32.8 C
Kocaeli
Pazartesi, Temmuz 7, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1314

Geldi Yine Bir Gül Mevsimi Ramazan

0

Ömrümüzün takvim yaprakları bir bir eksiliyor, zaman su gibi akıp geçiyor.

İşte geçen yıl, bir vuslatla yolcu ettiğimiz Ramazan-ı Şerif bütün
rahmetiyle, bütün bereketiyle geliyor. Dört bir yanımız Ramazan
ikliminin güzellikleriyle bezenmeye başladı.

Değerli dostlar, şu soruyu kendimize sorduk mu?

Bugüne kadar kaç Ramazan Hilal’i üzerimize doğdu? Bundan sonra kaç
parıldayan ay daha doğacak? Aslında kısacık insan hayatında
Müslümanların Ramazanları da çok sınırlı, acaba bunun farkında mıyız?

“Evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu cehennem ateşinden kurtulmak”
olan, “Cehennem kapılarının kapandığı, cennet kapılarının ardına kadar
açıldığı “bu ayı anlayamamak, görmezlikten gelmek, onu hissetmemek, ona
selam durmamak, sitemin en hafifiyle insafsızlıktır, mürüvvetsizliktir.

Bunun için bu mükerrem ayda akıllı insan; Ramazan ayının rahmet
yağmurundan kuruyan gönlünü, pörsüyen dimağını, gülmeyen yüzünü,
görmeyen gözünü, işitmeyen kulağını, hak söylemeyen dilini, yardım
etmeyen elini, doğruya yürümeyen ayağını, velhasıl çoraklaşan,
bataklaşan ruh dünyasını ıslatabilen, ıslah edebilen insandır.

İnsani ve ekolojik dengenin bozulduğu, özlemsizliğin, sevgisizliğin
arttığı bir zamanda yaşıyoruz. Dünyanın dört bir yanında fakirliğin,
açlığın, terörün ve savaşların her gün daha da çoğaldığı günümüzde
şöyle bir düşündüğümüz de Ramazan’ın ruhuna, kuşatıcı iklimine ne kadar
da muhtacız…

Ramazan her yıl aşınan değerleri onarmaya, bizim olanları yeniden kazanmaya bir fırsattır.

Bundan dolayı, bu ayda insan kendini, kendi hayatını temizlemeli, içine dönmeli, ruhuna bakmalı, kısaca otokritik yapmalıdır.

Biliyoruz ki; yine medya Ramazan gibi, uhrevi bir zamanı
sulandırmaya, magazin malzemesi haline getirmeye çalışacak. Her yıl
olduğu gibi medya abuk, sabuk konuşmayı meslek haline getirmiş adamları
bir yerlerden çıkarıp saçma sapan sorularına cevap bulmaya çalışacak.
Bu durumda bile biz, bu zavallılara Allah’tan hidayet dilemeliyiz.

On bir ayın Sultan’ı olan bu ay egoizmi ve bencilliğimizi kırmalı.
Bizim gibi oruç tutan, ama muhtaç olanların durumunu düşündürmelidir.
Zekât, fitre, fidye, sadaka gibi İslam dininin sosyal yardım amaçlı
emir ve tavsiyelerini yerine getirmek suretiyle yardım duygularını
zirveye ulaştırmalıdır.

Allah Resulünün “Komşusu aç iken kendisi tok yatan, olgun bir mümin olamaz.” Evrensel mesajını daha iyi anlamamıza vesile olur.

Bu ay farkına varmaktır yaşamın. Kadrini bilmektir nimetlerin, imkânsızlara imkan oluşturmak için hayatı paylaşmaktır.

Ramazan hem iç derinliğe, hem dışa açılmaktır. Bir yandan Allah’ın
verdiği nimetlerin şükrünü eda ederken, öbür yandan sofrayı muhtaçlara
açmaktır.

Her Ramazan ayrı bir sevinç, ayrı bir vuslattır. Donatarak iyilik ve güzelliklerle ruhumuzu Yaratanla buluşmaktır.

Bu kutlu misafiri çok özlemiştik. Minarelerdeki mahyaları, fırındaki
sıcak pideleri, teravih namazlarını, iftarları, sahurları daha nice
güzellikleri…

Hoş Geldin Sefalar Getirdin Ya Şehri Ramazan…

Müjdeler olsun bu kutsal zaman dilimini hakkıyla değerlendirenlere.

Ya Doğruysa

Hazreti Ali’nin materyalist ve İslam karşıtı olan bir adam ile
tartışması nakledilir: Adam, “siz Müslümanlar ölümden sonra bir hayat
ve yargılanma günü var olduğu zannıyla, dünya nimetlerinden
yararlanmadığınız gibi, çeşitli zahmet ve külfetlere katlanıyorsunuz.
Ya cennet-cehennem yoksa? Sizin yaptığınız akılsızca” der.

Hazreti Ali’nin cevabı net ve hayatını kişisel menfaat üzerine
şekillendirmiş birinin anlayabileceği keskinliktedir: “Eğer ahiret ve
hesap günü yoksa sen haklısın. Bu durumda benim gibi Müslüman olanların
kaybedeceği bir şey yok. Belki kısa bir ömür süresince bedenimize zor
gelen namaz, oruç gibi ibadetleri yapmak; içki, kumar, zina gibi
nefsimize hoş gelen günahlardan uzak kalmış olmanın külfetine
katlanmaktan ibarettir. Fakat bizim inandıklarımız ya doğruysa, ahiret,
hesap günü, cennet-cehennem varsa, senin halin nice olur?”

*****************************************

Bakış açınızı değiştiren bir olay, bir cümle ve hatta bazen bir
beden dili ifadesi, o ana kadar kesin ve tek doğru olduğuna inandığınız
bir hususun yanlış olduğuna veya başka doğrulardan sadece bir tanesi
olduğuna dikkatinizi çekiverir. Böyle bir değişime paradigma (değerler
dizisi) değişikliği deniyor.

Tarih boyunca köklü değişiklikleri gerçekleştirmiş ve derin iz
bırakmış liderler ve bunların en önünde gelenleri olan peygamberlerin
yaptığı da, öncelikle toplumda var olan paradigmayı değiştirmeleri,
yozlaşmış değerler yerine yeni bir değerler dizisini
yerleştirmeleridir.

Mehmet Akif, İslam’ın doğduğu yılları şu mısralarla anlatıyor:

“Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta,
Dişsiz mi bir insan onu kardeşleri yerdi”

Böyle bir toplumun insanlık değerlerini, düştüğü derin çukurdan alıp
zirveye taşıyan dönüşümünün en güzel örneklerinden birisi Hazreti
Ömer’dir.

Yaşadığı toplumun değerler dizisi O’na cahiliye döneminde öz kızını
diri diri toprağa gömdürmüş. Aynı Ömer, Müslüman olduktan sonra
merhamet ve adaletin yaşayan timsalidir. Halife (devlet başkanı) iken
“Dicle kenarında bir kuzuyu kurt yese, hesabı Ömer’den sorulur” diye
düşünen, devlet adamı sorumluluğunun örnek şahsiyetidir. “Adalet mülkün
(devletin/ülkenin) temelidir” özdeyişini ilk defa söyleyen de,
uygulayan da aynı Ömer’dir.

İnsanlığın var oluşundan bu yana, bütün toplumlarda genel kabul
görmüş olan doğru, iyi ve güzel davranış şekillerinin tanımlanması ve
hukuk kurallarına yansıtılmasında bir mutabakat vardır. Bütün
toplumlarda hırsızlık, yalan, iftira, rüşvet, zina gibi fiiller kötü
olarak kabul edilirken; fedakârlık, merhamet, yardımseverlik, sadakat,
doğru sözlü olmak gibi özelliklerde iyi hasletler olarak görülmüştür.
Bu tanımlamalar, bütün semavi dinlerde de benzerlik arz etmektedir.

İnsanlığın ve dinlerin temel ilkeleri ise doğru, iyi ve güzel olanı
yapmak, kötü ve çirkin olandan kaçınmak esasına dayanır. (emr-i
bil-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker)

Fakat bugün toplumumuzda bazı temel değerlerin tanımlamalarında
köklü yozlaşmalar yaşanmakta olup, bu değişimin hızı ve boyutu
ürkütücüdür:

-Çok ve büyük boyutlu çalan hırsızlar “işbilir” ve “saygıdeğer” kabul edilmekte.

-Ahlaksız ve namussuzluklarını alenen yazan köşe yazarları en çok okunmakta; en bayağı TV programları en çok reyting almakta.

– Siyasetçinin yalan söylemesi, devlet yetki ve imkânlarını şahsi
menfaati için kullanması kınanmamakta, becerikliliği ve iş yapma
yeteneği olduğu şeklinde yorumlanmakta.

-“Önce vatanım, milletim sonra ben” anlayışı yerine “önce ben, sonra yine ben ve yakın çevrem” diyen egoizm hâkim olmakta.

– Daha çok güç, para ve mevki kazanmak daha başarılı olmak anlamına
gelmekte, doğruluk, dürüstlük, merhamet, fedakârlık, yardım duyguları
enayilik olarak değerlendirilmekte.

***********************************************

Temel değerler ve ilkeler pusula gibidir. Dünyanın neresine
giderseniz gidin doğru yönü gösterirler. Sizin onları yok saymanız
“yerçekimini kabul etmiyorum” demek gibi nafile bir inattır.
Yerçekimini kabul etmemeniz, sekizinci kattan aşağı atlarsanız yere
çakılmanızı engellemez.

Önümüzde çok ciddi bir fırsat var. Mübarek Ramazan ayı, temel
değerleri ve ilkeleri yeniden hatırlamamız için çok iyi bir iklim
sunuyor. Bu Ramazan ayının, İslam’ın ve insanlığın yüce değerlerinin
bilinip yaşandığı bir dönemin başlangıcı olmasını diliyorum.

İşin Sırrı, Künhünde

0

Anadilinizden başka, iyi konuşabildiğiniz ikinci bir diliniz var mı?
Varsa bile hemen “Evet.” demeye hazırlanmayın. Bir radyo programındaki
konuşmalara kulak verdim. 11 Eylül Olayları’ndan sonra, Amerika’da
Arapça öğrenmeye ilgi artmış. Kursiyerlerden biri şunları söylüyor:
“Arapların kültürleri, yaşantıları dikkatimi çekti. Arapça öğrenmeye
karar verdim; bir kursa başvurdum. Zamanla anladım ki bu iş, kursla
olmayacak. Arabistan’a gittim. Gördüm ki bir dil, çıktığı kültürü
öğrenmeden öğrenilmezmiş. Arap coğrafyasını, kültürünü, folklorunu,
sosyal yaşamını öğrendim. Biraz zamanımı aldı; ama amacıma ulaştım.”
Bir tarihte şunu duymuştum: “İngilizce, İngiltere’de öğrenilir.”
Anadolu liselerinde ve benzeri liselerde bir yabancı dili niye
öğrenemediğimizin cevabı burada. Aslen Yahudi olan ve Kuran tefsiri
yazmaya karar veren M. Esed’in, bu eserini yazabilmek için en az yirmi
yıl Arap kültürünü ve iklimini tanımak üzere bu bölgede kaldığını,
izlenimleriyle ilgili “Mekke’ye Giden Yol” isimli seyahat-hatırat türü
bir eser yazdığını biliyoruz.

Bir şiiri, şairinden başka, en iyi kim açıklayabilir? Picasso’nun
resmini, kendinden başka, en iyi kim yorumlayabilir? Bir motorun
işleyişini, mucidinden başka, en iyi kim bilebilir? Bir limon, Akdeniz
ikliminden başka, en iyi nerede yetişebilir? Bir çocuk, anne kucağından
başka, sevgiyi en iyi nerede tadabilir ve nerede öğrenebilir? Niçin bir
sivrisinek, batakta; bir balık, denizde yetişir? Bunların her biri
“orijinine uygunluk” ilkesiyle izah edilebilir. Koklamayan kişi gülü,
tatmayan kişi balı ne kadar izah edebilir? Bir şeyi mükemmel bilmek ve
izah etmek orijinine nüfuz etmeyi gerektirir. “Yarım doktor candan,
yarım âlim dinden edermiş.” sözünü bilmeyenimiz yoktur. Kemik
beklentisiyle kasabı seyreden köpeğin kasap olamayacağı gerçeği, içine
nüfuz edilmeyen hiçbir işte başarıya ulaşılamayacağını bize ne güzel
anlatıyor. Öyleyse, yapılacak işte, ortaya konacak eserde, öğrenilecek
bilgide, yaşanacak her güzellikte “işin künhüne vakıf olmak” gerekiyor.

İşin künhüne vakıf olmayanlar ya da olduğunu zannedenler; yaşadığı
aşktan, kullandığı eşyadan, yediği yemekten, edindiği dosttan, gördüğü
güzellikten, elde ettiği üründen, soluduğu nefesten, dinlediği
musikiden ne kadar zevk alabilirler; bir eylem olarak doğmakta,
ölmekte, sevinmekte, ağlamakta, yemekte, içmekte, kazanmakta,
kaybetmekte, ayrılmakta, bir olmakta ne mana bulabilirler? İşin sırrına
eremeyenler için, bu yaşananların ne anlamı olabilir? Herkes kendince
bir anlam verecektir. Bir de Yunus’u dinleyelim: “Sevgi baht olmuş
ezelden bize / Sizde bir türlü, bizde bir türlü / Alaca düşmüş
gördüğümüze / Sizde bir türlü, bizde bir türlü / İstemem versen cihan
varını / Gönül nakşetti, güle yarını / Her yüzde görmek dost didarını /
Sizde bir türlü, bizde bir türlü.”

Yunus Emre, 10’lu hece ile ilahi türünde yazdığı bu iki dörtlüğünde
nakarat haline getirdiği “Sizde bir türlü, bizde bir türlü.” dizesiyle
sevginin ve diğer değerlerin, nesnelerin algılanmasının kişiden kişiye
değiştiğini, kendisini dünyacı algılamalardan tenzih ettiğini ne güzel
dillendiriyor. Yunus Emre’ye göre, sevmek bizim “baht”ımızdır. Ancak,
sevmekten ve sevgiden ne anladığımız önemli. Edebiyatımızda mecazi,
platonik, ilahi olmak üzere üç sevgi türünden bahsedilmektedir. Sizce
doğru sevgi hangisidir? İşin künhü hangi sevgide yaşanmaktadır? Yunus
Emre’ye bütün cihan varını elinin tersiyle ittiren sevgi hangisidir?
Gönlün gülde bulduğu yar, hangi yardır ve hangi sevgiyi kişiye
yaşatmaktadır? Her yüzde görülen o güzel yüz, kimin yüzüdür ve bu yüz
hangi sevginin ürünüdür? Her yüzde bir yüzü görmek, ne demektir?
Görülen yüzün “sizde bir türlü, bizde bir türlü” olmasından ne
anlamalıyız? Yunus Emre, burada sevgi yorumundaki farklılıktan
yakınırken bir taraftan da sevginin künhüne dikkat çekmektedir.

Ampulü bulmak için birlikte dokuz yüz doksan dokuz deney yaptıkları
asistanı, bininci deney öncesi, Edison’a: “Ampulü icat edemeyeceğimizi
siz de kabullendiniz; sanırım, yeni bir deney düşünmüyorsunuz.” deyince
Edison: “En azından dokuz yüz doksan dokuz yolun çıkmaz sokak olduğunu
öğrendik, şimdi bininci yoldayız.” diye cevap verir ve yoluna devam
eder. Kullandığımız ampul o azmin ve çalışmanın ürünüdür. Kolay
değildir işin künhüne inmek, Olmazları görmek de bir yöntem ve
gerekliliktir. Bunun için emek gerek, sabır gerek, bitmeyen ümit gerek;
neyi, nerede, ne zaman, ne kadar yapacağını bilmek gerek.

İster dil öğrenmek için ister bir ürün ortaya koymak için ister bir
hazzı tatmak için olsun, ne olursa olsun, rasyonaliteden kopmamak
lazım. Unutmayalım, “Kem âlât ile kemalât olmaz.”

Afrasya Birliği

Türkiye ve Türkler, tarihin her çağ dönüm kura torbasının seri
başlarındandır. Dünyanın en zayıf fizik teorisi; Türkiye’nin AB yada
ABD haricinde alternatifinin olmayışı şartlamasıdır. Türklerin bizatihi
kendisi insanlık adına her zaman bir alternatiftir. Denenmiş ve onanmış
ve hatta başarısı kayıtlara geçmiş güçlü bir alternatif.

Fakat AB’nin alternatifi Rusya’nın AVRASYACILIK’ı veya Çin’in başını
çektiği ŞANGHAY BEŞLİSİ değil ve olamaz. Alternatif Türk mutfağında,
Türk aşçılarının tuz ve yağ ayarıyla ve ancak Türklerce servis
edildiğinde güvenle yenecek, doyuma erilecek bir aş, iş olmalı. En
azından D-8 gibi.. Ne yazık ki siyasi istikrarsızlığımız ve ısrar
devamsızlığımız kaderdenk noktasındaki devasa projeleri bile kadük
kılıyor. Akif buna, azmin yüreksizliği ve süreksizliği diyor. Bizce de
komplike bir eziklik.

Bu bağlamda çıkış arıyorsak, el yordamıyla birinci planda AFRASYA
BİRLİĞİ’ni (United Afrasia) öneriyoruz. Kaderdaş iki kıtanın; Afrika ve
Asya’nın, yani dünyanın yarısının Amerika, Avrupa ve Okyanusya’ya karşı
terazinin kefesinde ağır basması. Afrika’dan 3, Asya’dan 7 ülkenin yer
aldığı ve eşbaşkanlıklarını Türkiye ile Japonya’nın yaptığı stratejik
kesişim kümesi en zengin ve en sağlam birlik.

Afrika’nın insan ve enerji devi Nijerya’yı alın Orta Afrika’dan;
üstüne Arapların ağabeyi ve Nil’in sahibi, tam bir Afro-Asya ülkesi
Mısır’ı ekleyin; yanına da Akdeniz’le Atlas, Afrika’yla Avrupa
bileşiminin ekonomik ve kültürel kalesi olan Fas’ı koyun, bakın neler
oluyor? Güney Afrika ve Merkezi Afrika Beyaz! Cumhuriyetlerinin
ayakkabıları birbirine bağlanmış demektir.

Asya’dan elbette Pakistan, Endonezya ve Malezya en başta, illaki
Kazakistan ve Azerbaycan yan başta (biri Orta Asya’yı biri Kafkasya’yı
temsilen) alınmalı. Ve Türkiye ile Japonya bu ortak hinterlanda teshir
edecek ilk iki güç. Tarihleri, dilleri, gelenekleri, sıkıntıları ve
insanları birbirine benzer, daha da ötesi akraba iki taze güç.
Birbirleriyle tarih boyu savaşmamış, atışmamış, dostluğu tarihi
olaylarla sabit ve birbirini en iyi tamamlayacak ikiz ve gizil güç.
Savaşçılıkları ve insanlık algılamalarıyla aynı yüreğin sağ ve sol
çocukları olarak 21. yy. başında işbölümünü tarihin yaptığı ve yapacağı
bir mihenk noktasındadır.

Türkiye ve Türkler liderdir, lider geleneğindendir. Zor zamanların
milletidir. Afrika’yı İslam’la, Asya’yı Türk-İslam’la bağlayan en
kudretli ipin örücüsüdür. Zaferi de hezimeti de iki kıtaya sadaka
olarak dağıtılan zekat coğrafyasıdır. Bu dokuyu tamamlayacak birikim,
teknoloji, hırs ve susamışlık Güneş’in oğlundadır. Güneş ve ay
tutulması birlikte gerçekleştiğinde Dünyanın dönüş öyküsü de değişecek.
Alın Güneşi, Ayı, ve Yıldızı; “Gök Konfederasyonu” oluşturun. Ki
seyyareler peşinizin yörüngesine takılacaktır. Ki arz size musahhar
kılınacaktır.

Gelin rakamların cesaretine bir göz atalım ve kalemi serbest bırakalım, bakalım neler oluyor?

AFRO – ASYA PROJE AÇILIMI

ÜLKE ADI NÜFUSU (Milyon) YÜZÖLÇÜMÜ (Metrekare) TEMEL GÜCÜ İHRACAT (Milyar $) İTHALAT (Milyar $) GSYİH (Milyar $)
TÜRKİYE 72 780.000 Ordu 85 137 627
JAPONYA 12 377.000 Teknoloji 590 524 4.367
PAKİSTAN 162 796.000 Nükleer 10 12 282
ENDONEZYA 241 1.905.000 Madenler 103 78 935
NİJERYA 128 924.000 Petrol 25 14 117
MISIR 77 1.003.000 Petrol 24 36 328
KAZAKİSTAN 16 2.724.000 Doğalgaz 36 22 139
MALEZYA 26 330.000 Ticaret 110 90 309
FAS 33 448.000 Konum 12 21 147
AZERBAYCAN 8 88.000 Petrol 7 6 21
(GÜNEY AZER.) 30 650.000 Doğalgaz ? ? ?

TOPLAM NÜFUS: 921 milyon kişi

TOPLAM YÜZÖLÇÜM: 10 milyon 025 bin kilometrekare

TOPLAM İHRACAT: 1.002 milyar dolar

TOPLAM İTHALAT: 940 milyar dolar

TOPLAM GSYİH: 7.272 milyar dolar

NÜFUSU (Milyon) YÜZÖLÇÜMÜ (Metrekare) TEMEL GÜCÜ İHRACAT (Milyar $) İTHALAT (Milyar $) GSYİH (Milyar $)
AB 457 3.987.000 Ekonomi 1.040 1.170 14.5
ABD 295 9.629.000 Silah 930 1.750 12.2
ÇİN 1.306 9.640.000 İnsan 1.040 778 10.0
RUSYA 143 17.098.000 Toprak 318 172 1.7

Bir Japon atasözü der ki; “Türkler her zaman bir süper güçtür. Bunu
Türkler hariç herkes bilir.” En geç 2023’te dünya hakimiyetine ulaşmak
dileğiyle.. Zira Amerikan zulmünün dünyayı yönetmesinden bıktık
usandık.

Allah bu milleti geleceğine bağışlasın!

Anayasa ve İstikrar

17 senedir sembol haline gelen Edirnekapı Şehitliği’nde Şehitleri
Anma Toplantıları düzenliyoruz. İlgi büyük olmakla beraber, bazılarında
artan duyarsızlık dikkat çekiyor. Yaşayanların şehitlerin değerini
bilmesi ve ona göre davranması gerekir. Bölücü terörle mücadelede iç
ihanet odaklarına karşı mücadele veren bu aziz varlıkların
Çanakkale’de, Kıbrıs’da, Milli Mücadelede, Balkan ve Kafkas
cephelerinde ve diğer yerlerde şehit düşenlerden hiçbir farkı yoktur.

Bu aziz varlıklar, Diyarbakır Belediye Başkanına Devlete savaş açma ortamı sağlansın diye şehit olmadılar.

Bu aziz varlıklar, yakınları, akrabaları ve onlara son görev için
cami avlularını dolduran vatandaşlar horlansın, itilsin, kakılsın ve
tahrikçi muamelesi görsün diye şehit olmadılar.

Bunlar “Ne mutlu Türküm diyene” ifadesini içlerine sindiremeyenlere,
Türkiye ile hesaplaşma, rövanş alma peşinde olanlara destek vermek için
ölümü seçmediler. Milli gurur ve haysiyetimiz zedelensin, buna fırsat
verilsin ve yabancılara hayır diyemeyen bir Türkiye için şehit
olmadılar.

Dıştan kumandalı, tavizci, teslimiyetçi politikalar için ölmediler.

Türkiye, Brüksel veya Washington’dan yönetilsin diye şehit
düşmediler. Bankaların, sanayi kuruluşlarının, sermaye piyasasının
yabancılara peşkeş çekilmesi ve Türkiye’nin açık arttırmaya çıkarılması
için şehit düşmediler.

Zinanın serbest bırakılması, Cuma Hutbelerinden bazı ayetlerin
çıkarılması, Müslümanların devşirilerek tanınmaz hale getirilmesi için
ölmediler.

Sözde Ermeni soykırımı iddialarına çanak tutulması, bu iddiada
olanlara dolaylı destek verilmesi için şehit düşmediler. Başbakanlığa,
Bakanlıklara, Dolmabahçe Sarayı’na terör örgütü uzantılarının kabul
edilmesi ve ağırlanması için ölmediler.

Türkiye’nin ekonomik kaynaklarının özelleştirme adı altında yabancılaştırılması için şehit düşmediler.

Dışarıdan dayatılan, ısmarlama, Atatürksüz ve Türksüz bir anayasa hazırlanması için canlarını vermediler.

Anayasa, temel yasadır. Ona göre diğer kanunlar şekillenir.
Anayasasız ülkeler anayasa yapar. Yapılan anayasalar basit birer
kitapçık değildir. Bir milletin belirli tarihi birikiminin,
özelliklerinin, kuruluş amacının, milli hassasiyetlerinin ortaya
çıkmasıdır. Anayasalara tabii ki evrensel değerlerden atıflarda
bulunulabilir. Ancak, bir anayasa belirli bir toplumun ihtiyaçlarına
cevap vermek, o toplumda fonksiyon yerine getirmek durumundadır. Bu
bakımdan milli özellikler ve milli hukuk dışlanarak sadece evrensel
hukuka göre anayasa yapmak sosyal gerçeklerle ve ihtiyaçlarla çelişir.
Küresel güç veya AB istedi diye anayasa yapılmaz. Bu, bu kadar basit
bir iş değildir. Kimse kendini tarih önünde basitleştirmesin.

Aslında, 1982 Anayasası o kadar değişikliğe uğradı ki; artık onu
1982 tarihiyle yorumlamak bile yanlış olur. Ancak, Türkiye’de bir metod
yanlışı yapılmaktadır. Silbaştancılık hem zaman, hem de kaynak israfına
yol açmaktadır. Bu defa işin içine bir de art niyet girmiştir.
Türkiye’ye yeni yön vermek isteyenler, milli ve üniter devlet
düşmanları, Türke karşı ırkçılık yapanlar yeni Anayasaya
sığınmışlardır. Onlara göre, anayasa sivil ve renksiz olmalıdır. Sanki
Türkiye, 22 Temmuz 2007 Genel Seçimleriyle demokrasiye geçebilmiştir.
Yanlış buradadır. Silbaştancılık yerine ihtiyaçlara göre Anayasaya
şekil vermek, onu anlaşılır ve uygulanabilir kılmak bizi bazı metod
yanlışlarından uzaklaştırabilir. Bu bakımdan, anayasa hazırlama işi
sadece hukukçuların işi değildir. Konunun sosyal ve kültürel arka plânı
inkâr edilebilir mi? Ancak, bizde meslek taassubu olduğu için yıllardır
yasa ve Anayasa konuşulunca hep hukukçular akla gelir. Sosyal
bilimciler arasındaki işbirliği göz ardı edilir. Bu yanlış bizi devamlı
tepki anayasalarına götürmüştür. Bugün 1982 Anayasası hedef tahtası
haline geldiği için 1961 Anayasası öne çıkarılmaktadır.

Gerekli düzenlemelere evet; maksatlı, Cumhuriyet, milli devlet ve
Türk düşmanlığından kaynaklanan art niyetli tezgâhlara da hayır
diyoruz! Sık sık istikrardan bahsedenleri de uyarıyoruz!

Demokrasinin Değerini Bilelim

Genel Seçimlerden çıkalı bir ay oluyor. Ancak hâla istikrar
arayışındayız. Genel seçimlerin siyasi mücadele ve çekişme ortamını
hafifletmesi, huzur ve barış sağlaması gerekirken; demokrasinin
kıymetinin bilinmesi gerektiğinden bahsediyoruz. Tabii bu sebepsiz
değil. Siyasetçiler bilhassa ülkeyi yönetenler, toplumu gerdikçe,
kurumlar arası çatışmayı körükledikçe siyasi istikrar ve huzur
sağlanamaz. Bugün bunu yaşıyoruz.

Ülkeyi yönetenler zihinleri karıştırıyor ve her gün farklı şeyler
söylüyorlar. Tartışmalı seçim sonuçlarının açıklanmasından sonra, bütün
toplumu kucaklayacaklarından bahsedenler, işlerine gelmedi mi bazı
yazarlara vatandaşlıktan çıkma komutu veriyorlar. Seçim sonrası barış
rüzgarları estirenler Türkiye ile hesaplaşma peşinde olanların önünü
açıyorlar, onlarla iş birliği yapıyorlar. Türksüz ve Atatürksüz bir
anayasa anlamı kazanan sivil ve renksiz anayasa hazırlıkları sürüyor.
Türkiye Cumhuriyeti’nin tamamen nitelik değiştirmesine dönük bir takım
madde değişiklikleri konuşuluyor. Basına yansıdığı kadarıyla yeni
anayasa taslağı bölücü teröre verilecek tavizlerle doludur. Bu anlayış
benimsendiği takdirde; terörle mücadelede kararlılık zedelenir.
Türkiye’yi ısmarlama, Brüksel güdümlü, milli ve üniter yapısını
değiştirecek bir anayasa tuzağına düşüreceklerini zannedenler, ateşle
oynamaktadırlar. Anayasanın değiştirilemez ve değiştirilmesi dahi
teklif edilemez olan maddeleri tartışmaya açılmaktadır. En liberal
ülkelerde bile, devletin varlık ve kuruluş sebebi, temel felsefesi,
kısaca niteliği anayasada yer alır ve milli kimlik inkâr edilmezken;
anayasacı diye ortaya dökülmüş bazı ünvanlı kişiler iktidara rehber
olmaktadırlar.

Demokrasi bir uzlaşma sanatıdır; ama kimse burnundan kıl
aldırmamaktadır. Bazı şeylerin ancak kaybedilince değeri
anlaşılmaktadır. Türkiye’nin sorunlarını demokrasi içinde çözülemez
hale getirmek; ülkeyi yönetenlerin hakkı olamaz. Siyasete soyunanlar ve
iktidar olanlar, milli ve üniter devleti, Cumhuriyeti tahrip etme
yetkisini vatandaştan almamışlardır. Bir kısmı tartışmalı %46 rey,
mevcut iktidara “Türkiye’yi tasfiye et” diye verilmemiştir. Türkiye’nin
tanınmaz hale getirilmesi, milli ve üniter yapısının bozulması, milli
kimliğinin dışlanması istikrar mı getirir? Türk ve vatandaş olmanın
olmazsa olmaz şartı, kendisine yasalarla tanınmış hakların dışına
çıkmayan Silahlı Kuvvetlerle kavgalı olmamaktır. Askerle kavga rejimle
kavgadır. Her şahsın veya kurumun bazı üslup farkları olabilir. Ancak,
bunları gerekçe yaparak telafisi mümkün olmayan yanlışlar yapmak,
Anadolu coğrafyası üzerinde emeli olanların safına geçmek, kabul
edilebilir bir şey değildir.

Türkiye Cumhuriyeti’ni oylama ile kurmadık. Her türlü manda
teklifini reddederek verdiğimiz mili mücadele kararını oylama ile
almadık. Şu halde, Türkiye Cumhuriyeti’nin tasfiyesini ve Anayasasının
tanınmaz hale getirilmesini oylamak da kimsenin haddi değildir. Milli
ve üniter devletin ortadan kaldırıldığı, fertlerin neden ve niçin bir
arada bulunduklarını fark edemedikleri bir durumda demokrasinin
tartışılması da çok teorik kalır. Bunun için, demokrasi tesadüfen bir
araya gelmiş kalabalıkların veya sürülerin değil; milletleşmiş, milli
mutabakatlarını geliştirmiş, ortak paydaları şekillenmiş, gelişmiş
toplumların rejimidir. Siz milletleşmeden geriye çekip parçaların
egemenliğine, boy ve kabile asabiyetine ve etnik taassuba dönerseniz
orada etnik ırkçılık hortlar ve milletleşme yara alır. Böyle bir durum
demokrasi ile çelişen bir ilkelliktir. Bu ilkellik günümüzde
demokratikleşme diye yutturulmaya çalışılıyor.

* * *

Geçen 30 Ağustos Perşembe günü sembol haline gelen Edirnekapı
Şehitliği’nde şehitlerimizi saygı ve rahmetle andık. Onlara çok şey
borçlu olduğumuzu biliyoruz. Şehit aileleriyle bir arada olmaktan şeref
duyduk. Bu aziz şehitler, dıştan kumandalı iç ihaneti, ırkçı bölücülüğü
yok etmek için canlarını verdiler. Bazıları ise; bu şehitlere ve
gazilere rağmen, Türkiye’ye makas değiştirtmeye uğraşıyor. Bu aziz
varlıklar Türksüz ve Atatürksüz, renksiz, Sevr şartlarını geri
getirecek bir anayasa ve ekonomik kaynakların sahip değiştirmesi için
şehit olmadılar.

Ümit Üzerine

0

– Üstadım, “Ümit, fakirin ekmeğidir.” diye bir söz okudum geçen gün.
Cümledeki ahenk ve özlülük dikkatimi çekti. Söyleyen, soyut kavramı bir
varlığa benzeterek “somutlanma” yapmış. İnsanlar isterlerse bazı
durumları etkileyici yolla daha anlaşılır hale getirebiliyorlar.

– Kertenkele, sen akıllı şeyler söylemeye başladın. Anlamı az
bilinen terimler kullanıyorsun. Ben sana, hiçbir zaman
büyüyemeyeceksin, sürünmeye mahkûmsun diye “kertenkele” diyordum; ama
sanırım, beni ilk ve son yanıltan sen olacaksın.

– Üstadım, ben kimin yanında yetişiyorum?

– Sana bir somutlanma örneği de ben vereyim, konuyu değiştirmeden.
Cenap Şahabettin: “En geveze kuş, ümittir; içimizde hiç susmaz.” der.

– Üstadım, ben sizin yanınızda sürüngen olmaya mahkûmum; sizin
söyleyişiniz daha edebi oldu. Farkında mısınız, benzetmelerimiz “ümit”
üzerine yapıldı. Beni aşar, bu “ümit” denen şey nedir, fakirin ekmeği
nasıl olur, ümidin geveze kuş olması ne demektir? Burada, benim
anlamadığım yönler olmalı, diye düşünüyorum.

– “Ümit”, Farsça bir sözcük. Türkçede biz buna “ummak” diyoruz. “Bir
şeyin olmasını beklemek, onun gerçekleşeceğine inanmak” diyebiliriz.
İnsanda arzular sınırsız, bitimsiz olduğu için ümit de bitmez. Ümidi,
arzular besler. Arzu, yanımızdaki; ümit, uzaktaki kuştur. O, daima
pırpır eder, arzu isimli yuvadaki kuşu besler.

– Üstadım, derin konuştunuz; ben yine zorlandım.

– Bazı şeyleri anlamak için yaşamak, gerek. Yaşın kaç ki, söylenen
her sözü hemen anlamak gibi bir gaflet içindesin. Atalarımız, senin
beğendiğin o sözü söyleyebilmek için kim bilir kaç yılını verdiler bu
fani dünyaya?

– Üstadım, siz bir keresinde: “Çocuklarınıza susmasını öğretin,
onlar konuşmayı nasıl olsa öğrenirler.” demiştiniz. Ben şimdi
susuyorum; yalnız sizi dinliyorum.

– Ümit, korkuyla değer kazanır. Kişi, korku ile ümit arasında
olmalıdır. Fakirler, kazanmak ümidiyle, zenginler kaybetmek korkusuyla
yaşarlarmış. Burada “fakir” ve “zengin” sözcüklerini hem gerçek hem
mecaz anlamıyla düşünebilirsin. Ümit, bizi yaşama ve geleceğe sıkı
sıkıya bağlarken; korku, geleceğin ve yaşamın sonlu olması gerektiğini
kabul ettirir. Ümit, imanımızın gereği ve sonucudur. Mehmet Akif’e göre
“geleceği karanlık görerek azmi elden bırakmak”, “alçakça bir ölüm”den
başka bir şey değildir. Aristoteles’e göre ümit, “uyanık adamın
rüyası”dır. Ancak uyanık ve diri olanlar içlerindeki ümit kuşunu
besleyebilirler. Yaşayan ölüler, ümit kuşuna yuva olamazlar. “Bir yerde
yaşam varsa, orada umut da vardır.” diyen Cicero da aynı görüştedir.
Ümit, sabır ve inatçılığın izdivacı ile yaşar. Emil Zola, “Ümidin
gidince, yaşamak zevkinin de gideceği” görüşündedir. Ömür kısa, hayat
dardır. Onu uzun ve geniş kılan, ümittir. Öyleyse kendimizi niçin kısa
ve dar sözcüklerine hapsedelim. Hayat, yalnız yaşadıklarımız değil,
yaşamadıklarımızdır aynı zamanda. Yaşayamadıklarımızı hayal ve
ümitlerimizle egemenliğimiz altına alır, onların nesnesi değil, öznesi
oluruz. Hayal ve ümitte sınır yoktur; ancak “denize kapak, göğe direk
olmayacağı”nı da bilmek zorundayız. Mevlana: “Ümitsizlik köyüne gitme;
ümitler var / Karanlığa doğru yürüme, güneşler var.” dizelerinde
görüldüğü gibi ümidi güneşe benzetir. Ümit, hayatın da dinamizmidir
aynı zamanda. “Umut yoksa, girişim de yoktur.” diyen Samuel Johnson,
ümide farklı açıdan yaklaşır. En kötü olan da, S. J. Lee’ye göre
“Ümitten ümit kesmek”tir.

– Üstadım, çok güzel konuşuyorsunuz. Niçin herkes sizin gibi konuşamıyor.

– Konuşmanın lezzetini içtenlik verir. Konuştuğunuz konuda içten değilseniz, inandırıcı olamazsınız. Oscar Wilde:

– “Hepimiz aynı bataklıkta yaşıyoruz; ama bazılarımız yıldızlara
bakıyor.” derken bunu vurguluyor. Ancak yıldızlara bakanlar ümidi size
inandırıcı anlatabilirler. Sözgelimi: “Hiçbir şey ümit etmeyen adama ne
mutlu; çünkü hiç hayal kırıklığına uğramaz.” diyen Alexander Pope, ümit
konusunda konuşsa, sizi etkileyebilir mi, size karşı inandırıcı
olabilir mi? Ümit, tabi ki hayal kırıklığını bağrında yaşatacaktır.
Siz, dikeninden yakınan bir gül gördünüz mü? Görseniz onun yakınmasına
hak verir misiniz?

– Üstadım, hakikaten muhteşemsiniz! Bir konu ancak bu kadar güzel
işlenebilir, dinleyene bu kadar sevdirilebilir. Ben şimdi tam bir ümit
bombası oldum. Keşke ismim “Ümit” olsaydı; ismimle müsemma yaşasaydım.

– Tamam kertenkele, sözlerinde samimi olduğun sürece sen “Ümit”sin!

– Üstadım, son dakikada yine bir göndermede bulundunuz…

Ya Sabır Bunlar da Geçer

2007 yılının Temmuz ve Ağustos aylarında yaşananları inanıyorum ki
tarih ayrı bir başlıkta değerlendirecektir.Birilerine göre 40 yıllık
kazanımlar suya düşmüştür. Birilerine göre ülkemize ileride biçilen
gömlek yırtılmıştır.

Demokrasinin sonucu olarak, siyasetten gelen deneyimli bir dış
işleri bakanı muhalefetin bütün tehditlerine rağmen şimdi Cumhurbaşkanı
olmuştur. Bazıları benim cumhurbaşkanım değil diyor. Bazıları içine
sindiremiyor. Bazıları ideolojisi benim ideolojimle bağdaşmıyor, bu
bakımdan kendisine güvenmiyorum diyor. Sayın Gül ün yıllarca evvel
söyledikleri deşiliyor. Değişti, değişmedi diye enine boyuna aylarca
envai çeşit yorumlar yapılıyor. Merak ediyorum acaba neyi değişecekti.
Namazımı bırakacaktı. İçkimi içecekti. Eşine bikinimi giydirecekti.
Bıyıklarını kesip saçlarını arkada kuyruk mu yapacaktı. Neyini
değiştirecekti. Sanıyor musunuz ki kendisini bir zamanlar devrimci
olarak tanımlayıpta şimdi Atatürkçü geçinenler değişti. Asıl takiyyeyi
onlar yapıyorlar. Bir söz vardır. “Kırk yıllık yani olmaz kani”.

Ortada değişme diye bir şey yoktur. Sadece duruş vardır. Bence Sayın
Cumhurbaşkanının değişmeye ihtiyacı yoktur. Bu kişi bu ülkede
başbakanlık, dış işleri bakanlığı, Başbakan yardımcılığı yapmadı mı?
Beş yıl hükümette icraatın içinde olmadı mı?

Şimdide tamamen demokratik yoldan Cumhurbaşkanı seçildi. Bu
seçim,herkesin sıkı sıkıya sarıldığı demokrasinin sonucu olmadı mı?
Yoksa demokrasi her zaman solun istediği neticelerimi vermeli idi?
Daima bir solcumu zirvelerde olmalı idi? Bu muydu cumhuriyetin
kazanımları. Manevi boyutu olanlar bu ülkenin ikinci sınıf
insanlarımıydı? Onlar hep idare edilen mi olmalıydılar? Böyle
olmadığını bu ülkenin asıl sahibi olan halk gayet açık bir şekilde
söylemedi mi?
Mesaj gayet açık değil mi?. İdare edenin olmazsa olmazı bu ülkenin
vatandaşı olmasıdır. Bu ülkenin bütünlüğüne ihanet etmemiş olmasıdır.
Liyakatli ve deneyimli olmasıdır. Makamı temsil edecek tahsil ve
donanıma sahip olmasıdır.
Bunların hepsi Sayın Abdullah Gül de var mı?

Cevap: Evet var.

Öyleyse bütün aleyhte ve haddi aşan eleştirilere ya sabır.

Tüm çirkin davranışlara ya sabır.Yazılan tüm abuk sabuk yazılara ya sabır.

Yapılan ihtilal çağrışımlarına, hatta bu halden medet ummalara ya sabır.

Tabiî ki kolay değil.40 yıl mücadele vereceksiniz.Bazı makamları
kale haline getireceksiniz. Aslında hiç sevmediğiniz ve mezarını
sürekli istismar vasıtası haline getirdiğiniz insanı tüm
tehditlerinizde kullandığınız halde bu sefer muvaffak olamamış
olacaksınız. Sizin yerinizde kim olsa sinirlenir.

Anayasal güçleri de kullanamadınız. Özlediğiniz 12 Eylüllerde
olmadı. Yurt dışından da kimse müdahale etmedi. Hıncınızı da
alamadınız. Yenilginin bu tür hezimete dönüşmesi de insanı tabi ki
çileden çıkarır. Bunların hepsi doğaldır. Diğer tarafta bizi millet
yapan sessiz çoğunluk aynı vakur tavrı ile zamanını beklemiş, üstüne
düşen görevi zamanı geldiğinde tam olarak yerine getirmiştir. Hiç bir
boşluk bırakmamıştır.

Yasalarda yorumlanacak hiçbir aralıkta kalmamıştır.

Şimdi hazım zamanı. İşinize gelse de gelmese de içinize sindirme zamanı.

Benim içinse yorum farklı. Ben Sayın Cumhurbaşkanından farklı şeyler
beklemiyorum. Hükümetten de farklı şeyler beklemiyorum. Korkanların
korkularını da beklemiyorum. Bana göre şimdi işleri daha zor.
Sorumlulukları daha da artmıştır. Sığınacakları hiçbir bahane yoktur.
Karşılarında pireyi deve yapacak bir sürü muhalif vardır. Yazarından,
çizerinden, politikacısından, memurundan, işçisinden, bürokratına kadar
bir çok insan onları takiptedir. Solculara kalırsa işler böyle
tıkırında yürümez. Buna dayanılmaz. Bu durum kabul edilemez. Onlar
rövanşı almaya kaldıkları yerden devam edeceklerdir.

İktidara düşen görev ise özenle çalışmaktır. Utanmayacaklarını bile
bile onları utandırmaya çalışmaktır.Yolsuzluklarla daha fazla mücadele
etmektir. Belediyeleri daha dikkatle denetlemektir. Tarafsızlıktan
uzaklaşmamaktır. Hak sahiplerine eşit davranmaktır. Siyasetten zengin
olmayı prensip edinmemektir .Siyasete girince kısa zamanda
zenginleşenin dokunulmazlığını kaldırmaktan, onların yasa önünde
kendilerini aklamasından çekinmemektir. Dış düşmanlara karşı dik ve
onurlu duruş sergilemektir. Adam gibi ülkeyi yönetmektir.

Şimdi söylenecek en iyi söz ise şudur;

Bu güne kadar neler geçmedi ki, bunlarda geçer.

Büyük Türkiye İçin Büyük Uzlaşma

0

Toplumları yücelten en büyük manevi güç, birbirin anlama ve uzlaşmadır.

Böyle olmasına rağmen, maalesef bu coğrafyada Tanzimat’tan beri
birbirimizi anlayamadığımızdan dolayı birçok problemle karşılaştık. İki
asırdır didişmekten, bir diğerimizi düşman kamplarına ayırmaktan öte
gidemedik.

Ülkemiz yıllardır bu ayrılıktan dolayı zaman kaybetti. Bu ayrılıklar
kimi zaman Laik-Anti laik oldu, zaman geldi Alevi-Sünni, Sağcı-Solcu
oldu. Bu tezahürler ülkenin gündeminden hiç düşmedi.

Günümüze geldiğimizde, yeniden siyasi üslubun sertleştiği, diyalog
ve uzlaşmanın neredeyse unutulduğu bir çatışma dönemine girdik.
Beklentiler, hesaplaşmalar, hazımsızlıklar, kündeye getirme hırsları
dört bir yanımızı sardı.

Aslında geçmişte millet olarak uzlaşmayı en iyi uygulayan
toplumlardan birisi olduk. Türk tarihi savaşlar, acılar içinde yükselen
uzlaşmaların da tarihidir.

Bu millet önce kendi içinde farklılıklarla uzlaşmış, böylece gücüne
güç katmıştır. Artan bu gücünü, yenidünyalara açılmak için kullanmış,
Asya’nın ortasından başlayıp, Adriyatik Denizine kadar topraklarını
genişletmiştir.

Türk Toplumu, savaşarak ele geçirdiği bu bölgeleri hiçbir zaman
sömürge gibi görmemiş… Buradaki toplumlarla uzlaşan milletimiz yeni bir
medeniyet inşası gerçekleştirerek engin ufuklara yelken açmıştır. Bu
sayede dünya lideri bir devlet meydana getirmiştir.

Uzlaşmayı bir yaşam tarzı haline getirdiği içindir ki, Müslüman-Türk
Millet asırlarca değişik din ve dillere sahip toplumlarla huzur içinde
yaşamıştır.

Gelin görün ki; son yüzyılımızda atalarımızdan bize kalan bu diyalog ve uzlaşma mirasını kaybettik.

Bilhassa devlet mekanizmasındaki elit ruh halkı küçümseyerek onların
arasındaki birlik ruhunu zedelemiştir. “Benim düşünüş ve yaşayış tarzım
doğru; senin ki çağ dışı ve yasak” diyerek toplumda ayrılık tohumları
ektiler. Laik ve irtica paranoyası gündemden hiç düşmedi.

Bir kısım yazarçizer tayfası da kendi gibi düşünmeyen milleti
“göbeğini kaşıyan pis halk” diye isimlendirerek, kendilerini dereke
durumuna düşürdüler.

Bu çekişme ve didişme ortamında ülkemiz maalesef çok güç kaybetti.
İşsizlik, terör, toplumsal sorunlar çığ gibi büyümüş, ülkemiz dünya
klasmanında çok aşağılara gerilemiştir.

Evet; artık uzlaşma eksikliğinden kaynaklanan problemleri, tarihin
karanlık sayfalarına gömmenin zamanı gelmiştir. “Dün, dünde kaldı
cancağızım; bugün yeni bir şeyler söylemek lazım” diyerek, o marazi ruh
halinden kurtulmalıyız.

Farklı hayat tarzlarımızı ve düşüncelerimizi hemen “rejim sorunu” haline getirmekten kaçınmalıyız.

Yeni dönemde vicdanlı aydınlarımıza çok görevler düşmektedir. Akl-ı
selim içerisinde oturup konuşarak asgari müştereklerde birleşmenin
yolunu bulmalıdırlar. Özgürce tartışılmalı, tartışma ise “öteki”ni
kabullenme, onun konumuna saygılı olabilmekle mümkündür. Bir gemide
yolculuk ettiğimizi bilmek ile alakalıdır.

Değerli Dostlar “Büyük Türkiye İdeali” ancak birlik şuurunu
hücrelerinde hisseden toplumlarla gerçekleşebilir. O yüzden
devlet-millet kaynaşmasını sağlayarak, “hep beraber el ele yeniden
Büyük Türkiye’ye” demeliyiz. Tarihte dün bunu başardık, neden bugün
olmasın?

NOT: Bu vesileyle Cumhur’un Başkanı olan Abdullah Gül Bey’e yeni
görevinde başarılar diliyorum. Bu yeni dönemde kalıcı hizmetler
vermesini Yüce Allah’tan temenni ediyorum…

Sayılı Nefes

ABD’de sağlık kontrolünden geçen bir işadamı dostuma, Amerikalı Doktor bu sene tatil yapıp yapmadığını sormuş.

Hastasından işlerinin yoğunluğu nedeniyle tatil yapamadığı cevabını alınca Doktor şöyle söylemiş:

“Kemal Bey şu anda 50 yaşındasınız. Normal şartlarda sağlıklı ve zevk alarak tatil yapabileceğiniz yaş sınırı 65 tir. Bu durumda her şey normal giderse senede bir tatil yapabildiğinizi kabul edersek 15 adet tatil
yapma şansınız kaldı. Unutmayın ki hangi gerekçeyle olursa olsun
yapmadığınız her tatil, bu 15 adetlik hakkınızın birinden vazgeçtiğiniz
anlamına gelmektedir. Tatil hakkınızdan fedakârlık etmeyin, hepsini
kullanmaya bakın.”

Bizim kültürümüzde bu gerçeği daha da kuvvetle vurgulayan bir kavram var: “sayılı nefes.” Gerçekten alıp vereceğimiz nefesimiz bile sayılı.

Dahası bir ömür içerisinde kaç defa karnımızı doyurabildiğimiz, kaç
defa uyuyabildiğimiz, kaç defa cinsel doyuma ulaşabilme şansımızın
olduğu gibi, hayatımızda çok önem verdiğimiz her türlü eylemi sınırlı
sayıda yapabilme imkânımızın olduğunu fark etmek durumundayız.

Bu gerçeğin farkına vardıktan sonra iki türlü tercih yapabiliriz: Birincisi mademki ömür sınırlı ve hayatta yapabileceğim şeyler sayılı, o halde “yiyelim, içelim, eğlenelim, kâm alalım dünyadan” anlayışı ile günü yaşamak ve dünya nimetlerinden azami miktarda faydalanmak.

Bir şarkıcı için 2000 şişe şampanya açtıran görmemiş zenginler, bu
güne kadar 500 kadınla beraber olduğunu gururla açıklayan sözde
sanatçılar böyle bir dünya görüşünün ortaya çıkardığı vakalardır. Yaşı
60 civarına gelince, çeyrek asırlık evliliklerini bozarak genç
metresler edinen zenginlerin bu davranışını tarif eden, “azgın teke sendromu” da aynı anlayışın ortaya çıkardığı hastalıklardandır.

Bu davranışın arka planında yatan, “sayılı nefesler” tükenince başlayacak ikinci bir hayatın olmadığına, ölümün bir yok oluşu ifade ettiğine inanmak olsa gerektir.

Böyleyse, ahirete inancının olmadığını söyleyen ateistlerin içinde
toplum ahlakına ve insan vicdanına uygun, doğru ve güzel davranışlar
gösterenleri nasıl izah edeceğiz? Zannederim akıl yoluyla varamadıkları
ahiret inancına, vicdan dediğimiz ve mahiyetini açıklayamadığımız duygu ile ulaştıkları, ama bunu farklı kavramlarla ifade ettiklerini söyleyebiliriz.

Sayılı nefes” gerçeğinin farkına varanların yapabilecekleri ikinci tercihi ise: Din, vicdan ve/veya hukuk kurallarının çizdiği sınırlar içinde evrensel olarak kabul gören, doğru ve güzel davranışlarla dolu bir ömür sürmek. Geride toplum içinde “hayırla yâd edilen” bir isim bırakmak. Buna ilaveten şuurlu bir ahiret inancına sahipse, “ölümden sonra başlayacak sonsuz hayatın” nimetlerine kavuşmak için “din gününün sahibi yüce yaratıcının” hoşnutluğunu kazanmaya çalışmak.

İnsanlar sadece yoksulluk, yalnızlık, hastalık gibi sıkıntı verici
durumlarla değil, makam-mevki, şöhret, zenginlik ve güzellik verilmek
suretiyle de imtihan edilirler. Bu tarz bir imtihandan başarıyla
çıkanların oranı belki de birinci gruptakilerden daha düşüktür.

Zaman zaman ahirete inandığını düşündüğümüz, ancak bu inancı kuvvetli bir iman derecesinde olmayan, makam
ve şöhret sahibi kişilerin şahsi menfaatlerini, vatan ve millet
menfaatine tercih ettiklerine ve hatta millete ihanet ettiklerine şahit
oluyoruz
. Bazılarının namaz, oruç gibi ibadetlerini yerine
getirdiği halde, hırsızlık, yolsuzluk, devlet malını haksız yere ele
geçirme gibi ağır suç ve günahlara bulaştığını görebiliyoruz.

Bu durumda olanların dışa vuran dindar kimliği sebebiyle, bizzat dine ve dindarlara olan güven duygusunu yıktıkları için, aynı suçu işleyen inançsız kişilere nazaran daha fazla günahkâr oldukları kanaatindeyim.

Milletin emanetini “sayılı günler süresince” tevdi ettiği siyasilerin ve bütün kamu görevlilerinin, muhatap oldukları çetin imtihanda başarılı olmasını diliyorum.