11.8 C
Kocaeli
Pazar, Eylül 21, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1314

Atatürk’ü Anlamak / Anlayamamak!

Bilindiği gibi gündemimiz uzun süredir başörtüsü konusu ile meşgul.
Türkiye’de artık neredeyse gelenek haline geldiği üzere pek çok ciddi
konunun sloganlar üzerinden tartışılması alışkanlığı bu konuda da
kendini had safhada göstermektedir.

Öyle ki;
taraftar veya karşı olanların büyük çoğunluğu dayanak olarak ilmi
gerekçelerden ziyade bir takım ideolojik ve siyasi söylemleri temel
almakta; bu arada toplumsal değerlerimize bilerek veya bilmeyerek hücum
edilmektedir ki korkulan toplumsal kutuplaşmanın başlıca sebebini ilk
etapta burada aramak gerekecektir.

Tüm bu
tartışmalar esnasında Atatürk’ün bu toplum için yaptığı hizmetleri, bu
toplum için anlamı ve büyük şans oluşu, buna mukabil ne kadar az
anlaşıldığı daha açık biçimde görülmektedir.

Zira
Atatürk toplumsal değişimi hedefler ve bu yönde adımlar atarken
toplumun değerleriyle çelişecek hiçbir değişikliğe gitmemiştir.

Mesela,
bugün bırakın inanç konusu olmasını en azından sosyal bir olgu olarak
inanan inanmayan her insanın, özellikle bilim adamlarının, aydınların
dikkate almak zorunda olduğu dini, “üniversitelere giremeyecek” bir
husus olarak kabul etmek bir yana; dinin sağlıklı biçimde öğrenilmesi
için “anayasal manada çoğunluğun” dini olan İslam’ın “Türkçe” tefsirini
yaptırmıştır.

Yani anayasada laikliği Türkiye
Cumhuriyeti’nin değişmez niteliği olarak oturtan siyasi iradenin başı, 
din ve devlet ilişkisinin ayrı olmasından bu iki olgunun çatışmasını
veya birbirini görmezden gelmesini anlamamaktadır. Aksine, yanlış
manada tekke – tarikat tecrübesi yaşamış ve gayr-i resmi olarak
yaşamaya devam eden bir milletin başı olarak, halkın doğru kaynaktan
bilgi alabilmesini sağlamayı amaçlamış, bunun için halkın dinin
kaynağına “kendi diliyle anlayarak” ulaşabilmesine imkan tanımıştır.

Yine
aynı tarihi tecrübenin bir yansıması olarak din eğitimini devletin
kontrolüne almayı laiklik ilkesine aykırı bir uygulama olarak
değerlendirmemiştir. Zira bugün pek çok “aydının” anlamamakta
direndiğinin aksine, yukarıda belirttiğimiz üzere, toplumun
dinamiklerinin sağlıklı işlemesi için bu dinamikleri oluşturan
unsurların sağlıklı bilgisine ulaşılmasının lüzumunun farkında
olmuştur.  

Çünkü din bizim toplumumuzun
kültürel dokusunu oluşturan temel taşlardan biridir. Bu doku “yanlış
subjektif yaklaşımlar” yani “bana göre”lerle veya bilgisizlikle
zedelendiği vakit yabancılaşma, yobazlaşma ve çözülme de beraberinde
gelir. Atatürk bunu görerek “sağlıklı ve doğru” bilginin edinilmesi
için kapıları pek çok yönden açmış, buna zarar verebilecek kaynakları
devlet kontrolü ile bertaraf etmeye çalışmıştır.

Akılcı, bilimsel ve sağduyulu bir yaklaşım başka nasıl olabilir?

Netice
itibariyle, Atatürk’ün dolayısıyla Atatürkçü düşüncenin din ve halkın
değerleriyle çatışmadığı söylenir. Ancak bunun içi doğru biçimde çoğu
zaman doldurulmaz. Bu boşluk sebebiyle de Atatürkçü olmak adına zaman
zaman dini unsurlara ve halkın bazı değerlerine karşı “laiklik”
endişesi ile yanlış tutum ve söylemler ortaya atılmaktadır.

Halkı
rencide etmeden bu tartışmaların sonuca ulaşması için Atatürk’ün
“cehalete” karşı açtığı çok yönlü savaşı izlemek, anlamak ve örnek
almak, onun bu topluma yaptığı katkıların devamı olacak; böylece
Türkiye’nin suni gündemlerden “gerçek” gündemlere geçmesini ve gençlere
“çatışma” ortamı değil geleceğe dair “ufuk” verilmesini sağlayacaktır.
Hayırlı haftalar…

Okuyucuya Dilekçe

Tarihi tekerrür ettirmemek bir bakıma bizim elimizdedir. Eğer yakın
tarihten ders almazsak tarih aynen tekrar  eder. Geliniz Damat
Feritlere, Rıza Tevfiklere, Cenap Şehabettin gibi milli mücadeleye
inanmamış  teslimiyetçi  isimlere özenmeyelim.  Milli mücadelenin
şerefli ve haysiyetli asker, sivil önderlerine özenelim. Büyük Atatürk
ve ona inanmış Türk Milletinin emperyalizme karşı milli hareketine
selâm duralım.

İzmir’e çıkartılan işgalci Yunan’a karşı “direnmek caiz değildir. Yunan birliklerinin başarısı için dua edelim”
diye fetva vermekten utanmayan bazı din adamlarına değil; Amasya’da ve
Anadolu’nun birçok yerinde  Atatürk’ün önderliğindeki milli mücadeleye
malı ve canı ile ortak olan, destek veren din adamlarına ve sarıklı
mücahitlere özenelim. “İngiliz donanmasına karşı çıkılamaz;  onlar bize medeniyet getirecek”  diyen
sözde dünkü bazı aydınlara da özenmeyelim. Bu tip aydınlar dün de
vardı; bugün de var,  görevlerini aynen yapıyorlar. Onlar sadece ismen
bizden olan  içimizdeki yabancılardır.

Dün bazılarına göre Osmanlının yıkılacağı ve parçalanacağı da bir “paranoya
idi. İzmir’deki Türk komutan Ali Nadir Paşa emrindeki birliklere
İzmir’i işgal eden İtilaf Devletlerine  direnilmemesi, karşı konmaması
ve gereken kolaylıkların gösterilmesini istiyordu.  Amaç  esef verici
olayların yaşanmaması idi. Ama aynı komutan Yunanlı bir işgal
teğmeninden tokat yiyeceğinin farkında değildi.

Bugün ise; “AB
bizi adam edecek, misyonerlerin faaliyet göstermesinden rahatsız
olmuyoruz. Yeni Vakıflar Yasası ile azınlıklar mallarını geri alsa ne
olur? Yabancılar gelip ülkemizde vakıf kursunlar, toprak alsınlar,
 yabancı sermaye geliyor kötü mü? Reformları AB için değil;
vatandaşımız için yapıyoruz”
diyenler var. Bu takım
Ankara’nın sözde zulmünden kaçarak Brüksel’de şefaat arayan hain ve
ahmak takımıdır. Bundan dolayı farklı gruplarla Cumhuriyet ve rejime
karşı ittifaklar kuruyorlar ve birliktelik sergiliyorlar. Uşak olmaya
hazırlar;  efendi arıyorlar. Aslında efendi de oldukça bol. Ama milli
bağımsızlık ve milli menfaatlerden yana, haysiyetli ve şerefli adam
olmak, onun bunun maşası olmamak kolay değil…

Bir
ülke nasıl batırılırın cevabını  dün Osmanlı borçları veriyordu; bugün
de son beş senede yüzde yüz artan iç ve dış borçlara cevap arıyoruz.
Yeni Düyun-u Umumiye’lerden (Genel Borçlar) endişe
ediyoruz. Dış ve iç borçların karşısında hangi kuruluşlarımız komik
bedellerle yabancılara ve onların yerli ortaklarına devredilecek diye
düşünüyoruz. Bu satırları okuyanlar Osmanlı’nın son dönemine benzeyen
bu ortama sadece son beş senede mi geldik diye sorabilirler. Tabi ki
değil; ama son beş senede olumsuz yönde rekorlar kırdık. Her şeyden
evvel milli davaları küçümsedik ve sözde çözümsüzlüğü reddettik. AB
hayali ile kolumuzu kanadımızı, sakalımızı çenemizden kaptırdık. Şimdi
dış politikadan, iktisadi hayatımıza kadar adeta utanç tablolarını
unutturmak için olmadık bir şeyle uğraşıyoruz: “Türban ve laik-anti laik maçı…” Anayasa
değişiklikleri yapıyoruz. Dış dayatmalara uygun kanun ve anayasalar
çıkarıyoruz.  Lagendik isimli bir adam Patrikhanenin Fener ve
Balat’taki  genişlemesini malûm fonlarla çözmüş ki; sıra Sulukule ve
Suriçine gelmiş. Adam sömürge müfettişi gibi dolaşıyor. Etrafında ise
tercüman maskaraları ve sözde bazı yetkililer …

Farklı
çevrelerce siyasi bir sorun haline getirilen türbanın doğrusu garip
savunucuları var. Dün aşırı solda olup da bugün devşirilenler,
milliyetsiz bazı sağ eğilimliler  bu alanda dikkat çekmektedir. Bunlar
için esas, ferdin hak ve hürriyetleridir. Her türlü kural ve kanun
esaret zinciri gibidir. Devletsiz  ve toplumsuz, otonom fert arayışı
içinde olan,  devletle ve rejimle  kavgalı, Cumhuriyete numara takma
meraklısı bu grup sadece türbanı değil; Ermeni sorunundan, bölücü ırkçı
teröre, Kıbrıs’tan milli güvenlik sorunu haline gelen AB’ne,
milliyetçiliği redde kadar anti-devletçi ve anti-Türk bir
çizgidedirler.  Önemli olan rejimin ve devletin tartışılması ve
sorgulanmasıdır.  Her konu bu yolda kullanılabilir. Türbana destek
bundandır. Dün Osmanlı’yı teokratik, gerici ve istilacı  bulanların,
bugün sözde Osmanlı’yı savunarak milli ve üniter yapıya  karşı
çıkmaları, milli kimliği reddetmeleri ibretle izlenmelidir.

Korku ve Ümit Arasında

İnsanlık tarihi boyunca dile getirilmiş çok sayıda zıt kavramlar var:
İyi- kötü, güzel- çirkin, doğru- yanlış, tek-çok, aydınlık- karanlık,
hareketli- hareketsiz, korkak- cesur, namuslu- namussuz, fedakâr-
bencil…

İnsan
karakter ve davranışlarını ifade eden zıt kavramların, aynı insanda az
veya çok bulunabildiği ve sürekli bir çatışma halinde olduğu
görülmektedir:

Bir fareden bile korkan anne, yavrusunu
korumak söz konusu olunca kaplan gibi yırtıcı ve cesur olabilir.
Bencilliği ile tanınmış bir insan, sevdiği kişi veya kutsal bildiği bir
kavram uğruna hayatını bile çekinmeden verebilir. Suç makinesi bir
katil, bir yetim veya yoksula karşı çok merhametli olabilir.

“Korku ve ümit” de bu tür zıt kavramalardan. İslam öğretisinde, “kâmil mümin” yani olgun Müslüman’ın sıfatlarından biri, korku ile ümit (havf ve reca) arasında olmaktır.

Havf, tatlı bir korku: Allah’ın celâl, kibriya ve azameti karşısında haşyet duyma… Reca ise zevkli bir ümit: Onun lütuf, ihsan ve kereminden daima ümitvâr olma…”

“İnsan ruhundaki bu aralıksız değişme, bu fasılasız dalgalanma ona
apayrı bir güzellik kazandırır. Onu meleklerin üstünde bir konuma
çıkarır.”

 “Korku
ve ümit arasında olma” halinin en güzel ifadelerinden biri Hazreti
Ömer’e ait: Eğer gökten; “ey insanlar, biriniz hariç hepiniz cennete
gireceksiniz” diye seslenilse, hariç tutulan o şahsın ben olmamdan
korkarım. Şayet birisi de; “ey insanlar, biriniz hariç hepiniz
cehenneme gireceksiniz” diye seslense istisna edilen o şahıs ben
olabilirim diye ümit ederim.

İnsanlar yaşadıkları ömür
süresince ahiret için hazırlanırlar. Önlerine konulan emir ve yasaklara
uymakla imtihan edilirler. Bildirilen helâller ve haramlar; doğru ve yanlışlar arasında tercih yapmak durumundadırlar.

“Hayırları
işlemek amel-i salih, şerlerden kaçmak ise takvadır. Amel-i salih
işlendikçe reca kapısı, takvada ilerlendikçe havf kapısı açılır. Her
iki kapıdan da aynı neticeye erilir: Cennet.”

Allah, sıfatları arasında bildirildiği gibi, hem Gaffar’dır, hem de
Kahhar. Bağışlaması da vardır, kahrı ve perişan etmesi de. Bunun
içindir ki mümin korku ile ümit arasında olmak zorundadır.

“Kur’an-ı
Kerim’de bir kısım âyetler, mü’mini Cennetle müjdelerken, bir kısmı da
isyan edenleri Cehennemle tehdit ediyor. Bu ayetler de insanı bir havfa
bir recaya sevk ederek olgunlaşmaya zorluyor.

Korku ve ümit
arasındaki olgun Müslüman, Allah’ın lütuf ve ihsanı ile şımarmaz,
yaptığı iyi işler ve ibadetlerine güvenmez. Yaptığı kötü işler ve
günahlar için pişman olup, tevbe ve istiğfar eder, yani bir daha
işlememeye karar verir.

Kâmil İnsan, başına gelen olumsuzluklardan sonra, nefsinin sürekli isyana
teşvik eden çağrısına karşı, büyük bir tevekkülle “mademki Hak’tan
geldi, hoş geldi safa geldi” diyebilen bir razı olma hali gösterir.
“Kahır ve lütuf onda rıza olarak birleşirler.”
O, Allah resulünün beni ihtiyarlattı dediği: “Emrolunduğun gibi
dosdoğru ol.” (Hud, 11/112) ayetini yaşayan, doğru değil, dosdoğru insandır.

Buraya kadar anlattıklarımızı en güzel şekilde özetleyen Fatiha suresinin, namazların her rekâtında okunması tesadüf değil:

1. Rahmân (ve) rahîm (olan) Allah’ın adıyla.
2. Hamd (övme ve övülme), âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.
3. O, rahmândır ve rahîmdir.
4. Ceza gününün mâlikidir.
5. (Rabbimiz!) Ancak sana kulluk ederiz ve yalnız senden medet umarız.
6. Bize doğru yolu göster.
7. Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolunu; gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil!

“Havf ve reca arasında” geçen bir ömür sonunda, korkularınızın değil ümitlerinizin gerçekleşmesini diliyorum.

Emniyet Teşkilatında Başarılı Bir Halkla İlişkiler Uygulaması – 1

Emniyet, güvene almak demektir. Türkiye Cumhuriyeti Emniyet
Teşkilatı ile canımızı, malımızı, namusumuzu, emniyet altına alıyoruz.
Emniyet teşkilatımıza güvenerek hareket ve davranışlarımızda daha özgür
olabiliyoruz. Emniyet Teşkilatı sayesinde canımız, malımız ve namusumuz
korunduğu gibi yapacağımız eylemlerde, grevlerde, yürüyüşlerde,
gösterilerde dış etkilerden korunuyoruz. Hayatın her alanında, hangi iş
kolu, hangi örgütlenme varsa onu emniyete alan bir de emniyet
teşkilatlanması bulunmaktadır.

Emniyet teşkilatımızı oluşturan polislerimiz, sonuçta bizlerin
arasından çıkan insanlar. Kendimizi teslim ettiğimiz emniyet güçlerinin
de, bu önemli görevleri yerine getirirken, ağır şart ve görev
yoğunluğundan etkilenmemesi kaçınılmaz. Günlük hayatta kullandığımız
bir ifadeyle ’en zor meslek insanlarla uğraşılan meslektir’’ diyoruz.

Emniyet Teşkilatının çalışmasında, insanların hata yapmaması,
hatalardan vazgeçirmeye çalışma veya hata yapanları etkisiz hale
getirme gibi hepimiz için çok önemli bir görev yerine getiriliyor. Bu
sebeple, emniyet teşkilatımıza ilk önce bizlerin sahip çıkması, değer
vermesi, olaylara karşı duyarlı olunarak bilgi verilmesi gibi durumlar
boynumuzun borcu. Aynı şekilde,  Emniyetimizin de insana değer veren
uygulamaları ile düzensizlikleri ortadan kaldıran çalışmaları eksiksiz
yerine getirmesi boynunun borcu. Bu karşılıklı anlayış, devlet
kurumumuzla vatandaşımızın barışık yaşamasına ve iki tarafın huzur
içersinde olmasını sağlayacaktır.

Emniyet teşkilatımız, suç oranlarının azaltılmasında teknolojinin
son imkanlarından büyük ölçüde yararlanarak görevlerini yerine
getirmektedir. Aynı zamanda personeline yönelik yoğun eğitim
programları uygulamaktadır.

Kocaeli de, huzurun ve asayişin sağlanması noktasında teknoloji ile
birlikte, onu kullanan polislerimizin motivasyonu da oldukça önemli.

İç müşteri olarak tabir ettiğimiz, emniyet çalışanlarının
memnuniyeti, vatandaşa asayiş ve huzur olarak dönmekte. Buna, Kocaeli
İl Emniyet Müdürlüğümüzün başarılı çalışmaları örnek olarak
gösterilebilir. Çalışanına değer veren bir kurum haline gelen Emniyet
Müdürlüğü, bunun karşılığını ise dış müşteri memnuniyeti olarak geri
almaktadır.

Kocaeli de son zamanlarda suç oranı önemli ölçüde azalmıştır.
Gözlemlerime göre, polislerimiz vatandaşla diyalogda, onlara ciddi,
samimi ve görev bilinci içinde yaklaşmakta ve vatandaşa karşı nazik bir
dil kullanmaktadır. Kurallara uymayanları bile nazik bir şekilde
uyarmakta ve onlara yönelik görevini yerine getirmektedir. Zaman zaman
vatandaş olarak bizlerin de empati yaparak, kendimizi polis yerine
koymamızın polis-halk ilişkileri açısından önemli olduğunu düşünüyorum.

Polislerin, ekseriyetle vatandaşa yardımcı ve iyi bir iletişimle
davranması onların bulunduğu kurumu ve işini sevdiklerini, üstleri
tarafından değer buldukları, işlerinde başarılı oldukları sürece de
değer görmeye devam edecekleri anlamlarını ifade ediyor. Nitekim
gazetemizden de emniyet teşkilatının kurum içi çalışmalarıyla ilgili
haberleri de zaman zaman okuyoruz. İl Emniyet Müdürümüz Hüseyin Namal,
polis teşkilatı içerisinde görev yapıp çalışmalarında başarı sağlayan
personelini çeşitli ödüllerle ödüllendiriyor ve teşkilatına değer
verdiğini ifade ediyor.

Polis-Halk ilişkilerinde, ilimizde iyi uygulama alanlarından biri
de, ‘’Toplum Destekli Polislik’’ projesidir. Proje kapsamında Kocaeli’
de hırsızlığa karşı tedbirler için site toplantıları, sitelerde zil
uygulamaları, okullarda öğrencilerin bilinçlendirilmesi, esnafın
ziyaret edilmesi bu uygulamalardan bazılarıdır. Emniyet Müdürlüğünün,
vatandaşla diyalog kurma konusundaki bu başarılı çalışmalarını bir
vatandaş olarak takip ediyoruz.

Netice itibariyle, işindeki gayreti ve başarısıyla değer bulan bir
personel görevini layıkıyla yerine getiriyor. Bu durumdan hem kurum,
hem personel hem de vatandaş kazançlı çıkıyor.

Emniyet teşkilatının personelini ödüllendiren bu örnek halkla
ilişkiler uygulamasının diğer devlet kurumlarımızda da uygulanması
başarılı sonuçlar doğuracaktır.

Din Adına Ahkam Kesmek

Ülkemizde uzun zamandan beri bir yanlışı yaşamaktayız. Bu yanlış son
aylarda giderek vahimleşmeye başladı. Bu yanlışta din adına dini
tahsili olmayan insanların demeçler vermesi, tartışmalara katılması ve
yazılar yazmasıdır. Aynı yanlışlar televizyon, gazete ve dergilerden
başka internet dünyasında da var. Bu tartışma nedense Hıristiyanlık ve
Musevilik veya herhangi bir başka din hakkında yapılmıyor. Müslüman
olan da olmayanda İslam dini hakkında fetvaya soyunmuş. Bir taraftan
siyasiler laiklik adına demeçler verirken, diğer taraftan Kur’an daki
örtünme ayetini tefsir etmeye uğraşıyorlar. (Örneğin sayın Deniz
Baykal’ ın ayetteki hımar kelimesi hakkında ahkam kesmesi gibi).

Siyasiler gerginliğin dik alasını üretirken toplumda gerginlik
yaratılıyor diye şikayette bulunuyorlar. Güya tehlike haberi
veriyorlar. Aslında yapılan tamamen kıyamet senaryosu üretmekten başka
bir şey değildir. İnsanların baş örtüsü diye bir sorunu yokken
özgürlükler adına yapılmak istenen düzeltmeler dolayısı ile kıyamet
kopartılıyor. İhtilali bile çağrıştıran cüretkar ifadeler kullanmaya
tenezzül ediliyor. Bunların tamamı din adına yapılan fakat dinle
uzaktan yakından bir ilgisi olmayan saçmalıklardır.

Sonuçta herkes ölüp musalla taşına yattığında imama ihtiyaç duyacak.
Neden kimse “cenaze namazına gerek yoktur. Kuran da cenaze namazı
yoktur. Benim namazımı kılmayın” demez? Neden bu konuda İslam’ın
usulüne teslim olunur ve namaz kılınmadığı zamanda vaveyla koparılır.
Neden erkekleri sünnet yapmaya özen gösterirler? Sünnet de Kuran da
yoktur. Ne cenaze namazı 5 vakit namaz gibi farzdır. Ne de erkeklerin
sünnet olması farzdır.Sünnet peygamberimizin sözüdür.. Farz olmadığı
halde İslami kurallara soğuk bakan kadınlar bile evlenmek için erkeğin
sünnet olmasını şart koşarlar. Bu konuda laik-anti laik tartışması olmaz

Kuran da olmayıp sünnet olan, icraatta ise farz gibi hiç ihmal
edilmeyen konular problem olmazken Kuran da olduğu halde sadece baş
örtüsünün tartışılmasını ve  laikliğe aykırı yorumlanmasını kimseye
anlatamazsınız.. Bu bir siyasi simge değil, aksine siyasi simge haline
getirilmeye çalışılarak  kadın üzerinden yapılan bir siyasi
mücadeledir. Gerisi bahanedir. Bu konu baz alınarak hiç dinle ilgisi
olmayanlar, hatta “ben ateistim” diyenler bile kuran ayetlerini abuk
sabuk sitelerin yazılarından iktibaslar yaparak yorumlamaya başladılar.
Bu ithal bir akımdır. Amerika tarafından yönlendirilen bir akımdır.

Amerika’da “gerçek kuran” adıyla yeni bir kitap hazırlandığı
biliniyor. İncil,Tevrat, Kuran karışımı bir şey. ”Papanın adıyla diye
başlıyor”. İslam dinin mensuplarının çoğunlukta olduğu ülkelerde
dağıtıyorlar. Yakında ülkemizde de dağıtmaya başlarlar. Bu kitap ılımlı
İslam projesinin, başka bir deyişle Büyük Anadolu projesinin bir
parçasıdır. Hedef İslam dinini yok etmektir. Çünkü dünyada
Hıristiyanlık giderek çöküyor. İslam yükseliyor. Bir bardak suda
koparılan fırtınanın arkasında bu proje vardır. Bu tartışmalar  bazı
aklı evvellerin önüne atılan bir yemdir.

İnsanların dini duygularını hedef alarak meslekleri olmadığı halde
İslam konusunda dini yorumlar yapanlar İslam dinine mensup olanların
özgürlüklerine ve haklarına müdahale etmektedirler. Bir anlamda da
yukarıda bahsi geçen projeye hizmet etmektedirler. Ayrıca dini
siyasallaştıran bir kısım siyasilerdir. Din üzerinden siyasi çıkar elde
etmeye çalışanlar kapasitesi olmadığı halde tesadüflere bağlı olarak bu
mevkilere gelebilmiş siyasilerdir.

Ülkenin dağ gibi meselelerine kayıtsız kalırken, bir örtü yüzünden
sokaklara dökülenler yerlerini ancak siyaset sayesinde
koruyabileceklerine inananlardır. Bir çoğu hakkı ile o mevkilere gelmiş
değildir. Nerede ise hepsi sanki birer din adamıdır.

Bir ilim adamının, kariyer yaptığı konu hakkında söz sahibi olduğunu
iddia etmesi gerekirken bazı ilim adam sanki birer ilahiyatçıdır. ele
hele konuşmalar arasına “Ülkenin kırk yıllık kazanımları” tabirini
eklemeleri yok mu,insan iyice üzülüyor. Bunların çocukları ve torunları
yıllar sonra babalarının veya dedelerinin bu tavır ve söylemlerinden
utanç duyacaklardır. Tarih bunları yazacaktır. Yaşayan görecektir.

Soruyorum onlara, kırk yılda özgürlükleri çoğaltacağına özgürlükleri
kısıtlamayı mı öğrendik? Kırk yılda iki ihtilalden başka ne kazandık?
Ülkemizi dünya klasmanında ön sıralara mı taşıdık? Ekonomide
sürünmekten, ilimde kopyacılıktan mı kurtulduk? Keşifler mi yaptık?
Aksine sadece günümüzü gün ettik. Fırsatını bulduğumuzda kendimize
yonttuk. Avantalarımıza ve makamlarımıza halel gelmesin diye yollara
döküldük.

Kimse bunları yutmuyor. Halkımız din cahillerinin din hakkında ahkam
kesmesine çok bozuluyor. Aynen bende bozuluyorum. Azı hariç, bir çok
ilim adamı ve siyasi gözümde küçülüyor. Giderek toplumda benim gibi
düşünüyor.

Başörtüsüyle Sorunları Örtmek

Sorun örtmek ve ötelemekte oldukça mahir bir toplumuz. Koskoca bir seçim dönemi bile “Çankaya / Türban
ikileminde geçti gitti. Bu ülkenin açları, işsizleri, yoksulları,
dulları, yetimleri, garipleri, gazileri ve onların derdi – sıkıntısı
örtü altında kaldı. Afganistan, Çeçenistan ve Filistin’deki
Müslümanların perişanlıkları da örtülerek kapatıldı. Hele hele her gün
onlarcası vahşice katledilen komşumuz Irak’ın mazlumları tamamen örtü
arkasında kaldılar.

Beğenmediğimiz Malezya’nın ihracatı Türkiye’nin tam 1.5 katı.
Beğenmediğimiz İran, uzaya uydu fırlatabilen 11. ülke oldu. Dünyanın 8.
harikası bir muhalefetimiz var. Sanki egemenlik, ekonomik teslimiyet ve
yolsuzluk sorunu yokmuş, dış politikada ‘politikasızlık’tan başka bir
yol kalmış gibi varsa yoksa kılık – kıyafet kontrolörlüğü. Bir zamanlar
askeri cihetten de sivil üniforma çalışmaları yapılırdı. Sonra; Kırmızı
Çizgiler, Çuval ve Kandil üçgeninde söylenecek söz kalmayınca susuldu.
Sağolsun, üniversitelerimiz de bilim hariç her işle meşguller.

Atatürk’e atfedilen güzel bir söz var; “Vatanını en çok seven işini en iyi yapandır.” Acaba kötü gidişimiz, üstümüze düşenleri yapmayıp da üstümüze vazife olmayanları yapma alışkanlığımızdan mı?

Başörtüsü diye bir sorunun varlığını bile abes. TBMM’deki siyasal
çoğunluğun mutabakatıyla başlayan gelişmeler neticelendirilmeli ve
basit bir hak talebinin toplumu ayrıştırma aracı gibi kullanılmasına
izin verilmemelidir. Başörtüsünden birkaç iktidar daha planlayanların
elinden de bu siyasi istismar argümanı alınmalıdır. Dahası başörtüsü
üzerinden din ve mukaddesat düşmanlığına da son verilmelidir.

Dünya üzerinde büyük oyunlar oynanıyor. Özellikle Avrupa’da Haçlı
ruhu ve Ortaçağ adetleri adeta ihya ediliyor. Almanya’da ara ara
gördüğümüz ‘insan yakma’ kepazeliğini nefretle lanetliyoruz. Neredeyse
olayı örtmeye çalışan Alman Hükümetini de kınıyoruz. Alanya’da bir
Almanın burnu kanasa sekiz sütuna manşet olurdu, yetmez Türk
Dışişleri’nden özür beklenirdi. 10 canımız gitti, adamlar nerdeyse
pişkinliğe vuracaklar.

Asıl içimize değil de dışımıza bakalım. Belçika, bir teröristi
resmen salabiliyor. Yarın-öbür gün Belçikalı heyetler gelip
Güneydoğu’da insan hakları ihlalleri bahanesiyle adalet dersi vermeye
de gelebilirler.

Birbirimizi sevmiyoruz. Kasabının bıçağını yalayan koyun gibiyiz. Bu
kadar içe kapanacağımız yerde ‘çağdaş uygarlık’ adına ne yapıp
yapmadığımız sorgulasak nasıl olur? Yoksa yağmurda boyalarımız ve
foyalarımız mı dökülür? İnsan bari ideolojisinde samimi olur. Tabi
bulunduğu yerin idrakine varmışsa.

“Kırmızı Başlı Horoz”un Katilini Bulmadan Olmaz

0

Öykücüğü duyanlarımız olmuştur: Eski zamanlarda, sakinlerinin
huzurlu yaşadığı bir köy varmış. Bir gün, köylülerin “kırmızı başlı”
diye sevdiği horoz öldürülmüş. Herkes “Yazık oldu, sevimli horozdu.”
derken köyün yaşlı ninesi: “Kırmızı başlı horozun katilin bulun.” diye
günlerce feryat figan etmiş. Bazıları, nineyi küçümseyerek: “Ne çok
gürültü yaptı, bir horoz için.” diye dedikodu yapmış. Bir süre sonra
köydeki kınalı kuzu öldürülmüş. Köylüler nineye ne yapmak gerektiğini
sormuşlar. O da: “Kırmızı başlı horozun katilin bulun.” demiş.
Köylüler: “Ölen kuzu, horozla ne ilgisi var?” deyip nineyi ciddiye
almamışlar. Sonra sarı öküz öldürülmüş. Köylüler, yine nineye fikrini
sorunca nineden: “Kırmızı başlı horozun katilini bulun.” cevabını
almışlar. Köylüler ninenin bunadığına kanaat getirmişler. Sonra doru
tay öldürülmüş. Köylüler: “Bu kadarı fazla.” demişler. Köylüler doru
tayın katilini bulmaya çalışırken başka bir felaket yaşanmış. Köyün bir
delikanlısı öldürülmüş. Bunu başka cinayetler izlemiş. Nine her
seferinde: “Kırmızı başlı horozun katilini bulun.” diyormuş.

Ülkemizde yaşanan siyasi olayları, çevremde yaşananları, kendi
yaşadıklarımı değerlendirirken “Kırmızı Başlı Horoz” öykücünü
hatırlıyorum. Öykücükte geçen bilge bir nineye sahip olmadığım için
hayıflanıyor, olduğu zamanlarda onu dinlemediğim için de pişmanlık
duyuyorum.

Kırmızı Başlı Horoz’un öldürülmesine biz “kırılma noktası” diyoruz.
Kırılma noktasından sonraki süreç hep aleyhimize işliyor. Dilimizdeki
“kediyi bacağından ayırmak”, “atı alan Üsküdar’ı geçti”, “ok yaydan
çıktı” deyimleri de aynı durumu karşılıyor. Sosyal varlık olarak,
hepimizin bir “kırmızı başlı horoz”u olmuştur ve bu horoz
öldürülmüştür. Nine gibi bilge bir tavırla katili bulma konusunda ne
kadar ısrarcı olabildik?

İşlediğimiz ilk suç, ilk günah; içtiğimiz ilk sigara, alkol;
yaptığımız ilk tembellik, boş vermişlik; kırmızı başlı horozun
öldürülmesidir. Kaçımız geriye dönüp bu kötü eylemlerden vazgeçti ve
katili öldürdü? Bireysel hayatımızı genişletip toplumsal hayata
girdikçe, kapsama alanımızı artırdıkça kırmızı başlı horozlarımız da
fazlalaşıyor. Kişisel niteliklerimizin yanında her bir insan ve onun
nitelikleri, her bir olay ve onun getirdiği zorluklar, her farklı
düşünce ve onun nüansları birer kırmızı başlı horoz oluyor. Kırmızı
başlı horozların çokluğu, yükümüzü artırıyor. Horozlar dövüşü çok kere
bizi çileden çıkarabiliyor. Her horoz, orkestradaki bir enstrüman.
Orkestra enstrümansız olmuyor. Bozulan her enstrüman, öldürülen her
horoz, sağlanan ahengi altüst ediyor. Ahenksizlik istemiyorsanız ya
horozu yaşatmayı bileceksiniz ya da horozu öldüren katili bulmakta
cesur, yetkin ve kararlı olacaksınız.

Evin annesi, babası; işinizin yöneticisi olabilirsiniz; öğretmen,
siyasetçi, bürokrat olabilirsiniz; kapsama alanınızda pek çok insan
bulunuyordur. İşin sağlıklı yürümesini bozacak, dengeleri yıkacak,
hedefinize ulaşmanızı engelleyecek her davranışa göstereceğiniz hoşgörü
ve acizlik, kırmızı başlı horozun öldürülmesidir. Bunu, kınalı kuzunun,
doru tayın öldürülmesi, köydeki yiğitlerin katledilmesi takip
edecektir. Bu kaçınılmazdır.

“Benim için, öykücükteki gibi kırmızı başlı horozun, kınalı kuzunun,
doru tayın, yağız yiğitlerin önemi yok, dolayısıyla katilden endişe
etmeme de gerek yok” diyenler olabilir. Bunlar, hayatlarında hiçbir
değere sahip olmayanlardır. Köyü güzelleştirenler, bu varlıklardır.
Köyü güzelleştiren varlığı yani hayatını zenginleştirecek kutsal
değerleri olmayanların bir uğraş içinde olmasının, siyaset yapmasının,
sonuç olarak, yaşamasının da bir anlamı ve gereği yok. Varlığımızı
anlamlı kılan, hayatımızı renklendiren, eylemlerimizi kutsallaştıran
kırmızı başlı horozlarımızı yaşatmak, onlara musallat olanları bertaraf
etmek, başlarına bir hal gelirse katillerini bulmak, yok etmek
zorundayız.

Herkes kendine baksın. Ben, her katliamdaki hoşgörümün gaflete
dönüştüğünü, megalomanlığımın da bilge nineyi dinlememe engel olduğunu
itiraf etmek zorundayım. Kırmızı başlı horozu yaşatanlar ya da onun
katilini yaşatmayanlar gemisini yürüten kaptan oluyorlar. Siz hangi
geminin kaptanısınız?

Türban Kısır Döngüsü

Önce Boğazlıyan Kaymakamı rahmetli Kemal Bey’in kızı Müşerref Gürenci’ye
Allah’tan rahmet diliyorum. Bu hafta kaybettiğimiz ve Türk Milletine
emanet olarak bırakılan değerlerden biri olan rahmetli Müşerref
Gürenci’den çoğu kimsenin haberi yoktur. Ermenilere kötü muamele
yapılmasını engelleyemediği iddiasıyla, işgal güçlerinin baskısıyla 10
Nisan 1919’da Beyazıt Meydanı’nda idam edilen rahmetli Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’i acaba kaç kişi biliyor? İzmir Vali ve Belediye Başkanı’nın cenazeye katılması ayrı bir anlam taşımaktadır.

Dün
olanlar bugün de tekerrür etmektedir. Dün Kaymakam Kemal Bey dahil
birçok kamu görevlisini idama götürenler, bugün de dayatmalarını
sürdürüyorlar. Bugün de garip suçlamalarla insanlar özgürlüklerinden
oluyor, el altından iddianameler dolaştırılıyor, devlete karşı açılan
psikolojik savaş milli devletten ve üniter yapıdan yana olanlara
yöneliyor. Şemdinli tezgahı devam ettiriliyor. DTP’li bir
milletvekilinin TBMM amblemli arabası kullanılarak uyuşturucu
kaçakçılığı yapıldığı basında yer alıyor. Bölücü terör örgütü ile
ilişkili uyuşturucu çeteleri ile uğraşmak yerine dikkat dağıtılıyor.

Türban ve laik-antilaik
maçı yine başladı. Bu öyle bir maç ki; bir türlü bitmiyor. Siyasi
nitelikli türban tartışmaları bazı gerçekleri örtüyor. Ne zaman türban
tartışılsa, endişe duyarım. Ardından bir takım dışarıya verilen
tavizler gelir. Her işe karışan ABD Büyükelçisi “Bomba atmakla bu iş sonuçlanmaz; siyasi çözüm de gerekir” diyor. Malum 301. Madde ve milli kimliksizleştirilmiş bir Türkiye için hazırlanan sözde sivil Anayasa taslağı gündemde. Özellikle İstanbul’da nokta veya bölge yabancı egemenlikler doğuracak bir Vakıflar Yasası dış dayatmalarla çıkarılmaya çalışılıyor. 11.000 civarında arazi ve mülk el değiştirecek. Birleşik Kıbrıs ve KKTC’den
dolaylı olarak vazgeçme senaryoları ortada. Hayali bir AB üyeliği kozu
bir tehdit olarak kullanılıyor. Belki bir 10-15 sene daha AB üyeliği
tartıştırılacak. Bu da türbanın bir başka çeşidi…

Türkiye, fikri derinliği olmayan, slogan ve şekil tartışmalarını artık aşmalıdır. Ülkemiz bir kısır döngü gibi süren radikal laikçi
(hatta bir bakıma seküler), halkın değerlerine yabancılaşmış bazı
aydınlarla; ezilmişlik ve baskı görmüş olmayı koz olarak kullanan,
Cumhuriyeti içine sindirememiş, Müslüman’ı devşirme ve İslâm’ı
yozlaştırma peşindeki ve Cumhuriyetten rövanş almak isteyenlerin çatışma alanı olmaktan çıkarılmalıdır. Sorun, yeni sorunlar yaratmayacak şekilde çözülmelidir.

İnanıyorum
ki; büyük çoğunluk bunu istemektedir. İslâmcı ve muhafazakâr olmayan
bir yönetim şeriatı getiremez. Kaldı ki İslâm, belirli bir siyasi
devlet düzeni de dayatmaz. Kimse korkmasın. Türkiye istese de İran gibi
olamaz. Her iki ülke arasında çok önemli sosyal yapı ve İslâm’ı anlama
farkları vardır. Bu kısır tartışmalar mutabakatları zayıflatmaktadır.

Bildiğimize
göre; İslâm’da ve Kur’an-ı Kerim’de mahrem ve ziynet yerlerini örtme
esası vardır. Ancak, bu türban veya başörtüsü ile ifade edilmemiştir.
Ancak, ölçü sadece gelenek-göreneği bir tarafa atarak; Kur’an-ı
Kerim’de var mı, yok mu tartışmasına da götürülmemelidir. Sosyolojik
gerçekleri göz ardı eden bazı hukukçular gibi bazı İlâhiyatçılar da,
sosyal boyutu dışlayarak normatif ve soyut değerlendirmeler
yapmaktadırlar. Eğer bu eksikliğimizi görmezsek; “Ramazan davulu da
İslâmi değil” deriz. “Mevlide gerek yok, Kur’an okuyoruz” yanlışlarını
ileri sürebiliriz.

Cumhuriyete ve anayasaya bağlı olanlar, rejime karşı “karşı kültür”
alanları açıcı oyunlara gelmemelidirler. Soroscu vakıflar ne zamandan
beri Atatürkçü ve Cumhuriyetçi oldular? Cumhuriyet Mitinglerinin
sonuçta kimlere yaradığı ve kimler tarafından kullanıldığını göz ardı
edemeyiz.

Türkiye’nin laiklik anlayışı
anayasada yer alır. Bu anlayış Fransa’da olduğu gibi “Ben senin işine,
sen de benim işime karışma” şeklindeki bir kilise- devlet anlaşması
değildir.  Laiklik, sanki İslâm’a alternatif bir din gibi de
anlaşılmamalıdır. Her türlü taassuba sapma yanlıştır.

Başörtüsü ve İranlılaşma

“AKP ve MHP’nin, üniversitelere türban serbestliği
getirme girişimine tepki gösteren, çoğunluğunu kadınların oluşturduğu
on binlerce protestocu, 02 Şubat Cumartesi günü Anıtkabir’de düzenlenen
222-A (2. ayın 2’si saat 2) eyleminde bir araya geldi.”

Genel
olarak “Cumhuriyet Mitinglerini” düzenleyen grupların katıldığı bu
mitingde ve yurdun muhtelif yerlerinde yapılan benzer maksatlı
toplantılarda, üniversitelerde türban veya başörtüsünün serbest
bırakılması, “laik devlet yapısının yıkılmasının ilk adımı” olarak nitelendirildi.

Belki de ilk defa bir yasağın kalkmasını önlemek için bu derece ateşli demeçler ve tepkilerin gösterildiğine şahit oluyoruz. Özellikle de her türlü fikrin ve inancın serbestçe tartılabildiği mekânlar olması gereken üniversitelerin yöneticilerinden gelen “başörtüsüne yasak devam etsin” talebi, demokratik ülkelerde yaşanan bir ilk olsa gerektir.

“Türkiye İran olacak mı?” tartışmalarına, “başörtüsü/türban kamusal alanda yasak olsun” kampanyası açısından bir kere daha bakmak faydalı olabilir.

İran uygulamasında devlet erkini kullanan kesim, vatandaşlarına belli bir kıyafet ve yaşama tarzını dikte etmekte, özellikle kadınlara yönelik tahditlere uyulup uyulmadığı devrim muhafızları ile kontrol edilmektedir.

Hatta S.Arabistan uygulamasında
kadınların tek başına araba kullanmaları, alışverişe çıkmaları
yasaklanmış olup, bu ve benzeri sosyal hayata en basit katılımlarına
bile sınırlamalar getirilmiştir.

Bu tarz yönetimin arka planında, devlet gücünü kullanan kişilerin, yönettikleri ülkenin vatandaşlarını
seçme yeteneğinden mahrum, her an doğru yoldan ayrılabilecek zekâsı
kıt, ahlaki değerleri her an kötüye sapabilecek zayıflıkta, “potansiyel
günahkâr” veya “potansiyel suçlu” olarak görmesinin
yattığını söyleyebiliriz.

Öyle ya, sadece insan olması nedeniyle saygıya layık bulunan, doğuştan gelen hak ve özgürlüklere sahip olan, İslami tabiriyle “eşref-i mahlûkat” yani yaratılmışların en şereflisi olan insanların kılık kıyafet ve yaşantısına “molla rejiminin” karışmaya ne hakkı olabilirdi ki?

İran’da,
devlet baskısının yanında onun kadar zararlı ve aşağılayıcı olan başka
bir unsur daha vardır. Rejimin değerlerini savunan ve onun dikte ettiği
kıyafet ve yaşama tarzını “tek doğru” olarak benimseyen halk kitlelerinin, kendisine benzemek istemeyen gruplara karşı uyguladığı “mahalle baskısı.” 
Bu gruplar, kendilerinden farklı olanları psikolojik veya fiili
baskılarla kendilerine benzetmeye çalışır, başaramazsa da devrim
muhafızlarına şikâyet ederek devlet baskısı ile muratlarına ermeye
gayret eder.

Türkiye’de başörtüsünün/türbanın üniversitede
serbest kalmasından endişe duyanların kaygısı “üniversitelerin çağdaş
görüntüsünün bozulması”ndan ibaret değil. “Kadınlarımızın büyük
çoğunluğu türban takar, iş üniversitede kalmaz, ilk ve orta öğretime
yayılır. Kamu kurumlarında hizmet alanlara değil, hizmet verenlere de
zamanla bu imkân tanınır, daha da ötesi başörtülüler uygulayacakları ‘mahalle baskısı’ ile ‘yaşam tarzımıza’ müdahale eder” korkusundalar. (Tercih ettikleri fikirlere ve modern yaşama tarzına bu kadar güvensizlik duymaları doğru mu?)

CHP,
ÇYDD, bazı rektörlerin öncülük ettiği bu grupların yaptığı açıklamalar
ve Anıtkabir’de yapılan mitingde yaşanan bazı olaylar, bu grupların da
kendi kıyafet ve ‘yaşam tarzının’ tek doğru olduğuna inandığını, türban takanları laik rejim için tehlike veya düşman olarak gördüğünü gösterdi.
Miting olduğunu bilmeden aynı saatlerde Anıtkabir’e gelen iki türbanlı
genç kıza yapılan hakaret ve sataşmalar ve genç kızların “biz de laik
sisteme inanıyoruz” savunması yapmak zorunda kalması, “mahalle
baskısı”ndan daha ağır bir baskı değil midir?

Yine
türban tartışmaları kapsamında, askeri darbe yapmaya çağıran
profesörler, halkı geri zekâlı ve aptal gören yazarlar, “biz başı
örtülüleri üniversitede istemiyoruz” diyen kadın örgütlerine şahit
oluyoruz. Görüyoruz ki, kendisini “çağdaş” olarak
tanımlayanların bir kısmı, aynen İran’daki “molla rejiminin”
zihniyetine sahip: “Bize benzemeyenler geri zekâlı veya potansiyel
rejim düşmanı…”

Cumhuriyet değerlerini koruma
gayreti içine düşen insanlarımızın çoğunun iyi niyetli olduğunu
düşünüyorum. Ancak lütfen demokrasiye ve insanlarımıza güvenelim. Demokrasi özgürlükler arttıkça güçlenir. Halkına inanmayan demokrasiden bahsedemez.

Hak ve özgürlüklerin kötüye kullanılması ihtimali var olabilir. Ancak bu ihtimal hak ve özgürlüğün kullanılmasına mani olamaz, kötüye kullanan olursa kanunlar gerekli cezayı verir. Türkiye’nin demokrasisine ve halkımızın “Cumhuriyet değerlerine” bağlılığına güvenmek zorundayız.

İnanıyorum ki askeri rejim zamanlarında ihtilalleri savunanların bu görüşlerinden on yıl sonra utandıkları gibi, “yasak devam etsin” toplantıları yapanlar da, ileride bu görüşlerinden utanacaklar.

Çocuklarımız
da yıllar sonra bugün yaşadıklarımızı okuyunca şaşıracaklar. 21. yy
başlarında üniversitede okuyan bir kısım genç kızın başını örtmesi için
şiddetli tartışmalar olmuş. Zamanın yöneticileri de kullanılan örtüyü nasıl bağlayacaklarını kanunla düzenlemişler diye…

Din ve Vicdan Özgürlüğümüz Geri Geldi

0

Genellikle yazılarımda akademik bir dil kullanmaya özen gösterdim.
Türkiye’nin konjonktürel siyasi yapısının, Avrupa Birliği açısından
değerlendirilmesinde bile akademik verilere yer verdim. Ancak ülkemizde
gelişen son olaylar karşısında duyduğum rahatsızlıktan dolayı, kara
cahillere yaptıklarının doğru olmadığını göstermek amacıyla bu yazıyı
kaleme alıyorum.

Özellikle çarşaflarla ve başörtülerle sözde
miting alanına gelip bunu bir marifet sayarak başörtüsünü çıkarıp
yerlere atan ve hatta yakan, diğer bir ifadeyle başörtü takan
yurttaşlarımıza, analarımıza ve bacılarımıza hakaret ettiklerini
düşünen ve onları birer düşman olarak gören oysaki Yüce İslam dinimize
ve ona inananlara büyük saygısızlık yapan bu cahilleri yaptıklarının ne
kadar yanlış olduğunu anlatmak, vatanıma ve milletime en başta da
dinime olan borcumdur.

Müslüman kadınların başını örtmesi
Yüce Kitabımız Kuran-ı Kerim’ de açıkça belirtilmiş olup, başörtü Allah
(c.c.)’ın emridir ve ayet açıktır. Nur Suresi 31. Ayette Yüce Rabbim
şöyle buyurur; ”Mü’min kadınlara da söyle, gözlerini haramdan
sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. (Yüz ve el gibi) görünen kısımlar
müstesna, zînet (yer) lerini göstermesinler. Başörtülerini ta
yakalarının üzerine kadar salsınlar. Zinetlerini, kocalarından yahut
babalarından yahut kocalarının babalarından yahut oğullarından yahut
üvey oğullarından yahut erkek kardeşlerinden yahut erkek kardeşlerinin
oğullarından yahut kız kardeşlerinin oğullarından yahut müslüman
kadınlardan yahut sahip oldukları kölelerden yahut erkekliği kalmamış
hizmetçilerden yahut da henüz kadınların mahrem yerlerine vakıf olmayan
erkek çocuklardan başkalarına göstermesinler. Gizledikleri zinetler
bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar. Ey mü’minler, hep birlikte
tövbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz.”

Ahzap Sûresi, 59. Ayeti
kerimede ise; “Ey Peygamber!.. Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin
kadınlarına söyle, (kendilerini baştan aşağı örten) elbiselerinden
giyinip örtünsünler.” buyurmuştur.

Dikkat edilecek olursa
türban diye bir kelime geçmemektedir. Başörtüyü türban diye
adlandıranların amacı yalnızca insanlarımızın kafasını karıştırmaktır.
Benimde içinde bulunduğum ve okuduğum yıllarda, üniversitelerde
yasaklanan başörtüsü, tam anlamıyla din ve vicdan özgürlüğünü
kısıtlamakla kalmadı birde anayasamızda belirtilen demokratik, laik,
sosyal ve hukuk devleti olma ilkemize ters düşmüştür. Öyle ki bu yasağı
koyanların hiçbir geçerli sebebi de yoktur.

Anayasamızın,
din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması ile din ve vicdan
özgürlüğü anlamına gelen laikliğin sözde savunucuları Anayasamızı
bilmemektedir.

Anayasamızın 5. maddesinde; Devletin temel
amaç ve görevleri, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü,
ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin
ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve
hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle
bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri
kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli
şartları hazırlamaya çalışmaktır.

6. maddesinde; Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir.

10.
maddesinde; Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi
inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun
önünde eşittir.

12. maddesinde; Herkes, kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir.

40.
maddesinde; Anayasa ile tanınmış hak ve hürriyetleri ihlal edilen
herkes, yetkili makama geciktirilmeden başvurma imkânının sağlanmasını
isteme hakkına sahiptir.

70. maddesinde; Her Türk, kamu
hizmetlerine girme hakkına sahiptir. Hizmete alınmada, görevin
gerektirdiği niteliklerden başka hiçbir ayırım gözetilemez.

Görüldüğü üzere Anayasamızda da başörtüsünü kısıtlayan hiçbir madde yer almamaktadır.

Anayasamızın sözde savunuculuğu yapanların savundukları fikirler anayasamıza aykırıdır.

Bir
zamanlar bir kardeşimizin haykırdığı “Başörtüyü başımızdan çıkardınız,
ancak yüreğimizden çıkartamayacaksınız” sözünü herkese hatırlatmak
isterim.

Bu vesile ile din ve vicdan özgürlüğünü ülkemize
tekrar kavuşturarak içimizde ki kanayan yarayı durduran ve bu yasağı
kaldırmak için canla başla mücadele eden, Adalet ve Kalkınma Partisi
milletvekillerimize ve Milliyetçi Hareket Partisi milletvekillerimize
sonsuz şükranlarımı sunmak istiyorum.