18.8 C
Kocaeli
Cumartesi, Temmuz 5, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1317

Bir Hizmet İnsanı Dr. H.İbrahim Bodur

0

Kale grubu tarafından geleneksel hale gelen, bu yıl 50.’si gerçekleştirilen Seramik Bayramı kutlamaları için, babam İl Genel Meclisi Başkanı Ali Ayaz, Başkanımız Ahsen Okyar Bey’le birlikte Çanakkale’ye bağlı Çan ilçesinde bulunduk.

Her yılın 27 Temmuz günü düzenlenen bu programlara defalarca katıldık. Ama 50. yıl kutlamaları dolayısıyla Çan ilçesi bu yıl çok daha görkemliydi.

Törenlere Başbakanımız R.Tayyip Erdoğan rahatsızlığı dolayısıyla katılamazken, 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Bakanlarımız; Cemil Çiçek, Abdülkadir Aksu, Faruk Nafiz Özak, Ali Coşkun katılırken, TOBB Başkanımız Rifat Hisarcıklıoğlu yanı sıra milletvekilleri, valiler, kaymakamlar, özel sektörün değerli temsilcileri, Kale Grubu Bayileri iştirak ettiler.

Hizmet insanı Dr. h.c. İbrahim Bodur Bey için bu yıl düzenlenen Seramik Bayramı inanıyorum ki her zamankinden daha anlamlıydı. Sanayide 55. yıl, Seramikte 50. yıl kutlanıyordu. Bu inançla değerli büyüğümüz birçok hastalıklarla imtihan edilmesine rağmen, maşallah dimdik ayaktaydı.

İbrahim Bodur Bey 55 yıllık sanayi atılımı macerasında çeşitli engellemelerle karşılaşmış, kriz gibi Türk ekonomik hayatının manevralarına mağlup olmamıştır. Üniversitelerimizin Sosyoloji, İktisat, İşletme gibi bölümlerinde mastır düzeyinde araştırılmaya ihtiyaç duyulan bu hareket, günümüzde seramik üretiminde dünya liderliğini hedeflemiştir.

Anadolu’da yatırım yapmak, 1950’li yıllarda özel sektör için hiçbir anlam ifade etmiyordu. O “Kolaya değil, zora talip olmuş” yöre insanının bile ilk yatırımlar yapılırken “İbrahim Bey Çan’da deve ahırı yapıyor” küçümsemelerine kulak asmamıştır. O hep doğru bildiği yoldan gitmiştir.

O yılmadı. Anadolu’nun mutlaka kalkınması gerekiyordu. Anadolu insanı dünya ölçeğinde rekabet etmeliydi. Sadece büyük şehirlerde değil, yatırıma aç olan Anadolu’ya da bu yatırımlar gitmeliydi. Bu ruh Osmanlı Ruhuydu. Zor da olsa İbrahim Bey’in idealleri çerçevesinde gerçekleşmeliydi.

Yatırımlarını sadece sanayi’ye yapmadı, insana da yatırım yaptı. Şeyh Edibali’nin “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın” felsefesini kendine adapte edip, İnsanı yaşat ki kurum yaşasın anlayışını ön planda tuttu. Sağlık Ocakları, hastaneler, okullar, camiler, kreşler ve daha nicelerine kurduğu vakfıyla yardımlarda bulundu. Törenler de, şimdiye kadar 14050 çocuğun sünnet töreni merasiminin yapıldığını, her yıl 1000 civarında öğrenciye burs verildiğini duyunca, “bu ne gönüldür heyhat!” diyerek kendime birçok dersler aldım.

Hatırlıyorum da Saraybahçe Belediye Başkan Yardımcısı Metin Kozluca kendisi İzmit Endüstri Meslek Lisesi Müdürüyken İbrahim Bodur Bey’e ulaşıp okulun seramik ihtiyacını karşılamıştı. Yani İbrahim Amca’nın hizmet ruhundan Kocaeli bile nasibini almıştı.

İbrahim Bey; Türk-İslam kültürüne de büyük hizmetler de bulunmuştur. Her yıl Seramik Bayramlarında Türkiye’nin ünlü Selâtin Camilerinin hoca ve müezzinlerini fabrika bünyesindeki İbrahim Bodur Camisinde mevlit okutmuş. Mevlit organizasyonun başında da hemşerimiz Bestekar-Mevlidhan Amir Ateş Hocamız bulunmakta. Bu bayramlardaki, 1915 Çanakkale Müzesi, Mehteran Takımı, geleneksel Türk kıyafetleri içinde gözleme dağıtan kız çocukları, İbrahim Amca’nın Türk kültürüne vakıf olduğunun göstergesidir.

50.Yıl kutlamalarında bir önemli gelişme de İbrahim Bey’in kızı Zeynep Bodur Okyay hanımefendiye grubun bayrağını, sopasıyla devir-teslim etmesiydi. Bu değişimin Kale Ailesine hayırlar getirmesini temenni ediyorum. Aileye katılan küçük İbrahim Bodur Okyay’a da sağlıklı bir ömür diliyorum.

Törenlerde konuşmalarını yapan TOBB Başkanımız Rifat Hisarcıklıoğlu devir-teslimi değerlendirirken “İstiyoruz ki ikinci kuşağa hep böyle sopalarla devredilsin bayraklar. Türkiye o zaman sanayi de dünya devleriyle yarışır hale gelir.” Sözleri günün anlam ve önemini gerçekten güzel bir şekilde özetliyordu.

Hizmet ve gönül adamı İbrahim Bodur Bey’le ilgili yaptığımız tespitlerin amacı, mutlaka günümüz sanayici ve iş adamlarına tavsiye niteliğindedir. Kocaeli’nde yatırım yapan, bu bölgede kazanan yöresine doğru düzgün, rasyonel hizmetler yapmayan kişi ve kuruluşların mutlaka bu hizmet insanını örnek alması gerekmektedir.

“Baki kalan şu kubbede hoş bir seda olup gidebilmek…” Allah sana uzun ve hayırlı bir ömür versin İbrahim Amca. Sayılarınızın artması dileğiyle…

Milletvekillerimiz Ne Yapacak?

22 Temmuz seçimleri ile bir kısmı yeni, bir kısmı da yeniden seçilen 550 (bir vekilimizi kazada kaybettiğimiz için 549) milletvekilimiz görevlerine başlıyorlar. Sayın R.Tayyip Erdoğan, Sayın Deniz Baykal, Sayın Devlet Bahçeli’nin bizzat tensip buyurdukları adaylar, yine aynı liderlerin/partilerinin aldığı oy oranına göre yapılan hesaplarla seçildiler. Bunlara İmralı’daki katilin belirlediği söylenen 20 civarındaki vekil ve birkaç bağımsız vekil de eklenerek yeni TBMM teşekkül etti.

Milletvekilleri artık hakiki görevleri olan yasama görevini yapmaya hazırdırlar. Ancak vekillerimiz hemen görecektir ki, inanmasa da parti dayanışma ve disiplininden ayrılamayacaktır. Grup başkanvekillerinin işaretine göre Genel Kurul salonuna girecek ve verilen işarete uygun olarak oy kullanacaktır.

Meclisimiz ilkönce kendi başkanını ve daha sonra da Cumhurbaşkanını seçmek durumunda. Mesela, Cumhurbaşkanlığı seçimi için Sayın Erdoğan, “Sayın Gül’ün kararı benim için önemlidir” derken yeni seçilen grubuna hiç danışmadı. Sayın Baykal’ da “Abdullah Gül’ ün adaylığında ısrar edilirse Mecliste oylamaya katılmayacaklarını açıklarken, milletvekili seçtirdiği arkadaşlarına danışma ihtiyacını duymadı. Keza Sayın Bahçeli’de daha AKP’nin uzlaşma arayıp aramayacağını görmeden, sürpriz bir acelecilikle, “aday kim olursa olsun oylamaya katılırız, ancak oy vermeyebiliriz” derken kendi grubunun görüşünü sormadı. Zaten liderler sorsalardı da vekillerimizin, liderlerinin tensip buyurduğu hususlara itirazı söz konusu olamazdı.

Meclis içtüzüğü de aynı anlayışla hazırlanmıştır. Sadece grup sözcülerine hak tanınmıştır. Milletvekilleri ancak sadece gündem dışı konuşabilir ve gündem dışı konuştuğunda ise kimse dinlemez bile. İhtisas komisyonlarında da iktidarın ve muhalefetin görüşü konuşulur, milletvekillerinin şahsi görüşlerinin dikkate alınması ve iktidar- muhalefet ayrımı yapmadan bir mutabakat aranması söz konusu olmaz.

Bilindiği gibi çoğunlukla bizim TV’den seyrettiğimiz Genel Kurul Salonunda müzakerelere katılmak veya dinlemek için çok az milletvekili bulunur. Bu sırada kulislerde laflamakta olan vekiller, buradaki TV’lerden oylama zamanı geldiğini duyunca hemen salona girerek oy kullanırlar.

Geçen dönemin başlangıcında TBMM kulisinde şahit olduğum bir manzara çok çarpıcıydı. İktidar partisi (AKP) yönetiminin belli bir sürede çıkmasını istediği kanunlar için, milletvekillerine verdiği talimat sebebiyle grubun çoğunluğu iktidara ayrılmış kuliste, 20 kişi kadarı da Genel Kurul Salonunda bulunmaktaydı. Oturumu yönetmekte olan Meclis Başkanvekili “oylamaya geçiyorum, kabul edenler, kabul edilmiştir” anonsunu çok kısa aralıklarla yaptı. Anons başlarken hemen karşımda olan bir milletvekili kulisten Genel Kurul salonuna girmek üzere aceleyle elini kaldırarak ayağa kalktı, birkaç adım attı. Genel kurul salonu kapısına 3 metre kala oylama bitmiş olduğu için biraz önce kalktığı koltuğa geri dönerek yine eli havada olarak oturdu. Oylamanın yapıldığı salonun dışında, TV’den duyduğu komutla oy veren bu milletvekili, gözümde jetonla çalışan bir makine gibi gözükmüştü.

Meclis’te milletvekillerinin devamsızlığı hep tartışılmıştır. Böylesine otomatik oy makinesi haline gelen bir insanın hangi heyecan ve zevkle oturumlara katılmasını bekleyebiliriz ki? Meclisimizde bütün dönem boyunca hiç konuşma fırsatını bulamayan milletvekili sayısı az değildir. Konuşma fırsatını bulup Meclis TV’de izlenmesi için seçim bölgesine heyecanla haberler gönderen vekiller de, Grup Başkanvekillerinin takdirine ve tensibine şükran duymaktadır.

Türkiye uygulamasında ekonomi, savunma ve dış politika konularında meclisin görüşü ve işbirliği aranmamaktadır. Bu konularda milletvekillerine, komisyonlara ve hatta siyasi partilere yeterli bilgi verilmez.

Asıl görev alanında hareket serbestîsi bulamayan vekillerimizin heyecan duyacağı meşguliyet alanı bürokrat tayinleri, başka bir ile yapılması planlanan bazı yatırımların seçim bölgesine kaydırılması, seçim bölgesinden gelen yoğun iş taleplerini karşılamaya çalışmak, hasta takibi ile hatırlı ve güçlü kişilerin bakanlıklardaki evraklarının takibi gibi işlerle sınırlanır. Son dönemlerde buna eklenen en önemli alan olan ihale takiplerini de unutmamak gerekir.

Acaba diyorum, Ankara’ya 550 milletvekili göndermektense sadece 5 tane lideri göndersek, her birine de aldığı oy oranı kadar oy verme yetkisi tanısak. Yani liderler sırasıyla 47 – 20 – 14 – 6 – 3 oy hakkına sahip olsalar ve bütün oylamaları liderlerle yapsak, yasama görevi çok daha hızlı ve ekonomik bir şekilde yerine getirilemez mi?

Bu söylediklerimizin, zannederim vekillerimizin şahsiyetine değil, sisteme yönelik olduğu anlaşılmıştır. Gerçek bir demokrasi ve verimli bir TBMM için, Meclisimizin hem teşekkül tarzı ve hem de çalışma usul ve esaslarının iyileştirilmesi acil bir ihtiyaçtır.

Oğul Boğanın Gözyaşları

0

Artvin’de yirmi yedi yıldır yapılan festivalde boğa güreşlerine ait bir sahne gazeteye haber olmuş, okuyalım: “Arenaya çıkan boğalar içinde en dikkat çekici mücadele, iki yıl birbirinden saklanan baba boğa ile oğul boğa arasında yaşandı. 550 kiloluk baba boğanın karşısına 530 kiloluk oğlunu çıkardılar. Baba ile oğul, arenada önce göz göze geldiler, koklaştılar, bakıştılar… Ardından da yoğun baskıyla kapıştırıldılar. Ve oğul, babaya yenildi. Boğalar yenildiği zaman böğürürdü; yenilgiyi gururuna yediremezdi. Bu yenilgi, farklıydı. Yavru boğa köşesine çekilirken şöyle bir baktı babasına, gözlerinden üç damla yaş aktı… İkisinin de başı eğikti. Bu müsabakada sevinen, bir yıllık emeğinin karşılığında 4000 YTL’lik ödülle evine dönen baba boğanın sahibi oldu.”

Haberi okuduğumda ürperdim, utandım. Gazete haberini bir süre sakladım. Tahlil ettim kendi kendime, olayı sahneleyen kişileri düşündüm. Yaşananları ne aklım ne vicdanım kabullendi. Adına “hayvan” da dense, o varlıklar en vahşi şekilde kapıştırılıyor, bundan zevk alınıyor ve kazanç elde ediliyor. “Hayvan sever” sıfatıyla ortalıkta dolaşanlardan ses çıkmıyor. Sahne ne kadar trajik, Kapıştırılanlar, ayrıca, baba ve oğul. Oğul, yenilmenin öfkesi ile böğürme ihtiyacını gideremiyor; baba, yenmenin sevincini yaşayamıyor. Dökülen birkaç gözyaşının anlamını kim yazabilir. Bırakın yazmayı, insanlar anlamaktan bile aciz. Anlasalar, hiç, böyle bir sahne düzenlerler miydi?

Hayvanlar arasındaki güzellik yarışını anlıyorum da onların dövüştürülmesini bir türlü kabullenemiyorum. Bunun örneği, ülkemizde ve dünyada pek çok. Değişik bölgelerimizde deve güreşleri ve horoz dövüşleri yaptırıldığını biliyorum. Ülkelerden birinde yılanlar arasında güreş yaptırıldığını okumuştum. İspanya’daki boğa güreşleri tam bir vahşet örneği. Ya sen boğayı öldüreceksin ya da kızdırılan boğa seni öldürecek. Resmen, cinayet. Bunun bir spor olarak algılanması ise bana göre, bir akıl sapkınlığı. Adına “kingboks” denen vahşi spor için ne demeliyiz? Sahneye çıkarılan azman görünümlü iki insan birbirine ölçüsüzce vuruyor, bunları seyreden salondaki binler, on binler daha vahşi olanı alkışlıyor, dövülen dövüldüğü ile kalıyor. Milyonlar da bu insanlık dışı sporu televizyonlarda seyretmekten derin haz alıyor.

Şiddet, nedeni ne olursa olsun, az gelişmişliğin, acziyetin, sadistliğin sonucu. En iyi şoförün, freni en az kullanan şoför olduğunu öğrenmiştim. Bana göre de en gelişmiş insan, şiddeti en az kullanan, şiddetten en az hoşlanan, yöntem olarak şiddeti en az benimseyen kişidir. Şiddet, bir kul hakkıdır; şiddete maruz kalan insan ya da hayvan bu hakkını mutlaka alacaktır.

Kişilerin eylemleri; onların fıtratları, dünya görüşleri, algılamaları, gelişmişlikleri ile doğrudan ilgili. Toplumların ortaya koydukları toplumsal eylemler de böyle. Milletler, genlerindeki kodlamalara göre toplu davranışlar ortaya koyabiliyorlar. Eğlenmeleri de o doğrultuda oluyor. Batı kültürünün eğlenme şekli olan “dans”ta, Yunan mitolojisinde okuduğumuz tanrılar arasındaki şiddetin figürlerini görebiliriz. Adrenalin yükselten, yaralanmayla, sakat kalmayla, ölümle sonuçlanan yarışlar, tercih edilecek bir kültürün sporu olamaz. Hayvanları bu işte kullanmak, onlara karşı haksızlıktır, saygısızlıktır, cinayettir.

Bireysel ya da kitlesel anlamda, her müsabaka bir hünerin en iyisini ortaya koymaya, örneklemeye; spor da bir yeteneği geliştirmeye yönelik olmalıdır. İyiyi, güzelliği arama ahlakı taşımayan, kişide ya da hayvanda bedeni hasarlara ya da kırılganlıklara neden olan müsabakalar, sporlar birer cahillik örneğidir. İdeal insan, doğru insan, bedeninde ve ruhunda bir tahribata izin vermez. Ruh ve beden sağlığımızı korumak, iyileştirmek, hem hakkımız hem görevimizdir. Diğer canlıların haklarına saygı göstermek, onlara zarar vermemek, onları sadist duygularımızın tatmin aracı olarak kullanmamak, insan olmamızın gereğidir.

Bırakın, köpekler bir birini yesin, boğalar ve develer bir biriyle güreşsin; biz kendi işimize bakalım!

Asırlar Öncesinden Vekillere Tavsiyeler

0

Bir seçim dönemini daha acısıyla, tatlısıyla tamamlamış bulunmaktayız. Milletimiz 1950 seçimlerinden beri, bir kez daha iradesini ortaya koymuş büyük bir katılımla AKPARTİ hükümetine desteğini göstermiştir.

Yeni seçilen milletvekillerimizin vatana ve millete güzel hizmetler vermesini temenni ediyorum.

Tarih boyunca güçlü ve büyük medeniyetlere ev sahipliği yapmış olan bu topraklarda kurulan en son ve en uzun ömürlü medeniyet Osmanlı Cihan devletidir. Bu Cihan devleti unvanını layık kılan unsurlar sadece askeri güçle açıklanamaz. Manevi değerlerde Osmanlıyı Osmanlı yapan unsurların başında gelmektedir.

Şeyh Edebali Osmanlı devletinin manevi mayasını oluşturan büyük İslam âlimidir. Onun Osman Bey’e ve devlet adamlarına verdiği öğütlere itibar gösterildiği takdirde, başarıların geldiği tarihi bir gerçektir.

Yeni seçilen meclisimizdeki milletvekillerimizde Şeyh Edebali Hazretlerinin asırlar öncesinde verdiği bu kutsal mesajları iyi anlamalı ve uygulamalıdır.

Osmanlı’nın manevi kurucusu Şeyh Edebali, devlet adamlarının adil, bilge, cömert, akıllı, ölçülü, dürüst, zulmü önleyen, liyakatli ve danışarak karar veren olması noktasını özellikle vurgular.

Edebali; günümüz yöneticilerine adaletli olma noktasında şu muhteşem uyarılarda bulunur;

“Ey oğul! Beysin! Bundan sonra öfke bize: uysallık sana. Gücenmek bize; gönül almak sana. Acizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana. Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana…”

Şeyh Edebali devlet adamlarının doğru ve dürüst olmaları gerektiği noktasında; “Ey oğul! Dili dürüst ve kalbi doğru olmalıdır ki, halka faydalı olsun ve güneşi doğsun… Milletin kendi irfanının içinde yaşasın, Ona sırt çevirme. Her zaman duy varlığını toplumu yönetende, diri tutanda bu irfandır.”

Edebali yöneticilerin akıllı olmasının önemini şu sözlerle arz etmiştir; “Ey oğul! Güçlü, kuvvetli, akıllı ve kelamlısın. Ama bunları nerede ve nasıl kullanacağını bilmezsen sabah rüzgârında savrulur gidersin.”

Şeyh Edebali devlet adamının kontrolü elinde tutmasını ve toplumun bürokrasiye mahkûm edilmemesi hususunda şu veciz ifadeleri kullanır;

“Ey oğul! Hiçbir zaman memurların durumdan gafil olmamalı devamlı onların hal ve durumlarını kontrol etmeli zulüm ve hıyanet içinde olurlarsa, hemen onları azletmelisin.”

Şeyh Edebali devlet adamının en temel özelliğinin zulmü ve haksızlığı önleme konusunda başarısıyla eşdeğer olduğunu vurgularken şunları buyurur; “Zalim bir bey memleketini harap eder. Zalim olan uzun müddet beyliğine sahip olamaz; zalimin zulmüne halk uzun müddet dayanamaz.”

Bilge insan Edebali; iktidarı elinde bulunduran devlet adamlarına şu altın öğüdü verir; “Yükün ağır, gücün kıla bağlı, Allah Teala yardımcın olsun. Beyliğini mübarek kılsın. Hak yoluna yararlı olsun. Işığını parıldatsın. Uzaklara iletsin. Sana yükünü taşıyacak, ayağını sürçtürmeyecek akıl ve kalp versin. Haklı olduğun mücadeleden korkma! Bilesin ki atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli derler. Nereden geldiğini unutma ki nereye gideceğini unutmayasın.”

Asırlar öncesinden gelen bu nasihatleri uygulayan Osmanlı bir cihan devleti kurmuştu. İnanıyorum ki ışığımızı bu öğütlerin istikametine yöneltirsek bu milletin çocukları neden bir cihan devleti daha kurmasın?.

Amerikan Kıskacı

Kanal B de Başkent Üniversitesi öğretim görevlisi Prof.Dr.Eddie Girdner i dinledim.

Müthiş şeyler söyledi.

Amerika’nın gerek dolar açısından gerekse ekonomik durumu açısından büyük sıkıntıları olduğunu, ölüme giden bu yolda rakibi olan doğu bloğu ülkeleri ile ve bilhassa Çin ekonomisi ile mücadele edebilmesi, bölgeyi kontrol altında tutabilmesi için Afganistan ve Irakta bulunması gerektiğini, Amerikanın Irakta en az 50 yıl kalacağını, milyarlarca dolar harcayıp çekip gitmeyeceğini, İkinci dünya savaşından sonra Avrupa’ya yaptığını Ortadoğu’da da yapacağını söyledi. “Irak ve Afganistan Amerikanın Ortadoğu’daki hegemonyasını kurmak için bir anahtardır”. dedi

Amerika’nın Irak’a ve Afganistan’a terör etiketi altında girmesinin sadece bir bahane olduğunu, gerek Afganistan’a, gerekse Irak’a girişi ile burada terörün büyük ölçüde arttığını sözlerine ekledi. Aslında çok önemli konuların altını çizdi ama hepsini sütunumun yetersiz olması sebebi ile buraya taşıyamıyorum.

Şayet merak edenler var ise, 14.temmuz saat 13.00’te kanal B de yayımlanan Sayın Şeniz Özmert hanımefendinin Dünyadan bakış programının CD sini temin edebilirlerse çok kıymetli bilgiler elde edeceklerine eminim. Ben de ne yazık ki kaydedemedim. Konumuza geri dönelim.

Sayın Prof. Girdner “Amerika’lıların büyük bir bölümünün, hatta ciddi gazetelerin köşe yazarlarının büyük bir kısmının Türkiye’yi tanımadığını ve Türkiye ye gelmediklerini, bu sebeple yazılarının ön yargılı olduğunu, bir sebeple gelebilenlerin ise İstanbul, Antalya gibi şehirleri gördüklerinde şaşırdıklarını, ayrıca” ben deve ile işime gidiyorum” desem bir çok Amerikan yazarının bunu yadırgamayacağını söylüyor. Amerikan halkının ise en büyük gücün Amerika olduğunu ve diğer ülkelerin Amerikan gücünden istifade ederek yaşadıklarını sanıyor. Dünyayı gezme şansı bulanlarınsa bu durumun böyle olmadığını gördüklerinde şaşırdıklarını altını çizerek ilave ediyor.

Tabiî ki büyük devlet politikası böyle şekillendiriliyor. Şayet barışçı görünerek istilacı politika izlerseniz böyle yapmalısınız. Şayet hayati bir hastalığınız mevcut ise ve ilik nakline ihtiyacınız var ise bu iliği birinden naklettirmek zorundasınız. Amerika’da zordadır. İlik nakline ihtiyacı vardır. Bu ilik Türkiye’dir. Bu ilik Irak, İran, Suriye’dir. Afganistan’dır. Bu havzada yeni oluşumlar üretip emilimi kolaylaştırmak zorundadır. PKK Amerikan politikası için bir paravandır. Finansman ve silah desteğini kendisi, aracıları vasıtası ile sağlamaktadır. Türkiye yi bağımlılaştırmak için kullanmaktadır. Bu bölge de büyük bir savaş çıkmadığı müddetçe ve ya Amerikan yönetimine farklı dünya görüşü olan siyasi ekip gelmedikçe siyaseten bu kıskaçtan kurtulabileceğimize inanamıyorum. Bizim ülkemizde siyaset yapanlar söylemlerinde Amerikan hegemonyasına karşı imiş gibi konuşuyorlarsa da ekonomik olarak bağımlılıktan kurtulacak reçeteleri ortaya koyamıyorlar. Sayın dedin. Ananı al git dedin. Şeyini şey ettiğimin şeyi dedin. vs. gibi sığ muhalefetle sokaklara çıkılmaz. Keşke iktidara talip partilerin adayları, “Ben geldiğimde tüm ülke halkının mal varlığının %10 unu bir defaya mahsus ve gönüllü olarak isteyeceğim. (varlık vergisi gibi algılanmamalı). Bu para ile IMF borcunu kapatacağım. Bir daha borçlanmayacağım. Ülkenin çalışan insanını 1 yıl boyunca 2 saat fazla gönüllü olarak çalıştıracağım. Bu tasarrufu kalkınmada kullanacağım. Kara para ve kaçakçılığa kesin çözüm getireceğim. Terörden nemalanan iç güçleri çökerteceğim. Ülkeyi sadece sanayi ülkesi değil sanayi + tarım ülkesi olarak planlattıracağım. Tarımda kendi kendine yeter ülke haline getireceğim. Stratejik bölgelerimizde yabancıya toprak satışını engelleyeceğim. Kıbrıs’ta şehit kanlarına asla ihanet etmeyeceğim. Masa başında bir karış toprağı uzlaşma adına vermeyeceğim.

Başımı Avrupa ya döndürürken, arkamı Asya ya dönmeyeceğim. Yakın Asya ve Uzak Asya ile iyi diyaloglar kuracağım. Komşularıma başkalarının dayatmaları ve yönlendirmeleri doğrultusunda davranmayacağım. Onların komşularımızla olan diyaloglarını iyi takip edeceğim. Asıl düşmanın İngiliz olduğunu ve Ülkemiz aleyhindeki gelişmelerin altında her zaman İngiliz parmağı olduğunu iyi bileceğim.

Ülke insanını sadece maddi değerlerle bir arada tutmak yerine manevi değerlerle de barışık hale getireceğim. Barışı destekleyeceğim ama her an bir savaşa hazır olarak ben de sınır ötesi planlar yapacağım. Kabuğuna çekilmiş bir barışsever yerine haklarını mücadele ile alabilecek bir yurtsever stratejisi izleyeceğim. Avrupa birliğinden medet ummak yerine yurttaş birliğinin en büyük güç olduğunu halkıma anlatarak bir vücut haline getireceğim. Ülke aleyhine yayın yapan basın organlarının özgürlüklerini kısıtlayacağım. Anayasa değişikliğini en kısa zamanda yaparak Milli menfaatleri öne çıkaran kanun maddelerini daha net ve somut hale getireceğim. Gerekirse ilaveler yapacağım. Yabancı ülkeler Türkiye ye nasıl davranıyorsa ben de onlara öyle davranacağım. Esnek olma adına sütlaç gibi olacağıma, tatlı sert politika ile bazı konularda radikal ve kararlı olacağım”. diyebilseydi.

Her ne kadar seçim bitti seçilen seçildi ise de, şimdiye kadar yapılan gibi bir siyaset izlemediğimiz müddetçe hangi parti gelirse gelsin,Türkiye kendisine biçilen rolü oynamaya zorlanacaktır. Bu durumda Ülkenin hayrına olmayacaktır. Hele hele Ülkeyi laikler ve İslamcılar olarak bölmek ihanetin ta kendisi olacaktır. İşte o zaman Cumhuriyet elden gidecektir. Çünkü düşmanlarımız böyle istiyor. Onlar adı ne olursa olsun bölünmemizi istiyor. Türkiye varlığı ortadan kalkmadıkça Orta doğuda istedikleri hâkimiyeti sağlamaları mümkün değildir. Onlar bunu biliyor. Biz bilmiyoruz. Avrupa hayranlığı doğru düşünmemizi engelliyor. Kendimize yazık ediyoruz.

Kim ne derse desin ben böyle düşünüyorum.

Dip Dalgaları

0

Yaz, bizde “tatil” sözcüğü ile anlamdaş hale gelmeye başladı. Tatil dendiğinde akla, karne, dinlenme, deniz geliyor. Birkaç yıldır, biz yaz mevsiminin birkaç gününü deniz kenarındaki evimizde geçirme fırsatı yakalayabiliyoruz.

Karadeniz, her zamankinin aksine, güne sakin başladı. Dingin bir denizin soğuk suları ile oynaşmak bedenime ayrı bir zevk veriyor. Güneşin, mavi ve duru su ile yakamozlaşması görsel bir keyif sunuyor görebilenlere. Attığım kulaçlar, yormuyor beni. Su, diplerde daha soğuk. Kum, okşuyor ayaklarımın altını. Yosunlar ve denizanaları, şimdilik, terk etmiş görünüyor sahilleri. Su üzerinde sıkça görünen yağ tabakasını ve deniz atıklarını rüzgâr başka sahillere göndermiş gibi. Dalga yok, su serine yakın ılık, bedenimi üşütmüyor, gözlerimi yakmıyor. Bu saatlerde aile boyu geziye çıkan yunuslar da görünmüyor ortalıkta. İster yüz üstü ister sırt üstü ister yan yatarak ister kurbağalama git gidebildiğin kadar. Aklıma Tevfik Fikret’in bir dizesi geliyor: “Deniz kadın gibidir; hiç güvenmek olmaz ha!” Kadınlar bana kızmasın, denizle kadın arasında ben de bir benzerlik bulmuşumdur hep. Deniz, dişidir; hem tahrik ediyor hem korkutuyor kişiyi. Bilinmezliklerle doludur o. Bilenler bilir; deniz, Arapçada müennes yani dişi sözcüktür.

Denizin yapısı ve işlevi ile genelde sosyal olayların, özelde sosyal olayların kurumlaşmış biçimi olan siyasetin işleyişi arasındaki olağanüstü benzerlik dikkatimi çekiyor. Güneş ve suyun buluşmasıyla oluşan ılık ortamda kulaç atmak çok zevkli, tıpkı iyimser ve değerbilir insanlara hizmet etmenin, onlarla hemdert olmanın kişiye verdiği mutluluk gibi. Onlardan şükran ifadesi duymak, siyaseti ibadet anlayışı ile yapanların şevkini artırıyor. Bunun ne kadar süreceğini bilemiyorsun. İki kulaç sonrası karanlık. Zannediyorsun ki, deniz hep kum ve pırıl pırıl. Bir yosun dalgasıyla karşılaşıyorsun, panikliyorsun, kulaç atışların hızlanıyor. Anlıyorsun ki sen, bilinmeyen ve istenmeyen bir ortama doğru yol almışsın. Küfürler başlıyor sana. Nankörce sözler ve davranışlar canını sıkıyor siyasetçinin. Geldiğin yere bakıyorsun, ümitlerini düşünüyorsun; “değer mi” demekten kendini alamıyorsun. Paniklesen de geçebiliyorsun yosunlu bölgeyi. Yorgunluğunu atmak için sırt üstü yattığında dipten gelen soğuk dalga, hem bedenini üşütüyor hem de beşik gibi sallamaya başlıyor. Ne olduğunu anlayamıyorsun. “Derin”in, tehlikeli olduğu bilinir; ama ne tehlikeler getireceği bilinmez. “Derin siyaset”, “derin devlet”, “derin millet” deniyor buna. Derin siyasete son yıllarda “toplum mühendisliği” dendiğini de görüyoruz. Derin devleti de anlayabilmiş değiliz. Devleti korumak adına hareket ettiğini söyleyip kişisel çıkar sağlayan kişiler ya da örgütler anlatılmak isteniyor bu tamlama ile. Onların, yazılı olmayan yasaları var. Yaptıklarından ettiklerinden sual olmaz. Siyaset, bir eğlence aracı değil. Millete hizmet aşkı duymayanlar siyasete girmemeli. Yüzme bilmeyenler de denizi uzaktan seyretmeli. Affı yoktur denizin; alır, köpekbalıklarına yem olmamışsan, bir süre sonra atar senin şişmiş bedenini sahilin en kuytu yerine. Siyasette samimi olmayanların en korktukları yer, seçim sandığıdır. Ciddiye almadıkları, küçümsedikleri, üzerinde ideolojik senaryolar ürettikleri millet onları öyle çarpar ki, barınacak koy da bulamazlar kendilerine.

“Deniz, dalgasız olmaz.” diye bir türkü sözü hatırlıyorum. “Dalga”, denizin hem doğasının gereği hem güzelliği. Sosyal olaylar da böyle. Her gece gündüze, her gündüz de geceye gebe. Ümit, uyarı, kötümserlik, iyimserlik, dinamizm, bezginlik… iç içe. Denizde dinginlik ve dalga sürekli değil. İşin zevki, sanat haline gelmesi bu zıtlıklar içindeki sihri yakalamakta. Yakalayanlar, denize de, sosyal olaylara da, siyasete de egemen olabiliyorlar. Hikâyesini bilen bilir, buna eskiler “ilm-i siyaset” demişler.

Yüzmek, güzel bir spor; kişinin hem bedenini hem kafasını çalıştırıyor. Ben ömrüm oldukça yüzeceğim. Size de tavsiye ederim; ama önce “ilm-i siyaset”!

Seçimler

Bir ülkenin demokratik anlamda düzeyinin belirlendiği en önemli durum hepimizin bildiği gibi seçimlerdir. Özellikle seçimlerin yapılış şekilleri milletin demokrasiyi ne kadar özümsediğinin en önemli göstergesi olmaktadır.

Demokrasi ve bunun getirdiği yeni kavramlar bir milletin kendi içerisinden meydana çıktığı zaman sağlam temellere oturur. Yukarıdan veya dışarıdan bir müdahale sonucunda halka benimsetildiğinde ise farklı bir durum ortaya çıkmaktadır.

Nitekim ülkemizin seçim tarihine bakıldığında yukarıda izah etmeye çalıştığım üzere zoraki bir demokrasi dayatması kendini göstermektedir.

Bu duruma birkaç örnek vermek gerekirse; mesela 1912 yılında “İttihat ve Terakki Cemiyeti” ile ona muhalif “Hürriyet ve İtilaf Fırkası”nın girdiği seçimler tarihe adını “sopalı seçim” olarak yazdırmıştır. Zira İktidar partisi İttihat ve Terakki’nin muhalefete oy verenleri dövdüğü ve tehdit yolu ile kendine oy verdirdiği bir seçim olan 1912 seçimleri sonucunda doğal olarak iktidar partisi kazanmıştır.

Diğer bir örnek olarak 1946 seçimleri Türk demokrasi açısından çok partili hayat geçişin ilk seçimleri olması hasebiyle önem taşımaktadır. 1940’lı yıllardan itibaren ülkemizin ABD yanlısı bir politika izlemeye başlaması ve ABD’nin de ülkemizin çok partili hayata geçmesini talep etmesi, o dönemde iktidara karşı olan muhalefette memnuniyet yaratmıştır. Bunun neticesinde CHP ve DP olarak iki parti seçime girmiş, ancak bahsettiğimiz önemine rağmen iktidarın yönetimi bırakmamak amacıyla “açık oy gizli tasnif” ilkesiyle seçim yaptırması sebebiyle bu seçimler anti demokratik bir seçim olarak kayıtlara geçmiştir.

En son yapılan 2002 yerel seçimlerinde demokratik açıdan ülkemiz çok yol katetse de sonuçları itibariyle mecliste halkın %34’nün temsil edilmesi, yazımın en başında ifade ettiğim gibi ülkemize dışardan empoze edilen demokrasinin yarattığı sonuç olarak kabul edilebilir.

Dünya politikasına yön veren devletlerin diğer devletlerde yapılan seçimlere ve seçilen yöneticilere el altından karışması ve seçimleri kendi siyasetine uygun şekilde sonuçlandırması, aslında geçmişten beri varolan bir yöntemdir. Mesela Osmanlı İmparatorluğu’nun, dünya siyasetine yön veren devlet durumunda iken, Avrupa’da, kendi toprakları dışında olsa dahi, hükümdarların tahta geçmesine müdahele ettiği hatta tarafların Osmanlı desteğini almak için kendisine başvurduğu bilinmektedir.

Bugün ise bu yöntem seçimlere müdahele olarak kendini göstermektedir. Nitekim şu an dünya politikasını yönlendiren ABD’nin turuncu devrim, mavi devrim adı altında ülkelerin seçimlerine karıştığı hepimizin aşina olduğu bir durumdur.

Hatta ülkemizde bugün, geçmişte ecdadımıza yapıldığı gibi, ABD’ye gidip icazet almak gibi bir durum da mevcuttur. Hatta yaklaşan seçimlerle beraber partilerin verdiği seçim ilanları bile kendilerinin dayandığı temeli gösterir nitelik kazanmıştır. Bir partinin gazetelere verdiği “milletin evlatları” şeklindeki ilanda geçmişte ABD yanlısı politikalarıyla ünlü Menderes ve Özal’la birlikte liderin kendi resmini koyması durumu açıkça göstermektedir.

Son olarak belirtmek isterim ki; özellikle ABD’nin el altından müdahale ettiği seçimlerle ülkemiz çift kutuplu bir millet haline dönüşmektedir.

Umarım 22 Temmuz günü yapılacak seçimlerde halkımız geçmişte yaşadığımız dışarıdan müdahaleye izin vermeyip yerine kendi özgün iradesini seçimlere yansıtarak ülke geleceğimizi belirler. Seçimlerin hepimize hayırlı olmasını temenni eder, saygılar sunarım.

Seçtiklerimizi Denetleyelim

İki sarhoş, ellerinde bıçak bir tartışmaya tutuşmuşlar. Yolda gördükleri bir küçük hayvana birisi kurbağa, diğeri tosbağa demekteymiş. Tartışma büyümüş, birbirine saldıracak hale gelmişler. Sonra oradan geçen birine sormaya karar vermişler. Adam bir yerdeki hayvana, bir de eli bıçaklı sarhoşlara bakmış. Sonra birinin yanına varmış;

-Allah Allah, demiş, buradan bakınca tosbağa gibi görünüyor.

Sonra ötekinin yanına sokulmuş;

-Hayret, demiş, buradan bakınca da kurbağa gibi görünüyor.

Bu fıkrayı üç açıdan yorumlayabiliriz:

a- Adam gerçekten farklı açılardan bakınca, günışığının yansıması gibi bazı etkenlerle, hayvanı farklı görmüştür.

b- Hakem tayin edilen üçüncü adam da sarhoştur.

c- Adam, sarhoş tartışmacıların şerrinden korkmuş olduğu için doğruyu bildiği halde söyleyememektedir.

Bu yorumları seçim sonuçlarını değerlendirmek için yapmamız mümkün. Fakat isterseniz biz bu yorumları yapılan genel seçimler sonrası seçilen ve devlet yönetimini üstlenecek olan kadrolar için uygulamaya çalışalım:

a- İnsan bulunduğu konuma göre gerçeği farklı algılayabilir. Mesela, devletin bilgilerine vakıf olduktan sonra yeni yöneticilerin bazı fikirlerinde değişiklik olabilir. Ancak bu değişiklik daha önceki savunulan fikre zıt bir noktaya kadar geliyorsa bunu makul karşılamak mümkün olmasa gerektir.

b- Doğru politikaları tayin edip uygulayamıyorsa görev verilenler gerekli ehliyeti haiz değildir.

c- İktidarlar milletinden aldığı gücün farkında olmaz ve bu gücü kullanmayı bilmezlerse, dış etkenler sebebiyle doğru bildiklerini de ifade edemez ve uygulayamazlar. Bir başka ifadeyle “sert esen rüzgârlara” göre gerçekler farklı algılanıp, farklı gösterilebilir.

Kudretli Osmanlı Padişahı 4. Murad’ın annesine, “burada rüzgâr sert esiyor valide” deyişi boşuna değil. İktidarda olanlar hep sert rüzgârlara muhatap olur. Bizim vurgulamak istediğimiz devlet erkini kullanan yöneticilerimizin iç ve dış rüzgârlar ne kadar sert eserse essin doğru istikamette kalmalarıdır.

Bundan önceki hükümetlerde de çok kaliteli ve halkın içinden çıkmış insanların bulunduğunu biliyoruz. Ancak bu değerli zannettiğimiz insanların bir kısmının, içinden çıktıkları geniş halk kitlelerinin menfaatlerini unutup, şahsi veya parti menfaatleri sebebiyle yerli veya yabancı güç odaklarına hizmet ettiklerini görmedik mi?

Yeterli manevi ve fikri hazırlığı yapmadan devlet erkini kullanmaya başlayanların yoldan sapmalarına karşı en önemli sigortamız, temel milli değerlerimizden sapılması karşısında isyanını yükselten namuslu aydınlar ve sivil toplum örgütleri olmalıdır.

Bu konuda ise maalesef çok iyimser değilim. Seçimden sonra oluşan yeni siyasi dengelere göre omurgasız birçok sözde aydının, yazar ve çizerin bugünden itibaren, daha düne kadar söylediklerinin tam tersini savunmalarına da hazır olalım. Namuslu aydın ve fikir adamının bu ülkede en fazla ihtiyaç duyulan şey olduğunu düşünüyorum.

İçimizden çıkan seçtiğimiz insanların yoldan sapmasına karşı sessiz kalmak, “bizdendir, yapıyorsa bir bildiği vardır” demek, “haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” hükmüne muhatap olmak demektir.

Öncelikle ifade edelim ki, seçtiğimiz insanlarımıza hep şüphe ile bakmayalım, onların zayıf karakterli ve kolay satın alınır olduğuna dair bir önyargımız olmasın. İyi yaptıkları icraatı candan destekleyerek onlara moral ve şevk verelim. Gerçekten vatandaş olarak kısıtlı bilgiye sahip olduğumuz için, bazen seçtiğimiz insanların bize ters gelen uygulamaları olabilir. Bu durum her zaman yoldan çıkma anlamına gelmez. Bütün bunlar doğru. Ama yaşadığımız tecrübelerin Türk vatandaşları olarak ihtiyatlı olmamızı gerektirdiği de bir hakikat. Öyleyse bizim eksik bilgiye dayanan yanlış yorumlamamızla gerçekten yoldan çıkmayı nasıl ayırt edeceğiz?

“Bu şartlarda siz olsaydınız farklı mı yapardınız?” sualine karşı cevap vermeden önce şu hususları gözden geçirmemiz gerekiyor: Türk milletinin menfaatine aykırı olan icraatın ne kadarı “rüzgârın sertliğine” bağlıdır; ne kadarı hazırsızlık, vizyonsuzluk, yeteneksizlik, beceriksizlik ve ne kadarı da “gaflet, delalet ve hatta hıyanet”ten kaynaklanmıştır? Bu sorulara cevap verebilmek için seçtiğimiz insanları her fırsatta sorgulamak bir vatandaşlık görevidir. En azında esen “sert rüzgâr” hakkında bilgi vermelerini, aklımızı ve vicdanımızı ikna etmelerini istemek durumundayız.

Dileğimiz devlet erkini teslim ettiğimiz ve başarılı olmaları için duacı olduğumuz vekillerimiz ve yeni yöneticilerimiz, el-etek öpücülere değil, milletimizin değerlerine önem verirler. Türk Milletinin huzur ve refahı için, Türk Devletinin birliğini dirliğini koruması, dünyada sözü geçen güçlü bir devlet olması için çalışırlar ve üstün başarı gösterirler.

Siyasette Bal Yalamak

Siyaset meydanında en çok dinlediğimiz sözler” size hizmet için varız. Kendimi milletime adıyorum. Maaşımı almayacağım. Emanet oy istiyorum. Başarılı olamazsam geri alın. Güveneceğiniz tek adres benim.”

Bu sözleri daha da çoğaltabilirim.

Geçmişte de böyle söyleyerek seçildiler. Bazıları seçim için yakınlarından borç almıştı. Bazıları elindeki babadan kalma mülkünü satmıştı. Bazısı ise eşinin bileziklerini satarak yola çıkmıştı. Adaylardan bazısı yolda kaldı bazısı ise kazandı. Kazananın belkide

Ankara da yaşayabilecek parası bile kalmamıştı. Fakat Ankara nın sihirli değneği bir müddet sonra ona da değecektir. Birden bire palazlanacak ve kısa zamanda bayağı iş adamı olacaktır.

Değerli dostlar.

Siyaset yolu ile hizmet etmeyi vadedenler (az bir kısmı hariç) çeşitli siyasi makamlara ulaştıklarında neden aldıkları maaşlarla yetinmeyip, devlet malına saldırırlar. Ya kendileri yada aile efratları devletle iş yapar hale gelirler. Kendi partilerinden olan belediyelerden ya iş alırlar yada onlara mal satarlar. Bu makamlara gelince bütün bunlar hak haline mi geliyor?

En az ihtimal vermediklerimiz bile en büyük ranta talip oluyor. Kendisi yapmıyorsa babasının şirketine yaptırıyor. Kardeşinin mesleği tamamen farklı iken kendisi göreve geldiğinden itibaren kardeşinin de mesleği onun görevine uygun hale geliveriyor.

Herhalde biz hırsızı seviyoruz. Ya da hırsızlığı siyaset yapana yakıştırıyoruz.

Peki, gerçekten dürüst kalmak isteyenler ne olacak? Onlar arada güme mi gidecek? Mademki siyaset Ülkenin en önemli, en yetkili, en etkili kurumu o halde bu kurumun emin ellerde olması gerekmez mi?

Bana söyler misiniz? Oy verdiğiniz siyasetçiyi iyi tanıyor musunuz? Hiç onunla bir sohbette bir arada oldunuz mu? Hiç birlikte seyahat ettiniz mi? Kendisi ile hiçbir alış verişiniz oldu mu?

Bütün bunlardan hiç biri sizce evet olarak cevaplanamıyorsa siz kime oy veriyorsunuz?

Sadece lidere mi? Sadece takım tutar gibi tuttuğunuz partiye mi? Yoksa arkadaşım öyle istedi mi? diyorsunuz.

Şayet kanundan kaçmak için meclis bir koruma kalkanı oluşturuyorsa orası giderek suçlular sığınağı haline gelmez mi?

Bence acilen şu kararlar alınmalıdır.

1-Milletvekili koruma kalkanı kaldırılmalıdır. Sadece kürsü dokunulmazlığı kalmalıdır.

2-Milletvekili eş ve çocukları ile baba ve anneleri adına kurulacak şirketler, devletle ve devlet kurumları ile iş yapamamalıdır.

3-Milletvekilleri ile 1. ve 2. derece yakınları devletten kredi alamamalıdır.

4-Milletvekili görevi esnasında ilave mal edinememelidir. Mal varlığı çoğalmamalıdır.

5-Gizli ortaklıklar olmamalıdır. Haksız mal edinenlerin çocukları siyaset yapamamalıdır.( ki oto kontrol sağlansın)

6-Basit bir işe alınacak eleman için bir sürü vasıf aranırken siyasette vasıfsızlığın önlemi en kısa zamanda alınmalıdır.

7- İktidara gelen parti siyasi partiler kanunu ile seçim kanununu derhal değiştirmelidir.

8-Halk ortak listeden istediği adayı seçebilmelidir.

9-Siyasi harcamalar sınırlandırılmalıdır.

10-Siyasette harcama yapanların vergi kayıtları incelemeye alınmalıdır.

Cumhuriyete sahip çıkmak budur. Soyguna, soyguncuya dur demenin yolu budur.

İktidara talip adayların vaatleri arasında muhakkak bu hususlar olmalıdır. Meclise girdiklerinde bu hususlarda kanun teklifi vereceklerini açıklamalıdırlar.

Şunun şurasında az kaldı. Her zamanki gibi “ellerim kırılsaydı..” ile başlayan sözler sarf etmemek için adayları tanımaya vakit ayırınız. Oy vermek basit iş değildir. Sandığa bir kâğıt parçası atıp kurtulmak hiç değildir.

Oy vermek geleceğini tayin etmektir. Çocuklarına ve torunlarına miras bırakmak demektir. Ülkeye hizmet etmek veya ihanet etmek demektir. Hırsıza anahtar vermek veya kelepçe vurmak demektir. Sonuçta Ülke kaderi ile oynamak demektir. Soyut ifadelere değil somut örneklere bakınız. Oyunuzu muhakkak kullanınız.

Lütfen iyi seçmen olunuz. İyi seçmen iyiyi, güzeli, vasıflıyı seçen demektir.

Küresel Isınma, Orman Yangınları ve Osman Pepe

0

Havaların çok sıcak gittiği bugünlerde, küresel ısınmayla ilgili söylemler dillerde çok tekrarlanır hale geldi.

Aziz dostlar; olayın çok fazla bilimsel yönüne girmek istemiyorum. Kısa bir ifadeyle küresel ısınma, atmosferdeki karbondioksit ve metan gazlarının oranlarındaki artış dünya yüzeyinin sıcaklığını yükseltmektedir diye tarif edilir.

Bizim için önemli olan ise küresel ısınmanın hayatımız üzerindeki olumsuz sonuçlarını hep beraber yaşıyor ve görüyoruz. Küresel ısınma iklim değişikliğine yol açıyor. Aşırı bunaltan sıcaklar dünyanın bir bölümünde yaşanırken, bir diğer bölümünde seller, kasırgalar inanılmaz boyutlara ulaşmış durumda.

2007 yılının dünya genelinde kayıtların tutulmaya başlandığı son 150 yılın en sıcak yılı olacağı öngörülüyor. Kutuplardaki buzullar eriyor, deniz suyu seviyesi yükseliyor. Kışın sıcaklıklar artıyor, mevsimler birbirine karışıyor, hayvanların göç dönemleri değişiyor.

Şu ifadeleri basın-yayın organlarında daha çok duyar hale geldik. Buenos Aires’te 89 yıl sonra kar yağdı. Londra’da yaz mevsiminde kar yağdı. Antarktika’da buzullar eriyor.

Aslında amacım içinizi karartmak değil. Ama unuttuğumuz, hafife aldığımız bir gerçeğide gözler önüne sermek gerekiyor.

Çevre ve Orman Bakanlığımızın küresel ısınmayla ilgili, geniş kampanyalar başlattığını takdirle gözlemliyoruz. Radyo ve televizyonlarda bu konuyla ilgili halkı bilinçlendirmek amacıyla reklamlar yapılıyor. Diş fırçalarken, tıraş olurken dikkatli olmamızı, gereksiz yere yanan ışığı söndürmemizi, araçlarımızı hız limitleri üzerinde kullanmamamız konusunda aydınlatıcı bilgiler veriliyor.

Aynı zamanda hemşerimiz olan Bakan Osman Pepe küresel ısınmayla ilgili önlemler konusunda halkımızı bilinçlendirmek için şu ifadeleri kullanıyor. “Ülkemizde küresel ısınmayla ilgili en büyük görevler evdeki Ayşe Teyze’ye, İlkokul 8.sınıfa giden Hasan’a, kamyon şoförü Mehmet’e düşüyor. “Olayı halka mal etme açısından güzel bir açıklama olduğu hepimizin malumu. Zaten kıt olan su gibi, elektrik gibi, akaryakıt gibi kaynaklarımızın doğru kullanılmasını devletimizin bütün birimlerinin halka örnek olacak şekilde uygulamaları gerekmekte.

Ağaçlandırma, bilim adamlarının önerisiyle küresel ısınmayla mücadelede en kolay uygulanacak yöntem iken, son günlerde ciğerlerimiz diye tabir ettiğimiz ormanlarımız maalesef cayır cayır yanmakta.

Orman yangını deyince aklıma küçük bir çocukken, Yeniköy’deki Avrakdere mevkiinde çıkan ve beni çok üzen yangınlar gelir. Cami hopörlerinden rahmetli bekçi Ali Dayı’nın ” Yangın vaaar! duyduk duymadık demeyin, bütün komşular köyün meydanına toplansın” naraları hafızamda hala bugünmüş gibi canlı duruyor.

Yangınların çıkış sebeplerinde, yıldırım gibi doğal afetlerin oranı % 5 civarında olurken, dikkatsizlik, anız yakma, piknikte tam olarak söndürülmeyen ateş, sigara izmariti ve kasıt gibi nedenler % 95 oranında orman yangınlarına sebebiyet vermektedir.

Bütün nedenleri anlarımda, sırf kendi pis emellerini gerçekleştirmek için ormanları yakan ve bundan zevk duyan teröristlerin ruh halinden anlayamam. Bu alçakça zihniyeti esefle kınıyorum… Hangi irade, hangi vicdan bir ağaçtan kuşların cıvıl cıvıl öttüğü, o gönlümüzü ve bedenimizi dinlendirdiğimiz ormanlarımızdan öç almaya çalışır.

Bize düşen görev “Yarın kıyametin kopacağını bilseniz ağaç dikin” Nebiler Nebisinin o güzel hadisine riayet etmemizi gerektirir. Orman içinde görülen en küçük bir dumanda ALO 177 Orman yangını hattını aramamız milli ve vicdani bir görevimiz olmalıdır.

Çevre ve Orman Bakanlığımız Ağaçlandırma konusunda da son yıllarda büyük çalışmalara imza atmıştır. Bakan Pepe “sadece 2006 yılında 300 milyondan fazla fidan dikildiğini ama bunun yeterli olmadığını, Anadolu’nun kıraçlaşmış, kahverengileşmiş bozkırlarının yeşillendirilmesi için 500 milyon fidan dikmeyi planladıklarını” belirtmiştir.

Her karışı şehit kanıyla sulanmış bu coğrafyayı atalarımızdan emanet aldık. Yarın çocuklarımıza yaşanılabilir bir memleket bırakmak istiyorsak, ormanlarımızı korumamız ve küresel ısınmayla ilgili çalışmalara destek vermemiz gerekiyor.