20.5 C
Kocaeli
Çarşamba, Eylül 24, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1263

Canlar

Bu hafta aslında Türkiye dünyanın ekonomik olarak 17. büyük ülkesi olduğunu. Bununla ilgili verileri, diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye’deki krizin bir finans krizi olmadığını ve bana göre bu krizin diğer ülkelerin aksine Türkiye’deki yansımasının bir reel sektör krizi olduğundan bahsedecektim. Bunların hepsinden önemli gördüğüm bir konu var, hayvanlarla ile ilgili, özellikle bu konuyu önceliklendirmek istedim.

“CANLAR” Hayvan severler tarafından oluşturulmuş bir sürü jargon içinde en başta olanı ve en önemli olanı. Tüm hayvanlara CANLAR tabirini kullanıyorlar. (Haytap dönem sözcüsü ve Dohayko Genel sekreteri Nesrin ÇITIRIK hanımdan ve diğer hayvan sever arkadaşlardan edindiğim bir kavram) Hepinizin bildiği gibi bizim kültürümüzde CAN, CANAN, CANLAR, CANLI gibi kavramlar çok önemli bir yer tutar. CAN denildiğinde ayırım yapılmaz tüm canlılar CAN’dır. Bu kavramlarla ilgili şiirler, ilahiler, kasideler, masallar, hikayeler, beyitler. efsaneler yazılmış ve söylene gelmiştir. CAN her şeyden öte hoşgörüdür, sabırdır, idraktir, var oluştur, yaşamdır, inanmışlıktır daha uzatabiliriz aslında. Şairler, dervişler, filozoflar bunu daha iyi bir şekilde dizelerinde ifade etmişlerdir. “Canlara canım veresim gelir, canlar başım üzeredir” (Avni Baba)

Dünyada ve Türkiye’de moda olan bir tabir var ” çevreye ve doğaya duyarlılık” başlığı altında Ülkemizin sorumlu en tepe kişisinden, en alt kademedeki yönetici, sivil toplum kuruluşları yöneticileri ve aydın bir sürü kişi bu kavramlarla ilgili hem gündeme geldiğinde hem de farklı ortamlarda ballandırarak bahis konusu ederler. Acaba bu kadar moda olan ve prim yapan bu konunun uygulamadaki yansımaları nasıl diye baktığınızda o kadar iyi olmadığını görüyoruz.

Çevreye ve doğaya duyarlı, valilerimiz, kaymakamlarımız, belediye başkanlarımız, genel sekreterlerimiz, genel sekreter yardımcılarımız, başkan yardımcılarımız, ilgili yetkili daire başkan ve müdürlerimiz olmasına karşın. Maalesef ülkemizde manzara içler acısı. Belediyeler birer acımasız hayvan avcısı. Türkiye’nin her yerinden itlaf haberleri yayılıyor. Bu ülkede bir zamanlar “Ah, şu okullar olmasa, ben bu bakanlığı çok güzel idare ederdim” diyen anlayışın hakim olduğunu biliyoruz. Halen “Hayvanlar olmasa bölgemi nasıl idare ederim” anlayışına sahip bir düşüncenin hakim olduğunu da görüyoruz. (Konuya duyarlı başkanlarımızı ve yöneticilerimizi bu kapsamda değerlendirmiyorum)

Sivil Toplum Kuruluşlarının da sözden öte giden davranışlarının olmadığını biliyoruz. T.C. Avrupa birliği Müktesabatı kapsamında yapılan bir dizi değişiklikle birlikte 24.6.2004 tarihinde Hayvanları Koruma Kanunu çıkarmıştır. Bu kanun incelendiğinde eksik bazı yönleri olmasına rağmen çok kapsamlı hazırlanmış bir kanun. Resmi gazetede yayınlandıktan sonra 5 yıl geçmiş, uygulamada ciddi aksaklıklar var hatta uygulamak istemeyen muhatapları var.

Kısaca ana başlık ve birkaç maddeden bahsedersek daha iyi olur diye düşünüyorum. Birinci Kısım Genel hükümleri(Amaç, Kapsam, Tanımlar ve İlkeler), İkinci Kısım koruma tedbirlerini (Hayvanların sahiplenmesi, bakımı ve Korunması, Hayvanların Ticareti Ve Eğitilmesi Üçüncü Kısım hayvanların Koruma Yönetimi ( Mahalli Hayvan Koruma Kurulları Teşkilat, Görev ve sorumluluklar, Denetim ve Hayvan Koruma Gönüllüleri, hayvanları korumanın desteklenmesi) Dördüncü. Kısım Cezai Hükümler ( İdari Para Cezası Verme Yetkisi, Cezalar, Ödeme Süresi, Tahsil ve İtiraz) Beşinci Kısım çeşitli, son ve geçici Hükümler (Çeşitli hükümler) gibi kısım ve bölümleri içermektedir.

Sizler ilginç gelecek bir durumdan bahsedeyim. Bu kanuna göre; İl hayvanları Koruma kurulu var bu kurul ne iş yapar ve kimlerden oluşuyor bir bakalım.

Bu kurul Vali başkanlığında sadece hayvanların korunması ve mevcut sorunlar ile çözümlerine yönelik olarak toplanıyor.

Kurul üyeleri;

Büyükşehir belediyesi olan illerde büyükşehir belediye başkanları, büyükşehire bağlı ilçe belediye başkanları, büyükşehir olmayan illerde belediye başkanları, il çevre ve orman müdürü, il tarım müdürü, il sağlık müdürü, il millî eğitim müdürü, il müftüsü, belediyelerin veteriner işleri müdürü, veteriner fakülteleri olan yerlerde fakülte temsilcisi, münhasıran hayvanları koruma ile ilgili faaliyet gösteren gönüllü kuruluşlardan valilik takdiri ile seçilecek en çok iki temsilci,  il veya bölge veteriner hekimler odasından bir temsilci katılıyor 5199 nolu kanuna göre.

  Bu kanunun Amacı: hayvanların rahat yaşamlarını ve hayvanlara iyi ve uygun muamele edilmesini temin etmek, hayvanların acı, ıstırap ve eziyet çekmelerine karşı en iyi şekilde korunmalarını, her türlü mağduriyetlerinin önlenmesini sağlamaktır. (5199 nolu kanun madde 1)

Bu kadar kişi ve kuruluşun paydaşı olduğu bir kurul varsa bu kanun çıktığından bu güne kadar (5 yıldan beri) yapılan hayvan (kedi, köpek ve diğer) itlaflarını kimler emir veriyor, kimler yapıyor, ayrıca bu kanununu hükümleri muhatapları tarafından neden uygulanmıyor ben şahsen merak ediyorum.

 

Kitap Okuyormusunuz?

Konuya, bütün dünyada önem verilmektedir. Kitap okuyor musunuz? Sorusuna cevap aranmaktadır. Sürekli araştırmalar yapılmakta ve istatistikler düzenlenmekte elde edilen bilgiler değerlendirilmektedir.

Sonuçlara bakılırsa;

Boş zamanlarımda kitap okuyorum yanıtı güzeldir. Ama kitap okumak için özenle zaman ayırırım cevabı ideal olanıdır. Kitap okuma alışkanlığında Japonya başı çekerken, İsveç ikinci sırada yer almaktadır.

Kitaplar, yazıldıkları dönemin tanıklarıdırlar. Ve hiç kuşku yok ki kitaplar ve oluşturdukları kütüphaneler insanlık tarihinin bilinen bütün bilgi, deneyim ve düşünce birikimini günümüze ulaştıran en büyük kültür hazineleridir.

Kitaplar çok zaman beklentilerimize, umutlarımıza ve düşüncelerimize yeni açılımlar getirirler. Bize verdikleri bilgilerle yolumuzun aydınlanmasına neden olurlar.

Kitap okumak başkasının gözünden, algılamasından ve değerlendirmesinden olayları görmektir. Yazarın görüşüne katıldığımız gibi, katılmadığımız savlar ve irdelemeler olabilir. Bu duruma giderek alışır ve doğal karşılamasını öğreniriz.

Çağdaş bilimin çeşitli konularının okullarda öğretilmesine yardımcı olan veya kamu yasalarını, kurallarını ve mesleki mevzuatı kapsayan yayınlar kitaba ayrı bir statüde kazandırmıştır.

Duygu ve hislere dayalı konular seçilerek yazılan yapıtlar ise bizi sınırsız, renkli ve geniş bir hayal dünyasında dolaştırarak dinlendiren,  mutlu eden kitaplardır. Bazen içimizi acıtan, bizi hüzünlendiren konularla da karşılaşabiliriz. Ama bu durum bizi kitaptan soğutmaz. Çünkü insanın yaşamı iyi ve kötü anıların toplamıdır.

Yazımızın başında belirttiğimiz gibi; günümüzde kitap okumak bütün dünyada uygarlığın, çağdaşlığın en önemli ölçütlerinden biri olarak kabul edilmektedir.

Ülkemizde hem devletimiz hem özel kuruluşlarımız tarafından, çocuklarımızın ve halkımızın kitap okumasını yaygınlaştırmak için yoğun çabalar gözlemekteyiz.

Okullarımızın, il ve ilçelerimiz kütüphanelerinin güçlendirilmesine, yeni kitaplarla çeşitlendirilmesine katkı sağlanmasına yerel idarelerimizin ve sivil toplum örgütlerimizin katkıları yurdumuzun her köşesinde devam etmektedir.

Yazımı Konfüçyüs’un bir dileğiyle noktalayalım.

” Tanrım! Bana kitap dolu bir hane ile çiçek dolu bir bahçe ver”.

Türklüğün Yeni Dünya Nizamı

0

Genel

Türk Milleti; Selçuklu İmparatorluğu döneminde, Dünya’nın en güçlü devletlerinden birisi olan Bizans İmparatorluğunu yenerek 1071 yılında Malazgirt Kapısından girdiği ve daha önceleri Anadolu’ya yerleşen Türk Unsurlarıyla da bütünleşerek kendisine Yurt edindiği, üç kıtada hüküm süren Osmanlı İmparatorluğu’nu kurduğu ve Büyük Bir Türk-İslam Medeniyeti oluşturduğu bu kutsal topraklarda; ebediyen kalmak, refah ve huzur içinde yaşamak istiyorsa; şu anda geldiği vahim noktayı iyi değerlendirmeli ve tarihten de ders alarak titreyip kendine gelmelidir. Öncelikle “Bölücü Terör, Adalet, Güvenlik ve Asayiş, Kürt-Türk Çatışması, Alevi-Sünni Ayrılığı, Laik-Anti Laik Gerilimi, Misyonerlik, Batılılaşma, Sermayenin Yabancılaşması, Üretim, İstihdam, İhracat, Eğitim, Sağlık, Sosyal Güvenlik, Gelir Dağılımı, Yolsuzluk, Yoksulluk, İşsizlik, Bölgeler Arası Uçurum, İç Göç, Dini-Ahlaki-Kültürel Yozlaşma, Yönetim Zafiyeti, Kimlik Bunalımı, Güven Bunalımı, Devlet-Millet Ayrılığı, Aydın-Halk Kopukluğu vb.” ciddi meselelerini çözmek ve içerde birlik-beraberliği, dirlik-düzeni sağladıktan sonra da; NATO-AB gibi bizi SEVR’E götürmeye çalışan sözde müttefik oluşumlar yerine, Türkiye merkezli yeni dış politik açılımlar yaparak gerçek dostlarıyla bölgesel ittifaklar kurmak zorundadır. Yani Türk Milleti bekası için çok önemli olan bir dönemece girmiştir ve bir an önce içinde bulunduğu sarmaldan ciddi kararlar alarak çıkmalıdır. Bunun içinde kendisine doğru bir yol haritası çizerek geleceğini yeniden inşa etmelidir. Bundan sonraki hedeflerini de Atatürk’ün “Söz konusu Vatansa gerisi teferruattır.” sözlerine uygun milli bir yaklaşımla belirlemelidir.

MHP Genel Başkanı Devlet BAHÇELİ geldiğimiz vahim noktayı “Sonuç itibariyle mevcut tabloya bakıldığında; T. C. Devleti’nin ve Büyük Türk Milletinin bekası üzerinde, tarihindeki en yüksek risk, tehlike ve tehditlerin yoğunlaştığı kritik bir dönem yaşanmaktadır. Bin yıllık vatanımızın bütünlüğüne ve seksen dört yıllık Cumhuriyetimizin temel değerlerinin tahribatına yönelik saldırılar, dayatmalar ve yıkım projeleri, içte ve dışta derin işbirliği halinde olan mihraklar tarafından adım adım uygulanmaktadır. Türk Milletinin varlığına yönelik saklı kalmış tarihi emellerin uygulanmasına fırsat veren siyasi, iktisadi, sosyo-kültürel ve psikolojik bir ortam iç ve dış şer odakları tarafından Türkiye’nin önüne getirilmiştir. Ülkemiz bugün, dozu ve dengesi ayarlanmış bir dış destek ve sömürü döngüsü ile küresel güçlerin diledikleri tavizleri, istedikleri zamanda alabilecekleri siyasi-ekonomik bir kıvamda tutulmak istenmektedir. Büyük Türk Milletini, dış etkiler ve dayatmalardan koruyacak ekonomik, kültürel, sosyal ve ahlaki güvenlik duvarları ve milli manevi değerleri yıkılmaya yüz tutmuştur. Türkiye, kontrollü bir istikrarsızlık ortamında tutularak, milli iradesinin, sermayesinin ve varlığının kontrol ve yönetimini küresel güçlere teslim etme sürecine girmiştir. Türkiye, öz kaynaklarına dayanarak kendi ayakları üzerinde durabilecek takatten uzaklaştırılmış, uluslararası finans güçlerinin faiz ve rant ülkesi olarak sıcak ve kara paranın mahkûmu haline getirilmiştir. Etnik kimliklerin milli azınlık olarak tanınması, bunlara Anayasa teminatı altında siyasi ve hukuki statü kazandırılması, Türkiye’nin milli birliğini yıkarak Türk Milletinden ayrı bir millet yaratma arayışları hız kazanmıştır. Milli irade, çözüm üretmekten uzaklaşan siyaset kurumunun elinde ağır yaralar almış; devlet kurumları, yasama, yargı ve yürütme erki sinsi ve sistemli gayretlerle karşı karşıya getirilerek içten içe yıpratılmıştır. Bugün Türkiye, sınırlı sayıda ve imtiyazlı bir yandaş zümrenin saltanatı haricinde, bir yanda açlığın, adaletsizliğin, ahlaksızlığın ve asayişsizliğin; diğer yanda ise yokluğun, yolsuzluğun, yoksulluğun ve yozlaşmanın acımasız yüzüyle ve gerçeğiyle karşı karşıyadır. Küresel senaryoların bütün şiddeti ile sahnelendiği yakın coğrafyamızdaki tahripkâr gelişmelerden etkilenerek dışa bağımlılığın alabildiğine arttığı süreçte, yoksullukla, yolsuzlukla boğuşan milletimiz bu dönemin bütün tahribatını derinden hissetmektedir. Türkiye; kanunsuzluğun kol gezdiği, vurgun ve hırsızlığın prim yaptığı bir yolsuzluklar ülkesi haline getirilmiştir. Güvenlik ve asayiş sorunları milli varlığımızı tehdit edecek boyutlara ulaşmıştır.

Bu hain oyunun nihai hedefinin ise, tek millet-tek devlet esasına dayanan Türkiye Cumhuriyeti’nin milli birlik, bölünmez bütünlük ve milli egemenlik anlayışının yeniden tanımlanması ile çok kimlikli, çok milletli parçalı bir devlet yapısının kabul ettirilmesi olduğu ortaya çıkmıştır. İçinde bulunduğumuz vahim durum, Sevr’e boyun eğen, Mondros’u imzalayan son Osmanlı Hükümetlerinin girdiği sarmalın tam bir benzeridir. Tam bağımsızlık inancı ve ülküsüyle yola çıkan ve T.C. Devleti’ni kuran Kahramanların defettiği mandacı zihniyetin; ezildiği yerden başını yeniden kaldırmakta olduğu görülmektedir. Geldiğimiz ihanet noktasında Türkiye, kurucu felsefe olan milliyetçiliğin lanetlendiği, tam bağımsızlığın aşağılandığı, milletimizin parçalanmaya ve devletimizin kuşatılmaya çalışıldığı düşmanca bir tavır ile karşı karşıyadır.” sözleriyle ifade etmektedir.

İstiklal Marşında “Medeniyet Dediğin Tek Dişi Kalmış Canavar” diye tanımladığımız Batı Dünyasının kalıntıları hala içimizdedir ve Türk Milleti “Patrikhane,  Ruhban Okulu, Azınlık Vakıfları, Mason Locaları, Yabancı Şirketler ve Yabancı Okullar” gibi kökleri dışarıda olan ve mikrop saçan nifak yuvalarının olumsuz etkilerinden hala kurtulamamıştır. Tam tersi bir gelişmeyle Lozan Antlaşması delinerek, azınlık vakıflarının genişlemesi ile kilise ve havraların açılabilmesine meclisten çıkartılan kanunlarla yol verilmiştir. Ayrıca Ruhban okulunun tekrar açılması ve İstanbul’un göbeğinde Vatikan benzeri bir Patrikhane Devleti kurulması gündeme sokulmuştur. Birinci dünya harbi sonunda oluşan haritayı beğenmeyen ve ikinci dünya harbinden sonra yeni bir dünya düzeni oluşturmak üzere işbirliği yapan Siyonist-Haçlı İttifak, bıkmadan usanmadan üzerimize gelmekte, peşimizi bırakmamakta, her vesilede kinini kusmakta, yüzlerce yıldır beraber kardeşçe yaşadığımız gayri-müslim unsurları da kullanarak nifak tohumları saçmaya devam etmekte, 1000 yıldır beraber yaşadığımız ve asli unsurumuz saydığımız Müslüman İnsanlarımızı dedelerinin emperyal devletlere karşı savaşarak kurduğu kendi devletine karşı kışkırtmakta, içeride ve dışarıda oynadığı oyunlarla bizi zayıflatmakta, ajanları ve kandırdığı/satın aldığı “gaflet ve delalet ve hatta hıyanet içinde olan insanlarımızla” ülkemizi karıştırmakta ve SEVR Planını yine dayatmaktadır. 

İran’a kadar olan bölgeyi Türk ve Müslüman’dan arındırarak bizi Orta Asya’ya geri göndermek amacıyla Şark İşgal Planını hazırlayan, sonra Osmanlı İmparatorluğunu parçalayıp sonumuz olarak gördükleri Sevr Planını bize dayatarak “Türk’e Kefen Biçen” Batı Dünyası; hem bizimle NATO gibi çeşitli ittifaklar içinde bulunmakta ve AB süreci ile oyalamakta, hem de çeşitli iç meselelerimizi kaşıyarak altımızı oymakta ve bizi bölüp parçalamaya çalışmaktadır. Dünyada ve bölgemizde meydana gelen gelişmeler iyi değerlendirilirse emperyal güçlerin asıl hedefinin başlangıçta;

  • Türkiye’nin Güney-Doğu Anadolu Bölgesi ile Irak’ın kuzeyi-Suriye ve İran topraklarının bir kısmında “Birleşik Kürdistan Devleti” kurmak,
  • sonra İstanbul’un göbeğinde Vatikan benzeri bir “Patrikhane Devleti” oluşturmak,
  • daha sonra Doğu Anadolu Bölgemiz ağırlıklı olmak üzere “Büyük Ermenistan”
  • ve Batı Anadolu ile Marmara Bölgelerimiz ağırlıklı olmak üzere “Büyük Yunanistan” devletleri yaratmak
  • ve nihai olarak da; Nil Nehriyle-Fırat Dicle Nehirleri arasında kalan sözde vaat edilmiş topraklarda “Büyük İsrail Devleti” kurmak olduğu görülecektir.
  • Bu amaçlar için kullanılan ve “Batının Truva Atları” olarak bilinen; Yunanistan, Ermenistan ve İsrail ile Türkiye’nin önü kesilememekte, bu ülkelere birde “Kürdistan” katılarak bölgede lider ülke olmamız engellenmek istenmektedir. Batı Dünyası artık gizli olmayan bu emellerini harita-kitap vb. dokümanlarla her yerde sergilemekte, medya kuruluşlarında alenen açıklamakta ve çeşitli platformlarda önümüze koymaktadır. Sonuç itibariyle yüzlerce yıldır sahneye konulan bu sinsi planlar bizim zafiyetimiz yüzünden gerçekleşirse; kendisine sadece Orta Anadolu bırakılan Müslüman Türk Milleti’nin Türk Dünyası ve İslam Alemiyle hiçbir bağı kalmayacak, kültürel köklerinden kopacak ve misyoner faaliyetlerle Hıristiyanlaştırılarak zaman içinde yok olup gidecektir.

Attila ile Roma İmparatorluğunu, Fatihle Bizans İmparatorluğunu bozguna uğratan, sayısız Haçlı Seferlerine yiğitçe göğüs geren, üç kıtada at koşturarak Akdeniz’i Türk Gölü haline getiren ve yönettiği büyük coğrafyada yaşayan insanlara adalet ve refah götüren Yüce Türk Milleti; Kiliselerin beslediği Haçlı Zihniyetiyle tüm dünyaya saldıran ve sömüren, gittiği her yeri kan ve gözyaşına boğan, insanlık tarihince unutulmayacak zulümler yapan ve herkesi kendilerinin kulu-kölesi olarak gören emperyalist batılı ülkelerin ekonomik ve siyasi hinterlandına girmiş ve batılıların dünyanın efendisi olmadığını, onlarında yenilebileceğini diğer mazlum milletlere göstermiştir. Yüzlerce yıl aşağılanan ve horlanan, hayat damarları kesilerek hür yaşama hakları ellerinden alınan ve iliklerine kadar sömürülen üçüncü dünya ülkelerinin büyük bölümü; emperyalist güçlere karşı verdiğimiz İstiklal Harbini örnek almışlar ve sözde efendilerine baş kaldırarak tek tek bağımsızlıklarını elde etmişlerdir. Batılı ülkeler geçtiğimiz 1000 yılda emperyalizm ve kapitalizmle dünyayı sömürmüş ve üçüncü dünyadan aktarılan kaynaklarla kendi insanlarına üst düzey bir hayat standardı sunmuşlardır. Bugün yine küreselleşme ve globalleşme söylemleriyle kafaları karıştıran Batılı Devletler aslında, emperyal planlarını gerçekleştirmelerinde ciddi bir direnç olarak gördükleri ulus devletlerin tamamını çeşitli etnik-dini ve mezhepsel ayrılıkları kaşıyarak parçalamak ve kaos yaratarak yeni bir dünya düzeni kurmak istemektedirler. Büyük Ortadoğu Projesi veya diğer tanımı ile “Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika İnsiyatifi” soğuk savaş yıllarının ardından ortaya atılan ve “Yeni Dünya Düzeni” denen tek kutuplu dünya arayışının, Avrasya ve Ortadoğu’yu terbiye etme ve dönüştürme projesidir. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu çok sayıda ülkenin fiziki ve siyasi sınırlarını değiştireceği yetkili ağızlardan dile getirilen bu projenin muhtemel bölge haritaları çeşitli vesilelerle ortaya çıkmıştır. Enerji ve su kaynaklarının bulunduğu Afrika’nın batı ucundan, Orta Asya’nın doğusuna, Kafkaslardan Kuzey Afrika’ya kadar olan muazzam coğrafyaya, küresel güçlerin yalnızca insaniyet namına ve iyi niyetle yaklaştıklarına inanmak için saf olmak gerekir. Yeni Dünya Düzeni ve Büyük Ortadoğu Projesi söylemleriyle insanlığı yeniden kandırmaya ve önümüzdeki 1000 yılda da sömürmeye hazırlanan ve dünyayı şimdiden kana bulayan sözde efendiler; bizi karşılarında Orta Asya, Ortadoğu, Kafkaslar ve Balkanlarda yeniden büyük bir Devlet kurabilecek, Türk-İslam Dünyasını onlara karşı birleştirebilecek, Asya ve Afrika Ülkeleriyle ciddi ittifaklar içine girebilecek vizyon ve misyona sahip bir güç olarak görmekte ve enterne etmek istemektedirler. Şimdi bizi tarih sahnesinden silmek isteyen bu küresel güçler ve ülkelerin; dün İstiklal Savaşını verdiğimiz emperyalist güçler ve devletlerle hemen hemen aynı olduğu, tarih boyunca bu gerçeğin hiç değişmediği, muhtemelen ilerde de hiç değişmeyeceği çok iyi bilinmelidir. Çünkü dünya tarihi boyunca ayakta kalmayı ve yerküreye yön vermeyi başaran küresel aktörler ve onların ortaya koyduğu zihniyet pek değişmemiştir. Dün Haçlı seferlerini yapan sömürgeci devletlerle, bugün Afganistan ve Irak’ı işgal edip Filistin de katliam yapan emperyalist devletler hep aynıdır.

Nato ve AB Süreci

Osmanlı’nın son dönemlerinde; kendi milli-manevi değerleriyle çelişen, batı kültürüne hayran olan ve kurtuluşu batılılaşma da gören bazı “Gayri-Müslimler-Jakobenler-Monşerler-Dönmeler-Devşirmeler-Bölücüler ve Ayrılıkçılar” tarafından işbirliği içinde başlatılan batılılaşma süreci, T.C. Devleti Döneminde Atatürk ile bırakılmış, hatta mason locaları dahi kapatılmış, fakat vefatından sonra gelen hükümetler tarafından tekrar devam ettirilmiştir. Ülkemiz önce Rus tehdidi öne sürülerek NATO İttifakına dahil edilmiş ve ABD’nin kıskacı altına sokulmuş, daha sonra da AB müzakere sürecine başlanarak Batılı Devletlerin kuklası yapılmıştır. Ancak 55 yıldır NATO üyesi olan ve 40 yıldır da AB ile müzakerelere devam eden Türkiye’ye devamlı olarak çifte standart uygulanmış, yapılan işbirliği adeta bir baskı ve aşağılama sürecine dönüşmüş ve ülkemiz bu suni ortaklıktan hiçbir maddi-manevi kazanım elde edememiş, tam tersi hep zararlı çıkarak parçalanma ve yok olma sürecine girmiştir. AB bekleme salonunda adeta terbiye edilmeye çalışan ülkemizden sürekli hiç olmayacak tavizler istenmiş ve büyük bölümünde amaca ulaşılmış, TBMM den çıkartılan uyum paketleriyle Batı Dünyasına İstiklal Harbi kazanımlarından ve Lozan Antlaşmasından ciddi ödünler verilmiş, ülkemiz her açıdan zayıflatılmış, fakat millete danışılmadan yürütülen bu süreç bir türlü bitmemiştir. Sonuç itibariyle ortaklığa alınmayan, serbest dolaşım hakkı verilmeyen, fakat sadece gümrük birliğine ve Avrupa Ordusuna kabul edilen ülkemiz; Batı Dünyasının bir pazarı haline getirilmiş ve jandarma olmaya devam ettirilmiştir.

Batılı Ülkeler adeta Roma’nın ve Bizans’ın intikamını almak istemekte ve kendi menfaatleri için T.C. Devleti’ni bölüp-parçalamak ve zayıflatmak isteyen ne kadar devlet, topluluk, örgüt, dernek, vakıf, kurum, kuruluş ve organizasyon varsa yardımcı olmakta, maddi-manevi olarak desteklemekte, kamplarında askeri eğitim vermekte, silahlandırmakta, ülkelerinde çeşitli dernekler kurmalarına, çirkin gösteriler yapmalarına ve siyasi faaliyetlerde bulunmalarına izin vermekte, basın-yayın ve sözde parlamento imkânları sağlamakta ve bölücü terör örgütü mensuplarını hala sözde özgürlük savaşçıları olarak görmektedirler.

AB sürecinde ise Batılı Devletler adeta Lozan’ın rövanşını almaya çalışmakta ve uyum paketleriyle küçük taksitler halinde Sevr Hükümlerini bünyemize monte etmektedir. AB İlerleme raporunda T.C. Devletinden talep edilen ve son günlerde sıkça tartışılan “Asli unsurumuz olan Sözde Kürt Vatandaşlarımızın etnik azınlık sayılması, öz ve öz Türk olan Alevi Vatandaşlarımızın dini azınlık sayılması, ülkemizde yaşayan insanlarımıza ana dilde eğitim hakkı tanınması ve bu konunun anayasal güvence altına alınması, KKTC’nin Kıbrıs Rum Yönetimini adanın tek hâkimi olarak tanıması ve ülkemizin limanlarını açması,  Türk Askeri’nin Yavru Vatan Kıbrıs’tan çekilmesi, Yunanistan’la ilgili özellikle Ege Denizindeki ‘adalar, fır hattı, hava sahası, kara suları, kıta sahanlığı’ gibi sorunların tavizkar bir tutumla çözülmesi, Ermeni Soykırım yasa tasarısının kabul edilmesi, Ermeni Devletiyle siyasi ve ticari ilişkilerin başlatılması ve gümrük kapılarının açılması, Fener Rum Patrikhanesi’nin ekümenikliğinin tanınması ve Haybeli Ada Ruhban Okulunun eğitime açılması, Fırat ve Dicle Nehirleri Su Havzalarının kullanımı ile boğazların denetiminin uluslararası bir konsorsiyuma verilmesi, Suriye ile Hatay İlimizle ilgili sözde sorunların uzlaşılarak giderilmesi, Irak’ın Kuzeyinde Batı Dünyası tarafından eskiden beri kurulmak istenilen Kukla Kürt Devleti’nin T.C. Devletince tanınması, aykırı cinsten cinsel tercihlere saygılı olunması, Gn, Kur. Başkanlığının MSB’lığına bağlanması, askerin politik etkisinin azaltılması, üst düzey komutanların siyasi-askeri-politik konuşmalarının sınırlanması, Yüksek Askeri Şuranın yapısının değiştirilmesi, askeri personel kanunun yürürlükten kaldırılması ve askerlerin devlet personel kanununa tabi olmalarının sağlanması (Bir ordunuzu terhis edin denmesi eksik kalmıştır) ” gibi ciddi konular elbette Türk Milletini derinden düşündürmektedir.

AB dayatmasıyla TC Devletinden talep edilen ve çeşitli uyum paketleri içinde TBMM den geçirilen “Azınlık vakıflarının genişletilmesi, ibadethane kanunu ile ülkemizde kilise ve havra açılmasının serbest bırakılması ve misyonerliğin önünün açılması, ülkemizi bölmek ve parçalamak isteyen yabancılara arazi ve gayrimenkul satılmasına izin verilmesi, yabancı sermayenin önündeki tüm kısıtlamaların kaldırılması ve genel-yerel ihalelere girme dahil yerli sermayeye dahi tanınmayan her türlü kolaylığın sağlanması (Bu yüzden ciddi yerli kuruluşlarımız sırayla satılmaktadır), güvenlik güçlerimizle yakalanıp Türk Adaletine teslim edilen bölücü terör örgütü mensuplarının salıverilmesini sağlayan Topluma kazandırılma Kanunu ve Dağdan İndirme Yasası, idam cezasının kaldırılması ve ülkenin bölünmez bütünlüğüne yönelik suç ve eylemlerle mücadele etmekte zafiyet doğuran yeni terörle mücadele yasası, kamuoyunda çok tartışılan ana dilde eğitim verilmesi ve yayın yapılması yasaları ve en önemlisi “Milletin halklara bölünmesini, halklara kendi kaderini tayin etme ve doğal zenginliklerini kullanma hakkı tanınmasını, böylece milletin etnik din ve dil bakımından parçalara bölünmesini hukuki bir gerekçeye bağlayan ikiz yasalar” alt alta konulup ciddi bir şekilde değerlendirildiğinde ilk anda akla; Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde Batılı Devletlere taviz olarak verilen “Kapitülâsyonlar” ile yine onların ısrarıyla hayata geçirilen “Tanzimat ve Islahat Fermanları” ve “Meşrutiyet” gelmektedir.  O zamanda Batılılar kendileri tarafından dikte ettirilen sözde reformlar yapılırsa, gerileme dönemine giren Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünü koruyacakları teminatını veriyorlardı. Yapılan reformlar ve verilen tavizler sonucunda Batılı Ülkeler tarafından Osmanlı Devleti’ne önce “Mondros Mütarekesi” imzalatılmış ve Koca İmparatorluk parçalanmış, daha sonra da “Sevr Planı” imzalatılmış ve Müslüman-Türk Milleti’nin hayatiyetine son verilmek istenmiştir.

Büyük Türk Milleti; birinci dünya harbinden çıktığı, bitap ve harap düştüğü, üç kıtadan Anadolu’ya çekilirken büyük zulümlere maruz kaldığı en zayıf halinde bile “SEVR Planını” kabul etmemiş ve ATATÜRK’ÜN önderliğinde destanlar yazarak İstiklal Harbi vermiş, sonucunda imzaladığı “Lozan Barış Antlaşmasıyla” da yeni kurulan Türkiye’nin hür ve bağımsız bir devlet olduğunu tüm dünyaya ilan etmiştir. Şu anda da hür ve bağımsız bir devlet olan, bayrağı dalgalanan, ezanı okunan ve silah altında güçlü bir ordusu bulunan T.C. Devleti’nin; Sevr Planını hatırlatan, Lozan Barış Antlaşmasını delik-deşik eden ve adeta hükümranlık haklarımızdan vazgeçmemizi isteyen bu tavizleri neden verdiği; Müslüman-Türk Milleti tarafından bir türlü anlaşılamamakta ve bu durum halkımızı derinden yaralayarak beka endişesi duymalarına neden olmaktadır.

Bugün kilise ve havra açmaya başlayan, azınlık vakıflarını genişleten, misyonerlik faaliyetlerini hızlandıran, yerli ve milli sermayeyi büyük ölçüde ele geçirerek bizi şirketlerinde bordrolu çalışanlar haline getiren,  bankacılık sistemini ele geçirerek insanlarımızı borçlandıran ve gayri-menkullerine el koyan, medyayı kontrol ederek halkımızı yönlendiren ve kültürel değerlerimizi aşındıran, birçok işyerinin adını yabancılaştıran, ülkemizden hatırı sayılır bir oranda toprak ve gayrimenkul alan ve özel güvenlik kanunundan faydalanarak kendilerini silahlı kişilere bizden iyi korutan batılılar, yarın “ana dilde eğitim” yasalaşırsa; kendi dillerinde eğitim veren okullar da açarak aileleriyle gelecekler ve ülkemize iyice yerleşerek kurdukları site ve işyerlerinden bizi yönetmeye başlayacaklardır. Yakında belediye başkanı ve milletvekili olmaları ve başımıza geçmeleri de sürpriz olmayacaktır. Elbette milli manevi değerlerimizi yok etmeye çalışacaklar ve bizden önce kültürümüzü ve isimlerimizi, sonra da dinimizi ve yaşantımızı değiştirmemizi isteyecekler ve bizi zaman içinde kendilerine benzetmeye çalışacaklardır. Aynı oyunları Lübnan ve Filistin de uygulamışlar ve bu ülkeleri ele geçirmişlerdir. Türk Milleti için planları ise; önce Büyük Ermenistan, Kürdistan ve İsrail’i kurarak Türk Dünyası ve İslam Alemiyle bağımızı kesmek, daha sonra da Hıristiyanlaştırarak zaman içinde eriyip gitmemizi ve tarih sahnesinden çekilmemizi sağlamaktır.

Haçlı Seferleri; Türklerin Anadolu’ya gelişinden sonra Papalık tarafından ortaya atılan Birleşik Avrupa fikriyle başlamış, Kudüs ve Doğu-Roma Topraklarını Müslümanlardan kurtarmayı hedeflemiştir. Yani AB bize karşı yapılan Haçlı Seferlerinin külleri üzerinde doğmuştur. Bu yüzden de Cemil Meriç’in dediği gibi “Bütün Kuran’ları yaksak, Bütün Camileri kapatsak, Avrupa’nın gözünde Osmanlıyız ve bizi topluluklarına asla almazlar.” Bir Devlet Adamımızın Avrupa ziyaretinde yüz bularak; Bayrağımızda ki Hilalden rahatsız olduklarını dile getirmeleri ve değiştirmemizi talep etmeleri düşünülmesi gereken bir vakıadır. Alman Dışişleri Bakanı tarafından bir toplantıda söylenilen ve herkes tarafından duyularak basına yansıyan “Türkleri önce uyutalım, sonra da unutalım” sözleri ise aslında AB sürecini çok iyi anlatmaktadır.

Batının gözünde Türkiye “Kuruduğu zaman sulanan, büyüdüğü zaman budanan bir ağaçtır.” Kurutmazlar; çünkü sahneye koydukları oyun tamamlanmadan uyanmamızdan ve kaybedecek bir şeyimiz kalmadığında aslımıza rucu ederek yeni bir medeniyet inşa etmemizden korkarlar. Büyütmezler; yoksulluktan ölü toprağı serpilmiş halde ölmeyi bekleyen Türk Milleti’nin titreyip kendisine gelmesinden ve hesap sormasından endişe ederler.

Türk Milleti Atatürk’ün “Durumu düzeltmek için mutlaka Avrupa’dan öğüt almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yürütmek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi birtakım düşünceler belirdi. Oysa hangi bağımsızlık vardır ki, yabancıların öğütleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir.” sözlerini iyi idrak ederek geleceğini şekillendirmeli, NATO İttifakı ile AB macerasını ise haysiyetini ve şerefini daha fazla ayaklar altına aldırmadan ve bölünüp-parçalanmadan noktalamalıdır. 29 Ekim 1930 tarihinde Türk Ocağı binasında yapılan Cumhuriyet Kutlamalarında Amerikalı bayan gazeteci Atatürk’e “Türkiye’nin ne zaman Batılaşacağını, Amerikanlaşacağını sorar”. Atatürk şu cevabı verir: “Türkiye bir maymun değildir. Hiçbir milleti taklit etmeyecektir. Türkiye ne Amerikanlaşacak, ne Batılaşacaktır. O, sadece özleşecektir.” İşte Devletimizi kuranların bize örnek olması gereken anlayışları bunlardır.

“Tarih bir tekerrürden ibarettir, hiç ibret alınsaydı tekerrür eder miydi” sözleri bir ibret vesikası gibi karşımızda durmaktadır. Tüm bunlar bazılarının söylediği gibi bir paranoya veya Sevr Sendromu da değildir. Türk Milleti’nin bir daha yaşamak istemediği acı gerçeklerdir. Asıl Türkiye üzerinde oynanan tüm bu oyunları görmeyen ve adeta Batı Dünyasına Uşaklık yapanlar hastalıklı bir ruh hali ve ihanet içindedir. Afrikalıların “Batılılar buraya geldiğinde onların elinde İncil vardı, bizim elimizde ise topraklarımız, şimdi bizim elimizde İncil var, onların elinde ise bizim topraklarımız” sözlerinden ders alınmalı, Fransa Cumhurbaşkanı’nın “Hepimiz Bizans’ın Çocuklarıyız” sözleri ibretle hatırlanmalı ve “Asil Türk Milleti’nin Evlatları olduğumuz” asla unutulmamalıdır.

Batı Dünyası Türk Milleti ne zaman silkinse farklı bir Bizans Oyunu oynamakta ve bizi daima sıkıntıya sokarak önümüzü görmemizi engellemektedir. İstiklal Harbini kazandıktan sonra Misak-i Milli Sınırları içinde kalan Musul ve Kerkük’e yöneldiğimizde; Şeyh Sait İsyanı’nı çıkartmışlar ve biz isyanı bastırıncaya kadar İngiltere bu bölgeye kuvvet yığmış ve ele geçirmemizi önlemiştir. Hatayı sınırlarımıza katmamızı engellemiş, buna rağmen başardığımızda ASALA Terör örgütüyle bizi bir hayli uğraştırmışlardır. Zulme uğrayan soydaşlarımızı kurtarmak için Kıbrıs’a girdiğimizde uzun yıllar süren ekonomik ambargo uygulamışlar ve insanlarımızı ekmeğin bile karneyle alındığı ciddi bir iktisadi krize sokmuşlardır. GAP Projesine başlayıp Harran Ovasını sulamak ve suyu kontrol altına alarak bu bölgede yaşayan insanlarımızı kalkındırmak istediğimizde; yıllardır devam eden PKK Terör Örgütünü başımıza bela etmişlerdir. 

Sonuç itibariyle Türk Milleti için AB; bir medeniyet projesi değildir. T.C. Devleti; eskiden emperyalist şimdi küreselleşmeci olan batılı güçlerin model ülkesi ve taşeronu değil, ecdadının izinden giderek bölgesinin lider ülkesi olmalıdır. Milli politikalarında da şeref ve haysiyetini daha fazla ayaklar altına aldırmamalı ve teslimiyetçi yaklaşımdan derhal vazgeçmelidir. T.C. Devleti artık ilkeli, onurlu, milli ve dik bir duruş sergilemelidir. Birinci yol olan teslimiyetin en yakın örneği Osmanlı İmparatorluğunun yıkılış haritasında yerini almıştır. İkinci yol olan onurlu duruş, tam bağımsız siyaset ve milli politikaların en canlı örneği ise T.C. Devleti’nin kuruluşu ile taçlanmıştır.

Türklüğün Yeni Dünya Nizamı (Afavrasya Birliği)

Asya-Avrupa ve Afrika Kıtalarının kesiştiği önemli bir kavşakta yer alan ve coğrafyasıyla büyük bir jeo-stratejik ve jeo-politik değere sahip bulunan ülkemiz konumu itibariyle; Avrupa ve Asya’dan, Ortadoğu, Basra körfezi ve Afrika’ya kadar olan büyük bir bölgeyi kontrol altında tutabilmektedir. Diğer yandan “Kuzey-Güney, Doğu-Batı, İslam-Hıristiyan, Totaliter-Demokratik, Laik-Anti Laik” düşünceler arasında köprü görevi görmektedir. Ayrıca; gerek boğazlara sahip olması ve kıtalar arasındaki yolların kesişim noktasını teşkil etmesi, gerek uranyum-toryum-bor gibi stratejik hammaddelerin topraklarında bulunması ve gerekse dünyanın en büyük petrol rezervlerine sahip Orta Doğu Bölgesi ile birçok stratejik ham madde kaynaklarına sahip Orta Asya Bölgesine yakınlığı ve petrol boru hatlarının geçiş güzergâhında yer alması; politik-stratejik önemini daha da artırmaktadır. (Petrol ve Doğalgaz Kaynaklarının 2/3’ü Ortadoğu-Kafkaslar ve Orta Asya Coğrafyasında, toryum-uranyum-bor gibi stratejik madenlerin de 2/3’ü bizim topraklarımızda bulunmaktadır.) Ülkemizin aynı zamanda üç kıtayla ticaret yapma potansiyeli vardır ki bu bizi aynı zamanda iktisadi bir cazibe merkezi yapmakta ve hayati önemi haiz bir konuma getirmektedir.

Tüm bu özelliklerinden dolayı ülkemiz; hem dünya hâkimiyeti peşinde koşan emperyalist güçlerin, hem de bizden toprak talebi olan bazı komşu devletlerin hedefi haline gelmiş ve sürekli tehdit altında kalmıştır. Birinci Dünya Harbinde; İngiltere, Fransa, İtalya ve Yunanistan’ın Osmanlı İmparatorluğunu parçalayarak; İzmir’i, Antalya’yı, Bursa’yı, Eskişehir’i, Gazi Antep’i, Şanlı Urfa’yı ve İstanbul’u işgal etmeleri, İkinci Dünya Harbi sırasında Rusların; Kars, Ardahan, Artvin ve Boğazları istemesi, şimdi de küresel güçlerin tamamının; bünyemizde bulunan çeşi

Laiklik ve Din

0

Laiklik, 1789 Fransız ihtilali ile Batı (Avrupa)’nın gündemine giren bir kavram.
Kilisenin baskısını toplum üzerinden kaldırıp bilimin ve gelişmenin önünün açılmasında önemli bir rol oynamıştır. Kilise muharref (bozulmuş-aslı kaybolmuş) İncil’e göre hareket ediyor, papazların sözleri Allah kelamı gibi kabul ediliyor, her türlü bilimsel bulguya ve yeniliğe din adına karşı çıkılıyordu.

Bilim adamları kilisenin baskısından çekinerek düşüncelerini açıklayamıyor, kiliseye ters görüş açıklayanlar şiddetle cezalandırılıyordu. Galile, ‘dünya dönüyor’ dediği için giyotin ile idama mahkûm edilmişti.

Kilisenin baskısı din adamları üzerinde de dayanılmaz boyutlara ulaşmıştı. Martin Luther bu baskılara baş kaldırıp kiliseyi protesto ediyor, Hıristiyan dünyasında Protestan mezhebinin doğmasına sebep oluyordu.

Bilim adamları, din adamları ve halkın birçoğu bu baskıdan bunalmıştı. Artık kilisenin devlet yönetiminden (dünyevi işlerden) el çektirilmesi, sadece ibadetlere has kılınması gerekiyordu. O gün için Avrupa’da doğru olan da buydu ve böyle de oldu; kilise devlet yönetiminden soyutlandı, fakat yöneticiler ve halk kiliseye giderek ibadete devam ettiler.. Böylece Avrupa’da ki bilimin ve gelişmenin önü açılmış oldu.

O günden bu güne Avrupa laiktir ama kiliseyle barışık, halkıyla da uyumludur. Laiklik adına kırmızı görmüş boğa gibi dine ve dindara saldırmamaktadır.

Laikliğin özünde saygı ve hoşgörü vardır. Kilise din adına vatandaşa-devlete-yasama ve yürütmeye baskı yapmayacak yargı yasama ve yürütme de laiklik adına insanlara zulmetmeyecek, kiliseye gidenle gitmeyen herkes birbirine saygılı olacak zaten medeni dünyada da bu böyle olmaktadır. Bu gün bu konuda en çok konuşan insanlar ilkokulda öğrendikleri bilgilere yenilerini ilave etmemektedirler. Yeniliğe ve gelişmeye kapalı bu zihniyetin 1789 öncesi kilisenin tavrından ne farkı vardır.

Dünya dönüyor dediği için Galile’yi giyotine mahkûm eden baskıcı zihniyetle bugün sudan sebeplerle partileri kapatan yöneticilere siyaset yapma yasağı getiren zihniyetin birbirinden ne farkı vardır.

Birinde din adına diğerinde laiklik adına zulmediliyor. Neticede zulüm zulümdür.

Birazda İslam tarihindeki uygulamalarına bakalım:

Medine döneminde Necran’lı Hıristiyan bir gurup Peygamber (sav)!i ziyarete gelir. Mescidi Nebi’de görüşme esnasında Hıristiyan grubun ibadet vakti geldiğinde peygamberimiz onlara ibadet yapmaları için müsaade eder, onlarda mescidte ibadetlerini rahatça yerine getirirler.

Hz. Ömer (r.a) Müslüman idaresi altında yaşayan başka dinlere mensup insanların köleleştirilip, sömürülmelerine karşı çıktığı gibi onların inanç ve ibadet özgürlüklerini, mabetlerini, dillerini ve örflerini koruma konusunda çok hassas davranmış; Müslüman valilere gönderdiği mektuplarda Müslüman olmayan topluluklara haksızlık yapılmasını, onlardan fazla vergi alınmasını yasaklamıştır.

Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettiğinde Ayasofya’da toplanıp korku ve panik içerisinde bekleşen Hıristiyan halka ve din adamlarına inanç ve ibadetlerinde tamamen hür olduklarını söylemiş, inançlarından dolayı hiçbir baskıya maruz kalmayacaklarının teminatını vermiştir.

İspanya’da zulme maruz kalan Yahudilere Osmanlı kendi topraklarını açmış, onları zulümden kurtardığı gibi inanç ve ibadetlerine de saygılı davranmıştır.

Başka inançlara baskı ve zulüm olsaydı İslam dini Avrupa içlerine kadar, Afrika’ya, Hindistan’a ve balkanlara kadar yayılıp asırlarca oralarda tutunabilir miydi?

Tüm inançlara ve inanç mensuplarına saygılı olmak İslam inancının temel prensibidir. “Dinde zorlama yoktur.” Ayeti bunun en belirgin örneğidir.

İnsanları zorla Müslüman yapmak İslam dininin yasaklamış olduğu bir husustur. İnsanları bilgilendirdikten sonra tercihlerine saygı duymak bizim görevimiz, dinimizin de emridir.

Herkesi cennete zorla göndermek müslümanın görevi değil ki, tercihini cehennemden yana kullanana insana da saygı göstermek gerekir. Allah yolunu açık etsin, sağ salim dibine kadar gitsin.

Laiklik devletin yasama görevini yerine getirirken dinlerden bağımsız hareket eder tüm inançlara ve onların mensuplarına eşit mesafede dururlar. İnsanlar mahkemeye gittiklerinde inançlarına göre değil de yaptıklarına göre yargılanırlar. Mahkeme önünde tüm insanlar makam, mevki, sosyal statü farkı olmaksızın eşit muameleye tabi tutulurlar. İmtiyazlı kesim olmaz, suç işleyenler cezalandırılır, mağdurların da mağduriyeti giderilir. Bütün inanç sahipleri o devletin vatandaşları olmaları sebebiyle birinci sınıf vatandaşı olup saygıya layıktırlar.

Basiret-Güç Dengesi

Terör Örgütü PKK’nın TC Millet Meclisindeki temsilcileri/sözcüleri, bebek katilinin direktifi doğrultusunda hareket ediyor ve şebeke adına Türkiye Cumhuriyetine meydan okuyorlar!
Görülen o ki, ortada bir zafiyet söz konusu;
TC Yöneticileri mi basiretsiz, TB (Terörist Başı) temsilcilerimi çok güçlü bilemiyorum.
Bu soruyu sorarken korkunç derecede ürperiyor ve sinirleniyorum.
Böyle bir devletçilik anlayışı mı olur?
Bir iktidar eğer ülkenin gücünü kullanamıyorsa, bu ülkenin güçsüzlüğünü değil, yönetimin güçsüzlüğünü, zafiyetini ortaya koyar.

Yıllarca uğraşmışsın, köşe bucak kovalamış ama ele geçirememişsin/geçirtmemişler, sonra birileri, bilmem nelere karşılık paketleyip teslim etmişler ve adamın dağda yapamadığını tahsis edilen adadan yapmasına göz yumuyorsun!
Bu çok utanç verici bir hakikattir.
İşin ucunda AB’de olsa, ABD’de olsa, bir ülkenin itibarı, gururu bu kadar ayaklar altına serilemez, hiç kimsenin bu gaflete hakkı da yoktur.
Hele bunu Demokrasi maskesiyle maskelemek, ayrı bir delalettir.
Adam elçileriyle bölge halkına emirler yağdırıyor, istediği kişileri Türkiye Büyük Millet Meclisine göndertiyor ve yine elçileri aracılığı ile Millet Vekillerini(!) kumanda ediyor!

Katilin aşıladığı cesaretle, adadan kumandalı Millet Vekilleri suç işliyor, işledikleri suçlardan dolayı ifadesinin alınması gerekiyor ve 73 Milyon nüfuslu kos kocaman Türkiye, ifade almakta aciz kalıyor.

Hem de yine bebek katilinin adadan gönderdiği “Teslimiyeti kabul etmek alçaklıktır” zırva direktifiyle, Türkiye Cumhuriyetine ve yargısına rest çekiyorlar.

Bir yandan idari basiretsizlik, diğer yandan direktif noktasının gücü/korkusu, kukla vekilleri öylesine sahibinin sesi haline getiriyor ki, adamlar resmen Türkiye Cumhuriyetine kafa tutuyor ve meydanlara topladıkları taraftarlarından “Bizi hiçbir güç yargılayamaz” naralarıyla alkış alıyorlar.

Burada seslendirilen her bir alkış, ülkeye duyulan/duyulacak kin adına birer tohumdur.

Düşünülen sorgulamalarda çok geç kalındığı bir yana, daha bir adım bile atılmamış ve yapılması gereken birçok sorgu var, sorgulanacak var…

Bu vatandaşların bu hale gelmesine yıllardır göz yumanlar ve hatta yardımcı olan birçok kişi ve kuruluş, halen görmezden gelinmektedir.

Gerek küçümseyerek ve gerekse menfaat ilişkileri sebebiyle olaylara göz yumanlar ve teşvik edenler hakkında halen hiçbir işlem yapılmamaktadır.

Bu durum da, halen olaylara çanak tutanları cesaretlendirmektedir. 

Bir Allah’ın dağlısı, dağ yılanı, Murat Karayılan denen eşkıya, ajan/provokatör gazeteciler aracılığı ile Devletimize direktifler gönderiyor!

Yahu biz sadece ecdat Osmanlının torunları olmakla mı övüneceğiz sadece?
Biz onların torunları isek neden tırnakları kadar bile olamıyoruz?
Problem yönetim sisteminde mi, yöneticilerde mi, yoksa AB morfininin etkisinden midir?
Adamlar ilk Meclise girerken, tavuk kadar ürkek iken, şimdi horozdan öte yüreklenmişler / yüreklendirilmişler! Pervasızca saldırıp duruyorlar ve yaptıkları da ne yazık ki yanlarına kalıyor.

Sabır, sabır da, nereye kadar Allah aşkına…

Yüksel semaya kadar, ey yürek yangını,
Nasılsa beni bir gün, sen öldüreceksin.
Vur bütün gücünle, vur silleyi sineye,
Yıkan alçak oh çekse de, seven ah çeksin!

Paranın Namusu

0

Paranın namusu olur mu? Bir başka ifadeyle kazanılan çok para kişinin namusunu bozar mı? Bir de şöyle soralım: Namuslu kalınarak çok para kazanılır mı?

Para, insan yaşamında önemli bir değer. İktisadın temel aracı. İnsanlar, para kazanabilmek için kaç takla atıyor veya para insana kaç takla attırıyor? İnsana takla attıran, değerlerimizi altüst eden paranın gücü nereden geliyor? Cisim olarak bir metal ya da kağıt parçası hükmündeki paraya bunca itibar niye, uğruna bu kadar düzenbazlık niye? Bu meta için bunca gözyaşı niçin dökülüyor, kan niçin akıtılıyor? Para nerede, ne zaman, kime kalıcı saadet sağlamış?

Parayla ilgili bugüne kadar pek çok söz söylenmiştir. Bunlardan bazılarında para övülmekte, bazılarında küçümsenmektedir. “Çok söz yalansız, çok para haramsız olmaz.” sözünde para, olumsuz yönden değerlendirilirken, “Su sesi, kadın sesi, para sesi.” deyişinde ise para, adeta kutsanmaktadır. Bunun yanında “Para dediğin, el kiridir.” tarzında parayı küçümseyici sözlerimiz de vardır.

Bunların tamamı, bilinenin dışında bir şey değildir. Birkaç gün önce, paraya ilgili beni düşündüren, bir öykücük dikkatimi çekti. İktisat profesörü, ilk dersinde iktisat öğrencilerine şunu söyler: “Arkadaşlar iktisat üçe ayrılır: 1. Bir milyon dolara kadar para kazanmak isteyenler, ticaret… 2. Bir milyar dolara kadar para kazanmak isteyenler, siyaset… 3. Daha fazla kazanmak isteyenler, savaş yaparlar. Bunun dışında benim size bir yıl boyunca öğreteceklerim, zenginlerin ekonomi ile ilgili teorilerinden başka bir şey değildir.” der ve dersine başlar.

İşte paranın namusu burada başlıyor. Paraya bakış açıları yönüyle insanları ikiye ayırabiliriz. 1. Parayı kutsayanlar, 2. Parayı başka kutsalların vasıtası görenler. Parayı kutsayanların gözünde, ona ulaşmayı engelleyen her şeyi ortadan kaldırmak mubahtır. Siyaset, siyasetin paradigması olan entrika, yalan, hile, riya gayet meşrudur, hatta gereklidir. Siyaset, o zihniyetteki insanlara göre, insanların birbirleriyle ilişkilerini kolaylaştıran bir hizmet aracı değil, para kazanmanın demokratik yoludur. Demokrasi, para kazannmaya hizmet ettiği sürece değerlidir, gereklidir. Bu tip insanlara siyaset para kazandırmıyorsa veya az para kazandırıyorsa bu defa yeni bir yol denenmelidir. Adı: Savaş. Bunun için, insanlar, bu tip insanlar tarafından siyasi, etnik özelliklerine göre veya sosyal sınıfları, ırkları, inançları açısından bölünür, kışkırtılır, birbirlerine düşürülür. Çözümsüz sorunlara düşürülür. İnsanlar, sorunların çözümünün savaş olduğuna inandırılır. Bu amaçla; sanat, bilim, mabet, her şey kullanılır. Kişinin, önce güvenlik, sonra düşmanını yok etme duygusu işlenir bu tip insanlar tarafından. Artık pazar oluşmuştur; silah siparişleri gelmelidir. Her sipariş; gözyaşıdır, kandır, dramdır. Olsun, bunun bir önemi yok. Önemli olan, para babalarının önce cepleri sonra mideleri şişmelidir. Kazancın sınırı kalmamıştır. Milyon, milyar dolarlar elde edilen parayı ifade etmeye yetmez.

Para her şey değildir, sadece bir şeydir, diyenler; parayı gerçek konumuna oturtanlardır. Parayı önemsemezlik değil, paraya layık olduğu değeri vermektir, bu yaklaşım. Daha yüce değerlere inananların, geniş ufuk sahiplerinin ölçüsüdür bu. Parayı bir efendi değil, köle olarak görmek bir ahlakın eseridir. Entelektüellikle, bilgiyle ya da bilimle ilgisi yoktur bunun. İnsanı erdemli kılan yüksek ahlaktır, bunun öğretisi. Bu öğretiyle yetişen birine bir gün en sevdiği şeyin ne olduğunu sorarlar. Aldıkları cevap, paradır soruyu soranların. Şaşırır soru soranlar. “Nasıl olur bu?” derler. Diğeri: “Parayı o kadar çok seviyorum ki onu hiç elimde tutmuyorum; öldükten sonra karşıma çıksın, benimle olsun diye hemen ihtiyaç sahiplerine dağıtıyorum.” der.

Para, size pek çok kapıyı kolayca açsa da, pek çok sorunumuzu çözse de onun açtığı kapılar pek kalıcı, bereketli olmuyor. Parayla açılan gönüller çabuk kararıyor. Paranın, zamanla, gönül dünyamızı kirlettiğini, ilişkilerimizi bitirdiğini, değerlerimizi etkisizleştirdiğini görüyoruz. Para için bunca emek, kavga, entrika, göz yaşı, kan değer mi? İlkemiz, parayı küçümsemek değil, onu gerçek konumuna oturtmak olmalı. Bunu başaranlar, yaşamın sırrını kavradıkları için, daha mutlu olurlar.

Namusu olmayan paranın peşini bırakıp daha yüce değerlerin atmosferinde ömür tüketmek gerek. Bu ömrün telafisi yok. Heder edilmiş bir ömür, ne büyük kayıp!

 

32. Büyük Şu’ra

Aydınlar Ocaklarının 32. Büyük Şu’rası,  22-24  Mayıs 2009 tarihlerinde Isparta Aydınlar Ocağımızın ev sahipliğinde, 32 Ocağın katılması ile  gerçekleştirildi. Bilindiği gibi, Aydınlar Ocakları senede iki defa bir Ocağımızın ev sahipliğinde toplanarak ülke ve dünya gündemindeki meseleleri görüşmekte, tartışmakta ve fikir alışverişinde bulunmaktadır. Çeşitli kültürel ve sanat faaliyetlerinin de yerine getirildiği bu toplantılar;  güç ve dayanışmayı arttırmaktadır. Aileleri buluşturmaktadır.

32. Büyük Şu’ra, ülke ufkuna karanlık bulutların çöktüğü, büyük rahatsızlık, endişe ve üzüntülerin hissedildiği, işsizliğin arttığı, büyüme hedeflerinin küçüldüğü, Türkiye’nin toprak bütünlüğünün, üniter yapısının ve devlet şeklinin tartışıldığı bir dönemde yapılmıştır. Sanki milli mücadele ile Osmanlı’dan milli devlete henüz geçmek üzereyiz.

Bu dönemde demokratikleşme yutturmacısı adı altında hiçbir ciddi devletin yapamayacağı ve tahammül edemeyeceği uygulamalar bize yaptırılmakta, Türkiye adeta 1919 Damat Ferit dönemini yaşamaktadır. Devlet adeta açık arttırılmaya çıkarılmakta, ona buna egemenliği paylaştırmaya ve Sevr şartlarına dönmeye zorlanmaktadır. Ama yine de 23 Nisan ve 19 Mayıs’larda bayramları kutlayabilmekteyiz.

Devletler etnik gruplara göre siyaset uygulamazlar. Siyasetin de belirleyici unsuru etniklik değildir. Devlet vatandaşlarına bir bütün olarak ve eşit şekilde yaklaşır. Etnik gruplara ayırarak, etnik grup enflasyonu yaratarak, insanları ötekileştirerek  bir politika uygulamak ciddi devlet olmak ve ciddi devlet adamlığı ile bağdaşmaz. Bazı hukukçuların devlet etnikliğe kör olmalı yani şu ya da bu etnik grubun taassubu ile hareket etmemeli görüşü çok isabetlidir.

Türkiye’de Kürtçülük dalkavukluğu açıkça yapılmakta, bu iş yukarılardan pazarlanmaktadır. Oysa devlete ortak aramada, egemenliği bölüp paylaştırmak da bize çok yabancıdır. Milli mücadeleyi ve Cumhuriyeti bunun için yapmadık ve  kurmadık. Bunun için binlerce isimsiz kahramanı şehit vermedik.  Lafola tarzında söylenmiş bir cümle var: “Milliyetçilik kimsenin inhisarında değildir”. Bunu herkes ezberledi ve biliyor. Ama bu cümleye sığınanlar, inanmasalar da salon ve protokol milliyetçiliğini bırakıp ona biraz bulaşmalıdırlar. Milliyetçilik kimsenin inhisarında değildir; ama bu sahipsiz bırakılma anlamına da gelmemelidir.

Biz de milliyetçi sayılırız diyebilenler  etnik taassuba ve ırkçılığa prim vermek ile milliyetçiliğin hiç bağdaşmayacağı öğrenmelidirler. Milleti ayırmadan kucaklayan, parçayı bütünün önüne geçirmeyen milliyetçilik  bazı bakan ve bakmayanlarınıza göre modası geçmiş, dünü ilgilendiren  bir görüştür. Farklı milliyetlerden ve milletlerden meydana gelmeyen bir ümmet de olamaz.

Şu’rada, anayasa değişikliklerinin ülke gerçeklerine ve milli çıkarlarımıza göre yapılması, demokratikleşme maskesi altındaki etnik ihanetten kaçınılması gerektiği sonuç bildirisinde yer almıştır. Hukuk devletinin korunması, hukukun siyasi çekişmelere alet edilmemesine işaret edilmiştir. Ermeni Sorunu dahil hemen hemen her konuda tek taraflı çözüm ve tek taraflı tavizin  geçerli olamayacağı belirtilmiştir. Kıbrıs’ta Rum’a ve AB’ye şirin görünme politikasının terk edilmesi, TSK’nın terörle yaptığı kararlı mücadelenin  aynı kararlılıkla desteklenmesi istenmiştir. Küreselciler tarafından uygulamaya sokulmak istenen Hz. Muhammed’siz ve Kuran-ı Kerim’siz İslâm Projesine karşı hassas olunması ve bu alandaki tuzaklara dikkat edilmesi tavsiye edilmiştir. Türk kimliğinden utananların ve korkanların bulunduğu belirtilerek; Türkiyelilik şeklinde  mekan birliğinden başka bir anlam taşımayan, içi doldurulmamış sözde bir kimliğin  kültürel boyutunun olmadığı ve kültürel kimlik de olmayacağı ifade edilmiştir. Enerji konusuna dikkat çekilmiş, nükleer enerjiye geçilmesinde geç kalınmaması, milli kaynaklara dayalı enerji politikalarının öne alınması, eğitimin her kademesinde millilik prensibinin esas alınması, ülke topraklarının yabancılara peşkeş çekilmemesi,  ABD ve AB ile olan politikaların doğru dürüst gözden geçirilerek gurur ve haysiyet kırıcı ortamların yaratılmaması tavsiye edilmiştir.

Şu’raya katılan milli endişe sahibi herkese ve düzenlemeyi yapan Isparta Ocak Başkanı Doç Dr.  Kâmil Kaya ve arkadaşlarını tebrik eder,  teşekkür  ederiz.

 

Eğitim ve Sağlık Neferi Dr. Saylan’ın Ardından

0

Türkiye’nin gündemi o kadar hızlı değişiyor ki, hangisini yazacağımızı şaşırdık, neredeyse… Genel anlamda, önce kendi kendimize “sorun” yaratıyoruz, sonra da kalkıp bu sorunların çözümünü başkalarına havale ediyoruz. Kendi milli sınırlarımızda, iç politika aktörleri tarafından çözülmesi gerekenleri “Kapıkule” ötesine veya okyanus ötesi merkezlere havale ediyoruz. Onun içindir ki sürekli yeni sorunlarla iç içe oluyoruz, yaşıyoruz.

Kendi ayağımıza sıkılan kurşun örneği gibi yaratılan “Kürt” meselesi!!!

Savsaklanan “Ermeni” meselesi!!!

Şimdi de “Faşizanlık” meselesi!!!

Cumhuriyet mi, demokrasi mi, laiklik mi, şeriat mı????!!!!

Buyurun seçin seçebilirseniz…

Neyse ki ülkemin ana sorunlarından biri olan “eğitim” konusunun, insanlarımız tarafından çözülmesi gerektiği fikri yaygınlaştı da, küçümsenmeyecek mesafeler alındı. Alındı da, “milli duruş” sergileyen her eğitim hareketi, yine birileri tarafından sorgulanıp “kulplar” takılarak engellendi. İşte Köy Enstitüleri, işte Yüksek Öğretmen Okulları örnekleri… Önce budandı, sonra tamamen kökünden kesildi, yok edildiler… Bu iki eğitim olayı, Türk milleti için “milli duruşlu”, eğitimde devrim nitelikli hamlelerdi. Bunlar, Türk eğitim tarihinde, dünyaca tanınmış ve kayıtlara yegâne “Türk Eğitim Modeli” olarak geçmiş birer olaydır.

Üçüncü bir devrim ise, Dr. Saylan tarafından, devletinin gücü dışında, tamamen özverili vatandaşların katkısıyla yürütülen “Kız Çocuklarını Okutma” hareketidir. Bunlar birer devrim niteliğindeki hareketlerdir (Not: Bunlardan çok farklı olarak başlatılan Fetullah Gülen Eğitim Hareketi ayrı bir yazı konusudur.).

Bunu destekleyen kim olursa olsun, adı ne olursa olsun, öncü derneğin yapısı ne olursa olsun, esas olan ana fikirdir; fikrin amacı olan “hedef kitle” dir.

Dr. Saylan’ın hedef kitlesi, Türk toplumunda “ikinci sınıf vatandaş” konumundan bir türlü kurtulmayan, onu öyle görmek isteyen “o biçim kafa yapısı” ile verilen mücadeledir. Katı ve acımasız gelenekliğin yıkılmadığı Anadolu’da, gencecik kız çocuklarına sahip çıkma hareketidir, Dr. Saylan eğitim hareketi. Okula gönderilmesi gereken kız çocuklarının “kocaya verilme” geleneğine karşı çıkış hareketidir! Cahil bırakarak “sömürme” düşüncesine karşı mücadele hareketidir…

Toplumun sosyolojik olarak şekillendirilmesini sağlayan “toplum mühendisliği”, temelde bir ana başlıkla ifade edilse de, bu işi başaranlar aslında eğitimcilerdir. (Eğitimci denildiği zaman, ilk akla gelen husus, Gazi Paşa, Harf İnkılâbını yaptığında, 13 milyonluk ülkemizin okur-yazar oran tablosu şöyleydi; erkeklerde okur-yazar oranı%0.7, kadınlarda %0.1)

Yeni alfabe ile erkeklerde (binde yedi), kadınlarda (binde bir) olan okuryazarlık oranı, altı ay içinde normal sayılacak bir orana yükseltilme hedefi seçildi. Bu işte rol alanların başında ise, o günün ifadesiyle, “eğitmenler” vardı. Tekrar ediyorum; “öğretmen” değil, “eğitmen!” Çünkü ülkede öğretmen çok azdı. Her yere öğretmen bulup göndermek mümkün değildi. Okur-yazar olan insanlar, önce kısa bir kurstan geçirildikten sonra “eğitmen” olarak tayin ediliyordu. Mahalle mekteplerinde, halk evlerinde, gece kurslarında toplumu okur-yazar kılmak için, eğitmek için tüm gücüyle çalıştılar ve Gazi Paşa’nın gösterdiği hedefe isabetle ulaşıldı.

Eğitime gönül vermek bir idealizmdir. Yapılan her şey, bu idealizmin sonucudur. Eğer bu ideal ruhunuzun en derin noktasında yalazlanmıyorsa, başarılı olmanız pek mümkün değildir.

Dikkatinizi çekmek isterim; Gazi Paşa da işe eğitimle başladı, O’nun kurduğu cumhuriyeti ele geçirmeye ve gerektiğinde yıkmaya yeminli kadrolar yetiştirmek için de, işe, eğitimle başladılar. Milli kimlik yoksunu “bazı” merkezlerin amaçları için eğitimden başlamaları tesadüfî değildir.

Buna karşın devletin başaramadığını vatandaşın başarma şansı çok zayıf da olsa, toplumsal dokuyu uyandırmak pahasına bir kıvılcım yakıldı; bu önderlik eğitim neferi Dr. Saylan tarafından yapıldı. Bunu hazmedemeyenler Dr. Saylan’a saldırdılar, hakaret ettiler, çirkin iftiralar attılar.

Bunu yapanlar da, güya “din” adına, “Müslümanlık” adına yaptılar. Bu nasıl anlayış, bu nasıl bitmez-tükenmez kin ve nefret ki, iyilik yapan birine iftira atılıyor, hakaret ediliyor!?

O dinin Peygamberi ki, Yahudi olan insanlardan, cahil Araplara, bedevilere okuma ve yazmayı öğretmek şartıyla köleliğini affetmiş! Bu dinin Peygamberinin temsil ettiği Müslümanlık, nasıl olur da kara yobazlar, din tüccarları tarafından “kalkan” yapılarak, eğitim neferi gibi çalışıp milletine hizmet veren, iyilik yapan insanı aşağılıyorlar?

Desteksiz kız çocuklarına sahip çıkıp, tahsil yapmalarını sağlamak için, lepra (cüzam) hastalığını Ülkemizde yok etmek için ömrünü eğitim ve sağlık neferi olarak harcayan insana yapılan hakaretleri, acaba bu dinin Peygamberi duysa, “lanet” okumaz mı?

Harpte aman dileyene nasıl ki kılıç kalkmaz ise, hasta yatağında can çekişen, ona rağmen eğitilmemiş çocukları düşünen, herkese insanlık dersi veren bir münevvere sözle, basınla saldırmak hangi dindarlıkta, muhafazakârlıkta vardır? Bu kara yobazların kin kusan manşetlerine Peygamber acaba ne derdi? Bir eğitim neferine “kin”, “nefret” dolu yazılarla saldıranlar, acaba utanacaklar mı?

Her dinin temelinde; iyilik yapmak, doğru işler yapmak, insana yararlı olmak, vicdanlı olmak vardır. Gerçek anlamda dindar olan, inanan, Müslüman olan bir insan, Tanrının yarattığı en değerli varlık olan insana hizmet etmeyi tek gaye edinmiş bir insana, din adına, Müslümanlık adına saldırmak, hakaret etmek, iftiralar etmek hangi kutsal inancın, kitabın kapak arasına sığabilir?

Bunu yapanlar utanmazlarsa, pişmanlık duymazlarsa, inandığım din adına, onlardan şahsen utanıyorum; insanlığımdan dolayı onlarla aynı sıfatları taşımaktan utanıyorum.

Dr. Saylan’ın Müslüman olmuş bir anneden doğup büyümesi, çok değerli fikirlerle ülkesini temsil etmesi ne zamandan beri kusur sayılıyor? Toplumu cehaletten kurtarmak için eğitim neferi gibi çalışması acaba neden bu kara yobazların işine gelmez?  Dr. Saylan’ın yaptıklarının binde birini yapabilselerdi keşke…

Eğer “din” bağlamında değerlendirilirse, Müslümanlığı kabul etmiş bir annenin yetiştirdiği bu denli yararlı insanı herkesten önce el üstünde tutmaları gerekmez mi; tabii ki samimi dindarlar ise!?

Eğer vicdanları kararmamış ise, birazcık samimi inançları varsa, kalp gözleri kör değilse, ruhlarını şeytana kiralamamışlarsa, yaptıkları yanlıştan geri dönerler, özür dilerler; hiç olmazsa bundan böyle bu iyilik meleğinin ruhuna karşı “küfürbaz” olmazlar! Ama hiç sanmıyorum!

Türkan Saylan’ı, yaptıklarını anlamak gerek. Bundan sonra Dr. Saylan’a ne kadar iltifatlar yapılsa, hakaretlerde bulunulsa ne faydası ne de zararı olabilir. Şunu her inanan ve okuyan insan bilir ki ölülerin arkasından kötü konuşulmaz. Şayet kötü konuşuluyorsa, zarar konuşulana değil, konuşana dokunur. Yaşamın kuralı olarak her canlı gibi her insanın da ölümü tadacağı gerçeğini kimse inkâr edebilir mi? O saat geldiğinde, kimsenin kimseye faydası olmayacağını, ölülerin ardından “küfür” yapanlar bilmiyorlar mı? Dinimiz her zaman ve yerde güzelliği telkin eder. Ölen bir insanın yanlış ve “kötü” taraflarını değil, iyi tarafıyla anmak esastır. Kişinin hatalarının ve sevaplarının karşılığını bulacağı yer, kulların kurduğu riyakârlık kokan “magazin sofraları” değildir. Dr. Saylan’ın birileri tarafından “melek” ilan edilmesi de onu “melek” yapmaz, yobazlar tarafından “şeytan” ilan edilmesi de onu “şeytan” yapmaz. Bilinen söz vardır; “kötü söz sahibinindir”, bunu unutmayalım…

Cenaze töreni ve “o biçim” zihniyet…

Dr. Saylan, topluma mal olmuş bir eğitim ve sağlık neferi olarak gönülleri fethetmenin haklılığı ile kendisine yakışır şekilde, onurlu bir hüzünle öbür tarafa uğurlandı. Kendisini M.E. Şurasında, yakından tanıyarak Türkiye’mizin geleceği hakkında eğitim seferberliğinin ne ölçüde gerekli olduğunu paylaşmıştım. Cenazesine gelenler herhangi bir yönlendirme, baskı, tavsiye almadan kendiliğinden (spontane) oluşan, içten ve samimi yığınlar duygularını bir şekilde bu cenaze töreninde ifade ettiler. “Güle güle Türkan Hoca… Güle güle vefakâr ve de cefakâr eğitim ve sağlık neferi…” dediler.

Törende her kesimden, her meslekten vatandaş vardı, fakat “bay protokol” yoktu! Sadece dikkat çeken T.S.Kuvvetlerini temsilen 1. Ordu Komutanı Org. Ergin Saygun’un bulunması idi. Ayrıca TSK adına gönderilen çelenk de dikkat çekiyordu.

Düşünüyorum da, Dr. Saylan yerine vefat eden, “din tüccarı” bir (X) tarikatının, ya da cemaatin (XX) “şeyh efendisi” olsaydı, o cenazede yine “bay protokol” olmaz mıydı? Kararı okuyucunun ferasetine ve algı kabiliyetine bırakıyorum!

Dr. Saylan’ın vasiyetine bağlı kalarak, merhumenin cenaze namazını kıldıran ilahiyatçının “aydınlık” saçan konuşması ise, pek çok “kara yobaz” için “ders” niteliğindeydi. Cenaze törenine katılsın ya da katılmasın, Dr. Saylan’ın samimi bir Müslüman, samimi bir hayırsever, vatansever, fedakâr kültürle yoğrulmuş bir insan olduğuna inanan Ülkemin milyonlarca insanı, Dr. Saylan’ın ardından dualar ettiler, yitirilen bu eğitim neferinin acısını yüreklerinden hissettiler.

Gelelim bazı sorulara!

Soru 1- Dr. Saylan, genç bir hekim iken Anadolu’da, daha sonra üniversitede, cüzam hastalarını tespit ve tedavi etmek için tüm zorlukları aşarak hizmet verdi. Cüzamla Savaş Derneğini kurarak, bir sağlık neferi gibi çalışarak, bu hastalığı Ülkemizde sorun olmaktan çıkardı. Dr. Saylan Türk Tıbbına, bilim ve hizmetle sınırsız katkı yaptı.

Peki, tüm bunlara karşın Dr. Saylan’ın meslektaşı olan, T.C. Sağlık Bakanı Dr Recep Akdağ neredeydi? Neden cenaze töreninde yoktu, bakanlığın çelengi dahi!

Soru-2 Bir eğitim neferi olarak Anadolu’daki okutulmayan kız çocuklarını okutmak için seferber olan Dr. Saylan bir bakıma Milli Eğitim Bakanlığı’nın görevini kısmen de olsa üstlendi. Ülkemin sahipsiz, yana itilmiş gençlerini eğitmek için Anadolu’nun en ücra köylerine dahi giderek, binlerce çocuğun eğitim almasını sağladı. Okullar, yurtların kurulmasına önderlik etti, en değerli varlık olan insanın eğitimine katkıda bulundu.

Peki, Dr. Saylan’ın hemcinsi olan yeni Milli Eğitim Bakanı Çubukçu neredeydi? Neden cenaze törenine katılmadı?

Soru-3 Hadi bunları da geçelim. Politikacıdan vefa beklenmez derler. Fakat ülkenin, rejimin, devletin, milletin temsilcisi olan, hani o meşhur ifade ile “cumhur” u temsil eden, “tarafsız” olduğu söylenen bir temsil makamını işgal eden Cumhurbaşkanı neredeydi?

Bulunduğu makam, görevi ve sorumluluklarının gereği olarak siyaset kurumunun üzerinde olması gereken bu makamın temsilcisi neredeydi? O makamda oturan zatın, kim olursa olsun, oy hesabı olamaz! Ülkemin birlik ve bütünlüğünü korumakla görevlidir, bu ince ayarı temsil eder. Halkının arasında renk, cins, ırk, din bağlamında hiçbir ayırım yapmadan, her vatandaşa eşit mesafede durması gereken bir makam! Cumhuriyetin başı, Devletin başı, üstelik yasal “başkomutan”.

Peki, Cumhurbaşkanı hem eğitim hem de sağlık alanında ülkesine, insanlarına hizmet vermiş olan Dr. Saylan’ın cenaze törenine katılma gereğini neden görmedi? Haydi diyelim ki çok meşguldür, temsilci neden göndermedi? Onu da geçelim neden temsil makamının forsunu taşıyan bir çelenk gönderilmedi?

Bir kişiyi sevmek ayrı şeydir, yaptığı hizmetleri ve başarılarını takdir etmek ayrı şeydir. Bunu sıradan vatandaş ayırım yapabilir, fakat bu makam, Cumhurbaşkanlığı, asla yapmamalıdır. Yoksa “Cumhurun” başı, bu ülkenin sadece bir kısım vatandaşı mı temsil ediyor?

Ülkemi idare eden siyasi irade ve diğer sorumluları, ülkesine sağlık ve eğitim alanında örnek hizmetler yapmış bir bilim insanı ve sivil toplum önderinin ölümünü görmezden gelerek, belli bir “kör” zihniyete ne kadar bağlanmış olduğunu göstermiştir. Dr. Saylan’ın bize hatırlattığı önemli bir gerçek var; Türkiye’deki kamplaşmanın, ötekileştirmenin, siyasi irade ve üst yönetimlerce nasıl derinleştirildiğidir. Kamplaştırma, ayırımcılık, ötekileştirme o derece ileri götürülmüştür ki, ölüler bile “laik” ve “muhafazakâr” diye ayırıma tabi tutulmaktadır. Bir ülkenin birlik ve bütünlüğü için bundan daha korkunç bir durum olabilir mi?

Soru-4 (Tüm idarecilere yöneliktir) Dr. Saylan’ın ölümünden dolayı çok üzülenler olduğu kadar, O’nun ölümünden dolayı “ooohhh” çekenler de olmuştur. Sanki “oh” çekiciler hiç ölmeyeceklermiş gibi!

Dr. Saylan, geride eğitilmek üzere 30.000 (otuz bin) genç öğrenciyi miras olarak bıraktı; çağdaşlaşmak için, aydınlanmak için, cehaletle savaşmak için, idealler bıraktı…

Peki, bugün, devleti idare ettiklerini sananlar, sağlık ve eğitim neferi olarak hayatını harcayan Dr Saylan’ın cenazesine bir taziye, çelenk göndermekten dahi imtina edenler, evet sizler, “poly-tik” karakterlileriyle dikkat çekenler, geride miras olarak ne bırakacaksınız?

 

Çizgilere Yansıyan Hıristiyanlık Etkileri

0

Geçtiğimiz yıllarda bir yardım kuruluşumuzun kurban bayramı öncesi, kurban bağışı toplamak için bastırdığı afişlerden biri oldukça dikkat çekti. Minyatür tarzda hazırlanan afişte, Hz. İbrahim a.s. oğlu Hz. İsmail a.s.’ı kurban ederken Hz. Cebrail a.s.’ın koçu getirmesi tasvir ediliyordu. Fakat islâmî bir ibadet olan kurbanla ilgili bir afişte İslâm’a aykırılıklar vardı.

İslâm inancına göre meleklerde dişilik, erkeklik, yeme, içme gibi özellikler yok iken, müslümanlara kurban bağışı çağrısı yapan bu afişte Hz. Cebrail a.s. kadın olarak tasvir edildi. Bu dikkat çeken manidar afişe, kamuoyu, Diyanet İşleri Başkanlığı, öğretim görevlileri ve kimi dernek ve vakıflar tepki gösterdiler.

Ülkemizdeki çok satan gazetelerden bir tanesi ise afişten daha vahim bir yaklaşım sergiledi. Gazete, “Tam 553 yıl sonra aynı kavga, kadın melek kıyamet kopardı” cümlesini manşetten verdi. Haberin devamında da “Tarih kitaplarındaki ‘İstanbul kuşatma altındayken Bizans’ta meleklerin cinsiyeti tartışılıyordu’ ifadesi 5 asır sonra yine gündeme geldi.” ve “Dernek başkanı şaşkın: Nelerle uğraşıyorlar. Tarih tekerrür ediyor.” gibi cümleler kullandılar.

İslâm’da cinsiyet tartışması yok

İslâm’da melekler erkek mi yoksa dişi mi diye bir tartışma konusu yoktur. İslâm’ın bu konuda bildirdiği gayet açıktır. Melekler nurdan yaratılmış, erkeklik ve dişilik özellikleri olmayan varlıklardır. Bir müslümanın bunu böylece bilmesi ve inanması inancının gereğidir.

Gazetedeki haberi bu yorumla yazan kişi üniversite okuyup, kendisine diploma verilmiş bir insan. Peki bir insan hem üniversite bitirip hem de cahil olabilir mi? Demek ki olabiliyor. Örnek olarak da bu tür yorumlar yazanları gösterebiliriz.

Karikatürcü için bu tip kişiler birer malzemedir. Adeta karikatürcüye “gel beni eleştir, benimle alay et” diye davetiye çıkarırlar. Çünkü kendilerine doğrusu anlatıldığı halde anlamamışlar veya anlamak istememişlerdir. Bile bile gülünç duruma düşmüşlerdir. İşte karikatürcüler de içinde bulundukları bu gülünç durumu kendilerine göstermek için mizah diliyle eleştirirler.

Çizer cehaleti

Konuyu karikatür açısından incelediğimizde, ülkemizde çizilen bazı karikatürlerde de aynı cehaleti görmekteyiz. Bu çizimlerin nedenlerinin başında, bahsettiğimiz cehaleti ve hırıstiyan karikatürcülerin taklit edilmesini görürüz.

Ülkemizdeki bazı dergi, gazete ve internet sitelerinde melekler cinsiyet sahibiymiş gibi çizilmektedir. Bu tip çizimlerde konu çoğunlukla cennet ve cehennemdir. Cennet ve cehennem çizimleri de genellikle bulutlar üzerinde olmaktadır. Cennet ve cehennem kapıları bulutların üzerindeymiş gibi çizilir.

Kendilerince komik diyaloglarla çizilen bu tip karikatürlerde İslâm’ın ahiret inancıyla alay edilmesi tehlikesi vardır. Halbuki ahiret en ciddi konudur. Dünya hayatında yapılanların hesabının verileceği bu âlem ile ilgili çizimler konusunda sadece çizenlerin değil, izleyenlerin de dikkatli olmaları gerekir.

Hırıstiyan inancına göre Tanrı erkektir. Genellikle yaşlı, uzun beyaz sakallı ve bulutların üstünde çizilir. Yani tamamen İslâm inancına aykırı olarak hem cinsiyeti vardır hem de mekâna sahiptir. Ülkemizde çizilen karikatürlerde erkek şeklinde Tanrı çizimi görülmez. Fakat Hırıstiyan inancından etkilenerek bulutların arasından çıkan, insanınkine benzeyen el çizimlerini görebilmekteyiz.

Doğru bilgi herkese şart

İslâm inancıyla bağdaşmayan bu çizimler cahil insanlarımızı etkileyebilmektedir. Fakat bu yalnızca çizimlerde değil, toplum içindeki kimi diyaloglarda da kendini gösteriyor. Mesela bazı anne-babaların çocuklarına “şöyle yapma, yoksa -hâşâ- Allah baba sana taş atar.” şeklinde uyarıları hatalı bir karikatür kadar zararlı olmaktadır.

Farklı kültürlerin özellikle Hırıstiyanlığın etkilerini incelerken, kitap, gazete, dergi, televizyon, sinema ve radyo gibi araçları birer kaynak olarak konumuzun içerisine almamız gerekir. Çünkü karikatürün konuları genellikle bu yazılı ve görsel iletişim araçları ile elde edilen bilgilerle çizilir. Bu bilgiler beraberinde etkilenmeyi de getirdiğinden, karikatürcünün neden bu şekilde çizimler yaptığı bir bakıma daha net anlaşılmış olur.

Karikatürcü çok okumak zorundadır. Vermek istediği mesajların anlaşılması ve eleştirilerindeki haklılığı kanıtlayabilmesi için çizdiği konular hakkında bilgi sahibi olması gerekir. Müslüman bir karikatürcünün de her müslüman gibi öğrenmesi gereken konuların başında iman esasları gelir. Okuduklarını da bu iman esasları süzgecinden geçirmelidir.

Farklı kültürlere ait okuma yaparken de dikkatli olunmalıdır. Çünkü her yazar kendi inancıyla yoğurduğu bir bakışı esas alır. Kimi kitaplarda bazen Hırıstiyanlıktaki teslis inancı doğrultusunda çocuklara, Hz. İsa a.s.’ın, meleklerin, Hz. Meryem validemizin, azizlerin yardım ettikleri yazılır. Özellikle meleklerin dünyada yaşayanlara yardımı mümkündür, fakat sanki Hz. İsa a.s ve Hz. Meryem validemiz günümüzdeki hırıstiyanların dininden razı imiş gibi gösterilir.

Onların hikâyesinden bize ne?

Katoliklerin propagandası haline gelmiş olan “Fatıma ve 3 Sırrı” konusu vardır. Bazen kitap halinde, bazen de yazılı ve görsel medyada magazinel bir şekilde gündeme gelen bu konu esrarengiz bir havayla kamuoyuna sunulur. Katoliklere göre, 1917’de Portekizli üç çoban çocuk kendilerine Hz. Meryem’in görünerek üç sır verdiğini iddia ederler.

Bir müslüman bu hikâyeye inanmaz. Çünkü hikâyenin detaylarına bakıldığında İslâm inancıyla zıt bir Hz. Meryem profili görülür. Hikâyedeki çocukların anlattıklarına göre Hz. Meryem gök görüntüsüyle görülmüş ve çocuğa “Tanrınız İsa için ızdırap çekmeniz lazım çoçuğum, günahkârların bağışlanması için eziyet çekmeniz lazım, Tanrınız İsa çok üzgün, sizden eziyet çekmenizi istiyor…” demiş!

Hikâyedeki Tanrı İsa ve Meryem Ana profiliyle, İslâm’daki Allah inancı ve Hz. Meryem arasında hiçbir benzerlik yoktur. O nedenle gerek kendileri için, gerekse çocukları için kitap okuma gibi bilgi edinme kanallarını açmaya çalışan müslümanların dikkatli olmaları gerekir.

Aynı dikkat sinema ve televizyon filmleri için de gösterilmelidir. Yine geçteğimiz yıllarda sinemalarda “Tutku-İsa’nın Çilesi” isimli bir film gösterildi. Çarmıh olayından önceki 12 saati ele aldığı söylenen film ülkemizde de izlendi. Gazetelerin yazdıklarına göre, filmdeki işkence sahnelerinden etkilenen bazı seyirciler kendilerini tutamayıp, sinema salonunda yahudiler aleyhine bağırıp çağırmışlar.

Peki işkence sahnelerinin çarpıcı bir şekilde aktarıldığı filmdeki Hırıstiyan söylemleri acaba kaç kişinin dikkatini çekmiştir? Acaba filmi izleyen insanlar arasında ayağa kalkıp da; “Bu filmdeki İsa’yla biz müslümanların inandığı Hz. İsa a.s. aynı kişi değil. Hz. İsa a.s. Tanrı’nın oğlu değil, Allah’ın kulu ve elçisidir” deyip İhlâs Suresi’nin mealini aktaran olmuş mudur?

Farkında olmadan üzerimize sinenler

Hırıstiyan batı kültürünün üzerimize sinmesine sebep olan iletişim araçlarından biri de televizyonlardır. Yabancı dizi ve sinemalardaki nikâh merasimleriyle, ülkemizdeki nikâh merasimlerinin birbirine bu denli benzerliği nedendir?

Korku filmlerindeki Hıristıyan temalar da dikkat çekicidir. Tiplere baktığımızda cadı, vampir, zombi, kurt adam gibi tipler görürüz. Bu tiplerle yapılan mücadelelerde de hep hırıstiyanların sembolleri kullanılır. Bu filmlere göre bir vampiri öldürmenin yolu bir haçı vampire göstermek veya göğsüne saplamaktır. Filmlerde hırıstiyan olmayan insanlar da şeytanın aldattığı insanlardır, onların ruhlarına şeytan girmiştir.

Karikatürlerde de görülen cadı, kurt adam gibi tipler İslâm’da yoktur. Bilinçli bir müslüman bu tip filmleri seyrediyor olsa bile, saçmalıklar onu etkilemez. Olsa olsa güldürür. Fakat herkes için bilinçli müslümandır demek ne kadar mümkündür?! Bütün bilgisi televizyonda görüp duyduklarından ibaret olan bir yığın olduğunu da görmek gerek.

Biraz dikkat ve gayret

Burada niyetimiz, biz saf bir milletiz, başkası ne derse ondan etkileniriz, bu yüzden okumayalım, seyretmeyelim, bakmayalım da kendimizi muhafaza edelim değil… Genç nüfusu çoğunlukta olan bir toplumuz. Akıl ve mantık düzeyinde doğrular kabul edilse de, yanlışların bilinç altı tesirlerini göz ardı edemeyiz, bu tesirlerden korunmak ve korumak için biraz daha dikkali olalım diye temenni ediyoruz.

Örneğin, bir müslümanın mezarlıklara bakışı şöyledir: Mezarlıklar, dünya hayatını bitirmiş, Rabbiyle baş başa kalmış insanların bulunduğu yerlerdir. Onlar için dua ederiz. Onların bulundukları durum bizim için ibret, derin bir bilgi kaynağıdır. Fakat aklımız kabul etmese de, iletişim kanalları yoluyla yabancı dünyadan edindiklerimiz bir şekilde bilinç altımıza tesir etmiş ki, mezarlardan aşırı tedirgin olan, marazi şekilde korkan hayli insanımız var.

Bu korku, karikatürlerde, korkusunu bastırmak için ıslık çalarak ya da bağıra çağıra konuşarak hızlı adımlarla mezarlıktan geçen insan çizimleriyle kendini belli eder. Tamam, hırıstiyanların kitaplarında, filmlerinde, çizimlerinde hortlağıyla, zombisiyle ölüler ve mezarlıklar korkutucu olarak ele alınır. İyi de bunun müslüman inanç dünyasında ne işi var?

Bir müslüman mezarlığın önünden geçerken ıslık çalmaz, mezarlığın önünde durur ve bir Fatiha okur. Korkudan ziyade, orada bulunanlara bir merhamet duygusu içinde olur. Ya da büyük bir zatın kabri ise, Allah Tealâ’dan onun şefaatine nailiyet ister.

Sözün özü, iletişim çağından kaçış mümkün değil. Aksine zaman ilerledikçe belki de her şey iyice iç içe girecek. Kitap, film, internet, karikatür ve daha nice kanalla, doğrusu ve yanlışıyla bilgi akıp duracak. Bu sel, ister gönüllü olalım ister gönülsüz, hepimizi yakalamış durumda. Bu durumda önemli olan artık kaçmak değil -zaten kaçacak bir yer kalmadı- yazarıyla, çizeriyle, okuruyla, izleyicisiyle, öz kaynaklarımıza yaslanarak zarardan kendimizi ve neslimizi korumaktır.

Bu mümkündür ve belki bu ırmağa bizim bırakacağımız temiz damlalar hayra da vesile olacaktır.

Eğlence Kültürümüz

Biz eğlenceyi seven bir milletiz. Eğlence kavramının içine doldurduklarımıza bir bakacak olursak, vakit geçirmekten vakit öldürmeğe, şamatadan yeyip içmeye doğru gidip gelen karmaşık bir anlayışımız olduğu söylenebilir.

Genellikle “Ah, nerede o eski Ramazanlar!” diye girişilen sohbetlerin bile arkası nedir, önü nereye çıkar, çok fazla irdelemeden konuşur dururuz.

Geçmişte eğlenmesini bilen bir millet miydik? Nasıl geçiriyorduk vaktimizi? Eskiden sahura uzanan saatler, Karagöz-Hacivat’la, Meddahla, âşık sazıyla doldurulurmuş. Söz ve saz yine o günün gündemini yansıtırmış. Daha ziyade dinlemeye dayalı bir eğlenme usulünü yansıtan bu gibi hatırattan anlaşılan, her topluluğun, her meşrebin kendine has eğlence mekânlarının olduğu anlaşılmaktadır. Ahmet Rasim’in yazılarında Beyoğlu ve civarının karakteri, eğlencenin tıyneti gayet açık, berrak anlatılır. Şehzadebaşı’nın Direklerarası diye anılan mekânlarında “başlar mısın, başlayalım mı” tezahüratıyle sahneye çıkması beklenen Şamranlar, Peruzlar, madamlar’dan bugün üç beş kantodan ve her yıl tekrar edilen sahnelerden geriye pek bir şey kalmış görünmüyor. Ve çok tuhaftır, Şehzadebaşı’ndaki bu “Ramazan geceleri eğlencelerinin”, niye İstanbul’un en eski semtlerinden birinde ve yine Kanuni Sultan Süleyman Han’ın hastalıklı ve üzerine çok titrediği şehzadesinin gömülü olduğu Şehzadebaşı Camii’nin hemen dibinde yer aldığı hiç sorgulanmamıştır.

Milli coşkumuzun baş tacı davul-zurnayı düğünlerimizde, bayramlarımızda, asker göndermede eksik etmeyen bizler eğlenmek denince ne anladığımızı yeniden gözden geçirmek durumundayız.

O günden bugüne değişen, yalnızca semtler, mekânlar mıdır? Haydi, kalkın gidelim eğlenelim diyenlerin ilk aklına gelen yer Sultanahmet. Binlerce turistin fotoğraf makineleriyle her gördüklerini belgelemeğe can attıkları Sultanahmet’te yok yok! Lokantalar, çay bahçeleri, parklar, bahçeler, pazlamacılar, şekerciler, pastaneler… Mutlaka görenler çoğunluktadır, davullu zurnalı, kemanlı darbukalı müşteri çekme gayretlerinin üstüne tüy dikercesine, garsonlara, görevli personele sadrazam kavuğu, ulema kaftanı giydirip caddelerde sözümona nostalji tüccarlarının postmodern buluşları, henüz kendini kaybetmemiş az bir zevat tarafından iç acıtıcı, onur zedeleyici, eski tabirle “giran” gelmekte.

Esasen modern zamanların eğlence alışkanlıkları geniş ölçüde televizyon ve bilgisayar imkânlarının sunduğu programlarla şekillendirilmektedir. Yarışma programlarında kimin ne kadar kazanacağını takip ederek yahut kimin hangi yemek programında nasıl bir tavır göstereceğinin peşine düşerek “başkaları ne yapıyor?” gözlemciliğinin yaygınlaşmasına eğlenmek diyebilir miyiz? Pek çok kişinin bu şekilde vaktini geçirdiği bilindiğine göre diyebiliriz. Ama bu, eski günlerdeki dinleme kültürünün bir eşi midir? Hayır. Dinlemenin yerini gözlemek, iyice pasif hale gelmek almıştır. İzlediklerimizden doğru ve güzel bir sonuç çıkarabilmek imkânsızlaşmıştır.

Denilecektir ki ” söz konusu eğer eğlenmek ise illa doğru, faydalı bir şeyler mi olması gerekir?”

Cevabı, yine bizden bir iki nesil öncesinin hatıratına başvurarak bulabiliriz. Paranın su gibi akıtılarak özel mekânlarda geçirilen birkaç saati konu haricinde bırakırsak, genel olarak halkın eğlenmekten anladığı, şimdikine oranla seviyesi hayli yüksek toplantılardı. O topluluklarda şiirden herkes anlardı; musiki deyince insanlar aynı tarzı, aynı şarkıları bilirdi; hangi şarkının ardından ne geleceği, şarkıların hangi makamdan okunduğu bilgisine sahiptiler. Leyla ile Mecnun hikâyesi herkese aşinaydı. Aynı hikâyenin değişik anlatımları farklı kişilerin dilinde ayrı birer macera olur, dinleyeni duygular âleminde yüzdürürdü. Yalnız Leyla ile Mecnun mu? Keremle Aslı, Vamık ile Azra, Yusuf ile Züleyha… Kimi dost meclislerinin sabaha dek sürdüğü, şafak sökerken de bülbül nağmelerini dinleyen, tabiattan fazlaca kopmadan, hayatı gerçek güzelliğini havasıyle, gülü, bülbülüyle bir arada tadabilen ecdat bizim ecdadımızdı. Eğlenmenin de bir estetiği vardı.

Yaşayanların anlatmaktan büyük zevk aldıkları eski bir hatıra bize bir zamanlar eğlenmekten ne anladığımız hakkında bir fikir verebilir:

Musa Süreyya Bey’in babası Giriftzen âsım Bey, bir yaz günü Üsküdar bahçelerinden birinde neyin yavrusu sayılabilecek girifti ile bir taksime başlar. Âsım Bey kendini, parmaklarını müziğe verdikçe dinleyenler iyice sessizleşir, kulak kesilirler. O esnada geçilen taksimin tesiri bütün etrafa yayılır ve ağaçlar arasından bir bülbülcük de aşka gelerek şakımaya başlar. Şakıdıkça sesi açılır, ses açıldıkça giriftzen Âsım Bey’in taksimini bastırır. Öyle ki dinleyenler de hayran olur. Kimse kıpırdayamaz. Musiki nameleriyle mest olmuş bülbül, ağaçların ardından çıkarak gelir, Âsım Bey’in girifti üstüne konuverir. Kıpırdamak kimin haddine! Minik can şakımaya oradan devam eder, makaralar çeker, bilyeler şıngırdatır sonunda uçar gider.

Herhangi bir duygu seline kapılmadan, ulvî bir manâya, güzelliğe ortak olmadan geçirilen saatlere eğlence diyebilmek bu örnekten sonra sanırım epeyce zor.

Biz eskiden, başkalarının ne yaptığına değil, içimizde ne olup bittiğine bakarak eğlenirdik. Vah esefa.