7.8 C
Kocaeli
Pazar, Eylül 21, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1317

Bir, Elliden Büyük müdür?

-Üstadım, bir mi büyüktür, elli mi?

-Bu, 1 ile 50’yi nerede kullanacağına bağlı.

-Yani 1, 50’den büyük olabilir mi?

-Oluyor ki soruyorsun Kertenkele!

– Üstadım, sizinle de bir şey konuşulmuyor. Size bir hava atayım,
dedim; havamı hemen söndürdünüz. Ne demek istediğimi anladınız.

– Kertenkele, matematik, semboller sistemidir, bir dildir.
Matematik, mutlak doğru değildir; doğruları anlatmaya yarayan bir
lisandır. Bu lisana göre 50, her zaman 1’den büyüktür. Fakat sosyal
bilimlerde işin rengi değişir. Bazen 1 gün, 50 günün anası olur, 1,
50’den önemli ve büyük olabilir. Çevrene bak, üniversite için hazırlık
yapan pek çok öğrenci göreceksin. Bunların bir kısmı bir yılı
değerlendirirken, bir kısmı da heba ediyor. Bir yılını iyi
değerlendirerek yeterince hazırlık yapanlar elli yıllarını
kurtaracaklar. Bir yılını israf edenler, üzgünüm ama, bundan sonraki
muhtemelen elli yıllarına yazık etmiş olacaklar. Somutlaştırırsak, bir
yılını değerlendiremeyenler arabanın altına girer, tamirci olur; iyi
değerlendirenler arabanın üstündeki yerini alır, keyifli bir sürüş
yapar. Şu halde 1 yıl, 50 yıldan büyüktür, önemlidir. Somut değerlerin
büyüklüğü, ona yükleyeceğin soyut değere bağlıdır. Madde, mana ile,
kemiyet keyfiyetle büyür, kıymetlenir.

– Üstadım, dediğinizi çok iyi anlıyorum. Bu, davranışlarımız için de
geçerli değil mi? Sözgelimi, yanlış gibi görünen ancak yerinde ve
zamanında yapılan bir davranış güzel bir sonuç doğurabilir. O
davranıştan elde ettiğimiz sonuç, ona yüklediğimiz anlam, davranışın
yanlışlığını yanlış olmaktan çıkarabilir.

-Kertenkele, çok güzel konuşuyorsun. Senin bildiğin bir şey olsa gerek. Anlat da dinleyelim.

– Üstadım, haddime değil; ama yeni öğrendiğim bir öykücük geldi
aklıma. Bir Amerikalı işadamı ile Japon meslektaşı ormandaki bir otelde
düzenlenen seminer arasında ormanda gezintiye çıkarlar. Birden vahşi
bir aslanın kendilerine doğru gelmekte olduğunu görürler her ikisi de
kaçmaya başlar. Kaçarken Japon aniden durur ve yere oturarak
çantasından çıkardığı spor ayakkabılarını giyer. Öne geçen Amerikalı:
“O spor ayakkabılarını giyince aç bir aslandan daha hızlı
koşabileceğini mi sanıyorsun?” diye bağırarak kaçmaya devam eder.
Ayakları hafifleyen Japon fırlar, öndeki Amerikalıyı yakalar sonra da
geçer. Aslanın iyice yaklaştığını gören Japon: “Evet, ben bu spor
ayakkabı ile aç bir aslandan daha hızlı koşmayabilirim; ama senden
hızlı koşarım.” diye bağırır.

– Bireysel gelişim adına müthiş bir öykücük. Seni kutlarım
Kertenkele. Öykücükten çıkarılacak ders doğrultusunda bir yaşam
kuracağını ümit ediyorum.

– Evet, Üstadım. Artık ben de aç kurtlara, vahşi aslanlara karşı yem
olarak kullanılmak üzere yanımda bir Amerikalı bulunduracağım. O, beni
tam kurtarmasa bile bana zaman kazandıracaktır. En iyi Amerikalı,
ormanda vahşi hayvanlara yem olan Amerikalıdır.

– Kertenkele, yine kırık plak gibi takıldın. Öykücükteki sembolleri
hayata aktarmanı dilerdim. Cümlelerinin bir şaka olduğunu sanıyorum.

-Üstadım, hemen de kızıyorsun. Demek, insan yaşlılıkta tahammülsüzleşiyor.

-İnsanı yaşlı kılan, ümitsizlik ve inançsızlıktır. Ben inançlarımı ve ümitlerimi hiçbir zaman yitirmedim.

– Üstadım, uzun ve verimli yaşamak için bir de stratejik hareket
etmek, risklerden kaçmamak gerekiyor, diye düşünüyorum. Öykücükte
Japon’un yaptığı tam bir risk örneği.

– Ancak akıllı insanlar riski artı değere dönüştürebilir. Riski
kullanmada, yerindelik esastır. Riske yersiz girmek, ahmaklıktır.
Japon’un burada riske girmesinin nedeni, yanında aslanı meşgul edecek
birinin olduğunu bilmesidir. Biz buna riski yönetmek de diyebiliriz.
Doğru yönetilemeyen riskler, krize neden olur. Japon, geçici de olsa,
girdiği riskle bir rahatlama sağlamıştır, zaman kazanmıştır. Hayattaki
enstrümanları iyi kullanan, riskleri iyi yöneten, krizleri kazanca
dönüştüren, yaşatmak için yaşayan her bir kişi, bu niteliklerden yoksun
elli, yüz, bin, milyon kişiden daha büyüktür. Biri elliden büyük yapan,
içindeki manadır, taşıdığı keyfiyettir. Sen şimdi sembollere,
öykücükteki simgelere takılıp kalma. Soyut anlatımı somutlaştıran ya da
bizi amaca ulaştıran araçlara, ancak küçük beyinliler takılır.
Özellikle Doğu kültüründe fazlaca kullanılan semboller, manayı
anlamamızı kolaylaştırmak içindir.

– Üstadım, inanıyorum ki, ben de bir gün zahirde batını yani
görünende görünmeyeni göreceğim. O zaman siz bana Kertenkele
diyemeyeceksiniz.

-Tebrikler Kertenkele; bir kertenkele, elli kertenkeleden büyük olacak. Şimdi oldu.

Benzerlik

Ülkemizde acayiplikler devam ediyor. Bu yaşadıklarımız 1400 yıl
önceki Arabistan’ı hatırlatıyor. İşin garibi bunu yapanlar modernizmi
savunuyor, batılılaşmayı kendilerine mefkure edindiklerini söyleyenler.

İslamiyetin doğuşunun ilk yıllarında o günkü Müslümanların ne
eziyetler çektiğini biliyorsunuz. Onca zaman geçmesine rağmen günümüz
Türkiye’si ile 14 asır önceki Arabistan arasındaki benzerliklerin
varlığını üzülerek izliyoruz. Bunlardan biri o günkü inanmayanlar
ölülerini defnederken alkışlarla ve ıslıklara uğurlarmış, tıpkı bizdeki
bazı kesimlerini günümüzde yaptığı gibi…

Bu benzerlik o kadar önemli değil, herkes cenazesini istediği gibi
defnedebilir. Bizim asıl üzerinde durmak istediğimiz o günkü ilk
Müslümanlarla günümüzdeki bazı Müslüman grupların yaşadıkları
dramlardır.

O günlerde İslamiyeti arzuladıkları gibi yaşayamayanlar o denemin
Habeşistan hükümdarı Necaşi’nin kendisi Müslüman olmamasına rağmen
Müslümanlara din hürriyeti tanıması nedeniyle ülkelerini terk edip
Habeşistan’a göç etmeleri ile günümüzde ülkelerinde inandığını
yaşayamayan bazı önemli meslek sahipleri ile üniversite öğrenimi yapmak
isteyen başörtülü öğrencilerin Avrupa’ya veya bazı yabancı ülkelere
gitmek zorunda kalmaları ile arasında fark var mı dersiniz?

O zamanlarda da dinini yaşamak isteyenler ülke değiştirmek zorunda
kalmışlardı. Bu günde yukarıda ifade ettiğimiz gruplar yapmak
istedikleri faaliyetleri sürdürebilmek için başka ülkelere girmek
zorundadırlar. Üstelik o zaman orada Müslümanların sayısı yok denecek
kadar azdı. Bugün ise durum tam tersi, ayrıca o gün Arabistan da
mutlakiyete dayalı bir yönetim şekli, ülkemizdeki rejimin adı ise
demokrasi, o zaman orada çoğunluk azınlığa tahakküm ederken bu gün
burada azınlığın çoğunluğa tahakkümü var.

Yeni Anayasa tartışmaları başlarken, günümüzde dindarlığın tehlikeli
boyutlara ulaştığını söyleyenler ve bundan rahatsız olanlar gerçekten
buna inanıyorlar mı? Bunlar hakikaten samimiler ise ülkenin geleceği
adına endişe ediyorlarsa hep başörtülüleri sayacaklarına çıkıp bir
baksınlar, modernizmin getirdiği plajlara, gazinolara ve diğer çeşitli
eğlence mekanlarının sayısını on yıl öncekilerle mukayese etsinler. O
zaman görecekler ki böyle bir tehlike yok, rahat olsunlar.

Belediyeler hizmet yeri mi, yoksa zulmet yeri mi?

Rahmetli Özal döneminde başlayan, hizmeti yakından gerçekleştirmeyi
hedef alan ve nerede ise her mahalleye bir belediye kurulması
çalışmaları istenilen maksadı sağlamamıştır.

Beldesine hizmet için gelen Belediye Başkanlarının bazıları
kendilerine oy vermeyenleri hizmetlerden mahrum ederek intikam alma
yolunu seçmişlerdir. Beldelerde hala daha devam eden kamplaşmalara
sebep olmuşlardır. Bazıları ise hükümetin gücüne güvenerek ömür boyu
aynı makamda kalacağını sanarak basit olaylarda bile belde insanını
mağdur etmekte beis görmemiştir. Hemşeriler ve siyasi yandaşlar
kayırılmış, kendine yakın olmayanın işi bir başka haftaya kalarak
gerçekleşmeme sürecine sokulmuştur. Dayı ve diğer akrabalar yüzünden
insanlar ve hatta kurumların üzerine gidilmiştir. Dürüstlük yapma adına
en küçük eksiklikler abartılmış, pire deve yapılmıştır. Hırslarına
mağlup olan belediye başkanlarından biri amacına ulaşamayınca
kendisinden önce verilen ruhsatları karıştırıp, mantıksız mühür
tutanakları düzenleyerek intikam girişimlerinde bulunmakta beis
görmemiştir.

Bu tip mevsimlik başkanların şahsi egoları hükümetin gücüne
güvenilerek öyle boyutlara çıkmıştır ki, kendilerine oy veren insanlar
“keşke ellerim kırılsa idi de o gün oy kullanamasaydım” demeye
başlamıştır. Bunların yanı sıra adam gibi Belediye Başkanlığı yapan
vasıflı, yerinin önemini ve kutsiyetini bilen Belediye Başkanlarına da
haksızlık etmek istemiyorum. Hatta onları kutluyorum. Keşke bir kez
daha göreve gelseler.

İşte tam bu sırada Beldelerin birleştirilerek Belediyelerin
azaltılması gündeme geldi. Çok isabetli bir karar. Çöp toplama işini
bile Büyükşehir’e havale etmiş bazı belediye başkanları ne yapar diye
düşünmeye başlamıştım. Bu belediye başkanlarının bir kısmı boş kalınca
basında boy gösterme yarışına girdiler. Düğün, dernek, cenaze, doğum
günü, açılış gibi organizasyonları kaçırmamaya özen gösterdiler. Şimdi
ise koltuklarını kaybetmenin telaşındalar. Bazılarına gerçekten
haksızlık ediliyor. Onlar bu söylediğim tablonun dışındalar.
Beldelerine hizmet veriyorlar. Hem onlar merkezden uzaktalar. Gerçekten
boşluk dolduruyorlar.

Söyleyin Allah aşkına yaptığından emin olan alt belediye başkanı dev
panolarla kendi reklamını yapma telaşına düşer mi? Yapılan bir hizmet
varsa zaten pahalı broşürlerle bu hizmetlerin reklamı yeterince, hatta
abartılarak yapılmıyor mu?. Satılan bir hizmet mi var ki müşterisi
artsın diye geniş bir reklam kampanyasına ihtiyaç duyulsun? Mantık ve
insaf kuralları içinde bu milletin parasını çarçur etmeme anlayışı
içinde yapılan reklam harcamasına itiraz etmiyorum. Fakat şahsi reklamı
için millet kesesini kullanan anlayışı hiç doğru bulmuyorum. Bu kişiler
hak hukuk ta bilmiyorlar. Sözleri ile icraatları birbirini tutmuyor.

Belediyelere bütçeler şahsi reklam için ve bu maksatla bol kepçe
harcanmak için gönderilmiyor. Şayet bu kadar para gönderilmemiş olsaydı
nasıl çalışınca olacaktı? Kimi bulup parasız çalıştıracaktınız? Bu
kadar hizmeti kimden bedava alacaktınız?

Bu bakımdan bu tip tanıtımların tek elden olması yeterlidir. Bunu da
zaten Büyükşehir yapıyor. Misalleri çoğalttıkça bu sütunlar yetmez.

Bu nedenle Belediyelerin birleştirilmesini canı gönülden
onaylıyorum.. Hem lüzumsuz masraflar azalmış, hem de bazı mevkiini
hazmedememiş ve tesadüfen bu mevkilere gelmiş insanlardan kurtulmuş
oluruz.

Sorunların Çözüm Noktası; “Terk-i Diyar Etmek” mi?

Bu hafta Halkla İlişkiler Platformu Forum köşesinde geçen bir konuyu
sizlerle paylaşmak istedim. Sabah gazetesinin 30 Aralık 2007 sayısında
yer alan bir haber, forum köşesinde tartışma konusu oldu.  Tartışma söz
konusu olan haberin içeriği şöyleydi:

ABD’li ekonomi dergisi Forbes, 446 şirketin 100 bin çalışanı
arasında yaptığı araştırmaya göre, Google ABD’de çalışılabilecek en iyi
şirket seçildi. Bu seçimde, Google’ın çalışanlarına sunduğu imkan ve
hizmetler etkili oldu. Google’ın Kaliforniya’da bulunan
‘Googleplex’inde çalışanlar işyerlerine köpeklerini getirip,
ofislerinde köpekleriyle oynayabiliyorlar. Yalnız Google’ın buradaki
tek şartı köpeklerin ofislerde ‘ihtiyaçlarını’ gidermemesi. Dünya
çapında 10 bin kişiye istihdam sağlayan Google’ın ana merkezinde 11
adet kafeterya bulunuyor. Kafeteryalarda sunulan taze meyve suları,
çikolatalar, içeceklerin hepsi ücretsiz. Googleplex’in bünyesinde
voleybol sahasından masaj odalarına, dalga havuzlarından pinball
makinelerine kadar birçok zevke uygun hizmetler bulunuyor. Googler
(Google çalışanlarına verilen isim) çalışma saatleri içerisinde
istediği zamanda bu hizmetlerden yararlanabiliyor. Merkezde kimse takım
elbise ve kravat takmıyor. Hatta işe pijamayla gelenler bile var.
Google çalışanlarına bu merkezde ücretiz saç kesimi, kuru temizleme,
araba servisi de veriyor. Google, çalışanlarının sağlığını da
unutmamış. Gün içinde 5 doktor herhangi bir sağlık riskine karşı hazır
bekliyor. Google, çalışanlarına ücretsiz check-up servisi de veriyor.
Hamile çalışanlar arabalarını kapı girişine en yakın yere park ediyor.
Çocuğu olan çalışanlar için kreş imkanı sunuluyor. Ayrıca spor
yapmaktan hoşlanmayan çalışanlar için video salonları ve piyano çalma
olanağı sağlanıyor.

Forum da tartışmayı başlatan grup üyesi Sibel Hanım, bu haberi
okuyup Türkiye imkanları ile karşılaştırdığında oturup ağlamak
istediğini belirtiyor. Neden ağladığına gelince, Sibel Hanım şöyle
açıklıyor:    

Bizler iş görüşmelerine SSK yapar mı acaba ,yol ve yemek parasını
karşılar mı ki şirket diye düşünürken istediği zaman masaj salonundan
faydalanan dalga havuzuna giren google çalışanı arkadaşlar Türkiye’deki
bu koşulları nasıl karşılarlardı acaba… Köpeğini ofise getirme iznine
sahip olan bu çalışanlara ‘’evdeki çocuğunu kime bıraktığın beni
ilgilendirmez!’’ diyebilen patronlar uzaydan gelmiş gibi mi görünürdü.
Ev kirasının minimum 400-500 YTL olduğu bu ülkede 2 üniversite mezunu
insana 14 saat çalışma karşılığında 600 YTL maaş vereceğini söyleyen
patron tipi hangi ülkenin dramıdır ya da insana hakaret etmenin farklı
bir yöntemi midir acaba.. Halen bir çok şirketin ne bir kreşi, ne bir
servisi mevcutken çalışanların mutlu ve huzurlu olması nasıl
sağlanabilir ki.. Gerçek olan şu ki çalışanına değer veren şirketler
uzun vadede kazanıyorlar çünkü çalışan kendini değerli hissettiği
sürece işini sahipleniyor. Evdeki küçük çocuğuna bakım hizmeti
aldıramadığı için evde tek başına bırakan anne, maalesef işine
konsantre olamıyor ve iş motivasyonu düşüyor. Günde 14 saat çalışan bir
kişi, işi yalnızca yavaşlatıyor. 8 saatte yapacağı işi 14 saatte
yapıyor. Şirket enerjiden kaybediyor, sinerjiden kaybediyor.  Çünkü
insan makine değil bilgisayarınızı bile 14 saat çalıştıramıyorsunuz.
Belli bir süre sonra ısınıyor, ses çıkarıyor veya performansı düşüyor.
Masaj salonları, dalga havuzları, köpeğini işe getirme belki bu ülke
için biraz ütopik ancak yaşam düzeyinde para kazanmak, sosyal güvenceye
sahip olmak, çocuğunun güvenliğini sağlamak ve en önemlisi insan
olduğunu çalışana hatırlatmak sanırım çok fazla hatta insanüstü bir
beklenti değil bu ülkede…peki…  Bu koşulların oluşması için 40.000
fırın ekmek mi yemek gerekiyor, yoksa buralardan terk-i diyar etmek mi?

Sibel Hanım, son günlerde çok tartışılan bir konuyu tekrarlıyor ve
sorunlardan kaçış noktası olarak 40.000 fırın ekmek yemek ile terk-i
diyar seçenekleri arasında kalıyor. Peki ne yapılmalı? Daha fazla
seçeneğimiz yok mu?Her var olan sorun karşısında ülke mi terk
etmeliyiz. Yoksa soruna karşı alternatif çözümler mi üretmeliyiz? Haklı
olarak  google gibi imkanları olan bir yerde çalışmayı herkes ister.
Ama biz, ayağımızı yorganımıza göre uzatmalıyız. Şöyle ki, öncelikle
elimizdeki imkanları iyi değerlendirmeliyiz. İş yeri sahibi olarak
çalışanımızın , çalışan olarak işimizin kıymetini iyi bilmeliyiz.
Çalışan personelin işyeri yönetimince memnun edilmesine literatürde ‘’
İç Müşteri Memnuniyeti’’ denilmektedir. Çalışanların motivasyonunun
sağlanması sadece iyi bir ücretle olmamaktadır. Kimine göre kul hakkı,
kimine göre emeğin hakkı misali çalışanların hakları gözetilmelidir.
Bunun yanında günün büyük çoğunluğunu iş yerlerinde geçiren insanların
yaşamlarına keyif katabilmesi ve işlerini mutlu olarak yapabilmesi
adına mevcut ihtiyaçları ne yönde ise karşılanmalıdır. Ülkemizde
işyerlerinde çalışan memnuniyeti sağlayan yöneticilerimiz
bulunmaktadır. Yine Japon insanları misali işine sadakat gösteren
çalışanlarımızda mevcuttur. Google, çalışanlara sosyal imkan sunma
konusunda elbette iyi bir modeldir. Üzüntümüz, hak ettiği değeri
ülkemizde bulamayan ve daha iyi çalışma imkanları karşılığı yabancı
ülkelere gerçekleşen beyin göçümüzdür. Temennimiz odur ki, sorunlardan
kaçış noktası olarak terk-i diyar etmeyi görmemektir. Bizlerin
bulunduğumuz her ortamda ihtiyaçlara karşı proje üretebilen insanlar
olmamız gerekmektedir.

Bizler bahsedilen tüm bu sosyal imkanları hak edebilecek kadar
yüksek verimlilik arz etmeliyiz ki, karşılığını da isteyebilelim.

Kuantum’dan İnşallah’a

0

Daha önceki birçok yazımda, din ile bilim arasında İslam açısından
bakıldığında bir çatışma şöyle dursun bir uyum ve destek olduğunu
farklı örneklerle vurgulamıştım. Bu uyumun farkında olmanın ise, dini
bilgilerle bilimsel bilgilerin arasını açarak dünyaya bakmak yerine
ikisiyle beraber bütüncül bir yaklaşımla bakmayı bize sağlayacağını
belirtmiştim. Bugün yine aynı konuya, dünyaya bakış açımızı
ilgilendiren önemli bir örnek üzerinden temas etmek istiyorum.
Bahsedeceğim bu örnek, tarafımdan ele alınmış orijinal bir yaklaşımdır.

Dinimizde
önemli bir kavram daha doğrusu prensip vardır: İnşallah. Hatta kimi
zaman bazıları “işimiz inşallaha, maşallaha mı kaldı” diye bu
yaklaşımla dalga da geçerler. Zaman zaman dalga geçilen ve “akılcı
olmayan bir tutum” olarak nitelendirilen bu kavram, bugün bilimin
geldiği noktanın ifadesi açısından aslında dinimizde kilit kavram
konumundadır.

Nasıl mı?

Fizik
bilimiyle ilgili olanlar bilirler. Günümüz fizik yaklaşımı, Newtoncu
bir anlayıştan uzaklaşmaya, determinizmin en kuvvetli olduğu alanlardan
biri olan fizik alanında da yıkılmasının ardından Kuantum fiziğine
yaklaşmaya başlamıştır.

Fizik bilimi, diğer
bilimler gibi tarihi süreç içerisinde insanoğlunun dünyaya bakış
açısını da etkileyen bir bilimdir. Hatta kimi zaman bu bilimin
bulguları üzerinden sosyal olayları tahlil teorileri de geliştirilmiş,
sosyal hadiseler de bu bilimin teorileri model alınarak anlaşılmaya
çalışılmıştır. Newtoncu fizik anlayışının çift kutuplu, yani siyah
beyazcı bakış açısını doğurması, sosyal olayların bu bakış açısından
yorumlanmaya çalışılması bu güne kadar hakim olan yaklaşım olarak
konuya önemli bir örnektir.

Ne var ki Kuantum
fiziği ile birlikte, “kelebek etkisi” adı verilen en ufak ihtimallerin
dahi bir olayın seyrini değiştirebildiği, dolayısıyla determinizmin
katı bir şekilde geçerli olamayacağı tespiti ortaya çıkmıştır. Bu
durumda “grileri” de görmek zorunluluk haline gelmektedir.

İşte
tam da bu noktada “inşallah (Allah dilerse)” kavramının önemi ortaya
çıkmaktadır. Zira bu kavram bir yönüyle, beklenmeyen ihtimallerin
devreye girebilmesinin ve olayın seyrinin değişebilmesinin dinimizde
kısaca ifade edilmesidir (Kehf, 24).

Öyle ki,
“her şey bitti” denilen bir noktada, bir müslümanın azimle çalışmayı
bırakmaması gerektiğinin, tek kişinin bile bir sistemi, bir gidişatı
kökünden etkileyip değiştirebileceğinin (ki kuantum fiziğindeki
ondalıklarla ifade edilen ihtimaller gibi) ve bu sebeple inancımızı
yitirmeden gayret göstermenin, ümitsizliğe düşmemenin temel nedenini bu
kelime ifade eder.

Nitekim Çanakkale Zaferi’nde
Mehmet Çavuş’un “bitti” denilen bir anda İngiliz gemisini tek başına
koyduğu top mermisiyle batırması bu ifadenin gerçekleşmesi değil midir?

Dolayısıyla
inşallah kelimesi ve yaklaşımı ile bugün fizik ilminin geldiği ve
hayata bakış açımızı, olayları değerlendiriş tarzımızı önemli şekilde
değiştirecek Kuantum yaklaşımının paralelliği, din ile bilim arasında
bahsettiğimiz uyumun doğru anlaşılmasının bize sağlıklı bir bakış açısı
kazandıracağını görmenin önemine işaret eden örneklerden sadece bir
tanesidir.

Bu uyum ve destek nedeniyledir ki,
dini bilgi bilimsel bilgi ile daha derin anlaşılacağı gibi, bilimsel
bilgi de dini bilgi ile daha derin bir boyut kazanacak; insan hem iç
hem de dış dünyasıyla bir bölünmüşlüğü değil, bütünlüğü ve tutarlılığı
yaşama şansını yakalayacaktır. Yeter ki her iki alanda da doğru ve
sağlıklı bilgi edinilsin.

Son olarak eğitim
sürecindeki gençlerimize seslenmek istiyorum: Öğrendiğiniz her
bilginin, gördüğünüz her dersin sınav geçmekten ziyade bir anlamı
olduğunu, her alanın birbiriyle ilişkisi bulunduğunu ve bunları doğru
öğrenirseniz hayata doğru bakıp yönünüzü doğru tayin edeceğinizi
unutmayın. Hiçbirini küçümsemeyin ve kabiliyetiniz oranında hakkını
vermeye çalışın. Önünüze açılacak ufuklara siz bile inanamayacaksınız…

Liderler ve Takımları

“İsrail’de (Kudüs’te), 10 Ocak’ta ABD Başkanı George
W. Bush, İsrail hükümet yetkilileri ve muhalif vekillerin bulunduğu
akşam yemeğinde ilginç bir olay yaşandığı ortaya çıktı.”

Bush
yemekte, İsrail Başbakanı Ehud Olmert’i övmede ölçüyü kaçırdı. Son
dönemde hükümeti sallantıda olan Olmert’e arka çıkması, muhalifleri
rahatsız edince Bakan Rice tarafından uyarıldı. Bush, “İçişlerinize karışmak istemem. Ancak Olmert güçlü bir başbakan. Ona sahip çıkın”
dedi. Bu sözleri koalisyon ortağı lideri ile muhalefet partilerinin
liderlerini rahatsız etti. Bush’un konuşmayı sürdüreceğini gören Rice,
bir not yazıp Bush’a uzattı. Notu okuyan Bush, yemektekilere “Bana diyor ki artık konuşma, kapa çeneni!” deyiverdi. Durum salonda gülüşmelere yol açtı.”

Üst
kademelerde görevli kişilerin yardımcısı veya danışmanı durumunda
olanlar zaman zaman buna benzer müdahaleler yapar. Yani kurumun başında
olan “patron” veya “lider” bazen yanlış davranışlarda bulunabilir.
Devletin veya kurumun bu hatalardan zarar görmemesi için dışarıdan
hissedilmeyecek şekilde ikazda bulunurlar.

Bu haberde farklı olan liderin bu ikazı esprili bir şekilde açıklaması.

Bu haberi okuduktan sonra şu sorular aklıma takıldı:

Acaba
benzer bir müdahale Süleyman Demirel’e, Bülent Ecevit’e, Tansu
Çiller’e, Kenan Evren’e, Turgut Özal’a, Tayyip Erdoğan’a, Abdullah
Gül’e yapılsaydı (mutlaka çok sayıda uyarılar yapılmıştır) onlar böyle
bir açıklamayı benzer bir üslupla yapabilirler miydi?

Patrona “artık konuşma, kapa çeneni” diyen Bakan, yardımcı veya danışmanın bu ikazına büyük hoşgörü gösterilmesindeki sebep neydi?

Beni bu açıklamayı yapan Başkan’ın medeni cesareti, özgüveni ve Bakan’ının ihtisas alanına ve iyi niyetine (devleti adına doğru olanı yaptığına) olan güveni etkiledi.

Açıklama
tarzı Bush’un kendi hatasının farkına vardığını da göstermekte ve
muhataplarından diplomatça bir özür dilemeyi de içinde
bulundurmaktadır. Bush’u politikaları sebebiyle sevmem. Ancak bir lider
olarak bu açıklama tarzını beğendiğimi itiraf ediyorum.

Liderler yardımcılarını yüceltmekle kendilerini küçültmez, bilakis büyütürler.

Güven ve Yetki Devri:

Bir
devletin, bir siyasi hareketin, bir sivil toplum örgütünün, bir
şirketin, bir ailenin başında gördüğümüz seçilmiş veya atanmış kişiler
dışarıdan bakıldığında o kurumun “lideri” olarak algılanırlar. Ancak bu
kişilerin bir kısmı gerçekten lider özellikleri taşımasına rağmen,
bazıları klasik anlamıyla yöneticilik (idarecilik) yapmaktadır.

Para,
maliyetler, bilgi, zaman, araç-gereç, tesis ve fiziksel kaynaklar gibi
nesneler yönetilirler. Çünkü seçme gücü ve özgürlüğü bulunmayan
nesneleri iyi yönetir ve kontrol ederseniz, klasik anlamıyla iyi bir
yönetici olur ve istenen başarıyı sağlarsınız. Ancak “insanlar nesnelerden farklı olarak seçme gücü ve özgürlüğüne sahiptir.” Bu sebeple organizasyonlarda insan ilişkilerini yürüten her kademedeki yöneticinin liderlik etmesi gerekmektedir.

“Bütün
kurumlar, en iyileri bile, kesinlikle sorunlarla doludur.” Bu
sorunların çoğu (genellikle %80’ i) insan ilişkilerinden, daha küçük
bir kısmı (%20’ si ise) nesnelerin yönetiminden kaynaklanmaktadır.

Yöneticiler
insan yaratılışına dair yanlış değer sistemi içindelerse, insanların
gerçek potansiyellerini ortaya çıkaramayan sistemler uygulamaya başlar.
Havuç-sopa paradigması içerisinde, kontrol, kurallar, işten atma, ödül,
ceza, eğitim, performans değerlendirmesi gibi sistematik gözüken çözüm
yollarının da çare olmadığı görülür.

Bu paradigma (değerler dizisi) güvensizlik esasına dayanır, bu nedenle kontrolü elinde tutmaya çalışan ana-baba/patron/başkan/müdür/bakan bütün yetkileri eline alır. Patron rolünü üstlenen kişinin çıkış noktası aynıdır: “hepimiz
için en iyi ve en doğruyu ben düşünürüm. Siz sadece size söyleneni
yapın, koyduğum kurallara uyun, düşünmeyi bana bırakın.”

Böylece
aileden devlete kadar organizmalar, güvensizlik esası üzerine gelişen
böyle bir yapısal sorun içine düşmüşse, ailede iç çatışmalar;
şirketlerde piyasa başarısızlığı, zarar etmeler, personel çıkarmalar;
siyasi partilerde seçim başarısızlıkları; devletlerde ise kişisel
menfaatlerin toplum menfaatinin üzerine çıkması ve vaziyeti idare etme
anlayışı gibi çürümeler başlar.

Bu olumsuz duruma düşmemenin veya düşülmüşse kurtulmanın yolu, var olan bu zihniyeti değiştirmekle başlar. İnsanın kendisine güven duyulması ve değer verilmesi
ile içinde bulunduğu kuruma mensubiyet duygusunun, özgüveninin,
mutluluğunun ve verimliliğinin arttığı görülmektedir. Aile içi mutluluk
ve saadetin de, kurumsal bağlılığın da ilk adımları böylece
atılabilmektedir.

Ancak bu liderlik
görevi sadece kurumun başında resmen var olan “patron”a ait bir
sorumluluk değildir. Kurum içinde yer alan bireylerin de sorumluluğu
vardır ve bu, patronu eleştirmek değil onu tamamlamaktır.

Türk ailesinde genel olarak, kanunlardan kalksa bile,
erkeğin ailenin reisi olduğu kabul edilmekle beraber, kadınların
ailenin yönetimindeki etkin tamamlayıcı rolü ve üslubu (ve hatta dışa
vurulmayan liderliği) dikkat çekicidir. Ancak, yine genel olarak ifade
edelim ki, çocuklarımıza ve gençlerimize yeterince güvendiğimiz ve onları yetkilendirdiğimiz söylenemez.

Kurumlarımızda da resmi liderler, mensuplarına karşı, çocuklarımıza davrandığımız gibi davranmakta, yeterince güven duymamakta ve yetki devrinde son derece cimri bir tutum sergilemektedir.

Ekonomide Yol Ayırımı

Devletin borçlandırılarak tavizler koparılmaya çalışıldığı, dış
politikada ve iktisadi hayatta çeşitli kamu kuruluşlarına özelleştirme
adı altında el konulduğu bir dönemden geçmekteyiz.

Bununla da yetinilmemekte; halk borçlandırılarak sırf borcunu
ödemeyi düşünen, kendi dışındaki sorunlarla ilgisiz fertler yaratılmaya
çalışılmaktadır. Henüz yeterli alt yapının tamamlanmadığı bir ortamda,
devletin sosyal yükümlülükleri dışlanmaktadır. Dış ve iç borç son beş
senede %100’e yakın bir artış göstermiştir. Cari açık (döviz gelir ve
gider farkı) ve sıcak para girişi ekonomi üzerinde her an krize sebep
olabilecek durumdadır. İhracatın 106 milyar dolara yükseldiği ilân
edilmekte, ama nedense ithalatın 160 milyar dolara yaklaştığı gözlerden
kaçırılmaktadır.

İktidar, yeterli üretemeyen, bilhassa ara malı ithalatına dayalı
ihracat ile övünmektedir. Kamu kaynakları bir takım menfaat gruplarına
ve bunların insafına ihale edilmekte; kamu görevlileri ve memurlar ile
alay eder gibi ücret artışları yapılarak kamuda verimsizlik
arttırılmaktadır. Bu yol, kamudan kaçışı hızlandırmaktadır. Belki de
amaç; devlet üniversiteleri dahil kamu sektörünün içinin
boşaltılmasıdır.

Bu görüşlerimiz özel sektör karşıtlığı değildir. Tam tersine
amacımız, özel sektörü yıpratacak, onu kamu yararı aleyhine yanlışlara
sürükleyecek, yozlaştırıcı bir anlayışın çelişkilerini ortaya
koymaktır. Türkiye’de dün de bugün de özel sektörsüz bir iktisadi hayat
düşünülemez. Üretimin dışlandığı, ithalatın prim kazandığı bugünkü zor
şartlar altında istihdam yaratan herkese saygı duyulur.

1980 öncesi ülkemiz dövize muhtaç bir görünümdeydi. Bugün ise;
Türkiye’de döviz bolluğu var. Yüksek faiz ve düşük kurda ısrar, Türk
lirasının değerini aşırı kıymetlendiriyor. Tabii ki ihracatı da
baltalıyor ve ucuz ithalatı teşvik ediyor. 1980 öncesi ve 1980’lerde
enflasyonun altında seyreden faizler bugün oldukça tartışmalı olan
enflasyon oranının üstündedir. Türkiye’de enflasyonun %8’ler dolayında
olmadığını ülkeyi yönetenler de biliyor.

Bir dönem sanayileşmeye ve istihdama dayalı nispeten yüksek
enflasyonlu büyüme yaşadık. Bugün ise; yüksek faiz-düşük kur, cari açık
ve sıcak para ekseninde ithalata dayalı bir büyüme ve ihracat
içindeyiz. Sanayileşmeyi ve istihdamı unuttuk.

Bu çelişkinin sebebi, günü kurtarma şeklindeki kısır politikalardır.
Türkiye, her alanda yol ayırımındaki bir ülke görünümüne sokulmuştur.
Ekonominin dış mihraklarca kıskaca alınması, dış politikada hareket
imkânını sınırlamaktadır. İthal bakan Kemal Derviş’in yönlendirdiği
2001 yılı ekonomik krizi ve enflasyonu önleme politikası, enflasyon
düşürülmesine rağmen sürdürüldü. Bu zahmetsiz bir yoldu. Ülke aleyhine
kısır bir döngü yürütüldü.

Nereden bakarsak bakalım; 2008 yılı ekonomik bakımdan krize gebedir
ve kolay geçeceği zannedilmemelidir. 2001 yılında alınan ve olumlu
sayılabilecek tedbirler, IMF ile olan ilişkiler 2004 yılında önemli
değişikliklere uğramalı ve IMF ile nikâhı sonlandırmalıydık.

Sayın Başbakan’ın “Bizden önceki iktidarlar da IMF’siz olamadı”
şeklindeki beyanları haklı sayılamaz. Halkımız iktidarlara şartları
düzeltsinler diye rey vermektedir. Yanlışlarda ısrarın ne anlamı var?
İktidar ve iktidara talip olmanın gerekçesi nedir? Bütün yanlışlar geçmişte yapıldı; ne yapalım, biz de devam ettiriyoruz demek siyasi bir çözüm müdür?

2004 yılından itibaren yatırımı teşvik eden, iç üretime dayalı, reel
dengeleri göz önüne alan, rekabet gücümüzü arttıracak, işsizliği
azaltacak bir yapı değişikliği yapılamamıştır. Yanlış ve çelişki buradadır.

İktidar sıcak paranın ve borçlanmanın yanından uzaklaşamamıştır.
Oysa, döviz kurlarının gerçekçi bir seviyeye çekilmesi sağlanmadan
ekonomi canlanamaz. Ancak, iktidar sıcak paranın yurt dışına çıkmasına
ve özel sektörün sürekli artan dış borçlarından dolayı zor duruma
düşmesine katlanamamakta ve her geçen gün ülke bundan kaybetmektedir.

Türkiye’de iktidardan ayrılanlar hep aklandığı ve sorumluluktan
kurtulduğu için günlük politikalar geçerli olmaktadır. Dış çıkarlara
hizmet ederek dış destek sağladığınız takdirde, ülkeyi yangın yerine
çevirebilirsiniz.

Ne İçin Okumak?

Günümüz yazarlarından Murathan Mungan “Tek İşim Kitap Okumak
Olsaydı” başlıklı yazısında şunları söylüyor: “Tek işim kitap okumak
olsaydı, hayatımı kitap okuyarak kazansaydım. … beni her yıl düzenlenen
dünyanın belli başlı bütün kitap fuarlarına götürseler, böylelikle her
çıkan yeni kitabı görsem, … Kitapların birçoğunu kendi yazıldıkları
dilde okuyacak kadar dil bilsem, fena mı olur? … Sofokles, İbsen,
Horatius, Hayyam, Farabi, Shakespeare, Tagore, Mahabarata, Nietzsche,
İbni Haldun, Moliere, Konfüçyüs, Çiçero, Tolstoy… bütün bunları kendi
dillerinde, dönemlerinin dillerinde okayabilsem. … Bin Bir Gece
Masalları’nın Arapçası, İncilin Aramicesi, ipek kâğıtlara yazılan on
birinci yüzyıl harikaları, Süryanice dualar, Sümer yazıtları, çivi
yazısı, mühürlerde ve paralarda gömülü bütün sözcükler, lahitlerde
saklı sözler, Afrika maskelerinin gizli ve kutsal işaretleri, ceylan
derisine yazılmış kitaplar, Pehlevice masallar, Mayaların gün
işaretleri, Azteklerin simgeleri, hepsi, hepsi gözlerimin önünde
sırlarını bir bir açsalar, Hitit kraliçesi Puduhepa’nın rüyalarını
yazdırdığı kil tabletleri okuyabilsem. Medce türkü söyleyebilsem, Kalt
dilinde şiirler, aşk ve rüzgar sözcükleri bilsem, Uygurca rüya görsem,
Latince ilahiler okusam, Platon’un mağarasında gölgelere karışsam,
Arjantin tangolarının argosunu bilsem, Çingenelerin, yüzyılların
yollarına bıraktıkları sözcükleri derlesem. Aristo’nun komedyasını
bulsam, … Biriktirdiğim bütün el yazmalarından, en yeni kalın ciltli
güzel kitaplara varana dek hepsini raflarına dizdiğim bir ilkçağ
tapınağına benzeyen kitaplığımın serin, küçük, yeşil avlusunda sonsuz
uykuma yatsam, ardımdan insanlar, ne güzel mesleği vardı deseler,
yazık, okuyacak ne çok kitabı kaldı geride.”

Murathan Mungan’dan yaptığım bu uzun alıntıya bir de öğrencisi
olduğum hocamız Prof. Mehmet Kaplan’dan kısa bir alıntı yapmak
istiyorum: “Kitap okumayanlar, belli bir noktada durmuş saate
benzerler. Zaman ilerledikçe onlar geriler. Kitapların dünyası, beni
boğan ve ezen dar ve kapalı çevreden çok geniş ve derindi… Dünyada bana
varlığın sırlarını açacak bir kitap vardı. Yıllarca onu aradım ve
maalesef bulamadım.” Keşke, M. Kaplan Hoca, bu itirafı yapmak durumda
kalmasaydı!

Bir düşünüre göre de okumak, en faydalı, hoş bir eğlencedir. Kitap,
zararsız dosttur, diyenler de var. Bir başkası: “Tanrım! Senden çiçek
dolu bir bahçe ile kitap dolu bir kütüphane isterim.” diyor.

Kuran’daki ilk ayetin “Oku” diye başladığını hepimiz biliyoruz.
Okumanın yararlı bir eylem olduğuna hatta farz olduğuna kimsenin
itirazı yok. Peki ne okumalıyız? Okumak üzerine düşünenler, yazanlar
farklı şeyler söylemişler. Kimisi duyduğu hazzı tatmin etmek için,
kimisi varlığın sırlarını bulmak için, kimisi zamanı hoş geçirmek için
önermiş okumayı. Murathan Mungan ve diğerlerinin okumaları dar bölge
müsabakalarına benziyor. Yalnız kendileri için okuyorlar. Mehmet
Kaplan’ın okuması varlığın sırrını anlamaya yönelik yani daha
derinlikli bir okuma. Ancak, okudukları, maalesef onu bu dünyadayken o
sırra ulaştıramıyor. Akıntıya gitmiş emek ve heba edilmiş bir ömür.
Yunus Emre, okumanın amacını yedi yüzyıldır haykırıyor: “Okumaktan mana
ne / Kişi Hakk’ı bilmektir / Çün okudun bilmezsin / Ha bir kuru emektir”

Bir tarihte “Bütün kitaplar, tek bir kitabı anlamak için okunur.”
cümlesini okumuştum. Beni etkileyen bu cümle hafızamda tazeliğini
koruyor. Amaç, o kitabı anlamaksa, okumak, kutlu bir uğraş. Mehmet
Kaplan’ın ömrü buna yetmemiş, Murathan Mungan’ın böyle bir amacı yok.
Ben bu yaşımda bir şey anladım: Okumaya o Kitap’tan başlamak, okuyarak
o Kitap’a varmaktan daha doğru.

Ekonomideki Son Gelişmeler

Küreselleşmenin Etkisiyle Türkiye’de Devletin Ekonomideki Değişen Rolü ve Ekonomideki Son Gelişmelerin Verisel Analizi

1980’ li yılların başlarında dünyada yaşanan en temel olgu olan
küreselleşme; ABD, Japonya ve diğer gelişmiş ülkeler tarafından
başlatılan, dünyanın tek bir coğrafi mekân olarak algılanabilecek
ölçüde küçüldüğü, içinde sosyal, siyasal, çevresel, teknolojik,
güvenliksel, ekonomik ve kültürel değerlere, düşüncelere ve bilgilere
uluslararası bir boyut kazandırdığı oldukça geniş ve tartışmalı bir
kavramdır. Bu süreç sonucunda malların ve sermayenin dünya ekonomisinde
serbest dolaşımı başlamış ve tüm piyasalar uluslararası sermayeye
açılmıştır.

1980 yıllarının başında piyasa ekonomisine geçen Türkiye, fiyatların
ve faiz oranlarının serbestçe belirlenmesini, ithalatın serbest
bırakılmasını ve KİT’lerin özelleştirilmesini gerçekleştirmiş ancak
kamu kesiminin sağlıklı bir dengeye kavuşturulması için öncelikli
olarak vergi gelirlerinin arttırılmasını ve faiz ödemelerinin bütçe
harcamaları içindeki payının aşağıya çekilmesini yapamayarak piyasaya
işlerlik kazandıracak kurumsal düzenlemeler gerçekleştirememiştir.

Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’ nın verilerine göre 1984 yılından
sonra yapılan yasal düzenlemeler ile birlikte toplam özelleştirme
gelirleri Tüpraş, İgsaş, Petrol Ofisi ve benzeri karlı kamu
kuruluşlarının da içinde bulunduğu 193 kuruluşta hisse senedi veya
varlık satış/devir işlemi yapılmış ve bu kuruluşlardan 184’ünde hiç
kamu payı kalmamış ve toplam gelir ise 25 milyar dolar düzeyinde
gerçekleşmiştir. Özelleştirmeden elde edilen bu kazancın 15,5 milyar
dolarlık büyük bir kısmı ise 2005 ve 2006 yıllarında elde edilmiştir.

Küreselleşme sürecinde, Türkiye ekonomisi de diğer gelişmekte olan
ülke ekonomileriyle paralel olarak Avrupa Birliği’ nin de etkisiyle
finansal serbestleşme yolunda önemli adımlar atmıştır. Yatırımları
arttırıp uzun dönemde sürdürülebilir bir büyüme sağlayacağı öngörülen
bu serbestleşme süreci, giderek yoğunlaşan kısa dönemli sermaye
hareketlerinin spekülatif atakları sonucunda istikrarsız bir finansal
yapıya neden olmuş ve finansal piyasalardaki bu gelişmeler ekonominin
temel dinamiklerini oluşturan ürün ve işgücü piyasalarını olumsuz
etkilemiştir. Türkiye ekonomisi bu sürecin sonunda aşırı borçlu, büyüme
hızı, verimliliği ve üretkenliği düşük kırılgan bir ekonomi durumuna
düşmüş, dış borçlar önemli ölçüde artmış, kamu finansman açıkları
büyümüştür. Temel işlevi, topladığı tasarrufları özel sektöre kredi
açarak yatırımları desteklemek olan bankacılık sektörü, bu işlevini
bırakıp kamu kesimine yüksek faizle borç veren konumuna yerleşmiştir.
Kamu harcamaları, kamu gelirlerinden daha hızlı arttığından, kamu
harcamalarıyla kamu gelirleri arasındaki dengesizlik 1990 yıllarında
çökmüş ve giderek büyümüştür. Kamu harcamalarının son yıllardaki
gelişimi, devlet bütçesinin yatırımlara, üretime ve temel kamu
hizmetlerinin yürütülmesine ilişkin işlevlerini yitirdiğini
göstermektedir. Kamu harcamalarının olağanüstü artışına karşılık kamu
gelirlerindeki düşüş, özelleştirmenin yolunu açmış ve vergi toplamak
yerine özelleştirmelerle kamu harcamaları finanse edilmeye çalışılmış
ve piyasadaki tekelci yapı güçlenmiştir.

Türkiye tüm bu olumsuzlukları gidermek amacıyla 1990 yılı
başlarından itibaren uyguladığı istikrar programları kapsamında
izlediği düşük kur politikasıyla girdi fiyatlarını denetleyerek
enflasyonun yavaşlatılması hedeflenmiş fakat 1994 yılında finansal kriz
gerçekleşmiştir. Daha sonra 2000 yılında oluşturulan enflasyonu düşürme
hedefi çerçevesinde aynı istikrar programı benimsenmiş, ayrıca maliye
politikaları ve sosyal güvenlik sisteminde yapısal dönüşümler
hedeflenmiştir. Fakat bu istikrar programı da, bilindiği gibi ilk
olarak Kasım 2000’de bir ekonomik krizi beraberinde getirmiş, sonra da
Şubat 2001’de cumhuriyet tarihinin en büyük ekonomik krizine yol
açmıştır. Yine bu süreçte, programdaki enflasyon hedefine göre
ayarlanan ücret artışları, programın hedeflerinden sapmasıyla reel
ücretlerde yeni bir düşmeye neden olmuştur, büyüme hızı önceki
dönemlerin ortalamasının altına düşmüş, gelir dağılımı daha da
bozulmuş, işsizlik artmış, çarpık kentleşme hızlanmış ve yolsuzluklar
artmıştır.

Kazgan’ a göre (Yeni Ekonomik Düzende Türkiye’nin Yeri, 1995) bunun
sebepleri; finansal serbestleşme enstrümanlarının çoğunluğunun kamu
kesiminin açıklarını karşılamak için kullanılması, yabancı paranın Türk
Lirası ile ikame edilmesi, spekülatif sermaye hareketlerinin yarattığı
finansal ve reel istikrarsızlıktır. Ayrıca ekonominin serbestleşmesiyle
büyüyen dış açıkların 1990’lı yıllardan itibaren gittikçe artan dış
borçlarla ve kısa vadeli sermaye hareketleriyle finanse edilmesiyle
oluşan dış borç yükü dış ödemeler dengesi sorununu ağırlaştırmıştır.
Şubat 2001 krizinden sonra ortaya çıkan tabloda en önemli problemler
kamu borç stoku ve bu borç stokunun döndürülmesi için en aza indirilen
devlet harcamalarının yarattığı sosyal dengesizlik olarak göze
çarpmaktadır.

Türkiye’ nin küreselleşmeye ayak uydurması ve tüm bu olumsuzlukları
kendi lehine çevirmesi için öncelikle, milli bir strateji izleyerek
Orta Asya’ daki Türk Cumhuriyetleriyle olan ticari ilişkilerini
geliştirmeli, devletin ekonomideki rolünü yeniden ve doğru tanımlamalı,
kendine öz politikalar, kanunlar ve yönetmelikler oluşturmalı,
ekonominin kaynakları yatırımlar ile üretime yönlendirmeli, istihdamı
arttırmalı ve kültürel yozlaşmaya izin vermemelidir.

Türkiye’ nin ekonomik analizini yaparsak eğer; faizlerin yüzde 4
binlere kadar çıktığı, büyümenin 2001 yılında yüzde 9,5 küçüldüğü,
Türkiye’ nin GSMH’ si 200 milyar dolardan 150 milyar dolara gerilediği,
kişi başına düşen gelirin 3 bin dolardan 2 bin 200 dolara düştüğü, yıl
sonu enflasyon oranının TEFE’de yüzde 88,6, TÜFE’de yüzde 68,5 gibi
yüksek oranlara çıktığı, kamu kesimi toplam borç yükü yüzde 53’ten
yüzde 98’e yükseldiği dönemler düşünüldüğünde son yıllarda izlenen
ekonomik politikalar uzun dönemli siyasi istikrarında etkisiyle 2001
finansal krizinin ekonomide açtığı yaraları büyük ölçüde gidermiştir.

Büyüme oranı 2003 yılında yüzde 5,9, 2004 yılında yüzde 9,9, 2005
yılında yüzde 7,6 olarak gerçekleşmiştir. Ekonomideki büyüme 2006’ nın
son çeyreğinde yüzde 5,2 yılın tamamında ise yüzde 6,1 olarak
gerçekleşerek sürdürülebilir bir ekonomik büyüme yakalanmaya
başlanmıştır. 2007 yılının ilk çeyreğinde büyüme hızı yüzde 6,7 olarak
açıklanırken, son verilerde yüzde 6,8 olarak revize edilmiştir. 2006’
da yıllık enflasyon TEFE’ de yüzde 11,58, TÜFE’ de ise yüzde 9,65’ dir.
Genel seçimlerin olması ve Cumhurbaşkanlığı seçiminde yaşanılan sürecin
ekonomiyi olumsuz etkilemesine rağmen 2007 yılı eylül ayı itibariyle
yıllık TEFE oranı yüzde 4,41, TÜFE ise 7,70 olarak gerçekleşmiştir.
Özel Tüketim Vergisi oranında ki artış ve konut fiyatlarında ki
yükseliş nedeniyle kasım ayı enflasyonu ise beklentilerin üzerinde
çıkmıştır. TEFE aylık yüzde 0,89 yıllık 5,65, TÜFE ise aylık yüzde 1,95
yıllık yüzde 8,4 olarak gerçekleşmiştir. Aralık ayında ise TEFE aylık
yüzde 0,15 yıllık 5,94, TÜFE ise aylık yüzde 0,22 artarak yıllık yüzde
8,39 olarak gerçekleşmiş ve yıllık bazda enflasyon oranları geçen yıla
oranla bir düşüş seyri sergilemiştir.

Şekilden Öze: Değerlerimiz

0

Pek çok aileden duyduğum bir değerlendirme var: “Böyle bir dünyada çocuk yetiştirmek çok zor!”

Söz konusu değerlendirme sebebiyle yine pek çok aile çocuk sahibi olmaktan korkar hale geldi.

Tamamen haksız görmediğim bu değerlendirmeden yola çıkarak bir hal
analizi yapmak istediğimizde durum hakikaten vahim görünmektedir.

Türkiye’de gündemi meşgul eden (veya ettirilen) konulara
bakıldığında, pek çok ciddi meselenin genellikle yüzeysel biçimde ele
alındığı, özden ziyade şekille uğraşıldığı dikkati çekmektedir.

Özellikle din gibi hayatımızı derinden etkileyen bir saha ile ilgili
tartışmaların içeriği çoğu zaman bahsettiğimiz yüzeyselliği içermekten
öteye geçememektedir. Ve genellikle şekil tartışılmaktadır.

İslam dini şekle de muhtevaya da yani içeriğe de önem veren bir
dindir. Ancak şekil muhtevanın önüne hiçbir zaman geçmemelidir. Yani
muhtevasız şeklin çok fazla önemi yoktur.

Söz konusu noktadan hareketle bugün Türkiye’de şekle muhtevadan daha
fazla önem verilmesinin neticelerinden biri olarak ahlak açısından
insanımızın ciddi bir çöküntüye doğru sürüklendiğini üzülerek
görüyoruz.

Öyle ki, çoğunluğunun Müslüman olduğunu ifade ettiğimiz ve doğal
olarak İslam ahlakının yaygın biçimde yaşandığını düşüneceğimiz
ülkemizde, bu ahlaka uygun davranış ve tutumları bulmak gittikçe
güçleşmeye başladı.

Üstelik bahsettiğimiz durum ibadetleri uygulamaya dikkat eden pek çok insan için de geçerli olmaya başlamıştır.

İbadetleri vurgulamamın sebebi, İslam açısından bakıldığında
ibadetlerin sadece şeklen yerine getirilmesinin değil, bu ibadetlerin
insana kazandırması beklenen ahlaki davranışların da ortaya
konulmasının gereğidir.

Bu noktadan hareketle bugün Türkiye’de yaşanan ahlaki sıkıntı genel
manada dini hayatın doğru anlaşılıp yaşanamadığını göstermektedir ki
adam öldürmenin adeta günlük hadise haline gelmesi, haksız kazanç elde
etmenin neredeyse kar sayılması, başkasının hakkını gasp etmekten
korkanların gittikçe azalması, temel sorunlarımıza hassasiyetin erimeye
başlaması maksadımızı açıklayan vakalardan sadece bir kaçıdır.

Aslında sadece ülkemizde değil dünyada da genel manada aynı
sıkıntıların yaşandığını göz önüne alırsak, sahip olduğumuz değerlere
sahip çıkmanın önemi daha da açık biçimde ortaya çıkacaktır. Zira bu
değerler bugün insanlığın içinde bulunduğu bizim de nasibimizi
aldığımız ahlaki sıkıntının ortadan kaldırılmasında etkili olacaklardır.

Öyle ki, kul hakkı gibi temel bir değeri anlayan ve yaşayan bir insanın yukarıda bahsettiğimiz yanlışları yapması mümkün mü?

Peki, bugün tartıştığımız dini meseleler içinde bu ve benzeri temel değerleri görebiliyor muyuz?

Dolayısıyla artık şekilden ziyade özü tartışmanın ve bu özün
anlaşılıp yaşanılır hale gelmesine vesile olmanın gereği daha da açık
biçimde ortaya çıkmaktadır. Ancak bu yolla şekil ve öz birbirini
tamamlayarak işlevlerini doğru biçimde yerine getirebileceklerdir.

Sahip olduğumuz ancak neredeyse unuttuğumuz değerlerimizi
hatırlamanın ve hatırlatmanın vaktidir. Çok geç olmadan kendimize
gelmek dileğiyle…