21.6 C
Kocaeli
Çarşamba, Eylül 24, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1267

G-7’den G-8’e

1970 yıllarında dünyada yaşanan petrol fiyatlarının aşırı yükselişi ve buna bağlanan enflasyon oranlarındaki artış yüksek işsizlik oranlarına sebep olmuştur. Fransa Cumhurbaşkanı Valari Jiskar d’Esten krizin çözülmesi konusunda 6 Batılı ülke (Fransa, Almanya, İtalya, Japonya, İngiltere, ABD) liderini Paris’e davet etmiştir.  Bu zirve tarihe “demokratik ve gelişmiş 6 ülkenin zirvesi” olarak geçmiştir. Dünyanın sanayileşmiş ileri gelen ülkeleri kriz ortamından kurtulmak için gayri resmi olarak başlatılan toplantı ve görüşmeler sonunda ülkelerin ekonomik sistemin yeniden gözden geçirilmesi ve politik farklılıkların giderilmesi konusunda yeniden bir kolektif bir yapılanmaya gidilmesi gereği ortaya çıkmıştır. Sonradan Kanada’da dahil edilmiştir.

1975 yılında önemli sanayileşmiş ülke olan Kanada, Fransa, Almanya, İtalya, Japonya, İngiltere ve ABD’den oluşan G-7 (Yediler Grubu) kurulmuştur. 1977’den beri AB (Avrupa Birliği) temsilcileri de zirveler katılmışlardır. Rusya 1991 yılından itibaren zirveye davet edilmiştir. 1998 yılında Rusya’nın dahil edilmesi ile birlikte G-8 haline dönüşmüştür.

Yapılan zirveler sonucunda 1 Ocak 1995 yılında Dünya ticaret örgütünü (World Trade Organization, WTO) Ticaret ve Gümrük Tarifeleri Genel Anlaşması (Genaral Agrement on Tarifs and Trade, GATT) ‘nın yerine kuruldu. WTO çok taraflı ticaret sisteminin yasal ve kurumsal organıdır. WTO, Böylelikle Hükümetlerin iç ticaret yasalarını ve düzenlemelerini nasıl yapacakları hususunda yasal bir çerçeve ortaya koymaktır. Ve toplu görüşmeler ve müzakereler yoluyla ülkeler arasında ticari ilişkilerin geliştirildiği bir platformudur.(http://tr.wikipedia.org/wiki/)

G-8 grubunun toplumdaki algısı farklı farklıdır. “dünya hükümeti“, “zenginler kulübü“, “elitler kulübü“, “etkili ülkeler grubu” gibi ifadeler kullanılmaktadır. İşin en ilginç yanlarından biride Çin ve Hindistan gibi ülkelerin dahil edilmemesidir. Yapılan araştırmalarda Almanya’nın bu iki ülkenin katılımına çekince koyduğu yolundadır.

G-8 ülkelerinin ekonomilerine bakacak olursak, bu ülkelerin dünya ekonomisinin 2/3’sine sahip olduğunu görürüz. Dünya ihracatının yüzde 49’u ve sanayi üretiminin yüzde 51’i G-8 ülkelerine aittir. G-8’in bir merkezinin ve sekretaryasının olması G-8’e sırayla başkanlık eden ülkenin rolünü ve etkinliğini artırmaktadır. Zirvelerin konularını başkanlık eden ülkeler belirlese de, küresel sorunlar ve gündemdeki konular zirvelere damgasını vurur. (Stratejik Analiz)

Buradan da görüldüğü gibi G-8 ülkeleri dünya ticaretinin 2/3’sini elinde tutuyor. Ticareti elinde tutan güçler aynı zamanda dünyaya yön verecek politikalar üretip, bu ürettiği politikaları da diğer ülkelerin uygulamaya koyması konusunda ricaları oluyor.

Bu gerçekleri görerek yeni uygulanabilir alternatif politikalar üretmek lazım. Hamasi laflar değil.    

Egemenlik ve İtibar

Bir taraftan Türkiye Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı kutlamaktadır. Diğer taraftan,  egemenlik daha doğrusu milli olması gereken egemenlik tartışılır hale gelmiştir. Hayali AB üyeliği uğruna egemenliğin AB üyeliğinin gerektirdiği hallerde devredilebileceği de kabul edilmiştir.  Demokrasi açıklık ve şeffaflıktır; ama İsviçre’de  Ermeni tarafı ile yapılan görüşmeler ve tespit edilen mutabakatlar ve yol haritası adeta bir bilinmezdir. Üstelik bu müzakerelerde Dışişleri Teşkilâtının da önemli ölçüde dışlandığı iddiaları vardır. Bu müzakerelerin yapıldığı İsviçre, insan haklarını, ifade ve düşünce hürriyetini ayaklar altına alan,  sözde Ermeni Soykırımı iddialarını reddedenleri mahkûm eden sicili kötü bir ülkedir.  Gümrü ve Kars Antlaşmaları ile tespit edilmiş olan Doğu sınırımızın tartışıldığı iddiaları  gündemdedir.  Ermenilere bir an önce sınır kapısını açma nöbetine girdik. Büyük bir arzu ve istekle hazır olduğumuz bu büyük yanlış karşısında, Ermeni tarafı sınır kapısı dahil diğer tavizlerin soykırımı iddialarından ve diğer taleplerden kendilerini vazgeçiremeyeceğini   haykırmaktadır.

Ermenistan ile geliştirilecek, normalleştirilecek ilişkilerin ve sınır kapısının açılmasının şartları bellidir. Ancak,  yeni ABD Başkanı Obama’nın ziyaretinde ikram gibi sunulan,  ABD dayatmaları karşısında  sınır kapısı dahil verileceği anlaşılan birçok taviz Türkiye’nin itibarını kırmıştır. Tamir edilmesi mümkün olmayan gurur ve haysiyet zedelenmiştir. Bu kırılan gurur ve haysiyetin piyasa fiyatı yoktur. Türk Cumhuriyetleri ve Türk Bölgelerinde Batı ve ABD’nin istediği olmaktadır.  Türkiye rehber, inandırıcı, güvenilir ve ideal örnek olmaktan çıkarılmaktadır. Özellikle Azerbaycan ile ilişkiler bozdurulmaya çalışılmaktadır.

Diğer taraftan, ABD Genelkurmay Başkanı Türkiye’ye gelmiştir.  Ancak neler görüşüldüğü açık ve belli değildir. Ama yine bir milli egemenlik bayramımızı kutlamaktayız. Milliyetçilik kimsenin inhisarında değil; ama yıllardır milli hassasiyetlere  uzak duranların da milliyetçi olamayacağı tescil olmuştur. Belki onlara göre çağımız milliyetçilik  çağı değil; küreselleşme ve karşılıklı bağımlılık çağıdır. Milliyetçilik, Milli Mücadele ve Atatürk döneminde kalmıştır diyebilirler. Ancak, somut delilleri ile çağımız yükselen milliyetçilik ve bilhassa iktisadi milliyetçilik çağıdır. Bu ülkeyi yönetenler danışmanları da dahil bu ülkeye layık değillerdir. Türkiye, daha ciddi sözüne güvenilir, çelişkiler ortaya koymayan ve kaliteli insanlar tarafından yönetilmeye değer bir ülkedir.

Bütün bunlar olurken  seçim öncesi ve seçimlerde malûm ihanet çevreleri tarafından izin verilmeyen terör olayları  başlatılmıştır. Terör örgütü ile işbirliği yaptığı, onları desteklediği, Türkiye’nin toprak bütünlüğüne kasteden  milli egemenlik önünde en büyük engel ve ihanet odağı olanlar milli egemenliğin kalbi olan Meclisin içindedir.

Diğer taraftan, Ergenekon ismi yakıştırılan  Ümraniye davası  pehlivan tefrikası veya malûm diziler şekline bürünmüştür. Anayasa Mahkemesi Başkanı Sayın Haşim Kılıç’ın basına yansıyan açıklamaları demokrasiye bağlı ve onun yıpratılmasını kabullenemeyen herkesi düşündürmektedir. Ülkenin sorunlarını demokrasi içinde çözülemez noktaya getirmek; ciddi, aklı başında siyasetçilerin işi olmamalıdır. Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın ifadelerine göre, yargı siyasetle kuşatılmaktadır. Savcıların özel hayatı ile uğraşılmaktadır. Rövanş alma tetiklenmektedir. Suç sabit olmadan insanlar suçlanmakta, yargı kararı olmadan suçlu ilan edilmekte ve insanların onurları yok edilmektedir. Kimseye eşya muamelesi yapılamaz sözü Sayın Haşim Kılıç’a aittir. Demokrasinin işlemesi ve milli egemenliğin kullanılması, Meclisteki çoğunluk  baskısına göre şekillenmemelidir. Kaynağını halktan alan fakat hürriyetçi olmayan çoğunlukçu bir demokrasiyi değil; çoğulcu demokrasiyi benimsemeliyiz. Millet egemenliği çoğunluğa sınırsız yetki tanımak değildir. Ülkemizi gelecekte yeni kargaşa ve kamplaşmaların içine itmeyelim. Mutabakatlar bir ölçüde  geliştirilirken; bunları sarsacak ve ülkenin geleceğini karartacak kısır mücadelelere zemin hazırlamayalım.  Yakın tarihten ve 27 Mayıs 1960 Darbesi sonrası olanlardan ders alalım.

Ermenilerin Milli İdeali “4T” Gerçekleşiyor!

Son günlerde kamuoyunu meşgul eden ve bir anlamda gündemi oluşturan konu, Türkiye Ermenistan ilişkileri ile ilgili gelişmelerdir. ABD yeni başkanı Barack H.Obama’nın Çankaya köşkünde, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı makamında, “Ermenilerin soykırıma uğradığı hususundaki fikrim değişmedi” deyişi ve ağababa tavrıyla “Ermenistan sınır kapısını açın” emrini verdikten sonra, bizim malum zevatta bir telaş başladı!

24 Nisana “mutabakat antlaşması” yetiştirme telaşına düştüler. Ve olan oldu; aylardır Cenevre’de sürdürülen gizli-açık görüşmelerin taslak anlaşma metni parafe edildi, dışişleri web sayfasında askıya çıktı, her ne olduysa kısa bir süre sonra buharlaştı. Ardından 3-5 saatlik görüşmeden sonra ABD’ne mutlu haber uçurtuldu. Obama “soykırım” demeyecek diye derin bir rehavete kapıldık

Yahu, ABD’nin zaten 42 eyaleti “soykırım” iddiasını kabul etmiş, genel kongrede kabul edilse ne olur, edilmese ne olur; Obama “soykırım” dese ne olur demese… Ancak, buradaki inceliği anlamaktan geciktiğimiz için ya da göbekten olan “sicimle” bağlılığımızı çözemediğimiz için, ABD’ye gereken cevap verilemiyor.

ABD de çok güzel rol yapıyor ve Ermeni konusunu “demoglesin kılıcı” gibi tepemizde sallayıp duruyor. Her sene 24 Nisan yaklaştığında alıyor bir telaş; “soykırım” denecek mi denmeyecek mi? diye!

A be akıllılar, farkında değil misiniz ki ABD akıllı insanlar tarafından idare ediliyor; bir taraftan Ermenilere “soykırım” diyeceğim diye oy alıyorlar, diğer taraftan da Türkiye’ye, keza “soykırım” diyeceğim diye tavizler koparıyor. Kafkaslarda, Orta Doğuda, enerji ve su kaynakları üzerinde etkin kontrol sağlamak için Türkiye’yi “taşeron ülke” olarak kullanıyor. “Soykırım” konusunu kullanarak sürekli tavizler için baskı altında tutuyor.

Görüldüğü üzere bundan böyle Ermenistan’la önümüzdeki dönemde daha çok cebelleşmeye hazır olmalıyız. Bu akşam itibarıyla Türkiye’nin iç ve dış politikasında önemli ölçüde değişimlerin olacağına hazırlıklı olmalıyız. İmzalanan anlaşma metni sözde gizli, fakat herkes biliyor neredeyse.

Türkiye bir yandan Azerbaycan’ı teskin etmeye çalışırken bir yandan da ABD’ye sıcak mesajlar göndererek oyalama politikası geliştiriyor. Varılan mutabakatın içeriği, Türkiye’nin karanlık bir “labirente” doğru sürüklendiğini gösteriyor. Endişeliyim!

Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı, Başbakanı ve Dışişleri Bakanı tarafından yürütülen “düşmanla barışma” hamlesine, Ermenilerce hazırlanmış “kin ve nefret yüklü yol haritası” ile karşılık veriliyor.

Ey muhteremler, siz ne kadar yalvarırsanız yalvarın, Ermeni milli ideali olan “4T” yol alıp Anadolu’ya doğru ilerliyor! Türkiye’nin bu konuda bir istikrarı olmadığını çok iyi biliyorlar, Ermeniler.

Cumhurbaşkanı makamında oturan Abdullah Gül NATO zirvesinde yaptığı açıklamaları, bu ülkenin Başbakanı yalanlıyor, aksi yönden düzeltme yapılıyor. Ermenistan ve ağababalardan tepkiler gelince, “eksantrik” hareketler başlıyor, “…efendim konu yanlış anlaşılmış, münafıklar, kötü niyetliler konuyu saptırmış, mış.. mış.. mış.. Aslında Başbakan öyle değil de Dağlık Karabağ konusunda Azerbaycan ile Ermenistan arasında bir uzlaşma olmadığı sürece sınırın açılmayacağı anlamında garanti verdiği, hatta buna kefil olduğu..” yönünde irade beyanı medyayla şırıngalaşıyor. İyi de, Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan, “Karabağ konusu hiç konuşulmadı” diyor!

Kim doğru söylemiyor?

Devletin üst yönetimi zıt politikalar uygulamakta. Ermeniler de bunun farkında. Çünkü Cumhurbaşkanı ile Dışişleri Bakanı ayrı bir telden terennümler üretiyorlar, başbakan ayrı… Dışişleri Bakanı ile Ermenistan yetkililer arasında Cenevre’de (Neden Cenevre? Bunu da anlamak mümkün değil. İsviçre, Ermeni soykırım iddiasını inkâr edeni tutuklayacağını yasa haline getiren bir ülke. Yani taraflı bir ülkedir. Neden bu görüşmeler İsviçre’de? Dış İşleri Bakanı buna da cevap vermek durumundadır.) varılan mutabakatın tutanakları, Rus gizli servisi tarafından basına sızdırılınca, dışişleri bakanın yalanlaması da “ayar” tutmuyor. Ve “tek millet iki devlet” söylemi buz üzerine yazılmış yazıya dönüşüveriyor.

Türkiye’nin dış politikasındaki bu perişanlığı gören Ermenistan, karşı hamle yaparak, Ermeni stratejik araştırmalar kuruluşu olan “ACNIS” aracılığıyla bir bomba haber patlatıyor. “Türkiye Dışişleri Bakanı, 16 Nisanda Erivan’da MİSK toplantısı nedeniyle bulunduğu sırada bir anlaşmayı (sınırın da açılmasını kapsayan bir anlaşma metninin) imzalayacak” diye. Bizimkiler, son anda, Azerbaycan’ın Rusya’ya yönelmesi ve doğal gazı kesme tehditleri nedeniyle şimdilik kaydıyla anlaşma mayıs ayına askıya alınıyor. Buna, eski dilde, “ricat etmek” denir!

Ve 24 Nisan oldu, dün gece canlı yayında ABD’li çakma Hüseyin tarihi nutkunu söyledi. T.C.Cumhurbaşkanlığı makamında söyleyeceğini sakınmayan adam gidip ABD kongresinde niye söylemesin ki?

Çok acele tarafından, Ermeni dostlara uzatılan “barış eli” havada kalıyor. Efendim “soykırım” kelimesini kullanmamış! Ermeniler için “soykırımı” dememiş, “büyük felaket” demiş. Soykırımın Ermenicesinin (“Meds Yeghern”) “büyük felaket” anlamında olduğunu bilmeyenlere duyurulur.

Sevinenler sizi!

Peki, bu kelimenin Ermenicesi nedir; yani “soykırım” kelimesinin Ermenicesi? Tıpatıp olarak karşılığı “büyük felakettir.”

Anlaştık mı?

Şimdi bizim şu ABD “yalakaları” ne diyecekler buna? Diyecekleri belli; kutlama yapacaklar!

Güneşten teni yanık çikolata renkli Bay Başkan ne güzel harcadı bizim “yalak” takımını değil mi?

Aferin sana Bay Başkan, elli kere aferin…

Kelimelerin arkasına sığınıp “kıvırtmaya” gerek duymadan, İngilizcesini de atlayarak, işin orijinal deyimi olan Ermenicesini kullanarak (“Meds Yeghern” yani “büyük felaket”) söyledi söyleyeceğini. Ermenilere verdiği sözü tuttu, kıvırtmadı. Bizimkiler de durmadan yazılı ve görüntülü medyada “soykırım demedi” diye sevinç çığlıkları atacaklar neredeyse!

Bakar mısınız şu sefalete, cambazlığa, tutarsızlığa, ilkesizliğe Ülkenin şu içler acısı durumuna! Sözde delikanlılık yaparak “racon” kesen bizim bazı “efelerimiz” şimdi neredeler acaba? Sesleri neden kısıldı?

“Dağlık Karabağ sorunu çözülmeden sınırın açılmayacağı garantisi veriyorum” diyen bir başbakanı yalanlayan anlaşma metninde Karabağ lafı bile yok!

Kaldı ki aynı başbakan Milli Egemenlik günü olan 23 Nisan Resepsiyonunda bunun tekrarlıyor. Ermenistan Devlet başkanı Sarkisyan da “Karabağ konusu hiç konuşulmadı bile” diyor.

Peki, kime inanalım?

Ermenistan anayasasına göre, Doğu Anadolu’daki birçok il Ermenistan sınırları içerisindedir. Milli sınırı belirleyen Kars Anlaşmasını Türkiye-Gürcistan-Rusya tanımlayıp onaylamasına karşın, Ermenistan’ın tanımaması, kendi anayasalarındaki bu hükmüyle sabittir. Eğer askıya alındığı söylenen anlaşma metninde Kars anlaşmasının tanınması gibi bir varsayım varsa ki sanmıyorum, zaten bunun gerçekleşme ihtimali çok zayıftır. Çünkü bu hükmün gerçekleşebilmesi için, Ermenistan’ın anayasasını değiştirmesi gerekir. Böyle bir hükmün pratikte uygulanma şansı sıfırdır.

O zaman neden konabilir böyle bir ifade?

Olsa ve dahi olsa, konuş sebebi, sadece kamuoyunu aldatmak ve heyecanını dindirmek, tepki reflekslerini yontmak olabilir.

En önemlisi, anlaşma metninde “soykırım” iddiasından vazgeçme şartı da yok. Bunun anlamı şudur; “..ey Ermenistan, siz bizi soy kırmakla itham etmeye devam edin, ama biz yine de sizinle olan sınır kapımızı açacağız, ticaret yapacaksınız, ekonomik olarak rahat nefes alacaksınız, biz iyilik meleğiyiz, yanağımıza attığınız tokat için tepki vermek yerine öteki yanağımızı da çevireceğiz!” değildir de nedir?

Türkiye için Ermenistan vazgeçilmez mi?

Ermenistan, Türkiye için vazgeçilmeyecek öneme sahip bir ülke olmadığını herkes bilir.

Peki, neden bu kadar “önemli ülke” haline getirildi?

Büyük bir nüfusu da yok, ekonomisi de zayıf, 2-3 milyon civarındaki nüfusun çoğunluğu “İrevan”da (Erivan’ın esas adı  “İrevan”dır) yaşıyor. Ülkenin büyük bir kısmı dağlık, verimsiz topraklardan oluşmuş. Dolayısıyla Ermenistan’dan alacağımız, yararlanacağımız ne ekonomik, ne kültürel, ne siyasal ne de başkaca bir sebepten dolayı “vazgeçilmez” öneme sahiptir.

Fakat Ermenistan diplomaside başarılıdır. Yiğidi öldür, hakkını da vermek gerek. Ermenistan, son derece uluslar arası diplomatik gücünü kullanarak ve “mağdurluk” rolünü oynayarak, Türkiye’nin dış politikasında yerini almış olan, “iki devlet, tek millet” parolasını anlamsızlaştığını gösterme başarısını elde etmiştir.

Ermenistan’ın önemi komşularından kaynaklanıyor. Ermenistan kimlerle komşu?

Topraklarının %20sinin Ermenilerce işgal edilen Azerbaycan, İran, Gürcistan ve Türkiye.

Bunlar arasında Türkiye ve İran önemlidir. Özellikle Türkiye, Ermenistan’ın tarihi, kültürel, siyasi, ekonomik ve insani yönden kendini “bağımlı” hissedebileceği bir ülkedir. Ermeni milli ideali olan “4T” Türkiye üzerine inşa edilmiştir. Türkiye, Ermenistan için Dünya ile her alanda iletişim kurabileceği bir ülke konumundadır. Ancak, Ermenistan’ın esas önemi, kendi çıkarları bağlamındaki menfaatler ve Türkiye ile tarihi ilişkilerinden çok, ABD’nin menfaatlerine aracılık yapabileceği için “önemli ülke” konumuna getirilmiştir.

Kim tarafından?

Başta Türkiye Cumhuriyeti’ni yöneten üst yönetim tarafından! Onların gayretkeşliği, resmi ağız olarak yaptıkları açıklamalar Ermenistan’ı “önemli ülke” konumuna getirmiştir.

Peki, neden böyle oldu?

Çünkü Kafkasları kontrol etmek isteyen ABD için Ermenistan jeopolitik bir konuma sahiptir. Yerine göre Rusya’ya kafa tutma cesaretini gösteren Gürcistan ve Ermenistan ile birlikte ABD’nin kontrolüne girerse, Kafkaslarda ve devamında tüm Orta Asya’yı kontrol edebilme şansına sahip olur.

Ayrıca, Ermenistan’ın İran’la sınırının olması da, ABD’ne, İran’daki aleyhtarlığını maniple edebilme kolaylığını sağlar. İşte bu anlamda Ermenistan “önemli ülke” statüsüne gelmektedir. Yoksa ne Ermenistan, Türkiye’ye yönelik menfur milli ideali olan “4T” den vazgeçmiş, ne de Türkiye’ye herhangi bir ekonomik katkı yapacaktır.

“Ağababa” öyle emretti, öyle oldu!

Amerikalı politikacıların, özellikle her iktidar değişimlerinde, Ermeni nüfusunun oyuna verilen tavizin bir karşılığı olarak diasporanın emellerine uygun söylemlerde bulunması da kaçınılmazdır. Obama da bunu yapmıştır.

ABD’nin Kafkaslardaki çıkarlarına yönelik planların bir parçası olan Türkiye-Ermenistan gizli-açık görüşmelerinin ardındaki esas amaç budur, bunun iyi anlaşılması gerekir. Bunun için de Türkiye “taşeron ülke” konumuna itilmektedir. Bu ilişkilerin Türkiye’nin menfaatine yönelik gelişmeler içermediğini Himalayaların “inzivadaki keşişi” bile biliyor da, bizim muhteremler bilmiyorlar mı?

Tabii ki biliyorlar!

Biliyorlar, yine de ABD desteğindeki Ermenistan, Türkiye’nin dış politikasında birden çok konuşulan “önemli ülke” konumuna gelebilmektedir.

ABD Başkanı Barack H. Obama, ülkemizin terör sorununa “es geçme” anlamında ifadeler kullanırken, Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin derhal “normalleştirilmesi” yönünde telkinde bulunabilmektedir. Hem de Devletin en üst makamında!

Aklı başında olan herkes bunun, bir “direktif” olduğunu biliyor!

Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı 23 Nisan Resepsiyonu’nda, “Bütün bu yapılanlar hem Türkiye, hem de Azerbaycan’ın çıkarı içindir. Eğer bütün bu işler başarılı neticelenirse, bundan hem Türkiye, hem Azerbaycan, hem Ermenistan, hem de bütün bölge faydasını görecektir.

Devletin Cumhurbaşkanı acaba bu “fayda” ifadesinin boyutlarını açabilirler mi?

Acaba nakil hatları Ermenistan üzerinden de geçmesi düşünülen “NABUCCO” enerji nakil projesine atıfta mı bulunuyorlar?

Bu projenin esas amacı, AB ülkelerini enerji nakil hatlarını kontrol etmek isteyen ABD projesi olduğunu politikacılarımız bilmiyorlar mı?

AB ülkelerinin enerji supabını, Ermenistan aracılığıyla kontrol eden bir ABD, gerektiğinde kendine tavır alan AB ülkelerine yaptırım da uygulayamaz mı?

Enerji nakil hattının yönetiminden uzaklaştırıldığı iddia edilen Türkiye yerine, yönetim ve denetim inisiyatifinin Ermenistan’a bırakılarak “büyük koz” verilmek istendiğini mi kastediyorlar?

“Normalleştirilme” sadece Türkiye-Ermenistan’ı ilgilendirdiğine göre neden tüm bölge ülkelerini ilgilendirsin ki? Örneğin İran’ın, Gürcistan’ın bundan ne yararı var? Türkiye’nin bu iki ülke ile zaten en üst düzeyde ilişkileri devam ediyor. Türkiye-Ermenistan ilişkileri bu ülkelerin çıkarlarına nasıl bir katkı yapabilecek? Ermenistan, Azerbaycan hariç, zaten bu ülkelerle ilişkilerini sürdürüyor. Bu soruların yanıt bulması gerekir.

“Kafkasların ruhu” anlamına gelen, artık o anlamı yüklenen, Azerbaycan ile yakınlığın ifadesi olan “iki devlet bir millet” ifadesinin niteliğini bozacak girişimler, Türkiye’ye nasıl bir yarar sağlayabilir?

Kafkasların, Orta Asya’nın enerji kaynaklarını kontrol eden ABD gerektiğinde Doğu Avrupa ve Rusya’ya da “müdahil” olmayacak mı?

O takdirde bu projeye hizmet eden “iyi komşuluk”

Statüsünü tartışılır hale getirmez mi?

ABD’nin dünya jandarmalığını etkin kılan stratejilerin başında, enerji kaynaklarını kontrol edebilmekten geçtiğini, işin erbabı herkes çok iyi biliyor. ABD de bunu açıktan fakat farklı “kamuflajlar” yaratarak uyguluyor. Bu kontrol mekanizmasının, aslında “aidiyeti” olan bölge ülkelerinden ABD’nin emrine geçmesi için Türkiye’yi yöneten üst yönetimin gayretkeşliğinin sebebi nedir, bunun bir gerekçesi var mıdır? Türkiye Cumhuriyeti’ni idare eden yönetimin bu sorulara makul ve geçerli cevap vermesi gerekiyor.

Son olaylar, Ermenistan’ın ABD gücünü ardına alarak Türkiye üzerinde “cüce” boyuna rağmen başarılı bir politika uyguladığını göstermektedir. Siz ne kadar alttan alırsanız alın, ne kadar taviz verirseniz verin, ne kadar “defne dalı” uzatırsanız uzatın, Ermeniler, ellerinde “4T” bayrağı ile Ağrı dağına doğru her sabah “ant” içmektedirler.

Büyük Felaket!

Her ABD başkanının dönemi dünya için büyük felaket olduğu gibi, dünyanın “sempatik başkan” yanılgısına uğradığı Obama’nında dünya için BÜYÜK FELAKET olduğu kısa sürede anlaşıldı.
Afrika çocuğu denilen, Müslüman çocuğu denilen Obama’nın da ne çocuğu olduğu ortaya çıktı. Meğer o’da Sam amca çocuğuymuş, o’da Yahudilerin, Ermenilerin kankasıymış.

Ermenilerin Müslüman katliamlarını görmezden gelip, ölen Ermenileri kastederek “Büyük Felaket” tabirini kullanan Obama’ya sormak lazım;

1970’li yıllarda başlayıp halen devam etmekte olan Afganistan katliamı Büyük Felaket değil midir!?

1990’da başlayıp, periyodik aralıklarla katledilen ve halen devam eden Irak’lı Müslümanların katledilmesi Büyük Felaket değil midir!?

Karabağ’ın işgal edilmesi, Lübnan’ın harap edilmesi, Çeçenistan’da etnik kıyım, Doğu Türkistan’da tank paletleri altında Müslümanların katliamı ve daha niceleri, bırakın Büyük Felaket olması, neden küçük bir felaket olarak bile adlandırılmadı?

ABD’de bir avuç oy potansiyeli olan birtakım Ermeni’nin geri zekâlıca yapmış olduğu hesap sonucu ortaya koydukları Ermeni savaş kaybı (1,5 Milyon) Büyük Felaket olarak seslendiriliyor.

Daha önceki yazılarımızda da bahsettiğimiz gibi, ABD, İngiliz ve İsrail canileri yıllardır tüm gelişmiş silahlarına ve gerçek manada bir güçle karşı konulmamasına rağmen katlettikleri Irak’lı Müslümanlarının sayısı, yeni yeni 1,5 milyona yaklaştı.

Gerçek bu iken, sadece 1915 yılında, ilkel silahlarla, kasaturalarla ve dengeli bir güçle savaşarak (Denge eşit değilse, Ermeni lehine bir denge vardı, çünkü birçok dış mihraktan destek alıyordu) nasıl 1,5 milyon Ermeni’yi öldürmüşmüşüz!

Bu, yalandan öte bir şey.

İftira bile denmez buna, çünkü matematik kurallarına aykırı.

İftiranın da bir mantığı, bir ölçüsü olur.

Hal böyle iken Japonya’dan girip, Güney Kore, Afganistan, Irak yani dünyanın dört bir yanında yıllardır katliam yaparak, hem genelde Müslüman nüfusunu azaltan, hem İslam ülkelerinin gelişmesini engelleyen ve hem de silah sanayini devamlı geliştiren katil bir ülkenin başkanı, asırlık bir olayı ters düz ederek, kankalarını sevindirme adına saçmalaması, en hafif ifadeyle, çifte standarttır.

Japonya 30-40 yılda etrafında geri kalmış ülke bırakmazken, dünyaya demokrasi nutukları atan ABD’nin çevresinde gelişmiş hiçbir ülke bulamazsınız.

Biraz gelişmeye yüz tutan ülkenin hemen bir şekilde tepesine biniliyor.

Falkland adaları işgali bahanesiyle Arjantin’i İngilizlere dövdürmesi bundandır.

Küba kapılarını sıkı sıkıya kapalı tutmasındaki maksat da bundandır.

Çünkü kendi gölgesinden bile korkuyor.

Ermenilere ve özellikle Yahudilere karşı duydukları sempatinin altında da yine korku yatmaktadır.

Yahudi’den en son korkmayan ABD başkanı, Kenedi idi…

Onun cesaretinin de neye mal olduğunu hiçbir başkan ve başkan adayı unutmamakta ve cesaret gösterme gibi bir aptallığa! düşmemekteler.

Ancak diğer ülkelere ve diğer insanlara zulmederek hiçbir devlet sonsuza kadar ayakta duramamış, duramaz.

Görünen o ki, ABD’de gölgeler günden güne büyüyor.

“Bir yerde küçük insanların büyük gölgeleri oluşuyor ise, orada güneş batıyor demektir!”

 

Kaderimden Sorumlu Değilim

0

Ali Bey, dost canlısı, samimi bir insan. Öğretim üyesi, profesör. Bir konferans için gelmiş kentimize. Konferans öncesi oluşan dost meclisinde tanıştık. Sohbetinin bir yerinde şöyle dedi: “Zaman zaman kader hakkında sorular soruyorlar bana. Soranlara diyorum ki: ‘Kader konusunda konuşmak saatleri alır, size şunu sorayım. Siz şu an bulunduğunuz konumdan memnun musunuz?’ Genellikle hayır cevabı alıyorum. Demek ki sizi birileri getirdi buraya, siz istemeseniz de buradasınız. İşte kader budur.” Ben de kendimce düşünmüştüm kaderi; ancak bu kadar veciz anlatamamıştım.

Şehrimizin saygın sağlık kuruluşlarından birinin hem ortağı hem işletmecisi olan Yaşar Bey katıldı sohbetimize. Bir olay anlattı. Olay Pamukova civarında yaşanmış: Bir fabrika işçisi, her gün işine gittiği servis minibüsünü o gün kaçırır. Mesaisine yetişmek zorunda. Bir taksi tutar, taksiciye kendisini servise yetiştirmesini söyler. Birkaç kilometre sonra taksi servis minibüsünün önünde durur ve işçi servisine biner. On dakika kadar gidilir. Karşıdan gelen bir kamyon, işçileri taşıyan servise ortadan vurur. Minibüste bir kişi ölür. O da az önce servisi kaçırdım diye paniklediği için taksi tutan fabrika işçisidir. Sanki eceline taksi tutmuştur rahmetli.

Bu tip olayları her birimiz duymuşuz veya yaşamışızdır. Bilmiyoruz neyin ne olacağını. İşte geldik, işte gidiyoruz. “Kısmetindir gezdiren yer yer seni / Arşa çıksan akıbet yer yer seni.” diyen şair gibi. Kaderin adını “kısmet” koymuşuz. Derler ya: Bindik alamete, gidiyoruz kıyamete. “Ben istedim de oldu.” diye bir şey yok. Görünmeyen bir elin gücüyle, tenimizi okşamayan rüzgarın yönlendirmesiyle bir yerlerden buralara geldik. Yarın nerede olacağımızı bilmiyoruz. Var mı olacağı yerin garantisini verebilecek kişi? Buna kaderini çizmek denir. Kader haritamızı çizmek, ne yeteneğimiz dahilinde ne görevlerimiz arasında ne da yetki alanımızda…

Hüseyin Bey dostum geldi geçen gün. Yapacağı iş değişikliğiyle ilgili istişare yapmak istemiş benimle. Bildiklerimi, gireceği ortamla ve yapacağı işle ilgili kaygılarımı anlattım kendisine. Her şeye rağmen gelen teklifi değerlendirmesini önerdim. Şunu söyledim: “İnsanın nerede bulunduğu o kadar önemli değil, bulunduğu yerde ne yaptığı önemli. Bulunacağımız yeri biz seçemiyoruz; ancak bulunduğumuz yerde yapacağımız işin kalitesini biz belirliyoruz. Bizi değerli kılan, bulunduğumuz yer değil, orada üzerimize düşeni ne kadar güzel, ayrıcalıklı yaptığımızdır. Budur insanı üstün yapan meziyet.” Hüseyin Bey, sanırım ikna oldu, teşekkür ederek ayrıldı.

Her zaman derim: Ya bir işi ilk yapan sen olacaksın ya da yapılan işi en iyi yapan sen olacaksın. İlk yapan olmak, her zaman mümkün olmayabilir, en iyi yapan olmak mümkündür. Bu bir terbiyedir, ahlaktır. Toplum olarak, bu konuda eksik olduğumuzu söyleyebilirim. Atasözümüzde bile, “Üzüm, üzeme baka baka kararır” denmiyor mu? Üzüm, birbirine bakarak niçin ağarmıyor da kararıyor?

Kötüden örnek olmaz. İyiler, daima iyileri örnek almalılar. Kader haritamızı çizemiyoruz; fakat dünya haritasının kaktüsü değil, gülü, lalesi, sümbülü olabiliriz. İşte, imtihan burada başlıyor. İyi olmak ve bir şeyin en iyisini yapmak…

Vicdanları devreye sokmalıyız. Ombudsmanlık görevi vermeliyiz ona. Fikirlerimiz, zihinlerimiz, bedenlerimiz uzak kalıyor vicdanlarımızdan. Bizi erdemli, ayrıcalıklı yapan bu gücü ihmal ediyoruz. Korkuyoruz onunla baş başa kalmaktan. Ayıplarımızı, hatalarımızı, günahlarımızı söylüyor bize. Eleştirilmek hoşumuza gitmiyor. Kusurlu da olsak, haklı görünmek nefsimizi okşuyor. Nefsimiz, bizi bir kurt gibi kemiriyor, farkında değiliz bunun. Yolun sonuna gelince kaderi suçluyoruz. Hepimiz yel değirmenlerine saldıran Donkişot’uz.

Bırakalım kaderle uğraşmayı artık. Kendimize bakalım, içimize bakalım. İyilikler yapmak adına vicdanımızı dost edinelim. Ben, istediğim için gelmedim dünyaya, dünyadan gidişim de bana sorulmayacak. İstediğim için de bu ülkede yaşıyor değilim. Zaman ve mekan bana emanet. Kötü olan, zamana ve mekana ihanet. Bize yakışan letafet. Mekanınız neresi olursa olsun, ameliniz güzel olsun.

Eğitim ve Siyaset

Eğitim cehaleti ortadan kaldırıp gelişmeyi, ilerlemeyi sağladığı için çok önemlidir.
Bunun içindir ki İslam dini eğitime özel bir önem vermiştir. İlk gelen vahiyde eğitimle ilgilidir.

Eğitimin diğer önemli bir özelliği de memleketi idare eden bürokrat ve siyasetçileri yetiştirmesidir. Siyasette önemli bir husustur. Memleketin (milletin) kaderini büyük oranda siyasetçiler belirler. Ya perişan edip süründürürler ya da kalkındırıp yüzünü güldürürler.

Eğitimciler siyasetçileri yetiştirir, siyasetçilerde halkı yönetir. Dolayısıyla bir ülkenin eğitimi ne kadar kaliteli ise siyasetçileri de o kadar başarılıdır. Eğitimle siyaset birbirlerinin aynasıdır.

Eğitimle siyasetin bir benzerliği de hedef kitleleri etkilemek onların üzerinde etkili olmaktır. Şöyle ki;
Eğitimde eğitimci vardır onun verdiği mesaj vardır, mesajı veriş şekli, bu mesajın dinleyenler üzerindeki tesiri önemlidir. Eğer bu mesaj doğru bir yöntemle verilmişse dinleyiciler üzerinde olumlu davranış değişikliği olarak geri yansır. Amaç gerçekleşmiş emek ve zaman boşa harcanmamış olur. Burada sonuç alınamıyorsa ya mesajı veren eğitimcide, ya da mesajı veriş şeklinde bir hata vardır, başarı için mutlaka bu hata doğru tespit edilip düzeltilmelidir.

Aynı durum siyaset ve siyasetçiler içinde geçerlidir.

Siyasetçilerinde mesajı dinleyicilerin anlayıp ikna olabilecekleri şekilde yani doğru bir metotla vermeleri esastır.

Başarılı olan siyasetçiler halkın düşünce ve duygularını iyi bilen mesajını en etkili bir şekilde verendir. Siyasette mesajın doğru verilip verilmediği seçimlerde, sandıkta belli olur. Siyasetin geri dönüşüm kutusu sandıktır. Siyasetçilerin başarı ve becerisi sandıktan çıkan oyla ölçülür.

Eğitimde başarısızlık belki öğrenci seviyesinin düşüklüğü ile açıklanabilir ama siyasette başarısızlığın faturasını halka kesemezsiniz.

Çünkü siyaset halk ile beraber halk için yapılır. Siyasette aradığı, beklediği başarıyı bulamayan yerel yada genel siyasetçiler önce bir durum değerlendirmesi yapıp hatanın nerede ve kimden kaynaklandığını doğru tespit etmelidirler.

Hata ya kendinde yada ekibinde ya teşkilatlarında yada mesajı veriş tarzındadır. Unutmamak gerekir ki on tane mazeret bir tane başarının yerini tutmaz. Yalana ve iftiraya dayalı çamur siyasetinin de başarı getirmeyeceği unutulmamalıdır.

Siyasette kendi fikirlerini, projelerini anlatmayı unutup sürekli başkalarını kötülerseniz seçmen buna prim vermez. Başkalarının hataları sizi yüceltmez. Sizi yücelten sizin doğrularınızdır. Siyaseti pozitif yapmak gerekir. Yani kendi projelerinizle seçmenin karşısına çıkmak, kendini anlatmak gerekir. Zaferle değil, seferle görevliyiz anlayışıyla siyaset yapan dost ve kardeşlerim eğer bekledikleri başarıyı bulamıyorlarsa doğru bir şekilde durum değerlendirmesi yapıp nerede hata yaptıklarını doğru tespit etmeli ve hatalarına son vermelidirler. Bunun içinde mutlaka bir özeleştiri yapmalıdırlar.

Doğru bir görüşü yanlış metot ya da üslup ile anlatıyorsanız hedef kitle üzerinde beklenen etkiyi yapmayabilir.

Unutmamak gerekir ki siyaseti halka rağmen değil, halk ile beraber yaparsanız başarılı olursunuz.  Aksi takdirde davanıza ihanet, dostlarınıza hakaret eder bindiğiniz dalı kesmiş olursunuz.

Eğitimciler ülkeyi idare edenleri yetiştirirlerde, kendileri neden ülkeyi idare etmeyi düşünmezler.

Siyasetteki ayak oyunları eğitimcilerin sendikalarında kooperatif ya da ticari ortaklıklarında olmuyor mu? Yani alicengiz oyunlarına hepten yabancı değiller.

Eğitimdeki tecrübenin siyasette başarı getireceği kanaatindeyim. Eğitimcilerin bu konuyu düşünmeleri gerekir.

Öğrencilerinizin yaptığı işi sizde yapabilirsiniz.

Bu Sendikalar Ne İşe Yarar?

Bir: Hayatı boyunca herhangi bir sendikanın kapısından içeri girmemiş bir insanın “Bunlar hep yiyici” yada “Sendika ağaları var ya” girizgâhlı cümle kurmalarına yarar.

İki: Milâttan yani İhtilâlden önce oluşan dış kaynaklı hava akımından mirasyedi olarak kulağına bir damla yel kaçan vatandaşımızın “Bunlar siyasilerin arka bahçesi” demelerine yarar.

Üç:Ben sendikalara inanmıyorum” klişesiyle hayata güvensizlik ve cesaretsizlik bağıyla bağlandığı halde sözde çağdaş bir söylemin günaşırı suyunu sıkmaya yarar.

Dört: Yaşamını sanki çoğulculuk ve katılımcılık yörüngesine oturtmuş da “Birleşsinler de öyle gelsinler” repliğiyle tüm renkleri tek renge çevirmeye çalışan kalıpçıların çevreyi torna tezgâhı gibi kullanımına yarar.

Beş:Siz gidin dövüşün gelin, benim işim var” marka ve modelli ikinci el tam siper hikâyelerine karşı işbu sorgu – sual yazısını yazılmasına yarar.

PEKİ, YA SENDİKALAR NE İŞE YARAMAZ?

Bir; çalışanların koruyucu şemsiyesi olduğu halde yazın kavurucu sıcağında tatil şezlongu ve güneşliği olmaya yaramaz.

İki; bireysel emeğin nazenin ve kırılgan yalnızlığının mukavim öncü birlikleri olarak ön safta savaştığı halde kahvehanelerdeki can sıkıntısı savaşlarında paralı askerliğe yaramaz.

Üç;Yalnızlık Allah’a mahsustur‘ kaidesi uyarınca meslek guruplarına aerodinamik sosyal üniteler oluşturmasına karşın tek kişilik koroların vokalciliği istihdamına yaramaz.

Dört; ‘Testiyi kırmadan önce‘ düsturuyla ve insan olanın başına her zamana iş gelebilir mantığıyla “Taş düşebilür, ayı çıkabilür” levhalarıyla yol işaretçiliği yaptığı halde ‘kendi düşen ağlamaz‘ şarkısına nota olmaya yaramaz.

Beş; kazanımlardan ve ‘Kolaylaştırın, güçleştirmeyin‘ prensiplerinden muhtelif çap ve markada pilavlar, makarnalar ve salatalar imal ettiği halde malzemesiz/aşçısız kudret helvaları ve bıldırcın eti sofraları kurmaya yaramaz.

Benim memurum işini bilir” demişti Özal. Biz de ‘şair burada ne demek istemiş‘ diyerekten sorumuzu kamuoyunun takdirine tevcih ediyoruz:

a-) Benim memurum, çoluk – çocuğunun rızkını kazandığı işinin kıymetini bilir ve maaşını hakederek yapar.

b-) Benim memurum, ‘neka ekmek, oka köfte‘ formülasyonuyla iki reklam veya iki geyik arasında yarım ekmek tutarınca iş yapar.

c-) Benim memurum, ‘işini aşıran en kahraman‘ fehvasınca belli bir işten türev ve integral yardımıyla nice işler, biricik taştan nice kuşlar çıkarır.

d-) Benim memurumun işi iş, tuzu kurudur. Ev, bark, hisse senedi, tahvil, kart, kabekart.. ne ararsan var‘ın gizli koleksiyoncusudur.

e-) Benim memurum, sendika sürülerinden ayrılarak Hükümetlerin onu daha kolayca ham yapmasını kolaylaştırır.

Sendikalar, ayakkabı çekeceği değildir. Saç kurutma makinesi de değildir.

Sendikalar, birbirlerinin hasımları yada kuyu kazıcıları değildir.

Sendikalar, hayır kurumları veya cami dernekleri değildir.

Sendikalar; demokrasinin kenesi, anayasa güvesi yada toplumsal düzenin defosu değildir.

Tuhaf! Ne olmadığınızı anlatmaktan n’idüğümüzü ve ne işe yaradığımız anlatmaya sıra gelmiyor. Önyargıları parçalamak atomu parçalamaktan, zan ve isnatları parçalamak ise safradaki taşları parçalamaktan daha zor.

Baka Hoca Nasreddin! Sendikalar bindiğimiz dallardan birisidir. Kesmeyegör !

Karikatür ve Din

Din, kimsenin ilgisiz kalamadığı bir konudur her zaman.  Yaşayanı da yaşamayanı da dinle etkileşime girmiştir. Kimi teslim olup yaşayarak, kimi direnip saldırganlaşarak… Bu durum karikatürlere de yansımıştır.

Hasan Kaçan, 1970-80’li yıllarda Türkiye’de en çok satan mizah dergilerinde karikatür çizmiş bir karikatürcüdür. Kendisi karikatür çizdiği gençlik dönemlerinde Tanrı’yı reddeden düşünce akımlarının etkisinde kaldığını, fakat daha sonraları kendi deyimiyle “dine yaklaşınca” bu etkiden kurtulduğunu belirtir.

Sanatçı dediğin…

O yıllarda yaşadıklarını ve yorumlarını “Haltt” ismini verdiği bir kitapta topladı. Bu kitabın bir yerinde aşağıdaki satırları yazıyor:
“70’li yılların moda akımıydı devrimcilik. Marks’ın, Engels’in kitapları toplu olarak okunur, arkasından da okunan konular üzerine grup tartışmaları yapılırdı. Marks kafaya takmıştı bir kez; geleneği, aileyi ve dini dünya üzerinden silecek, işçi sınıfının biricik öğretisi ‘bilimsel sosyalizm’i getirecekti hesapta.

Devrimcilerin tartışmaları da genelde bu konuları kapsardı. ‘Allah var mı, yok mu?’, ‘Aile, burjuvazinin mallarını satmak için pompaladığı bir kurum mu?’, ‘Gelenek, yobazlık veya tutuculuk mu?’

Bizim gibi, sanatçı olmak için illa da devrimci olmak gerektiğini sanan gelenekten yetişmiş, Anadolu kökenli yeni yetmelere devrimci ağabeyleri öncellikle metafiziğin bilime aykırı olduğunu, Tanrı diye bir şeyin olmadığını, insanın kolaylıkla ailesini (anasını, babasını, kardeşini, karısını) gözden çıkarabileceğini öğretmekle görevliydiler.

Kolay değildi, yıllarca geleneksel kültür ve geniş aile içerisinde pişmiş bu çocukları tekrardan eğip bükmek… Devrimci ağabeyler okuma seansları, bilinçlendirme seansları, gece dersleri, hakikaten zorlu bir işi becerip, bu hıyar Anadolulular’ı gerçek birer devrimci yapma yolunda ciddi mesafeler katetmişlerdi. Artık bizler (hâşâ) Allah’ın olmadığına, ailenin saçmalığına, ana babanın, geleneğin, insanın karşısında sırf baskı unsuru olarak bulunduğuna inanıyorduk…”

Arabesk devrim

Hasan Kaçan, yazının devamında bu inanışta olmalarına rağmen o yıllardaki bazı arabesk şarkıcıların söyledikleri “Yarabbim sen büyüksün, Yarabbim sen gönülsün…”, “Tanrım senden başka kimim var ki! Yok yok yok…”, “Tanrı istemezse yaprak düşmezmiş / Tanrı istemezse insan ölmezmiş…” gibi şarkılardaki Allah inancıyla ilgili mısraların “Marks’ın öğretilerini bir anda dumura uğrattığını” ve  içki içip sarhoş olduktan sonra devrimci ağabeylerinin de dayanamayıp bu arabesk şarkıları söylediklerini biraz da mizahi bir dille anlatır.

Peki 70’li yıllardan bugüne devrimci ağabey profilinde bir değişme olmuş mudur? Dikkat edilirse bu profilin özelliği “bilimsel sosyalizm” adı altında  İslâm’ın inanç esaslarını reddetmek ve bu reddedişlerini  yaymak içinde “sanatı”  kullanmalarıdır. Nitekim Hasan Kaçan “Bizim gibi sanatçı olmak için illa da devrimci olmak gerektiğini sanan…” cümlesini kullanır. Yani bir bakıma “sanat” ve “sanatçı olmak” onların tekeli altındadır. Ve bu sanatçıların ilk hedefi de dindir. Türkiye’de ise İslâm Dini. İslâm’ın iman esaslarına, müslümanların bu iman doğrultusunda yaşamalarına ne kadar çok saldırırsan o kadar “büyük sanatçı” olursun!..

Bugün 70’li yılların devrimci ağabeylerinin söylemleri artık yazılı ve görsel medyada fazla yer almıyor. “Bilimsel Sosyalizm” tabiri yerini “Sekülerizm”e (dini kabul etmeyen, dünyacı anlayış) bırakmış ve bunun üzerinden sanat ve sanatçı tanımlamaları yapılmaya başlanmıştır. Seküler anlayışta ateizm (Tanrı tanımazlık) propagandası yoktur. Fakat Batı kökenli bu anlayış da, dinin toplumsal hayattan çekilmesini amaçlamaktadır.

İster sosyalizm adına olsun ister sekülerizm, taraftarları kendilerini dine gösterilen tepki üzerinden kanıtlamaktadırlar. Kullandıkları bir saldırı metodudur. Fakat saldırdıklarını da kabul etmezler.

Savunma ve eleştiri

Bu saldırılara müslümanlar başlangıçta savunma pozisyonuna geçerek tepki vermişlerdir. “Ne olduklarını” değil de “ne olmadıklarını” anlatmaya çalışmışlardır. İftiralar karşısında yazı ve çizgiyle “irticacı, gerici, yobaz” olmadıklarını kanıtlamaya çalışmışlardır.

Günümüzde bu savunma anlayışı yavaş yavaş azalmaktadır. Niyetin üzüm yemek olmadığı anlaşılan saldırılara karşı savunma yapmanın anlamsızlığı ortaya çıkmıştır. Müslüman karikatürcüler de artık işlerinin gereğini yapıp, her tür soruna dikkat çekip çözüm gösterme gayretine girişmişlerdir. Kendisi gibi inanmayanları ve yaşamayanları eleştirdiği gibi, müslüman hayatının iç sorunlarını da ele almaya başlamışlardır.

Müslüman karikatürcü, Allah’a ve Hz. Peygamber s.a.v.’e inanmayanları eleştirir. Yaratılışa masal diyenleri eleştirir. Bununla birlikte müslümanım deyip namaz kılmayanları da eleştirir. Zekât vermeyenleri de eleştirir. Her tür yanlışı eleştirir. Çünkü kötünün çirkin yüzünü karikatürize edip ortaya koymak onun görevidir. Sanatının ahlâkıdır.

Namaz kılmamak kötü bir şeydir. İçki içmek veya kumar oynamak nasıl kötü bir alışkanlık ise ve toplumun tüm kesimleri tarafından eleştiriliyorsa, namaz kılmamak da kötü bir davranış olarak görülür ve eleştirilir.

Nasıl ki vergi vermeyenler veya vergi kaçıranlar karikatürlerde sıklıkla eleştirilir; üzerlerinde başkalarının hakkı olan zekâtlarını vermeyenler de eleştirilir. Daha önce hacı olmamış, hac zamanı geldiğinde de hacca gitmeyip beş yıldızlı otellerde su gibi para harcayarak tatil yapanlar da eleştirilir.

Aslında bu eleştiriler, müslümanların müslüman karikatürcüler üzerindeki haklarıdır aynı zamanda. Kardeşin kardeşini uyarması sorumluluğu vardır.

İyi niyet ve sabırla

Gerçi kendini başka görenlerin, iyi niyetten yoksun saldırılarından da faydalanmak mümkündür. Fakat akılda tutulması gereken önemli bir konu şudur: Her ne kadar iyi niyetten yoksun olsalar da, ülkemizde müslümanların inanç ve yaşayışıyla alay edenler de göğüslerini gererek müslümanım diyen insanlardır. Yaptıkları haksızlığın, çizdikleri karikatürlerin İslâm’ı yeterince bilmemek ve anlayamamaktan kaynaklandığı çok açıktır. Yani cahildirler.

Her yanlışa olduğu gibi onların yaptıklarına da kızmamız normaldır. Fakat kızgınlıktan çok merhamet göstermemiz gerekmektedir. Çünkü bu insanlar hem cahil, hem de tasavvufî tabirle manen hastadırlar. Tedaviye ihtiyaçları var.

Psikologlara giden insanların sayısında zaten büyük artış var. Bu açıdan bakınca karşımıza garip bir tablo çıkıyor; hasta ve zavallı insanlar tablosu. Bu girdaplaşan bir durumdur ve lehte veya aleyhte tavırlarla bu girdaba yakalanma tehlikesi söz konusudur. Sükûnet ve dua hepimiz için faydalı olacaktır. Unutmayalım ki bu ülkede yaşayanlar nihayetinde bizim yakınlarımız, akrabalarımızdır.

Elbette tavrımız, ne adına adına olursa olsun, hangi yanılgıyla gerçekleşirse gerçekleşsin çirkin saldırılara hoşgörüyle bakacağımız anlamına gelmiyor. Hem yazı hem çizgiyle karşı eleştirilerin yapılması medeni bir haktır ve görevdir. Fakat eleştiri ve uyarıların da yapıcı olmasına dikkat etmeliyiz. Hem eleştirip hem yapıcı olmak da artık yazarı ve çizeriyle edinmemiz gereken bir maharettir.
Sözün bu yerinde Türk mizahının piri Nasreddin Hocamızı biraz analım. Hepimiz onun iğneleyip eleştirirken ne kadar yol gösterici olduğunda hemfikiriz, değil mi?

Yazımıza Semerkand Yayınları’nın Tarihi Şahsiyetler Serisi’ndeki Nasreddin Hoca’yla ilgili bir kitaptan alıntıyla son verelim:

Bizim Akşehir’de nâdânın (haddini bilmez, cahil) biri;

Gözüne kestirmiş Hoca fakiri
Şuna takılayım demiş içinden:

Hoca demiş, güçlü imiş nefesin,
Kerametin dilindedir herkesin
Oku üfle bizim karakaçana,
İki nal parası kâr kalsın bana
Senin kerametin kalmasın saklı
Olsun bizim düldül iki ayaklı…

Bir ya sabır çekmiş içinden Hoca,
Yürü, demiş, katma taşı pirince
Doğru git yoluna kızdırma beni
Şimdi dört ayaklı yaparım seni.

 

Ergenekon’un Peşindeki İrade Kim İmiş?

Ergenekon Davası ve soruşturmaları hakkında yorumlarımda resmin bütününü görmeye, özellikle de davanın dış boyutuna dikkat çekmeye çalışmaya çalışmıştım. Davanın ve AKP’nin ateşli savunucularından sosyalist-liberal(!) Prof.Dr. Mehmet Altan‘ın söylediği benzer sözler kamuoyunda tartışma yarattı.

Star gazetesi başyazarı Mehmet Altan Ergenekon’la ilgili Vatan gazetesinden Sanem Altan’a röportaj verdi. Yeğeni Sanem Altan’ın, “AKP gerçekten Ergenekon’un üzerine gidiyor mu sizce?” sorusuna amca Mehmet Altan’ın cevabı şöyle:

“Bence AKP’ye kalsa Ergenekon kapanır bile. AK Parti’yi aşan bir irade Ergenekon’un peşinde. Siyaset kurumuyla askeri kurumların anlaşmasını önleyen başka bir irade çalışıyor.”

“AKP’nin de onayı var ayrıca. Ama onaylamasalar bile bu iş sürecek gibi gözüküyor. Çünkü herkes paralel devletini temizledi Türkiye temizlemedi, Güneydoğu’da kullandı. Ve hastalandı Türkiye.”

“Dünya sistemi Ergenekon’u tasfiye ederek Türkiye’yi tedavi ediyor. Ama bunu kendi kendimize yaparak iyileşmemizi istiyorlar.”

“Burası NATO ülkesi. Burada NATO’nun ve Amerika Birleşik Devletleri’nin istemediği hiçbir darbe olmaz. Bu sefer darbeyi yapamadılar, çünkü Amerika istemedi.”

1-Demek ki, Ergenekon operasyonunun arkasında AKP’yi aşan bir irade (ABD) varmış.Ergenekon Soruşturmasında Yeni Gelişmeler başlıklı yazımızda aktardığımız şu cümlede de aynı hüküm vardı: İnternet Haber’de Zübeyir Kındıra’nın ifadesiyle, “şimdi, Türk Gladyosu tasfiye ediliyor. Olan bu.. Kim yapıyor bu tasfiyeyi? Savcı Öz mü? AK Parti mi? Hayır! Aslında bizzat kurucu güç tasfiye ediyor. ABD yani. İpi çeken ABD’dir…”

“Türk Gladyosunun Tasfiyesi” başlıklı yazımızda özetlediğimiz gibi, 1950′ li yıllarda ABD’nin teşviki ile NATO ülkelerinde daha sonra adı genel olarak “Gladyo” olarak adlandırılan sivil örgütler oluşturulmuştu. Bu kapsamda Türkiye’de de benzeri bir teşkilatlanmaya girişilmişti. “Özel Harp Dairesi, bir yabancı işgalinde istilacılara karşı gerilla yöntemleri ve yeraltı etkinliğiyle mücadele etmek için kurulmuştu. Gerektiğinde kullanılması için de Türkiye’nin bazı yerlerinde gizli silah depoları oluşturulmuştu.” “Görevi, ‘barış’ sırasında ‘gayr-ı nizami harp’ hazırlığı yapmak, savaşta da o ‘harb’in gereklerini yerine getirmekti.”

Ergenekon iddianamesinin özü, bu gizli yapılanmada yer alanların, üst rütbeli bazı generallerin ihtilal yapma planlarına sivil alanda kargaşa çıkarıcı eylemler yapmak suretiyle yardımcı olmaya çalıştığı, bu konuda çeşitli STK’lardan, yazarlardan, bilim adamlarından, basından destek sağladıklarına dayanıyor.

Muhtelif yerlerde, son olarak Poyrazköy’de yeraltına gömülmüş silahların da bu amaca yönelik olarak kullanıldığı/kullanılacağına dair yazılan yazılarla dava ve soruşturmanın haklılığı vurgulanmaya çalışılıyor.

2-Mehmet Altan’ın vurguladığı diğer husus, “AKP’nin de bu ABD operasyonunu onayladığı zaten onaylamasa bile bu işin süreceği.”

Bu cümlenin açıklamasını Sadi Somuncuoğlu şu cümleleri ile yapıyordu: “5 Kasım 2007’de Bush-Erdoğan mutabakatı yapılınca, “Ergenekon” üzerinde anlaşma sağlanıyor. Bunu da Fehmi Koru duyuruyor.  ABD bu örgütü niçin istemiyor? Büyük Ortadoğu Projesi haritasına göre, Türkiye dâhil bölgemizdeki devletlerin sınırlarının değişmesi gerekiyor.    ABD bu yolda en büyük engel olarak bu örgütü görüyor.”

Nazlı Ilıcak’ın Sabah Gazetesindeki (25 Nisan 2009) yazısından bir paragraf: İnternette yayın yapan “Gerçek Ergenekon” isimli web sitesinde anlatıldığına göre, “Amerikancı olan bir derin yapı, 1999’dan itibaren ulusalcı bir kimliğe büründürülmek isteniyordu. Ergenekon’un inandığı tezler şöyle sıralanmıştı: Ulusal bağımsızlık, IMF karşıtlığı, hatta AB muhalifliği, antiAmerikancılık, Amerika’nın dışlandığı bir Avrasya stratejisi, yeniden Kuvay-ı Milliye hareketi.”

Ergenekon soruşturmalarını, “Türkiye bağırsaklarını temizliyor” sloganı ile savunanların sıkça kullandığı, “Derin devlet ve çetelere karşı savaş”, “demokrasi ve hukuk savaşı”, “darbecilerin ve darbe severlerin demokrasimiz üzerindeki gölgesinin kaldırılması” kavramları, bu davadaki dış etkileri gizleyen birer örtü vazifesi görmekte.

Yargılama sürecinin daha başlarında olmamıza rağmen, yandaş medyada “Bütün korkunçluğuyla deşifre olmuş bir suç örgütü” olduğu ifade edilen bu yapılanmanın varlığı ve boyutunu dileriz yargı netleştirir. Ancak sonuç ne olursa olsun, bu dava kapsamında suçlananların hepsi veya büyük çoğunluğu yıllar süren bir yargılama sürecinden sonra beraat etseler bile, toplumda etkin bir sivil muhalefet yapma potansiyeli olan elit bir kitle susturulmuş olacak.

AKP ile ABD arasında Fehmi Koru’nun söylediği mutabakattan AKP’nin beklediği de bundan yani muhalif sesleri kısmaktan ibaret olsa gerektir.

AKP bu anlayışla hareket ediyorsa kendi varlık sebebine aykırı davranıyor demektir. Salt hukuk kuralları ile hareket edilmezse ve milli menfaatler yerini kişi ve parti yararlarına terk ederse, bunun zararı herkese olur. Bugün demokrasi adına yapıldığı söylenen bir operasyonun tarihe aksedecek yönü sadece ABD’nin istemediği bir ekibin tasfiyesi değil, “demokrasi ve insan hakları karşıtı” sıfatıyla anılması halinde bundan hem Türkiye ve hem de AKP zarar görür.

Hukuk dışına çıkan her türlü eyleme karşı, “Türk Yargısı’nınbağımsız, yönlendirmelerden ve baskılardan uzak, adil bir yargılama yapıyor olmasını hangi Türk vatandaşı istemez?

Toplumun yarısı bu yargılama sürecine şüphe ile yaklaşıyor. Belki de bunun sebebi, (Irak’ta ve Afganistan’da milyonlarca Müslüman’ın ölümüne sebep olurken eleştirmedikleri), ABD’nin Türkiye’de yaptığı bu operasyonu “ABD Türkiye’yi tedavi ediyor” diye alkışlayan yazarlara güvenmemesidir.

Bilim ve Gelecek Bakanlığı

Bilim ve gelecek bakanlığı Bugün(24/04/2009) gazetelerde bu isimde bir bakanlığın kurulacağı haberini okuduğumda çok heyecanlandım. Lise yıllarımda geliştirdiğim bir sürü projeden en önemsediğim bir proje idi. Hatta ismini de “Bilim ve teknoloji bakanlığı“, “Gelecek bakanlığı“, “Bilim ve gelecek bakanlığı” olarak koymuştum bile. Aradan 34 yıl sonra bunun gerçekleştiriliyor olması beni gerçekten çok sevindirdi. O tarihlerde ülkenin geri kalmışlığı, demokrasi problemleri ve diğer problemlerin çözümünün; ülkenin önüne koyulacak her alandaki büyük ülkülerle olacağına inanıyordum. Gerçi ülkemiz Planlı kalkınmaya geçmiş Devlet Planlama Teşkilatının(DPT) hazırladığı kalkınma planları vardı. Fakat onların uygulamalarda çok başarılı olmadığını da hep beraber görüyoruz. Ama hiç yoktan iyiydi.

24.07.1963 tarihinde Ülkemizde Bilim ve teknolojiyi geliştirme görevi 278 sayılı kanunla kurulan TÜBİTAK’a verilmiştir. Bugünkü gelişmişlik düzeyine bakıldığında ise bu kurum bilim ve teknoloji adına ne yapmıştır ben çok fazla bilgi sahibi değilim. Soyut Düşünce yazılarımda da belirttiğim gibi “Bilim soyut düşüncenin ürünüdür. Gündelik olaylarla ve hayatla uğraşmak düşünmeye engeldir. Düşünmede ancak soyut kavramlarla bir değer ifade eder ve anlamlı hale gelir. Bilimsel bir bilgi ancak soyut düşünce ile anlaşılır. Soyut düşünceden yoksun kişiler bilimi kavramada zorluk çektiğinden ya bilimi reddederler veya bilimi anlamaktan ve bilimle uğraşmaktan vazgeçerler. Dünyada bilim ile ilgili gelişmeler bakıldığında hangi ülkeler bilimde, fende, felsefede, sanatta ileri iseler o ülkelerde soyut düşünce gelişmiştir. Soyut düşüncedeki gelişmişlik ülkelerin her konu ile ilgili gelişmişliği ile doğru orantılıdır.”(Soyut Düşünce(2))

Özel sektörümüz ne yapmıştır. Onlarda bilim ve teknoloji üretme konusunda karnelerinin iyi olduğu söylenemez. Demek ki bu kumaştan iyi elbise olmuyor terziler ne kadar iyi olursa olsun. Bizim önce iyi kumaş üretmemiz için iyi kumaş malzemeleri ve iyi tezgahlar bulmamız gerekiyor sonrada bu kumaşları işleyebilecek iyi terziler yetiştirmemiz gerekiyor. Son yıllarda yapılan yasal düzenlemelerle AR-GE yatırımlarına hem teşvik veriliyor, hem de firmalar bu konuda biraz daha duyarlı gibi gözüküyor.

1990’lı yıllarda bir Bilişim Kurultay’ında özel bir çalıştaya katılmıştım. “Gelecek bakanlığı”  konusu gündeme alınmıştı. Epeyce bir umuda kapılmış, heyecanlı ve verimli bir çalıştay olmuştu. Başlangıçta Başbakana bağlı bir birim olarak kurulsun sonrada bakanlık haline gelsin diye bir sonuç çıkmıştı.

 Kalkınmış ülke olabilmek için temel bilimler konusunda öncelikleri belirleyip, gerekli yatırımları yapmamız gerekiyor. Kalkınmışlığın temel göstergesi teknoloji üretmektir. Bizler ancak ileri teknoloji konusunda akıllı yatırımlar yapabilirsek ülkemizin yaşam kalitesi de artacak aynı zamanda da moral bulacaktır. İnsanımız bu ezilmişlik ve kendini küçük görme duygularından sıyrılıp kendine güvenen, üreten, morali yüksek bireyler olacaktır. Bu da Demokrasinin yerleşmesine bir şekilde ön ayak olacaktır.

Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi (Europen Center for Nuclear Research CERN) dünyanın en büyük parçacık fiziği araştırma merkezidir ve 1954 yılında 12 Avrupa ülkesi (Almanya, Belçika, Danimarka, Fransa, Yunanistan, İtalya, Norveç, Hollanda, İngiltere, İsveç, İsviçre, Yugoslavya) tarafından kurulan bilim araştırma merkezidir. Daha sonraki yıllarda Avusturya, İspanya, Portekiz, Finlandiya, Polonya, Macaristan, Çek cumhuriyeti, Slovakya, Bulgaristan’ın katılımı ile üye sayısı 20’ye çıkmıştır. Türkiye gözlemci üye olarak katılmaktadır. CERN deneylerinde elde edilen bilgilerden pazara yönelik ürünler üretip kurdukları CERN-TECH firması ile de dünya pazarlarında ürünlerini pazarlamaktadırlar.

Bizde CERN’in kuruluşundan iki yıl sonra 1956 yılında Atom enerjisi Komisyonu Genel sekreterliğini kurmuşuz 6821 sayılı yasa ile. Merkezi Ankara’da Başbakanlığa bağlı bir kurum olarak. 1982 yılında da 2690 sayılı yasa ile ismini Türkiye Atom Enerjisi Kurumu adı ile yeniden yapılandırmaya gidilmiş. Her zaman söylediğimiz gibi başlangıçlar güzel ancak sonuçları aynı güzellikte olamamış.

Türkiye’de Bilimin ve teknolojinin gelişmesi için önümüzdeki günlerde “Bilim ve gelecek bakanlığı“‘nın kurulması ülkemizin önünü görmesi açısından da çok önemli olduğu gibi sağlıklı öngörülerle ülkemizin hak ettiği seviyeye çıkması bakımından önemlidir. Dünya milletler camiasında daha saygın bir yer edinmesi, halkının daha refah içinde yaşaması adına seviniyorum. İnşaallah gerçekleşir.