6.8 C
Kocaeli
Perşembe, Ekim 2, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1140

Galiba Bilmiyoruz

Türkiye’nin Osmanlı Türk İmparatorluğu’ndan hatta daha da öncesinden kendisine aktarılmış tarihi ve milli meseleleri vardır. Yaşadıklarımızın bir çoğu bunlarla ilgilidir. Yani yüzyıllarda geçse bile bazı meseleler değişerek ve dönüşerek günümüzde de sürmektedir.

Bu meselelerin günümüze yansımasının çok yoğun bir şekilde gerçekleştiğini görüyoruz. Bunların çözümü de büyük ihtimalle bizlerin hayatta olmayacağı uzun vadeli bir geleceğe sarkacak. Belki de kıyamete kadar bu süreç devam edecek.

Ancak bu meselelerin varlığından habersiz iseniz, bu meselelerle nasıl uğraşacaksınız ve bunları milli menfaatlerinizi koruyarak geleceğe nasıl aktaracaksınız? Bilmediğiniz şeylerle uğraşmak gerçekten olağanüstü zorluklar içerir.  Bizde Türk milleti olarak bunun zorluğu içindeyiz.

Bu yaşamsal meseleleri, birilerinin bilmesi yeterli değildir. Bir milletin karşılaştığı ve milli vasıflara sahip temel sorunları, Cumhurbaşkanından sokaktaki çöpçüye kadar herkes bilmek zorundadır. Fakat tam aksine, ne en tepedeki adam ne de sokaktaki vatandaş bunları bilmekten çok uzaktır.

MHP İstanbul Milletvekili rahmetli büyükelçi Gündüz Aktan, Ermeni soykırım iddiaları,Avrupa’da ırkçılık ve Türkiye’nin AB üyeliği ilgili yazdığı “Açık Kriptolar” adlı kitabında bunu bir örnekle kendi açısından itiraf ediyor.

Aktan “Ermeni meselesinin varlığını Mehmet Baydar ve Bahadır Demir’in 27 Ocak 1973 günü bir Ermeni tarafından ABD’de öldürülmesi ile öğrendim. Paris OECD misyonuna tayin olduğum 1970 yılına kadar  Mehmet Baydar bakanlıkta genel müdürüm, Bahadır ise oda arkadaşımdı.” diye samimiyetle anlatıyor.

Oysa rahmetli Gündüz Aktan, Türkiye’ye uzun yıllar idareci yetiştiren tek okul olma özelliği taşıyan Mülkiye yani Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden 1962 yılında mezun olmuş ve 1964’te İçişleri, 1967’de Dışişleri bakanlıklarında çalışmaya başlamış. Yani bahsettiği suikast olayına kadar neredeyse Türk devletinin kalbi hüviyetindeki iki bakanlıkta 10 yıl kadar çalışmış. Ama ermeni meselesinden arkadaşları şehit edilene kadar haberi olmamış. Emin olun hepimiz Gündüz Aktan’ın halindeyiz. Onun iyi tarafı bunu itiraf etmiş olması…

Kötü olan, bu itirafı yapamayan, bilmediğinin farkında olmayan yada herşeyi bildiğini iddia eden o kadar çok insan Türkiye’de yaşıyorki!

Türk milleti; Şemdinli ve Eruh baskınları oluncaya kadar bölücülük meselesinden habersizdir. Turgut Özal, Kapıkule’ye yığılmış insanları “bunlar gerçekten Türkmü?” diye sorgulayacak kadar Türk dünyasından uzaktır. Koca adamlar, 2001’de yaşanan ekonomik krizi, Ahmet Necdet Sezer’in bir anayasa kitapçığını masaya fırlatmasına bağladı. Kıbrıs’ın önemini bırakın yerini bilen kalmadı. Balkan Savaşlarında niye yenildik, Birinci Dünya Savaşına niye girdik gündemimizde bile yok. Hala Türk yurdu Balkanlara gidip geri döndük edebiyatı yapılıyor.

İddia ediyorum, Türkiye’yi yönetmeye talip olanların bir çoğu, Türkiye’nin bu ve benzeri diğer temel meselelerinden habersizdir. Sanki gizli bir el, Türk milletinin varlığını ilgilendiren bu sorunların yine Türk milletince bilinmesine engel olmaktadır. Hal böyle olunca tedbir almadan yaşamakta ve başımıza gelenlere karşı savunma yapmaktan aciz kalmaktayız.

Ve bir türlü anlayamıyoruz ki; ekonomik sıkıntıların tamamı bu meseleler yüzünden ve bunlara karşı devlet olarak devlet  gibi davranamamaktan dolayı kaynaklanıyor.

Birileri bana çıkıp bu meseleleri bilenler var demesin. Ben bunları milletin bilmesinden bahsediyorum. Eğer aksi olsaydı dün İngilizlerin, bugün de Amerikalıların oyuncağı olan bir cemaatin peşinden bu kadar koşarmıydık?

 

 

Ölüm Kapıyı Çalınca

Düşünmezdin hiç ölümü

O soldurdu bak gülünü

Dul bırakır al gelini

Ölüm kapıyı çalınca

 

Konuşan diller söylemez

Derdine derman eylemez

Gülen gözlerin hiç gülmez

Ölüm kapıyı çalınca

 

Geçer miydi hiç aklından

Emanetti sana bu can

Dönüşü yok derdine yan

Ölüm kapıyı çalınca

 

Yaşadın hep düşünmeden

Hani nerde baban deden

Pişman oldu hep boş giden

Ölüm kapıyı çalınca

 

Ne kadar yaşarsan yaşa   

Ölüm gelecektir başa

Yazarlar künyeni taşa

Ölüm kapıyı çalınca

 

Yağmur çamur koyacaklar

Soğuk sıcak yutacaklar

Ne yaşadın soracaklar

Ölüm kapıyı çalınca

 

Gideceğin yeri gördün

Bende gider miyim derdin

Sayılı nefesi verdin

Ölüm kapıyı çalınca

 

Yalnız kaldın o dar yerde

Hani eşin dostun nerde

Yalnız amel çare derde

Ölüm kapıyı çalınca

 

Evlat iyal hep ağlaşır

Komşular tabutun taşır

Toprak atanlar yarışır

Ölüm kapıyı çalınca

 

Al artık aklını başa

Kardeş adam gibi yaşa     

Her an gelebilir başa

Ölüm kapıyı çalınca

 

İbrahim der gel kardeşim

Vallahi duyulmaz sesin

Sayılıdır bu nefesin

Ölüm kapıyı çalınca

 

Nasıl Bir Türkiye?

Yazıma bir benzetme ile başlamak istiyorum. Sağlıklı yaşam şartlarını hepimiz biliriz. Ama kendi organlarımızın, kendi bünyemizin bu sağlıklı yaşam şartları içinde nerede olduğunu organlarımızın ne durumda olduğunu incelemek gereği duymayız. Bizde Türk insanı olarak biraz öyleyiz. Çevremizi dünyayı iyi inceleriz ama kendimizi az inceleriz.

İki yaklaşımımız var. Biz ya mükemmeliz, ya da adam olmayız şeklinde. Bunların ikisi de yanlış. Önce kendimizi doğru anlamak, doğru tanımak, ondan sonra çevremizde ki tehditleri görebilmek değerlendirmek lazım. Takriben 88 yıldır çağdaş uygarlığın peşinde koşuyoruz. Ama yakalayamadık, acaba neden yakalayamadık? Omu kaçıyor biz mi kovaladığımızı zannediyoruz? Ama kovalayamıyoruz. Buna iyi bakmak lazım.

88 yıl az bir zaman değil. Asırların ihmallerini ortadan kaldırmak da mümkün değil. Politika, kartları doğru oynamayı gerektirir. Ülkenin coğrafyası değişmez. Ülkenin doğal kaynakları doğru kullanılmalıdır. Batılı emperyalist güçler coğrafyayı değiştirme ve doğal kaynaklarımızı elimizden alma gayreti içerisindedirler. 

Zeka bir Allah vergisidir. Ama doğru beslenme ile iyi eğitimde zekâ akıla dönüşür. İyi insanlar yetiştirir ve zamanı, coğrafyayı, doğal kaynakları doğru kullanmasını insanlarımıza öğretirsek kalkınır ve milli devleti kurarız.

Yeteri kadar iyi yetişmiş insanı olmayan, mevcut yetişmiş insanlarını da harcayan bir ülkenin dışarıda düşman aramasına gerek yoktur.

Çağdaş uygarlık demek, yüksek ekonomik refah ileri teknoloji, çağdaş hukuk normları çağdaş güvenlik şemsiyesi, çağdaş siyaset yöntemleridir.

Bunları ne de doğuda ne batıda aramaya gerek vardır. Türk tarihi bunun örnekleriyle doludur. Atatürk Türk Milleti için büyük bir şanstır. Ama, onu iyi anlayamadık. Bu ülkede belli bir azınlık Atatürk’ün karşısında olabilir. Bu bir tehlike değildir. Çünkü açık tehlikenin her zaman önlemi alınabilir. Alınamıyorsa kabahat tehlikede değil, önlem alamayanlardadır. Fakat asıl tehlike Atatürkçüyüm deyip birden fazla Atatürk yaratanlardadır. AB’ye girmeyelim diyende, girelim diyende Atatürk’ü referans gösteriyor.

Uluslar arası tahkim yasasını beğenende, beğenmeyende Atatürk’ü referans gösteriyor. Atatürk bir şablon değildir. Atatürk akılcıdır, gerçekçidir. İçinde bulunduğu şartlara göre

karar veren bir liderdir.

Tarih beceriksiz yöneticilerin elinde olan milletlerin yazgısındaki tekerrürü yeniden gösterecektir. Milletlerin siyasetinde ancak menfaatleri vardır. Kimsenin kimseye dost olmayacağını bilmemiz gerekir.

Olaylar Türk Milletine iki önemli kuralı yeniden hatırlatıyor. Yurdumuzu ve haklarımızı müdafaa edecek kuvvet de olmalıyız.

Geçmişi bilmeden geleceği şekillendirmek mümkün olmadığı için geçmişin üzerine yoğunlaşarak geleceğin profilini çıkarmak gerekir.

Gelir dağılımının bu kadar bozuk olduğu bir ülkede içerisinde dirlik ve birlik aramanın ve bunları konuşmanın bir anlamı yoktur.

Türkiye’de insan hareketleri açısından bir kaos yaşanıyor. Türkiye’de siyasi partilerin nereden nasıl kökler saldığını, kimlerle nasıl ilişkiler içerisinde olarak ortaya çıktıklarını da iyi tahlil etmemiz gerekir. Sağ ve sol diyoruz bu da bize yetiyor.

Bu düşünce ışığı altında bazı sorular ortaya atalım ve hepsine tek bir cevap verelim. Evet veya hayır.

 -Türkiye mevzuatıyla, yöneticisiyle, doğasıyla, komşularıyla barışık mı? 

-Türkiye saygı duyan, saygı duyulan, seven, sevilen, güvenilen vatandaşlarından oluşan bir ülke mi?

-Türkiye eşit bilgiye, eşit emeğe, eşit tecrübeye, eşit zamanın verildiği bir ülke mi?

-İşin veya görevin ehline verildiği bir ülke mi?

-Dürüst, bilgili ve tecrübeli insanların siyasete egemen olduğu bir ülke mi?

-Adaletin zamanında ve hukuk kurallarına göre dağıtıldığı bir ülke mi?

-Seçilenin vatandaşa gerçekten vekil olduğu bir ülke mi?

-Hizmetin diyetinin vatandaşa ödetilmediği bir ülke mi?

-İnancın siyaset aracı yapılmadan yaşandığı bir ülke mi?

-Hukukun üstünlüğünün tartışılmadığı, yasal olmayan suç yargılama ve infazın olmadığı bir ülke mi?

-Temel konularda ortak bilincin, ortak sorumluluğun ait olduğu konularda saygının sevginin hoşgörünün egemen olduğu bir ülke mi?

-Vazgeçilmez ve özgür bir kurum olması gereken medyanın, kamuoyunu yansıttığı, ikinci derecede kamuoyu oluşturduğu, politikacılara eşit mesafede olduğu bir ülke mi?

-En sade vatandaşından en sofistike vatandaşına kadar, herkesin veya en azından sağduyulu çoğunluğun hakkının yetkisinin ve sorumluluğunun farkında olduğu bir ülke mi?

-Yasa yapanların herkesten daha fazla yasalara uyduğu bir ülke mi?

Bizce bütün bu soruların tek bir cevabı var kesinlikle HAYIR sizce de öylemi acaba?

 

 

İzmit’deki Bizans Lobisi ve Manavlar

İzmit’de bir çok lobi var. Bu lobilerden birisi’de “Kocaeliyi Bizans ve Roma” yapmak isteyen Bizans lobisi. İzmit’deki Bizans lobisi İzmit’in adının  bizzat Atatürk tarafından “Kocaeli” yapılmasına çok kızgınlar. Korkup çekinmeseler, bölgenin Osmanlı dönemindeki fatihi, Akçakoca Gaziden alan Kocaeli’nin adını önce İzmit, sonrada “Nikomedya” yapacaklar.

Acı ama gerçek, İzmit’deki Bizans lobisi Kocaeli yarım adasındaki  Bizans ve Roma  eserlerini ön plana çıkartıp, Türk ve İslam eserlerini görmezden gelmekte. Bu lobi, İzmit’in Bizans ve Roma eserlerini ortaya çıkartmak için çalışma yaptırmakta.

İşte bu acı olaylar yaşanırken Gebze Şileliler Derneği ve gazeteci arkadaşım Adnan Üner Gebze’de “Manavlar” konulu bilimsel bir panel düzenledi. Manav deyince  sebze  ve meyve satan manavlar değil. Kocaeli  hatta Anadolu’da  bir çok bölgeye bin yıl önce   Türkmenistan’dan gelip yerleşen Türklerden söz ediyorum.

Manavlar Panelini büyük bir keyifle  dinleyip  akademisyenlerle konuştum. Şileliler Derneği ve gazeteci arkadaşım Adnan beyi kutlarken daha önce Manavlarla ilgili hazırladığım bir makaleyi bugün  sizlerle   paylaşıyorum.
  
Türkler Kocaeli’ye Ne Zaman Geldiler?

Kocaeli’ye Türklerin yerleşimin Selçuklularla başladığı bilinmektedir. Ancak Osmanlılar  tarafından bölgeye getirilen Oğuz Türkleri bölgeye yerleştirilmiştir. Kocaeli’ye zaman içinde yurt içi ve yurt dışından göçler gelmiştir. Kocaeli’ye ilk iskan edilen Türk boyları ile ilgili bir çok bilimsel araştırma yapılmıştır. Biz bu yazı’da Kocaeli Aydınlar Ocağında konferans veren Niğde Üniversitesi öğrencilerinden Sümeyye Köktürk’ün bitirme  tezinden yararlandık. Gebze Şileliler Derneği’nin Gebze’de düzenlediği “Manavlar” konulu panelde akademisyenler tarafından yapılan bilimsel konuşmalarda çok önemliydi. 

Kocaeli’de   Manav Ve Türkmen  Köyleri

Prof. Dr. Erol Güngör bugün Türkiye’de yaşayan Türklerin atalarının büyük Selçuklu imparatorluğunu kuran Oğuz Türkleri olduğunu ve Müslüman olduktan sonra bunlara “Türkmen” adı verildiği üzerinde durur.

Türkmenlerin konar göçer halde hayatlarını sürdürenlerine ise, bu özelliklerinden dolayı (Yörük) adı verilmektedir. Konar göçerliğin özünde hayvancılık var, yeni otlaklık aramak var.

Anamur’da Yörüklere “yaylacı” yerleşik halka yaycı denildiğini, Karadeniz’de bilhassa Giresun’da bu kavramları çepni bir Oğuz boyunun da adıdır ve ekinci kelimelerinin karşıladığını belirtmekte, Anadolu’nun muhtelif yerlerinde Türkmen, Yörük göçer kelimelerine karşılıktır.

Adapazarı, Bilecik, Balıkesir, Bursa, Çanakkale, Kastamonu, Kocaeli, Eskişehir, Afyon ve Zonguldak da yoğun olarak yaşayan Türkmenlere yerli veya manav denilmektedir.

Genel adı Türk olan bu insanlara yöresel adlandırmaları ile yerli, manav, pallık (Artvin’in bazı bölgelerinde), dadaş (Erzurum’da), efe (Ege), Zonguldak Bartın’da kıvırcık, Toros’lar da alevi Türkmenlere tahtacı, Balıkesir’deki alevi Türkmenlerine çetmi denilmekte.
 
Türkmenlere Neden Manav Deniyor?

Türkmen topluluğuna “manav” denilmesinin esas tarihi gerçeği şudur;
Osmanlı Devleti kurulduktan sonra, her Türkmen boyu çıkardığı ve ürettiği ne varsa, yılda bir kere hiçbir karşılık beklemeden Osmanlı Sarayına gönderirdi.
Bolu kabak, Afyon ve Eskişehir bulgur ve tarhana, Adapazarı ve İznik civarında sebze, İzmit Tavşancıl’dan üzüm saraya gönderilirdi.
Bolu, Bursa, Kocaeli, Yalova, Eskişehir, Afyon, Zonguldak ve Balıkesir bölgelerinden sadece hububat, meyve ve sebze gitmezdi, saraya koyun, kuzu, keçi, oğlak yağ ve kavurmada gönderilirdi.

İşte; Osmanlının bu sadık tebası olan manav, bazı yerde de Yörük diye adlandırılan bu insanlara, bulundukları yerlerdeki azınlıklar (Ermeni-Rum). “Yahu, siz Osmanlıyı besliyorsunuz. Karşılıksız her şeyi saraya gönderiyorsunuz, siz Osmanlının manavı mısınız?” derlerdi. Bu devlete sadık insanlarda “Evet, biz Osmanlı’nın manavıyız. Osmanlının manavı olmakla da gurur duyarız. Devletimize yardım etmeyi de bir şeref biliriz” derlerdi.

İşte, o gündür, bu gündür azınlıkların hazımsızlıkla, kıskançla söyledikleri bir addır MANAV tanımlaması. Osmanlının Sadık tebası, Özbe Öz Türk. Türkmen – Yörük kültürünün has insanlarıdır manavlar.

Yusuf Çam Milli Mücadelede İzmit Sancağı adlı eserinde Milli Mücadelenin başlangıç döneminde İzmit Sancağında yaşayanların %70 Müslüman, %30 kadarı çoğu Hıristiyan olmak üzere azınlıklardan oluştuğunu ve bölgenin sosyal yapısını üç büyük sosyal bütünlük halinde görmek gerektiğini öne sürer.
1- Hıristiyan Azınlıklar (Ermeniler, Rumlar, Yahudiler)
2- 1830 yılından itibaren bölgeye yerleşen (Muhacirler, Balkan ve Kafkasya)
3- Bölgenin yerli (otoktan) halkı bu son boşluğu açarsak; bölgenin yerli halkı manavlardır (yani Türkmenlerdir) demektedir.

Kültür Tarihimiz’de Manavlar..

Kültür, bir toplumun hayat biçimidir. İnsanoğlunun öğrendiği bilgi, sanat, gelenek – görenek ve benzeri yetenek, beceri ve alışkanlıkları içine alan karmaşık bir bütündür.

Türk tipinin bulunduğu coğrafi bölgeye göre etkilenen ve karışarak değişik özellik kazanan bir topluluk olduğu dile getirilmektedir. Özellikle Marmara Bölgesinde yaşayan kişiler MANAV olduklarını söylemektedirler.

Manav Türkmen kültürünü anlayabilmek için, Manavlar hakkında etnografik bilgilere ihtiyaç vardır. Örneğin keten el dokumacılığı manavlarla bütünleşmiştir. Çiftçi ailesinin boş zamanlarında tarımdan arta kalan günlerde uğraştığı, hem kendi ihtiyacını karşıladığı hem de fazlasını satıp para kazandığı veya yöresindeki hammaddeden ve boş duran iş gücünü değerlendirdiği yardımcı bir el sanatı durumundadır.

Ekilip dokuma durumuna gelinceye kadar, havuzlama, kurutma, kırma, tarama, yumuşatma, eğirme, ağartma, çözgü hazırlama aşamalarından geçen keten; dokunup çarşaf, yaygı, yorgan yüzü, yastık kılıfı, elbiselik, yolluk, çuval olarak Manavların ihtiyaçlarını görmektedir.
Geleneksel giyimin parçaları olan uçkur, önlük, yağlık, çevre keten bezinden yapılır. Şalvar ve sırta giyilen içlik saya mintan, hırka ise zaten ketenden diğer bir adıyla Kandıra bezindendir.

Manavlar ketenin çöpünü bile ziyan etmez. Bu bir mübalağa değildir. Ketenin çöpünden yatak, minder yapar, keten tohumunun yağını yemeklik olarak kullanır ve kandilinde yakar.
Şehre sadece tuz almaya, şeker almaya giderlerdi. Bazen de şeker ihtiyacını yaptıkları pekmezle karşılarlardı. (Dut, elma, pancar, armut ve şeker kamışı pekmezleri)

Manavlar, bölgenin tarım ve hayvancılık özelliklerine uyum göstermiştir. Tahıl, keten, kenevir, meyve, sebze tarımı, bağcılık, son zamanlarda fındıkçılıkla uğraşmışlardır. Manavlarda özellikle Kandıra hayvancığının önemi büyüktür. Koyun, keçi, hindi, küçükbaş, sığır, dombay (manda) gibi büyükbaş hayvan yetiştiriciliği yapmaktadır.

Keş, yağ, peynir, yoğurt üretmişlerdir ki Kandıranın yoğurdu meşhurdur, bu üretimin bir kısmı aile içi tüketime tahsis edilmiş, bir kısmı satışa sunulmuştur.

Kocaeli’nde Manav Evleri..

Manav köylerinde halk mimarisinin ilginç bir örneği ahşap yığma şeklinde olan çandı evler bulunmaktadır. Gerek Selçuklu, gerekse Osmanlı döneminin bu orijinal ahşap örnekleri günümüzde tek tük de olsa ulaşmıştır.

Kandıra ve Kandıra’nın hemen yanı başında bulanan Taşköprü çevresinde yöresel adıyla, üç çandı camii kalmıştır. Tatar Ahmet, Karagüllü, ve Hatipler köyü civarıdır.

Kandıra, Kaynarca dolaylarındaki Çandı camilerinin çoğunda Orhan Gazi döneminde ait bulunduğu ve bu tür camilerin kesinlikle Akçakoca Bey’in fethettiği yerlerde yapılmış bulunduğu, Orta Asya’dan gelen bu mimarinin anısına sadık olan Büyük Kahraman Akçakoca’nın isteğine bağlı olarak bu camilerin yaptırdığı kanısı öne sürülmektedir.

Çandı evler geleneksel Türk ailesinin yaşam şekline göre planlanmıştır. Evin tam ortasında ocaklı bir oda bulunmaktadır, Odanın etrafında onu çevreleyen bir dolaşma yer almaktadır. Evin girişindeki hayat denilen geniş alan bu dolaşmayla birbirine açılmaktadır.
Evler iki katlı olup alt katta ahır bulunmaktadır. Yaşam mahallinin ahırın üzerinde yer almasının amacı hayvanların ve nefeslerin oluşturduğu sıcaklığın üst katın ısınmasında katkı vermesidir. Aynı zamanda da mal canın yongasıdır. Hayvanlar ailenin gözü önündedir.
Çandı yapının en önemli özelliği 20 cm çapındaki kütükler düzgün yontularak birbiri üzerine binen U kesitli boğazlarla kenetlenmektedir. Boğaz kısmından ağaçlar 20 cm uzatılarak uçları aynı hizada düzgünce kesilmektedir.

Kertilip birbirine geçirilen uzun kütüklerde çivi kullanılmamaktadır. Bu yapılar kültür özelliği olmasının yanı sıra birer sanat eseridir. Kışın sıcak, yazın serindir. Aynı zamanda depreme son derece dayanıklıdır.

Manav mutfağı karbonhidrat ağırlıklıdır diyebiliriz. Buğday başta olmak üzere tahıl maddeleri ana öğedir. Türklerde çok eski ve yaygın bir çeşit olan gözleme manavlarda da vazgeçilmezdir. Yine bu çeşide yakın bazlama ve cizlemeyi sayabiliriz. Bazlama biraz kalındır. Ve ekmek işlevi görmektedir. Cizleme ise taşmış ve yumuşak hamurun daha ince pişirilmiş bir versiyonudur.

Bu mutfağın en kendine has örneklerini vermek gerekirse, malay (mısır ve buğday unundandır, dartılı veya pekmezli yenir) mancarlı pide (bu genel bir başlıkla söylenirse ıspanaklı pidedir. Ispanakla sınırlanmaz. Pidenin içi gezicek otu, efelik, kaldirik otu, gışırık otu olur ama başlık aynıdır; mancarlı pide)

Evet sonuç olarak “İzmit’deki  Bizans Lobisi” ne kadar çalışırsa çalışsın, adını Kocaeli Fatihi Akçakoca Gaziden alan “Kocaeli” hiç bir zaman “İzmitmidi ve Nikomedya” olmayacak ve  Kocaeli olarak kalacaktır.

 

En Büyük Yarın

     Dedim: “İlk Okul’u niçin okudun?”

     Dedi: “Orta Okul için.”

     Dedim: “Orta Okul’a niçin devam ettin?”

     Dedi: “Lise’ye yazılmak için.”

     Dedim: “Lise’de niçin bulundun?”

     Dedi: “Üniversite’ye kaydolmak için.”

     Dedim: “Üniversite’de bulunuş sebebin?”

     Dedi: “Hayatı kazanmak gayesiyle.”

     Dedim: “Niçin çalıştın durdun?”  

     Dedi: “Emekli olunca, rahat yaşamak için.”

     Dedim: “Sen hep yarınlar için çalışmışsın.”

     Dedi: “Evet, öyle gibi.”

     Dedim: “Bu yarınların da, bir yarını yok mu?”

     Dedi: “Nasıl yani?”

     Dedim: “Sınıfta bulunuş yarınlar için. Trene biniş, başka yere gitmek için. Tarlada çalışmamız, kış için. İş’te bulunuş, evde rahat etmek için. Diploma, yarınki iş hayatı için. Uyku, yarın zinde olmak için.

Demek çalışmalar, hep yarınlar için. Yarınlar da, daha büyük yarınlar içindir. En büyük yarın ise Ahiret’tir. Çünkü insan, bir öncekinde, hep bir sonraki için bulunur. O halde biz burada, o büyük YARIN için bulunuyoruz.

“Tohum toprakta, toprak üstüne çıkmak için vardır. Toprak altı, tohumun bugünü ise, yeryüzü onun yarınıdır. İnsan da bir tohum gibidir. Dünya onun bugünü, Ahiret ise yarınıdır. Öyleyse insan, yarın için yaratılmıştır.”

     Dedi: “Hiç böyle düşünmemiştim.”

     Dedim: “Düşün öyleyse. Vasıtaya; bir yere gitmemek için mi bineriz? Sokağa; yürümemek için mi çıkarız?”

     Dedi: “Elbette, hareket; bir yere varmak içindir.”

     Dedim: “İşte, feza gemisi olan dünyada bulunuşumuz da, ebedi yarın olan Ahiret yurduna ulaşmak içindir.”

     Dedi: “Demek ki, dünyamız da, Kıyamet yarınında durmak için gidiyor.”

     Dedim: “Ha şunu bileydin.” 

 

 

 

 

 

 

Tarihten Ve Günümüzden Türk Dünyası Esintileri – 2

Irak Türkleri
Türk milletine ait bilgilerden mahrum ve Türk kültürüne yabancı insanlar, zaman içerisinde kendilerini Türk milletinden de soyutlandırırlar. O halde; dünyanın neresinde olursa olsun, Türkçe konuşan veya mâruz kaldığı baskılar sebebiyle ana dilini unutmuş olmakla birlikte, ‘Ben Türküm’ diyen insanları önce tanımalı, sonra sevmeli, kültürel bağlarımızı geliştirmeli ve yardımlaşmalıyız.
Atatürk; Türkiye Cumhuriyeti’nin 10. yılında yaptığı tarihî konuşmada; ‘Bugün Sovyetler Birliği, dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse bugünden kestiremez. Tıpkı Osmanlı Devleti gibi, tıpkı Avusturya – Macaristan İmparatorluğu gibi parçalanabilir, ufalanabilir, Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir… Bizim bu dostumuzun idâresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır? Manevî köprülerini sağlam tutarak. Dil bir köprüdür… İnanç bir köprüdür… Tarih bir köprüdür… Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimizin içinde bütünleşmeliyiz. Onların (Dış Türklerin) bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekli…’ diyordu.
Bu bir emirdi. Bu emrin gerekleri yerine getirilemediği için, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetleri ve Türk toplulukları arasında gerekli ölçüde yakınlaşma ve yardımlaşma sağlanamadı. Sağlanamadığı için de özellikle; bulundukları ülkede azınlık konumunda yaşayan Türkler dâima ezildiler, insan hakları ihlallerine mâruz kaldılar. En fazla zulüm görenler; Ahıska, Doğu Türkistan, Irak ve Kırım Türkleridir.
Irak’ta Türk Varlığı
Bu günkü Irak topraklarında yaşayan Türkler, bölgenin 1320 yıllık sakinleridir, Türk’ler ilk defa, 674 yılında (Hicrî takvime göre 54 yılında) bölgeye geldiler.
İslâm halifelerinden Emevi Hükümdarı Muaviye, İslâmiyet’i yaymak ve devletinin sınırlarını genişletmek istiyordu. Kumandanı Ubeydullah bin Ziyad’ı, 20.000 kişilik bir ordu ile o dönemde, ‘Mavera ün-nehr’ olarak anılan Aşağı Türkistan’a gönderdi. Bu bölge, kaba sınırları ile Semerkant ve Buhara şehirlerini içine alır, Aral Gölü’ne kadar uzanır Ceyhun Irmağı Havzası olarak da isimlendirilir. Bölgenin diğer önemli şehirleri; Toharistan, Gürcan, Soğd, Fergana ve Zahülistan’dır. Bölgede yoğunlukla Türkler yaşıyorlardı. O dönemde Türkler arasında dinî inanç olarak Zerdüştlük (Mecusilik) ve Şamanizm yaygındı.
Ubeydullah Bin Ziyad, Buhara şehrini kuşattı ise de, Türk’leri yenip şehre hâkim olamadı. Buhara Prensesi Hâtun Han ile barış sözleşmesi imzaladı ve savaştaki kahramanlıklarına hayran kaldığı Türklerden 2.000 kişiyi yanına alarak bu günkü Basra şehrine döndü. Türkler, Basra’ya yerleştirildi. Bu 2.000 kişi, Irak’a ilk gelen Türklerdir.
İslâm Arap ordularının sonraki Türkistan seferleri dönüşlerinde de Irak’a getirilen Türkler oldu. Arap komutanlar, Türklerin savaşçı yönlerini görmüşler, ordularının Türklerden alınacak takviyelerle zaferden zafere koşacağına inanmışlardı. Türkler, yalnızca savaş alanlarındaki cengâverlikleriyle değil; çalışkan, mert, dürüst ve temiz, ayrıca komutanlarına ve devlet yöneticilerine olan sadakatleriyle de vazgeçilmez olduklarını göstermişlerdi. Düzgün bir vücut yapısına sahip olmaları dikkat çekiyordu. Arap kızlarıyla evlenip ırkî değişikliklere uğramaması ve karakterlerinin yerli kültürlerden etkilenip bozulmaması için, özel olarak inşa edilen yeni şehirlere yerleştirildi. Bu düzen, Selçukluların bölgeye gelmelerine kadar devam etti.
Irak’ta Türk Hâkimiyeti
Selçuklular, 23 Mayıs 1040 tarihinde Dandanakan Savaşı’nı kazandılar. Tuğrul Bey’in 1055 yılında Bağdat’a gelişi ile Irak, fiilen Türk’lerin yönetimine girdi. Türkler bölgede artık nüfus itibariyle de üstünlük kurmuşlardı. Halife’nin dinî otoritesine saygı gösterdiler. İslâm’ın bayraktarlığı Selçuklular tarafından üstlenildi.
Selçukluların bölgedeki hâkimiyeti, Atabeylikleri ve Kıpçak Beylikleri de dâhil edilirse, 1258 yılına kadar devam etti. 1258 – 1344 yılları arası, İlhanlılar dönemidir. Karakoyunlulardan sonra, 1534 yılında Irak, Osmanlı Devleti’nin yönetimine geçti, Anadolu’dan pek çok Türk ailesi Irak’a yerleştirildi.
Irak, 386 yıl boyunca bir Türk yurdu olarak tarihinin en huzurlu, güvenli ve bayındır dönemini yaşadı.
634 yılından 1920 yılına kadar geçen zaman içerisinde Türkler Irak’ta ak günler yaşadılar. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra 11 Ekim 1920 tarihinde, İngiliz politikasının gereği olarak Irak Krallığı, tarih sahnesindeki yerini aldı. Böylece Irak Türkleri için kara günler başlamış oldu.
Irak Türklerinin kara günleri Saddam rejiminin devrilmesinden sonra da devam ediyor. İşgalci ABD askerlerinin desteğindeki Kürtler ve Araplar, Türkleri evlerinden yurtlarından uzaklaştırmak için cinâyet dâhil her türlü yola başvuruyorlar.
ABD, kendi güvenliği için Irak’ı işgal ederken, devlet olarak güvenlik sınırlarımızın millî sınırlarımızla aynı olduğu görüşünü benimsemiş olmamız, Irak Türkleriyle yeteri ölçüde ilgilenemeyişimiz ve haklı dâvâmızı dünya kamuoyuna anlatamamış olmamız sebebiyle Irak’taki kardeşlerimizin kara günleri devam ediyor.
Milletlerin târihinde ak günler olduğu gibi kara günler de hep olagelmiştir. Sadece kara günleri konuşursak, olumlu sonuçlara ulaşamayız. Irak’ta Türk kültürü ve kültür varlıkları, hepsinden önemlisi Türklük ruh ve şuuruna sahip insanlarımız var. Onlar, geleceğin teminatıdır. Unutulmamalı: Irak Türkleri bölgede azınlık konumundadır. Hiçbir azınlık, dış destek olmadan varlığını devam ettirme imkânına sâhip olamaz. Önce Türkiye, sonra Türk dünyası ve daha sonra dost devletler Irak Türklerine destek verirlerse, kara günler sona eder, ak günler başlar. Bölgede huzur ve barış ancak böyle sağlanabilir.
Kırgızistan Hâtırâları:
Necip Fazıl Özgeriş’te – Özer Ravanoğlu

‘Özgeriş de neresi?’ Diyeceksiniz. Özgeriş bir köy. Hem de Türk köyü. Güney Kırgızistan’da Fergana vâdisinin kuzey doğusunda, Karahanlı cihan devletine başşehirlik yapmış olan, devrinin kültür ve medeniyet merkezi Özgen şehrine üç kilometre mesafede hemen hemen şehre birleşmiş vaziyette olan bir köy. Köy sâkinleri kendilerini Türk olarak tanımlıyor. Kırgızca konuşuyorlar fakat ‘Kırgız mısın?’ diye sorarsanız; ‘Hayır ben Kırgız değilim. Türküm!’ Cevabı alırsınız.
Merhum Necip Fâzıl Kısakürek’in Özgeriş köyünde karşımıza çıkabileceğini tahmin edebilir misiniz? Hele yirmi-yirmibeş yıl önce böyle bir durum, hayal bile edilemezdi.
2007 Yılı Ramazan ayında Adapazarı iline bağlı Akyazı ilçesinin Belediye Başkanı, samimi bir Türk Milliyetçisi, çocukluk yıllarından itibaren Türk Dünyasına gönülden bağlı Sayın Yaşar Yazıcı Beyin maddî desteği ile bir ay boyunca Özgen şehrinde iftar yemeği verdik.
Özgen şehri; İstanbul gibi, Bursa gibi, Konya gibi, Semerkant gibi, Türk Dünyası’nın çok mühim şehirlerinden biri. Tarihi bir şehir.
Karahanlı Cihan devletinin Batı Kağanlığına Başşehir olmuş. Karahanlı asırları Türk tarihi açısından fevkalade mühim asırlardır.
Karahanlı Prensi, Divan-ı Lügat-it Türk müellifi Kaşgarlı Mahmut, Anadolu’nun vatan yapılmasında çok büyük hizmetleri olan, bu topraklarda, her köşede bir kandil olup gönülleri aydınlatan Yesevi müritlerinin piri Ahmet Yesevi Hazretleri, devrinde eşi benzeri olmayan Kutadgu Bilig’in müellifi Yusuf Hashacip, İslam hukuk sisteminin kurucusu, imamların güneşi (Şems-ül e-imma) diye anılan İmam Serahsî ve daha birçokları o devirde yaşamışlar.
Özgen şehrinin bir depoyu andıran bakımsız müzesinde, topraktan yapılarak, tuğla gibi pişirilmiş, birbirine geçmeli borulardan 11. asırda şehrin kanalizasyon şebekesine sahip olduğunu anlıyoruz. O dönemde nüfusu üç yüz binden fazla olduğu tahmin edilen Özgen (Özkent) şehri; devrinin en mühim ilim ve medeniyet merkezlerinden birisi.
Avrupa’nın Paris ve Londra gibi şehirlerde bile kanalizasyon şebekelerinin 18. asırdan sonra yapıldığını düşünürsek Özgen’in durumu daha iyi anlaşılır.
Avrupa’da krallar, şövalyeler ve nice aristokratlar asırlar boyu lazımlıklar kullandılar, pisliklerini sokaklara döktüler. İnsanlar ayaklarını pisliklerden korumak için topuklu ayakkabılar giyiyorlardı. Topuklu ayakkabıların bu vesile ile icat edildiği rivayetleri vardır.
Geçen asırlar, istilalar, yangınlar, depremler, Rus emperyalizminin yaptığı tahribat, Karahanlıya ait birçok şeyi yok etmiş.
Karahanlıdan bugüne ulaşabilen kalıntılardan Özgen şehrinde; yarısı yıkılmış, kalan yarısı tâmir edilmiş bir kule veya minare ile Karahanlı Sultanlarının defnedildiği türbeler kalmış. Bunlara ilave olarak İmam Serahsî’nin mezarı ve Hazreti Peygamberin (S.A.S.) 17. nesil torunu olduğu söylenen Seyyit Burhanettin Hazretlerinin mezarı bulunuyor.
Sultan türbelerinin cepheleri tuğla ile kaplanmış. Tuğladan nakışlar, desenler yapılmış, âyetler yazılmış. Bir sanat harikası olarak bin yıla yakın bir süredir ayakta duruyor, fakat bakıma muhtaç.
Şu anda bu sanat harikasının içi bomboş. Yine de ziyaretçisi eksik olmuyor. Yeni evliler nikâhları kıyıldıktan sonra burayı ziyaret ediyorlar. Türbenin içerisinde oturacak yerlerde gelinle damadın yakınları yerlerini aldıktan sonra türbedar Kur’an okuyor. Bu davranış Özgen de örf haline gelmiş.
Özgen Belediye Başkan Yardımcısı ve Turan Vakfı kurucusu mimar Hacı Avazbek’in ifade ettiğine göre 1974 yılında Ruslar bu türbe içinde kazı yapmışlar, Karahanlı Sultanlarının kemiklerini çuvallara doldurup, Petersburg’a götürmüşler. Yapılan incelemeler sonunda kemiklerin altmış dört kişiye ait olduğunu tespit etmişler. Avazbek’in söylediğine göre halen; incelenmiş olan bu kemikler Petersburg müzesinde imiş. Kemikleri eski yerlerine getirmek lütfunda (!) bulunmamışlar. Bir devre hükmetmiş Karahanlı Sultanlarına yapılan saygısızlığa bakınız.
Özgen şehri gerçekten farklı bir şehir. Avazbek’le İmam Serahsî’nin mezarını ziyarete giderken, Avazbek kulağıma fısıldıyor. ‘Özer Ağabey, bu şehirde yüzlerce evliya mezarı var. Bu şehirde abdestsiz gezmek caiz değil. Kim bilir hangi evliyanın mezarını çiğneyip geçiyoruz.’ diyor.
Avazbek 2008 yılında hacca gitti. Millî meselelere vâkıf, duygulu bir insan. Kırgız vatandaşı ama Belediye Başkanı Sabırcan Mirza gibi Özbek asıllı. Zaten Özgen şehrinin yüzde doksandan fazlası Özbek asıllı.
Avazbek 12 yıl önce kurduğu Turan Vakfı vasıtasıyla bu türbelere sahip çıkmaya çalışmış. Türbeleri görmeğe gelen ziyaretçilerin ihtiyaçlarını karşılamak için bir çayhane ile bir tuvalet inşaatına başlamış fakat malî imkânsızlıktan tamamlayamamış.
Bir sanat harikası olan türbenin bu ihtiyaçlarına ilave olarak, gerek Serahsî Hazretleri’nin mezarının bakımsız hali, gerekse Hazreti Peygamberin (S.A.S.) torunu Seyyid Burhanettin Hazretlerinin mezarının bakımsız, daha açıkçası perişan hali bizi çok üzdü.
Özgeriş Köyü’nün ahalisi Türklerden meydana geliyordu. Diğer Türk topluluklar Kırgız, Kazak, Özbek, Türkmen, Tatar diye anılırken bunlar Türk diye anılıyordu. Rus idaresi bunları Türk diye isimlendirmiş ve pasaportlarına, hüviyetlerine Türk ibâresini koymuştu. Diğer bütün Türk boylarını Türk ifadesinin dışında tutmuş Ahıskalılar ile bu insanları sadece Türk kabul etmiş. Sovyet istatistiklerin de sadece bu toplulukları Türk olarak gösterdiği için Türk nüfusu hep yüzde bir buçuk diye ifade edilmiş.
Ahıska Türklerini biliyoruz. Nitekim bunlar hemen hemen bizim gibi konuşuyorlar. Sivas’tan doğuya doğru gittiğimizde dil benzerliğimiz Ahıskalılarla nerdeyse yüzde yüz örtüşür.
Ama bu köy halkı ile dil benzerliğimiz Ahıskalılar gibi değil. Sayıları bir milyon civarında tahmin edilen bu topluluk, Kırgızistan’da yaşıyorsa Kırgızca, Kazakistan’da yaşıyorsa kazakça, Özbekistan’da yaşıyorsa Özbekçe konuşuyor.
Fizikî bakımdan Kırgız ve Kazak Türklerinden farklılar. Kırgızların, Kazakların göğüslerinde, kollarında hiç kıl olmaz. Halbuki bunlar bizim gibi.
Kültür Eski Bakanımız Namık Kemal Zeybek Bey bunların Göktürklerin bakiyesi olabileceğini söylemişti. Bu topluluk bir müddet böyle ifade edildi.
Sonradan duyduğum başka bir rivayet bana daha makul geldi. Bu rivayete göre; Emir Timur Anadolu’ya geldiği zaman meşhur Ankara savaşından sonra Türkistan’a dönerken bazı zümrelerin de onunla birlikte döndükleri ve bu gün Türk diye ifade edilen topluluğun bu dönenlerin ahfadı olduğu şeklindeydi.
Nitekim değerli araştırmacı yazar Nevzat Kösoğlu da bazı tarihi kayıtlarda bu tarzda ifadeler olduğunu söyleyerek bu bilgiyi teyit etti.
Emir Timur’la Türkistan’a dönenlerin ahfadı olduğu düşünülen bu Türk topluluğu ‘Ata-Der’ isimli bir dernek kurmuşlar. Genel merkezi Oş şehrinde olan Ata-Der’in Özgeriş köyünde de bir şubeleri mevcut.
Özgeriş köyü okulu, yoldan otuz kırk metre içerdeydi. Yoldan okula kadar olan yolun iki tarafına, tatil günü olmasına rağmen talebeler önlüklerini giymişler ve beyaz yakalarını takmışlardı. Ellerindeki karanfilleri misafirlere ikram ediyorlar güzel bir Türkçe ile ‘Hoşgeldiniz!’ diyorlardı.
Çocukların hepsi heyecanlı ve sevinçli idi gözlerinin içi gülüyordu. İkram edilen karanfilleri alırken başta Belediye Başkanımız Yaşar Bey olmak üzere çocukları tek tek öptük.
Okulun bahçesine dört-beş masa yanyana dizilmişti. Bizi; karşımıza okul gelecek tarzda masanın bir tarafına oturttular. Sağımızda ve solumuzda talebeler dizilmişti. Hepsi de tertemiz okul kıyafetlerini giymişlerdi. Talebelerin arkasında köy sakinleri vardı.
Okulun duvarında herhalde daha önce yapılmış bir programdan kalma Türkiye Türkçesi ile yazılı ‘Dostluk Gecemize Hoş Geldiniz’ yazılı bir bez asılmıştı. Bez afişin önünde örtülü bir masa vardı ve mikrofon teşkilatı konmuştu.
Okul Müdiresi Tabassum (Tebessüm ) Hanım saygılı bir şekilde ilk konuşmayı yaptı:
Okulumuzun 729 talebesi var. Birinci sınıftan on birinci sınıfa kadar eğitim veriyoruz. Okulumuz yetmiş sene önce yapılmış.
O zaman köyümüz küçükmüş ihtiyacı karşılıyormuş. Zamanla nüfus artmış, çift tedrisat yapmalarına rağmen yer sıkıntısı çekiyorlarmış.
Oş İlahiyat Fakültesinden mezun Mayram (Meyrem) Hanım da bu okulda görevli bir öğretmendi. İlahiyat Fakültesinin ilk iki senesini Türkiye’de okuduğu için Türkiye Türkçesini çok iyi biliyordu ve okulun bütün talebelerine Türkçeyi öğretmişti.
Okulda bizim için hazırlanan program Türkçe yapılıyor ve köy sakinleri için Kırgız Türkçesine çevriliyordu.
Tabassum Hanım’dan sonra bu okulun müdürü iken emekli olmuş yaşlıca bir şahıs geldi. Mikrofon ona geçti. İki talebenin müştereken taşıdıkları üzerinde ‘Türk Sancırası’ yazılı bir pano emekli hocanın yanına getirildi.
Emekli öğretmen bu panodaki sancırayı (Secereyi) göstererek Oğuz Han’dan başladı. Oğuz Han’ın çocuklarından itibaren panoyu kademe kademe anlatmağa başladı. Oğuz Han’ın çocuklarının şu kolundan Kırgızlar, diğer kollarından Kazaklar geliyor vesaire diyerek bütün Türk boylarını Oğuz Han’a bağladı. Netice de hepimiz Oğuz Ata’nın balalarıyız diye heyecanlı bir şekilde sözlerini tamamladı.
Mayram Hocahanım emekli okul müdüründen sonra Yaşar Yazıcı beye söz verdi.
Yaşar bey bu okul ziyaretinin kendisi için sürpriz olduğunu, önceden böyle bir durumdan haberi olmadığı için hazırlıksız geldiğini ifade ederek özür diledi. Gerçekten de bu okul programı misafirler yola çıktıktan sonra düşünülmüştü.
Yaşar Bey eşinin de öğretmen olduğunu, talebeyle, öğretmenle özel ilgisi bulunduğunu ifade etti. Biz Akyazı’da her emekli olan öğretmene bir altın takarız dedi. Bu değerli, emekli okul müdürümüz de hepimizin kardeş olduğunu biraz evvelki secere ile çok güzel ifade ettiler. Dolayısıyla Akyazı ile burası arasında hiç bir fark yoktur. Âdetimizi burada da sürdürmek istiyorum, diyerek hocayı davet etti.
Büyük bir zarafet örneği göstererek çantasından çıkardığı altını emekli müdürün göğsüne takmak üzere beni de kürsüye çağırdı.
Emekli müdür, takılan altından sonra teşekkür etmek için tekrar söz aldı. Çok heyecanlanmıştı. Duygularını ifade etmek isterken dili dolaştı.
‘Ben Kurmanbek Bakiev’den (O zaman Cumhurbaşkanı idi) ödül aldım. Ama inanın o zaman bu kadar heyecanlanmamıştım.’ diyebildi.
Sonra; bu faaliyetlerin gerçekleşmesinde çok büyük gayreti ve emeği bulunan Akyazılı Turan Gürel ile bendenize de konuşma imkânı verdiler.
Bu konuşmalardan sonra da talebelerin hazırladığı gösterilere geçildi. Her şey Türkiye Türkçesi ile başladı ve öyle de devam etti. Program köy halkı olan yerli Türkler de anlasınlar diye Türkiye Türkçesinden Kırgız Türkçesine tercüme ediliyordu.
Önce Karadeniz folklorundan örnekler sunuldu. Horon tepildi. Elazığ’ın çayda çıra oyunu, Erzurum’un bar’ı oynandı. Hazreti Mevlana’nın Papazlarla selamlaşması sahnelendi.
Mevlana’nın eşsiz tevazuu karşısında keşişlerin nasıl Müslüman oldukları anlatıldı.
Talebelerin söylediği bir kaç şarkıdan sonra lise birinci sınıf talebesi olduğunu öğrendiğimiz bir kız talebe rahmetli Necip Fâzıl’ın ‘Sakarya’ şiirini okudu. Belediye Başkanımız Yaşar Yazıcı Beyin bir tarafında ben oturuyordum. Bir tarafında da diğer misafirler oturuyordu. Talebe kızımız Sakarya şiirini ezberinden okurken Yaşar Bey de onunla beraber satır satır ayni şiiri telaffuz ediyordu. Yaşar Beyin yanındaki diğer misafirlerden görebildiklerimin gözlerinden sessizce gözyaşları süzülüyordu.
Hepimiz çok duygulanmıştık. Sanat ne büyük güçmüş. Nerden batıp nerden çıkacağı belli olmuyor. Her büyük sanatçı gibi Necip Fazıl’da yaşıyor, yaşatılıyor. Mezarına beş altı bin kilometre mesafedeki Özgeriş köyünde, hem de ölümünden bunca yıl sonra Necip Fâzıl’ın karşımıza çıkabileceğini kim tahayyül edebilirdi.
Gösteriler tamamlandıktan sonra okul gezildi. Talebelere Türkçe öğretilen sınıfa girdik. Sınıfta Türkçe öğrenme kitapları ve duvarlarda Türkiye ile ilgili resimler vardı. Yaşar Bey okula nakdi bir teberruda bulundu. Okulla ilgisini kesmeyeceğini kendilerine her hususta yardımcı olacağını söyledi.
Okuldan ayrılma vaktimiz gelmişti. Bizi bütün okul ve köy halkı yolcu etmek için sokağa döküldü. Arabalarımızın etrafını çevirdiler. Tekrar, tekrar kucaklaşarak ayrıldık. ‘Tez tez gelip durunuz.’ diyorlardı.
Avazbekle beraber ayni arabada Özgene dönerken Avazbek yavaş bir sesle; Özer Ağabey o kızın okuduğu şiirin ancak yetmiş presentini (yüzde yetmişini ) anlayabildim. Tamamını anlayamadığım halde gayri ihtiyarı gözlerimden yaş geldi. Yanımda oturan konaklara (misafirlere) baktım. Hepsinin gözlerinden yaş geliyordu dedi. Ben ise bir hayal aleminde yaşıyordum. Kulaklarımda hâlâ kızın son sözleri çınlıyordu.
Yol onun varlık onun gerisi hep angarya / Yüzüstü çok süründün ayağa kalk Sakarya.
Anladım ki; ‘Sakarya’ artık yalnız Anadolu Türklüğüne değil, bütün Türk Dünyasına hitap ediyordu. Çünkü Türk Dünyasının tamamı iki asırdan beri yüzüstü sürünüyordu.
Artık ayağa kalkmak üzere olan Türk Dünyasının ilk ışıkları parça parça birçok yerde kendini hissettiriyordu.
Bu yeni bir doğuşun, yeni bir dirilişin ilk ışıkları Özgeriş köyünde bile ifadesini buluyordu.
O talebe kızcağızın haykırışı Özgeriş köyüne değil de belki bütün Kırgızistan’a, belki de bütün Türk Dünyasınaydı.
Yol onun varlık onun gerisi hep angarya / Yüzüstü çok süründün ayağa kalk Sakarya.

Çay

Çin İmparatoru Shen Nong, bir sonbahar günü sarayının bahçesinde su ısıttırır. Çevredeki çalılıklardan, esen rüzgar nedeniyle kopan yaprakların bazıları kaynamakta olan su kabının içine düşer.

Yapraklar, kaynar suda haşlanmaya başlayınca, etrafa çok hoş bir koku yayılır. Suyun rengi de değişir. İmparator merak eder ve suyun tadına bakar. Yıl M.Ö. 2737’dir. İnsanlık “çay” ile tanışmıştır.

Çay ilk yolculuğunu M.S. 519 yılında komşu ülke Japonya’ya yapar. Japon din adamı, Keşiş Darma, uykunun zararlı olduğu inancındadır. Uyumamak için göz kapaklarını bile kestirmiştir. Çayın uyku kaçıran özelliğini öğrenince, Japonya’ya getirir ve içmeye başlar. Böylece meşhur “Japon çayı ikram” töreni ve ritüeli başlamış olur.

Arabistan’da kullanılmamakla beraber, M.S. 850’nci yıllarda Arap kaynaklarında, çaydan bahsedildiği görülür. Çin imparatorlarının satışından vergi aldığı, üstüne sıcak su dökülerek içilen acı bir otun varlığından ve adının “sakh” olduğundan söz edilir.

Çay, Venedik’e 1559, İngiltere’ye ve Portekiz’e 1600, Hollanda’ya 1610 yılında geldiği tarihi belgelerden bilinmektedir. İngiltere ve Hollanda dominyonlarında çay üretimini teşvik eden yasalar çıkarırlar. Hindistan, Seylan, cava gibi iklimi uygun yerlerde çay tarımı gelişir. Özellikle 19. asırda çay hemen hemen bütün dünyada tüketilmeye başlanır.

Ülkemizde ise, Evliya Çelebi yer yer çay içildiğini yazmıştır. Çay tiryakiliği 1850’li yıllardan itibaren özellikle büyük merkezlerde yayılmaya başlamıştır. 1878 yılında Batum’da çay yetiştirilmişse de Batum’un Rusya sınırları içine girmesi bu girişimi sonuçsuz bırakmıştır. Bu arada Halkalı Ziraat Okulu Müdürü Ali Rıza Ertem Bey, Rize’nin coğrafi bakımdan çay dikimine uygun olduğunu açıklamıştır. Daha sonra konunu uzmanlarından Zihni Derin Bey projeye sahip çıkmış uzun uğraşlar sonucu başarılı olunmuş ve 1947 yılında Rize Çay Fabrikası üretime geçmiştir. Günümüzde Türkiye, çay üretiminde dünya beşincisi durumuna ulaşmıştır.

Çayın fayda ve zararları üstüne pek çok söylem vardır. Ancak aşırı olmamak koşuluyla içildiğinde faydalı yönlerinin ağır bastığı bilinmektedir.

Halkımız tarafından çok sevilen ve en çok tüketilen içki çaydır. Türkiye’ de çaydanlık ve demlikle çok özel bir şekilde hazırlan çay, tazeliği, kokusu ve rengiyle halkımız tarafından büyük bir zevkle içilmektedir.

KAYNAK    

1- Stephan Reimertz,  Dost Yayınları.

2- Kudret Emiroğlu, Çay Tarihi,  – Dost Yayınları.

 

Ermenistan’ı İşgal Senaryosu

Ülke İçindeki Sebep

Hepimizin bildiği gibi Ermenistan Misak-ı Milli sınırlarımız içerisindedir. Ermenistan işgal planı bu nedenle önemlidir.

Ermenistan İşgali

I.Dünya Savaşı’ndan sonra nasıl azınlıklar kışkırtıldıysa Ermenistan içinde halkı örgütleyip devlete karşı isyan çıkartacağız. Ama Amerika bu bölgeye askeri müdahale yapacak. Bu nedenle biz işgal için isyandan önce Azerbaycan ülkesi ile ittifak oluşturup büyük ölçüde Ermenistan’ı kuşatacağız.

Ermenistan Gözlemi

Bildiğimiz gibi Ağrı Dağı Ermenistan’ı büyük ölçüde görmekte ama Ermenistan Ağrı Dağı’nı görebiliyor; bu nedenle kamuflajlı gözlem evleri kurulmalıdır. Bunun nedeni Ermenistan’ın askeri hareketlerini, asker sayısı ve stratejileri gibi önemli bilgileri elde etmektir.

Saldırı       

Azerbaycan ile yaptığımız ittifak sayesinde Ermenistan büyük ölçüde kuşatma altına alınır. Saldırı için stratejik önem koruyan bir nokta ise Gürcistan – Ermenistan sınırıdır. Çünkü Ermenistan’dan kaçanlar bu bölge üzerinden Gürcistan’a giriş yapacaktır. Bu nedenle ilk saldırı bu bölgeden yapılır. İkinci saldırı ise Nahçivan ile Azerbaycan’ın birbirinden bağlantısını kesen demir yoluna yapılacaktır.

Ermenistan işgali sökülüp atılacak, Azerbaycan ile Nahçivan birleşecek. Bu saldırının sebebi Türk topraklarını ikiye bölmesidir. İsyan bahanesi yani ülkenin bu isyanı bastıramayıp Ermenistan Devleti’nin yıkılacağını söyleyerek ülke ele geçirilir. Bu sırada Ermenistan, Türkiye ve Azerbaycan ikilisine karşı koyamaz ve Ermenistan düşer.

Masa Başında Anlaşmalar

Bu işgal bittikten sonra masa başında zafer kazanılmalıdır. İsyandan sonra ayakta kalamayacaklarını anlaması ve Türkiye’ye ait bir toprak parçası haline gelmesi gerekmektedir. Bu anlaşmalar büyük ihtimalle uzun sürer ama sonuç olarak Ermenistan Türkiye topraklarına dâhil olur ve Azerbaycan, Türkiye ile birlikte Türk Federasyonu’nun ilk adımını atmış olur.

 

Aydınlar Ocağı Bahçecik Bağevlerinde toplandı

0

Son 4 yılda 120’den fazla yazar, 2200’den fazla yazıyı bünyesinde toplayan, 500.000 farklı misafir ağırlayan www.kocaeliaydinlarocagi.org.tr sitemizin yazar, çizer ve şairlerine plaket takdim ettiğimiz ev toplantılarının altıncısını Kocaeli Aydınlar Ocağı eski başkanlarından İSU Yönetim Kurulu üyesi Dr. Halil İbrahim Kahraman’ın ve eşi “Başkan Yenge” namıyla maruf Fatma Yengemiz Hanımefendinin ev sahipliğinde gerçekleştirdik.

Aydınlar Ocağımız 1985 yılında kurulmuş ve kısa zamanda bünyesinde farklı formasyonlarda ve nitelikte seçkin insanları bir araya getirmiştir. Kuruluşunun 5. yılında bir gün Körfez Kızılkaya Restoran’da toplanan Ocak üyeleri, bu birlikteliklerini iktisadi bir boyuta da taşımaya karar verirler. O dönem, kentlileşmenin kaçınılmaz sonucu olan çok katlı, estetikten yoksun apartmanlar ve toplu konutların Kocaeli’de tavan yaptığı bir dönemdir. Bugünkü Bahçecik civarında bir alan tespit ederler ve oraya geleneksel Türk mimarisine uygun örnek olabilecek bahçeli evler yapmaya karar verirler. Bir kooperatif kurarlar. İnşaatçı, mimar, müteahhit, muhasebeci, belediyeci gibi bu tür bir faaliyetin bütün boyutları ile ilgilenebilecek çeşitlilikte bir grup olduklarından iş bölümünü yaparlar ve işe girişirler. Bir kaç yıl sonra bu yazıya konu olan ziyareti gerçekleştirdiğimiz evin de içinde bulunduğu güzel bir site ortaya çıkarırlar. Bahçecik Bağevleri böyle oluşur.

Hikayeyi  toplantı başlangıcında Başkanımız Ahsen Bey anlattı, çok etkilendim. Benim kendi gözlemlerimden ve yaşadıklarımdan çıkardığım bir ders var: İktisadi amaçlarla bir araya gelmeyen sivil bir topluluk üyeleri bu birlikteliklerini iktisadi boyuta taşımaya çalışırlarsa ortaya güzel bir iş çıkmaz ve insan ilişkileri yıpranır. Bu kanaatim sebebiyle içinde bulunduğum topluluklarda, bütün üyeleri kapsayacak iktisadi bir faaliyeti asla planlayan olmak istemem, planlananların da içinde olmamaya çalışırım. Gördüğüm kadarıyla o dönemde Aydınlar Ocağımızın üyeleri bu tarz sıkıntıları bile bir şekilde çözüp güzel bir proje ortaya çıkarmışlar. Buna şapka çıkarmamak olmaz.

İçinde yaşadıkları topluma örnek olacak ve yüzlerce yıllık tecrübelerden ortaya çıkan geleneklerimizi canlı tutacak faaliyetler gerçekleştirmekte mahir bir Ocağın mensubu olmak gerçekten ayrıcalık. Başka milletlerde var mıdır bilmiyorum ama atalarımızın modellediği enteresan bir gelenek olan yaren geleneğinden biraz bahsetmek ve Aydınlar Ocağımızın bu konsepti nasıl günümüze taşıdığından söz etmek istiyorum.

Yar “sevgili, dost, tanıdık” anlamına gelir. Yâren kelimesi ise yar kelimesinin çoğul şekli olup “dostlar, bir amaç çerçevesinde toplanmış ve aynı amacı güttükleri için bir araya gelmiş olanların tümü” anlamlarına gelmektedir.

Orta Asya kökenli, sazlı sözlü bir geleneğimiz olan yâren, ahilik kültürü içinde yoğrularak ülkemizin birçok yöresinde, bazı Türk Cumhuriyetlerinde, Balkanlardaki Türk soydaşlarımızın yaşadığı bazı bölgelerde çeşitli adlarda günümüze kadar yaşatılagelmiştir. Yâren geleneği Uygur Türkleri arasında Meşrep, Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinde Geşdek, Çankırı, Gerede ve Akşehir’de Yâren, Dursunbey’de Barana, Bartın, Afyon ve Kütahya’da Gezek, Kastamonu’da Sıraname, Bolu ve Konya’da Muhabbet, Aksaray’da Ferfane, Van’da Oturman, Ankara’da Cümbüş, Urfa’da Sıra Gezmesi gibi adlarla anılmaktadır.

Sevgi ve kardeşlik hamurunun birlik ve dayanışma potasında yoğrularak, İslam ahlak ve fazileti ile şekillenmesinden meydana gelen, Anadolu insanlarının bir araya gelerek belirli ilke ve kurallar üzerine inşa ettiği, milli kültür mirasımızın bir müessesesi, Oğuzlardan günümüze ulaşan ilim ve irfan yuvasıdır yaren.

Yaren, Oğuzlardan günümüze kadar bazı değişiklikler geçirerek gelen , fakat özündeki ilke ve anlamları değişmeyen tarihi kültür mirasımızdır.Yaşayışları itibariyle çok hareketli olan Oğuzların birbirlerine güç vermek, destek olmak ve sorunlarını çözümlemek gayesiyle belli zamanlarda toplanarak meselelerini hallederek(halletmek) aynı zamanda yemekli eğlenceler de yaptıkları toplantıların günümüze yansımasına yaren diyoruz.

Sosyal , kültürel, ekonomik ve ahlaki amaçlı bir geleneğimiz olan yâren, ancak belirli meziyetlere sahip kimselerin girebildiği bir eğitim Ocağıdır. Mert , cömert, misafirperver, ahlaklı, büyüklere saygılı, küçüklere şefkat besleyen, sır saklamasını bilen, kötü alışkanlıkları olmayan, belli bir sanat ve mesleği olan, iyilik yapmayı seven , hak ve hukuka riayet eden, söz dinleyen, görev bilincine sahip, çalışkan ve azimli, oynamasını ve eğlenmesini bilen,toplumla barışık, çevresinde sevilen sayılan, geleneklerine, kültürüne, dinine bağlı, o yörede kalıcı olarak yerleşmeyi seçmiş kimselerin kabul edildiği bir teşkilattır.

Bu geleneklerden beslenerek kendi özgün tarzını geliştiren Aydınlar Ocağımızın emsalsiz toplantılarından birisini daha gerçekleştirmek üzere bir araya gelince ev sahibimiz H. İbrahim Bey’in damadı Zeki Aytekin de bize o akşam yaren geleneğine uygun olarak bağlaması ile türküler çaldı, söyledi. Biz de eşlik ettik. Başkanımız Ahsen Bey’in isteği üzerine ben de bir türkü çaldım. Çalarken söylemeyi henüz çözemediğim için sadece melodisini çalıp sazı bir an evvel ustasına bıraktım. Dr. M. Şefik Postalcıoğlu ve Başkan Vekilimiz Selçuk Arslan ikilisinin de türküleri söyleme konusundaki performansları unutulmayacak cinstendi. Zeki Bey bağlaması ile bizlere müzik ziyafeti çekerken küçük yeğenleri de bağlamanın sağından solundan tutarak, yanında bulunarak, saçını çekerek katkıda bulundular. Onların katkıları ile sanki daha güzel oldu gibi.

Türküler söylenirken görüntü kayıtları alındı ve sosyal sitelerde paylaşıldı. Daha önceki 5 toplantı da güzeldi ama bu toplantı daha farklı oldu. Her toplantı ayrı bir tecrübe, ayrı bir güzellik.

Zeki Bey, benim bağlama çalmayı öğrenmek üzere Dr. M. Şefik Postalcıoğlu Ağabeyimizin tavsiyesi ile intisap ettiğim ilk bağlama ustasıdır. Birlikte çalıştıkları koronun şefi ile tanıştırıp “Senin nasibin bizde değildir. Kenan Serhat İnce’nin ders halkasına katılacaksın” diye şu anda bağlama dersleri almaya devam ettiğim hocama yönlendirdi. Bu sebeple özellikle sevdiğim bir insandır.

Biz toplandığımız akşam Libya’da Kaddafi yanlıları ile muhalifler çatışma halindeydi. Batılılar henüz, özgürleştirmek bahanesiyle Libyalıları bombalamaya başlamamışlardı. Yaptığı ticari faaliyet münasebetiyle Libya’da da bulunmuş olan, geçtiğimiz günlerde yurda dönen H. İbrahim Bey’in diğer damadı Mücahit Demircioğlu bize Libya’daki karışıklıkların sebeplerini oraları iyi bilen birisi olarak sıcağı sıcağına anlattı, bilgilendik.

Dr. H. İbrahim Kahraman, Ocağımız eski başkanlarından. Önce askerlik, sonra da doktor olarak mecburi hizmet yapmak için Kocaeli’ye gelmiş. İçenin Kocaeli’de kalacağına dair bir rivayet de olan çenesuyu adını verdiğimiz sudan da içince Kocaeli’yi terk edememiş. Kocaeli Aydınlar Ocağı çalışmasına ilk yıllarından itibaren destek vermiş. Hatta iki dönem başkanlık da yapmıştır. Tecrübelerini siyasette yer alarak da topluma aktarma imkanı bulmuştur. Hem tıbbi konularda hem de sosyal konularda yazdığı yazıları ile web sitemizin çok takip edilen yazarlarındandır.

Eğitimci Ayşenur Aytekin de sitemizde yazısı bulunanlardan. Sitedeki yazılarına, bugünlerde Bahçecik civarında bir anaokulu kurma girişimlerini sürdürdükleri için ara verdiğini düşünüp bardağın dolu tarafını görmeye çalışıyorum. Mücahit Bey’in eşi de eğitimci. H. İbrahim Bey, eğitim camiamıza 2 tane eğitimci evlat yetiştirerek katkıda bulunmuş. Önümüzdeki aylarda bitecek olan anaokulu hizmete açıldığında eğitim camiasına daha farklı bir katkıda da bulunmuş olacak.

“Başkan Yenge” namı ile maruf Fatma Yengemiz, isimleri not almaya çalışırsam bir kısmını unutabileceğim için tek tek resimlerini çektiğim ikramları ile bizleri mutlu etse de bu davranışı ile Başkanımızın emrine muhalefet edip beklendik protest tavrını da ortaya koymuş oldu.

Başkanımız bu ziyaretlerde ikramlarda aşırıya kaçılmasını istemiyor. Çok az hamur işi ile bir miktar bulgur pilavı ikram edilmesini özellikle arzu ediyor.

Muhtemel gerekçeleri şunlar olabilir:

a) Sağlık sebebiyle akşamları hafif yiyecekler tercih etmeliyiz.

b) Ziyaretlerimiz ev sahiplerine zahmet vermemeli.

c) Bir sonraki ziyaretimize ev sahipliği yapacak olanları zor durumda bırakmak istemeyiz.

d) Hepsi

Kahraman ailesi, yukarıda bahsettiğim şekilde renkli, eğlenceli ve gerçekten farklı bir aile.

Başkanımızın eşi Nursel Ablamız geçtiğimiz sene bu vakitlerde Burak Okyar’ın evlilik hazırlıkları münasebetiyle yoğun günler geçiriyordu. Bu sene de Murat Okyar’ın hayırlısıyla yeni bir yuva kurma hazırlıkları için koşturmakla meşgul. Yemek sonrası biz erkeklerle memleketi kurtarırken hanımlar Nursel Abla’dan son gelişmeleri alıyorlardı.

Hat Sanatçısı Şefika Ülker ve eşi ile ilk defa görüştük. Aylardır web sitemizde hat örnekleri ile süslü yazılarını beğenerek okuduğumuz Şefika Hanım, hat ve tezhip gibi sanatların, güzel olanı yaratan Yüce Kudreti arama eyleminin bir sonucu olarak tezahür ettiğine dair güzel bilgiler de verdi. Düzenli işini bırakıp kendisini hat sanatına adadığında eşinin ona destek olduğunu, inanıp teşvik ettiğini ve neticesinde bu güzel eserleri gördüğümüzü öğrenince gerçekten çok duygulandık. Eşlerin birbirlerine destek olması ve inanması çok önemli. Körfezde açtıkları Ülker Sanat Evi‘nde kurslar veriyorlarmış. Osmanlıca, ney, ebru gibi geleneksel Türk sanatının diğer dallarında da kurslar varmış.

Sitemizin eski yazarlarından Nizamettin Şahin, Ocağımızın Yönetim Kurulu üyelerindendir. Eski bir eğitimcidir. Son zamanlarda led aydınlatma işi ile iştigal ediyor. Bize işi ile ilgili gelişmeleri de anlattı. Enerji tasarrufu ve uzun ömürlü aydınlatma malzemeleri led teknolojisi ile mümkün oluyormuş.

Nizamettin Bey’in eşi Osmanlıca biliyormuş ve bu günlerde geliştiriyormuş. Şefika Hanımla bu konuda bazı teknik mevzuları istişare ettiler.

Kimya Mühendisi Cahit Büyükkanber, benimle formasyon olarak benzer özelliklere sahip. Yıllardır Tüpraş’ta bilişim teknolojileri ile ilgili idari görevler yürütüyor. Sitemizdeki yazı sayısı 100’ü geçti. Bilişimle, bilgi teknolojileri ile ilgili yazılar yazıyor. Sosyal konularla ilgili de yazıyor. Memleket mevzularına daldığı dönemlerde bilişimi ihmal edebiliyor. O dönemlerde sosyal iletişim araçları yardımıyla kendisine aslında bilişimci olduğunu hatırlatıyorum. Blog yazıyor, twitter kullanıyor, facebook hesabı var. Ağır ve ilginç yazıları ile tanıyorsunuz onu. Dikkatten kaçan önemli gelişmeleri hatırlatan yazılar yazıyor. Günlük konuşma dilinde halkın kullanmadığı terimleri onun yazılarında bulabilirsiniz. Bilişim vizyonu ile ilgili yazılarını zevkle okuyorum. Önümüzdeki yıllarda emekli olursa bilişimle ilgili bir işe girişeceğini tahmin ediyorum.

Cahit Bey’in eşi, Hattat Şefika Hanım’ın kurstan öğrencisiymiş ama devamsız öğrencilerdenmiş. Şefika Hanım, öğrencisini yakalamışken ifadesini de aldı.

Sitemizin yazarlarından olan Kızılay İzmit Şube Başkanı Muzaffer Şişmanoğlu’nu her gördüğümde aklıma deprem gelir, bir sonraki muhtemel deprem için yapılan hazırlık çalışmaları gelir. Depreme hazırlıklı olmak, deprem konusunda farkındalık oluşturmak onun Kızılay’da yıllardır yaptığı başarılı çalışmaların belki de en önemlileri. Muzaffer Bey, bilişim teknolojilerinin donanım yönü ile çok ilgili. O akşam toplandığımız mekanı navigasyon cihazı ile bulan tek katılımcıydı. Bu yönüyle de kendisini tebrik ediyorum.

Genel Sekreterimiz Hasan Uzunhasanoğlu’nun mutat yoklaması sonrası plaket takdimleri yapıldı. Yoklamada Hasan Bey, hem takdir edecek hem tekdir edecek insanlar buldu. Düzenli ve çok yazanların yanında devamsız yazarlarımız da vardı. Hasan Bey’in ikazları umulur ki netice verir, arkadaşlarımız bir an evvel aşk ve şevkle yeni yazılar kaleme alırlar, takip edenlerimizle bilgi ve tecrübelerini paylaşırlar.

Hat Sanatçısı Şefika Ülker özel olarak hazırladığı hediyesini Kahraman Çiftine takdim etti.

Teşekkür plaketlerini Kızılay İzmit Şube Başkanı Muzaffer Şişmanoğlu’na Kocaeli Aydınlar Ocağı Başkanımız Ahsen Okyar, Dr. Halil İbrahim Kahraman’a Aydınlar Ocağı Başkan Vekili Ecz. Selçuk Arslan, Hat Sanatçısı Şefika Ülker’e Aydınlar Ocağı Genel Sekreteri Hasan Uzunhasanoğlu,  Nizamettin Şahin’e Mücahit Demircioğlu, Cahit Büyükkanber’e Zeki Aytekin, Ayşegül Aytekin’e Dr. M. Şefik Postalcıoğlu takdim ettiler.

Yazıda bahsettiğim, hanımlara dair bilgileri bana sağlayan eşim Göksu Özen’e katkılarından dolayı teşekkür ediyorum. Toplantıyı değerlendiren bir yazı yazmak yerine elindeki bilgileri bana aktararak bu işten kurtulduğunu düşünüyor ama benden kurtulsa Genel Sekreterimiz Hasan Bey’den kurtulamaz. Hasan Bey, siteye yeni yazı bekliyor.

Ertesi gün işe gidecekleri, havanın soğukluğunu, kar yağışını, Körfez İlimtepe’nin kıvrımlı uzun yollarını hesaba katıp vakit gece yarısına dönmeden kalktık. Bıraksalar bir o kadar daha oturur, sazlı sözlü muhabbete devam ederdik. İnsanların hızla yalnızlaştığı bir dönemde bu kadar güzel insanları bir arada aynı heyecanla 26 yıldır tutan sırra bir kez daha vakıf olduk. Bizi bir araya getiren Ocak Yöneticilerimize ve keyifli bir toplantı için gerekli her türlü ayrıntıyı düşünen ev sahiplerine tekrar teşekkür ediyorum.

Yine Anayasa Tezgahı

12 Haziran 2011 Genel seçimlerinden sonra Türkiye’nin nasıl bir dönüştürmeye uğrayacağının ipuçları bugünden belli oluyor.  Dıştan kumandalı bir takım vakıf ve sözde işveren kuruluşlarının alışılmış sesi yine çıkmaya başladı.

İnsanlar bir çok şeyi farklı düşünebilir ve ifade de edebilir. Buna kimsenin de itirazı yoktur. Ama Almanya’da Alman, Fransa’da Fransız, Amerika’da Amerikan, İtalya’da İtalyan kimlikleri tartışma konusu yapılamıyorsa; Türkiye’de de Türke karşı ırkçılığın bir görüntüsü olan Türk kimliğinin de tartışılması fikir ve düşünce hürriyeti içinde ele alınamaz. Bazıları kendilerini Türk kimliği içinde göremeyebilir. Bunun için kimse de zorlanmaz. Türkiye’nin sosyal yapısı, böyle bir zorlamaya da ihtiyaç duyurmaz. Ancak, marjinal bir takım sözde aydın ve sermaye grupları bunları ifade ediyor diye Türkiye’nin sorunları bir tarafa bırakılıp Türk kimliği tartışmaya açılamaz. 

Almanya’da Türkiye’nin benzeri bir takım gruplar ortaya çıksa; Alman kimliğini reddetse, Alman ifadesini sözde tekilci ve etnik bulsa; Almanya ne yeni kimlik arayışına gider; ne de bu görüşte olanları mükâfatlandırır.

Türkiye’de farklılıklara dayalı ırkçılık yapılmaktadır. Bir başka ifadeyle etnik ırkçılık yolu ile insanlar birbirlerine ötekileştirilmektedir. Türk kavramı etnisite ifade etmiyor ki, Türk Milleti etnik çağrışım yapabilsin. Bir ara Başbakanlık da anayasa değiştirme komisyonunda görevlendirilen ünvanlı bir Anayasa hukukçusunun bilgisizlikle ve hezeyanlarla dolu açıklamalarını maalesef ekranlardan izledim. Sosyoloji ve sosyal boyuttan mahrum bir hukukçu ancak böyle yanlışlar yapabilir.

Türk bir kavmin, bir milli kültürün, milliyetin ve milletin adıdır. Kafaları etnik yobazlıkla dolu olanlar Türk deyince sadece biyolojik gerekçelere dayanırlar. Sözde ırkçılığa karşıymış gibi görünüp açıktan ırkçılık yaparlar. Libya’dan tahliye edilen vatandaşlarımızın sıfatı neydi: Türk. Peki, bunların ne kadarı Kürt, ne kadarı Zaza, ne kadarı Çerkez veya Gürcü olduğu üzerinde duruldu mu? Dünya sadece milliyetle uğraşır, etnik yobazlık emperyal güçlerin işbirlikçilerine düşer.

“Efendim, Anayasa değişiklikleri ile ilgili teklif paketinde birçok değişiklik maddesi varmış; neden sadece ilk üç maddeye takılınıyormuş?” Eğer siz Devletin ve milletin adıyla oynama küstahlığını gösteriyorsanız, bu noktadan hareketle getirmek istediğiniz doğru değişiklikler bile sakat hale gelir. İlk üç maddedeki değişiklikleri kafanızdaki gibi yaptığınızda ferdi hak ve hürriyetleri en mükemmel hale getirseniz bile ne ifade eder ki… Tepki anayasacılığından şikayet edenler, bizzat  tepkici bir yola girerek Cumhuriyetle, mili devletle ve Türk kimliği ile hesaplaşma peşine düşmüşlerdir. 1982 Anayasası uzun olabilir, kısaltılabilir, yasalarda olan şeyleri Anayasaya taşımak doğru olmayabilir; ama 82 Anayasası da piç edilemez.

Sayın Cumhurbaşkanının da desteklediği ve ülkeyi yeni yörüngeye oturtmak diye tasvip ettiği bu değişiklikler; milliyetsizlik ve milli kimliksizlik talebidir. İzlenen bu çizgi, terörü azdırmış, örgütü cesaretlendirmiş, Türkiye’yi bugün malûm partinin milletvekillerini polise tokat ve yoldan geçen arabalara Van’da olduğu gibi taş atar hale getirmiş ve milletvekili terörü doğurmuştur. Bazı milletvekilleri destekledikleri PKK ile yarış halindedirler. Malûm parti “sivil itaatsizlik” çağrıları yapmaktadır. Türkiye bu çizgiye getirilmiştir. Bu tehlikeli yol ayrımından ülke kurtarılacak mı, yoksa kurtarılamayacak mı? Bunun cevabını 12 Haziran’da uyanmaya başlayan millet iradesi verecektir.

Ülkenin bütün sorunları bırakılmış, milli kimlikle oynanmaktadır. İşsizlik, cari açık, dış ticaret açığı, sıcak para, yatırımsızlık,  gelir dağılımındaki bozulma, özelleştire özelleştire neredeyse elde kalmayan kamu kuruluşları, tarım ve sanayinin içine düştüğü üretim dışına çıkma zorlamaları, bir tarafa bırakılmış; anayasa değişikliği ile milli kimlik inkârı öne çıkarılmıştır. 12 Haziran genel seçimlerini diğerlerinden ayıran temel fark özellikle milli kimlik konusuna bakış olacaktır.

Not: Geçenlerde Allah’ın rahmetine kavuşan Maneviyat ve fikir dolu yazıları ile milli çizgideki bir aydın olan Ali Gedik Bey’i saygı ve rahmetle anıyorum; mekânı cennet olsun.