19.4 C
Kocaeli
Pazartesi, Haziran 30, 2025
Ana Sayfa Blog

Konferansa Davet

Kocaeli Aydınlar Ocağı tarafından, 25 Mayıs 2024 Cumartesi günü saat 14:00’de Belsa Plaza’daki Leyla Atakan Kütüphanesi Konferans Salonu’nda, Kocaeli Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölüm Başkanı Doç.Dr. Esma Torun Çelik’in konuşmacı olarak katılacağı, “Atatürk, Cumhuriyet ve Türk Tarih Tezi” konulu bir konferans düzenlenecektir.

Konferansa tüm halkımız davetlidir.

Kalemin Mürekkebi

Hüzündür kalemin mürekkebi

Yolu hüzünden geçmeyene sözcükler ifşa olur mu?

Evveliyatı dilsiz olan kamış

Sonra yedi yerden delinir ney’e dönüşür

İçi oyuldukça olgunlaşır sese dönüşür

Neyzenin nefesinde dile gelir

Can alıcı nağmelere dönüşür

İsyandır kalemin mürekkebi

Yolu isyandan geçmeyene sözcükler ifşa olur mu?

Mazlumun ahıyla sarsılan nizam terazisine bir şikâyetin

En azından koyacak bir virgülün olmalı

Sessiz çığlıklara sağır olamıyorsa gönül

Kelimelerle gürültü olmalı

Güneşin aydınlatmadığı köşeler de var

Kayan yıldızları, yitik düşleri de görmelisin

Tam da dolduğu yerden anlatmalısın o kimsesiz boşluğu

Yalnızlıktır kalemin mürekkebi

Yolu yalnızlıktan geçmeyene sözcükler ifşa olur mu?

Gurbete düşmelisin

Aynı toprak parçasında fikren yalnız kalarak mülteci olmalısın

Gözlerin tıklım tıklım doluyken gönlün ıssız kalmalı

Konuşmanın artık acziyet verdiği noktada yazmak özgürlük olmalı

Uzaklığın ılık samimiyetinde durmalısın

Azın çokluğunda sarhoş olarak bir kelebek ömrüne vurulmalısın

Köre göz, sağıra söz nafile

Mutlaka birileriyle dertleşmek istiyorsa gönül

Kendinle, kâğıtla, mürekkeple konuşmalısın

Olmadı mı?

İşte bak her yerde derdin sahibi var

Gerisini derdi veren düşünsün.

Yeni Anayasa

Hükümet, ekonomide, adalet ve hukukta, dış politikada ne zaman sıkışsa gündem değiştirmek için Türk kamuoyunda bir tartışmayı gündeme getirir.

                Enflasyonun ayyuka çıktığı, emeklinin, dar gelirlinin alım gücünün oldukça düştüğü, okulların açılışının çocuk sahibi ailelere artı bir yük getirdiği günümüzde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın imdadına bu defa 12 Eylül Darbesinin 43. Yıldönümü yetişti.

                Erdoğan 12 Eylül darbesinin yıldönümünde Ulucanlar Cezaevinde düzenlenen sempozyumda yaptığı konuşmada: “12 Eylül yönetiminin ülkemizin kalbine sapladığı en büyük hançer, üzerinde hala konuştuğumuz, tartıştığımız 1982 darbe anayasasıdır. Her ne kadar 1987’den itibaren 23 kez değiştirilmiş, hatta 2017’de tarihi bir yönetim sistemi değişikliğine gidilmiş olsa da elimizdeki metin halâ bir darbe anayasasıdır” dedi.

                Erdoğan’ın darbe Anayasası dediği 1982 Anayasasının etinden kemiğinden en fazla faydalanan yine Erdoğan ve partisidir. 2017 referandumunda mühürsüz oylar geçersiz sayılmış, “atı alan Üsküdar’ı geçti” denilerek anayasal suç işlenmiştir.

                Erdoğan’ın işlediği anayasal suçlar, sadece bir defa değil, birçok kez yinelenmiştir. 2016 yılında bir konuşmasında: “Ben bu anayasa mahkemesinin kararına uymuyorum, saygı da duymuyorum.” Diyerek anayasaya karşı kural tanımazlığını her fırsatta göstermiştir. Cumhurbaşkanının bu sözlerinden cesaret alan bürokrat ve bakanlar da aynı yolu izlemişlerdir. Bu ve buna benzer anayasa ihlâllerinin neticesinde 2016 yılında Devlet Bahçeli’nin: “Erdoğan anayasaya uymuyorsa, anayasayı Erdoğan’a uyduralım.” Sözü halâ kulaklarda yankılanmaktadır.

                Cumhurbaşkanı Erdoğan, Ulucanlar Cezaevinde yaptığı konuşmada: “milletin çeşitliliğini ve zenginliğini kapsayacak bir anayasa hedefliyoruz” sözleriyle neyi hedeflediği apaçık ortada. Daha önceki yıllar da Türk Milletinin 37 etnik unsurdan meydana geldiği sözleri hatıralardayken buna ilaveten birde sayıları 17 milyonu bulan Suriyeli, Afganistanlı, Afrikalı sığınmacıları sayarsak “çeşitlilik ve zenginlik” ten ne kastettiği apaçık ortaya çıkıyor.

                1982 anayasası bu kadar değişikliğe uğramasına rağmen neden halâ yeni anayasa hedeflediklerini anlamak için seçimlerde işbirliği yaptığı ittifak ortaklarına, etraflarındaki 2. Cumhuriyetçi ve kripto FETÖ’cülerin fiil ve söylemlerine dikkat etmek gerekiyor.

                Türk kelimesinden, Türk Milletinden, bu devletin kurucusu Atatürk’ten ve Türk Bayrağından rahatsızlık duyanlar, şimdi ittifakla seçim kazandırdıkları AKP den bunun diyetini istiyorlar.

Her Şeye Rağmen Yeni Bir Anayasa Yapılabilir mi?

                Ana yasa değiştirmekle, anayasa yapmak ayrı şeylerdir. Yeni bir anayasa yapmak için “Kurucu Meclis” gereklidir. Anayasalar, “Toplum Sözleşmeleridir” Bugünkü mecliste olduğu gibi, değil millet çoğunluğunun %52 si, muhalefetin aldığı %48’in desteği bile olsa o anayasa bütün bir milletin kapsayıcısı olamaz. Dünyaca ünlü anayasa hukukçularının görüşleri bu yönde.

                Özellikle bugünkü meclis oluşumuyla Türk Milletine bir anayasa dayatmak, şanlı Türk Tarihine ve Türkiye Cumhuriyetini kuranlara en büyük hakareti yapmaktır. 2. Cumhuriyetçi, Hizbullahçı, PKK’lı, Kripto FETÖ’cülerin bulunduğu bir meclisten çıkacak anayasayı bu millete dayatamazsınız.

                O halde şu anda Türk Milleti’nin yeni anayasaya değil, anayasaya uyan, sadece yandaşlarını değil millet çoğunluğunu düşünen bir iktidara ihtiyacı var.

                Sağlıklı kalın.

Keşke Bu Ülkeyi Recep Tayyip Erdoğan Yönetseydi

Uzun bir tatil dönüşünden sonra gönül isterdi ki, siz değerli okurlarıma tatil dönüşü hatıralarımı, gezip gördüğüm yerlerde edindiğim izlenimlerimi anlatayım.

                Ancak memleketimizin can yakıcı meseleleri gün geçtikçe o kadar çekilmez bir hal alıyor ki, yazmak ama ne yazmak konusunda kafanızda oluşan düşünceler, sizi ister istemez kendi mecrasındaki problemlerin yoğunluğuna odaklandırıyor.

                Geçtiğimiz 14 Mayıs ve 28 Mayısta yapılan Milletvekili ve Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanan Cumhur İttifakına karşılık, büyük hayallerle kesin kazanılacak ümidiyle girilen seçimin kaybedilmesiyle Millet İttifakına mensup muhalefet partilerinde büyük kırılmalar ve hayal kırıklıkları yaşanıyor.

                İYİ Parti Genel Başkanı Sayın Meral Akşener ve İYİ Partili milletvekillerince sıklıkla dile getirilen “Kazanacak Aday” açıklamaları, Cumhuriyet Halk Partisi yöneticileri, basın ve medyadaki konuşmacılar tarafından görmez ve duymazdan gelindi ve işte görüldüğü gibi sonuç ortada.

                Cumhurbaşkanlığı seçimini kaybeden Kemal Kılıçtaroğlu’nun seçim kampanyası döneminde yaptıkları şimdi “Deli kızın Bohçası” gibi bir, bir ortaya saçılırken kendi partisinin büyük çoğunluğu tarafından dahi eleştiri yağmuruna tutuluyor.

                Buna karşın seçim kazanmak için sistemin getirdiği illa ki şart olan “İttifak Sisteminden” ümidini kesmiş olan İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in gerek Afyon konuşmasın da ve gerekse Fatih Altaylı ile yaptığı konuşma halâ güncelliğini koruyorken, Türkiye’nin acil çözülmesi gereken ekonomi, enflasyon, sığınmacı sorunu ve adalet sistemindeki bir yığın meseleler orta yerde duruyor.

                Toplum Mühendisliği konusunda oldukça geniş bir kadroya sahip olan Recep Tayyip Erdoğan muhalefetin bugünkü dağınık durumundan istifade ederek yeri geldiğinde muhalefet adına popülist açıklamalar yapıyor.

                RTE: 22 Senede Türk toplumunun büyük çoğunluğunu algı yöntemiyle öyle bir noktaya getirdi ki; ağzından en saçma sözler dahi dökülecek olsa, sözlerinin bir müddet sonra 180 derece tersini söylediğinde alıcısını ve kabullenicisini buluyor.

                Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 23 Ağustos 2023 tarihinde Macaristan’a yaptığı ziyaret sonrası kendisini hava alanında karşılayan gazetecilerin emekli zamlarıyla ilgili sorularını cevaplandırdı.

                “Şu anda memurlarla ilgili çalışmayı Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanımız yetkili sendikalarla sürdürüyor. Bu ay sonuna kadar da devam edecek. Nitekim birinci, ikinci, açıklamalar Bakanım tarafından yapıldı. Emeklilerle ilgili de ayrıca Bakanlığımız çalışmalarını sürdürüyor. Memurlarımıza bu zamanlar gelirken, emeklilerimize hiçbir şeyin gelmemesi olacak bir şey değil. Onları da inşallah memnun edecek adımları atacağız.”

                Bu açıklamadan kısa bir süre sonra sosyal medyada şöyle bir haber dolaştı: “Cumhurbaşkanı Erdoğan: Araç sahibi vatandaşlardan Ek (MTV) Motorlu Taşıt Vergisi almak kabul edilemez bir durumdur”

                Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın böyle bir konuşma yapıp, yapmadığı her ne kadar netlik kazanmış olmasa da sosyal medya bu günlerde şu sözlerle çalkalanıyor: “Ülkeyi keşke Recep Tayyip Erdoğan yönetse.”

***

                Erdoğan ile klasik manada demokrasi mücadelesi yapmak, Kaf dağının arkasındaki yedi başlı dev ile mücadele etmek kadar zor. Çünkü kazanmak için devletin ve özel sektörün bütün imkânlarını kullanmaktan çekinmeyen Erdoğan, Muaviye’nin arkasında bulunan güç ne ise işte Erdoğan da o güce güveniyor.

                Muhalefet liderleri eğer kazanmak istiyorlar ise, klasik manada mücadele taktiklerinden vaz geçip, yeni bir yol bulmaları şart görünüyor.

Ve kıssa dan bir hisse:

                “Muaviye bin Ebu Süfyan Şam’da Hz. Ali ise Küfe şehrinde validir. Anlatılan o ki; aralarında anlaşmazlık var ve savaş çıktı çıkacak.

Bir gün Hz. Ali’nin taraftarlarının yoğun olduğu Küfe’den, bir Arap, devesiyle katıldığı kervan ile ticaret yapmaya Şam’a gelmiş. Şam sokaklarında dolaşırken yerli halktan biri yanına yanaşıp:

– Bu dişi deve benimdir, ver devemi bana demiş.

Küfe’den gelen adam,

– Bu deve benimdir, üstelik dişi değil, erkektir” diye itiraz etmişse de anlaşamamışlar. Tartışma büyümüş, konu Muaviye’ye kadar yansımış. Olayı duyan halk da yavaş yavaş meydanda toplanmış…

Muaviye, Küfe’den gelen ile Şam’da deveye sahip çıkan yerliyi dinledikten sonra, kararını açıklamış:

– Bu dişi deve Şamlınındır!

Küfe’den gelen adam,

– Etmeyin bu deve benimdir, üstelik dişi değil; çok da net görebileceğiniz gibi erkektir” diye itiraz edince meydanda toplananlara dönmüş ve sormuş:

– Ey cemaat, bu dişi deve kimindir?

Cemaat hep birlikte bağırmış:

– Şamlınındır!

Deve Küfeliden alınıp Şamlıya verilmiş… Küfe’li şaşkın bir vaziyette devesinin ardından baka kalırken, Muaviye onu yanına çağırmış:

– Ey Küfeli, dinle! Sen de, ben de biliyoruz ki; bu deve senindir ve dişi değil, erkektir.

– Ama o zaman neden, diye sormuş Küfe’li şaşkın ve titreyen sesiyle.

Kendinden emin tavrı ile Muaviye cevaplamış:

– Sen Küfe’ye dönünce gördüklerini Ali’ye anlat ve de ki: “Ey Ali, Muaviye’nin, dişi deveyi erkekten ayırt etmeksizin o ne derse evet diyen 10 bin adamı var! Ayağını denk al!” Haydi, şimdi yolun açık olsun.”

Sağlıklı kalın.

Ömür Hırsızları

Şimdi Neşet Ertaş tan bir türkü dinlesem geçer mi hüzün.

Bir şiir yazsam, Eylül’e yağmurlu yollara

Ya da fazla. sorgulamadan yaşasam hayatı ne olur ki.

Gurbet nedir bilmeden

Mevsimi taksam koluma geçer mi üşümelerim

Bu sonbahar hep böyle anne hep böyle.

Hele yaz gelsin diye diye yazı çoktan bitirdik.

Kadere soru sorulmaz diyorsun

Sen sorularını tükettikçe ben çoğaltıyorum.

Ben de vazgeçtim be anne sormuyorum artık neden diye.

Her güz saçlarını yolan eylüle sonbahar yapraklarından taç yaptım. Gözlerindeki hüzünlü ifadeyi şiire bıraktı. Güz dedi dağlara kar getirtir. Ya kuşlar dedim. Kuşlar, kanatları sırtıma değmeden geçmezler ama sonuçta misafirler işte, insan gibi konup göçüyorlar, dedi.

Göç, sonbaharın gurbet yolu. Kime gurbet, kime hasret, kime vuslat kim bilir.

Şair demiş ki “Herkes sonbaharı, takvimlerden bir ay sanır, oysa sonbahar bir sanattır”

Ağaçlar değişir, toprak değişir, güneş nazlanır, yağmur gözlerini doldurur hazır bekler kapıda.

Bak ne diyeceğim sana

Gerçeklerle yaşamak başka

Yazmak başka

Yüzleşmek başka biliyor mu sun

Alnımda ki kavga, havlu atmaya daha yakın duruyor artık.

Eğilmeyi öğretmediğin için diklenmeyi ne güzel belletmişsin.

Şimdi geçip karşıma ayıp kızım, günah kızım diyorsun

Mart ayın da doğmuş bir koça, pardon bir keçiye

Bunu hadi anlat, nasıl anlatacaksan.

Her an patlamaya hazır bir yanardağın kıyısı, bahar olsa, yaz olsa, güz olsa ne farkeder ki.

Sen de inanma annem sen de inanma her şeyin daha güzel olacağına.

Bak gördün mü anne tavus kuşları nasıl kabarıyorlar.

Şu yazdıklarımı anlamayıp da,

Anladıklarıyla beni yargılayanlara ne demeli bilmem ki.

Bıktım bu tuzukuru sonradan görmelerin çalımından

İkiyüzlülerden, dışından gülümseyip içinden kuyu kazanlardan.

Kendini çok zeki sanan aptallardan.

Kurnazlardan, övünenlerden, nankörlerden.

Her şeyi en iyi ben bilirim diyenlerden.

Yalanına yanlışına kılıf bulanlardan

Sen bu durumlarda bana sus diyorsun da

Ben kus anlıyorum.

Tamam, tamam hemen kızma, susarım.

Ben de işime nasıl gelirse öyle anlamıyorum, huyuma nasıl gelirse öyle anlıyorum.

Huy işte huy, gözlerimin gördüğünü, kulağımın duyduğunu yok sayamam ki. Hani:”iyilik yap denize at, haluk bilmezse balık bilir” Diyordun, balık da bilmiyor halukta annem Kuyruğunu suya vura vura şapşup şapşup bir de bakmışsın yok oluyor.

Bilmeseler de olur diyorum annem…

Bu yılın son aylarına doğru koşuyoruz. Yıl kendini hep kış ayında yeniler.

Bunun bir sebebi var mıdır bilmiyorum.

Baharı karnında saklayan güz ve kış hüzün ve hazan, hatta şairin dediği gibi sanat.

Güz, sararan yaprakların, rüzgârın ahengine bıraktığı hışırtıyla ürperten ve hüzünlendiren ay.

Kış bu elbet zamanı gelince soğuk geçecek.

Odunu kömürü, yiyecek erzağı olanlar için

Toprağın bereketine ne umutlar, ne yağmurlar, ne karlar yağar. Yağsın, sen değilmisin annem

 ”acı patlıcanı kırağı çalmaz ” diyen…

Peki, çalan ne o zaman ömrümüzden?

Kendine hırsız, ömründen çalmaz mı.

Senin de benim de kayıplarımızdaki rolümüz ne kadar ki ben bilmiyorum.

Ne idi bizi yarı yollarda bırakan

Neydi saçlarımıza aklar düşüren

Kaç hırsızın çantası dolu geçti ömrümüzden

Sorular sorular sorular, kendi cevabı içinde sorular.

Sırrı dökülmüş aynalar ve yüzümüz

Offffffff aklımın ipi yine kuyu da.

Çıkrık sesi şiir gibi aslında, ipin uzun olması sadece ömrümüzü uzatıyor.

Karanlık kuyu dibi gibi hayat ay ışığından çalıyor, güz ömrümüzden..

Siyasi Ahlak Yasası Ve Şengen Vizesi

“Siyasi Ahlak Yasası ile Şengen (Schengen) vizesi arasında ne alaka var?” diyebilirsiniz. Alakası olduğunu biraz sonra anlatacağım.

AB ülkelerine gitmek isteyen vatandaşlarımız haftalarca vize randevusu bekliyor. Randevu alabilenlerden yarısının vize talebi reddediliyor. Milletimizin aşağılandığı ve onurumuzun rencide edildiği bir süreçteyiz.

Öğrencisinden sanatçısına, iş adamından, esnafına her kesimden vatandaşımızın vize çilesini Türkiye’nin Siyasi Ahlak Yasası olmaması sebebiyle çektiğini biliyor muydunuz?

Hatta “Siyasi Ahlak Yasası” ile sığınmacılar sorunu, özgürlüklerimizin kısıtlanması ve devlet içine nüfuz etmiş çetelerin ihale, imar, rüşvet ve diğer yolsuzlukları arasında da doğrudan bir bağlantı olduğunu yetkili bir ağızdan dinledik.

Bu yetkili kişi Eski Başbakan ve halen Gelecek Partisi Genel Başkanı olan Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu.

****

Ahmet Davutoğlu, Fatih Altaylı’ya verdiği röportaj videoda, Başbakan olduğu döneme dair bakın neler anlattı:

“Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne kabul edilmesi için tamamlanması gereken (şu anda da bitmemiş) altı madde kalmıştı. Bunlardan en önemlisi Siyasi Ahlak Yasası idi. Diğerleri çok kolay yapılacak teknik iş birliği çalışmalarıydı. Terörle mücadele kapsamındaki bazı maddeleri de zamana yaymaya karar vermiştik.

Avrupa Birliği bize ‘siyasi ahlak yasası isteriz’ dedi. Çünkü bu Avrupa’daki şeffaflığın ana dokusu. Şeffaf olmayan bir sistemin Avrupa içine girmesi mümkün değil. Mesela Yunanistan’ın 2009 ekonomik krizinde yaşadığı problem istatistiklerinin şeffaf olmaması sebebiyle idi. Yani diyorlar ki, ‘siz bizim aramıza girecekseniz, verileriniz doğru olacak, bilgileriniz doğru olacak, süreçler belli olacak, yolsuzluk olmayacak.’

Ve aslında bunlar bizim değerlerimiz. Yani Batılılar bize bir değer empoze ediyor değil. Ya bu benim değerim.

Yerleşmiş, yolsuzluklarla artık bir network (ağ) oluşturmuş ekonomi- politik bir yapı vardı. Siyasetçiler ihalelere bulaşmış, herkes iç içe geçmiş. Ben bunu bir neşterle kırmak istedim. Bu neşterin adı ‘siyasi ahlak yasası’ idi. Ve bu aynı zamanda AB -Türkiye müzakerelerinin ana şartlarından biri idi.

‘Uygulamaya girmeden biz size serbest vize veremeyiz’ dediler. Dünyaya uyguladıkları da bu. Benim için de bu bir dayatma değil, benim istediğim de bir şeyi söylüyorsa “batı dayatıyor” diyemeyiz.

22 Nisan’da (2016) Siyasi Ahlak Yasasını Meclis’e gönderdik. Lütfü Elvan Başbakan yardımcısı olarak bunlardan sorumlu idi. ‘Cumhurbaşkanımıza da bilgi verelim’ dedim, ben de bilgi verdim. Fakat o andan itibaren ipler koptu.

Çünkü, ‘Siyasi Ahlak Yasası’ paketinin içinde İmar Yasası ve İhale Yasasının revize edilmesi, Siyasetin Finansmanı Yasası, hediye yasağı da gelecekti. Bütün bunlarla ilgili paket geçtiğinde bir anda siyaseti çıkar için yapanların yolları kapanmış oluyordu.”

*******************************

Siyasi Ahlak Yasası Nasıl Engellendi?

Ahmet Davutoğlu Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendisine, bu yasa çıkarsa “ilçe başkanı bile bulamazsın Ahmet Bey” dediğini de söyledi.

Devamında Başbakanlıktan ve AKP Genel Başkanlığından ayrılmasına sebep olanları şöyle açıkladı:

“Avrupa Birliği karşıtlarının düşmanlıklarının birisi özgürlükler diğeri siyasi ahlak.  Kulvarın ikisi birden bana karşı geldiler.  

29 Nisan yani (Siyasi Ahlak Yasası’nın Meclis’e gelmesinden) bir hafta sonra bana karşı imza toplandı, tesadüf müydü bu? Ben de zannediyordum ki bunları herkes savunuyor. Bir gün yurtdışından geldim baktım 50 MKYK üyesinin 47’si aleyhime imza atmış.

Çok net söylüyorum… Eğer engellenmeseydim, 30 Haziran (2016) günü Schengen Vize serbestisi bütün T.C. vatandaşlarına uygulanacaktı. Siyasi Ahlak Yasası devreye girecekti ve bugün karşı karşıya kaldığımız o rencide edici muamele de olmayacaktı Avrupa tarafında. Bugünkü çürümüş siyasi ahlak da olmayacaktı. Onların önünde ben bir engeldim.”

Ahmet Davutoğlu AKP Genel Başkanı ve Başbakan iken kendisini engel gören iki çete olduğunu söyledi.

Davutoğlu’na göre bunlardan ilki, serbest vize hakkını almış, Avrupa Birliği’nin içine girmiş bir Türkiye’de darbe olamayacağını düşünen “FETÖ çetesi.”

“Diğeri ise Pelikan Çetesi. Pelikan çetesini organize edenler de Ak Parti’nin içinde yolsuzluklara bulanmış… Bu iki çete Türkiye’nin kaderini etkiledi.”

“Parti içinde darbe yapıldı, hem siyasi ahlak yasası engellendi, yolsuzlukların önü açıldı.”

*******************************

Ahmet Davutoğlu’nun AKP’den Tasfiye Süreci

1 Kasım 2015 seçimine, Ak Parti Ahmet Davutoğlu’nun Genel Başkanlığında girdi. Bu seçimde AKP en büyük oy sayısı ve %49,5 ile en büyük oy oranına sahip olarak TBMM’de tek başına çoğunluğu aldı ve Davutoğlu Başbakan oldu.

29 Nisan 2016 tarihinde yapılan AK Parti MKYK’sında, Erdoğan’a yakın üyeler tarafından alınan kararla, genel başkanın “il ve ilçe başkanı atama yetkisi” MKYK’ya verildi.

1 Mayıs 2016’da “Pelikan dosyası” adlı internet sitesinde Davutoğlu’nun Erdoğan’a ihanet ettiği ve istifa etmesi gerektiği savunuldu. 4 Mayıs’ta Erdoğan ile Davutoğlu görüştü.

Davutoğlu, Başbakanlığının daha 6 ayı yeni dolduğunda, 5 Mayıs 2016 günü “4 yıllık sürenin daha kısa sürmesi benim tercihim değildir, zarurettir” şeklinde bir açıklama yaptı. 22 Mayıs 2016 tarihinde Başbakanlık görevinden resmen istifa etti. Ak Parti’yi yeni genel başkan seçimi yapması için Olağanüstü Büyük Kongre’ye çağırdı.

Ahmet Davutoğlu’nun Başbakanlık ve AKP Genel Başkanlığından ayrılması, askerî darbe, gensoru ve seçim mağlubiyeti gibi bir sebep olmadan gerçekleşmiş olduğundan, siyasi tarihimizde benzeri görülmemiş bir olaydır.

Davutoğlu’nun dünya görüşü ve izlediği politikalara birçok eleştirim vardır. Fakat Siyasi Ahlak Yasası paketini çıkarma için gösterdiği çabaya saygı duyuyorum.

“Saray Darbesi” veya “Pelikan Darbesi” gibi isimlerle anılan olayın arka planında “Siyasi Ahlak Yasası” paketinin çıkmaması amacı varsa bu başarıya ulaşmıştır.

Siyasi Ahlak Yasası paketi kapsamındaki İmar Yasası ve İhale Yasasının revize edilmesi, Siyasetin Finansmanı Yasası, hediye yasağıgibi düzenlemelerin yapılamamış olması Türkiye’ye çok pahalıya mal oldu.

Kaynama

Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun, üstün vasıflı bir ilim adamı olduğu gibi velût bir yazardır. 1976 yılından günümüze kadar geçen zaman içerisinde pek çoğu yüksek hacimli olmak üzere 31 adet kitap telif ederek kültür hayatımıza kazandırmıştır. Kitaplaştırılması gereken dergi, gazete ve internet sitelerinde yayınlanmış makaleler ve inceleme yazıları dâhil edildiğinde eserlerinin sayısının 100’e yaklaşacağı muhakkaktır.

2023 yılında yayınlanan ‘Kaynama’ isimli 16,5 X 24 santim ölçülerinde 424 sayfalık eseri ‘Söz Başı’ başlıklı yazı ile başlıyor. Bu yazı, Frenklerin  ‘manifesto’ olarak andıkları ‘beyannâme’dir. Eseri ve yazarını en mükemmel şekilde tanıtıyor. Kısa bir bölüm, tamamı hakkında yeterli bilgiye sâhip olmak için yeterlidir:

Altmış küsur yıldan beri Türk dili, târihi, edebiyatı ve destanları üzerine çalışıyorum. Altmış küsur yıldan beri kendimi Türkçü olarak kabul ediyorum. Türkçülük ve Türkoloji benim ruhumda ve zihnimde iç içe girmiş kavramlar. Bir akademisyen olarak ilmî çalışmalarımda ne kadar objektif olmaya çalışırsam çalışayım, duygu ve düşünce dünyamı oluşturan Türkçülük fikriyatının tesirinden büsbütün kurtulabildiğimi söylemem zordur. Elinizde tuttuğunuz yazılarda da elbette bilimin gerektirdiği ölçülere uymaya çalıştım. Ele alınan konular zâten Türkoloji ile ilgiliydi ve bu konularda yapılacak bir akademik çalışma için ayrıca duyguları işe karıştırmaya ihtiyaç yoktu. Ben de öyle yapmaya çalıştım.

Kitaptaki bazı yazıları ise yarı akademik olarak nitelendirebilirim. Bilim adamları, halktan kopuk fildişi kulelerde yaşamıyorlar. Özellikle sosyal ilimlerle uğraşan akademisyenler çalışmalarının sonuçlarını popüler bir dil ve yöntemle de kamuoyuna ulaştırmak sorumluluğundadır. Yarı akademik yazılarım bu sorumluluğun gereği olarak yazılmıştır. Yazıların bir kısmı ise akademik olmayan düşünce yazılarıdır. Onlar da tabîi olarak benim mensup olduğum fikir sisteminin bendeki yansımalarıdır.

Kitap 4 bölümden oluşuyor:

1-Destan, târih ve milliyetçilik

2-Dil yazıları  

3-Bizim dünyamızdan

4-Geleceğe bakmak.

Dikkat çeken alt başlıklar şöyle sıralanabilir:

*Türklerin yaratılış efsânesi ve ilk atalar. *Bilge Tonyukuk hakkında değerlendirme. *Turan kavramı ve Turancılık. *Türk dünyasının birliği. *Türk Dünyâsı Birliği hayâl değildir. *İçine kapanan milliyetçilik. *Türk kelimesindeki çok anlamlılık. *Türk dili. *İlk ve ana Türkçe çağı.*Çeğatay Türkçesi. *Türkiye Türkolojisi üzerine kısa bir değerlendirme. *Dilin doğuşu ve evrimi: Basamak teorisi.   *Sadri Maksudi Arsal… *Atsız’ın Atatürk ve Cumhuriyet hakkındaki görüşleri. *Irkımızın Kahramanlarından Nejdet Sançar. *Emine Işınsu. *Hızırbek Gayretullah. *Çâresizliğin şiiri. *Türk-Macar edebî ilişkileri. *Geçmişten geleceğe Dünyâ ve hayat.

Bölüm başlıkları muhteva hakkında fikir veriyor. Her biri dikkatle okunmaya sezâ metinlerdir.

78 yıl önce kurulmuş bir komplo (mu?)’ başlıklı bölümde, olağanüstü bir fevkalâdelikten bahsediliyor. 7 Eylül 1944 târihinde başlayan ‘Irkçılık Turancılık Dâvâsı’nda yaşanan olaylar, 1939 yılında Sabahattin Ali* tarafından yazılan, 1940 yılında yayınlanan bir romanda anlatılmaktadır. Prof. Ercilasun îkaz ediyor: ‘Alıntılar, romanın sonraki yıllarda yapılan baskılarında değil ilk baskısında yer almaktadır.’

Romanın yazarı Sabahattin Ali’nin müneccim ve kâhin olmadığı biliniyor. O halde???? Yazdığı roman 5 yıl sonra niçin ve nasıl aynen yaşanıyor?

Prof. Ercilasun mantıklı yorumuyla okuyucuyu aydınlatıyor. (s: 339-343) .

Eser, Kırk Anbar gibi. Türk Dünyâsı ve Türklük âşıklarını duygulandıracak, valizini hazırlayıp  Altay, Bahçesaray, Buhara, Kaşgar, Kerkük, Ötüken, Semerkant, Tanrıdağları’nı ve Türklüğün diğer mekânlarını kapsayacak bir seyahatin tatlı hayâlini yaşatacak satırlarla dolu. Gidemeyenler de gitmiş gibi olacak.

Geçmişten Geleceğe Dünyâ ve Hayatı’ başlıklı bölüm, sıra dışı bir yazı. Ulaşımda, iletişimde, ev hayatında kullanılan araç ve âletlerin gelişmesi yıllar itibâriyle veriliyor. 388. sayfadan îtibâren gelecekteki gelişmeler hakkında ilgi çekici satırlar var:

50-60 yıl sonra kara taşımacılığı büyük ölçüde ortadan kalkacak. İnsanlar uçan otomobillerle ve jetpacklerle (sırt jetleriyle / roketleriyle = SIRTJET / SIRTROK) şehir içi ve şehirlerarası ulaşımlarını sağlayacaklar. Şehirler ve ülkeler arası toplu taşımada hızlı trenler, transatlantikler ve uçaklar kullanılmaya devam edecek; ancak uzaya çıkıp inecek roket uçaklar sâyesinde dünyanın en uzak yerlerine dahi bir iki saatte gidilecek. Şehirler ve ülkeler arası taşımacılıkta yeni bir sistem daha devreye girecek: Hyperloop (havasız tüp aracı = HATA / HATPAR). İnsanlar havasız tüpler içindeki kapsüllerde, ses hızına yakın bir hızla taşınacak. Sistemin tasarlayıcısı Elon Musk, Los Angeles – San Francisco arasını (643 km) yarım saate indirmeyi düşünüyor. Yani jet uçağından da hızlı… 50-60 yıl sonra dünyanın birçok yerinde hyperloop ağı kurulacağını tahmin edebiliriz. Kara taşımacılığının ortadan kalkması karayollarının da sonunu getirecek ve otoyollar tekrar yeşil alanlara dönüşecek. Buna karşılık şehirlerin birçok yerinde uçan otomobiller için pist alanları inşa edilecek. Büyük binaların tepeleri de pist olarak kullanılacak. Şehir içi yollar da büyük ölçüde kalkacak ve birçok yerde yürüyen şeritler kullanılacak.

Önce savaş teknolojisinde kullanılan dronelar (İHA’lar) hızla ticârî ve sivil hayata girmeye başladı. Bir yazılımla ve uzaktan kumanda ile yönetilerek uçabilen bu vızıltıların boyutları, hız ve mesâfeleri durmadan çeşitlendiriliyor Haberleşme ve fotoğrafçılıktan sağlık ve taşımacılığa kadar çeşitli alanlarda kullanılmaya başlanan veya kullanılması tasarlanan dronelar (vızıltılar) 50 yıl sonra cep telefonları gibi herkesin elinde olacak.

50 yıl sonra insanların bir kısmı uzayda, ayda ve deniz içinde kurulan şehirlerde yaşayacak; 100 yıl sonra bu tür şehirlerin ve buralarda yaşayanların sayısı artacak. Fakat yer üstünde yaşayanlara oranla bunların sayısı yine de çok az olacak. Yüzlerce yıl sonra hatırı sayılır bir nüfusun uzayda yaşayacağını tahmin edebiliriz.

21. yüzyılın ikinci yarısında birçok eşya ve özellikle elbiseler nanoteknoloji ürünü olacak. İnsan kıyafeti bugünküne göre bir hayli farklılaşacak. Nanoteknoloji tıpta ve beslenmede de birçok değişikliğe ve kolaylığa yol açacak. Nanoteknoloji dışında üretilen birçok hap da beslenmede kullanılacak ve insanlar sadece zevk için yemek yapıp sofra kuracaklar veya restoranlara gidecekler. 50 yıl sonra şişmanlık problemi de kalmayacak.

2010’larda başlamış olan 3D yazıcılar önümüzdeki 50 yılda hızla gelişecek ve birçok eşya, hatta yiyeceği insanlar oturdukları yerden bilgisayarla ısmarlayacaklar ve 3D yazıcılarından kâğıt çıktısını alır gibi alacaklar.

30-40 yıl sonra bütün görüntülü teknikler yerlerini holograma bırakacak Filmleri, YouTube’da seyrettiğimiz her şeyi yanı başımızdaki boşlukta, üç boyutlu olarak seyredeceğiz. Uzaktaki arkadaşlarımızın, yakınlarımızın hologramı önümüzde olacak ve yüz yüze görüşüyormuşuz gibi görüşeceğiz.

21. yüzyılın ikinci yarısında yazılı basın ve kitap da kalmayacaktır. Her türlü kitap, dergi, gazete ekranlarda olacaktır. Hem yazılı hem sözlü hem görüntülü olarak… Bilgisayarlara da parmaklarımızla değil sesimizle kumanda edeceğiz.

Ve nihâyet makine tercümesi. 21. yüzyılın sonuna doğru bütün büyük diller arasında yazılı ve sözlü makine tercümesi yapılır hâle gelecek. Ve anlaşmayı engellemeyecek kadar az hatâ ile… Herhangi bir dildeki metnin istenilen dile tercümesi bilgisayarda kısa zamanda insanların önünde olacak. Birbirinin dilini bilmeyen iki yabancı kulaklarına takılmış veya vücutlarının herhangi bir yerine iliştirilmiş tercüme makineleri aracılığıyla anında konuşup anlaşabilecekler. Söz gelişi biri Türkçe biri İngilizce kullanan iki insan, makinelerinin anında yaptığı tercüme ile belki kısa duraklamalarla, karşılıklı olarak konuşabilecekler. Makine tercümesindeki bu gelişme yabancı dil öğrenmeyi de büyük ölçüde ortadan kaldıracak. Yabancı diller ancak çok spesifik çalışma ve araştırmalar için öğrenilecek.

Yukarıda sıralanan gelişmeler elbette birçok aşamadan geçtikten sonra ortaya çıkacak. Bazılarında sıkıntılar ve ârızalar da yaşanacak. Ben saydığım alanların uzmanı değilim; dolayısıyla gelecekle ilgili tahminlerim, ilgili alanların uzmanları tarafından yapılacak tahminlere göre çok basit ve kabataslaktır. Ancak yukarıdan ve toplu bir bakış açısını yakaladığımı sanıyorum.

Yalnızca bilgilendiren değil, akıl ve zekâyı geliştiren, yeni ufuklar açan muhteşem bir kitap. Eski bir Türk atasözünü hatırlatıyor: ‘Biliyorsan öğret, bilmiyorsan öğren.’

İyi okumalar efendim. Teşekkürler Sayın Ercilâsun

ÖTÜKEN NEŞRİYAT A. Ş.

İstiklal Caddesi, Ankara Han Nu: 63/3 Beyoğlu 34433 İstanbul Telefon: 0.212- 251 03 50

Belgegeçer: 0.212-251 00 12 e-Posta: otuken@otuken.com.tr  www.otuken.com.tr 

AHMET BİCAN ERCİLASUN: 1943’te İzmir’de doğdu. 1962’de İzmir İmam Hatip Okulunu, 1963’te Edremit Lisesi’ni bitirdi. 1963-1967 arasında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde okudu. 1965-1967 yıllarında Ömer Lütfü Barkan’ın yönettiği Türk İktisat Târihi Enstitüsünde uzman olarak çalıştı. 1967’de Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde Türk dili asistanı olarak göreve başladı. ‘Kars İli Ağızları – Ses Bilgisi’ adlı çalışmasıyla 1971’de doktor oldu. Aynı yıl Hacettepe Üniversitesi Sosyal ve İdârî İlimler Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne öğretim görevlisi olarak tâyin edildi. 1972-1973’te askerlik görevini yaptı. 1976 Haziran’ı ile 1977 Ağustos’u arasında ABD’nin Seattle şehrindeki University of Washington’da misâfir araştırıcı olarak bulundu. ‘Kutadgu Bilig’de Fiil’ adlı teziyle 1979’da doçent oldu. 1983-1986 yıllarında ek görevle Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi Bölümü’nün başkanlığını yürüttü. Bu görevi sırasında Türk lehçeleri üzerine yüksek lisans ve doktora tezleri yönetmeye başladı. 1986’da Gazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi’nde profesör olarak vazifelendirildi. Aynı yıl bu fakültede Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü kurdu. 1986-1990 yıllarında Gazi Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu Müdürlüğü yaptı. 1990 sonlarında bir yıl süreyle Kültür Bakanlığında görevlendirildi; Türk Dünyası’ndan çağrılan akademisyenlerle birlikte Karşılaştırmalı Türk Lehçeleri Sözlüğü’nü hazırladı. 1993’te Gazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi’nde Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Bölümü’nü kurdu. 21 Eylül 1993 – 06 Kasım 2000 târihleri arasında Türk Dil Kurumu başkanlığı yaptı. 2001 yılında Türkiye – Kırgızistan Manas Üniversitesi’nde Edebiyat Fakültesi dekanı olarak görev yaptı. 2004-2005 öğretim yılında, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ndeki Girne Amerikan Üniversitesinde bir yıl çalıştı. 2010 yılının Şubat ayında Gazi Üniversitesinden emekli oldu. Ahmet B. Ercilasun, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Türk Ocağı, Azerbaycan Kültür Derneği ve Millî Düşünce Merkezi üyesidir. Kitap olarak yayımlanan eserleri şunlardır: *Arpaçay Köylerinden Derlemeler (Selahattin Olcay ve Ensar Aslan’la birlikte. *Bu günkü Türk Alfabeleri. *Kars İli Ağızları – Ses Bilgisi. *Kutadgu Bilig Grameri – Fiil. *Dilde Birlik. *Başlangıçtan 13 Yüzyıla Kadar Türk Nazım ve Nesri. *Uygur Halk Masalları (Şekür Turan’la birlikte). *Örneklerle Bugünkü Türk Alfabeleri. *Türk Dili ve Kompozisyon Bilgileri. *Moğolistan ve Çin Günlüğü. *Karşılaştırmalı Türk Lehçeleri Sözlüğü 1-2 (ortak çalışma) *Türk Dünyası Üzerine İncelemeler. *Türk Dili 1-4 (Leylâ Karahan’la birlikte). *Gülnar (Roman). *Başlangıçtan 20. Yüzyıla Türk Dili Târihi. *Beden-Beyin Akımı (Roman). *Karşılaştırmalı Türk Lehçeleri Grameri – Fiil – Basit Çekim (ortak) *Makaleler: Dil-Destan-Târih-Edebiyat. *Türk Lehçeleri Grameri (ortak). *Kâşgarlı Mahmud – Dîvânu Lugâti’t-Türk – Giriş-Metin-Çeviri-Notlar-Dizin. (Ziyat Akkoyunlu ile birlikte) *Türk’ün Kayıp Kitabı – Ulu Han Ata (roman). Türk Kağanlığı ve Türk Bengü Taşları. *Atsız – Türkçülüğün Mistik Önderi.  *Nehir Destan Oğuzname (Oğuz Bitig) *Dîvânu Lugât’t-Türk’teki Şiirler ve Atasözleri. *Türklük Bilimi Yazıları. *Türkçülük Yazıları. *Türk Dili Temel Kitabı – Herkes İçin Türk Dili. *Bengü İl Tuta Olurtaçı Sen – Köl Tigin-Bilge Kağan-Tunyukuk Anıtları. *Kaynaklarda Türk ve Türkçe. *Kara Kam.

—————————-

 *Sabahattin Ali (1907-1948): Önce Komünizm propagandası yapmaktan hüküm giydi. Atatürk’ü metheden bir şiir yazdığı için affedildi. Daha sonra devlet büyüklerine hakaret ettiği için cezalandırıldı. Bulgaristan’a sığınmak istedi. Sınırı geçinde kendisine rehberlik eden şahıs tarafından parasına tamahen öldürüldü. 

Hayat Pahalılığı, Kıbrıs Konusunu Unutturmamalıdır…

       Ülkemizdeki hayat pahalılığının geçim sıkıntısını giderek büyütmesi, milyonlarca işçi, memur ve emeklinin her geçen gün gelen zamlar altında ezilmesi, sağlıktan eğitime, ticaretten turizme kısacası yaşam mücadelesi verilen her kesimde büyük sarsıntılar yarattı. Pek çok iş yeri kepenk kapattı. İnsanlar geçim sıkıntısı karşısında ne yapacağını şaşırmış durumda.

      Üstüne üstlük paramızın dolar ve avro karşısında her geçen gün biraz daha değer kaybetmesi, akaryakıt fiyatlarına yapılan büyük zamların iğneden ipliğe her şeye yeni bir zam olarak yansıması yaşam mücadelesi veren milyonları adeta nefes alamaz hale getirdi.

      Giderek güçleşen bu hayat şartlarına tepki veren halkımızın sesi olması gereken muhalefet partilerinin cumhurbaşkanlığı seçimi yenilgisi sonrasında neler yaşadıkları ortada.

      Üstüne üstlük bir de ana muhalefet partisinde Cumhurbaşkanlığı seçimi yenilgisiyle başlayan yapısal değişim hamlelerinin yanı sıra parti genel başkanlığı değişikliğinin de gündeme gelmesi; ülkemizin politik konularını da sadece şu iki şeye kilitledi.

      Hayat pahalılığı ve muhalefet partisinin yapısal değişimi…

      İç politikada yukarıda özetlediğim konular yaşanırken ülkemizin dış politikasının en önemli konularından biri olan Kıbrıs konusunu adeta unutuldu, konuşulmaz oldu!

     2017 yılında Crans Montana da taraflar arasında yapılan son görüşmede Türk tarafının yapmış olduğu tüm önerileri ret eden Rum ve Yunan ikilisinin masadan kalkmasıyla birlikte 1968 yılından beri konuşulan ‘’federasyon çözümü’’ de bir daha masaya gelmemek üzere kalkmış oldu.

    Pekiyi aradan geçen 6 yıl boyunca adada neler oldu? Ne yaşandı?

    Kıbrıs’ta ne yazık ki değişine hiç bir şey yoktur!

    Ada 1974 sonrasında nasılsa şimdi de odur.

    Kuzeyinde Türkiye dışında hiçbir ülkenin tanımadığı KKTC…

    Güneyinde uluslararası arenada Kıbrıs’ın yasal hükümeti olarak tanınan Rum kesimi! Hem de AB üyesi…

    Ve adanın yarı buçuğunu temsil eden Rum tarafı o küçücük yapısıyla Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecine engel olmaya devam etmektedir.

    GKRY ( güney Kıbrıs Rum yönetimi ) sadece Türkiye’nin Avrupa’ya üyelik sürecini mi engellemektedir? Tabii ki hayır!

    Mavi vatan dediğimiz Akdeniz’deki enerji yataklarının münhasır bölgelerimizdeki milyarlarca metreküp doğal gaz ve petrol rezervlerinde hakkımız olanı engellemek için Yunanistan’la birlikte bölge ülkeleriyle iş birliği yapmanın yanı sıra ABD ve diğer dünya devlerini de konuya dâhil ederek ülkemizin önünü kesmeye, sondaj çalışmaları ile bölgede üstünlük sağlamaya çalışmaktadır.

     Rum tarafı sadece bunları mı yapmaktadır? Ya KKTC de yaşayan kardeşlerimize uyguladıkları insanlık dışı ambargolara ne demek gerekir?

    Sıralayalım:

    Adanın kuzeyine Türkiye hariç hiçbir yabancı ülkeden uçak inemez, limanlarına yabancı bandıralı gemi uğrayamaz,  dolayısıyla turist de gelemez!

    Adanın kuzeyinden ne hava yolu, ne de deniz yolu ile KKTC de üretilen hiç bir şey ihraç edilemez, aynı zamanda Türkiye’den gelenler hariç hiçbir mal da bu bölgeye gelemez!

    Adanın kuzeyinde kurulu KKTC’ni devletini temsilen herhangi bir spor takımı Türkiye hariç hiçbir uluslararası müsabakaya katılamaz, yine Türkiye hariç ( eskiden de olsa bazı takımlarımız adaya gelip KKTC takımları ile futbol karşılaşması yapıyorlardı. Ancak yıllar var ki uluslararası federasyonlar buna müsaade etmemektedirler.) diğer ülkeleri temsil eden spor takımları adanın kuzeyinde müsabaka yapamaz.

     Adanın kuzeyinde uluslararası sanat alanında tanınmış bir ünlü KKTC’de herhangi bir konser veremez, sergi açamaz vd konularda faaliyet gösteremez. Eğer böyle bir girişimde bulunursa Rum tarafınca aforoz edilir, büyük bir tepki alırlar. 2010 yılında dünya starı; Julio İglesias’ın vereceği konseri nasıl iptal ettiği en çarpıcı örnektir. Ondan sonra da hiçbir dünya starı adanın kuzeyine gelmemiştir. Kısacası adanın kuzeyinde kurulu KKTC ye sadece Türkiye’nin ünlü sanatçıları gelir, konserlerini verir, bir hayli de yüklü para alıp dönerler.

     Rumların adanın kuzeyine uyguladıkları ambargolara baktığımızda turizmden ticarete; ulaşımdan sanata, müzikten spora her türlü faaliyetin onların kontrolü altında olduğu görülür.

    Bu arada Kıbrıs adasına yapılan tüm uluslararası yardımların sadece GKRY ne yapıldığı, daha da önemlisi ABD’nin Rum kesimine uyguladığı silah ambargosunun bu yıl kaldırıldığı unutulmamalıdır!

    Bu haksızlıkları sorguladığınızda adanın kuzeyinde kurulu KKTC vatandaşlarının yaşam hakkının böylesine hak hukuk tanımaz uygulamalarla daha ne kadar süreceğini kestirmek güç değildir. Çünkü adadaki sorun çözülmediği sürece Rumların bu insanlık dışı uygulamaları devam edecektir.

    Pekiyi 1974’te uğruna Yunanistan’la savaşmayı dahi göze alıp, adada ki Rum-Yunan darbesine karşı çıkarak garantörlük hakkını kullanarak adaya çıkan, Kıbrıs Türk’ünü hürriyetine kavuşturan Türkiye bundan sonra ne yapacaktır.

    Bugüne değin Rumların onca ambargosuna karşın yapmış olduğu ekonomik yardımlarla ada Türklerinin yanında olan, onları hiçbir zaman yalnız bırakmayan Anavatanın bundan sonra yapacağı yegâne şey KKTC’nin uluslararası arenada tanınması yönünde atacağı adımlardır.

   Türkiye atacağı bu adımlarla sadece ada Türklerine uygulanan insanlık dışı ambargoları kırmakla kalmayacak, Akdeniz’de kurulan bu son Türk devletinin dünya devletlerince de tanınmasıyla birlikte mavi vatanda gücüne güç katacaktır.

Söz Verilen Deprem Konutları Yapılabilecek mi?

6 Şubat’ta iki büyük deprem yaşanan bölgede 680 bin konut ve 170 bin işyerinin yeniden inşa edilmesi gerekiyor.

Seçim öncesi Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan “inşaatların yapımına Mart ayının ortasında başlanacağı ve en geç bir yıl içinde tamamlanacağına” söz verdi.Bölge halkı da bu sözlere inanıp AKP ve Erdoğan’a oyları yağdırdılar.

27 Şubat 2023 tarihli köşe yazımda, tamamen teknik verilerle, bu kadar konut yapımının bir yıl içinde yapılmasının imkânsız olduğunu şu cümlelerle yazmıştım:

“Türkiye’nin yaklaşık 700 bin konutu kısa sürede yapacak altyapısı ve insan gücü yok. Zaten deprem öncesinde inşaatlarda işini bilerek yapacak eğitimli usta bulunamıyordu. Yıkımların önemli bir kısmının ehil olmayan ustaların uygulama hatalarından kaynaklı olduğu görüldü. Şimdi bu insan gücünü yetiştirmek temel bir sorun olarak karşımızda.

Yani yeni yapılması gereken konutların tamamlanması yıllar sürecek.”

****

Tabii ki hepimizin gönlünden geçen depremzede vatandaşlarımızın hepsinin en kısa zamanda yeni yapılacak depreme dayanıklı evlerinde yaşamaya başlaması.

Ancak teknik olarak kısıtlarımız vardı ve bunu Muharrem Sarıkaya’nın (Habertürk) köşe yazısındaki hesabı aktarmıştım:

Sarıkaya “30 bin konut yapımı için gereken işçi sayısının 75 bin kişi olacağını; 1,8 Milyon m3 beton ve 432 Milyon kg demir gerektiği hesabını yazmıştı.  700 bin konut için gerekli olan insan gücü ve malzeme tutarını siz hesaplayın.

Zaten hükümet İzmir’de 5 bin konut vaadini de yerine getirememiş, iki yılın sonunda ancak 2 bin 245 konut teslim edebilmiş. Van depremzedeleri için 99’ar m2’lik 15 bin konutun yapımı 9 sene sürmüş.”

İnşaat Mühendisleri Odası Başkanı Taner Yüzgeç ise “TOKİ, siyasilerin açıklamasına göre, 20 yılda 1 milyon 170 bin, kendi verilerine göre 20 yılda 570 bin konut yapmış. Yıllık ortalamayı iki, üç katına çıkarsanız bile ancak bir yılda 100 bin konut yapılabilir” demişti.

Bu rakamlara göre, Erdoğan’ın vaadinin gerçekleşmesinin imkânsız olduğu anlaşılıyordu. Bunu Erdoğan bizden daha iyi biliyordu.

******************************

Malzeme ve İnsan Gücü Yetersiz

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığının verilerine göre, depremden etkilenen bölgede yapımı süren konutların sayısı 122 bine ulaştı… Bunların ne kadar sürede biteceğine dair bilgimiz yok.

Bu yüzden iki hafta önce “Yerinden Dönüşüm” adı verilen vatandaşın devletin katkısı ile kendi evini yerinde yeniden inşa etme projesi eklendi.

Müteahhitler Birliği Başkanı Erdal Eren’e göre bu kadar çok sayıda konutun bir yılda yapılması mümkün değil. Çünkü mevcut vinç, beton mikseri, beton pompası yetersiz. Bölgedeki tüm iller de dahil var olan kum ve çakıl ocaklarının üretimi bunu karşılayacak boyutta değil…

Daha önemli diğer sorun ise nitelikli inşaat işçisi ve ustası bulmak…

****

100 Milyar Dolar Gerekli

CB Erdoğan’ın bir yılda teslim sözünü verdiği binaların yapılmasını imkânsız kılan sadece altyapı ve insan gücü yetersizliği değildi. Bütçe imkanları da ciddi bir sıkıntı.

Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Mehmet Özhaseki, deprem bölgesinde yapılacak 680 bin konut ve 170 bin işyerinin maliyetinin 100 milyar dolar civarında olduğunu söyledi.

Özhaseki “İstanbul’dan müteahhitler arıyorlar, ‘ekipleri deprem bölgesine çektiniz ama biz burada usta bulamıyoruz. Günlük 1500 TL’ye çalışacak işçi bulamıyoruz…” dedi.

“6/2/2023 tarihli DEPREMLERİN yol açtığı ekonomik kayıpların telafisi için” Motorlu Taşıtlar Vergisi (MTV) iki katına çıkarıldı ve KDV, ÖTV vd vergi artışları yapıldı. 2022 toplam vergi geliri güncel kurla 87 Milyar dolar mertebesinde idi. Vergi artışlarından beklenen ilave gelir 30 Milyar dolar civarında.

******************************

Artçı Depremler Sürerken İnşaat Yapmak Riskli

Seçim öncesinde de deprem ve inşaat uzmanlarının bir sene sürmesi beklenen artçı depremler devam ederken yapılacak binaların güvenilir olmayacağına dair itirazları vardı.

Üstelik sadece bireysel konutlar değil bütün olarak şehirlerin yenilenmesi söz konusu idi. Yeni şehirler için İmar planları, ulaşım planları yapılması, risk haritalarının çıkarılması; hastane, park, ticarethane alanlarının planlaması gerekiyordu.

Erdoğan ve Bakanları “kaynak yaratacaklarını ve daha önce zemin etütleri yapılmış olan yerlerde yeni yerleşimlerin oluşacağını ve kullanılacak tekniklerle artçı depremlerin sakıncasının giderileceğini” söyleyerek “bir yıl içinde konutlar teslim edilecek” vaadini tekrar ettiler.

****

Depremin üzerinden 6 aydan fazla zaman geçti,  hala önemli büyüklükte artçı depremler devam ediyor. Bu arada seçimin üzerinden yaklaşık üç ay geçti.

Muharrem Sarıkaya deprem bölgesinde, bizzat kamu görevlileri de dahil uzmanlardan, şu cümleyi işitmiş:

“Özel yapım teknikleri uygulanmıyorsa, başlayan inşaatları bir süre durdurmamız daha faydalı olur…”

“Nedeni de açık, betonun artçı depremler nedeniyle sallanması, katılaşma sürecinde suyunun kaçarak kırılmaya müsait çatlaklar oluşturması.”

Muharrem Sarıkaya deprem bilimci Prof. Dr. Naci Görür’ün görüşünü de paylaşmış:

“Daha önce de uyardım. Son günlerde inşaat işine hız verileceğini söyleyenlerin sayısı arttı. Yapmayın, beton sallantıdan dolayı piriz oluşturmaz; demirle kaynaşmaz. Dünyanın hiçbir yerinde böyle durumda beton atılmaz. İleride yine problem çıkar…”

“Hatay, Diyarbakır’dan Hakkari’ye, Oradan Bingöl’e, Kayseri’ye, Adıyaman’dan Kahramanmaraş’a ve Hatay’a kadar kalan dikdörtgenin içinde gelin bir yıl süreyle inşaat yapmayalım…”

*******************************

Bu Kadarcık Yalan

Muharrem Sarıkaya’nın yazısından iktidara “artçı depremler bahanesine sığınarak zaman kazanın” mesajını verdiği kanaati edindim.

Erdoğan’ın “önemli olan seçimin kazanılmasıydı. Reis bir şekilde bu işin altından kalkar” inancında olan kesin inançlı taraftarları var.

Sosyal medyada gördüğüme göre, “Erdoğan’ın atomu parçaladığına, internet ve iletişimin bu sayede geliştiğine” inanan veya “Erdoğan’ın Hz. Peygamberin varisi olduğunu, soğan 500 TL’ye de çıksa Erdoğan’ı destekleyeceğini” söyleyenler var.

Bu kesin inançlıların haricindeki taraftarlar da “bu kadarcık seçim yalanlarını” önemsemezler. Yeter ki beş sene sonraki seçimlere kadar vaadin önemli bir kısmı yerine getirilebilsin.

Eğitim felsefemiz nasıl olmalı? Sosyolog Prof. Dr. SÜLEYMAN DOĞAN ile Eğitim Çıkmazından Kurtuluşun Yollarını Araştırdık.

Oğuz Çetinoğlu: Eğitim felsefemiz hakkında genel bir değerlendirme ile sohbetimize başlayabilir miyiz?

Prof. Dr. Süleyman Doğan: Bir ülkenin eğitim gerçeğinin temel zeminini eğitim felsefesi oluşturur; onun üzerine eğitim politikaları şekillendirilir; eğitim politikalarına dayanarak eğitim planlaması somutlaştırılır; eğitim planlamasıyla da eğitim uygulamalarına meşruluk kazandırılır.

Çetinoğlu: Eğitim kavramını nasıl açıklıyorsunuz?

Prof. Doğan: Eğitimi genel olarak ‘insanı terbiye etme sanatı’ olarak târif edebiliriz. Eğitim sâyesinde ve eğitim vasıtasıyla çocuklarda var olan düşünme kabiliyetini geliştirmek ve düşünmeyi alışkanlık hâline getirmek mümkün ve de gereklidir. 21. yüzyılın başlangıcında akıllara durgunluk veren baş döndürücü hızla ilerleyen iletişim teknolojileri çağında, bilgisayar, biyoteknoloji, nanoteknoloji, endüstri 4.0, 5.0, yapay zekâ, insan ve diğer canlıların genlerinin haritalarının çıkarılması gibi alanlardaki gelişmeler geometrik olarak diğer bilim alanlarındaki gelişmelere katkıda bulunmaktadır.

Çetinoğlu: Türkiye’mizde durum nasıl?

Prof. Doğan: Türkiye’nin, 1930’lardan 2023’e teşkilatlanmasını tamamlayıp belli bir yapıya kavuşturulan, eğitim ve gelişme amacını ve hedefini belirlemiş modern üniversite alanında maalesef neredeyse bir asır sonra bugün hâlâ istenilen büyük hedeflere erişilemediği görülmektedir. Bugün üniversitelerde çektiğimiz en büyük sıkıntılardan biri, geleceğin akademisyenlerini tanımada ve seçmede gösterdiğimiz zâfiyettir. Rakamla ifâde edilen verilere dayalı olarak yapılan akademisyen adayı seçimi, entelektüel birikimi ve kişinin yetişme tarzını tanımaya yetmemektedir. Mülâkat yoluyla alımlarda da suiistimaller maalesef bir başka zâfiyettir.

Çetinoğlu: Suiistimallerin öğretim-eğitim kurumlarına girmesi çok vahim bir hâdise. Çözümü nerede görüyorsunuz?

Prof. Doğan: Çağdaşlaşmanın ve gelişmenin doğru eğitim ve yetişmiş insan gücüne dayandığı açıkça ortada iken üniversitelerimiz hâlâ istenilen düzeyde değildir. Dünyâdaki gelişmenin motoru olan eğitim-bilim-sanat-teknoloji ve üretim alanında çağdan kopmamak için üniversitelerimiz günün ihtiyaçlarına göre yeniden tasarlanmalıdır.

Çetinoğlu: Yeniden yapılanma’ sık sık yaptığımız bir iş… Peki Efendim, Eğitim felsefesi kimin vazife alanında?

İdealsiz Fert Dağınıktır.

Prof. Doğan: Herkes eğitim felsefecisi rolünü oynar, oynamaya âmâdedir ve eğitim felsefesini verebileceğini düşünür. Bu yanlış algı hâlâ devam etmektedir. Bunun müsebbibi üniversitelerimizdir, alana, ihtisasa saygıyı dahi bir ölçüde hafife alan bilim anlayışımızdır.

Çetinoğlu: Çok feci. Peki Hocam hangi insan tipini yetiştirmemiz gerekir?

Prof. Doğan: Yetiştirilecek insan tipi, çağı çok iyi bilmenin yanında, kendimizi de bilmeyi gerektiriyor. Bu iki önceliğin muhassalası olmadan neyi, niçin yetiştirmemiz gerektiğini tâyin edemeyiz. Bu yüzden de imtihan sistemleriyle, personelin yer değiştirmesiyle, içeriğin değişimi, not sistemleri gibi tâli meselelerle uğraşırız. Halbuki bütün bunların değişmesi, öncelikle hedeflerin, yâni yetiştirilecek insan tipinin tâyinine bağlıdır. O değişmedikçe, diğer bütün belirleyicilerin değiştirilmesiyle hiçbir şey elde edilemez.

Çetinoğlu: Yanlış anlamadıysam, ‘Neye ihtiyacımız olduğunun belirlenmesi lâzım’ diyorsunuz…

Prof. Doğan: Eğitimde önemli bir unsur da ciddî ideallere sâhip olmaktır. İdealsiz bir fert, cemiyet ve devlet dağınıktır. El yordamıyla yürür ve önemli başarılara imza atamaz. Hattâ hayatta kalamaz. Bizim târihte güçlü ideallerimiz vardı ve onlar bizi bir dünyâ devleti hâline ulaştırmıştı. ‘Din ve devlet, vatan ve millet…’bunlar en yüksekte dalgalanan bayraktı. Fertler ve cemiyet bu değerlere gazilik ve şehitlik ruhuyla adanmışlık içerisindeydi.

Mevlânâ, ‘Sen anılması güzel olan söz ol. Çünkü insan kendi hakkında söylenilen güzel sözlerden ibârettir’ der. İyi anılacak insan yetiştirilmelidir. Ülkemizde hâlâ vefânın, kadirşinaslığın, fedakârlığın ne olduğunu bilenler mevcuttur.  Gerçekten bu, takdire şayan bir değerdir. Bu umut canlandırılmalı, bu damar beslenmelidir. Bu damarın gidip dayandığı ana kaynak medeniyetimizi inşa eden ruhtur. Yapılmak istenen, insanı, toplumu, millete, aileye kadar bütün yapımızı bu ruha dayalı olarak yeniden imar ve inşadır.

Çetinoğlu: Belirttiğiniz ruha dayalı yapı nasıl inşa edilebilir?

Prof. Doğan: Çocuklarımız için bir öz geçmişten ziyâde, öz gelecek tasarımı konusu üzerinde durmalıyız ve çocukların öz gelecek yazmasını teşvik etmeliyiz. Eğitim, Türkiye’nin en büyük problebi değil de, en büyük çözümü olarak görüldüğünde, neler üretilebileceği konusunda yeni açılımlara yönelebilmenin mümkün olacağı görülecektir.

Çetinoğlu: Gençlere belli hedefler gösterilmeli, ideal verilmeli, şuur kazandırılmalı.’ Diyebilir miyiz?

Eğitim Metodu

Prof. Doğan: Evet! Her millet tâkip edilen eğitim usulüne göre, ya yükselir ya da düşer. Toplum bilimleri, esas prensiplerini eğitim metotlarından alır. Milletlerdeki içtimâi görünüşler eğitim tarzlarının bir sonucudur. Hayat mücâdelesinde başarılı olan milletlerin üstünlük sebeplerini araştırırken, eğitim ve öğretimde uyguladıkları metotları dikkate almak gerekir. İyi bir tahsil, insanın yaratılışında olan kabiliyetlerinin gelişmesine, güzel ahlâkının güzelleşmesine ne kadar hizmet ederse, kötü bir tahsil de o nispette zarar verebilir. Okul, hayat için hazırlanmış münevver, faziletli ve şuurlu insanlar yetiştirmelidir. Milletler eğitimle kalkınır.

Çetinoğlu: Gdişâtı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Prof. Doğan: İnsanlar, geçmişte ve gelecekte yaşamayı tercih ederek, şimdiyi ziyan etme peşindeler. Geleceğin muhakkak surette cihanşümul bağlamda ele alınması fakat millî yorumlanması gerekiyor. Eğitimde kadim olanla güncel olanın dengesini sağlamalıyız. Eğitimdeki iyileşmeyi görmek için de en az bir nesil gerekiyor. En sık değiştirilen bakanların eğitim ve kültür alanlarında olduğuna bakılırsa bu iki alanın hâlâ problemli olduğu anlaşılıyor. Eğitim felsefesi dâhil sistem teorisi içerisinde eğitimi yeniden kurgulamamız gerekiyor. Eğitimin bütün alt sistemlerini ve bileşenlerinin birlikte senkronize olarak dönüşümünün yeniden inşa edilmesini ve bunların fizibilitesinin simülasyon modellerinin yapılması lâzım. Eğitimimiz, anaokulundan üniversiteye bu ruh, bu ideal ve dünya görüşüne istinâden yenilenmeli ve yeniden teşkilatlanmaya tâbi tutulmalıdır.

Çetinoğlu: Mevcut gidişâta bakıldığında çizilen hedefler çok büyük. Bu hedeflere ulaşacak gücümüz var. Akıllı tercihlerle ulaşmamız mümkün olur inşallah.

 Prof. Dr. SÜLEYMAN DOĞAN Yıldız Teknik Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü) Aksaray Üniversitesi Rektör Adayı. 1965 yılında Aksaray’ın Ortaköy ilçesi Devedamı (eski kasaba) köyünde doğdu. İlkokulu köyünde, ortaokulu Kırşehir ve Ortaköy’de ve lise öğrenimini Ortaköy lisesinde tamamladı. Ayrıca fark derslerini vererek İstanbul Küçükköy İmam-Hatip lisesini bitirdi. Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesinden mezun oldu (1988). 1995 yılında İngiliz Kültür’ün bursunu kazanarak İngiltere’de, Birmingham Üniversitesinde Politika ve Uluslararası İlişkiler alanında Master Programını tamamladı. Pedagoji alanında yaptığı çalışmalarla Pedagoji (Eğitim bilimleri) Doktoru unvanını aldı (1999). Yine çocuk ve aile eğitimi ve aile sosyolojisi üzerine yaptığı çalışmalarla Eğitim Sosyolojisi alanında doçent oldu (2012). Eğitim ve aile sosyoloji alanında yaptığı çalışmalarla YTÜ, Sosyoloji bölümünde profesör kadrosuna tâyin edildi. (2022).Devlet Planlama Teşkilatı Ulusal Ajans proje değerlendirmesinde bağımsız (AB) hakemi dış uzmanı olarak görev yaptı (2005–2008). Uluslararası Malezya Üniversitesinde (UM, Univercity Malaya 6 ay) misafir ve araştırmacı öğretim üyesi olarak bulundu (2008). Anabilim Dalı Başkanlığı ve YTÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdür Yardımcılığı yaptı. Sırasıyla Elazığ Fırat, Bolu İzzet Baysal, İstanbul ve Trakya Üniversiteleri Eğitim Fakültelerinde öğretim üyesi olarak çalıştı. 2009’dan beri Yıldız Teknik Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümünde Öğretim Üyesi olarak görev yapmaktadır. Özellikle rektörler üzerine yaptığı bilimsel makale ve kitaplarıyla bilinmektedir. Uzun yıllar çeşitli günlük gazete ve dergilerde muhabir, editör ve köşe yazarı olarak çalışmıştır. Gazeteci ve bilim insanı olarak 60 ülkeye seyahat etmiştir. Evli ve dört çocuk babasıdır. İleri düzeyde İngilizce, orta düzeyde Arapça ve Farsça bilmektedir. Üyelikler: Türkiye Yazarlar Birliği (1994-), Türk Felsefe Derneği (2008-), Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği (İLESAM, 2010-) ÜN-DER (Üniversite Öğretim Elemanları Derneği) üyesi, Telif Hakları Derneği, Bilim Teknoloji Derneği kurucu üyesidir (2016). 30’u uluslararası olmak üzere 100’den fazla ilmî (bilimsel) yayını vardır. Başta TÜBİTAK olmak üzere millî ve milletlerarası birçok kurum, kuruluş ve dergilere hakemlik ve ilmî jüri üyeliği yapmaktadır. Günlük Türkiye gazetesi başta olmak üzere, Yeni Şafak, Star, Yeni Akit, Yeni Birlik, Analiz ve İttifak gazetelerinde yazıları yayınlanmaktadır. Ödüller: Moldova, Gagavuz Özerk Cumhuriyeti Meclisi tarafından verilen devlet nişanı sâhibidir (2001). Çevre konusunda yaptığı çalışmalarıyla ‘Kelaynak Kuşları Zorda’ başlıklı çalışması, 2002; ‘Boğazlarımız Yolcu Geçen Hanı’ başlıklı çalışması, 2004), Uluslararası Çevre Olimpiyatları Projesi uluslararası çevre basın ve Jüri özel ödülü kazanmıştır. 2017 yılında Dünya Basın Mensupları Derneği tarafından “Rektörler Konuşuyor” başlıklı yaptığı söyleşiler ile yılın gazetecisi ödülünü aldı. Yayınlanmış Kitaplarından bazıları: Eğitimde Başarının Şartları (1998), Şimdiki Çocuklar Harika (2001), Çocuklar Küçük Bir Şey Değildir (2002), Mutlu Aile Mutlu Çocuk (2003), Başarıya Yürüyenler (2005), Varolmanın Yolunda Zengin Olmak (Editör, M. Uyar ve M. Çetin ile birlikte) (2005), Ailenin Aynası Çocuk (2006), Ailede Sevgi Eğitim (Editör) (2009), Mesnevi’den Pedagojik Telkinler (2013), Konuşmak Lâzım (C. Doğan ile birlikte 2015), Rektörlerin Gözüyle Üniversitelerimiz (2016), Hayatı Güzelleştiren Hikayeler (2020), 100 Soru Cevapta Eğitim Felsefesi (2020), Postmodern Medya (Editör, 2020), Rektörler Konuşuyor (2020), Koronaya 100 Mektup (2020), Profesörler Geçidi (2021), Sorularla Sosyoloji ve Eğitim Sosyolojisi (2021). 20 adet ilmî kitap bölüm yazarlığı, ayrıcı akademik bazı dergilerde hakemlik ve editörlüğü devam etmektedir.

Fazla Abartmayın

Aradan çok yıllar geçti. Fakat İlhan Kesici’nin (belki de daha siyasete atılmadan) Kocaeli MÜSİAD’daki konferansında, kendine has üslubu ile anlattığı fıkrayı unutmadım. Ne zaman mübalağalı (abartılı) bir övünme duysam aklıma gelen o fıkra şöyleydi:

Amerika’da yaşayan bir Türk bir nehir kenarındaki ormanlık alanda piknik yapmaktadır. Nehir kenarında oynayan 5-10 yaşlarındaki dört çocuk bir anda akan suya kapılarak sürüklenmeye başlar. Herkes çığlıklar içindeyken bizim Türk orada bulduğu kesilmiş bir ağaç gövdesini suya atar, çocuklara yaklaşıp onları ağacın üstüne alarak karaya çıkarır. Çocukları boğulmaktan kurtarır.

Bu olay sonrası ABD’de “kahraman” ilan edilir. Hayatının geri kalanında bu kahramanlık hikayesini anlattığı konferanslardan elde ettiği gelirle, geçim sıkıntısı yaşamadan ömrünü tamamlar.

Vefatından sonra ruhlar aleminde diğer insanlarla beraber hesap verme sırasını beklemektedir. Bu arada büyük kapının arkasındaki hesap verme mahallinde neler olacağını öğrenmeye çalışır.

Görevli meleğe hesap verme yerinde neler sorulduğunu, neler anlatması gerektiğini sorar. Melek O’na “dünyada yaptığın önemli iyiliklerini düşün ve onları anlat” der.

O da çocukları kurtarma hikayesini anlatıp “bu yaptığım iyilik hikayesi işe yarar mı?” diye sorar.

Melek “tamam tamam anlat da fazla abartma. Çünkü içeride Nuh peygamber de var” der.

*********************************

ERDOĞAN BU ENFLASYONLA BİLE ÖVÜNDÜ

Partili Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan icraatlarını, sonucu iyi de olsa kötü de olsa, övünçle anlatmayı seven ve bunlara halkı inandırmayı başaran bir politikacıdır.

Erdoğan yüksek enflasyonun halkımızı kasıp kavurduğu ortamda bile övünecek bir şeyler buldu.

“Son 21 yılın enflasyon ortalaması yüzde 15’in altındadır. Bu ortalama rakamın 1970’lerde yüzde 34, 1980’lerde yüzde 44, 1990’larda yüzde 74 seviyelerinde olduğunu unutmayalım. Bugün çok tartışılan enflasyon konusunda en büyük başarı bizim dönemimize aittir” dedi.

Bu övünmeyi yapabilmek için dünyadaki çoğu ülkenin yüksek enflasyon içinde olması gerekirdi. Oysaki dünyada birkaç ülke hariç, yıllık enflasyonu yüzde sıfır ile 10 arasında olan ekonomisi gelişmiş veya az gelişmiş devletler dolu. Hatta savaş halinde iken bile bizdeki enflasyonun dörtte birine bile ulaşmamış devletler var.

RTE biraz fazla abartmış değil mi?

Diyelim ki çok yüksek enflasyon devralıp bunu makul sürede tek haneli rakamlara düşürse, belki övünmeyi abartısız sayabiliriz. Mesela Brezilya’da solcu lider Lula da Silva Ekim 2022’de iktidara geldi. Aldığı rasyonel tedbirlerle (ortodoks yöntemlerle) Nisan ayında yüzde 12 mertebesinde olan yıllık enflasyonu yüzde 3,2’ye düşürdü. Merkez Bankası’nın bağımsızlığını sağladı, ekonomi çevrelerine güven veren bir programı uygulamaya başladı. Geçen yıl 91 Milyar dolar doğrudan yabancı yatırım alan Brezilya dünyada en çok yatırım alan 5. Ülke oldu.

Bir yanda Brezilya örneği var. Diğer tarafta dünyanın en yüksek enflasyonlu devletlerinden biri olmayı “başarmış” bir başkan.

Bizimki 5-10 milyar dolarlık Arap sermayesini çekmek için, milli onuru incitici U dönüşleri yapmakta olan ve ülkenin değerli varlıklarını haraç mezat satışa çıkarmış bir devlet başkanı.

Karnesi böyle zayıf olan Erdoğan’ın sözde “ekonomik başarısıyla” övünen sözleri için “abarttığını” söylemek herhalde fazla olmaz. Hatta çok naif bir değerlendirme olur.

*********************************

DOĞRU MUKAYESE

Erdoğan ülkeyi kendi yönettiği ilk on yıl ile mukayese etmek yerine istikrarsız dönemlerin on yılları ile kıyas yapmaya çalışıyor.

Bu kıyas birçok yönden haksız ve yanlış. Yaptığı yanlışları görüp düzeltmek istiyorsa kendisinin yönettiği ilk on yıl ile Cumhurbaşkanlığı Sistemine geçildikten sonraki yılları kıyaslamalıdır. Bu kıyaslamayı yaparsa durumun her geçen yıl gittikçe kötüleştiğini ve ülkeyi yönetemez hale geldiğini görecek.

Bir kere başarısız olduğunu söylediği eski on yıllarda uzun süreli iktidarlar mümkün olmamıştı. Buna rağmen devletin kurumları ve özellikle TÜİK (eski adı DİE) çok güvenilir bir kurumdu. Verdiği enflasyon rakamları da herkes tarafından doğru kabul edilirdi. TÜİK’in rakamları diğer kurumların  (mesela İTO) yayınladığı enflasyon oranları ile uyumlu olurdu. Gerçek enflasyon rakamları ile geçen on yıllar mukayese edilse Erdoğan mahcup olur sanıyorum.

Eskiden TÜİK’in verdiği enflasyon oranları civarında verilen maaş artışları ile alım gücü korunabilirdi.

Erdoğan “Tek adam” gücüne ulaştıktan sonra, devlet kurumlarına ve bilhassa TÜİK’e güven kalmadı. Hiç kimse TÜİK’in enflasyon rakamlarına inanmıyor. TÜİK’in enflasyon rakamları ile İTO ve ENAG’ın rakamları arasında uçurum var. Aslında TÜİK enflasyonunun üzerinde zam verildiğinde dahi ücretlilerin alım gücünün düştüğünü biliyorlar. Bu yüzden ilave olarak “seyyanen” zam yaptılar. Yine de alım gücü düşmeye devam ediyor.

AKP iktidarı devraldığında Kemal Derviş reformlarıyla ekonomi rasyonel bir zemine oturtulmuştu. Merkez Bankası’nın bağımsızlığı sağlanmış, güçlü bir bankacılık alt yapısı oluşturulmuş ve AB hedefiyle uyumlu hukuk düzenlemeleri yapılmıştı. Bunların sayesinde yabancı sermayenin yatırım için tercih ettiği ülkelerden biri olmuştu.

Şimdi ekonomistler Kemal Derviş’in “Türkiye’nin Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” gibi bir programa ihtiyaç olduğu kanaatinde. Ekonomiden sorumlu Bakan Mehmet Şimşek ve Merkez Bankası Başkanı Hafize Gaye Erkan’ın da böyle bir program uygulamak istediği anlaşılıyor.

CB sistemine geçtikten sonra, 3 Sayılı CB Kararnamesi ile Cumhurbaşkanına ‘sınırsız’ atama yetkisi verilerek Merkez Bankası’nın bağımsızlığı sona erdirilmişti. Şimdi enflasyonla etkili bir mücadele için yeniden Merkez Bankası’na bağımsızlık verilmesi gerekiyor.

Mehmet Şimşek’in “yapısal reformlar” için elinin serbest olması lazım.

Ama bunlar için Erdoğan’ın mevcut yetkilerinden vaz geçmesi gerekiyor ki, bunu yapacağına inanan pek yok.

Ötüken Neşriyat’tan Üç Kitap

1-Türklerde Arkadaşlık

Türklerin târihini 1071 Malazgirt Zaferi ile ve hattâ 1920’de kurulan Cumhuriyet’le başlatanlar kabul etmeseler bile, aziz ve necip milletimiz, kimilerine göre 40.000, kimilerine göre 6000 yıldır târih sahnesindedir. Irak’ın Güneyinde, Güney Mezopotamya’da, yerleşik düzen hayatı yaşayan Sümerlerin Türk olduğu artık genel kabul görmüştür. ‘Sümerler, fî târihinde Ankara’ya geldiler ve Sümerbank’ı kurup gittiler’ diyenler, yerleşik ve üst seviyede medeniyet oluşturmak içiin sonra da banka kurmak için ne kadar zamana ihtiyaç olduğunu nereden bilecekler? Onlar muhtemelen Sümerolog Prof. Dr. Muazzez İlmiye Çığ ismini bile duymamışlardır.

Asya’nın doğusundaki Kadırgan Dağları’ndan, batısındaki Ural Dağları ile Hazar Denizi’ne kadar, kuzeyde Sibirya’dan güneyde Çin, Tibet ve İran’a kadar uzanan bölge, Türklerin ilk anayurdudur. Bu bölgeye coğrafyacılar ‘Orta Asya’ adını verdiler. Buradan üç kıtaya, Avustralya’yı da dâhil edersek dört kıtaya yayılan insanların dostluk ve arkadaşlık ilişkilerinden güç aldıkları şüphesizdir.

Bahtiyar Murat Aras, 13,5 X 21 santim ölçülerindeki 245 sayfalık eserinde bu ilişkinin kökenine iniyor. Kitabın arka kapak yazısında bu kavram hakkında şu bilgiler veriliyor:

Türk kültüründe kan kardeşliğinden başlayarak, musâhip kardeşliğine kadar asırlar boyunca devam eden kardeşleşme törenlerinin sosyolojik, kültürel ve dinî kökleri tek tek incelendiğinde bu uygulamaların bütününe bir anlam kazandırmak mümkün olacaktır. Zira musâhip kardeşliği iki kişi arasında olan basit bir bağlılık akdi değildir. Bu, derin sosyokültürel temelleri olan ve bir milletin hayatiyetini devam ettirmesiyle de alâkası bulunan çok fonksiyonlu bir müessesedir. Ona bu açıdan bakıldığındadır ki ancak bütün olarak Türk millî kültüründe oynadığı fonksiyonu kavramak mümkün olabilecektir.

Musâhipliğin sosyokültürel temellerine inildiğinde Türklerin yaşadıkları coğrafyayla olan münâsebetlerini tahlil etmek gerekmektedir. Pek de verimli olmayan bir bölgede yaşamaları, varlık ve birliklerini devam ettirebilmek için dâima güçlü ve teşkilatlı olmak mecbûriyetinde bulunmaları, onları birbirlerine kuvvetli bağlarla bağlanma ve bunu dâimi kılmaya zorlamıştır. Nitekim Türklerdeki bu sıkı bağlılık ihtiyacı kendisini bir esnaf teşkilâtı olan ahîlikte de göstermiştir. Yâni onlardaki bu kardeşlik teması sosyal, kültürel, siyâsî ve dinî olmak üzere birçok sâik tarafından zarûri kılınmıştır. Dolayısıyla bu müessesenin bilhassa merkezin uzağında yaşayan Alevî-Bektâşiler arasında yaygınlık kazanması sebepsiz değildir. Musâhip kardeşliğine bir törenle dâhil olunması da onun müesseseleşmesini sağlamıştır. Bu müesseseleşme zarûreti onu kan kardeşliği ve benzerlerinden daha ileri bir safhaya taşımıştır. Böylece ulaşılan safha sosyal ve kültürel bütünleşme safhasıdır.

BAHTİYAR MURAT ARAS:  26 Ağustos 1969 târihinde Kahramanmaraş’ta doğdu. İlk, orta ve lise tahsilini Kahramanmaraş’ta tamamladı. Aynı yıl İstanbul Üniversitesi (İ.Ü.) Eczacılık Fakültesi’ne başladı. 1994 yılından bu yana serbest eczacı olarak çalışmaktadır. Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Târih Bölümü’nde ‘Doğu ve Güneydoğu’da Kürt Ayaklanmaları (1908-1939)’ adlı teziyle yüksek lisansını bitirdi. Ocak 2017’de Nevşehir Hacı Bektâş-ı Veli Üniversitesi Târih Anabilim Dalı’nda ‘Pazarcık Türkmen Alevileri’ adlı teziyle doktorasını tamamladı. Türk-İslâm târihi ve Türk kültür târihi üzerine araştırmalarına devam etmektedir. ‘Selçuklu ve Osmanlı’da Din ve Devlet İlişkisi’, ‘İkinci Meşrutiyet Döneminde İttihatçı Basın’, ‘Aleviler Gözünde Sünnilik’, ‘Maraş Alevilerinde Halk İnanmaları’ ‘Selçuklu Devleti’nin Yıkılışında Maraş Bölgesinin Rolü’, ‘Türklerin İslamlaşma Süreci’, ‘İranlı Şiîlerin Safevilere Bakışı’, ‘Musâhip Kardeşliğinin Doğuşunda Şah İsmâil’in Rolü’ adlı makaleleri bulunmaktadır. Türk Ocağı Kahramanmaraş Şubesinde yöneticilik yapmış, Türk kültür târihiyle alâkalı çeşitli seminerler vermiş ve hars heyetinde görev almıştır. Atıcılık trap branşında millî sporcudur. Kahramanmaraşspor yöneticiliği yapmıştır. Galatasaray Spor Kulübü kongre üyesidir. İ. Ü. Sosyoloji Bölümü 3. sınıf öğrencisidir. 2015, 2017, 2019 ve 2021’de dört defa Kahramanmaraş Eczacı Odası başkanı seçilmiştir. Halen bu görevine devam etmektedir. İyi derecede İngilizce bilmektedir. Evli ve beş çocuk babasıdır.

2-Bir Göç Ne Bırakır Ardında

Edebiyat-Sanat Dergisi Yönetmeni, şâir ve yazar Nâzım Payam, 12 X 19,5 santim ölçülerindeki 215 sayfalık, deneme türündeki eserinin bir sayfalık ‘Sunuş’ yazısında; insanlığın hazin tecellisi ‘Göç’ hakkındaki düşüncelerini sunuyor.

John Steinbeck, Gazap Üzümleri isimli eserinde anlattığı göç mâcerâsı 1930’lu yılların sonunda yaşanmıştı. 1944’te yaşanan Balkan ve Kırım Türklerinin ve Ahıskalı Türklerin göçlerine âit romanlar yazılsa, filmler çevrilse, Gazap Üzümleri, sıradan bir roman hâline dönüşürdü. Günümüzde Doğu Türkistan Türkleri için de aynı sözler söylenebilir.

Türk edebiyatının tanınmış şâirlerinden biri olan Rıza Tevfik Bölükbaşı’nın sürgünde olduğu dönemde yazdığı ‘Uçun Kuşlar Uçun Doğduğum Yere’ başlıklı şiiri de vatan hasretini dillendirdiği için göç şiiri sayılır.  

Hakîkatte her insanın yaşadığı mekân gurbet, encâmı göçtür.  Bütün insanlar bu hakîkati idrak edebilseler, dünyâmız âsûde bir bahar ülkesine dönüşmüş olurdu. 

Şâir ve edip Nâzım Payam’ın eserine dönersek efendim, ‘Bizim Sınırları Türküler Çizer’ başlıklı yazısında ‘Göç’lerin ardında kalanları duygu yüklü kelimelerle anlatıyor:   

Nisan ayı başlarındaydı, Türkiye Yazarlar Birliği’nin 40. yılı dolayısıyla düzenlenen ‘Edirne’den Mostar’a Kültür Kervanı’na dâvet edildim. Yola koyulduğumuzda ‘Kültür Kervanına katılan arkadaşlar gezimizle ilgili yazı hazırlayacaklar’ şartına riâyet bâbında Nâzım Payam’ın yazdıkları:

Osmanlı’nın Balkanları fetih yıllarına ve yaklaşık beş yüz elli yıllık egemenliğine giremeyeceğim. Onun Balkanlardaki bayındırlığına şâhit yolları, vakıf eserlerini; hanları, hamamları, konakları gösteremeyeceğim. Hatta yer yer minâreler çevresinde birbirine sığınmış Türk evlerinin mimârî hüznünü hissetmekten kaçınacağım. Yeşil ulu dağların kuşlarıyla, Sinanî köprülerin kemerleriyle ve yönümüzü umursamayıp sürekli yanık bağrımıza doğru akan ırmaklarla devam ettirilebilir ilişki kuramayacağım. Yazık ki Türklüğün nişanı harâbe türbelere, zamana terkedilmiş saat kulelerine, Fâtiha bekleyen kırılmış mezar taşlarına, birkaç sanat eserine üzülmekle kalacağım.

Elinde bastonu, yol kenarında sessizliğe gömülmüş Müslüman ihtiyarın, pencere perdesini aralayıp bakan ninenin tablosunu çizemeyeceğim. Hele geçtiğimiz câmi ve dernek önlerinde bize el sallayan öz yurdunda gurbete düşürdüğümüz bacıların, kardeşlerin, yeğenlerin yürek uğultulusunu veya Yunus Emre Enstitülerindeki sıcaklığı aktaramayacağım.

………………….

Fakat Osmanlı Devleti’nin bir Balkan devleti oluşunu asla ve kat’a unutmayacağım.

Şimdilik bu bana yeter.

Eserde; Memduh Şevket Esendal, Erkan Oğur, Yusuf Öztürk, Beyhan Kanter, Metin Önal Mengüşoğlu, Fâruk Uysal, Ömer Küçükmehmetoğlu, Tamer Namlı, Suut Kemal Yetkin, Ahmet Tevfik Ozan, Mehmet Âkif Ersoy, Yunus Emre, Dücâne Cündioğlu, Fuzûlî Bayat ve Bizim Külliye Dergisi hakkında yazılar yer alıyor.

Bir Kurşuna İki Damla Gözyaşı’, ‘İnsan Nasıl Okunur’, ‘Yazarın Yazdığı, Çevirmenin Çevirdiği’, ‘Yaşamanın Darlığı’, ‘Edebiyatta Başkasını Anlatmak’ ve ‘İnsanı Var Eden Hikâyesidir’ başlıklı yazılar dikkat çekiyor.

NÂZIM PAYAM: 1955 yılında Elazığ’da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini aynı ilde tamamladı. Balıkesir Necati Bey Eğitim Enstitüsü Türkçe ve Eskişehir Anadolu Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi. Yurdun çeşitli yörelerinde öğretmenlik yaptı. Türk Edebiyatı, Türk Dili, Kültür Dünyası, Dergâh, Mahalle Mektebi, Ay Vakti ve Harput Çırası gibi kültür-sanat- edebiyat dergilerinde şiir, deneme ve eleştirileri yayımlandı. 2013 yılında ‘Ses ve Yaz’ isimli eseri ESKADER ve Türkiye Yazarlar Birliği tarafından yılın deneme kitabı olarak ödüllendirildi. 1999’dan beri Elazığ’da yayını devam eden sanat-edebiyat dergisi Bizim Külliye’nin genel yayın yönetmenidir. Yayımlanmış Eserleri: *Şehrin Eylül Tarafı (Deneme), *Ses ve Yaz (Deneme), *Ateş Islağı (Şiir), *Sılası Türkçe (Deneme), *Yalnızlık Risâlesi (Şiir), *Hatırlamak Ömrü Uzatıyor (Deneme).

3-Edebiyatımızda Unutulanlar Ve Kaybedenler 2

Taner Ay, eserinin ‘Takdim’ yazısında, kitabının birinci cildi ile ilgilenenler, hakkında yazanları, kitapla alâkalı röportaj yapanları belirttikten sonra; haftalık ve aylık olarak kitap ekleri veren bir kısım gazetelerde; ‘Edebiyatımızda Unutulanlar ve Kaybedenler’ hakkında tek satır olsa bile bahsedilmediğinden şikâyet ediyor. Bunun sebebinin görmemekten ve duymamaktan kaynaklanmadığını belirtiyor. ‘Onlar, kitabın Ötüken Neşriyat’tan yayınlanmasını, bilinçli ve kasıtlı bir yok saymaya dönüştürmüşlerdi’ dedikten sonra şöyle devam ediyor:

Edebiyatımızda Unutulanlar ve Kaybedenler’i yok sayan arkadaşların 80 öncesinin değerleriyle ve söylemleriyle zamanda kaybolduklarını söylemek, onları hafife almak olur. Çünkü bir kısmının okumadıkları ve diyalektik düşünemedikleri muhakkaktır ama, çoğu ‘ideolojik’ görünmelerine rağmen aslında ruhlarını kapitalizme satmış olan simsarlardır. Bildiğiniz gibi, ‘kültür’ denen üst yapının muktedirleri tarafından açılan her ‘büyük’ yayınevi, editörlerden, eleştirmenlerden, gazetecilerden, reklamcılardan, fotoğrafçılardan ve halkla ilişkiler uzmanlarından bazılarını ‘satın alarak’ onlardan kapitalist pazar için bir ‘simsarlar çetesi’ oluşturuyor. Bu simsarların görevi, kapitalist pazara ‘iyi yazar’ veya ‘iyi kitap’ kazandırmak değildir, arza ve talebe göre ‘edebiyat yıldızı’ ve ‘başarılı kitap’ îcat etmektir. Kapitalist pazarda, edebiyat yıldızları ve onların yazdıkları, gündemi ne kadar fazla değiştirip yayıncılarına ne kadar fazla kazandırırsa, o kadar ‘başarılı’ sayılıyor. Simsarların yuvalandıkları gazetelere ve dergilere bir bakın, hiçbirinde üç beş ‘büyük’ yayınevinin dışındaki yayıncıların kitaplarını bulamayacaksınız. Ancak, bizim kapitalist edebiyat pazarımızın bile genellikle ‘Şark işi’ işlediğini de unutmamamız gerekiyor. Pazarın simsarları birer acımasız kapitalist olmalarına rağmen, onların kasım kasım kasılarak ‘ideolojik’ takılmaları yok mu, sâdece yayınevlerini ve yazarları değil, kitapları bile dışarıda bırakmalarının ‘Şark işi’ vesilesi oluyor.

Kapitalist edebiyat pazarının ahlâkî değerleriyle ve vefâsızlığa dayalı kurallarıyla ‘savaş hâlinde’ olduğumuzdan, ‘Edebiyatımızda Unutulanlar ve Kaybedenler’in yeni cildlerini çıkarmaya devam ediyoruz. Bir aksilik çıkmazsa, Edebiyatımızda Unutulanlar ve Kaybedenler, önümüzdeki yıl da üçüncü cildiyle elinizde olacak.

Unutulanlar ve Kaybedenlerin listesi:  (Alfabetik sıralama ile)

Abdülhalîm Memdûh, Abidin Behpur Tapaner, Ahmed Vefâ, Celâl Sılay, Coşkun Büktel, Emin Ersoy, Ender Sarıyatı, Hasan Basri Alp, Hilmi Büyükşekerci, İhsan Ünlüer, Kaya Canca, Kemal Râgıp Enson, Mehmet Lütfullah Erişçi, Muzaffer Hacıhasanoğlu, Müstecâbizâde İsmet, Niyazi Akıncıoğlu, Pembe Marmara, Safvet Nezihi, Said Naum Duhanî, Sefer Aytekin, Selâhattin Karakayan, Suphi Taşhan, Süleyman Ali Uluçamgil, Şehâbeddin Süleyman, Zühtü Bayar,

TANER AY: 1957 yılında Bafra’da doğdu. Anne ve babasının eğitimci olmaları sebebiyle ilk ve orta öğrenimini, Kızılcaham, Siirt, Erzincan ve İstanbul gibi il ve ilçelerde tamamladı. Fenerbahçe Lisesi’nden mezûn olduktan sonra hukuk okudu. Otuz beş yıl boyunca bazı kurumlarda cezâ avukatlığı vaptıktan sonra emekli oldu. 1982 yılından başlayarak, Yarın, Edebiyat ’81, Üç Çiçek, Stüdyo İmge, Çalıntı, Düşler, Vapur ve Pathos gibi dergilerde, sinema, müzik ve edebiyat üzerine yazdı. Üç Çiçek ve Çalıntı dergilerinin kurucu ısimlerindendir. Pathos dergisinin yayın kurulunda olup, Kalabalık Cadde’de ve Karar gazetesinde kültür târihine ilişkin yazıları yayımlanıyor. Yazarın, Vesikalık Fotoğraflar, Becerikli Bozguncu Riminili Federico Fellini, Rock ve Şiddet, Metruk Zamana Seyahat, Marsyas’ın Cesetleri, Astigmat Bakışlar, CinemaScope Kadınlar & CinemaScope Erkekler ve Yeşilçam Sokağı Fotoğrafları isimli eserleri bulunmaktadır.

ÖTÜKEN NEŞRİYAT A. Ş. 

İstiklal Caddesi, Ankara Han Nu: 63/3 Beyoğlu 34433 İstanbul Telefon: 0.212- 251 03 50

Belgegeçer: 0.212-251 00 12 e-Posta: otuken@otuken.com.tr  www.otuken.com.tr 

Berlin’de LGBT Etkinliği

22 Temmuz’da başlayan tatilimiz için ailemle beraber Berlin havaalanına indik. Buradan kiraladığımız bir otomobil ile önceden rezervasyon yaptırdığımız otelimize gitmeye çalıştığımızda bir sürprizle karşılaştık.

Otele giden bütün yollar polis tarafından trafiğe kapatılmıştı. Navigasyonun gösterdiği tüm alternatif yolları denememize rağmen otele ulaşmamız mümkün olmadı. Bu sırada yolların trafiğe kapatılma gerekçesinin LGBT’lilerin yürüyüşü olduğunu öğrendik.

Mecburen uygun bir park yerine arabayı koyup şehir içinde gezinmeye çalıştık.

Bir yandan da “Bir avuç LGBT’ci için bu kadar yol trafiğe kapatılır mı?” diye söyleniyorduk. Ama hiç de küçümsenmeyecek boyutta bir etkinlik olduğunu zaman içinde anlamaya başladık.

Üstü açık onlarca otobüs veya kamyon üzerinde gökkuşağı renkli flamalar taşıyan binlerce kişi müzikli şamatalı bir geçiş yaptılar.

Gezindiğimiz her yerde gökkuşağı renklerinin hâkim olduğu ilginç kıyafetleri giyen LGBT üyeleri veya destekçilerinin sayısı çok fazlaydı.

Üstelik ünlü markaların da LGBT hareketine destek için kendi logolarını bu renklerle yazması da ilginçti. Birçok işyerinde gökkuşağı renkli flamalar asılıydı. Bu durum bir hafta boyunca devam etti. (Ünlü marka ve firmaların verdiği desteğin örneklerini Bremen ve Kopenhag’da da gözlemledik.)

Akşam olmadan bir şekilde otelimize vardıktan sonra zamanımızı değerlendirmek için tarihi Brandenburg Kapısı’na giden bulvara (17 Haziran Caddesine) çıktık. Meğer akşam ve gece için düzenlenen esas etkinliklerin merkezi tam da buralarmış.

Tarihi Brandenburg Kapısı önüne büyük bir konser sahnesi kurulmuştu. Bulvar bayram yeri gibi rengarenk ve alabildiğine kalabalıktı. Aykırı tipler ve eşcinsel davranışlar içindeki binlerce insanın yarattığı atmosfer bizler için çok sıra dışı idi.

Bulvar boyunca kılık kıyafet ve davranışlarıyla dikkat çeken binlerce LGBT’cinin kullandığı alkol ve uyuşturucu kokusundan epey rahatsız olduk. Zaten yorgun da olduğumuzdan gecikmeden otelimize döndük.

Ancak sonradan basından öğrendiğim kadarıyla Almanya’nın çeşitli şehirlerinden gelenlerle birlikte etkinliğe 500 bin kişi civarında bir katılım olmuştu.

Berlin’de 45’incisi düzenlenen, “Christopher Street Day” (CSD) olarak tanınan, bu “Onur Yürüyüşü”ne katılanların sayısının yüzbinlerce olduğu, etkinliğe Federal Meclis Başkanı ile Berlin Eyalet Başbakanın da katılarak açılışı yaptıkları yazıyordu.

Ertesi günü aynı yoldan Brandenburg Kapısı’na tekrar geldik. Sahne sökülüyordu. Devamında Tiergarten adlı çok güzel ve geniş parkın içinden Berlin Zafer Sütunu denilen anıta kadar yürüdük. Bütün yol boyunca dün geceden kalan çoğu bira şişe ve kutuları olmak üzere çeşitli yiyecek ambalajlarının bir kirlilik yaratıyor olması Almanya’ya yakışmıyordu.

Çok sayıda ilave çöp kutuları konulmasına rağmen hepsi de dolmuş, taşmıştı. Belediyenin Pazar günü güçlü bir temizlik operasyonu yapmamasına şaşırdık. Bizim milyonluk mitinglerden sonra sabaha meydanları tertemiz hale getiren belediyelerimizin kıymetini anladık.

***************************

Almanya’da LGBT Hakları

Bir tesadüf eseri 45 yıllık geleneği olan “LGBT Onur Yürüyüşü” etkinliklerine kısmen tanık olunca kısa bir araştırma yaptım. Almanya’da LGBT’nin tarihçesi kısaca şöyle:

Alman İmparatorluğu döneminde 1871’den itibaren (hatta daha öncesi Prusya Krallığı döneminde de) yasal olarak eşcinsel ilişki yasaktı.

Alman Ceza Kanunu’nun erkekler arası cinsel ilişkiyi yasaklayan 175. maddesi, uygulanmaya başlandığı 1871’den, 1994’te feshedilmesine kadar aşağı yukarı 140 bin erkeğin hüküm giymesine neden oldu.

Buna rağmen 1. Dünya Savaşı sonrasında Almanya, heteroseksüel olmayan ya da cinsiyet uyumsuzluğu gösteren kişilere ait dünyanın en canlı topluluğuna sahipti. Çok ciddi bir eşcinsel ve lezbiyen alt kültürü oluşmuştu.

Nazi dönemi boyunca eşcinseller, nasyonal sosyalizmin ırksal ideallerine aykırı sayıldı. Bu döneme dair kaynaklarda eşcinsel barların ve kulüplerin kapatıldığı, bu alanda yazılmış tüm belge ve kitapların Naziler tarafından yakıldığı söylenmekte. 1933-45 yılları arasında 100 bin erkeğin eşcinsellik şüphesi ile tutuklandığı, 50 bininin hüküm giydiği, yüzlerce erkeğin mahkeme kararı ile kısırlaştırıldığı ve birçoğunun da akıl hastanelerine yatırıldığı bilgileri yer almakta.

Nazi döneminden sonra bu baskılar kalksa da eşcinsel ilişkiyi yasaklayan kanun 1994’e kadar yürürlükte kaldı.

2002’de Alman Parlamentosu, Nazi dönemi boyunca 175. madde doğrultusunda hüküm giymiş tüm eşcinsellere af getiren bir yasayı kabul etti.

Almanya’da yaşayan eşcinsellere günümüzdeki uygulama eşitlik ve tolerans yönündedir. Eşcinselliği hedef alan herhangi bir yasa yoktur. İş verme ile iş yeri dallarında ayrımcılık karşıtı yasalar uygulanmaktadır.

Almanya’da eşcinsellerin evlenmesi kanunen mümkün değildir. Fakat 2001’den beri, isteyen aynı cinsten Alman vatandaşları için, evlilik haklarının çoğunu barındıran “tescil edilmiş eşcinsel hayat ortaklığı” şeklinde bir statü kabul edilmiştir. (Hollanda’da, Belçika’da ve İspanya’da eşcinseller, “evlilik birliği” kurabilmektedirler.)

***************************

Değerlerimizi De Birliğimizi de Koruyalım

LGBT konusu seçim meydanlarında bir propaganda konusu olmayacak kadar ciddi bir meseledir.

Prof. Dr. Zeki Bayraktar Türkiye’deki LGBT oranının yüzde 4 olduğunu söylüyor. Ülkemizde LGBT vatandaşların sayısında gözle görünür bir artış olduğu açıktır. Bu artışın ne kadarının kalıtımsal ne kadarının özenti sonucu olduğunun araştırılması gerekir.

Hukukumuzda “yetişkinler arası rızaya dayalı heteroseksüel veya eşcinsel ilişkiler” suç olarak tanımlanmamıştır. (Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti dahil olmak üzere Türk Hukuk tarihinde eşcinselliği yasaklayan veya cezalandıran hukuki bir düzenlemeye yer verilmemiştir.)

Yargıtay 2015 yılına kadar eşcinsel veya çoklu cinsel ilişkileri “doğal olmayan yoldan cinsel ilişki” olarak “müstehcenlik suçu” kapsamında değerlendirip cezalandırırken, sonraki tarihli kararlarında bu görüşünden dönmüştür.

Halen yurtdışı ile irtibatlı olan büyük şirketlerimiz eşcinsel kontenjanları oluşturarak bu eğilimde elemanlar istihdam etmektedirler. Bunu “her türlü ayrımcılığa karşı, eşitlik kuralına ve insan haklarına saygılı birer şirket” olduklarını kabul ettirebilmek için yapmak zorunda kalmaktadır.

Toplumda var olan bir olguyu görmezden gelemeyiz. Akıl ve bilim ışığında, toplumun değerlerini ve “toplumun cinsiyet normlarına uymayan bireylerin”  aidiyet duygusunu koruyacak çözümler üretmek, hepimizin özellikle de devleti yönetenlerin görevidir.

Sivil Anayasa, Başörtüsü ve LGBT

Türkiye’de bazı kanunları sık sık değiştirmeye gerek var anlaşılan! Mesela, İhale Kanunu. Biraz abartarak, her büyücek ihale için yeniden yazıyoruz diyebiliriz. Hani bazı üniversiteler sözde eleman arama ilanlarında, neredeyse alacakları kişinin ad ve soyadının baş harflerini gereklilik diye yazıyorlar ya… Onun gibi. Yalnız onlar ilan. Bunlar kanun.

Bazı kanunlar da pek az değişiyor. Mesela Tababet ve Şuabatı Sanatlarının Tarz-ı İcrasına Dair Kanun, ağır kanunlardan. Başlığından da belli. Ta 1928 tarihli. Gerçi birkaç maddesi değişmiş. Mesela, birinci madde; “Madde 1 – Türkiye Cumhuriyeti dâhilinde tababet icra ve her hangi surette olursa olsun hasta tedavi edebilmek için Türkiye Darülfünunu Tıp Fakültesinden diploma sahibi olmak ve Türk bulunmak şarttır.” iken 2014 yılında yapılan değişiklikle bugünkü hâlini almış: “Madde 1 – (Değişik: 11/10/2011-KHK-663/58 md.) Türkiye Cumhuriyeti dâhilinde tababet icra ve her hangi surette olursa olsun hasta tedavi edebilmek için tıp fakültesinden diploma sahibi olmak şarttır.” Görüldüğü gibi sadece “Türk” çıkarılmış. Türk Üniversiteleri dediydi, demediydi tartışmasına girmemek için sadece küçük harfle “tıp fakültesi” denmiş. Kaç anayasa, kaç ihale kanunu görmüş bu Tababet ve Şuabatı kanunu!

Hızlı kanunlar, yavaş kanunlar

Şimdi bakınız: Bir uçta Tababet ve Şuabatı Sanatlarının Tarzı İcrasına Dair Kanun, diğer uçta ihale kanunu. Birincisi çok ağır değişen kanun örneği, ikincisi sık sık değişen. Herhâlde, tıp, 1928’den beri pek az değişmiş. Mesela, tıptaki değişiklikler Türkiye’deki hekimlerin Türk olma gereğini ortadan kaldırmış. Fakat başka yönler eskisi gibi. Hacamat, Galen, safra, balgam aynen devam. 

Şimdi değiştirilmesi, hatta baştan yazılması konuşulan bir kanun daha var: Anayasa! Halkımıza sivil bir anayasa borçlu olduğumuz söyleniyor. Ben muhtemelen halktan kopukum. Okuyucularım lütfen yardımcı olsun. Siz sokakta, çarşıda, pazarda, bargâhta ve dergâhta, “Ahhh bir sivil anayasamız olsaydı. Nasıl ayağımız suya ererdi.” diye çırpınan halkımızı gördünüz mü? Gördüyseniz lütfen bana haber veriniz. Ben arıyorum ama bir türlü bulamıyorum. 

Sivil anayasa askerî anayasa

Anayasa değişikliğine nasıl başlarsınız? İsim vererek tabii. Reklamıyla, algı mühendisliğiyle başlamak lazım. Öyle bir ad bulalım ki itiraz edecekler baştan suçlu hâle düşsün. Baş Örtüsü Anayasası? Yok artık! LGBT anayasası? Iıh. Muhalifler, bunlar insanların başıyla, “saçıyla” uğraşıyor derler. Olmaz. “Sivil Anayasa?” Hah! Ne yani, muhalefet edene darbeci deriz ha! Meselenin yüzde ellisi bu etiketle hallolur. 

Sivil anayasa ne demek Allah aşkına? Sivillik olsa olsa anayasanın değil de anayasayı yapanların özelliğidir. Dolayısıyla anayasanın nasıl olacağına dair bir işaret taşımaz. Doğrudur, 1924, 1960, 1980 hepsi meclisçe yapıldı ama yönetimde askerlerin ağırlığı vardı. Demek ki askerden tecrit edilmiş bir anayasa olmalı. Öyle mi? Aslına bakarsanız bizim devlet de sivil değil. Yani 1071’de Anadolu’da egemenlik kuran Alparslan ve arkadaşları sivil miydi? Bizim dinbazlar ondan da “rejim” falan diye bahsedebilirler. Tıpkı Atatürk ve arkadaşları gibi. Osman Bey de Orhan Bey de elde kılıç ordulara kumanda eden insanlardı. Hazır sivil anayasa derken devleti de yeniden kuralım. Sivil devlet olsun. Böylece 100 yıllık reklam arası gibi 1000 yıllık reklam arası da bitsin. O devlet nasıl sivil olur? Ben sivil anayasa nedir bilmediğim gibi bunun cevabını da bilmiyorum. Ama birinciyi isteyenler ikincinin nasıl olacağını da bize söyler. 

Başörtüsü serbestisi anayasaya da konulacak! Gerçi yasak olmayan şey serbest olduğuna göre buna neden gerek duyuluyor bilmiyorum. Ha, muhalefet eden olursa “Sen benim başörtülü bacımın!..” diye susturma silahı için mi? Mükemmel bir koçbaşı.  

Bir hukukçu arkadaşım bana anlatmıştı. Bir ülkede anayasa vardır ama icraat, anayasa ile yapılmaz. O anayasaya göre kanunlar çıkarılır. “İcraat kanuna göre yapılır” hükmü de yanlıştır. Hayır, icraat kanunla da yapılmaz. Kanuna dayanan yönetmelikler çıkarılır. İşte icraat bunlara göre, yönetmeliğe göre yapılır. 

Başörtüsü, LGBT, başka?

Muhtemelen şöyle bir anlayış var. Yönetmelik iyidir de gücü kanun kadar değildir. Onun için bir şeyi sağlam tutacaksak yönetmeliğe değil de kanuna koymak tercih edilir. Ammaaa. Kanunun üstünde de anayasa var. O hâlde, o önemli şey çok ama çok çok önemliyse en iyisi biz onu anayasaya koyalım. 

Eh, başörtüsünden daha ciddi pek az şey vardır Türkiye’de. Bir de LGBT var. Diğer konular da torba kanun gibi yeni anayasaya girer. İtiraz mümkün mü! Sen başörtüsüne mi karşısın? Sen LGBT’ci misin?

Başka önemli konuları da bir düşünün. Hazır yeni ve sipsivil anayasa yaparken onları da anayasaya koyalım. Mesela hatalı sollama yapmamak, kırmızıda durmak. Kaç hayat kurtulur. Sonra ortalığa çer çöp atmamak. Avrupa’yı gezip Türkiye’ye dönenlerin gördükleri önemli farklardan biri, oralarda kırda da kentte de sokakların tertemiz, bizde ise çöp dolu olduğu. (Bulgaristan da bize benziyormuş. Özel not olsun.) Bir de oraların sahilleri yeşil, bizimkiler beton renginde diyorlar. Bunları bir bir anayasaya koysak. Sağlam olur. Sinekten, sivrisinekten kurtuluruz. 

Başörtüsü ve LGBT önde, diğerleri arkasında ilerleyelim! Haydi bakalım. Ne yani Türkiye’ye cidden gerekli konular bunlar değil mi? Bunlara ancak başörtüsü düşmanları ile LGBT’liler muhalefet eder. Ah, daha önceki anayasalarımız da sivil olsaydı LGBT, kaçacak delik arardı. Ne Lâle Devri yaşanırdı ne de Şair Nedim sesini çıkarırdı. 

Niyetim, halkımızın nasıl bir iştiyakla yeni ve sivil anayasa istediğini anlatmaktı. Ama bu konu uzadı ve o gelecek yazıma kaldı. Evet. Halkın yeni anayasayı ne şiddetle istediğine dair anket de var elimizde!

Diyanet İşleri Başkanının Kızı Haklı

Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın İngilizce öğretmeni olan kızı Feyza Erbaş’ın bir sosyal medya paylaşımı çok tepki aldı.

Oysaki Feyza Erbaş bu paylaşımında sadece döviz kuru arttığı için çocuklarıyla birlikte yurt dışına çıkamadığından yakınmakta idi.

Erbaş, bugüne kadar 8 yaşındaki kızının 13 kere yurtdışına gittiğini, beş yaşındaki oğlunun ise pandemi (salgın) sebebiyle sadece 2 ülkeyi ziyaret ettiğini açıkladı.

Hiç yurt dışına götüremediği 3 yaşındaki en küçük oğluna “yüro (Euro) 30 TL maalesef, cennet vatanımızda nereleri görebilirsen artık. Hiç sesini çıkarma” diyerek bu döviz kurlarıyla yurtdışına gitmenin neredeyse imkânsız olduğunu anlatmaya çalıştığı görülüyor.

Bu paylaşıma tepki verenlerin çoğu “halkımız en temel ihtiyaçlarını karşılamakta güçlük çekerken kadının derdine bak!” tarzında idi.

Öyle ya, “vatandaş her şeye gelen zamlardan, vergi artışlarından geçim derdinde iken… Barınma sorunu yaşarken… Temel gıdaları bile alamamaktan şikayetçiyken… Yurtdışına gidememekten şikâyet mi olurmuş?”

Olur efendim!

****

Toplumun ortalama bir gelir seviyesi var fakat her insanın durumu farklı. Bir kısım insanlarımız açlık sorunu yaşarken, çok daha küçük kesim “artık tatil yapamamaktan, yurtdışına gidememekten, mobilyalarını, arabasını, telefonunu yenileyememekten, çocuklarını özel okula gönderememekten” şikayetçi.

Alt gelir grubunun üstünde orta gelir grubu ve en üstte yüksek gelir grubunu teşkil eden katmanlar var. Turgut Özal’ın “orta direk” diye tanımladığı orta gelir grubu toplumu ayakta tutan en önemli kesimdir.

Orta gelir grubunu da “alt orta” gelir grubu, “orta” gelir grubu ve “üst orta” gelir grubu diye sınıflandırabiliriz.

Yaşadığımız ekonomik kaos sebebiyle, orta gelir grubunu oluşturan katmanlar daha dar gelirliye dönüşerek erimekte.

Buna karşılık en yüksek gelir grubunda olanların mevcut ekonomik politikalar yüzünden hiç zarar görmediği, hatta daha da zenginleştiği açık.

****

Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, bana göre, işgal ettiği makama layık biri değil. Yaptığı hata ve yanlışlarını sıkça eleştiriyorum. Fakat İngilizce öğretmeni olan kızı Feyza Erbaş’ı eleştirenleri de haklı bulmuyorum.

Çünkü anladığım kadarıyla Feyza Erbaş öğretmen olarak çalışan bir kadın. Muhtemelen eşinin geliriyle birlikte orta gelir (belki de üst-orta gelir) seviyesinde yaşayan bir aile söz konusu.

Türkiye’de son yıllara kadar orta gelir seviyesindeki aileler tatil yapabiliyor ve yurtdışı gezilere gidebiliyordu. Euro’nun 30 TL olması bu kesimin yurtdışı gezi yapma imkanını son derece zorlaştırmakta.

Bu aile de (pandemi dönemi hariç) her sene birkaç defa rahatça yurtdışına çıkabilirken, son iki yılda hızlanan devalüasyonlarla yurtdışı gezisi yapamaz hale gelmiş.

Peki, bu konu yakınılmaması gereken bir konu mu? Hayır.

Çünkü AKP’nin ilk on yılında en büyük övünme kaynaklarından biri isteyen Türk vatandaşlarının çoğunun yurtdışına kolayca gidip gelebilmesiydi. Böyle olunca dünyayı tanıyan insan sayımız artıyor, dış ticaret, kültürel ilişkiler gelişiyor en azından insanlarımızın dünyaya bakış açısı genişliyordu.

Bu insanlarımızın da sadece temel ihtiyaç giderlerini karşılayabildiği için şükredip yakınmaması gerektiğini söylemek doğru bir tavır olamaz.

********************************

Osmanlı’da ve Günümüzde Devalüasyon

Osmanlı Devleti 1854 yılına kadar hiç dış borç kullanmadı. İç borç yoluna da sınırlı miktarda başvurdu. Gerileme döneminde önce iç borçlanma yoluna başvuran Osmanlı yönetimi bu da yetmeyince tağşiş yapmayı tercih etti.

Tağşiş, Osmanlı Devleti’nde özellikle ekonominin bozulduğu dönemlerde, paranın içine değersiz madenler katarak değerini düşürmeyi ifade ediyordu.

Osmanlı’da para sistemi altın ve gümüşe dayanan bir sistemdi. Paranın değeri bu madenlere göreydi. Tağşişte devlet dolaşımdaki sikkeleri toplar, bunların değerli maden (altın ve gümüş) içeriğini azaltır, yeniden piyasaya sürerdi.

Bunun kâğıt para sisteminde karşılığı devalüasyon ve ek para basmadır.

Tağşişten sonra fiyatlar yükselirken satın alma gücü düşer, hayat pahalılığı artardı.

****

Türkiye’de 1980’li yıllara kadar sabit döviz kuru rejimi uygulandı. Bu rejimde TL’nin değerini Merkez Bankası belirler ve o değerde sabit tutulmaya çalışılırdı.

Sabit kur rejiminde iken ekonominin biriken basıncı bir defada yüzde 40- 50 gibi yüksek devalüasyonlar yapılmasına yol açardı.

1980- 2001 arası müdahaleli dalgalı döviz kuru rejimi uygulandı. 2001 ekonomik krizinin ardından, tam dalgalı döviz kuru uygulamasına geçildi.

2015’ten itibaren yeniden müdahaleli dalgalı döviz kuru rejimine dönüldü. Halen “sürekli müdahaleli dalgalı kur rejimi” uygulanmakta.

Dalgalı kur uygulandığından ani şoklar yerine kademeli devalüasyon başka ifadeyle kur güncellemeleri yapılmakta.

****

Ancak Berat Albayrak’ın Hazine ve Maliye Bakanı olduğu dönemde başlayan hatalı politikalarla (yaklaşık 28 ayda) dolar kuru 4,53 TL’den 8,52 TL’ye çıktı. Yani TL yüzde 88 değer kaybetti.

Berat Albayrak’tan bu yana (5 yılda) TL’nin dolara karşı değeri 6’da birine düştü.

Çünkü, Lütfü Elvan’dan sonra gelen Nureddin Nebati döneminde, aynı hatalar daha da artarak devam etti.

Bu sene seçim dolayısıyla alınması gereken önlemler ertelendi ve kurlar (maliyeti ağır yapay yöntemlerle) baskılandı.

Türkiye’nin dış borçlara ödemekte olduğu faiz oranları çok yükseldi. Faizler Osmanlı Devleti’ni ekonomik ve siyasi çöküşe götüren düyun-u umumiye faizlerinin bile iki katına çıktı.

Bu yüzden seçim sonrası, dalgalı kura rağmen, birikimli devalüasyonu birkaç ay içinde yaşamak zorunda kaldık. 

Seçimden sonra “rasyonel politikalara” dönmek için Mehmet Şimşek getirildi. Bu dönemde de TL’nin değer kaybı devam etti ve dolar 27 TL, Euro 30 TL oldu. Paramız “pula” döndü.

Sadece 28 Mayıs Cumhurbaşkanlığı seçiminden bu yana (2 ay içinde) Dolar kuru yüzde 35 ve Euro kuru yüzde 39 arttı. Ve bizim için her şey pahalandı.

Ders almayan ülkelerde tarih hep tekerrür ediyor.

Bir sağlık sorunu, Hepatitler

Virüslerin sebep olduğu bulaşıcı özelliği olan ve karaciğer iltihaplanması yapan bir hastalıktır. Dünyada her yıl yaklaşık bir milyondan fazla kişi viral hepatitlerin sebep olduğu siroz ve karaciğer kanseri sebebiyle hayatını kaybetmektedir ülkemizde dört milyona yakın hepatit B, bir milyona yakın Hepatit C vakası olduğu tahmin edilmektedir.

 Bu önemli sağlık sorununda hastalığın özelliği bilinçli olmayı önemli kılar. Farkındalığı ve bilinçlenmeye katkı sunması için 28 Temmuz hepatit farkındalık günü olarak kutlanması Dünya Sağlık Örgütü’nün bir kararıdır. Bu sebeple Kocaeli Şehir Hastanemizde de bir toplantı tertiplenmiştir.

Toplantıya özellikle sağlık ordusuna yeni katılacak hemşire,tıbbi tekniker, tıbbi sekreter gibi eğitim alan stajyerler katılmış ve Uzm.Dr. Gülten Ünlü’nün konu üzerine yaptığı bir bilgilendirme toplantısı gerçekleştirilmiştir.

 Hepatitler A, B, C, D, E harfleriyle isimlendirilerek tanımlanır. Hepatit A ve E daha ziyade su, gıda gibi ağız yolu ile bulaşan ve yayılan özelliktedir. Hijyen şartları yeterince iyi olmayan bölge ve toplumlarda görülür. Çoğunlukla basit mide, bağırsak ve iştahsızlık şikâyetlerine sebep olur.

Çoğunlukla da belirtisiz atlatılır. Ülkemizin gelişmiş bölgelerinde neredeyse görülmeyecek kadar azalmıştır. Aşısı vardır. Kronikleşme ve kanserleşme tehlikesi de azdır. Hepatit B ve C ise bulaş şekli birbirine benzeyen kronikleşme ve karaciğer kanserine yol açma özellikleriyle de ciddi sağlık sorunu yaratan tiplerdir. Hepatit B ve C ile mücadelede en önemli adım bulaş yollarının bilinmesi ve bu yolun kırılmasıdır. Nitekim kan ve kan ürünleri mutlaka güvenli olduklarına yönelik testlerden geçilerek kullanılmaktadır. Enjektör, diş fırçası, tıraş bıçağı gibi eşyaların tek kullanımlık olması veya kişiye özel olması gerekir. Dövme, hacamat gibi işlemlerin de bu hastalıkların bulaşmasında etkili olacağı unutulmamalıdır.

 Hepatitlerin teşhisi kolaydır. Bu hastalıkları geçirip geçirmediğimiz kan tahliliyle öğrenilebilir. Geçirilen hastalığın bağışıklık bırakıp bırakmadığı veya kronikleşme özelliğiyle kişide önemli bir sağlık sorununa yol açıp açmayacağı da anlaşılabilir. Bu bilgi bize risk gruplarının taranması ve bu hastalıkların önlenip kontrol edilebilme imkânını sağlamaktadır. Bu amaçla öncelikle tüm sağlık çalışanlarının testlerinin yapılıp bağışıklıkları yoksa hepatit B aşısı ile bağışık olmaları sağlanmalıdır. İşözellikleri gereği riskli insanlar, hikâyesinde sarılık olanlar veya ailesinde bu bilgi olanlarında tarama testleriyle kontrolleri yapılmalıdır. Taşıyıcı, kronikleşme riski ve bağışıklığı olanların bilinmesi bu hastalığın yaygınlaşmasını önleyecek ve ciddi bir sağlık sorununu ortadan kaldıracaktır. Bu virüs cinsel yolla da bulaşabildiği için korunma ve kontrollerde buna da dikkat edilmelidir. Hepatit B aşısının 1998 ‘den beri çocuk aşı programlarına konması ve gerekli tedbirlerin uygulanması sayesinde ülkemizde Hepatit B hastalığı önemli oranda azalmıştır. Hepatit C de, Hepatit B özelliği ile aynı olup benzeri hassasiyetler bu tip için de uygulanmalıdır. Hepatit C’nin aşısının olmaması önemli bir dezavantaj olup korunma burada daha önem arz eder. Oldukça pahalı (100 bin dolar )olan tedavisinin devlet tarafından karşılanıyor olması insanımız için bir güvence olmakla birlikte bulaş yollarına karşı gerekli tedbirlerin uygulanması daha öncelikli olmalıdır.

 Son olarak şu sloganı unutmamalıyız “ Hepatit beklemez, siz de testlerinizi yaptırmak için tedavi olmak için, aşılanma için ve sağlıklı hayat için beklemeyiniz.”

Çıplak kadııın!

Yıllar önceydi. Bir “eğitimci”, galiba bir MEB il müdürüydü, “Kız öğrencilerle erkek öğrenciler birlikte merdivenleri çıkıyor. İçim eziliyor.” gibisinden bir şeyler söylemişti.

Durun. Hemen kızmayın. Bir de şöyle bakın: Demek ki ilkokul, ortaokul, lise… Neyse, kız çocuklarla oğlan çocukların birlikte merdiven çıkmasından ve belki de okul koridorlarında beraber dolaşmasından içi ezilen “eğitimciler” var. Eğitimciyi bırakın, böyle düşünen başka insanlar da var. Müdür bu lafları kendi kendine söylemiyor. Etrafına, “Bakın! Olur mu böyle şey?” edasıyla söylüyor.

Bu yıllar önceydi. Sonra, şu andaki bakanımızın kızlarla oğlanları ayrı okutma teklifini duyduk. Sayın bakan, birlikte okumaları günah falan demiyor. Fakat böyle düşünen insanlar olduğunu ve böyle düşünen insanların, ayrı kız okulları açılmasını gerektirecek kadar çok olduğunu düşünüyor anlaşılan. Gerçi istatistikler sayın bakanımızı haklı çıkarmıyor. Her eğitim kademesinde kızlarla erkek çocuklarının okullaşma oranı birbirine yakın. Üniversite hariç. Orada kızlar erkeklere anlamlı fark atıyor.

Burnundan utananlar

Tekrar edeyim. Sayın bakan onlara katılsa da katılmasa da öyle düşünen birileri var demek ki.

Derken, A Millî Kadın Voleybol Takımımız dünya şampiyonu oldu. Gurur duyduk. Hep birlikte sevindik. Fakat ne görelim, hep birlikte sevinmemişiz. Kızlar bu kıyafetlerle çıkmamalıymış. Geçen yıllarda da biri çıkıp, başarıdan başarıya koşan “Filenin Sultanları”na, “Siz, burunlarını göstermekten utanan annelerin çocuklarısınız.” demişti.

Yine bir durun… Hele bir durun. Kızmayın, daha sonra kızarsınız. Demek ki içimizde kadın voleybol takımımıza bakıp “çıplak kadın” gören insanlar var.

Bakınız, burunlarının ucundan utanan anneler var demek ki çevremizde. Daha da ilerisi, bu annelerin varlığıyla övünen çocuklar var ortalıkta.

Ayırdıkça artıyor

Ortaokulu İzmir Türk Koleji’nde (İTK) okuyordum. Okulumuzun maçları vardı. Bayramlarda, stadyuma gösteriye çıkardık. İTK karmaydı. Daha işin başında, bizim kızlara “Aaaa, bak bak bak kıııız! Çıplak kıııız!” diye bakan yaşıtlarımız olduğunu görüp şaşırdık. Sonra da kızdık. Bu sapıklar, erkek okullarında okuyan çocuklardı. O çocuk kafamızla fark ettik ki kız-erkek ayrı okuyan okullarda, karşı cinse abartılı bir iştah vardı. Yalnız erkek okullarında değil, kız okullarında da. Fakat erkekler bunu etrafa ilan ederek, öğünerek yapıyordu. Yalnız bizde değil. Hatırlayın, İngiliz erkek yatılı okullarındaki sapıklıkların edebiyatı vardır.

Sonra bu hâlin okulların dışında da geçerli olduğunu öğrendim. Askerlik yapan bilir. Askerlik boyunca en popüler konu kadındır. Hâlâ devam ediyor mu bilmiyorum ama bir zamanlar askerde “aç aç” gösterileri, porno film gösterileri vardı.

Henüz Türkiye’ye pek az turist gelirken turist kızların plajlarda güneşlenmesi büyük hadise oluyordu. Her yıl gazeteler, bulup buluşturup bikinili bir turist kadın fotoğrafı basar ve altına da masumaneden, “yaz sıcakları ortalığı sardı” gibisinden bir altyazı atarlardı. O devirde malzeme kıt olmalı ki sıcakların bastırdığı veya plajların dolduğu haberinin, geçen yılki kadın turistin fotoğrafıyla verildiğini fark ederdiniz.

Sapıklığın kaynağı

Turist kafilelerinin peşine çocukların takıldığı yıllardı. Turist kadınların peşine de o kadar çocuk olmayan erkeklerin… Fakat Türkiye’de erkekle kadın arasındaki mesafe kapandıkça, bu rezillikler de ortadan kalktı. Yurt dışına çıkıldığında zamparalık yapma gereği galiba biraz daha devam etti ama çıkışların da girişlerin de sıklaşmasıyla bu da bitti. Hiç olmazsa “bir zamanlar“ diye anlattığımız düzeylere geriledi.

Fakat tam da öyle olmamış. Bunlar hâlâ varmış. Yayınlardan anlıyorsunuz, laflardan hissediyorsunuz. Ve rezaletlerden. Falanca vakıfta, filanca cemaatin yurdunda, erkek demeden, kız demeden taciz- tecavüz haberleri gelir. Sonra “Siz dinî çevrelere takıyorsunuz. Başkalarında da oluyor.” diye savunma yaparlar. Hayır efendim. Dinî çevrelerde değil. Din bahanesiyle kaçgöç kültürünün yaşatıldığı çevrelerde oluyor bunlar. Dindar da olsa dinsiz de olsa ayırırsanız sapıtıyorlar. Bir ömür boyu ayrımcı ortamda yaşayan insanlar, “Amaniin kızlar, kızlar!”, “Vay oğlanlar, oğlanlar!” diye büyüyen çocuklar, yetişkinlikte de bu hâlin yaralarını taşıyor. Hâlâ “vay kız çocuğu, aman erkek çocuğu” diye bakıp ilk fırsatta tecavüzcü oluyorlar. Kadına karşı şiddette, cinayetlerde, faillerin kaçgöç çevrelerinden gelip gelmediği araştırılmaya değer.

Cinsiyet ayrımı sapık davranışlara götürüyor. Hele çocuk yaşlarda başlarsanız sapıklığı garanti ediyorsunuz. Ağaç yaşken eğilir ya. Ayrım talep eden politikacıların, “eğitimcilerin” günahı yok. Taciz, tecavüz yapmasınlar yeter. Onlar muhtemelen o şartlarda büyümüş ki voleybolculara da “Çıplak kadıııın!” diye bakıyorlar.

ALİ POLAT Bilgilendiriyor: Sağlıklı Hayat için Sağlıklı Beslenme

Oğuz Çetinoğlu. Sağlıklı bir hayat için sağlıklı beslenmemiz gerekiyor. Vücudun ihtiyacı olan gıdalar var, sevdiğimiz gıdalar var. Bâzı insanlarda tercihler isâbetli olmayabiliyor.

Ali Polat: İnsanlar bütün canlılar gibi en az 3 duygunun etkisiyle yemek yemeye başlarlar.

1-En önemlisi göze hitap eden (hoş görünen) gıdalara meyillidir, tabîi ki burada kişinin sevdiği renkler de etkilidir.

2-İnsanlar genellikle vanilya kokusu aldığında memnun olurlar. Demek ki insanların sevdikleri kokuyla mide ve beyin bağlantısı ilişkiye geçiyor. Biz de hoş kokulu olan o gıdaya yöneliriz.

3-Tanımadığımız, bilmediğimiz bir yemeği denemek için ağzımıza koyduğumuzda fizikî ve rûhî isteğimize bağlı olarak (kimisi acı, kimisi ekşi, kimisi tatlı, kimisi mayhoş tatlarla ilgilenir) istediği tatları aldığında diğerlerinden daha çok memnun oluruz. Demek ki ağız tatları da önemlidir.

En az bu üç eylemle biz midemizi doldurmaya çalışıyoruz, diğer taraftan biliyoruz ki biz günde 2 öğünde protein ve her öğünde sebze ve meyvelere, aynı zamanda yağlarla ihtiyacımız vardır.

Çetinoğlu: Hoş görünümlü, hoş kokulu tadı güzel olan besinler bizim hücrelerimizi beslemeye uygun mudur?

Polat: Biz duygularımızın istediklerini değil, hücrelerimizin ihtiyacı olan besinleri almayı tercih etmeliyiz. Vücudumuz devamlı çalışan ve yenilenen bir fabrika gibidir. Sindirim sistemi hücreleri meselâ, bağırsaklarımız dokuz günde baştan aşağı yenileniyor. Kemik hücrelerimiz on ay, kırmızı kan hücreleri dört ay, deri hücreleri iki ayda yenileniyor.

Çetinoğlu: Beyin ve kalp hücrelerimiz de yenileniyor mu?

Polat: Beyin ve kalp hücrelerimiz yenilenmiyor diye bilinirse de çok özel durumlarda az miktarda kendilerini yenileyebildikleri tespit edildi. Yediğimiz her şeyin o fabrikaya götürdüğümüz hammadde olduğunu bilmeliyiz.

Fabrikamıza ne kadar kaliteli hammadde koyarsak, o kadar kaliteli hücre ve mitokondrimiz (hücre motoru) olur. Motorumuz ne kadar kaliteli olursa o kadar enerjik oluruz.

Çetinoğlu: Vücudumuzun antibiyotiklere de ihtiyacı olduğu söyleniyor…

Polat: Evet! Fakat tabîi antibiyotikleri tercih etmeliyiz. Vücudumuzun hangi tabîi antibiyotiklere ihtiyacı olduğunu araştırmalıyız. Vücudumuzu fabrikalarda yapılmış antibiyotiklerle hırpalamayalım. Tabîi antibiyotikler insan bedenindeki enfeksiyonları yok edebilirler.

Çetinoğlu: Tabîi antibiyotikler için tavsiyelerinizi lütfeder misiniz?

Polat: Tabîi antibiyotiklerden bazılarını söyleyeyim…

Çetinoğlu: Özellikleri ve faydalarıyla birlikte lütfetmeniz mümkün mü?

Polat: Mümkün:

Sarımsak- Soğan: Bunlar, bin yıldan fazladır antibiyotik olarak kullanılmaktadır. Sarımsak, savaşlarda antibiyotik olarak da kullanılmıştır. Neredeyse bütün yemek ve çorbalara ekleyebileceğiniz soğan ve sarımsak özellikle kış aylarında soframızdan eksik edilmemesi gereken antibiyotik ve analjezik (ağrı kesici) özellikte iki besindir. Faydaları saymakla bitmeyen bu asırladır tüketilen sarımsak ve soğan en iyi doğal antibiyotiktir. Antibakteriyel özellikleri sâyesinde vücudun iltihaplardan arınmasına katkı sağlayıp, bağışıklık sistemini de güçlendirir.

Çetinoğlu: Kokusu için tedbir var mı?

Polat: Sarımsağın kokusunu ağız içinde azaltmak için sonrasında çiğ maydanoz çiğneyebilirsiniz.

Çetinoğlu: Halk arasında zerdeçalın ayrı bir yeri var…

Polat: Zerdeçalın ağrı ve iltihap giderici etkileri ile kullanılması M.Ö. 2000 yıllarına dayanır. Antimikrobiyal (mikroorganizmaları öldüren veya büyümelerini durduran bir madde) olan zerdeçal, 1 bardak kaynar suda 5 dakika demlenerek günde 2-3 defa içilebilir. Vücudun enfeksiyonunu azaltması için de hiçbir şekilde sofranızdan eksik edilmemelidir. Bin bir derde devâ olan zerdeçal ister çorbalarda ister pilavda kullanılması tavsiye edilir.

Bir başka tabîi antibiyotik baldır. Çiçek balı, çam balı, kestane balı ve birkaç yıldan beri hayatımıza giren 40’tan fazla çeşitte sağlığa faydalı bitkilerin polenlerinden elde edilen sağlıklı ballar -tabîi olması şartı ile- antibakteriyal ve antiviral (vücudun savunma mekanizmasını güçlendiren) özelliği ile bağışıklığınızı korumaya yardımcı olurken gün gerisinde enerjinizi de artırır.

Diğer bir tabîi antibiyotik elma sirkesidir. Yapısında bulunan malik asit,   elma sirkesinin antibiyotik özellikler taşıdığının delilidir. Mikropları öldüren, boğaz ağrısına iyi gelen elma sirkesini, evimizden eksik etmememizde fayda var.

Çetinoğlu: Lavantayı da tavsiye ediyor musunuz?

Polat: Lavantanın çok etkili antiseptik özelliği bulunur. Tropikal olarak kesiklere, çiziklere uygulanabilir. Yaralara uygulandığında hücrelerin   iyileşmesini     hızlandırır. Tabîi antibiyotik özelliğinden dolayı yaraların enfeksiyon kapmasına engel olabilir.

Çetinoğlu: Vücudumuza faydalı fakat yan tesirleri sebebiyle korunmamız gereken gıdalar hakkında bilgi lütfetmeniz mümkün mü?

Polat: Marul, dereotu, karpuz, ıspanak gibi besinlerle; kaya balığı, pisi balığı, morino, ahtapot, lipsoz, kalkan balığı, trança ve iskorpit gibi derin denizlerde yaşayan balıklar vücudumuz için gereklidir. Fakat bunlar nitrat ve nitrit bileşikleri ihtiva ettiğinden daha az tüketilmelidir.

Çetinoğlu: Röportajımızı, müspet tesirleri olan ve sizin ihtisas alanınızdaki su ile sona erdirebilir miyiz? 

Polat: Çok önemli bir konu. Ayrı bir röportajın hattâ birkaç röportajın konusu olacak kadar geniş ve derin. Onlara giriş mâhiytinde çok kısa bilgiler vereyim:

İnsan fizyolojik ihtiyacı olan suyu her gün muntazam olarak karşılamak mecburiyetindedir.. Bunun yaklaşık %50’sini içeceklerden, %35’ini yiyeceklerden ve %15’ini de oksidasyon suyu olarak vücuttaki gıdaların yakılmasından sağlar.

Eğer yeterli miktarda sıvı almazsak, hücreler dolaşım sisteminden yâni kandan sıvı çekerler. Bu da kalbin zorlanmasına sebep olur. Aynı zamanda böbrekler suyu iyi süzemez. Böyle bir durumda böbreğin görevini karaciğer ve diğer organlar üstlenir ve bu durum bu organlarda şiddetli tahribata sebep olur. Vücuttaki su kaybı uzun süre devam ederse, yaşlanma etkisi ve hastalık riski hızlanarak artmaktadır.

Tükürük, gözyaşı, sümük, üreme yollarıyla, emzirirken de sütle su kaybedilir. Günlük su kaybı miktarı; yaşa, çevre sıcaklığına, hastalıklara ve bireyin başka özelliklerine göre değişir.

-İdrarla su kaybı 1-1.5 litre (5-7 su bardağı)

-Solunumla su kaybı 350 mİ (yaklaşık 2 su bardağı

Terlemeyle su kaybı 0.5-1 litre (3-5 su bardağı)

-Dışkı ile su kaybı 180 mİ (yaklaşık 1 su bardağı)

Kaybedilen su; diğer içecekler, katı besinler ve besin öğelerinin vücutta yanmasından oluşan su ile yerine konmaya çalışılır. İnsanlar yedikleri katı gıdalardan gün boyunca 3-4 su bardağı kadar su alırlar. Besinlerin vücutta yanması sırasında ise yaklaşık 1 su bardağı kadar su oluşur. Su ve diğer içecekler kalan su ihtiyacının karşılanmasına yardımcı olurlar. Hayatî faaliyetlerin devam ettirilebilmesi için su kaybının gün içinde mutlaka yeniden yerine konması gerekir. 

İçilecek suyun vücudumuza faydalı olabilmesi için bâzı niteliklere sâhip olması gerekir.

Çetinoğlu: Lütfeder misiniz?

Polat: Maddeler hâlinde sıralayayım:

1-Temiz olmalıdır.

 2-Oksijen (02) yönünden zengin olmalıdır.

 3-Mineral açısından zengin olmalıdır. 

4-Suyun alkalik ve pH değeri 7-9 arasında olmalıdır.

 5-Moleküler yapısı küçük ve altıgen kümeler halinde olmalıdır.

Çetinoğlu: Çok teşekkür ederim efendim.

Polat: Candan aziz milletimize faydalı olacak bilgiler sunmama aracı olduğunuz için ben de teşekkür ediyorum efendim.

ALİ POLAT 12 Eylül 1944 târihinde Tebriz’de doğdu. Erzurum’da büyüdü. Eğitimini Erzurum Atatürk Üniversitesi Ziraat Fakültesi Ekonomi Bölümünde yüksek mühendis olarak tamamladı. 2004 yılında Azerbaycan Milletlerarası Üniversitesi’nden fahri profesörlük, 2009 yılında Azerbaycan Ticâret Üniversitesi’nden fahrî doktora unvanı aldı. Türkiye Yazarlar Birliği ve Azerbaycan Yazarlar Birliği’nin şeref üyesidir. 1968’de iş hayatına atılmış ve o tarihten 1982 yılına kadar yaptığı et ve et ürünleri ihracatı yoluyla Doğu Anadolu Bölgesi’nin kalkınmasında aktif rol almıştır. 1983-1991 yılları arasında Türkiye’nin turizm hamlesini başlatan öncü firmalarından birinin ortağı olarak, Antalya, Fethiye ve Kapadokya’da toplam üç tatil köyü ve bir otel kurmuştur. Azerbaycan’ın istiklalini tâkip eden 1991 yılından günümüze kadar olan dönemde, Azerbaycan halkının yaşantısını iyileştirmeye yardımcı olmak amacıyla ticâret ve yatırımların yanı sıra çeşitli eğitim ve kültür faaliyetlerinde bulunmuş, radyo ve televizyonlarda programlara katılmıştır. Aynı zaman zarfında Türkiye’de Su Arıtma ve Telekomünikasyon sektörlerinde ticârî faaliyetlerini devam ettirmiştir. TSİAD (Türk-İran Sanayicileri ve İş Adamları Demeği)nin kurucularındandır ve ömür boyu fahrî başkamdır. Hayat felsefesi; üretken olmak, dostluk ve barış üzerine kurulu fikir adamı Ali Polat, zamanının büyük kısmını araştırma ve kitap yazmaya adamıştır. Ali Polat kültür birikimlerinin ürünü olarak ve katkılarıyla yayınlanmasını sağladığı 100’den fazla kitabı toplum yararına sunmuş, bütün çalışmalarını dünyânın çeşitli yerlerinden isteyen herkese bedelsiz olarak göndermiştir. Meselâ ‘Üçbin Yıllık Birikim’ isimli kitabının ilk baskısının büyük bölümünü hapishânelere ve daha sonraki baskılarını da çeşitli kamu ve özel kuruluşlara göndermiştir.  Türkiye’de yayınlanan eserleri: (Kitap ve CD *Üç bin Yıllık Birikim – 7 baskı – 13.500 adet. *Ya Ali: (Hz. Ali’nin hayatı, Felsefesi ve 1555 Veciz Sözü) 2 baskı – 4500 Adet *… Ve Biz – Kitap – 2 baskı – 4.000 Adet. *Ömer Hayyam ve Rubâileri. *Bir Damla Su 4 cilt. *Medeniyetlerin Buluştuğu Tebriz ve Çevresi. 1.000 adet. *Sağlığın Başucu Kitabı. *Yeniden Doğuş – Ergenlik.*Bedenimizi Tanıyalım (12 kitaplık set), Sağlıklı Yaşamak ve Yaş Almak İçin 12 Temel İhtiyaç (12 Kitap.), Sağlıklı Yaşamak ve Yaş Almak İçin Ruhsan, Sosyal ve Mânevî Sağlığın Önemi ve Terapiler (12 Kitap), Koruyucu ve Tamamlayıcı Tıpta Kitaplar (3 Kitap), Su ve İnsan Sağlığı (8 Kitap), 41 Konuda Kurân-ı Kerîm Âyetlerinde İnsan Hakları (2 Cilt), Tatlı Düşmanla Başa Çıkma Yolları, Yeniden Doğuş (Ergenlik), Sağlığın Başucu Kitabı. 2023 yılında yayınlanacak kitaplar: Nitrat ve Nitritin İnsan Sağlığındaki Önemi, Doğal Antibiyotikleri Tanıyalım ve Kullanalım, Havada-Suda-ve Toprakta İnsan Sağlığını Etkileyen Virüsler ve Bakterilerden Korunmalın Yolları, Mutlu-Huzurlu Ortak Yaşam ve Cinsellik (2 Cilt) Madd3i ve Mânevi Destek Olduğu Diğer Kitaplar: Azirbaycan Dilinde Sözlük (5 Cilt), İran Türkleri, Güney Azerbaycan, İİran Coğrafyasında Türkler, Azerbaycan Üzerine Genel Kaynaklar.  Azerbaycan ’da yayınlanan eserleri: (Kitap ve CD) *Üç Min İlin Hikmeti. 3 baskı. 6000 adet.  *Hazreti Ali. 2 baskı – 4000 adet. *Ezab Yüklü Eşşek. 1 Baskı. 2000 adet. *Ömer Hayyam ve Rubaileri. 1 Baskı. 1250 adet. *Mirza Ali Mö’cüz / Şiirleri (Azerbaycan ve Arap Alfabeleri ile) 2 Baskı  4000 adet. *Bir damlı su (2 Kitap) *Tebrizli bayatılar Iran ’da Farsça yayınlanan eserleri: *Rubâiyat-ı Hekim Ömer Hayyam. *Ve…ma. *Şinasname Tebriz ve Piramun. İran’da Azerbaycan Ağzı (Türkçe) yayınlanan eserleri: (Kitap ve CD) *Ömer Hayyam ve Rubailer, *Tebriz Bayatıları (Dörtlükleri) Rusça: (Kitap ve CD) *Ömer Hayyame Rubaileri. 1 Baskı 1100 adet Ali Polat ayrıca 15 adet poster hazırlamıştır. İngilizce kitap: *Tabriz and The Region Around (İngiltere’deki müzelerde bulunan târihî Azerbaycan kültür eserlerinin tanıtıldığı 30 dakikalık bir dokümanter filmin çekilmesini sağlamıştır.) Türkiye’de sözde Ermeni Soykırımı ile ilgili 90 dakikalık 3 bölümden oluşan ‘Hakîkatin Özü’ isimli dokümanterin yapımcılığını ve sponsorluğunu üstlenmiştir. Bu eser de Türkçe dışında Azerbaycan Türkçesi, Ermenice, Rusça ve İngilizceye çevrilmiştir. Ali Polat kendi eserlerinin yanında Doç. Dr. Ali Kafkasyalı’nın hazırlamış olduğu ‘İran Türkleri’ adlı kitabın yayınlanmasında da aktif rol oynamıştır. Bu eserlerle birlikte genç nesillere faydalı olabilmek maksadıyla özlü sözler ve öğretiler içeren Türkçe ve Azerbaycan Türkçesiyle çeşitli çalışmaları vardır. Bunlar: Kainat Havayolları, Beyin Dalgaları ve Etkileri, Çocukların Geleceği, Güzel Kokalım, Hz. Ali’nin Huzurlu Hayat İçin Tavsiyeleri, Gülmenin ve Kahkahanın Fizikî ve Ruhî Etkileri, Evlatlara Miras, Ticârette Başarının 30 Altın Anahtarı, Beş Bin Senelik Öğüt, İş Fırsatları, Sağlıklı Mutfakların Besin Pramidi, Hayat Çarkımızı Her 6 Ayda Kontrol Edelim, Egzersiz İlaçtır, Nevruz için TSİAD demeği adına özel Nevruz sikkesi bastırmıştır ve Nevruz kutlamalarına katılanlara hediye etmiştir. Ali Polat NAB Holding ile birlikte 2009 senesinde başlattığı Tebriz’in ilk alışveriş merkezi ve 2014 yılında başlattığı 5 yıldızlı otel işletmeye açılmıştır.. *Ali Polat’ın yaptığı ticârî faaliyetlerde elde edilen gelirin büyük bölümü, kültür ve eğitim faaliyetlerinin devamını sağlamak için kullanılmaktadır. *Her sene zeki ve başarılı gençlere imkân dâhilinde burs vermektedir. Ali Polat, 5 ülkede 100’den fazla eserle topluma faydalı olmaya çalışan, Türk dünyâsına faydalı olabilecek tarzda 10 kitaba maddî ve mânevi destek olmuştur.

Osmanlı Saltanatı Batmıştı

30 Ekim 1922 günüydü…

Ülkenin Kurucu Kadrosunun Lideri Başbuğ Gazi Paşa Müslüman olduğundan ve Hz. Muhammed’den övgüyle söz ederdi. Peygamber’den bahsederken, genellikle “Cenab’ı Peygamber”, “Peygamber Efendimiz”, “Fahr’i Kâinat Efendimiz” ve onun dönemi söz konusu olduğu zaman da “Peygamberimiz zaman-ı saadetlerinde” diyerek söze başlardı…

*

Meclis’te saltanatın kaldırılması görüşmeleri vardı. Kürsüye çıktı, Hz. Peygamber’den sonra gelen Raşit halifelerin devlet başkanlığına seçilme usullerine değindi ve konuşmanın bir bölümünde gecenin Mevlit Kandili’ne isabet ettiğini hatırlatarak sözlerini sürdürdü:

*

“Bugün o gündür, gerçek şudur ki Arabi tarihlerinde bu akşam doğum gününün yıldönümüne rastlıyor. İnşallah bu hayırlı tesadüftür.”

Salonda Hep bir ağızdan “İnşallah!” sesleri yükseldi.

*

Hz. Muhammed’in peygamber oluşundaki hikmetten söz etti sözlerini sürdürdü:

“Ey Arkadaşlar! Tanrı birdir, büyüktür. İlahi adaletin tecelli ettiğine bakarak diyebiliriz ki insanlar iki sınıfta, iki devirde mütalaa olunabilir. İlk devir, beşeriyetin çocukluk ve gençlik devridir.

İkinci devir, beşeriyetin rüşt ve kemal devridir. Beşeriyetin, birinci devrede tıpkı bir çocuk gibi, tıpkı bir genç gibi, yakından maddi vasıtalarla kendisiyle iştigal edilmeyi istilzam eder. Allah, kullarının lazım olan nokta-i tekâmüle vüsülüne kadar, içlerinden vasıtalarla dahi kullarıyla, iştigali, lazime-i ulühiyetten addeylemiştir

Onlara Hz. Âdem aleyhisselamdan itibaren mazbut ve gayr-ı mazbut bildirilen ve bildirilmeyen namütenahi denecek kadar çok nebiler, peygamberler ve resuller göndermiştir. Fakat peygamberimiz (sav) vasıtasıyla en son dinin ve medeniyetin hakikatlerini verdikten sonra artık beşeriyetle bilvasıta temasta bulunmaya lüzum görmemiştir. Beşeriyetin derece-i idrak, tenevvür ve tekemmülü, her kulun doğrudan doğruya ilhamat-ı ilahiye ile temas kabiliyetine vasıl olduğunu kabul buyurmuştur. Ve bu sebepledir ki Cenab-ı Peygamber, Hatemü’l Enbiya olmuştur ve kitabı, Kitab-ı Ekmel’dir.”

*

Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıldığını, yeni bir Türkiye Devleti’nin doğduğunu, Anayasa’yla, egemenlik hakkının, milletin olduğunu belirten bir önerge hazırlandı. Sekseni aşkın vekil imzaladı.

*

Önerge okundu. Karşı çıkanlar oldu. Mersin Vekili Albay Salâhattin Bey, İzmir Vekili Ziya Hurşit o grubun ateşli savunuculuğunu yaptı. Meclis, 31 Ekim 1922 günü toplanmadı. Hakları Savunma Grubu toplantısı yapıldı. Osmanlı egemenliğinin kaldırılmasının kesinlikle gerekli olduğunu vekillere bir kez daha anlattı.

*

Ve gün gelip çattı. Takvim yaprakları 1 Kasım 1922 gününü gösteriyordu. Meclis kürsüsüne çıktı. İslam ve Türk tarihinden söz ederek halifelikle sultanlığın ayrılabileceğini, ulusal egemenlik makamının Türkiye Büyük Millet Meclisi olabileceğini, tarihsel olaylara dayanarak açıkladı. Ortam gergindi. Konuyla ilgili üç komisyon kuruldu.

*

Anayasa, Diyanet İşleri ve Adalet. Komisyonlar iki farklı görüştekileri aynı fikir çatısı altında buluşturacaktı. Diyanet İşleri encümeni hararetle halifeliğin sultanlıktan ayrılmayacağını savundu.

*

Gazi ve kendi gibi düşünenler karşı grubun konuşmalarını dinliyordu. Tartışmaların anlamsız olduğuna kanaat getirdiği sırada Karma Komisyon başkanından söz isteyerek, önündeki sıranın üstüne çıktı ve yüksek sesle görüşünü dillendirdi:

*

“Efendim, egemenlik hiç kimse tarafından hiç kimseye, bilim gereğidir diye; görüşmeyle, tartışmayla verilmez. Egemenlik, güçle, kuvvetle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk milletinin egemenliğini, ele geçirmişlerdi; bu sarkıntılıklarını altı yüzyıldan bu yana sürdürmüşlerdi. Şimdi de, Türk milleti bu saldırganlara ‘Artık yeter!’ diyerek, egemenliğini, ayaklanarak kendi eline almış bulunuyor. Bu bir olupbittidir. Söz konusu olan; ‘Millete egemenliğini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız?’ sorunu değildir. Sorun zaten olupbitti durumuna gelmiş gerçeği açıklamaktan başka bir şey değildir.

Bu, ne olursa olsun, yapılacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes bunu doğal karşılarsa, bence uygun olur. Yoksa gerçek yine yöntemine göre saptanacaktır. Ama belki birtakım kafalar kesilecektir!”

*

Salona derin bir sessizlik çöktü. Konuşmasını aynı ses tonunda sürdürdü:

“İşin din bilimi yönüne gelince, hoca efendiler hiç kaygılanıp üzülmesinler…”

*

Ankara vekili Hoca Mustafa, “Affedersiniz efendim” diyerek söz istedi:

“Biz konuyu başka görüş açısından ele alıyorduk; açıklamalarınız bizi aydınlattı. Karma Komisyon’ca sorun çözümlenmiştir…”

*

Kanun önergesi çabucak yazıldı. İkinci birleşimde okundu. Ad okuyarak oya sunulması önerisi üzerine kürsüye çıkarak konuşmasını yaptı.

“Buna gerek yoktur, memleket ve milletin bağımsızlığını sonsuza kadar koruyacak ilkeleri yüce Meclis’in, oybirliğiyle kabul edeceğini sanırım?”

Salondan “Oya konulsun!” sesleri yükseldi. Başkan oya koydu, önerge oybirliğiyle kabul edildi.

Yalnız, cılız bir ses işitildi:

“Ben muhalifim…”

O ses, “Söz yok!” sesleriyle boğuldu.

Osmanlı saltanatı artık bitmişti.

Günaydın Hüzün, Neler Oluyor Dünyada?

Son birkaç ay bayağı hengameli geçti. Genel (14 Mayıs 2023) ve cumhurbaşkanlığı seçimi (28 Mayıs 2023) sonrası siyasi kozlar paylaşıldığından “ortam biraz daha rahatlar” diye düşünürken daha da ciddileşti rahatsızlık. Siyasetin bizatihi kendisinde mi var bu rahatsızlık, yoksa ülkemizde üretilen ve uygulanan politikalarda mı tartışılır doğrusu. Bir defasında Arap ülkelerinin birindeki seçimlerini takip etmiştim de çok kirli bir dil kullanıldığını gördüm. Enver Sedat ve Muammer Kaddafi birbirlerine söylemediklerini bırakmıyorlardı. Oysa seçim Mısır’da gerçekleşiyordu ve sivri dil savaşı belden aşağıya indikçe inmişti!.

Maalesef ülkemizde de sivri ve kirli dilli bir seçimi de geride bıraktık. Türkiye’de ekonomik, siyasi, kültürel, sosyal sıkıntılar ve sorunlar iktidar aleyhine had safhada olmasına rağmen muhalefet bu işin üstesinden gelemedi, beceriksiz oldu. Üstelik 21 yıldır iktidarda bulunanlar dünyeviliğinin ışık hızıyla arttığı; ekonomik krizi, yükselttiği enflasyonu, hayat pahalılığının seçim propagandasını ”Bu sorunları da yine biz çözeceğiz” diye toplumu inandırarak ipi göğüsledi. Başarılı oldular. Çünkü iktidar partisinin güçlü propagandasında kendileri giderse devletin çökeceğini, dinin elden gideceğini, bayrağın indirileceğini, camilerin kapanacağını ve ezanın susturulacağını iddia ediyorlardı. 

Gri Listedeki Ülkem

Bizim gelenekçi söylemlerimizden birinde “her toplum kendi layığıyla idare olunur” ölçüsü yine haklı çıktı. Görüldü ki en büyük düşman cehalet.

O günden bugüne en önemli hususlara şöyle bir göz atacak olursak, eski bakanların tümü milletvekili oldu. Yeni hükümet kuruldu; en dikkat çeken isimler ise MİT Başkanlığına İbrahim Kalın’ın, Dışişleri Bakanlığına da Hakan Fidan’ın gelmesi yanında Maliye Bakanlığına Mehmet Şimşek’in İngiltere’den ve Merkez Bankası Başkanlığına Hafize Gaye Erkan’ın Amerika’dan gelmeleri dikkat çekti. Mehmet Şimşek “Tek amaç gri liste utancına son vermek” derken ne demek istemişti? Türkiye 21 Ekim 2021 günü OECD’ye bağlı Mali Eylem Görev Gücü(FETF) tarafından gri listede yer almıştı. Sebep “kara paranın aklanması ve terörizmin finansmanını engellemede eksiklikler” olmasıydı. Böyle bir resmi düşünebiliyor musunuz?

Hükümetin “müjde” diye duyurduğu memur zamları daha cebe girmeden iğneden ipliğe artan vergilerle buharlaştı. Akar yakıttan beyaz eşyaya birçok kalemde KDV arttı. Pasaport, noter harçları yüzde elli zamlandı. Oluşan tablo kaşıkla verileninin kepçeyle alındığını gösterdi. Uzmanlar da “devlette tasarruf pas geçildi. Seçim ekonomisinin ağır faturası 85 milyon insanın sırtına yüklendi” dedi. Kurt politikacılar, duayen siyasetçiler bunu “IMF’yi bile aratan acı reçete” derken hükümetin IMF’ye borç verildiğini belirten açıklamalara hatırlatmalarda bulundular. “İMF’de gelse aynısını yapardı” denildi. Emekliye gelince “bütçe yok” diye geçiştirildi. Yerel seçim öncesi ücretli ve memur için açılan ‘torba’ sıra emekliye gelince kapandı. Enflasyona yenilen milyonların seyyanen zam talebi karşısında iktidar sus pus. Madem öyle yapılacaktı Şimşek ve Erkan’ın yurtdışından getirilmesine ne gerek vardı, zammı siz yapardınız olur biterdi. Geniş bir halk kesimi böyle düşünüyor.

Can Yücel Mi, Şebnem Mi?

Eğitimin kalitesi de gittikçe bozuldu. Yeni Bakan Yusuf Tekin’e “eğitimin kalitesine kafa yorun” diye hatırlatmalarda bulunurken, sayın bakan karma eğitime karşı kız çocuklarının okul sayısının artmasını gündeme taşıdı ve tepki gördü. Ayrıca ÖSYM de sınıfta kaldı. Liyakat sınavında milyonların bilgi birikimini test eden ÖSYM adayların girdiği KPSS’de görülmemiş bir liyatsızlığa imza attı. Elif Şebnem Akal’ın şiiri, Can Yücel’e aitmiş gibi soruldu. “Giderlerse gitsinler”in neticesi 20 Tıp Fakültesi mezunu kadar doktorumuz yurt dışına gidiyor, gitti. Bundan büyük kayıp olur mu?  Millet ekmeğinden, devlet kırtasiyeciliğinden bir türlü vaz geçmedi . Bütçe tarihi açık verince fatura vergi artışlarıyla millete çıkarıldı. Vah ki ne vah. Sofra küçülten acı reçete “Ya Devlet” tepkilerini doğurunca kamu kurumlarından tasarruf istendi. Asıl yükü oluşturan seçim ekonomisi, garanti ödemeleri pas geçilerek kırtasiyenin, temsil giderlerinin azaltılacağı vaad edildi. Ama inandırıcılığı olmadı. Fedakârlık yine vatandaşa kaldı. Ekonomi, patlayan kur (Euro ve dolar fırladı, her gün yükselerek değişiyor), iğneden ipliğe zam, yerinde durmayan enflasyon döngüsüne hapis olurken Merkez Bankasının rezerv satışının oluşturduğu yüke işaret eden ekonomistler, tek tercihin etkili faiz artışı olduğunu ileri sürüyorlar. Merkez Bankası 2.5 kadar faizi artırdı ama bu gidişle dolar 30 da olur 40 da olur.” Türk lirası son bir yılda üç kat daha eriyince Bulgarlar ucuz alış veriş için Edirne’ye akın akın geliyorlar. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Suudi Arabistan, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri seyahatinden mutlu döndü. KKTC’ye giderek büyütülen, ancak henüz tamamlanmayan Ercan Havaalanının açılışını yaptı ve yakında yeni gelişmelerin beklendiğini söyledi.

Acı Da Olsa Tebessüm İhtiyacı

Bu arada CHP’de seçim yenilgisi sonrası tartışmalar bir türlü bitmiyor. Ana muhalefet ülke gündemi olan ekonomiyi, hayat pahalılığını ve enflasyonu görmezden geliyor, kendi iç meselelerine döndü.

Tabii ki bu ara 18 yaşındaki Fenerbahçeli Arda Güler’in Real Madrit’e transferi yüzümüzü güldürdü.” Sonra A Milli Kadın Voleybol Takımımızın Milletler Ligi’nde finale girerken önce ABD’yi sonra Çin’i 3-1 yenerek dünya şampiyonu olması kadar gurur verici oldu. Duyma engelli Milli Voleybol Takımımız da Avrupa Şampiyonu. Oh be nihayet. “Böyle de olmaz ki” diyen mütebessim yüzü ile bizlere yıllardır unuttuğumuz tebessümü öğreten Usta sanatçı Özkan Uğur’un vefatı içimizi acıttı. Bir başka acılı haber de günlerdir Mehmet Şimşek’in de hocası olan ünlü ekonomist Prof. Dr. Korhan Berzeg’in tatil için gittiği memleketi Balıkesir’in Gönen ilçesinde kaybolması ve hala bulunamaması! Böyle bir gelişme yaşanır mı, demek ki yaşanıyormuş.

NATO ve AB Bize Sıcak mı ki?

Bu ara Rusya, Ukrayna’yı ve özellikle Odessa’yı bombalamaya, sivilleri öldürmeye devam etti. Karadeniz’den dünyaya buğday, mercimek ve tahıl taşıyacak gemilere müsaade etmedi Moskova. Rus ve Ukraynalı gençler ve aileler bu savaştan kaçarak başta Türkiye olmak üzere sığınacak ülkelere koşuyorlar. Hatta söz konusu ülkelere yerleşiyorlar. Fakat bu defa da nüfus artışından dolayı konutlar kâfi gelmiyor, ülkeler buna hazır değil. Fiyatlar patlıyor. NATO ise kendi emeli peşinde. Hiçbir zaman Türkiye’ye hakiki müttefik ülke gözüyle bakmayan NATO’ya bu defa da Türkiye tavır koydu; yeni olacak üyeler İsveç ve Finlandiya da teröre kesin tavır almalı diye. Finlandiya buna yanaştı, Ankara’nın olumlu rızasını aldı, İsveç’in durumu ise hala gündemde tartışılıyor. Hele Danimarka’da Türk Bayrağından sonra Stockholm’de Müslümanların kutsal kitabı Kuran-ı Kerim’in yakılması gerilimi daha da artırdı. Rusya savaşın gölgesinde toplanan NATO, ülkelerinin önündeki en kritik gelişme İsveç’in katılım sorununu sıcak tutmaya çalışıyor. Ankara ise “Stockholm’ün teröre sıfır tolerans göstermesi şartını ileri sürüyor. Ayrıca Ankara “Siz Avrupa Birliği’ni açın, biz de İsveç’in önünü açalım” diplomasisi yürütüyor. Yürütüyor ama garp cephesinde yeni bir şey olmayacak gibi. Hükümetin Avrupa Birliğine iktidara ilk geldiği 2002 yılındaki gibi sıcak bakması toplumu şaşırttı. Çünkü epeyi süredir köşeli tavır almıştı. Hızlı bir dönüş toplumu hayrette bıraktı. Gelinen noktada ise gözlemciler NATO’nun alacağı tavrın örgütün geleceğini şekillendireceğini savunuyorlar. Bana göre de bu çok doğru. NATO, ABD güdümünden, üyelerin güdümüne daha fazla girmeli. Vilnius Zirvesi’nde ise Ankara’nın yeşil ışığı ile batının terörle kapsamlı mücadele vaadi altına alındı.

Gelişmeler Işık Hızında

Öte yandan İsrail ise bir yandan Filistin’i ve sivil halkı vuruyor, bir yandan da işgal ediyor.

Türkiye’ye gelmesi ertelenen ve kalbine pil takılan İsrail Başbakanı Netanyahu’nun Yüksek Mahkemeye ilişkin tasarısı parlamentoda birinci oylamadan geçince İsrailliler sokaklara döküldü. Körfez Ülkeleri ise İhvana karşı para yağdırdı. BAE, Belçika İklim Bakanı dâhil Avrupa’da binden fazla kişiyi Müslüman Kardeşlerin parçası gibi göstermek için sahte belge hazırladığı ortala çıktı. Abu Dabi’nin bir özel istihbarat şirketini kişi başı 50 bin Euro ödediği sızdırıldı.

Bu ara Akdeniz’de Afrikalı göçmenleri taşıyan teknelerin batması sonucu onlarca masum insanın denizde boğulduğu haberleri 21 yüzyıl için yüz karası bir gelişme. Üstelik bu haberlerin ardı arkası da kesilmiyor.

Dünya dönerken gündem de dönüyor.

Rusya ile arasında balayı yaşan Çin elini kolunu her tarafa uzatıyor. Şanghay İşbirliği Örgütüne en son İran da dahil oldu. Sanırım bu gidişle Rusya nükleer silahlarını kullanıp üçüncü dünya savaşı çıkarmazsa, iki kutuplu bir dünya yeniden inşaya doğru gidiyor. Çünkü artık doğu da zenginleşti.

Yeniden başa ve bize dönersek Hükümetin zamları içimizi ve dışımızı morarttı. Biraz da devlet kemer sıksın demeye kimse cesaret edemiyor. Çünkü yönetim hukuk devleti olma özelliğini unuttu. “İtibardan taviz olmaz” diyerek en büyük israfı ve hovardalığı kendisi yapıyor. Memur zamlarıyla aynı torbadan vergi artışları çıkınca iğneden ipliğe zam üstüne zam geldi. Bütçe açığı için önce kamudaki yani devletteki kara deliklerin kapatılması konusunu hiç tartışılmadı bile.

Prof. Dr. ERSİN NAZİF GÜRDOĞAN Diyor ki… ‘İktisâdî krizler Haber Vermeden Gelmez!’

umûmî kanaatinizi lütfeder misiniz?

Prof. Dr. Ersin Nazif Gürdoğan: Ekonominin üretim boyutundan daha çok, finans boyutuna ağırlık verenler, bütün ülkelerin ekonomilerinde depreme benzer sarsıntılara yol açar. Çalışma alanı dışı, faiz gelirlerini amaç, ürün, hizmet ve bilgi üretiminden gelir sağlamayı araç gören, bütün kuruluşlarda tehlike çanları sürekli çalar. Dünyâdaki para ile alâkalı bunalımlar, değişik alanda üretim yapan kuruluşları, şimdiye kadar bildikleri doğruları unutmaya zorlamaktadır.

Çetinoğlu: Bunalımların başlıca sebepleri nelerdir?

Prof. Gürdoğan:Yirminci yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’yı ekonomik bunalımdan kurtaran, iktisatçı’ diye bilinen Keynes, ‘Faiz öyle bir araçtır ki, bir noktaya kadar ekonomideki özel parayı yatırımlara yönlendirir. Bir noktadan sonra da yatırımcıyı âtıl hâle getirir’ demektedir. Keynes’’in sözünü ettiği kritik nokta, bütün ülkelerde çoktan aşılmıştır. Bu yüzden Dünyâ toplam üretimin on kat fazlası kaynak, üretim alanından, finans alanına kaydırılarak, Dünyâ ekonomisi kırılganlaştırılmıştır.

Çetinoğlu: Halk tâbiriyle ‘paradan para kazanmak…’ Bunalımlar, bu tercihin neticesi mi oluyor?

Prof. Gürdoğan: Dünyâdaki yatırımların ürün ve hizmet üretiminden daha çok, para ve risk alım satımına kayması, bütün yatırımcıların üretim güçlerini dinamitlemiştir. Üretim alanında her talebin, kendi arzını oluşturduğu gibi, finans alanında her yatırım fırsatı, kendi bunalım riskini oluşturur. Finans alanındaki kuruluşlar, taşıdıkları risklerin, büyük bunalımlara gebe olduklarını görmezler. Kuruluşlarda hiç eksik olmayan bunalımların, yönetim kitaplarında vurgulandığı gibi, çoğu zaman yedi önemli habercisi vardır.

Çetinoğlu: Bu haberciler nelerdir? Maddeler hâlinde sıralayabilir misiniz?

Prof. Gürdoğan: Elbette:

1-Kuruluşların gelecekte ne yapacaklarıyla değil, geçmişte ne yaptıklarıyla öğünmeye başlamaları.

2.-Geçmişte kendilerini başarılı kılan çözümlerin, gelecekte çözmek zorunda kalacakları problemler olacağını unutmaları.

3-Ölü yatırımlar yaparak kuruluşların işletmelerini, büyük şehirlerdeki plazalarından, göstermelik yönetim kurullarıyla yönetmeleri.

4-Kuruluşların kaynaklarını çalışma alanlarındaki, ürün ve hizmet üretiminden, alan dışındaki paradan para kazanma araçlarına yönlendirmeleri.

5-Para başkalarının parasıyla kazanılır diyerek, kuruluşların özvarlıklarını çok aşan miktarlarda borçlanmak için, onlarca bankanın peşinde koşmaları.

6-Dünyâdaki gelişmelere ayak uydurmak bahânesiyle, yöneticilerin kuruluşlardaki karar ve uygulama yetkilerini, tek elde toplamaya çalışmaları.

7-Kuruluşların denetimlerindeki her işletmeyi, kurucuların heykelleri ve sık sık değiştirdikleri bayraklarıyla donatmaları.

Çetinoğlu: Ülke ekonomilerinde yaşanan bunalımlar hangi sebeplerle oluşuyor?

Prof. Gürdoğan: Kuruluşlarda darboğazlar borçlardan kaynaklanır. Kolay kazanç peşinde koşan, amacı paradan para kazanma olan kuruluşların, başlarını bunalımlardan kurtarmaları mümkün değildir. Bunalımlar tehlike işâretlerini, başarının doruk noktasında vermeye başlar. Yukarıda sıralanan yedi bunalım işareti, kuruluşlar için olduğu kadar, ülkeler için de geçerlidir. Kolay kazanç arayanlar, kolay bunalıma düşerler. Her yerde bunalım çanları çalar ancak duymazlar, duyduklarında kritik nokta çoktan aşılmış olur.

Çetinoğlu: Yönetim problemi de söz konusu mu?

Prof. Gürdoğan: Elbette. Paylaşımcı üretimden, katılımcı yönetimden hoşlanmayanlar, krizlere karşı hassasiyetlerini kaybederler.

Çetinoğlu: ‘Hassasiyet’ten kastınız, ‘gelmekte olan tehlikeyi fark etmemek’ olsa gerek…

Prof. Gürdoğan: Denilebilir…

Çetinoğlu: Neticesi ne oluyor?  

Prof.  Gürdoğan: Habercilerin uyarılarına önem vermeyen kuruluşlar, krizleri sarsıntısız atlatmayı başaramazlar.

Çetinoğlu Konunun uzağında olanlar için biraz açar mısınız?

Prof. Gürdoğan: Borçlanmada sınırları aşanlar, para ile alakalı dalgalanmalarda hayat kaynaklarını kuruturlar.

Çetinoğlu: ‘Ülke iktisâdiyatının krizden etkilenmemesi için mal ve hizmet üretimi ön planda tutuulmalı’ diyorsunuz.

Prof. Gürdoğan: Kaliteli üretim yapan ve uygun fiyatla iç veya dış piyasalara sunanlar krizle karşılaşmazlar. Çünkü bu şekildeki üretimlerin alıcısı dâimâ vardır. Ülke sınırlarını aşarken de bu tür mallar, pasaport ve vize almakta asla zorlanmazlar.  

Çetinoğlu: Teşekkür ederim. Yapay zekâ bu bilgileri verebiliyor mu? Denemediğim için bilmiyorum. Prâtik zekâlar için doğruyu bulup uygulamak zor olmasa gerek.

Prof. Gürdoğan: Teşekkür ederim.

Prof. Dr. ERSİN NAZİF GÜRDOĞAN:

1945 yılında Eskişehir’de doğdu. Üniversite eğitimini İstanbul Teknik Üniversitesi’nde Makina Mühendisliği alanında yaptı. İşletme İktisadı Enstitüsü’nün uzmanlık programını 1968 yılında tamamladı. Devlet Planlama Teşkilatı’nda 1968 yılından 1972 yılına kadar uzman olarak çalıştı. Erzurum Üniversitesi’nde 1975’de doktor, 1987’de doçent ve 1994’de profesör unvanını aldı.  İstanbul’da Maltepe Üniversitesi’ndeki görevinden kendi isteğiyle emekli oldu. Kitap ve makale yazmaya devam etmektedir. Evli ve üç çocuk sâhibi olan Gürdoğan, Mâverâ Dergisi’nin kurucuları arasında yer aldı.

Gürdoğan’ın yayınlanmış kitapları:

1-Üretim Planlamasında Doğrul Programlama ve Demir Çelik Endüstrisinde Bir Uygulama, 2-Ticarî ve Sosyal Açıdan Proje Değerlendirme Yöntemleri, 3-İşletmelerde Yatırım Yönetimi, 4-Girişimcilik ve Girişim Kültürü, 5-Teknolojinin Ötesi, 6-Kültür ve Sanayileşme, 7-Görünmeyen Üniversite, 8-Kirlenmenin Boyutları, 9-Hicaz’dan Endülüs’e, 10-Zamanı Aşan Şehirler, 11-Günler Akarken, 12-İki Dünyanın Hesaplaşması, 13-New York’tan Los Angeles’a Yeni Roma, 14-Düşünceyi Eylem için Bilmek, 15-Dünya Bir Şehirdir, 16- Ticari ve sosyal açıdan proje değerlendirme yöntemleri, 17-İşletmelerde yatırım yönetimi.

Hamidiye Su, Atatürk Bulvar, Başkan Belediye

Geçen yazılarımdan birinde, “Ulus devlet sözünü sevmiyorum, Türkçe değil.” demiş ve “Millet devleti” diye devam etmiştim. Okuyucularımın bu karara birkaç yorumu oldu. Fakat hepsi de millet mi Türkçe, ulus mu Türkçe üzerineydi.

Sevgili dostlar, bir kelimeyi Türkler kullanıyorsa, konuşma dilimizde ve hele yazı dilimizde o kelime varsa, o kelime Türkçedir. Bu benim anlayışım. Galiba biz hâriç bütün dünyanın anlayışı da bu. Kelimelerin ırkları, yani etimolojisi beni ancak hoşluğundan ötürü ilgilendiriyor. Bir kavramın Türkçesi varsa ve “maruf” ise, yani bilinense, yaygınsa, gayet tabii onu kullanırım. Fakat yoksa, DNA’sı yabancı da olsa, yine maruf olmak kaydıyla o kelimeyi kullanırım. Oturmamış, yaygınlaşmamış uydurmacaları ise hiç kullanmam. Niçin mi? Çünkü okuyucularım yazdığımı anlasın istiyorum. 

Artık kulağımıza batmıyor

Bakınız, galiba bunu daha önce de yazdım: İngilizce bugün dünyanın en zengin ve en çok kullanılan dillerinden biri. Günümüzün Lingua Franca’sı. Bir zamanların Fransızcası gibi, bir zamanların Latincesi gibi ve bizim kültür çevremizde bir zamanların Arapçası gibi. İngilizcedeki yabancı kökenli kelimelerin yüzdesi nedir dersiniz? Sevdiğim, ilgiyle okuduğum bir dil bilimci, McWhorter, Babilin Gücü kitabında olmalı, bu sorunun cevabını aramış ve cevaplamak için bakın ne yapmış: İngilizcenin en büyük sözlüğü Oxford Sözlüğü. Son baktığımda dört kocaman ciltti. Sözlük, kelimelerin etimolojisini de veriyor. McWhorter, bu ciltlerde etimolojik bakımdan da İngilizce olan kelimeleri saymış. (Saymış dediğime bakmayın, sözlüğün bilgisayar ortamındaki kopyasından saydırıvermiştir.) Sonuç: Oxford sözlüğündeki “öz İngilizce” kelimelerin oranı %1’in altında. Yazıyla: Yüzde bir’in altında! Fakat bu yüzde bir, günlük konuşmadaki kullanımın yüzde yetmişini buluyormuş. McWhorter’in Şahane Piç Dilimiz (Our Magnificent Bastard Tongue)  başlıklı başka bir de kitabı var. 

Biz ise dili tartışırken nedense hep kelimelerin ırkını tartışıyoruz. Fakat dilimizin yapısını bozan, vahim hataları görmezden geliyoruz. İrkilmek gerekirken artık yanlışı duymuyoruz bile. Türkçe şuur altımızı kaybetmişiz.

Erkek kazma kadın kürek

Benim “ulus devlet”ten hoşlanmamamın sebebi, Türkçede isim tamlamasının böyle yapılmayacağı. “Millet devleti” Türkçenin yapısına uygundur. Gerçi “ulus devleti” de uygundur ama ben birinciyi tercih ediyorum. 

Okuyucu yorumları üzerine bunları yazayım dedim ama araya başka konular girdi. Vazgeçmek üzereydim. Üstelik daha önce de bunları yazmıştım. Fakat birden ortaya Hamidiye Su çıkmaz mı? Allah rızası için hiç mi kulaklarınızı tırmalamıyor. Artık İngilizce gramere alıştık da batmıyor mu? Yok Abdülhamit Han’ın ismi imiş, yok değilmiş. Sultan Abdülhamit bizi sopayla kovalardı. Çünkü o henüz yabancı gramerleri tabii karşılayacak ölçüde dejenere olmamıştı. 

Hamidiye Su. Belki “Su Hamidiye” desek daha da Fransızca mı, İngilizce mi, Arapça mı olur? Kanal İstanbul gibi. 

Normal şartlarda “Hamidiye Su”yu duyunca ciddî rahatsızlık hissetmeniz lazım. Demek hissedilmiyor. Sokak isimlerindeki tamlama ekinin de yok olmasının artık batmaması gibi. Kedi Seven Sokak. Eskiden Kadı Köyü, Galata Sarayı denirdi. Onlara alıştık. Hatta “erkek ayakkabı”, “kadın pantolon” gibi eşyaya cinsiyet izafe eden tamlamalara da? Anlaşılmıyorsam: Erkek ayakkabısı olur. Kadın pantolonu… Yoksa ayakkabı ve pantolonun cinsiyeti yoktur. Onları giyenlerin cinsiyeti vardı. Ayakkabı ve pantolon eşyadır, tıpkı kazma ve kürek gibi. “Erkek kazma”, “kadın kürek” olur mu?

Bu yazıyı okuyuş yapıyorsunuz

Nedense henüz cadde isimlerin bu tahribat bulaşmadı. Henüz Atatürk Bulvar, Ordu Cadde denmiyor ama yakındır. Bulvar Atatürk’e, Cadde Ordu’ya ne dersiniz? Su Hamidiye’nin yanına yakışır. 

Kötü, yanlış Türkçelere bakıyorum. Çoğunun falsosu eklerde. Gerek tamlamalarda, gerekse fiil çekimlerinde insanımızın eklerle problemi var. Sanki kelime köklerini yan yana sıralayıp sonra bunların karşısına geçip düşünüyorlar: Şimdi bunlardan nasıl cümle yapayım? Ve kafalarında Türkçe’nin yapısı değil, İngilizceninki var. İngilizcede, bütün Hint-Avrupa dillerinde kelimeler ek alarak değil, ön kelimeciklerle, yardımcı fiillerle cümle olur. Türkçe bu bakımdan onlardan ayrılır ve daha yoğundur. “Gidiyorum.” der ve işi bitiririz. “I am going.” gibi üç kelime bir de yardımcı fiil (am- olmak fiili) kullanmayız. Şimdi bakıyorum, vapurlarımız ve trenlerimiz kalkmıyor. “Kalkış yapıyor.” Masaya oturmuyorlar, “oturmuş oluyor”lar. Belki de “oturuş yapıyor”lar. Görüşmüyorlar, “görüşme gerçekleştiriyor”lar. 

Ve Su Hamidiye; Hamidiye Su! 

Pek yakında bunları “Hamidiyesel Su”, “Ordusal Cadde” falan yaparız. 

Benim James McWhorter’in bir uzmanlık dalı da sömürge dilleri. Kreoller ve pidginler. Fakat bu iki yol dışında kolonileşen dillerle ilgili tespitleri de var. Yabancı ve güçlü kültürlerin etkisine giren dillerin gramerleri basitleşiyormuş. Bizim eklerimizi, çekimlerimizi kaybetmemiz gibi. 

FacebookTwitterWhatsAppMessenger

Bazı Gündem Maddeleri

Sayın okurlarım, ibret sayılabilecek olaylarla karşı karşıya kalıyoruz. Bir ve bütün olma gereğimiz ister istemez öne çıkıyor. Sözde dost ve müttefiklerimiz Türkiye’yi Ortadoğu’da güçlü kılmamak için ellerinden geleni yapıyorlar. Paramızla uçak alamıyoruz. Bize direniyorlar. Diğer taraftan Ukrayna ve Rusya böyle giderse daha yıllarca savaştırılır. Ukrayna’yı kullanmak isteyenler Ukrayna’ya sınırlı silah ve füze veriyorlar. Bunları bir kısmı Rus askeri güçlerine zor ulaşıyor. Amaç Rusya ve Ukrayna’nın birlikte zayıflatılmasıdır. ABD silah şirketleri gelişmelerden son derece memnundur. Yunanistan Türk korkusuyla uğraştırılıyor. ABD üs adı altında Yunan topraklarına el koyuyor. Hiç de medeni olmayan Batı ve İsveç Kuran-ı Kerim yakmakla maalesef tatmin oluyor ve utanmadan bu saygısızlığı ve çirkinliği düşünce özgürlüğü içinde görüyor. Uluslararası hukuka yazılı belge almadığınız sürece Batılıların size söz vermesi hiçbir anlam taşımaz. Sözde tam üyelik yolunda 1999 yılında gitme denmesine rağmen, rahmetli Bülent Ecevit’in Helsinki’ye gidişi ve eli boş dönüşü unutulmamalıdır. Türkiye’ye söz verenler biz artık görevde değiliz deyiveriyorlar. Bunların devlet ve devlet adamı anlayışı budur.

Savunma sanayiine daha fazla kaynak sağlanmalı, önem verilmeli ve Türkiye caydırıcı olmalıdır. Artık muhalefeti de iktidarı da seçim sonuçlarını bir tarafa bırakmalı; Batı’nın oyunlarına karşı koymalı ve ortak tepki göstermelidir. İç politika ile bu kadar fazla meşgul olmamız yetmedi mi?

Vefat eden dostlarımıza ve eski arkadaşlarımıza karşı daha vefalı olalım; medeni tavır ortaya koyalım. Türk’ün yıllardır susmayan sanatçısı, hizmetkarı Bozkurt İlham Gencer’i ve bize Türk Dünyası gerçeğini öğreten hocamız, ağabeyimiz Prof.Dr.Turan Yazgan’ın eşini ebediyete yolcu ettik. Cenazelere ve diğerlerine bir çiçek ve temsilci göndermesi gerekenler maalesef hiç ortada görünmedi.

14 Temmuz 2023 tarihinde TV’de haberleri izliyordum. TBMM’de bir yeni hanım milletvekili kendisine rey verenlere Arapça ve Kürtçe teşekkür etmeye kalktı. Bunun bir oyun olduğu ve oyun kurucusunun da toplantıyı yöneten olduğu anlaşılıyordu. Haklı itirazlar karşısında bu başkan vekilinin işgal ettiği mevkiye hiç de layık olmadığı yaptığı konuşmadan ve garip benzetmelerinden anlaşılıyordu. Kendisinden farklı bir şey de beklenemezdi. Türkiye’de Türk ve Türkçe düşmanlığını, egemenlik haklarımızı hedef almayı anlamak zordur. Rahmetli II.Abdülhamit Türkçe konusunda çok hassastı. Mecliste bulunacak olanların mutlaka Türkçe bilmesini ve konuşmasını gerekli görürdü. Egemenlik haklarımızı hiçe sayan, Devletle kavgalı, zorla milletimizi tahrik edenlerin kavgaları sürmektedir. Demokrasinin defosu olan malum parti ve çevrelerin TC düşmanlığı ara ara nüksediyor; ama gerekli müdahale ve yasaların çiğnenmesi alışkanlığı, meydan okuyucu eylemler cezasız kalıyor. Anayasa Mahkememiz ise tatil işaretleri veriyor. Hep dağa layık bazıları Meclisi işgal ediyorlar. Yine bir hanım milletvekili çok önemli bir şey yaptığına inandırıldığı için bir dönem Kürtçe yemine özenmişti. Kürtçeyi bilen oturum başkanı ise; buna tahammül edemeyip konuşmayı sonlandırmıştı. Yeni başkan yardımcısı ise farklı davranmıştır. Siz bu kafada devam edip egemenlik haklarımıza saldırırsanız, bölücü terör örgütüyle akraba olursanız; size tek tavsiyemiz gücünüz yetiyorsa dağa çıkmak olur. Bu kadar iddialı iseniz; kendinize dağda yakışacak bir yer arayınız, biraz mert olunuz, boyun kırıp sırıtarak ekranları kirletmeyiniz. Demokrasinin değerini biliniz. Yediğiniz kabı kirletmeyiniz. Terörle beraber olanlar için dağdaki çukurlar boş ve bazılarını bekliyor.      

Asrın Akaryakıt Zammı

15 Temmuz gecesi benzin ve motorine, ÖTV ve KDV artışına bağlı olarak, litre fiyatına 6’şar TL zam yapıldı. Bu zam asrın en yüksek akaryakıt zammı olarak tarihe geçecek.

Bu zam ile benzinin İstanbul fiyatı 28,05 TL’den 34,05 TL’ye, motorinin (mazotun) fiyatı 22,37 TL’den 26,37 TL’ye çıktı. Oransal olarak bir defada yapılan zam ortalama yüzde 22.

28 Mayıs’ta yapılan seçim günü benzin 21,25 TL, mazot ise 19,4 TL idi. 48 gün içinde yapılan zamların oranı ise benzinde yüzde 60, mazotta yüzde 67 oldu.

Akaryakıta gelen bu fahiş zamların iğneden ipliğe her şeyin fiyatını artıracağı muhakkak.

Önceki KDV ve Kurumlar vergisinde oranların artışı, MTV’nin çift ödenmesi, her türlü vergi ve harçların yüksek oranlı artışları ile birleştiğinde akaryakıt zamlarının enflasyonu artırıcı etkisi büyük olacak.

***************************

Vergilerin Sebebi Deprem mi?        

Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz yapılan vergi artışları ve akaryakıt zamlarını “deprem nedeniyle ve bazı ek ihtiyaçlar sebebiyle ek bütçe yaptık. Bütçe gelirlerini artırmak için torba kanunla bu düzenlemeleri yapmamız gerekti. Asrın felaketini yaşıyoruz, asrın dayanışmasını yapmak zorundayız” dedi.

Hükümetin yaptığı ve Meclis’te onaylanan Ek Bütçe 1,120 Trilyon TL tutarında. Ayrıca Anayasaya aykırı olduğu halde, Cumhurbaşkanına bunun 5 katına kadar borçlanma yetkisi verildi.

Deprem için harcanacağı söylenen tutar bunun yarısı civarında. Diğer yarısı içeriğini bizim bilmediğimiz “bazı ek ihtiyaçlar” için ayrılmış. Ayrıca Cumhurbaşkanına verilen yetki ile istenirse deprem için ayrılan paralar da diğer ek ihtiyaçlara aktarılabilecek.

Gelirleri artırmak için bu fahiş zamları yapan iktidarın devletin giderlerini, lüks ve şatafatı azaltıcı en küçük bir adım atmaması da ilginç.

***************************

Zenginden Alınmayan Vergi Fakirden Alınacak

Prof. Dr. Aziz Konukman’a göre, “2023 bütçesinde muafiyet ve istisnalar ile vazgeçilen vergi alacaklarının tutarı 994 Milyar TL. Bunun 850 Milyar lirası sermaye grubundan alınması gerektiği halde vazgeçilen vergiler.”

CHP Genel Başkan Yardımcısı Veli Ağbaba’nın iddiasına göre ise, “5’li çete diye anılan şirketlere ,18 yılda 220 milyar dolar ihale verilmiş, 128 kez vergi affı sağlanmış!”

Bu vergiler sermayedarlardan tahsil edilmiş olsa ÖTV, KDV ile diğer vergi ve harçlara getirilen fahiş zamlara ihtiyaç kalmayacaktı. Bütün mal ve hizmetlerin fiyatı şimdikinden ucuz olacaktı.

Devlet neden muafiyet ve istisnalar koyarak vergi almaktan vazgeçiyor?

Getirilen muafiyet ve istisnaların gerekçesi ihracat artışına ve istihdama katkı sağlamak. Ama uygulamada böyle bir katkı sağlandığı söylenemez.

Toplumun en zengin yüzde birinden almadığı vergileri fakir halkın sırtına yüklemek bir siyasi tercihtir.

Bu tercih “ben ne yaparsam yapayım, oyunu alabileceğim yüzde 52’lik halk desteğim var” rahatlığından kaynaklanıyor olabilir.

***************************

ÖTV Artışları Devam Edecek

Rubil Gökdemir’in hesabına göre Kurumlar Vergisi, KDV artışları ve MTV’nin ikinci defa alınmasıyla 250 milyar TL toplanacak.

Akaryakıta gelen litre başı 6 TL’lik ÖTV artışı ile 58 Milyar TL gelir elde edilecek. ÖTV’de toplam 307 milyar TL’lık artış planlanıyor. Demek ki daha 249 Milyar TL’lik ÖTV artışı yapılması gerekecek. Yani akaryakıtta yeni ÖTV artışları olması kaçınılmaz gibi.

Devletin bütçesinde 36 Milyar TL olarak belirlenmiş olan Dayanıklı Tüketim Mallarından alınacak ÖTV gelirlerinin, Ek Bütçe ile 22 Milyar TL artırılacağı öngörülüyor.

Demek ki başta Dayanıklı Tüketim Malları olmak üzere birçok kalemde vergi artışları ile buna bağlı fahiş fiyat artışlarına hazır olmalıyız.

Okuduğum ve dinlediğim ekonomistlerin ortak kanaatleri şöyle:

“Şimdikinden daha büyük ek vergi paketleri de gelecek, yüksek borçlanma da. Ayrıca özelleştirme /varlık satışları da olacak.”

“Sadece Kur Korumalı Mevduat 130 milyar dolara erişti. Borçların döndürülebilmesi ve ekonominin normalleşmesi için 500 Milyar DOLAR gibi müthiş paraya ihtiyaç var. Bu yüzden Türkiye’nin birinci meselesi enflasyon değil, ödemeler dengesi krizi ihtimalidir.”

Bu yüzden “kısa vadeli borç bulma ve zam paketleri birlikte gündemde olacak.”

Erdoğan ve ekonomi kurmayları BAE, Katar ve Suudi Arabistan seferleriyle, muhataplarına cazip teklifler sunarak döviz bulmaya çalışıyor.

Ancak Prof. Dr. Emre Alkin’e göre, “Varlık Fonunda satılabilir durumda olan pek bir şey yok. Buradaki şirketleri satmak da pek kolay değil. Türk özel sektörünün elinde bulunan işletmelerin satışı gündeme gelecek.”

***************************

Bizde Akaryakıt Avrupa’dan Ucuz mu?

Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz “Son zamma rağmen Avrupa ülkeleri içinde akaryakıt fiyatları yönünden en ucuz olan 4. ülkeyiz” diye savundu. “Türkiye’de zamlardan sonra 1,3 Euro olan benzin Avrupa ülkelerinde 1,6- 2,0 Euro gibi fiyatlarla satılıyor” dedi.

Bu rakamlar doğru olsa bile “Türkiye’de akaryakıt ucuz” denilmesi asla doğru olamaz.

Avrupa ülkelerinde çalışanların ve emeklilerin gelirleri Türkiye’dekilerin çok üstünde. AB ülkelerinde 2.000- 2.500 Euro arasında asgari ücret alanların bile akaryakıt alma sıkıntısı olmaz. Bizde halen asgari ücret 390 Euro, asgari emekli maaşı 258 Euro.

Ayrıca bu ülkelerde asgari ücretli oranı yüzde 5-10 arasında iken Türkiye’de asgari ücret ve çok yakınında olanların oranı yüzde 60’ın üzerinde. Türkiye’de asgari ücretin 2 katına kadar (yani 22.800 TL= 790 Euro’nun altında) ücret alanların oranı yüzde 91.

Emeklilerde durum daha da vahim. 15,9 milyon emekliden 5 milyonu, kök ücreti 6.000 TL ve altı olduğu için en düşük emekli maaşı olan 7.500 TL maaş alıyorlardı. Yılın ikinci yarısı için, kök ücret üzerinden verilen yüzde 25 zamdan sonra bile, en düşük emekli maaşı 7.500 TL’yi geçemediler ve hiç zam alamadılar.

Bu gelir seviyesindeki insanlarımızın Avrupa’dan daha ucuza akaryakıt aldığı masalına inanması da ilginç.

Türkiye’de bilim nasıl yükselir?

Son haftalarda yazdıklarımı gözden geçirdim. Sonra da bir okurumun bana şöyle seslendiğini düşündüm: Eee, yeter artık anladık. Emeklilikten başladın, fırsatçı uygulamalar ve onlara karşı kullanılan zararlı ilaçlar dedin; bizimki millî değil, koloni bilimi dedin. Dedin, dedin, dedin… Bir türlü ne yapmamız gerektiğini demiyorsun. Söyleyecek misin, söylemeyecek misin?

Peki söyleyeyim. 

Tek başına bilimi yükseltemezsiniz. Önce üretimde yüksek katma değerli, ileri teknoloji içerikli ürünlere yönelmeniz gerek. Verimliliği arttırmalısınız ki bu da inovasyonla olur. İnovasyon sadece ürün tasarımında yapılmaz. Üretim süreçlerinde, pazarlama süreçlerinde de inovasyon yapılır. Ülkede bilimin, teknolojinin gelişmesi için de ülkenin refahı için de yenilik gerekir. 

İşte, üretimi bu yöne teşvik ettiğinizde sanayiniz bilime ihtiyaç duyacaktır. Araştırma ve keşif talep edecektir. Bu talep de birçok birinci sınıf teknik ve bilim insanının toplandığı, birlikte çalıştığı, fikirlerin ve buluşların birbirini tohumladığı mükemmeliyet merkezleri gerektirecektir. Yenilikçi sanayiler ve mükemmeliyet merkezleri. Dünyada bunların öbekleştiği görülüyor. Milletlerin Rekabet Avantajı kitabının yazarı Michael Porter, bunlara “clusters- öbekler” diyor. Porter’in verdiği örneklerden hatırımda kalanlar: ABD’nin doğusunda, New England’daki MIT, Harvard, Yale ve aynı eyaletlerdeki büyük sanayi; Kaliforniya’da Silikon Vadisi ve hemen yanındaki Stanford, Berkeley.  

Bilim ve üretim öbekleri

Sonra şunu iyice anlamalıyız: Din, güzel ahlâk için inmiştir. Enflasyonu önlemek için değil. Çip imalatında inovasyon yapmak için de değil. Bu sonuncular, bilimin ve teknolojinin işidir. Dinle çip üretmek, fizikle dine kaynak yapmaya çalışmak, otomobili denize sürmek, sandalla pistte yarışa katılmak gibidir. Batırırsınız. Otomobili de ülkeyi de. 

Bir başka zihniyet değişikliği, dünyada her şeyi bilmediğimizi kabul etmektir. Bilinmeyenler bilinenlerden fazladır ve o bilinmeyenlerin üzerindeki örtüyü ilk kaldıranlar refahı da yakalar. Bilimin geliştiği ülkelerdeki buluşları gayet tabii öğreneceğiz. Fakat o buluşları onlar zaten kullanıyor. Rekabetçi üretim teçhizatlarına onları zaten ekliyor. Sizin bir adım daha öne geçebilmeniz için onların henüz bulmadıklarını keşfetmeniz lazım. Herkesin yaptığını yaparak zengin olamazsınız. 

Yapılması gerekenler şunlar: Yüksek teknolojiye, verimi arttırmaya velhasıl inovasyona, yani yeniliğe dayanan üretimin teşviki… İnovatif teşebbüslerin ve onların ihtiyaç duyacağı araştırma merkezlerinin öbekleşerek kurulması… 

Bütün dünyada üniversiteler endüstrinin talebiyle oluştu. Endüstri devriminden önce kabiliyetler üniversiteye değil, din okullarına gidiyordu. Temel bilimlerin yükselişinde birden fazla sürücü güç vardır ama teknolojinin talebi, bunlardan en önemlisidir. 

Bilim mi teknolojiden teknoloji mi…

Bilim teknolojiyi doğurur, diye bir düşünce vardır. Bu belki bugün doğrudur. Çünkü şimdi teknoloji, yalnız tekniğin değil bilinenin de sınırlarını zorluyor ve bir daha, bir daha adım atabilmek için bilimin sınırlarının aşılmasını istiyor. Bazen bilim öyle sonuçlar doğuruyor ki teknoloji, “Bu mutlaka bir işe yarar ama acaba hangi işe?” diye soruyor. Lazer ilk icat edildiğinde ve icat edenler Nobel aldıklarında lazer için, “Problemini bekleyen çözüm.” deniyordu. 

Tarihte, bilim teknolojiyi doğurmamış. Bugün öyle oluyor. Tarihte, teknoloji bilime yön vermiş. Termodinamik ve buhar makinesinin çalışmasının teorisini yapan termodinamik, daha doğrusu Carnot döngüsü, 1820 ve 1840 yıllarında anlaşılıyor.  Thomas Newcomen (1712) ve James Watt’ın (1776) ilk buhar makinesi bundan epey eski. Newcomen ile Carnot’un keşifleri arasında neredeyse bir asır var. 

Bugüne dönelim. “Bilim mi teknolojiyi, teknoloji mi bilimi doğurur? Bugün bu, tam bir “tavuk-yumurta” mekanizmasıdır. Hem teknoloji bilimi hem de bilim teknolojiyi doğuruyor. Bu alışveriş, aynı zamanda üniversiteleri ve dünya çapında bilim adamlarını da doğuruyor. 

Umudumuzu geri verin

Bunlara da ihtiyacınız olmayabilir. Mesela ülkede yerden petrol fışkırmaktadır ve zaten yeteri kadar zenginsinizdir.

Veya ülkenizdeki kazanç ortamı öyledir ki para yenilikle, teknolojiyle değil, iktidara yakın olmakla kazanılır. İktidara yakınsanız işler sizin tekelinize verilir. Böyle ülkelerde genellikle bir tekel şirket  yani monopoli değil, birkaç el, birkaç şirket yani oligopoli görülüyor. İşte o birkaç kişiye de oligark deniyor. Hani krala monarş denir ya. Onun gibi. Belki Türkçede oligarş demeliydik… 

Ne petrol ne oligark. Türkiye girişimci çocuklarının yepyeni fikirleriyle, bilim ve teknoloji insanlarının çözdüğü problemler ve keşifleriyle, siyasilerin  bu kıymetler için toprağı verimli hâle getirmesiyle yükselecektir. 

Ne olur bize ümidimizi geri verin! Çocuklarımız, torunlarımız için yine umutlanmak istiyoruz. 

15 Temmuz 2016’nın Anlamı

0

15 Temmuz 2016 kalkışmasını, dost ve müttefik kazığını; Türk Milletinin bir bütün olarak def ettiği, çöpe attığı şerefli bir tarihin adı olarak değerlendirmeliyiz.

            Bu sözde dost ve müttefik işgal ve darbe hareketine alet olarak kullanılanların bir kısmı hak ettikleri cezayı görmüşler; bazıları ise hala ya görevde, ya da etkin bir mevkidedir.

            Bu şerefli hareket Türk Milletinin bir kalabalık veya sürü olmadığının sosyolojik ispatıdır. Milletleşmenin de açık ve net sonucudur. Türk milletine mensup olma şuuru bir kere daha ayağa kalkmış ve Cumhurbaşkanı’nın da üstün iradesiyle Türk milletinin gerçek iradesini geçerli kılmıştır.

            Tarih boyu Türk’ün verdiği şehitler yüce Tük Milletinin kalbinde yaşayan ölülerdir. Onlara ölü de dememek lazımdır. Bu kalkış, işgal ve darbe teşebbüsünü dönemin iktidarınca planlanmış bir siyasi oyun gibi gösterenler ayıbın ayıbını işlemişler, gülünç duruma düşmüşlerdir. Türk Milletinin yeni bir zaferi olarak gerçekleşen bu şanlı direniş Türk Milletine aittir. Bu gerçeği ifadeden neden uzaklaşıp çekiniriz bilemiyorum. Çekinenlere düşen görev haksız yere işgal ettikleri koltukları biran önce terktir. Türk Milleti nezhep-i gayri sahih bir kalabalık değildir. “Bu millet” saçmalamalarını terk edelim, “Türk Milleti” diyelim. Ayıp oluyor; bazıları utanmasa da bizler onların yerine utanıyoruz. Aziz şehitlerimizi, Türk’ün yılmaz evlatlarını rahmet ve saygıyla anıyoruz. Nur içinde yatsınlar.

Furkan Öztürk Ne Yaptı?

0

Geçen hafta haberler, Furkan Öztürk’ün Harvard Üniversitesi’nde, doktora çalışması sırasındaki büyük buluşunu anlatıyordu. Önce genç fizikçimizi, ardından böyle kabiliyetler yetiştiren, İhsan Doğramacı Hoca’nın mirası, Bilkent Üniversitemizi ve bilimin meşalesini zirvelerde tutan dört asırlık Harvard’ı tebrik edeyim.

Böyle haberler almamız, bunlarla gurur ve heyecan duymamız ne güzel. Ancak bir eksiklik hissettim. O da şu: Kamuoyumuz, sanki bu yazının başlığındaki sorunun cevabını tam alamamış gibi: Furkan Öztürk ne yaptı? Sağ el, sol el, homokiralite gibi sözler havada uçuşuyor ama ne? Kendimi vazifelendirdim. Furkan Öztürk’ün çözdüğü problemin ne olduğunu ve nasıl çözdüğünü okuyucularıma anlatmaya çalışacağım. 

İlk canlı

Hayat deyince aklımıza ilk gelen DNA molekülü olmalı. Hani göre göre ezberlediğimiz şu çifte sarmallı,dönerek çıkan merdiven gibi nesne… İşte, canlıların sadık kopyalarının yapılmasındaki şablon molekül bu. Şablon diyorum, çünkü atın at olacağını, karıncanın karınca, insanın insan olacağını belirleyen her birine ait DNA’lardır. Bir de RNA var, Kovid salgınında bol bol adını duyduk. O da virüslerde DNA ile aynı işi yapıyor. Kovid virüsünün çocuklarının da kendisi gibi kovid virüsü olmasını sağlıyor. Yani DNA, RNA hangi canlıya aitse onun şablonunu, isterseniz kodunu, şifresini deyin, içinde taşıyor. Hâkim görüş, önce RNA’nın ortaya çıktığı. Sonra ondan DNA oluşmuş. RNA’ya da DNA’ya da nükleik asit deniyor.

Buraya kadar pek âlâ, pek güzel. Hayatı açıklıyoruz: DNA, RNA, kendi kendilerini kopyalıyor. Sonra her biri taşıdığı şifreye göre başka başka canlıyı yapıyor. Evrimle, virüsten çınar ağacına, solucandan insana cümle canlılar oluşuyor. Bu sürecin bütün adımlarını gözlüyoruz, biliyoruz. Hayat dediğimiz kendi kendini üretmek zaten. Şimdi büyük soru geliyor: Tamam; bunlar kendi kendilerini kopyalıyor. İyi de ilk kendi kendini kopya eden molekül nasıl doğdu? Öyle ya, bu moleküller öyle tesadüfen kendiliğinden olacak şeyler değil. 

Bu soru aslında şu soru: İlk hayat nasıl başladı? İlk canlı nasıl oluştu? 

Canlıdan canlı olur – Ya ilk canlı?

Eski bir teori vardı. Bazı killer, bazı madenler, düzenli fakat karmaşık kristal yapılarına sahiptir. Acaba bunlar ilk kendi kendini çoğaltan moleküllere şablonluk yapabilir mi? Bir kalıp gibi davranabilir mi? Yani cansız kil, cansız mineral, canlının beşiği midir? 

Bu soruyu dinlenmeye bırakalım. İkinci bir meseleye bakalım. Yazımın sonunda ikisi birden çözülecek: Birbirinin aynı olan moleküllere izomer denir. Aynı yapı anlamında. Örnek vereyim: b harfi ile q harfi izomerdir. Farklı görünürler ama çevirirseniz aynı olduğunu görürsünüz. P ile d de öyle. Bir de birbirinin aynı gibi fakat tam aynı değil, bir birinin aynadaki aksi gibi olan moleküller vardır. İşte el benzetmesi burada işe yarıyor. Sol elinizi nasıl evirip çevirirseniz çevirin, ondan sağ el yapamazsınız. Birbirinin aynadaki aksi gibi olan moleküllere birbirinin enantiomeri denir. Sağ eliniz sol elinizin enantiomeridir. Küçük b harfi de d harfinin enantiomeridir. Nasıl çevirirseniz çevirin, b’yi d yapamazsınız. Eller gibidirler. Birbirinin aynadaki aksi gibi… 

Bir başka örneği helezon merdivenlerden verebiliriz. Merdiven sola dönerek çıkabilir veya sağa dönerek. Birbirlerine çok benzerler ama aynı değildirler, aynadaki akis gibidirler. 

Moleküllere dönelim. Birbirinin aynadaki aksi gibi olan moleküllerin birbirine bir üstünlüğü yoktur. Dolayısıyla laboratuvarda böyle bir molekül üretiyorsanız iki cinsi birden elde edersiniz. Böyle karışımlara rasem karışım denir. Öyle ya, neden biri veya diğeri tercih edilsin ki? Tam yarı yarıya oluşurlar. İlaç firmaları yaşam moleküllerinin sentetiklerini yaptığında, genellikle %50-%50 oranında karışımlarını elde ederler. 

Sol mu sağ mı? Doğa taraf tutuyor!

Ancaaak! Büyük bir ancak! Hayat böyle çalışmıyor. Hayatın yapı taşı olan moleküllerin sağa bakanıyla sola bakanı eşit miktarlarda bulunmuyor. Yalnız bir çeşidi oluyor. Hem sağ hem sol el yok. Sadece biri var. Bazı ilaçları biz üretirken rasem üretiyoruz ama vücut bunlardan sadece bir tipini kullanıyor. DNA’nın, RNA’nın, daha nice yapı taşının, şekerlerin, aminoasitlerin hep tek yönlü olduğu gözleniyor. Bunlara homochiral deniyor. Homo, aynı; chiral, el demek. 

İşte bizdeki haberlerde bol bol bu terim geçiyordu. Homokiral, homokiral… 

Yüz küsur yıldır çözülmeyen ve Furkan Öztürk’ün çözüm teklifi yaptığı buluş tam bununla ilgili. Hayatın molekülleri niçin hep aynı yönlü? DNA helezonu niçin hep sağa dönerek tırmanıyor? Canlının yapı taşı aminoasitler, şekerler niçin hep tek yönlü? 

Öztürk şunu bulmuş: Manyetik özellikli minerallerin üstünde oluşan organik moleküllerde, sol el ve sağ el yapısından birinin enerjisi daha düşük oluyor. Yani biri diğerine tercih ediliyor. Ürün karışımında o tercih edilen ürüyor. Sonuç homokiral! Yani hepsi aynı el gibi. Bir kere sol veya sağ el üretilince de ondan sonrası kolay. Artık o hep kendi gibisini yapıyor. 

Öztürk bunları benim yaptığım gibi lafla iddia etmemiş. Önce teorik hesaplamasını yapmış, sonra da deneyini. Ve olan bitenin fotoğrafını da çekip makalesinde yayımlamış. Hatta daha ileri gitmiş: Bir ırmağın beslediği ve su seviyesi mevsimler değiştikçe yükselip alçalan bir gölün kıyısında, homokiral ürünün nasıl saf hâle geleceğini de anlatmış. 

Kaç adım birden! Homokirallık denilen esrar çözülüyor. Canlıyı canlı yapan moleküllerin, mineralleri kalıp tutarak oluştuğu teorisi destekleniyor. 

Furkan Öztürk’ün başarısı gerçekten büyük. Tebrikler, tebrikler, tebrikler… 

Bütün okuyucularımın bayramını kutlarım. Bayramınız bayram olsun dostlarım. 

Düşün Damlaları  (4)

Göz görmüyor, gözden bakan görüyor.

Pencerenin görmediği, pencereden bakanın gördüğü gibi.

Kulak duymuyor, kulağı kullanan duyuyor.

Kolum yapıyor, denmiyor. Ben yapıyorum, deniyor.

Gözüm görüyor, denmiyor. Ben görüyorum, deniyor.

İşte o gören, o duyan, o yapan ve o eden:

“Ben.” diyen; ruh’tan başkası değil.

Ruh’un ise, mahiyeti meçhûl / bilinmiyor!

Mahiyetine / içyüzüne yol yok!

Fakat, mahiyetini bilmemek; varlığını inkâr etmeyi gerektirmiyor.

Mikroskop bulunmasaydı; görünmediği için, mikrop inkâr edilecekti!

Aslında, görülmeyenler; görülenlerden daha çok!

İşitilmeyenler; işitilenlerden çok daha fazla!

Zaten herşeyi görse, belki de insan şok olup, şaşkınlık geçirecekti!

Herşeyi işitse, belki de, çıldırır hâle gelecekti!

x

Madem ki, bedende iş gören ruh’tur.

Öyle ise: “Ruh, bedenin neresinde bulunuyor?”

Sorusu bir diyaloğu hatırlattı:

Biri konuşuyordu:

“Allah ne yerde, ne göktedir. Mekândan münezzehtir. Mekâna ihtiyacı yoktur.

Fakat her yerde hâzır ve nâzırdır.”

Diğeri dayanamadı! Bilgiç bilgiç: “Canım şuna ‘Yok!’ desene!” demez mi?

Arkadaşı ciddîleşerek: “Şüphesiz senin de herkes gibi, ruhun var.

Peki söyler misin, rûhun vücudun neresinde? Hangi uzvunda yer alıyor?

Tabii ki ruhun vücudun her yerinde, aynı anda bulunuyor;

Fakat sadece şuradadır diyebilir misin?

Zira ruh; vücudun hem her yerinde, hem de hiçbir tarafında!

 Ama vücudun her yerinde hâzır ve nâzır.

 Fakat bedeninde olmaktan münezzeh!

 Sadece bir yere ait olmaktan uzak.

 Bu durumda ruhun olmadığını söyleyebilir misin? Tabii ki hayır. 

 Meselâ kolun kopsa, ruhunda bir kopma, bir eksilme olabilir mi?

 Elbette olamaz. Çünkü ruh bedene değil, beden ruha bağlı.

 Ruh bedensiz de olabilir, ama beden ruhsuz olamaz.

 Nitekim ruh; bedene ihtiyaç duymadan neler yapmıyor ki…

 Meselâ, rüyâda ne gitmediği yer kalıyor, ne de yapmadığı şey…

 Şüphesiz ruh -hâşâ- Allah değil. Ama Allah’tan.

 Zaten bunun içindir ki, denilmiş:

 ‘Ancak, nefsini / kendini bilen Rabbini bilir.’

 Çünkü Allah; kendinde olandan, bir nebzecik de olsa, insana bahşetmiş.

 Evet insan; Allah değil ama Allah’tan.

 İnsanı tanıyan Allah’ı, Allah’ı tanıyan insanı tanımış olur.

 ‘Levlâke’ sırrını hatırlayalım.

 İşte Hz. Allah da, her an, mekândan münezzeh bir şekilde, kâinatın her yerinde.

 Çünkü mekândan münezzeh; mekâna muhtaç ve mekâna bağlı değil.

 Tıpkı güneşin dünyanın her yerinde olduğu, fakat hiçbir yerine bağımlı bulunmadığı gibi.

 Bedenle ruh nasıl bir uyum içinde ise, Kâinat ile Allah da, benzer bir uyum içinde.”

Kim Bu Seçmen?

Peş peşe anketler geliyor. Tekrarlanan bir sonuç var: Ak Parti, tekrar birinci parti konumuna gelmiş. Gerçi bütün anketlerde değil ama son gelen üçünde öyle. Anket şirketleri şöyledir, böyledir; şöyle aldatırlar, böyle kıvırırlar… Böyle lafların bendeki yeri diğer komplo teorilerinin yanıdır. Çünkü anket şirketleri doğru sonuçları sayesinde para ve itibar kazanır. Hiçbirinin de kendi ayağına ateş edeceğini sanmıyorum. Ancak güvenilirlik yüzdeleri, hata sınırları, onların da ötesinde doğru anket tekniklerinin uygulanma derecesi var. Alıştığımız birkaç bin denekli anketlerde hata sınırı artı veya eksi 2,5 civarında. Bunu mesela yüzde 1 yapmak için denek sayısını bir on kat falan arttırmak gerekiyor.

“Kurucu Lider” puanları götürmüş

Üç anket şirketinin bulgularını nakledeceğim. Biri bildiğiniz Metropol. Ruşen Çakır’ın Medyaskop’unda Burak Bilgehan Özpek bu şirketin son anketini değerlendiriyordu. Sonuç, dediğim gibi. Birinci parti AKP, ikinci parti CHP. Yer değiştirmişler. Bu yer değişikliğinin en önemli sebebi de MHP’den AKP’ye kayan oylar. Özpek’in değerlendirmesine göre MHP oylarının beşte biri, “kurucu lider” biçimindeki söylemlerden duyduğu rahatsızlıkla göç etmiş. Programı şu bağlantıda bulabilirsiniz.

Benzer sonuca varan bir başka anketçi, Gezici. Can Ataklı, haberi veriyor O sebep söylemiyor ama AKP ile CHP’nin yer değiştirmesinin önemini belirtiyor.

Üçüncüsü, kurucularını ve yöneticilerini tanıdığım ve bilgilerine, dürüstlüklerine ve ciddiyetlerine tereddütsüz güvendiğim kâr gayesi gütmeyen bir kurum: Toplum Araştırmaları Enstitüsü. Onların anketleri halka açık. Özlem Gürses, Enstitü’nün Siyaset Programı Direktörü Hüseyin Raşit Yılmaz’la anketi değerlendirmiş.

Seçmenin dünya görüşü

Toplum Araştırmaları Enstitüsü, Türkiye Seçmen Eğilimleri Araştırması adlı anketinde diğerlerinde pek rastlanmayan bilgiler de veriyor. Bunlardan biri, deneklerin dünya görüşü. 11 ve 12 Haziran’da konuşulan 1532 kişiye dünya görüşleri sorulmuş. Alınan cevaplar arasında Atatürkçü: %36,0; Milliyetçi: %15,9. Bunlara bir de kendine “Ülkücü” diyenleri eklerseniz toplam %58’i buluyoruz. Bu üç kategorinin içeriği, takdir edersiniz ki birbirinden çok farklı değildir. Dolayısıyla Türkiye’de siyaset yapacaklar bu çoğunluğu hesaba katmak zorundadır.

Diğer tercihler, İslamcı (%10,9), Muhafazakâr (%7,1), Sosyalist (%2,1), Sosyal Demokrat (%4,5), Ülkücü (%6,1), Demokrat (%2,8 ) ve bu kategorilerin dışında cevaplar verenler %3,6. Toplayıp 100 etmediğini gören okuyucularıma, %10,5’un bu soruyu cevapsız bıraktığını söyleyeyim.

Toplum Araştırmaları Enstitüsü’den Yağmur Uzunırmak, İmamoğlu protestoları sırasında protestocuların arasına girerek benzer bir anket yapmıştı. “Kim bu gençler?” başlığıyla yayımladılar. Yukarıda adresini verdiğim sitelerinde bulabilirsiniz. O ankette, toplumumuzun daha genç ve daha muhalif bir kesitinin dünya görüşlerini yakalamayı başardılar. Ankara’da Kızılay’daki protestocuların yüzde yetmişi 18-24 yaş aralığındaydı.  Plastik mermiler, tazyikli su ve biber gazı eşliğinde yapılan ankette yine de 208 eylemciye erişilebilmişti. Hata sınırı muhakkak ki barış şartlarında yapılan anketlerinkinden daha geniştir. Ancak birkaç puan aşağı veya yukarı kaymakla değişmeyecek sonuçlar var. Bu ankette, Atatürkçü + milliyetçi + ülkücü oranı %74,9’a çıkıyor.

Atatürkçü-Milliyetçi-Ülkücü

Anketten aldığım şu yorum da kayda değer: “Protestocuları eylemlere katılmaya motive eden en önemli iki unsur sorulduğunda ‘gelecek kaygısı’ %60,6 ile en çok tercih edilen seçenek olmuştur. Bunu %52,9 ile ‘hükümetin anti-demokratik uygulamaları’ seçeneği takip etmiştir. %31,7 ile ‘mevcut siyasi sistemin taleplerime cevap vermemesi’ en çok tercih edilen üçüncü seçenek olmuştur. İBB başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasıyla başlayan protestolarda ‘Ekrem İmamoğlu’nun şahsında muhalefete yönelik tutum’ seçeneğini katılımcıların yalnızca %11,1’i işaretlemiştir.”

Öyle anlaşılıyor ki gençler şahıslardan çok ilkeler için harekete geçmiş.

Türkiye Seçmen Eğilimleri Araştırması’nı bitiremedim ama yerim bitti. Her anketin olmazsa olmazı, “Cumhurbaşkanlığı için kime oy verirsiniz?” ve benim en merak ettiğim, partiler içindeki dünya görüşü dağılımı. Daha sonra ele alacağım.

Muhalefet de iktidar da kendilerini Atatürkçü, milliyetçi ve ülkücü diye adlandıran seçmen bloğuna dikkat etmeli. Ezici çoğunluk onlarda; belki daha önemlisi, gençlik de onlarda.

______

Değerli diplomatımız Büyükelçi Kemal Gür Beyefendi’nin vefat haberi geldi. Onun Gümülcine Başkonsolosluğu hatıralarını 26 Temmuz 2024 tarihli köşemde, Muhammed Murat Arslan’ın Zor Zamanlarda Diplomat Olmak kitabından nakletmiştim. Allah rahmet eylesin. Genç diplomatlarımıza kutup yıldızı olsun, daha niceleri gibi.

Bir Deprem Ülkesinde “Önemsenmeyen” Bilim: Sismoloji

Donald Trump’ın ikinci başkanlık döneminde (2025’ten itibaren) ABD’de bilimsel fonlara yönelik kesintiler, özellikle Ulusal Okyanus ve Atmosfer İdaresi (NOAA), Ulusal Sağlık Enstitüleri (NIH) ve Ulusal Bilim Vakfı (NSF) gibi kurumlara yapılan 22 milyar dolarlık kısıtlamalar, sismolojik araştırmaların ulusal güvenlikteki kritik rolünü vurgulayan Amerika Sismoloji Derneği (SSA) gibi kuruluşlar tarafından sert bir şekilde eleştirilmiştir. SSA’nın açıklaması*, sismolojik araştırmaların nükleer testlerin tespitinden altyapı korumasına kadar geniş bir yelpazede ulusal güvenliğe katkısını açıkça ortaya koymaktadır.

Peki, sismolojik araştırmaların Türkiye’deki durumu nedir? Türkiye, deprem riski yüksek bir ülke olmasına rağmen, sismolojik çalışmaların finansmanı, altyapısı ve toplumsal algısı bazı zorluklarla karşı karşıyadır. Sismolojik çalışmaların bütçesi oldukça sınırlı ve genel bilimsel araştırma fonları, savunma veya altyapı projelerine kıyasla düşük önceliklidir. Ülkemizde sismolojik çalışmalar, genellikle büyük depremlerden sonra (örneğin, 2023 Kahramanmaraş depremleri) gündeme gelmekte, ancak uzun vadeli bir öncelik olarak görülmemektedir. Sismik izleme, deprem erken uyarı sistemleri ve altyapı güvenliği açısından kritiktir, ancak bu çalışmalar genellikle “görünmez” faydalar sağladığı için politik ve toplumsal destek eksikliğiyle karşılaşmaktadır. Kısaca, sismolojik çalışmaların uzun vadeli faydaları, kısa vadeli ekonomik veya siyasi kazanımların gölgesinde kalmaktadır. Yenilikçi teknolojilere yatırım eksikliği, bilimsel araştırmalara ayrılan genel bütçenin savunma ve altyapı gibi alanlara kıyasla düşük olması, sismolojinin “değersiz” görülmesi algısını pekiştirmektedir. Bu durum bizlere, sismolojik çalışmaların ulusal güvenlik ve afet önleme açısından kritik öneminin, karar vericiler tarafından yeterince dikkate alınmadığını göstermektedir.

2023 Kahramanmaraş depremlerinin 103 milyar doları aşan yıkıcı etkisi, sismolojik çalışmaların deprem erken uyarı sistemleri, altyapı güvenliği ve ekonomik kayıpların azaltılmasındaki vazgeçilmez rolünü açıkça ortaya koymuştur. Buna rağmen, Türkiye’de sismolojik araştırmalara ayrılan sınırlı bütçe, yetersiz toplumsal farkındalık ve yenilikçi teknolojilere yatırım eksikliği, bu alandaki ilerlemeyi kısıtlamaktadır. Sismolojik çalışmaların değerini artırmak için, karar vericilerin bu alana daha fazla kaynak ayırması, uluslararası işbirliklerini güçlendirmesi ve toplumsal bilinçlendirme kampanyalarıyla uzun vadeli faydaların vurgulanması şarttır. Ancak bu şekilde, Türkiye deprem riskine karşı daha hazırlıklı ve güvenli bir geleceği sahip olabilir.* SSA’in açıklaması için: Statement on the Importance of Seismic Research and Monitoring for National Defense | Seismological Society of America

İsrail Terör Devletidir

II

         Özet

            İsrail haber alma Teşkilatı MOSSAD başta olmak üzere Ortadoğu coğrafyasında CIA, MI-6 ve birçok Avrupa ülkesinin istihbarat ajanları yerel işbirlikçilerle katliamlar yapmakta ve huzursuzluk çıkarmaktadır. Özellikle 2015 yılından beri İslam dünyasını tedirgin eden IŞİD ve türevlerinin de MOSSAD tarafından kurulmuş olduğu ifade edilmektedir. IŞİD öncesi de benzeri örgütlerin din adına kendi dindaşlarını öldürdüğü bilinmektedir. IŞİD ve benzerleri bu örgütler İslam’a hizmet değil tam tersine İsrail’in yaşamasına gerekçe oluşturmaktadır. Yaptıkları katliamlarla İsrail katliamlarını aklamaya çalışmaktadırlar. Dolayısıyla bir terör örgütünün önce kime faydası olduğuna bakılmalı ondan sonra onu kurduran istihbarat örgütleri tespit edilmelidir. Bu çalışmada IŞİD ve türevlerinin İsrail ve diğer Batı ülkeleri ile ilişkilerine dikkat çekilmiştir.

Anahtar kelimeler: İsrail, MOSSAD, Ortadoğu,  Barzani, Bernard-Henry Levy, IŞİD ve Türevleri

Giriş

Fransız düşünür Roger  Garaudy,  İsrail Mitler ve Terör isimli eserinde Haham Cohen’den şu alıntıyı paylaşmaktadır:  “ Dünya insanları, İsrail ve bir bütün olarak ele alınan diğer Milletler olarak ikiye ayrılabilir. İsrail Seçkin millettir. Bu, Temel dogmadır”. Dünya milletlerine bu gözle bakan İsrail’in Orta Doğu coğrafyasına bakışı bundan bin kat daha aşırıdır. Orta Doğu coğrafyasını dinî mitolojik uydurmalarla insanla meskûn bile görmemektedir. Bu mitolojik hatırlatmadan sonra bugün mevcut olan İsrail’in jeopolitik hedefleri gerçekleştirmesinin analizini Suat PARLAR’ın Ortadoğu Vaat edilmiş Topraklar isimliönemli araştırmasından takip ettiğimizde önemli tespitler şunlardır: İsrail’in Orta Doğu’da  yayılmacı bir güç olarak sivrilmesi­nin en önemli araçlarından biri böl yönet siyasetidir. Güçlü bir istihbarat ağına dayanan Siyonist rejim, bölge­deki etnik, dini topluluklar ile hizipleri birbirine karşı kış­kırtmaktadır. Bu açıdan İsrail açısından en değerli model Lübnan’dır. Lübnan’ın bölünmesi fikri 1919’da ortaya atılmış, 1936′ da planlanmış, 1954′ de fiilen başlatılmış, 1982’de tam anlamıyla uygulanmıştır. Lübnan’ın beş böl­geye bölünmesi Mısır, Suriye, Irak ve Arap Yarımadası dâhil tüm Arap ülkeleri için bir örnek sayılmaktadır. Suri­ye ve Irak’ın da Lübnan’da olduğu gibi etnik ve dini bakım­lardan ayrı ayrı bölgelere ayrılması uzun vadede İsrail’in “Doğu Cephesi”indeki ilk hedefidir. Ancak bir “Şii İmparatorluğu”ndan duyulan korku neticesinde Irak’ın bölün­mesine yönelik girişimler yavaşlatılmış olup İsrail’in böl­gedeki stratejik ortağı Türkiye’nin güvenlik kuşağı proje­si devreye sokulmuştur. Kısa vadeli İsrail hedefi ise bu devletlerin askeri gücünün dağıtılmasıdır. İsrail’in bölge­deki Arap devletlerinin parçalanmasına yönelik ciddi planları vardır. Örneğin, Suriye etnik ve dini yapısına uy­gun olarak, Lübnan’da olduğu gibi çeşitli devletçiklere ayrılacaktır. Buna göre kıyıda bir Şii Alevi devleti, Halep bölgesinde Sünni devleti, Şam’da da buna düşman başka bir Sünni devleti ve Kuzey Ürdün ve Golan’da bir Dürzi devletidir. İsrail’de, bu hedeflerin gerçekleşmesi halinde parçalanmış Suriye’nin uzun vadede bölgede “barış ve güvenliğin” sağlanması açısından güvence olduğu görüşü hâkimdir. Bu görüşler, İsrail’de gerek ordu, gerek istihba­rat örgütünün üst düzey kademelerinde egemen olan dü­şünce yapısını sergilemektedir. İlk kez 1982′ de Dünya Si­yonist Örgütüne bağlı Enformasyon Dairesi’nin yayın or­ganı Kivunim’de (Yönler) dile getirilen ve eski Dışişleri Bakanlığı görevlilerinden Oded Yinon’un imzasını taşı­yan açıklamalarda İsrail’in yayılmacılığı ile desteklenen böl-yönet politikalarına ışık tutmaktadır. Bu görüşler çer­çevesinde ordusunda dini azınlık bulunan her ülkede par­çalanma dinamikleri mevcuttur. Yapılan tespitlerde Suri­ye Ordusu’nun büyük bölümünün Sünni olduğu ancak başlarında Alevi subaylar bulunduğu vurgulanır. Irak or­dusunun ise Şii, subaylarının Sünni olduğu belirtilir ve uzun vadede bu orduların sadakatinin çözüleceği üzerin­de durulur. Yinon’un çözümlemelerinde iktidardaki güçlü askeri rejim dışında Suri­ye’nin, Lübnan’dan farklı olmadığı ve iktidardaki Alevi azınlık ile Sünni çoğunluk arasında bir iç savaşın kaçınıl­mazlığına gönderme yapılır. Bütün bölgede Şii Müslümanların en yoksul kesimlerinin örgütlenmesi ve İran’ın bunlara desteği ABD ve İsrail’in korkulu rüyasıdır (Parlar, 2002: 421-422). Bu amaçla, 1980-1988 yılları arası İran’daki azınlıkların da kışkırtılması gündeme gelmiştir. Irak’ın, İran’ın petrol üretimi ve rafinerilerinin bulunduğu güney bölgesi Kuzistan’ a yaptığı saldırı ABD’de de memnuniyetle karşılanmıştır. İran’ın petrolce zengin olan bu bölgesinde Arap azınlığın yaşıyor olması buranın İran’dan koparılması açısından değerlendirilmiştir. İran’da birçok etnik grup bulunmak­tadır. Yaklaşık 15 milyon Farisi, 12 milyon Güney Azerbaycan Türkü, 6 mil­yon Arap, 3 milyon Kürt, Beluciler ve Türkmenler İran’ın etnik unsurlarıdır. İran’ın bu yapısı yanında Yinon bölge­sinde, bölge halklarının geleceğine yönelik planları önce­leyen rakamlar vardır. Buna göre, İran’da nüfusun yarısı­nın “Türk” olduğu, Türkiye nüfusunun çoğunluğunun ve Sünni Müslüman “çoğunluk”tan oluştuğu ayrıca 12 mil­yon Şii Alevi ile 6 milyon Sünni Kürt bulunduğu, Afga­nistan’da Şiilerin nüfusun üçte birini kapsadığı, Sünni Pa­kistan’daki 15 milyon Şii’nin bu devletin “varlığı için bü­yük bir tehdit unsuru” olduğu vurgulanmıştır. ABD ve İs­rail her iki tarafı silahlandırıp Irak-İran savaşında (1980 ve 1988 yıllarını kapsayan 8 yıllık bir savaştır. Aynı zamanda Birinci Körfez Savaşı olarak da bilinir)  çarpışmaları uzatmış ve İran’ın olası bir zaferini engellemişlerdir. ABD, Irak’ı silahlandırırken İsrail de İran’ a silah satmıştır. Kısa vade­de İsrail, Irak’ın askeri gücünü tehlike olarak değerlendir­miş ve Irak’ın bölünmesinin uzun vadede en az Suri­ye’nin bölünmesi kadar önemli olduğunu tespit etmiştir. Irak’ta çoğunluğun Şii, yönetici azınlığın ise Sünni olma­sı yanında Kürtlerin konumu, rejimin katılımı kısıtlaması uzun vadeli Irak planlarının unsurları arasında sayılmıştır. İsrail daha 1982′ de Irak’ın parçalanması durumunda ku­rulacak uydu devletlerin nerelere kurulacaklarını ve kim­lerin egemenliğinde olacağını kararlaştırmıştır. Buna gö­re, Osmanlılar zamanındaki Suriye gibi Irak da, etnik ve dini farklılıklara göre bölgelere ayrılacaktır. Böylece üç büyük kent Basra, Bağdat ve Musul çevresinde üç veya daha fazla devlet oluşacak, güneydeki Şii bölgeleri ku­zeydeki Sünnilerden ve Kürtlerden ayrılacaktır. İsrail, böl­gedeki yoksulluğun yarattığı etkilerden, halka yabancılaş­mış rejimlerin yaratığı istikrarsızlıktan azami yarar sağla­maya çalışmaktadır (Parlar, 2002: 422-423). Günümüzde İran’ın parçalanması için her türlü çareye başvuran ABD ve İsrail İran rejimin yapısını da aleyhine kullanmaktadır. İran yakın tarihine baktığımızda İran Şah’ı ülkesini ABD emperyalizmine terk etmişti. Fakat 1978 yılında İran şahı ayaklanmalar sonunda ülkeyi terk etmesi zorunlu kaldı. Önce Mısır ve Panama’ya sığındı sonra da öldü. Kermit Roosevelt’e(Theodore Roosevelt’in oğlu, iş adamı ve asker) (1889-1943),  “şeytanın elçisi” diyen ve Washington’u İran halkına ve insanlığa karşı suç işlemekle itham eden mollalar ABD emperyalizmine karşı ayaklandılar. Taraftarları Tahran’daki ABD elçiliğini basıp 52 Amerikalıyı 444 gün gibi uzun bir süre rehin tuttular. Birçok Amerikan şirketi 30 yıl boyunca İran’a giremedi( Perkins, 2016: 60). Kermit Roosevelt’e olan düşmanlık 1953 yılında başbakan Musaddık’ın devrilme günlerine dayanmaktadır. Musaddık İran petrollerini yaşadıkları sefaletin düzeltilmesi için kullanmak istiyordu. Muhtemel bir demokratikleşme sürecine saygı gösteriyor sünniler ile şiiler arasında anlaşmazlıkları çözümlemeye çalışıyordu. CIA ve İngiliz istihbaratı ise Musaddık’a  karşı bir darbe hazırlamış ve o günden sonra İran’ın çalkantılı dönemi başlamıştır. “Uluslararası şirketlerin ve Washington lobicilerinin ise demokrasi ile herhangi bir ilgileri olmadığı onların sadece kendi menfaatlerine düşen şirketokrasileri söz konusu olduğu ortadaydı. Şirketokrasinin elindeki en etkin siyasi silahlardan biri olan lobiciler için şunlar söylenebilir: Bunlar politikacıların şirketlerin çıkarlarını koruyan yasalar çıkarmalarını garanti ederler. Hatta bu yasalar kampanyada verilen sözlere tamamen ters düşüp kamuoyunu hiçe sayıyor olsa bile ( Perkins, 2016: 64). İbrahim Okur Hem Kundakçı Hem itfaiyeci adlı kitabının ikinci bölümünde 1953 yılında halkının neredeyse hepsinin oyunu alarak iktidara gelen Musaddık’a karşı nasıl ve neden darbe yapıldığını ve yerine petrol sözleşmelerini ABD şirketleri ile yapmayı kabul eden Rıza Pehlevi’nin tahta oturtulmasını ve sonuçlarını anlatmaktadır. Bugünde ABD ve İsrail Şah Rıza Pehlevi’nin oğlu’nu dünya kamuoyuna pazarlamakta ve İran’ın başına getirmek istemektedir. Bu araştırmada İsrail’in IŞİD-türevleri gibi terör örgütlerinin de kurucu ve destekçisi olduğu aydınlatılmaya çalışılacaktır.

İsrail, IŞİD (DAEŞ) ve Türevleri

Burada IŞİD (DAEŞ) terör örgütünün arka planının, istihbarat örgütleri ile ilişkisi okuyucuya şaşırtıcı gelebilir. IŞİD’in İsrail ve BARZANİ ile direk bağlantısını anlayabilmek için “Abdullah AĞAR”ın IŞİD ve Irak isimli araştırmasından önemli bilgileri sizlerle paylaşılcaktır. Aksi halde hiçbir zaman terör örgütlerinin arkasındaki karanlık güçleri fark edilmemektedir. Yoksa nasıl olurda,  İslâm’la terör bir araya gelir mi diye tartışılır durulur. Küresel veya karanlık odaklar “önce terör örgütleri” kurmaya karar verirler. Sonra istedikleri sonuçlara ulaşmak için; ona bir isim ve görev vereceklerdir. Üstelik bir taşla bin bir kuş vuracaklardır. İşte DAEŞ böyle bir terör örgütüdür. İslam ümmetine zarar vermiş, Ortadoğu coğrafyasını kan gölüne döndürmüş, Müslümanlara karşı dünyada ön yargı oluşturmuştur. IŞİD sürekli hunharca müslüman öldürmüş ve müslüman olduğunu iddia etmiştir. “IŞİD’İ KİM KURDU” sorusu ile Abdullah Ağar buna cevap aramakta ve önemli ipuçlarına ulaşmaktadır:

IŞİD ve türevleri üzerinden bölgedeki kırılgan ittifaklarla nikâhlar tazelendi. Bu ittifaklara kimlerin dâhil edileceği ve kimlere karşı tavır alınacağı tespit edilmiş oldu. IŞİD ve türevleri sayesinde, Arap Baharı’nın asıl kaybedenleri yeni egemenlere dönüştü. Savaşların, işgal ve istilaların, hava saldırılarının, asimetrik mudahalelerin bahanesi olarak “toprak kazanımlı” IŞİD, “toprak kazanımsız” El-Kaide’nin yerini aldı. IŞİD’ın kaptığı ve IŞİD sayesinde kapılan (!) topraklara, artık yeni bir dizayn gerekiyordu! Barzani başta olmak üzere, inisiyatif üretme sevdasında olan yerel aktörlere iyi bir ayar verildi. Barzani’ye “devletin öyle kurulamayacağı, böyle kurulacağı” gösterildi. Bağımsız Kürt devletinin kurulmasının altyapısı oluşmuyordu, artık oluştu. Başta Kerkük olmak üzere, pek çok stratejik bölge; tapu dairesi, nüfus dairesi ve siyasî oyunlarla Kürtlerin üstünlüğüne geçti. Tartışmalı bölgelerin büyük bir çoğunluğu “tartışmasız bölgeler”e dönüştü. IKBY (Irak Kürdistan Bölgesel Yönetim) bölgesine gönderilen taktik zırhlı araçlar, silahlar ve sistemler, normal koşullarda verilemezdi. Peşmergeye başta ABD ve Batı Avrupa olmak üzere, dünyanın pek çok yerinden silah yağdı ve yağacak. Bu kadarıyla bile, IKBY hiç de fena olmayan bir yığınak ve caydırıcılık üretmeye başladı. Peşmergenin elinde artık, Türkiye’nin ve merkezi Irak hükümetin elinde bile olmayan silahlar, zırhlı araçlar, hatta Chinook  tipi yüksek yük ve personel taşıma kabiliyetli helikopterler var. Kerkük’ün neredeyse tamamının ve Ninova’nın (Musul) önemli bir kısmının iki Kürt oyuncu arasında pay edilmesi öngörülüyor. KDP (Kürdistan Demokrat Partisi ) Kerkük’e hevesli, KYB (Kürdistan Yurtseverler Birliği) de Musul’a… Irak ve Suriye ortak paydasında Kerkük-Musul-Kuzey Suriye ekseninden Kürtlerin, petrolün, doğal gazın ve madenlerin Akdeniz’e çıkışıyla, hatta Hayfa ile temasın sağlanmasıyla ilgili çok önemli bir adım atıldı. Türkmen nüfusun homojen olduğu ve Büyük Kürdistan’ın böğrüne saplanmış hançer konumundaki Telafer kaosa sürüklendi, büyük bir demografik akış oldu. Telafer’de kalan ve IŞİD’e biat etmek zorunda kalan Sünni Türkmenler için çok zor günler yaşandı. Kürtlerden ısrarla uzak duran Türkmenler, Kürtlere yakınlaşmaya başladı. Türkmenler artık ya IŞİD’in, ya Kürtlerin, ya da İran’ın (Şii orijinli siyasi ve askeri güçlerin) tarafına geçmek gibi, 40 satır mı, 40 katır mı, gibi bir çaresizliğin içine sürüklendi… Irak’taki Sünni inisiyatif güç ve haklılık yerle bir oldu. IŞİD bölgesel savaş kışkırtıcılarının her türlü vahşet için bir gerekçe oldu (Ağar, 2015: 419-421.). Ağır aksak yürüyen dönüşümler, savaş sayesinde büyük bir ivme kazandı. Göçler, baskı, ayrıştırma, yönetme ve yönlendirme, yeni yeni asimilasyon metotları başladı. Yeni yeni düşmanlıklar, ayrılıklar, kırılma ve yarılmalar da öyle… Uluslararası hukuk ve ülkelerin kendi iç hukukları bir köşeye çekilirken, intikam saldırıları Irak’ın ve Ortadoğu’nun yeni gerçeği oldu. Güdümlü ya da güdümsüz rejimler, bölgede kullanılan aparat güçler ve taşeronlar, geniş kapsamlı baskı ve cinayetlerini açıklamak için terör tehdidini kullandı. Amerikan Merkez Bankası’nda (FED) biriken Irak’ın parasını artık daha uslu kişiler harcamaktadır (Ağar, 2015: 421).İran’la her zaman sorunlar yaşayan İsrail, IŞİD ve türevleri vasıtasıyla Ortadoğu ve diğer İslam dünyası haritasını yeniden şekillendirmeye devam etmektedir.

 İsrail’in Artık Büyük Bir Güvenlik Sorunu Yok

 İsrail, dünyada peydah oluveren (!) IŞİD korkusunu Gazze Şeridi’ne saldırmak, daha fazla Filistin toprağını ele geçirmek ve “yaşama hakkı” başta olmak üzere Filistinlilerin temel haklarını yok saymak için kullandı. ABD başta Batı dünyası, Rusya ile girdikleri nüfuz mücadelesinde, petrol fiyatları üzerinden Rusya’yı alt ettiler. Rusya’nın şu ana kadarki zararı yaklaşık 300 milyar dolar. ABD’nin ve Batı Avrupa’nın depolarındaki miadı dolmuş ya da dolmak üzere olan silah ve mühimmat stokları erimeye başladı. Yeni silah sistemlerinin, gerçek muharebe ortamlarında denenme imkânları üredi. ABD silah sanayi, başta Körfez ülkeleri olmak üzere bazı ülkelerle cömert ihaleler imzaladı. Bölgenin petrolüyle ilgili daha şimdiden onlarca yıllık ihaleler, anlaşmalar yapıldı. Irak ordusunun yeniden yapılanması için harcanması öngörülen 75 milyar doların kimin cebine gireceğini anlamak için çok akıllı olmak gerekmiyor. Birbirinden uzak duran ve aralarında pek çok sorun üreten Kürtler, birbirlerine yakınlaştırıldı. KDP ve KYB terör listelerinden çıkarıldı. PKK ve PYD’ye büyük sempati ve meşruiyet kazandırıldı. PKK ve PYD’nin elinde artık zırhlı ve tırtıllı silah sistemleri bile var. Hatta son dönemde yeni nesil güdümlü tanksavar ve uçaksavar füze sistemlerine eriştiği söyleniyor. Artık bunları da kimseye karşı kullanmaz! PKK’lılar sokak çatışması ve meskûn mahallerde muharebe konularında artık hiç de fena değiller… Canım ülkem bir şey avuçladı, ama daha ne avuçladığından haberi bile yok (Ağar, 2015: 423).

DAEŞ-IŞİD’i Kimin Kurduğuna Dair Görüşler:

Görüşlere bakılırsa, IŞİD’in arkasında olmayan devlet, IŞİD’i kurmayan istihbarat servisi yok gibi! Görüşlerin bir kısmını sıralayalım: Gizli belgeleri sızdırdığı için Rusya’ya sığınan CIA ve NSA eski çalışanı Edward Snowden, “IŞİD’in ajan devlet olduğunu; arkasında ABD, İngiltere ve İsrail istihbaratlarının bulunduğunu; Ortadoğu’da denge ve tehdit unsuru olarak ABD, İngiltere ve İsrail’e hizmet etmesinin planlandığını” ileri sürüyor. Snowden’e göre: “ABD, İngiltere ve İsrail istihbaratları, dünyadaki bütün terörü “eşek arısı yuvası’ adlı bir stratejiyle bir araya getirmeye çalışıyor. Bu üç ülke böylelikle dünyanın herhangi bir noktasında ajanları tarafından yönetilen bir terör örgütü sayesinde hem enerji kaynaklarına ulaşmayı, hem de bölgelerdeki siyasî boşlukları doldurmayı hedefliyor. Maksat, karışıklık çıkarmak ve İsrail’i korumak… İsrail’e karşı olan gruplar kendi içlerinde savaştırılıyor.” İran’ın ilk kadın Cumhurbaşkanı Yardımcısı Masume Ebtekar, “ABD ve CIA’yı, IŞİD’i ortaya çıkaran güç olmak”la suçluyor. Sudan Cumhurbaşkanı Ömer El Beşir, Euronews’e Şubat 2015’te verdiği bir demeçte, “IŞİD ve Boko Haram’ın arkasında CIA ve MOSSAD’ın olduğunu… Bu tür vahşetleri bir Müslüman’ın işleyemeyeceğini…” söylüyor. Fidel Castro da benzer görüşte… “IŞİD’in arkasında İsrail ve bazı Amerikan unsurlarının olduğunu” düşünüyor. İran’ın istihbarat eski bakanı Haydar Müslihi ise yelpazeyi biraz daha genişletiyor. Ona göre: “IŞİD’i, CIA ile birlikte MOSSAD ve MI-6 kurdu.” Diğer bir görüşe bakarsak; “IŞİD, ABD başta olmak üzere Batı’nın Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmek amacıyla kurduğu bir terör örgütü… IŞİD’i yönlendirerek, manivela olarak kullanarak, bahane ederek, Ortadoğu’daki ülkeleri parçalamaya ve başta Büyük Kürdistan olmak üzere, güdümlü yeni devletler kurmaya çalışıyor. Amerikalı emekli General Wesley Clark, durumu sürmekte olan stratejik bir çatışmanın parçası olarak görüyor: “Müttefiklerimiz Hizbullah’ı yok etmek için IŞİD’i destekliyor Cihat’ın Dönüşü: IŞİD ve Yeni Sünni Ayaklanması (The jihadis Return: ISIS and the New Sunni Uprising) kitabının yazarı ve deneyimli gazeteci Patrick Cockburn, “Suudi Arabistan’ın Kuzey Irak’ı kontrolüne alması için IŞİD’e yardım ettiğini” iddia ediyor. Cockburn iddiasına, İngiliz istihbarat kaynaklarını referans gösteriyor ve Suudi planının on yıl öncesine dayandığını söylüyor (Ağar, 2015: 424).

Maliki de benzer görüşte… Irak Başbakanı iken verdiği bir demeçte, “Suudilerin IŞİD’i desteklediğini ve soykırım işlediklerini…” söylüyordu. Obama ise IŞİD’in yükselişiyle ilgili, “Diktatörlük, mezhepçilik, Arap ve Müslümanların yabancılaştırılması ve marjinalleştirilmesi…” fikrini üretiyor. İsrailli Bir Haham; “IŞİD’in, İsrail’in Muhaliflerini Yok Etmesi İçin Gönderilen İlahi Bir Hediye…” olduğunu vurguluyor.

İsrail’in IŞİD ve türevlerini kurduğuna dair “Sırrı Şahsi – Şahsa Özel Çok Gizli” ibaresi taşıyan bir belgenin, aslında insanların gözleri önünde durduğu görülmektedir. Bu belge, taş madendeki koca taşlar arasına sıkışmış küçük bir taş gibi, gözlerden uzak bir forumda (Belgenin orijinal linki için: http://beforeitsnews.com/war-and-conflict/2013/05/ leaked-document-terrorist-organization-linked-to-al-qaeda-2446798.html) internette yayınlanmıştır. Belge Arapça, forum İngilizceydi. Bu belge Saddam dönemine ait… IŞİD-DAEŞ adında bir örgütün esamesi bile ortada yokken Saddam dönemi istihbarat örgütü, IŞİD’in kimler tarafından kurulmasına karar verildiğini yakalamış, bunu da başkanlık makamına raporlandırmıştır (Ağar,2015:  430).

Belgeyi daha iyi anlamak için IŞlD’in geçtigi süreçleri ve isim değişikliklerini hatırlatmakta fayda var. İlk kurulduğu ve eylem yapmaya başladığı 2001-2003 yıllarında ismi Cemaat el-Tevhid vel-Cihad… Ekim 2004’te Mezopotamya El-Kaidesi ya da Irak El-Kaidesi… Ocak 2006’da birkaç küçük grupla birleşerek Mücahidin Şûra Konseyi… Ekim 2006’da Irak İslam Devleti… Nisan 2013’te Irak ve Şam İslam Devleti… 2012’nin ortalarından itibaren özellikle bağlıları ve sempatizanları arasında El-Devle… Suriye’de ve Irak’taki toprak kazanımlarıyla birlikte bağlıları ve sempatizanları arasındaki son adı ise İslamî Devlet… Belge 2001 yılına ait… Unutmadan…Bu belgenin sahte olma olasılığı var mı? Elbette vardır. Asimetrik savaşın tam gaz gittiği Irak gibi bir ülkede, bu tür belgelerin ortaya çıkması gayet normal… Ancak, böyle bir belgenin “çakma” olarak hazırlanabilmesi için Saddam dönemi resmi ve askeri yazışma kuralları ile tarz ve karakterin iyi bilinmesi gerekiyor. Bu dönemde görev almış, askeri ve resmi yazışmaları bilen kişilerle belge üzerinde yapılan tartışma ve incelemeler sonucunda ortaya çıkan ortak kanaat, “belgenin gerçek olduğu” doğrultusundadır.Belgenin işgal sonrası ortalığa dökülen Saddam döneminin gizli arşivlerinden çıktığı tahmin ediliyor (Ağar, 2015: 431).

Belge: Siyonist Yahudi “Bernard-Henry Levy” ile “Mesud Barzani”nin mutabakatı ile Dinî görünümlü Terör örgütünün kurulduğunu belgeleyen Irak Cumhuriyeti Başkanlık Sekreterliği Sayı: K/7582 Tarih 18/9/2001’li İstihbarat Raporu (Ağar, 2015: 432.)

Bismillahirrahmanirrahim “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla”

Irak Cumhuriyeti

Başkanlık Sekreterliği

Sayı: K/7582

Tarih Hicri: 1/4/1422

Miladi: 18/9/2001

Amblem “Irak Kartalı”

Gizlilik Derecesi “Sırrı Şahsi”

“Şahsa Özel Çok Gizli”

(“Sırrı Şahsi” gizlilik derecesi, Saddam döneminde “Sırrı lil Gaye” ile en yüksek iki gizlilik derecesinden biri…)

Selam…

İstihbarat servisimizin unsurları, (bulunduğu toprakları) gaspçı Siyonist rejimin başbakan adayı Yahudi “Bernard-Henry Levy” ile “Mesud Barzani’nin aralarında yaptıkları bir görüşmeyi izleme ve takip etme başarısı göstermiştir. Bu görüşmede adı “El Tevhid vel Cihad” olacak, El-Kaide’ye bağlı bir örgütün Irak’ta kurulmasına ve bu örgütün Irak içinde terör eylemleri yapmasına dair karar alınmıştır.

Bilgilerinize Saygılarımızla

İmza mühür (1) “Gördüm onayladım” ibaresi

İmza (2)

“Gördüm onayladım” ibaresi

ONAY

“Rütbe-İsim-İmza-Mühür-Tarih”

El Ferik

Abid Himut El Mahmut (Abdülhamit el Mahmut)

Başkanlık Özel Sekreteri

18/9/2001

(Saddam Irakı’nda “dönemin” en etkili adamlarından biri olduğu ifade ediliyor. Maliki Hükümeti döneminde 2013’te idam edildi.)

Dağıtım: Muhaberat Özel Ofisi

Takdir Ediyorum(Ağar, 2015: 433).

11 Eylül 2001 tarihinde New York’taki ikiz kulelere ve Pentagon’a yaptığı saldırılarla ABD’nin intikam duygularını galeyana getiren, öfke, kin ve acımasızlığını tetikleyen, küresel terörle mücadele konseptini hayata geçiren, Irak ve Afganistan işgallerine yol açan, BOP ve Arap baharıyla filin zücaciye dükkânına daldığı gibi ABD’nin Ortadoğu’ya dalmasına neden olan El-Kaide’nin arkasında da, kimlerin olduğuna dair bazı emareler var. Yoksa adı geçen şahıslar, hangi yetki ve cüretle, Irak’ta El-Kaide’ye bağlı bir örgütün kurulmasına karar vermeye kalksınlar? Belgenin üzerindeki tarih ise belgenin en ilginç taraflarından birisi, 18 Eylül 2001… Yani 11 Eylül saldırısından tam bir hafta sonra. Saddam muhaberatı, tarihin en büyük kırılmalarından birine neden olacak WTC (Dünya Ticaret Merkezi) ve Pentagon saldırılarından hemen sonra bir istihbarat raporu yazıyor ve Saddam’ın önüne koyuyor. Bize de “ilginç, hem de çok ilginç!” demekten başka bir şey kalmıyor. Zaman içerisinde isim değişiklikleri ile günümüze ulaşan DAEŞ-IŞİD’in nasıl ve kimler tarafından kurulduğuna dair pek çok yorum yapılmış ve yapılacak olsa da… Sahte ya da gerçek pek çok bilgi ve belge ortaya dökülmüş ve dökülecek olsa da… Her şeye rağmen bu örgütün kimler tarafından kurulduğu ve kimlerin hedef ve menfaatlerine hizmet ettiği belki çok anlaşılmayacak. Yalanlar gerçek, gerçekler yalan olsun istenecek… Çatışmalarla birlikte, “tam gaz” asimetrik bir psikolojik harekât, kamu diplomasisi, kültür mühendisliği ve algı operasyonları yaşanacak. Gri, kara ve beyaz propagandalar havalarda uçuşacak. Artık bundan sonra IŞİD’in neden olduğu toz bulutu dağıldığında ve kan denizi durulduğunda kim ne kazanmış, kimin elinde ne kalmış, ona bakılacak. Ancak bugün bu bile bir ölçü değil… Çünkü kontrollü kaosla kontrolsüz kaos arasındaki ince çizginin iyice belirsizleşeceği DAEŞ-İŞİD döneminde, kazananlarla kaybedenler arasındaki çizginin de iyice belirsizleşeceği anlaşılıyor(Ağar, 2015: 434).Çünkü ortada dizayn etme ve aparat kullanma konusunda uzman olduğunu zannedenlere dair de büyük bir çuvallama durumu var. “Pardon…” deyip duruyorlar. Ancak ürettikleri inisiyatif, pardonların ve çuvallamaların izini silme gücüne de sahip… IŞİD’in neden olduğu kaos artık ülkelerin millî güç unsurlarını kendi bekaları adına nasıl kullanacaklarının maharet testine dönüşmüş durumda… Kendi bekama hizmet edeyim derken, IŞİD ya da bir başka mezhepsel ya da etnik gücün, devlet ve devletler grubunun menfaatlerine, teolojik paydalara ve beka çıkarlarının özdeşliklerine hizmetler üretilecek. Bundan bölgedeki yerel oyuncular ve aparatlar da fazlasıyla payını ve dersini alacak. Bedeller ödenecek! Ancak ister IŞİD bitsin, ister bitmesin, bölgedeki kaos bölgenin ve insanlığın hayrını düşünen bir iradenin, iradesini ortaya koyuncaya kadar kesinlikle bitmeyecek (Ağar, 2015: 435). Abdullah Ağar’ın 2015 yılında yaptığı tespitlerden bugünlere yani 2025 yılına tarihsel bir projeksiyon yaptığımızda IŞİD (DAEŞ) sadece emperyalizm ve İsrail’in işine yaramıştır. Büyük oranda çeşitli terör örgütleri ile ilişkisi ispatlanabilecek İsrail artık kendini gizlemek ihtiyacı bile duymamakta açıkça dünyayı III. Dünya savaşına sürüklemekten de çekinmemektedir. MOSSAD ajanları Ortadoğu’da cirit atıp bağlantılar kurmakta ve işbirlikçilerini artırmaktadır. Her devlet bu işbirlikçilere karşı tedbirlerini gözden geçirmelidir. Aksi halde her devlet İran üst düzey yöneticiler ve askeri komuta heyetinin düştüğü tuzağa düşebilecektir. Bir devlet dışarıdan topla tüfekle yıkılmaz ancak iç cepheyi zayıflatan; emperyalistlerle şahsi menfaatlerini önceleyen iş-birlikçiler yüzünden yıkılır. Tarih bu iş-birlikçilerin örnekleri ve yol açtığı felaketlerle doludur.

Oyun Kurucu İstihbarat Örgütleri; MI-6, CIA, MOSSAD vb.

İbrahim Okur Terörün Patronları isimli eserinde şu tespitlerde bulunmaktadır: Büyük Güçler, daha önce savaş yoluyla elde etmek istedikleri sonuçları, savaşmadan sağlamak üzere üç kavram ortaya atarak, bunların ışığında yeniden örgütlenmeye gitmişlerdir. Bu kavramların birincisi, kontrollü bunalım stratejisi; ikincisi, provokatif (kışkırtıcı) ajanlık; üçüncüsü ise, etki ajanlığıdır. Bu işler için kurulan örgütlerin başlı­caları şunlardır: İngiltere’deMI-6, ABD’de CIA, İs­rail’de MOSSAD, Sovyetler  Birliği’nde KGB, Fransa’ da SDECE, Çin’de Çin Gizli Servisi, Şah dönemi İran’da SAVAK(Okur, 2016: 138-139).

Tevrat’ta bile yer alması dolayısıyla, Yahudiler arasında, ca­susluk en saygın mesleklerin başında gelmektedir. Hititlerin de bir casusluk şebekesi olduğu bazı tab­letlerde yer alan raporlardan anlaşılmaktadır (MÖ 15. yüzyıl). Herhalde tarih boyunca kurulmuş bü­tün devletlerin az çok bir casusluk örgütü vardır. İkinci Dünya Savaşı bittiğinde en tecrübeli ve yaygın istihbarat örgütü İngilizlerin MI-6 örgütü idi. ABD’de ilk örgütlü istihbarat, 1942’de kurulan OSS adı verilen bir örgüttü. Bundan öncesinde, ABD yönetimi, istihbarat işinin diktatörlük rejimlerinin işi olduğunu söyler ve örgütlü istihbarat şebekeleri olmadığı için övünürlerdi. (Gerçekte misyo­nerlerin ve arkeologların ağır bastığı bir örgütleri var­dı.) OSS, İkinci Dünya Savaşı’nda hiçbir başarı elde edemedi. Birçok yerde komik durumlara da düştü. Yönetim, durumun farkındaydı ve bu yüz­den savaş biter bitmez örgütü ortadan kaldırdı. Onun yerine İngilizlerin desteğinde ve eğitmenli­ğinde CIA’yi kurdular (1947). CIA’nin Yahudilerin de geniş desteğini aldığını düşünmek gerekir. İs­rail devleti henüz kurulmazdan önce dört ayrı dalda faaliyet gösteren dört ayrı istihbarat örgütüne sa­hipti. Bu dört örgüt, hep birlikte beşinci bir örgüt olarak MOSSAD’ı kurdular ve kendileri iyice perde arkasına çekildi (1951). Sektördeki gelişmeleri iz­leyen Sovyetler Birliği, Bolşevik İhtilali’nden beri var olan örgütünü günün şartlarına göre yeniden düzenleyerek KGB’yi kurdu (1954). Daha sonra, CIA ve MOSSAD’ın ortak çalışması ile İran şahının finanse ettiği SAVAK kuruldu (1956). Soğuk Savaş döneminde yeryüzünü işte bu örgütler yönlendirdi. Bunun yanında, söz konusu örgütlere eşlik eden birçok yan kuruluşun, kulüp, vakıf ve derneğin de ortaya çıktığını ve dünya çapında işbirlikçi tedarikinde kullanıldığını da eklemek gerekir(Okur, 2016: 139-140). Bütün bu örgütler, Soğuk Savaş hiç bitmeyecekmiş gibi gayretkeş bir tutum içindeydiler. Hiçbir ahlak yasasını hiçbir zaman tanımadılar. Akla hayale gelmedik ne kadar insanlık suçu varsa hepsini işlediler. Bütün bu etkinliklerin, ortada adı dolaşan gizli örgütlerin hepsi tarafından ayrı ayrı yürütüldüğünü düşünecek olursak, sür­dürülen gizli savaşın yol açtığı, kültürel, toplumsal, siyasî, ahlakî, askerî ve ekonomik kirliliğin boyut­larını da kestirmek mümkün olur. Nitekim bir süre sonra bu örgütlerin işlerini taşeron olarak üstlenen yan kuruluşlar ortaya çıktı. Dünyanın her yanın­daki etnik sorunların üzerine gidildi, yetersiz etnik sorunlar kaşındı, tırmandırıldı ve etkin yarar sağ­layacak biçimlere sokuldu. Siyaseti etnisite kav­ramları üzerine oturtmuş olan siyasi partiler geniş desteğe mazhar oldular(Okur, 2016: 142). Geniş imkanlara kavuşturulmuş, devasa yeraltı örgütleri yeni şartlar karşısında rolsüz kaldılar. Ta­şeronlar, varlığını sürdürmek için önlerine yeni hedefler koydu. Yeni şartlara resmiyet kazandıran 11 Eylül 2001’de New York’a yapılan intihar saldırısı oldu. El Kaide yakın zamanlara kadar adı en çok duyulan terör örgütüydü. 2016 yıllarında IŞİD ya da diğer adıyla DAEŞ öne çıktı.  Batı dünyası ve Rusya bu örgütlerinin hepsini terör örgütü olarak niteliyor ama bunların ikmalini kimlerin yaptığı sorusuna cevap aramaya hiçbiri yanaşmıyor (Okur, 2016: 143). Siyonist Yahudi “Bernard-Henry Levy” ile “Mesud Barzani’nin mutabakatı ile Dinî görünümlü Terör örgütünün kurulduğunu belgeleyen Irak Cumhuriyeti Başkanlık Sekreterliği Sayı: K/7582 Tarih 18/9/2001’li İstihabarat Raporu yukarda anlatılmıştı. Burada Saddam muhaberatının izlediği görüşmede adı geçen Bernard-Henry Levy’nin kim olduğuna bakmakta fayda vardır. Levy, 5 Kasım 1948’de doğmuş. Cezayirli Yahudi bir ailenin çocuğu… Ailesi, doğumundan sonra Paris’e taşınmış, babası kereste ticareti yaparak milyarder olmuş. Levy, İslam ve terörizm üzerine çalışmalarıyla tanınıyor. 2010 yılında The Jerusalem Post/İsrail tarafından dünyanın en etkili 50 Yahudisi listesinde 45. sırada yer almış… Fransız yazar ve entelektüeli. Fransa’da 1976’da başlayan yeni filozoflar akımının liderlerinden… İyi okullarda okuyan Levy, dönemin ünlü Fransız entelektüel ve filozofları olan Jacques Derrida ve Louis Althusser den ders almış. Gazeteciliğe Combat gazetesinde muhabir olarak başlamış… Bu dönemde Hindistan, Pakistan ve Bangladeş’te çalışmış ve 1973’te Bangladeş özgürlük Savaşı adında ilk kitabını yazmış. Paris’e döndükten sonra yeni filozoflar okulunun genç kurucusu olarak tanınmış ve Strasbourg Üniversitesi nde felsefe dersi vermiş. 1977’de yayınladığı Barbarism with a Human Face kitabında Marksizm’in doğası gereği yozlaştığını ifade etmiş… 2010 yılında Tel Aviv’de düzenlenen “Democracy and its Challenges” konferansında, İsrail ordusunun daha önce hiç görmediği kadar demokratik olduğunu söylemiştir. Mart 2011 de Libyalı isyancılarla Bingazi’de görüşmüş ve Ulusal Geçiş Hükümeti nin tanınmasına çalışmış. 2011 yılında Nicolas Sarkozy’nin Libya müdahalesi için ABD’yi ikna çalışmalarım desteklemiş. Mayıs 2011 de Suriye’ye askeri müdahalede bulunulmasını istemiş. 1983 yılından beri Nicolas Sarkozy’nin arkadaşı olan Levy, Yahudilerin toplum ve siyasete benzersiz ahlaki bir destek saklayabileceğini söyleyen bir Yahudi’dir (Ağar, 2015: 435-436.). Kısaca fanatik Yahudilerin ve MOSSAD’ın terörizmle bağlarını göstermesi bakımından bu bilgilerin Türk ve Dünya kamuoyu tarafından bilinmesinin elzem olduğudur. Kısaca ABD ve İsrail, fanatik Siyonistler aracılığı ile terör örgülerini kurmakta, finanse etmekte ve devletlerde iç karışıklıklar çıkarma aparatı olarak kullanmaktadır. Böyle bir devlet anlayışı uluslar arası hukuk ve ahlak açısından insanlık ayıbıdır. Bedelini milyonlarca sivil ödemektedir.

            Sonuç

  Terör devleti İsrail’in ülkelerin etnik yapılarından dini ve mezhepsel farklılıklarına kadar her konuda terör üretme mekanizmasını kullandığı çok açıktır. kendisinin son derece konsolide bir yapıya sahip olması asırlardır dışa kapalı bir toplum olarak bu günlere gelmesi onu millî devletlerden bile daha dayanışmacı bir yapıya kavuşturmuştur.  Fakat bu özelliğini dünya barışı için kullanmamaktadır. Fanatik bir Yahudi inancını benimsemiş olan bugünkü İsrail’in bu şekilde dünya barışına katkısının olması mümkün değildir.  Bu anlayış çerçevesinde terör örgütleri kurup veya onlarla işbirliği yaparak hem Yahudileri hem de dünyayı riske atmaktadır. Roger Garaudy, İsrail Siyasetini Oluşturan Efsaneler adlı ese­rinde, ABD’deki Yahudi Birliği’nin başkanlarından anti-Siyonist ola­rak bilinen Rabbi Elmer Berger(1908-1996)’in bir konferansında yaptığı açıklamaya yer vermiştir:  “İsrail Devleti’nin şu anki oluşumunun bir Kutsal Kitap kehanetinin tamamlanması olduğunu ve sonuç olarak devletlerini kurmak ve onu yaşatmak için İsrail­lilerce gerçekleştirilmiş olan bütün bu hareketlerin önceden Tanrı tarafından onaylandığını iddia etmek kim için olursa olsun kabul edilemez. İsrail’in bugünkü politikası, İsrail’in ruhani boyutuna zarar vermiş ya da en azından onu karanlığa gömmüştür.”(İsrail doğdu, insanlık öldü. Dustin Hoffman(Okur, 2023: 121)Tahrif edilmiş Tevrat çerçevesinde Yahudi milleti İsrail Devleti tarafından kandırılmaya çalışılmakta ırkçı bir halüsinasyonun ve illüzyonun peşinde uçuruma doğru sürüklenmektedir. Sedat Şenermen’in Akıl, Bilim ve Kur’an Işığında Dinler ve Dünya Egemenliği isimli eserinde ifade ettiği gibi sömürgeci emperyalist batı ülkelerinin İsrail terörünü desteklemelerinin altında da şu nedenler yatmaktadır:l)Din devleti olarak devlet terörü uygulayan İsrail Devleti’ni, stra­tejik müttefik olarak Ortadoğu’da desteklemektedirler, 2)Kendisini, bulunduğu ortamda kuşatılmış hisseden İsrail’in gü­venliği için Büyük Kürdistan adı altında “üç İsrail” projesini gerçek­leştirmek istemektedirler, 3)Tevrat’ta belirtilen “Nil’den Fırat’a” Tanrı’nın -Yahova’nın- tek hukuk, tek devlet krallığının kurulmasını istemektedirler, 4)İsrail’in içme suyu ihtiyacını Fırat ve Dicle ırmaklarından sağ­lamak üzere ele geçirilmesini istemektedirler, 5)Müslüman ülkelerin zengin yer altı ve yerüstü -petrol, doğal gaz madenler ve su gibi- kaynaklarını ele geçirme stratejisini sürdürmek­tedirler, 6)İslam’ı bilim ve din açısından anlayıp hakkıyla değerlendirememişlerdir. Bu nedenle Haçlı zihniyetini sürdürmektedirler, 7)İslam ülkelerini sömürge anlayışı ile yönetmek istemektedirler (Şenermen, 2013: 51-52). Kurulduğu günden beri İsrail, Avrupa ve ABD’nin desteği ile Araplara karşı sürekli siyasî üstünlük kazanmıştır. 1982 yılında İsrail, Lübnan’daki Filistinli sığınmacı militanların Lübnan’dan yaptığı saldırıları sebep göstererek Lübnan’ı işgal etti. Fakat 2006 yılında İran’ın desteklediği Lübnan Hizbullahı (12 Temmuz-14 Ağustos 2006 tarihleri arasında ) ile olan savaşı İsrail kaybetti. Bu arada İsrail Arap devletlerinden işbirlikçi kukla yöneticiler vasıtasıyla da yapmış olduğu katliamlara devam etti ve günümüzde de etmektedir. 2024-2025 yılları İsrail’in Gazze’de yaptığı katliamlarla feryatlar sağır kulaklara çarpıp dönmektedir. İnsanlık tarih önünde bir kez daha sınıfta kalmıştır. Aynı zamanda Lübnan Hizbullah üyelerinin telefon, telsiz gibi elektronik cihazlarına yerleştirdiği uzaktan kumandalı sistemlerle onları şimdilik bertaraf etmiştir.   Avrupa’nın ve ABD’nin çifte standardı neticesinde ise her geçen gün İsrail’in teknolojik gelişmesine ve nükleer programının ilerlemesine ses çıkarılmamaktadır. Terör örgütleri vasıtasıyla parçalanan Suriye, Irak, Libya’nın başına gelenler yarın İran’ın yahut Türkiye’nin başına gelmeyeceğini hiç kimse garanti edemez.  Bu açıdan Ortadoğu coğrafyasında yapılan ve Türkiye’de de yapılmak istenen toplum mühendisliği, demografik nüfus değişikliği; Türk devletinin yakın mercek altına alması gereken en önemli güvenlik başlıkları arasındadır. Eğer Terör örgütlerini sadece eli silahlı birkaç kandırılmış insan şeklinde görüp arkasındaki finans kaynaklarını, çok uluslu şirketleri ve devletleri hesaba katmadan terörizmle mücadele etmek mümkün değildir. Özellikle  CIA,  MOSSAD, MI-6 gibi istihbarat örgütlerinin, terör örgütleri ile çok yakın temasta oldukları bilinen bir gerçektir. Çok uluslu şirketlerin de özellikle Ortadoğu coğrafyası ve Türkiye gibi jeo-stratejik önemi yüksek, üç kıta arasında köprü olan, madenler açısından çok zengin ülkelere göz diktikleri de unutulmamalıdır. Bu coğrafyanın tabii kaynaklarını sömürmek için asırlardır emperyalistlerin oynamadıkları oyun neredeyse kalmamış ve hepsi bilinmektedir. Fakat toplumsal hafıza unutkandır. Bunlar hatırlanmamakta her seferinde emperyalistlerin kurduğu tiyatro sahnesi tekrar birinci perdeden başlamakta ve yeniden oynamaktadır. Yüce Türk milleti ve Türk devleti millî hafıza ve tarih şûrunu topyekun bir zihinsel uyanışla yeniden inşa etmelidir. Aksi takdirde Anadolu’yu vatan yapan onu Türkiye adıyla ebedileştiren atalarımızın emanetine sahip çıkmak mümkün olmayacaktır. Millî şairimiz Mehmet Akif ERSOY’UN (1873-1936)  söylediği gibiSahipsiz olan vatanın batması haktır; Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır”.

Kaynaklar

Abdullah Ağar, IŞİD ve Irak, Remzi Kitapevi, 2015, İstanbul.

İbrahim Okur, Sivillere Saldırmanın Felsefesi, Terörün Patronları (Topyekûn Savaş Fikrinin Tırmanışı), Okursoy Yayınları, 2016, İstanbul.

İbrahim Okur, Küresel Teo-Politik ve Jeo-Teoloji Judeo-Hristiyan Fundamentalizmi, Okursoy Yayınları, 2023, İstanbul.

İbrahim Okur, Banksterler ve Demokratörler Ulus Devletleri Çürütenler, Okursoy Yayınları, 2023, İstanbul.

John Perkins, Bir ekonomik Tetikçinin İtirafları, Kafes, Cilt 4, Türkçesi, Murat Kayı, Aprıl yayınları, 2016, İstanbul.

Roger  Garaudy,  İsrail Mitler ve Terör, Pınar yayınları Türkçesi Cemal Aydın 1996 İstanbul, Haham Cohen’in Talmud adlı eseri, Ed. Payot, Paris, 1986, s. 104.

Sedat Şenermen, Akıl, Bilim ve Kur’an Işığında Dinler ve Dünya Egemenliği, Togan Yayıncılık, 2013, İstanbul.

Fatih Altaylı’nın Tutuklanması 

Siyasetin Gölgesinde Yargı ve İfade Özgürlüğü

Son yıllarda Türkiye’de “yargı bağımsızlığı” kavramı sadece hukukçuların değil, artık sokaktaki vatandaşın da günlük siyasal tartışmalarında kullandığı bir terim haline geldi. Çünkü yargının verdiği kararlar artık sadece mahkeme salonlarını değil, sandık sonuçlarını, kamuoyunu ve hatta sosyal medyanın nabzını da belirliyor.

Geçtiğimiz günlerde gazeteci Fatih Altaylı’nın tutuklanması, bu bağlamda yalnızca bireysel bir yargı süreci değil, aynı zamanda Türkiye’de ifade özgürlüğünün, medya bağımsızlığının ve yargı güvencesinin ne durumda olduğunu gösteren kritik bir gösterge oldu.

Fatih Altaylı, gazetecilik kariyerinde birçok dönemden geçmiş, iktidarlara zaman zaman yakın durmuş, zaman zaman mesafesini korumuş bir figür. Ancak son dönemde özellikle YouTube üzerinden yaptığı yayınlar, onu geleneksel medya sınırlarının çok ötesine taşıdı.

Her gün yüz binlerce kişinin izlediği Altaylı, özellikle son videolarında Cumhurbaşkanlığı sisteminin keyfiliğe yol açabileceğine dair açık ve sert uyarılarda bulunuyordu. Anket sonuçlarına dayanarak halkın ömür boyu yetkiye karşı olduğunu dile getiriyor, tarihsel örneklerle halk iradesinin gücünü vurguluyordu.

Yargının Altaylı hakkında “Cumhurbaşkanına tehdit” suçlamasıyla başlattığı soruşturma, tam da bu sözlerin ardından geldi. Gerekçede özellikle videonun bir bölümünde padişahların halk tarafından alaşağı edildiği yönündeki tarihsel anlatı, bir tür dolaylı tehdit olarak yorumlandı. Oysa Altaylı’nın ifadesine bakıldığında, bu sözlerin şiddet çağrısı değil, halk iradesine yapılan bir tarihsel göndermeden ibaret olduğu açıkça görülüyor.

****************************************

Amaç Muhalif Sesleri Susturmak mı?

Fatih Altaylı’nın tutuklanmasında esas sorgulanması gereken şey, yargının bu kadar geniş yorumlara başvurmasının ardında hangi saiklerin yattığıdır. Eğer ortada gerçek bir tehdit olsaydı, bunu anlamak için sözlerin bağlamından koparılmasına gerek kalmazdı.

Oysa burada, tıpkı geçmişte Ekrem İmamoğlu’nun “ahmak” kelimesiyle yargılanması gibi, kelimelerin cımbızla seçilip siyasi anlamlar yüklenmesiyle karşı karşıyayız.

Yargı organlarının, özellikle iktidarın kritik dönemlerinde –örneğin seçim öncesi– belirli medya figürlerine yönelik cezai süreçler başlatması, sadece ifade özgürlüğüyle ilgili değil, aynı zamanda demokratik rekabetin doğasıyla da ilgili bir meseledir. Çünkü muhalif siyasetçiler susturulunca halk tepki gösterebiliyor, ama gazeteciler daha kolay hedef alınabiliyor. Böylece hem iktidar eleştirisinin ses düzeyi azaltılıyor hem de kamuoyunun yönlendirilmesi daha kolay hale geliyor.

Fatih Altaylı’nın tutuklanması, bir “bağımsız yargı kararı” olmaktan çok, kamuoyunda bir mesaj niteliği taşıyor: “Fazla konuşursan, bedel ödersin.”

Bu durum, sadece gazetecileri değil, akademisyenleri, sanatçıları ve hatta sıradan yurttaşları da otosansüre itiyor. Oysa ifade özgürlüğü, sadece herkesin hoşuna giden sözleri değil, rahatsız eden fikirleri de kapsar. Bu ilkeyi içselleştirememiş bir sistemde ne demokrasi ne hukuk devleti ayakta kalabilir.

Altaylı’nın videolarında rahatsız edici olan şey, söylediği sözlerin içeriğinden ziyade, ulaştığı izleyici sayısıdır. YouTube’da aylık 30 milyondan fazla izlenme alan, Türkiye’nin en çok izlenen gazetecisi haline gelen biri, iktidar açısından yalnızca bir yorumcu değil, kamuoyu üzerinde etkili bir aktöre dönüşmüştür. Ve maalesef Türkiye’de etkili olmak, çoğu zaman “tehlikeli” olmaktır.

Batı demokrasilerinde bir gazetecinin böylesi yorumları sebebiyle tutuklanması düşünülemez. Eleştirinin dozu, bağlamı, dili ne olursa olsun; eğer ortada açık bir şiddet çağrısı veya kamu düzenini tehdit eden somut bir unsur yoksa, yargı bu tür davalara karışmaz. Aksi takdirde hukuk, iktidarın muhalif avı aracına dönüştürülmüş olur.

Fatih Altaylı’nın yaşadığı bu süreç, sadece onun kişisel özgürlüğüyle ilgili değil, toplumun tamamının konuşma hakkı, sorgulama hakkı ve özgür düşünceye ulaşma hakkıyla ilgilidir.

Bu noktada sorulması gereken soru şudur: Yargı, hukukun tarafsız terazisini mi tutuyor; yoksa iktidarın sopası mı oluyor?

Türkiye’nin geleceği, bu soruya nasıl cevap verdiğimizle doğrudan bağlantılıdır.

****************************************

Otosansür

Sansür, dıştan gelen bir müdahaledir: devlet ya da başka bir otorite tarafından içerik yayınına doğrudan engel konur. Otosansür ise kişinin kendi kendine sınır koymasıdır: cezalandırılma korkusuyla fikrini söylememesi, eleştiri yapmaktan kaçınmasıdır. Otosansürde kişi “görünmeyen bir ceza ihtimali” ile özgürlüğünden gönüllü vazgeçer. Bu durum, fikrin değil korkunun iktidarını tesis eder.

Otosansür, çoğu durumda doğrudan sansürden daha sinsi ve tehlikeli olabilir. Fatih Altaylı’nın tutuklanması gibi örnekler bu tehlikeyi derinleştirir.

Altaylı gibi tanınmış, deneyimli ve izleyici kitlesi büyük bir ismin cezalandırılması, çok daha geniş bir mesaj içerir: “O bile susturulabiliyorsa, sen hiç konuşma!”

Bu, sadece gazetecilere değil, akademisyenlere, sanatçılara, sosyal medya kullanıcılarına da sirayet eder.

Tutuklamalar, davalar ve medya hedef göstermeleri bir yandan susturmayı, bir yandan “otoritenin gücünü görün” mesajını vermeyi amaçlar. Bu psikolojik baskı, bireylerin düşünce üretme sürecini bile felce uğratır.

Demokrasi, ancak çoğulcu fikir ortamı varsa işler. Farklı görüşlerin açıkça dile getirilemediği bir ortamda toplum tek tipleşir.

Otosansür ortamında seçmen, yöneticilerin eksiklerini öğrenemez; hesap soramaz.

Eleştiriden kaçınan yazarlar, akademisyenler ve gazeteciler, toplumu bilgilendirmek yerine “dolanarak konuşma” alışkanlığı geliştirir.

Sonuçta sığ, cesaretsiz, etkisiz bir düşünsel iklim oluşur. Ülke; bilimde, sanatta, medyada geri kalır.

Otosansür yaygınlaştıkça kamuoyu gerçek bilgiye ulaşamaz, manipülasyon artar.

Bu bilgi eksikliği, iktidarların daha da sertleşmesine zemin hazırlar.

Sessizlik otoriterliğin oksijenidir.

Fatih Altaylı’nın tutuklanması doğrudan ifade özgürlüğüne yönelik bir darbe olduğu kadar, daha büyük bir tehdidin de işaretidir: sessizliğin kurumsallaşması.

Eğer toplum otosansürü kabullenirse, artık susturulmaya bile gerek kalmaz. Ve bu, bir ülkenin çöküşe en çok yaklaştığı andır.

NOT: Bu yazının tamamı ChatGPT adlı yapay zeka programı tarafından hazırlanmıştır. Bu tür eleştirileri yapan doğal zekalar tutuklanıyor. Bakalım yapay zekaya da ceza verilecek mi?

Kırım Kongo Kanamalı Ateşi

“Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız.”  (Bakara Suresi 195)

Bu günlerde KKKA kısaltmalı bu hastalıkla ilgili haberleri çok okumaya, görmeye başladık. Her yıl mayıs- haziran aylarında başlayıp yaz boyu devam eden süre içinde benzeri haberleri daha çok görmekte ve ölüm vakalarını da okumaktayız.

Nedir bu KKKA?

Bu bir zoonotik viral hastalıktır. Zoonoz hayvanlarda bulunan, onlarda da hastalık yapabilen mikroorganizmaların insanlara bulaşarak hastalık yapmasıdır. Kuduz viral, şarbon bakteriyel, tokzoplazmozis protozoe gibi hastalıklar zoonotik örneklerdir. Yakında atlattığımız Covid-19 da bir zoonoz idi. KKKA olarak kısaltılmış şekli ile yazılan kırım kongo kanamalı ateşi de zoonotik bir hastalıktır. Bu hastalığa sebep olan virüsler daha çok ot,çimen ve çalı gibi bitkiler üzerinde bulunan kenelerde yaşarlar. Sıçrama ve uçma özelliği bulunmayan bu canlılar hayvanlara ve insanlara yapışıp yerleşir ve kanlarını emerek yaşarlar.

Bu adlandırmanın hikâyesi ise şöyledir. 1944’de Kırım’da tarım ürünleri hasadında çalışan bazı askerlerde yüksek ateşle başlayan ve bazılarında ölümle sonuçlanan kanamalı bir hastalığa kırım kanamalı ateşi adı verilmiştir.1956 da Kongo’da da yine yüksek ateşle başlayıp bazılarında kanamaların da görüldüğü bir hastalığın varlığı tespit edilmiştir. Bunun viral bir zoonoz olduğu düşünülmüş olup 1969 da her iki hastalığın da Nairo virüs gurubundan olan ve kenelerden bulaşan bir etken olduğu tespit edilerek KIRIM KONGO KANAMALI ATEŞİ olarak adlandırılmıştır. Bu hastalık ülkemizde ilk olarak 2002 yılında Tokat ilimizde görülmüştür. Daha sonra Sivas, Çorum, Yozgat,Erzurum gibi orta anadolu ve doğu anadolunun kırsal kesimlerinden gelen hastalarda da teşhis edilmiştir. Ülkemizde daha çok bu bölgelerde olmak üzere kene teması şüphesi olan durumlardaki yüksek ateşli vakalarda düşünülmesi gereken hastalıklardandır. Bu hastalık Afrika, Asya, Doğu Avrupa, Orta doğu ülkelerinde görülebilen hastalıklardandır.

Hastalık kene temasından 1-3 gün sonra ateşle başlar. Ateş 39-41 dereceye kadar çıkabilir. Buna baş ve adale ağrıları,bulantı-kusma, ishal eklenebilir. Gözlerde kızarma ve kanama, burun kanaması dahil diş eti kanamaları,deri altı kanamaları, sindirim sistemi kanamaları gibi bulgular gelişebilir. Bulaşma hasta bir insan veya hayvan çıktılarından olmuş ise şikâyetler 9-10 gün sonra görülmeye başlar.

Erken teşhis ile tedavi imkânı olan bu hastalıkta önemli olan bu ihtimalin akla getirilmesidir. Erken teşhis ile daha kolay tedavi edilebilir olan KKKA %5 e kadar ölümcül olabilen bir hastalıktır. Hayvancılık yapanlarda, yaz mevsimi yapılan kır pikniği sonrası, sebebi belli olmayan yüksek ateş durumlarında KKKA da düşünülmeli, tetkik ve takip buna uygun yapılmalıdır.

Korunmada kenelere karşı tedbirli olmak önceliklidir. Bunun için kır gezileri, doğal ortam gezileri, tarım alanları ile ilgili çalışmalarda kol ve bacakların olabildiğince korunması, açık renk elbiselerin giyilerek kenelerin daha kolay görülebilir liğinin sağlanması tavsiye edilir. Bu ve benzeri etkinlikler sonrası vücudun, özellikle kol altı, diz arkası, kulak arkası gibi derimizin kıvrımlı alanlarının bu bakımdan kontrol edilmesi önemlidir. Kene yapıştığı görülürse onu ezmeden, mümkün ise cımbızla baş kısmından tutup çıkarmalı veya aldırılmalıdır. Çıplak elle keneye dokunulmamalı veya üzerine bir şeyler

bastırılarak ezilmemelidir. Hastalık ihtimali olan hayvan çıktılarına da çıplak ten ile temas yapılmamalıdır. Tabiiki bu hastalığın görüldüğü bölgelerde hayvanların da kenelerden korunmasına yönelik tedbirler uygulanmalı ve bu yöndeki uygulamalar takip ve desteklenmelidir.

KKKA dâhil tüm hastalıklardan uzak, sağlıklı yaşamanız dileğiyle.

    Demir İndirildi

     “Ve enzelna’l-hadîde fîhi be’sün, şedîdün ve menafiü li’n-nasi.” (Hadîd Sûresi: 25) “Biz demiri de indirdik, onda hem kuvvet ve şiddet, hem de insanlar için faydalar vardır.” Deniliyor ki: “Demir yerden çıkıyor; yukarıdan inmiyor ki ‘enzelna / biz indirdik’ denilsin. Neden ‘ahreçna / biz çıkardık’ denilmemiş? Zâhire / görünüşe muvafık / uygun olmayan ‘enzelna / biz indirdik’ denilmiş.” Kur’ân-ı Kerîm “enzelna / biz indirdik” kelimesiyle, demirdeki azîm, büyük ve çok ehemmiyetli nimet cihetini ihtar etmek / hatırlatmak için “enzelna / biz indirdik” demiş.

     Çünkü yalnız demirin zâtını nazara vermiyor ki, “ahreçna / biz çıkardık” desin. Belki demirdeki büyük nimeti ve insanların demire ne derece muhtaç olduğunu ihtar / hatırlatmak içindir. Nimet ciheti ise aşağıdan yukarıya çıkmıyor, belki rahmet hazinesinden geliyor. Rahmet hazinesi, elbette yukarı ve mânen yüksek mertebededir. Elbette nimet yukarıdan aşağıyadır. Muhtaç olan insanların mertebesi ise aşağıdadır. Elbette in’am / nimet vermek, ihtiyacın üstündedir. Onun için, nimetin rahmet hazînesinden insanların ihtiyacına imdad için gelmesinin hak ve doğru tabiri “enzelna / indirdik” olur. “Ahreçna / çıkardık” olmaz.

     Hem tedricî / yavaş yavaş çıkarmalar insanın eliyle olduğu için, “çıkarmak” kelimesi; ihsan, lütuf ve bağış cihetini gaflet nazarına hissettirmez. Evet, demirin maddesinden bahsetmek istenirse,  maddî mekân bakımından ihraç / çıkarmak asıldır. Fakat demirin sıfatları ve burada kasdedilen mânâsı olan “nimet” ise, mânevîdir. Bu mânevî mânâ, mekâna bakmıyor. Belki mânevî mertebeye bakar. Rahmanın hadsiz yüksek mertebesinin bir tecellisi olan rahmet hazinesinden gelen nimet, elbette en yüksek makamdan en aşağı mertebeye gönderiliyor. Hak / doğru tâbiri “enzelna / indirdik” olur. Bu tâbirle insanlara ihtar eder / hatırlatır ki, demir en büyük İlahî bir nimettir. Evet, bütün insanî san’atların mâdeni, insanî ilerlemelerin menbaı / kaynağı ve insan kuvvetinin sebebi; sâhip olduğu demirden ileri gelmektedir. İşte bu azîm nimeti ihtar ve hatırlatmak ve insanın minnet duygusu içinde olması ve nimet vereni hatırlaması makamında, âyet tam bir haşmetle ferman edip bildiriyor.

     Kaldı ki, “yukarı-aşağı” nisbî olup görecelidir. Arz küresinin merkezine göre yukarı ve aşağı oluyor. Hattâ bize nisbeten aşağı olan bir şey, Amerika kıt’asına nazaran yukarı oluyor. Demek, merkezden yeryüzü tarafına gelen maddeler, arz yüzeyinde olanlara göre vaziyeti değişir.

     Kur’ân, acze düşürücü lisanı ile ifade ediyor ki: Demirin o kadar çok menfaati, o kadar geniş faydaları vardır ki, insanın evi olan yeryüzünün mahzeninden çıkarılacak sıradan bir madde değildir. Rastgele ihtiyaçlarda kullanılan fıtrî ve tabiî bir  maden değildir. Belki kâinatı Yaratan tarafından, rahmet hazînesinde ve kâinatın büyük tezgâhından ihzar edilmiş / hazırlanmış bir nimet olarak yer ve göklerin Rabbi ünvaniyle; insanların ihtiyaçlarına sebep olmak için, Yüce Allah demiri inzal etmiş / indirmiş diye, demirdeki umumî menfaati ifade için, sanki demirin gökten gelen rahmet, hararet ve  ziya gibi öyle şümullü / kapsamlı pek çok faydaları var ki, kâinat tezgâhından gönderiliyor. Arzın / yerin dar  anbarından değil. Belki kainat sarayındaki büyük rahmet hazinesinden hazırlanarak gönderilip, arzın anbarında yerleştirilmiş. O anbardan asırların ihtiyacına göre parça parça ihraç ediliyor, çıkartılıyor. 

     Kur’ân, bu küçük anbardaki parça parça çıkarılan demir için, yalnız “sarf etmek” mânâsını kullanmak istemiyor. Belki En Büyük Hazîne’den; o büyük nimeti, arz ile beraber indirdiğini ifade etmek için, yani bu arz hânesine en lâzım şey demirdir ki, yüce yaratıcı, güya dünyayı güneşten ayırıp insanlar için indirdiği zaman, demiri de beraber indirmiş ve insan ihtiyaçlarının çoğu onunla temin edilmiştir.

     Kur’ân “Bu demirle işlerinizi görünüz. Onu çıkarmaya çalışarak istifade ediniz.” diye, mûcizeli bir şekilde ferman ediyor. Bu âyetle; hem düşmanları def etmeye, hem de menfaatleri celbetmeye sebep olabilecek iki nimeti beyan ediyor. Zaten Kur’ânın inişinden evvel insanın; ehemmiyetli menfaat ve yararlarını demirle temin ettiği tarihen de sabittir. Fakat istikbal / gelecekte demirin; gayet hârika ve akılları hayrette bırakacak şekilde; denizde, havada ve karada insanın emrinde daha çok olacağı kaçınılmaz bir gerçektir.

Hukuk, Namus ve Şeref

Dostlarım hukuk devletinden nasıl uzaklaştığımızı anlatıyor. Haklılar. Dünya Adalet Projesi (World Justice Project) her yıl Hukukun Üstünlüğü Endeksi’ni yayımlıyor. Türkiye serbest düşüş hâlinde. 2024’teki pozisyonumuz 101. sırada. Sıradaki komşularımız. 99-103 arasındaki ülkeler şöyle:

99   Nikaragua

100 Myanmar

101 Türkiye

102 Bangladeş

103 Honduras

Hayırlı olsun. Doğruluk Payı sitesindeki haber için buraya tıklayınız.

İyi ki istibdat rejiminde değiliz

Sayın Adalet Bakanımız bu sonucu beğenmemiş, insafsız bulmuştu. Bu hislerini de bir demeçle açıklayıp Dünya Adalet Projesi’ne hak ettiği dersi vermişti. Ama adamlar derslerini almamış ki hâlâ böyle sıralıyorlar. Ne yapmalı? İstibdat rejiminde yaşasak kolaydı. Mesela savcıya talimat verip, pardon telefon edip, pardon vazifeye çağırıp WJP’yi içeri alıverirdik. Ne gerekçeyle mi? Önce içeri alır sonra gerekçesini bulurduk. İlk gerekçemizi beğenmezsek başka bir gerekçe uydururduk. Elimizi tutan mı vardı? Yapmadığımız iş miydi? WJP bizim egemenlik alanımızın dışında mı? O halde bu sonuçları yazanı içeri alırdık. Bunu yazan köşe yazarlarını da. Önce asar sonra yargılardık. Ne var ki bunların hiçbirini yapamıyoruz. Yapamıyoruz değil mi? Çünkü Türkiye istibdat rejimi değil. Değil mi?

Şimdi istibdat rejimlerini bırakıp hukuk devletine, hukukun üstünlüğüne dönelim. Bütün kanunları canımızın istediği gibi değiştirebilirsek, neyin üstünlüğü? Hukuk diye bir şey mi var? Bugünkü hukukla yarınkinin ne ilgisi olabilir? Kanunların kanununu, anayasayı her seçim döneminde yeniden değiştirdikten sonra hangi hukuk. Hem de anayasayı değiştirme işinin propagandasını şu yemini etmiş kişiler yapıyor:

Sadakat, namus ve şeref

“Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasaya sadakattan ayrılmayacağıma; büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine and içerim.” 

Demek ki endişelenecek bir şey yok. Bu anayasaya sadakattan ayrılmayacaklarına büyük Türk milleti önünde and içmişler. Hem de namusları ve şerefleri üzerine. Ne yani? Siz bu insanları ne zannediyorsunuz?

Şimdi dünyaya dönüyorum ve soruyorum: Anayasa dâhil bütün kanunlar hukuka dayanıyor. Hukuktan çıkıyor. Hukuk… Hak kelimesinin çoğulu. Haklar demek. İnsanların birbirine karşı hakları. Toplumun bireye bireyin topluma karşı hakları. Her hak yazdığım yere vazife de yazın. İkisi beraberdir. Her hak olan ilişkide bir vazife, her vazifenin de doğurduğu bir hak vardır.

Peki hukuk, yani haklar neye dayanıyor?

Hukukun temeli

İşte bu dayanak derinlerde. İnsanın ta içine, yapısına, fıtratına kadar uzanır. Genlerimize işlemiş bir temeldir bu. O temelin adı da ahlaktır. Evet bütün kanunlar birbirine, ana kanuna, fakat hepsi insan fıtratına, insanların ahlak dediği kaynak değere dayanır.

Bu yüzdendir ki bir ülkede hukuk üzerinde tereddütlerin doğması ahlak üzerinde tereddütlerin doğması demektir. Ahlak üzerinde tereddüt, toplumu toplum yapan bağların çözülmesidir, milletin ve dolayısıyla ülkenin çökmesidir. O çöküşe sebep olanlar da enkazın altında kalır. Tarih öyle söylüyor.

Ahlak değersizleşirse kanunlar da değersizleşir. Etrafından dolaşılacak, delinip geçilecek, muhalifleri yakalayıp hapse attıracak açıkgözlük araçları hâline gelirler. Kanunları manipüle ederiz. Mevcut kanunlar hırslarımızı tatmine kâfi gelmezse yenilerini çıkarırız. Kim tutar bizi? Ahlak yoksa.

Yaptıklarımızı doğru oldukları için değil, yapabildiğimiz için yaparız. Yapamadıklarımızı yeni kanunlarla yapabileceğimiz hâle çeviririz. Kanun ne ki? Ahlak ne ki? Hem bunu herkes yapıyor. (Bu sonuncu ifade bütün ahlaksızlıkların anasıdır.)

Kaçıncı tekrar bilmiyorum. Yine Akif, yine Akif, yine Akif:

Halimiz bir inhilâl etmiş vücudun halidir

Ruh-u izmihlalimiz ahlakın izmihlalidir

Dört Nala

Pentagonun ileri karakolu İsrail ‘in Başbakanı Netanyahu’nun Washington’daki uzantısı git-gel akıllı Donald Trump, efendisinin dediğini yaptı ve İran’ın nükleer tesislerini bombalattı.
Terörist ve haydut devlet İsrail’in destekçisi ABD nin Ortadoğu ya hâkim olma projesinin gerçekleşmesi olur mu? Bunu bilemeyiz; ancak ABD nin üstün silah gücüne dayalı emperyalist bir devlet olduğunu ve Ortadoğu coğrafyasına hâkim olmak istediğini izliyoruz.
Bilinen bu gerçeğin amaçlarından biri de şudur;
Atatürk’ü itibarsızlaştırmanın, daha dün Türk’ün tokatını yiyen emperyal güçlerin projesi olduğunu biliyor musunuz?
Bu güçlerin ülkenin üniter yapısını bozarak Federasyona dönüştürmek olduğunu; arkasından ülkeyi parçalamak amaçlı niyetlerini biliyor musunuz?
*
Türk tarihinin en önemli dönemlerinden biri… Yalnızca Türk tarihini, coğrafyasını ve insanını değil tüm dünyayı etkileyen, sonuçlarıyla, hayranlık duyulacak topyekûn bir mücadeleyle, özgürlük arayan başka milletlere örnek olmasıyla da önemli bir savaş… Kurtuluş Savaşı.


  • İniş ve çıkışları, iyi ve kötü günleri olan bir serüvendir hayat.
    Hayattaki kötü olayların en istenmeyeni ise savaştır; kan gözyaşı ve ölümün kol gezdiği günleri yaşamaktır.
    Her şey kendi seyrinde giderken, her şey yolundayken kahramanlar çıkmaz ortaya. Anadolu, insanoğlunun en kötü icadı olan savaş ile yüz yüze kaldığında her biri birer kahraman olan vatan evlatları vardı. Silahlarını çattılar, kafa kafaya verdiler, el ele tutuştular. Tarih içinde ‘’dörtnala’’ bir koşturmayla geleceğin aydınlık meşalesini yaktılar. Olmazları oldurup vatanı aydınlık günlere, bugünlere kavuşturdular.Tek bir samimi dokunuş direnme gücünü tetikler ve o dokunuş bir dalganın iç içe halkaları gibi genişler.. O samimi dokunuş, Mustafa Kemal’den gelmişti. O ve silah arkadaşları, vatanın evlatlarıyla birlikte memlekete sahip çıktılar; barışa ve savaşa dair sözlerini tarih sayfalarına yazdırdılar.
    Ne diyordu Mustafa Kemal. ‘’Ancak ulusun hayatı tehlikeye girmedikçe savaş bir cinayettir.’’
    Allah bir daha Türk milletine Kurtuluş savaşı gibi özgürlüğünü yeniden kazanacağı savaş yaptırmasın.
    *
    Doğudan, Güneyden, Karadeniz’den, Batıdan düşmana karşı vermiş oldukları amansız savaşları kazanarak bu vatan toprağını hürriyetine kavuşturan, ‘’Misakımilli sınırlarını’’ kanla çizen ve canlarıyla hudut oluşturan bu aziz Türk milletinin ordusu, 9 Eylül 1923 günü sadece İzmir’e girmedi; onların, ellerinde geleceklerini aydınlatacak meşaleleri, güzel müreffeh bir Türkiye’ye hız kesmeksizin başarıları doludizgin yürüyüşleri dörtnalaydı.
    İnsanlığın savaştan uzak, barış içinde yaşaması dileğiyle…