17.7 C
Kocaeli
Cumartesi, Eylül 27, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1224

Siyasette Yüksek Gerilim Ve Anayasa Değişikliği

Hükümet 2010 yılını “Anayasa değişikliği yılı” olarak planladığını açıklamıştı. Anayasa değişikliği için gereken nitelikli çoğunluğa sahip olamadığı için, önünde ya diğer partilerle mutabakat veya referandum yolu vardı. Bunun için Meclis’te partiler arası bir mutabakat sağlanamaması durumunda, AKP’nin kendi grubunun oyları ile kabul edilecek değişiklikleri referanduma götürebileceği konuşulmaya başlanmıştı.

Yüksek yargı üzerinde istediği kontrolü sağlayamayan AKP, istediği bazı yasal düzenlemeleri yapamayan ve hatta kapatma davalarının Demokles’in kılıcı gibi tepesinde sallandığı bir parti olmamak için bu değişikliklere çok ihtiyaç duyuyor. Başta Anayasa Mahkemesi olmak üzere Yargıtay ve Danıştay üyelerinin seçimi ve bu mahkemelerin işleyişinde siyasilerin etkili olmasını sağlayacak düzenlemeler yapmak istiyordu.

“Referandumlara alışmalıyız” diyen Hükümetin referanduma gitmenin risklerini göze alıp alamayacağı tartışılırken, gündem hızla başka bir mecraya kaydı.

Meclis’te bir gensoru görüşmesi esnasında MHP’li Sağlık Eski Bakanı Osman Durmuş, AKP İl Genel Meclisi üyesi ve Aydın Eski İl Başkanı olan bir zatın, “Başbakan Erdoğan bizim için ikinci peygamber gibidir” diyerek yaptığı densizliğe gönderme yaptı. Durmuş ayrıca Başbakan’ın, “eşinin üç yıl önce askeri hastaneye türbanı sebebiyle alınmadığına” dair anlattıklarını mizahi bir üslupla tenkit etti. Bu konuşma TBMM’de olaylara yol açtı. Meclis’te son yıllarda görmediğimiz şiddette sözlü ve fiili kavga yaşandı.

Bu kavgadan sonra Başbakan Erdoğan, muhalefeti ve liderlerini görmediğimiz şiddette ve galiz sözlerle topa tuttu. AKP, özellikle MHP’yi hedef alarak,” Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde; Peygamberlik müessesesini günlük siyasi polemik malzemesi yapabilecek kadar saygısız ve pervasız hareket etmekle, Sayın Başbakan’ın değerli eşi hanımefendiye dil uzatarak aile mahremiyetini ayaklar altına almakla” suçlamakta.

Başbakan’ın kendi ifadesi ise şöyle: “MHP, bugün ülkenin kadınlarına dil uzatacak, başörtüsünü ayaklarının altında çiğneyecek, peygambere saygısızlık yapacak dereceye düşmüştür. Eşleri hanımları tartışmalar içine çekmek kimin haddine.”

  • 1- Oysaki iddia edilen sözlere dair Osman Durmuş’un iddiası doğru çıktı ve “peygamberlik müessesesini istismar eden” bu AKP’li İl Genel Meclisi üyesi (ve eski İl Başkanı) partisinden istifa etmek mecburiyetinde kaldı.
  • 2- Olayların olduğu 02 Şubat 2010 tarihinden önce eşinin üç yıl önce GATA’ya hasta ziyaretine gitmesine mani olunduğuna dair açıklamayı bizzat Başbakan yapmıştı. Başbakan bu olayı zamanın Genelkurmay Başkanı ile görüştüğünü söylemesine rağmen, görüşme sonucunu ve sonraki gelişmeleri “zamanı gelmediği” gerekçesiyle anlatmadı. Bu nahoş olayın bugün gündeme gelmesi bizzat Başbakan’ın eseriydi. Başbakan’ın, “eşi üzerinden mağduriyet rolü üstlenmeye çalıştığını” düşünen muhalefetin bu olaya dair herhangi bir yorum yapmaması söz konusu olamazdı.

Olayları TV’lerden izledim, ilgili Meclis tutanaklarını okudum. Osman Durmuş’un başörtüsüne ve başörtülü hanımlara karşı olan, Başbakan’ın eşine hakaret eden ve peygambere saygısızlık eden bir cümlesine rastlamadım.

  • 3- Buna rağmen Başbakan’ın peş peşe ve her gün yaptığı konuşmalarda MHP’yi “eşleri siyasi tartışmaların içine çekmek” ve “anaların mahremiyetine dil uzatmakla” suçlayan sözleri kamuoyu üzerinde etkili olmaktadır. Başbakan, “kitleler çok tekrarlanan sözlerin gerçek olduğuna inanır” şeklinde özetlenebilecek propaganda tekniğini başarılı bir şekilde uygulamaktadır. Yandaş medyayı kullanma becerisi de cabası. MHP’nin çoğu yazılı olan açıklamaları ise cılız ve etkisiz kalmakta.
  • 4- Osman Durmuş’un, densiz bir AKP’linin 15 ay önce ettiği lafları gündeme getirmesi “siyasi etik açısından” eleştirilebilir. (Her ne kadar aynı konuyu 13.03.2009 da Oktay Vural’da gündeme getirmiş fakat bu şahıs hakkında AKP herhangi bir işlem yapmamış olsa da bu eleştirinin bir anlamı vardır.)

Ancak aynı “etik anlayış” üç yıl önce yaşanmış nahoş GATA olayının gündeme getirilip, olayın bir kısmının açıklanmamasında da söz konusu olmalıdır.

Başbakan’ın haksız olduğu konuları bile lehine çevirmedeki maharetini bir yana bırakarak, gerilim siyasetinden beklentilerinin ve niyetinin ne olduğunu anlamaya çalışalım. Gerçekten Erdoğan’ın üslubunun Anayasa değişikliği yapmaya çalışan ve bu konuda muhalefetin desteğini almaya çalışan bir Başbakan tavrı olmadığı ortada.

Başbakan ve hükümet Türkiye gündemini belirlemede öncülüğü kimseye bırakmıyor. Açılımlar… Darbe planları, TSK’ya dair (neticede kapalı kapılar ardında TSK ile görüşülerek çözülecek Emasya Protokolünün kaldırılması, Milli Güvenlik Siyaset Belgesi gibi konular hakkında, ‘askerin etkinliğini kaldıran demokrasi kahramanı’ üslubuyla) yapılan tartışmalar… Bazen IMF’ye, bazen İsrail’e bazen de Tekel işçilerine kafa tutmalar

Biz bu konuları tartışırken ekonomi, fakirlik, işsizlik, yolsuzluk gündeme gelemiyor.

Gelecek sene muhtemelen nisan veya mayıs aylarında seçim olacak. (Normal zaman temmuz ayına geldiği için biraz öne alınması bekleniyor.) Yani en geç yaklaşık 15 ay sonra seçim var. Bu süre içinde Anayasa değişikliği yapıp referanduma gider ve arkasından seçim yapılırsa, bu iktidar için tam bir kumar oynamak olur.

Türkiye üç sene öncesinin şartlarında olsaydı, Başbakan Erdoğan’ın bu kumarı kesinlikle oynayacağını söyleyebilirdik. Son iki yılda “Kürt ve Ermeni açılımlarının” ve ekonomik krizin AKP kitlesi ve hatta grubu içinde yaptığı aşınmayı Başbakanın görmemesi imkânsız. Çünkü en sık ve düzenli kamuoyu anketleri yaptıran parti AKP’dir.

Muhtemelen Başbakan’ın sertleşen üslubunda bu aşınmayı gösteren anket sonuçları etkili olmuştur. Tahminimce eleştirilerin yönünün MHP’ye dönmesi ve bu partiye yönelik sert sözleri de (SONAR’ın 3-13 Ocak 2010 anketinde olduğu gibi) kendi anket verilerinde de MHP’nin yüzde 20 psikolojik sınırını aştığının bir işareti olabilir.

AKP’nin oy kaybı hesabının “açılımları” ve ” Anayasa değişikliği” projelerini rafa kaldırdığını söylemek mümkün. Tabii ki diğer bazı faktörleri de birlikte değerlendirmemiz şartıyla. 

İfade-i Meram

Sigaranın külünden sakındığım defter dağılmış,
Nutku mu tutulmuş kalemin.
Kalem kurşun, gece siyah can evimde.

Dilimde tüm renkleri gözlerin.
Yeşil, ela ve gece mavisi
“Bir gözleri ahuya ”
Boğazım düğümlenir
Kaşlar kalem, kaşlar keman
İlle de müjgan..

Gamze-i dil duz ile verdiğin vehmi anlatamam.

Çay bardağından koruduğum defter kapanmış,
Boynu mu bükülmüş kalemin.
Kalem kurşun, gece bin ah can evimde.

Dilimde tüm rüzgarları boğazın
Kıble, poyraz ve lodos
“Biz her gece”
Kelimeler kilitlenir.
Sözler ağır, sözler roman

Hücre-i göğsümde ki mektubatı anlatamam

Lal olur dilim,
Dumur kalemim.
Peri peyker’e Süreyya’yı anlatamam..

İfade-i meramı serd-i kelam ile acizim.
Muradı anlatamam.

Türkiye’nin 2023 hedefleri (1)

Tübitak ve diğer kuruluşlar bu hedefe uygun ciddi çalışmalar yaptılar. Şu anda Türkiye’nin Tüm kamu ve özel kuruluşları Türkiye’nin “Refah Toplumu” olma yolundaki bu hedeflerine katkı koyma adına hedeflerini 2023’e göre revize edip ona uygun stratejiler uygulamaktalar.

Tübitak bu alanda bir “SWOT” analizi yapıp, vizyon, stratejik Amaç ve hedeflerini belirlemişti. Bu konularla ilgili bilgilerini kamuoyuyla paylaşmıştı. Bende kendimce önemli gördüğüm bazı konulardan bahsedeceğim

Bu hedefler tüm dünyadaki gelişmelere paralel olarak alınacağından küresel bakış açısıyla hazırlanmıştır. “….Başta ulusal Ar-Ge olmak üzere, “Bilim, Teknoloji ve Yenilikte (İnovasyonda) Yetkinlik” açısından küresel ölçekte en üst düzeylerde yer almak için yapılacak faaliyetler olduğu görülmektedir. Bu gerçekler çerçevesinde ülkemizin 2023 odaklı bilim ve teknoloji vizyonu;

“”Sürekli yeni bilgi ve teknoloji üreterek; yüksek ulusal gelir,  küresel rekabet gücü ve sürdürülebilir kalkınmanın temeli olan nitelikli iş gücüne dayalı yüksek katma değeri yaratacak; bilgi temelli bir refah toplumu olma hedefine uygun şekilde tüm topluma yayılmış; etkin işleyen ve küresel sistem ile etkileşim içinde olan  bir “bilim, teknoloji ve yenilik sistemi” ne sahip olmaktır.”” (Tübitak)

Ülkemizin bilim, teknoloji ve yenilik vizyonu yönündeki stratejik amaçları aşağıdaki gibi özetlenebilir:

     •  Yaşamboyu  öğrenim  modeline  dayanan  bilgi temelli topluma  uygun  insan kaynağını geliştirmek,

     •  Etkin yasal düzenlemeler, teşvik sistemi ve fon yönetimi ile yenilik (inovasyon) ortamını oluşturmak; bilginin yaratılmasını ve yaygınlaşmasını teşvik etmek,

     •  Enformasyon ve iletişim teknolojileri  altyapısını  yaygınlaştırarak, bilgi temelli topluma dönüşüm sürecini hızlandırmak ve kaynakların verimli kullanımını sağlamak,

     •  Başta bilgi, enformasyon ve iletişim olmak üzere, belirlenen stratejik teknoloji alanlarında gerçekleştirilecek, eşgüdümlü, özgün teknoloji ve özgün ürün hedefli araştırma, geliştirme ve üretim faaliyetleri ile rekabet gücü yüksek, bilgi temelli ekonomi dönüşümünü gerçekleştirmek,

     •  Bu dönüşüm süreci ile ilgili olarak toplumun tüm kesimlerinde farkındalık yaratarak, etkin katılımı ve sorumluluk alınmasını sağlayarak sinerji yaratmak ve sürdürülebilir kalkınma için gerekli zeminin oluşmasına katkıda bulunmak,

     

  • Bu dönüşüm sürecini, tüm faaliyetleri ortak bir model çerçevesinde bütünleştirerek yönetmek, gelişmeleri ölçme ve değerlendirme faaliyetleri ile TASLAK sürekli izlemek ve gereken değişiklik ve düzeltmeleri zamanında gerçekleştirmek. Ülkemizin bu stratejik amaçlarını gerçekleştirebilmesi ve temel bilim, teknoloji ve yenilik hedeflerine ulaşabilmesi için odaklanması gereken faaliyet alanlarına ilişkin stratejik amaçlar ise Vizyon 2023 projesi çerçevesinde belirlenmiştir. (Tübitak)

Temel alanlar; eğitim ve insan kaynakları alanında, çevre ve sürdürülebilir kalkınma alanında,  bilgi ve iletişim alanında,  malzeme ve makine imalatı alanında, savunma, havacılık ve uzay sanayii alanlarında, tekstil alanında, kimya alanında; sağlık ve ilaç alanında, tarım ve gıda alanında, inşaat ve altyapı alanında, ulaştırma alanında, turizm alanında; enerji alanında çalışmalar yapılmaktadır.

Bu alanlardaki kamu ve özel sektör hazırlıklarını yapmıştır 2023 hedeflerini belirlemişlerdir. Kamu ve özel sektörde ciddi bir yapılanma görülmektedir. ARGE çalışmaları artmış, Hukuki düzenlemeler ona göre değişmiştir. Bu alanlarda faaliyet gösterenler işleri kolaylaşması anlamında kolaylıklar getirilmiş Türkiye’de 16 tane Bölge kalkınma ajansları kurulmuştur.

Türkiye’nin sosyo-ekonomik hedefler şunlardır:

  • Sınai üretimde rekabet üstünlüğünün sağlanması
  • Yaşam kalitesinin yükseltilmesi
  • Sürdürülebilir kalkınma
  • Bilgi temelli toplum için teknolojik altyapının güçlendirilmesi

Bu kapsamda 2023 yılına kadar;

1.  Dünya Bankası Rekabet Gücü Endeksi’ne göre yapılan sıralamada dünyanın ilk 25 ülkesi arasına,

2. Birleşmiş Milletler İnsani Kalkınma Endeksi’ne göre yapılan sıralamada dünyanın ilk 25 ülkesi arasına girilmesidir.

Hep beraber “Refah toplumu” olma adına en azından psikolojik olarak bile kendimizi hazırlamamız gerekiyor. Gelecek geçmişten hem güzel, hem daha özgür, hem daha rahat, hem birçok problemi geride bırakmış olarak dünya miller cemiyetinde hak ettiği üst sıralarda yerini alacaktır.

Kasım 2010 Olacak Gibi

Seçim tarihi yaklaştıkça telaşı artıyor Sayın Başbakan’ın. Çok da haksız sayılmaz yani. Gidip de gelmemek var. Gelip de hesap vermek var. Kum saatinde azalan kum tanecikleri gibi Başbakan’ın da bu iktidar günleri gelip geçmektedir.

Erken seçim haberlerine önce “kesinlikle gününde yapılacak” diyen Başbakan, şimdi de “birkaç ay yakına alabiliriz” demeye başladı.

MHP Genel Başkanı Dr. Devlet Bahçeli’nin verdiği Kasım 2010 tarihini de çok yakında zikretmeye başladığını göreceksiniz Başbakan’ın.

Zira telaffuz ettiği Mart veya Nisan ayı, kış kıyamette Hükümet’ten” kömür” konusunda merhamet bekleyen fakir fukara için, zulümden az da olsa kurtulmaya başladığı zaman dilimidir. Zaten 7 yıldır “ha bu gün biter, ha yarın düzelir” diye avutulan halkın, böyle bir zamanda gazabına uğramak istemeyecektir Sayın Başbakan.

Ve kendisi için ideal olan seçim takviminin de, MHP Genel Başkanı Dr. Devlet Bahçeli’nin dediği Kasım 2010 tarihini istemeyerek de kabul edecektir.

Çok zorlarsa ne olur?

AKP’nin seçim hezimeti daha da büyük olur.

Dr. Devlet Bahçeli’nin bu tarihi verdikten sonra Hükümet’in üzerine seçim konusunda fazla gitmemesi de bununla ilgilidir. AKP, tarihi ne kadar geciktir ise uğrayacağı seçim hezimeti de o kadar büyük olacaktır. AKP’nin hezimete uğrayacağı bu seçimin tek karlı partisi de MHP olacaktır.

Canı sıkkın demiştim Başbakan’ın.

Baksanıza, bu denli kendini kaybedecek düzeyde agresif olmamıştı bugüne değin.

Duygusallığı da aynı  şekilde yoğunluk arz ediyor Başbakan’ın.

Meclis çatısı altındaki çalışmalarda sarf ettiği cümleler bunun en iyi göstergesi.

Hiç konu edilmediği halde eşi Hanımefendi’nin başörtüsünü gündeme getirme çabaları  da bununla ilgili.

Başörtü konusunda, Meclis’te MHP Gurup Başkan Vekili ile imzaladığı “birlikte hareket etme” protokolünü gündeme getirmeyişi, bu konuda gerçekten samimi olmadığını gösteriyor AKP İktidarı’nın. 

Ekonomide çizilen pembe tablonun aksine bir durumun olduğunu artık tüm halkımız biliyor.

KOBİ’ler sırasıyla kapanırken, bankalar KOBİ’lere kredi verme konusunda eskisinden bile daha çekimser davranırken, KOBİ’lerin üretim yapması imkânsız gözükmektedir.

Üretmeden zengin olmak için nasıl bir formülü olduğu konusunda bu Hükümet şu ana kadar hiçbir şey anlatamamıştır. Anlatmasını beklemek de akıllı bir şey olmaz. Zira Türkiye gibi çalışabilir genç nüfusu olan bir ülkede istihdam açığını kapatmanın tek bir yolu var, o da üretmek.

Üretme çabasındaki KOBİ’lerin önündeki engelleri bertaraf etmek bir yana, her geçen gün bu engellerin sayısını ve yoğunluğunu arttırırsanız, sonuç şimdiki gibi hüsran olur ancak.

Yolsuzluklara tanık olan yoksullaşan bu halkın önüne ne getireceksiniz de kandıracaksınız bu sefer?

Müslüman Cumhurbaşkanı seçtirmediler diyerek 2007 de aldığınız oylar, AKP’den uçuyor.

Tüm ciddi kamuoyu araştırmalarında çıkan ortak sonuç da AKP den uçan bu oyların MHP’de toplandığı  yönünde.

Başbakan’ın sıkılması da, bütün bunların ışığında yapılacak er veya zamanında bir seçimim hezimetindendir. Bu akıbet, Sayın Başbakan’ın canını ciddi sıkmaktadır.

Bir de Maliye Bakanı’nın himmet edip merhamet ettiği Tekel İşçileri de bu işin tuzu biberi oldu.

Ankara’da Başbakan’ın canını  sıkacak işler daha da artacak göründüğü kadarı ile.

Kocaeli’nde de seçim havası  erken yaşanmaya başladı. 

Partilerdeki olası adaylar için de seçim takvimi nedeniyle gerek parti kongrelerinde gerek parti çalışmalarında bazı hareketlilikler göze çarpıyor.

Son birkaç ay içinde bir şeyler yaparsam, geçmişte yaptıklarım unutulur diyen adaylar da bir hızlı ki sormayın.

Bu seçimde tüm Türkiye’de olduğu gibi Kocaeli’nde de AKP’nin sırtını yere vurma görevini üstlenecek olan muhalefetteki siyasi partiler adaylarını belirlerken bu kez biraz daha fazla faktörü göze alacaklardır.

Ahbap çavuş ilişkilerinin bu seçimde adayların işine pek yarayacağını söylemek doğru olmaz. Zira hiç kimsenin bu seçimde bir hata yapma lüksü yoktur.

CHP’nin ilçe kongrelerinde yaşanan bu hareketliliğin sebebi de bu olmalı.

Yök’ün Küresel Eğitim Siyasetine Açılımı

0

Eğitim kurumları uzun zamandan beri, sinema, moda, sanayi ürünleri ve iletişim teknolojileri gibi küresel piyasalara açılmaktadırlar. Bu amaçla yeni stratejiler geliştirmektedirler. Sanal ortamda paket eğitim programları hazırlamaktadırlar. Birçok ülkede yeni şubeler açmaktadırlar. Ülke dışından öğrencileri eğitim programlarına katmaktadırlar. Yüksek öğrenim sadece bir kültürlenme ve eğitim öğretim değildir. Aynı zamanda önemli bir ekonomik varlıktır. Bu bakımdan gelişmiş ülkelerin en önemli rekabet alanlarından birisi, ülkelerine yabancı öğrenci çekmektir. Türkiye bu yarışta geri kaldı. Ancak YÖK yeni politikaları ile bu açığı kapatacak adımları atabilir.

Yüksek Öğretim Kurumu, son yıllarda üniversite öğreniminin yaygınlaştırılması alanında önemli adımlar atmaktadır. Bunlardan birincisi, Yüksek Öğrenim Kurumlarının sayısının arttırılması, ikincisi, özel Yüksek Öğrenim kurumlarının önünün açılması, üçüncüsü, bu iki faktöre bağlı olarak Yüksek Öğrenimde okullaşma oranında Türkiye’de önemli bir sıçramanın başlaması, dördüncüsü, Yüksek Öğrenim standartlarının AB uyum yasaları çerçevesinde Avrupa Birliği standartlarına yükseltilmeye çalışılması, beşincisi, yurt dışına öğretim üyesi olarak yetiştirilmek üzere çok sayıda öğrencinin gönderilmesi, altıncısı, açık öğretim kanallarını yaygınlaştırması, coğrafik olarak Türkiye’nin her bölgesine aktarması ve birçok bilimsel alanı da kapsayacak şekilde yaygınlaştırması, yedincisi ise, Erzurum’da açıklanan strateji doğrultusunda Türk Üniversiteleri’nde okuyacak yabancı öğrenci sayısının arttırılması için gerekli adımların atılması. Bu yazıda sadece altıncı maddede belirttiğim, yabancı öğrenci sayısının arttırılması amacıyla açıklanan strateji üzerinde duracağım.

Son yıllarda bütün dünyada yüksek öğrenimde okullaşma oranı gittikçe artmaktadır. Azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde bu oran çok daha hızlı artmaktadır.  Bilhassa Çin ve Hindistan’da yüksek öğrenim alanında okullaşma oranı alanında önemli artışlar yaşanmaktadır. Çin’de bu oran 1998-2003 yılları arasında %20, Hindistan’da ise %8 oranında artmıştır. Küresel öğrenci dolaşımı alanında da önemli gelişmeler yaşanmaktadır. Mesela OECD ülkelerinde okuyan yabancı öğrenci sayısı son yirmi yılda iki katına çıkmıştır. 2003 yılı verilerine göre, ABD’de yabancı öğrenci oranı %30, İngiltere’de %14, Almanya’da %13, Fransa’da %9 düzeyindedir. Beklentiler gelişmiş ülkelerdeki yabancı öğrenci sayısının gittikçe artacağına işaret etmektedir.

Türkiye’de küreselleşme daha çok ideolojik ve etnik çatışma bağlamlarıyla gündeme gelmektedir. Kamuoyu bu söyleme bağlı kalarak, küreselleşmenin eğitim alanındaki etkileri üzerinde yeterince durmuyor. Aslında küreselleşme eğitim, üretim, tüketim, teknoloji ve popüler kültür kalıplarının dolaşımı alanında çok daha etkili bir tarzda yaşanmaktadır. Üstelik etnik ve ideolojik çatışmalara rağmen, karşı duruşlara rağmen bu süreç kendiliğinden işlemektedir. Kendilerini çatışmalara kaptırmış olan kitleler alttan alta dönüştüklerini çoğu kere fark etmiyorlar.

Eğitim alanında küresel dalga etkisini gittikçe hissettirmektedir. Birçok üniversite, ülkenin milli sınırları dışında, çok uzak ülkelerde yüksek öğretim vermektedir. Bu öğretimi başka ülkelerden öğrenci transferi yaparak yapabildiği gibi, uzaktan eğitim veya şube açma şeklinde de verebilmektedir. Bu dalga yüksek öğrenim yaşındaki öğrencilerin, kendi ülkelerinde değil, bir yabancı ülkede öğrenim görmeleri şeklinde de yaşanmaktadır. Mesela ABD’de 475 bin, İngiltere’de 225 bin, Almanya’da yaklaşık 200 bin, Fransa’da 147 bin ve Avusturya’da 110 bin yabancı öğrenci yüksek öğrenim görmektedir. Türkiye’de ise 16 bin yabancı öğrenci yüksek öğrenim görmektedir. Buna karşılık Türkiye’nin yurt dışına yüksek öğrenim için gönderdiği öğrenci sayısı ise 44 bin civarındadır. Yani gönderdiğimizin üçte biri kadar öğrenci çekebilmekteyiz.

Bu durumu, ihracatın ithalatı karşılama oranı gibi düşünmek mümkündür. Eğitim maliyetleri ve yurt dışına eğitim için döviz transferi olarak konuyu ele aldığımızda, Türkiye’de eğitimle ilgili göstergeler, ekonomik göstergelerden daha da kötüdür. Kaldı ki eğitim sadece konjonktürel bir mali değer olarak işlev görmez. Aynı zamanda uzun vadeli ve etkisi yıllar sonra hissedilen bir sosyal sermayedir. Ayrıca eğitim aynı zamanda kültür transferi işlevini de görmektedir. Hangi kültür ve hangi ülke yurt dışından daha çok öğrenci transfer ederse, o kültür daha baskındır, daha etkindir. Bu bakımdan yabancı öğrenci transferi bir ülkenin kültürel, ekonomik, siyasi ve toplumsal duruşunun önemli göstergelerinden birisidir. Zaten yukarıda verilen rakamlara baktığımızda bu durum açıkça görülmektedir. Yani gelişmiş ülkeler aynı zamanda yurt dışından daha çok öğrenci alan ve yabancı öğrenci eğiten ülkelerdir.

Türkiye son yıllarda ekonomik anlamda gelişme endeksleri bağlamında konuya bakıldığında önemli adımlar attı. Bölgesinde en çok büyüyen ve gelişen ülke oldu. Küresel ekonominin büyük aktörlerini sarsan 2008-2009 yıllarındaki ekonomik krizden ciddi manada etkilenmedi. Dünya’nın birçok ülkesine sanayi ürünleri ihraç etmektedir. İnşaat sektörü alanında küresel düzeyde adından söz ettirecek bir duruma geldi. Bu ekonomik sıçramaya paralel olarak,  uluslar arası alanda da önemli bir aktör oldu.  Osmanlı coğrafyasının bakiyesi konumunda olan Balkan, Arap ve Kafkasya ülkeleri arasındaki husumetleri, birliktelikleri ve çekişmeleri biçimlendiren bir bölgesel güç oldu. Türkiye’nin bu ekonomik ve politik imajları kendi bölgesindeki ülkelerde popüler kültür alanında da canlanmalara neden oldu. Türk müziği ve sineması Osmanlı bakiyesi ülkelerde ilgiyle karşılandı. Bütün bu olumlu gelişmeleri vizelerin kaldırılması takip etti.

Yukarıda belirtilen olumlu gelişmelerin eğitim ayağı şimdiye kadar yetersiz kaldı. Türkiye’nin mevcut imajı ile bağdaşmayan bir durum var, ortada. İşte Yüksek Öğretim Kurumu’nun Türk üniversitelerinin kapılarını yabancı öğrencilere daha etkili bir tarzda açma girişimi bu bakımdan çok önemlidir. Bulunduğu bölgede, kültürel, ekonomik ve siyasi manada önemli bir güç konumuna gelen Türkiye’nin, bu imajı, yüksek öğrenim alanında yabancı öğrenci transferiyle daha da canlandırması lazımdır.

Türkiye’nin yabancı öğrenciler için, bir cazibe merkezi olması için yeterli bir alt yapı vardır. Türk üniversitelerini bu bağlamda kendi içlerinde iki önemli gruba ayırmak gerekir. 2006 yılından önce kurulan bütün üniversiteler, yabancı öğrenci eğitimi için gerekli olan akademik altyapıya, sosyal ve teknolojik donanıma sahiptirler. Öncelikle bu üniversitelerin Arap, Balkan ve Türki ülkelerden yabancı öğrenci transferi için gerekli adımları atması gerekir. Her ülkede bürolar açmalılar, eğitimlerinin kalitesini belirten yayınlar yapmalılar ve çeşitli teşvikler geliştirmeliler.

Türkiye’nin geleneksel imajı da kendi bölgesinde önemli bir eğitim, öğretim ve bilim merkezi olması için etkili bir zemin oluşturmaktadır. Çünkü tarihsel olarak bölge ülkelerinin birçoğu hala Türkiye’den tarihsel ve coğrafik ağırlığına ve gücüne mütenasip düşen adımlar atmasını beklemektedir. Ülkeler ve devletler resmi olarak sınırlarını biri birine kapatsalar da paylaşılan ortak kültürel değerlerden vatandaşlarını kolay kolay vazgeçiremezler. Bugün Kuzey Irak dahil bütün Arap, Kafkas, Karadeniz ve Balkan ülkelerinin halkı, Türkiye’yi kendileri için bir umut kapısı ve referans noktası olarak görmektedir. Bundan dolayı, üniversiteler gerekli girişimde bulunursa kısa sürede çok sayıda yabancı öğrenciyi okullarına transfer edeceklerdir. Çünkü vize engeli de aşılmış bulunmaktadır.

Yabancı öğrenci çekmek için üniversitelerin ciddi ve etkili projeler hazırlaması gerekir. Bu noktada ihracatçılara verilen teşviklere benzer teşvikler üniversitelere verilmelidir. Üniversiteler de yabancı öğrenciler için özel ve etkili paketler ve programlar hazırlamalıdır. Ancak bu tür tedbirlerle yabancı öğrenciler için Türkiye cazip bir ülke olur.

Türkiye’de okuyan yabancı öğrenciler, daha çok sağlık ve teknik alanlarda öğrenim görmektedirler. Sosyal ve beşeri alanlarda eğitim görenlerin oranı çok azdır. Hâlbuki sosyal ve beşeri alanlar ülkelerarası sıcak ilişkilerin kurumsallaşması için daha işlevseldir. Bu bakımdan Arapça ve Balkan ülkeleri dillerini bilen öğretim üyelerinin sayılarının arttırılması gerekir. Bu öğretim üyelerinin yabancı öğrenci transferi için özel çabalar ve çalışmalar içine girmesi desteklenmelidir.

Yüksek Öğretim Kurulu’nun yabancı öğrenci transferi için daha önce yapılan sınavı kaldırması bu amaçla atılan önemli bir adımdır. Bu adımın üniversitelerin girişimleri ile desteklenmesi gerekir.

Üniversiteler, Türkiye’nin tarihi ortağı olan Arap, Balkan, Karadeniz ve Kafkas ülkelerinin önemli merkezlerinde bürolar açarak, kendi eğitimlerinin propagandasını yapmalıdırlar. Söz konusu ülkelerde alanında tanınan öğretim üyelerini stratejik bir adım olarak üniversitelerine transfer etmelidirler.  Bu öğretim üyeleri, kendi başlarına Türk üniversitelerini cazip birer değer haline getireceklerdir. Benzer bir uygulamanın Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman tarafından daha önce gerçekleştirildiğini biliyoruz. Günümüzde ABD ve AB ülkelerinin birçok ülkeden bilim adamı transfer ettiği her kesin malumudur. Transfer edilen bilim adamları beraberlerinde birçok yabancı öğrenciyi de Türk üniversitelerine taşıyacaklardır.

 

Türkiye’de İnsan Sınıfları!

Sakın olaki size işçi, köylü, zengin, yoksul, emekli, esnaf, sanayici gibi sosyal katmanlardan bahsedeceğimi sanmayın. Benim bahsedeceğim sınıflama başka bir türde insan sınıflaması olacak.

Ülkemizde ekonomik güce göre belirginleşen toplum sınıfları elbette mevcut. Karl Marx’ın dediği gibi insan ilişkilerinin temel belirleyici unsuru “para” yani ekonomik ilişkiler olduğuna göre, paranın belirlediği toplum sınıflarının hayatımızda bulunması kaçınılmaz doğal bir sonuç.

Ancak bizim ülkemizde insan ilişkilerini belirleyici başka bir sınıflama daha yapılması gerekir diye düşünüyorum. Bu sınıflama;Ülkesini, milletini, devletini sevenler ve hayatlarını buna göre tanzim ederek yaşayanlar;

  • 1. Ülkesini, milletini, devletini, bayrağını, İstiklal marşını sevmeyip, sürekli ihanet olgusu içinde yaşayanlar;
  • 2. Ülkesini, milletini, devletini, bayrağını ve İstiklal marşını sevse bile, gaflet içinde olan, herkesle iyi geçinen, menfaatlerini her şeyin üstünde tutan, gününü gün ederek yaşayanlar.

Birinci kategoride yer alanlar, genel nüfus içinde hiç de azımsanmayacak bir orana sahip olmalarına rağmen; organize olamadıklarından ve sadece fedakarlık yaparak görevlerini tamamlamalarına binaen sosyal yaşamda geri çekilmelerinden dolayı etkisizdirler.

Aslında her türlü yük onların sırtındadır. Severek askerlik yaparlar, isteyerek vergi verirler, devlet malına bir zarar gelsin istemezler, milli ve manevi değerleri her türlü tehlikeden korumaya çalışırlar vs. liste daha uzayıp gider.

Ellerine yetki ve güç geçince de bu gücü, millet ve milletin teşkilatlanmış şekli olan devlet hayrına kullanırlar. Her türlü tehlike karşısında şuurlu ve uyanık olsalar da kolaylıkla organize olamadıkları ve sürekli engellendikleri için iktidar olma olasılıkları düşüktür. Buna rağmen ellerinden geldiğince, mensubu oldukları Türk milletine ve devletine karşılıksız hizmet etmeye çalışırlar.

İkinci kategoride bulunanlar azınlıktadır. Ancak çok organizedirler. Kendi hedeflerine ulaşma noktasında sahip oldukları şuur ve bu yolda gösterdikleri azim, gayret ve çalışkanlık takdire şayandır. Ellerine geçirdikleri her mevkii de çabucak ve çok iyi bir şekilde örgütlenirler. Bunun için kolay ve güçlü destek bulurlar. Kültür, sanat, medya, iş, bürokrasi ve siyaset dünyasının köşe başları bunlar tarafından tutulmuştur. Bukalemun gibidirler ve niyetlerini hiçbir zaman afişe etmezler.

Koskoca bir ülkeyi bir plan dahilinde gıdım gıdım yok olmaya doğru sürüklerler. Bunu hissedemezsiniz bile.

Kendilerini demokrat, mazlum ve mağdur, insan hakları savunucusu, bulunmaz sanatçı, kültür adamı, cemaat önderi gibi gönül okşayıcı ve yumuşatıcı kılıflara sokmakta büyük maharet sahibidirler.

Zamanı geldiğinde ipi çeken cellat olmak arzusu onları her zaman için diri ve canlı tutar.

Allah; bu memleketi ve aziz Türk milletini böyle birileri varsa onların elinden kurtarsın ve bir daha da bunlar gibilerin eline asla düşürmesin.

Üçüncü kategoride yer alanlar ise nüfusun büyük çoğunluğunu teşkil eder.

İkinci kategoride yer alanların hakim olduğu ve etkisinin yoğunlaştığı dönemlerde yetişip yaşadıkları için çoğunlukla başlarına gelecek olanların farkında değildirler.

Bu kategoride yer alanların % 99’u şuursuzdur. Ne yapacaklarını bilemezler. Zaten böyle yaşamaları için ikinci kategoride yer alanlar ellerinden geleni yapmaktadır.

Menfaatlerini çok severler, dünyevi zevkler ve kişisel nefis tatmini bunlar için öncelikle giderilmesi gereken hususlardır. Bunun için herkesle diyalog kurabilir ve işbirliği yapabilirler. Önemli olan ülkenin uçuruma sürüklenmesi değil onların kazanacakları günlük menfaatlerdir.

Yarınları düşünmek kime ne kazandırır? felsefesi geçerli olduğundan bu günü iyi yaşamak bu kategoride yer alanların en büyük arzusudur.

Çoğunlukla olayları seyrederler ve iktidar gücünü eline geçirenlerin yanında yer alırlar. Bilmezler ki; günümüzde azınlığın yönetimi demek olan iktidar, aslında çoğunluğun zenginliğini kullanmaktadır. Ama olsun varsın “gemisini kurtaran kaptan” olmak onlara yeterde artar.

Evet! ülkemizde insanlarımızı bilinenin dışında, yukarıda bahsettiğimiz şekilde üç sınıfa daha ayırmak mümkündür. Bu toplumsal sınıflar arasında meydana gelecek yer değiştirmeleri; ülkemizin, milletimizin ve devletimizin geleceğini belirleyecektir. Mesela üçüncü kategoride yer alanlarla birinci kategoride yer alanlar birleşirse milli devlet güvenli bir şekilde sürecek demektir. Ancak ikinci kategoride yer alanlar üçüncü kategoride yer alanları kontrolleri altında tutmaya devam ederlerse büyük bir ihtimalle gelecek sorunlu olacaktır.

İkinci kategoride yer alan ve kendilerine Türk Milleti ile Türk Devletini yıkarak ortadan kaldırmayı hedef olarak seçmiş olanların, sınıf değiştirme ihtimalleri yoktur. Bu kategoride yer alan şuurlu azınlık; sosyal ve siyasal yaşama her geçen gün artan bir dozla mührünü vurmaktadır.

Geleceğimizin Türk milletinin lehine şekillenmesi üçüncü kategoride yer alan insanlarımızın bir an önce gerçeğin farkına vararak, birinci kategoride yer alan insanlarımızla bilinçli ve planlı bir davranış içerisine girmelerinden geçmektedir.

Üçüncü kategoride tanımladığımız insanlarımız, ikinci kategoride yer alanların kurduğu tuzaklara düşmeye devam etmeleri halinde geleceğimiz daha da kararacaktır.

Şirvan Perver isimli şahsın Viyana konserinde protokol locasında sergilenen Avrupa, AKP, DBP ve PKK işbirliği gözünüzü açması gereken en büyük delillerden biridir.

Bu yetmezse DBP’nin Olağan Genel Kurulu’nda sergilenen PKK sevgisi ve yandaşlığı, iktidar olanlar üzerinden Türk halkına kurulan tuzağın gerçek bir yansımasıdır.

Bu gün hiçbir demokraside ve devlet hayatında görülmeyen şeyler Türkiye’de yaşanmaktadır. Ülkeyi yönetenlerin “milli devlet” i yıkmak için devlet kurumlarını zaafiyete uğratma yolunda her türlü çabayı gösterdiğini üzülerek izliyoruz.

Üniter milli devlet yapımıza karşı yürütülen dış destekli iç mücadeleyi hepimiz ibretle seyrediyoruz.

Onun için toplum yapımızı oluşturan sosyal sınıflarımızı başka bir açıdan ve farklı bir şekilde tanımlamak gerektiğini düşünüyorum.

Bunu yaptıktan sonra da bilmeyenlere ve farkında olmayanlara bir kez daha Türk milletinin vasıflarını, ünlü Arap alimi İbni Hassul vasıtasıyla vurgulamak istiyorum “Bütün milletler içinde cesaret ve şecaatta Türkler’den daha ileride, büyük gayelerin tahakkuku için onlardan ileri giden başka bir millet yoktur. Yüce Allah onları Arslan suretiyle yaratmıştır. Yüzleri enli ve burunları basıktır. Bilekleri güçlü ve kuvvetlidir.”

Bir de son söz olarak Alemlerin Efendisi Hz. Muhammed’in hadisi ile Türk Milletine karşı fitne, fesat içinde olup kötü niyet besleyenleri bir kez daha uyaralım “Türkler size dokunmadıkça sizde Türklere dokunmayınız. Zira onlar çok sert ve haşin bir millettir.”  Anladınız değil mi?

Açılım ve Milliyetçilik

Aydınlar Ocağımızın “Demokrasi ve Açılımlar” konulu açıkoturumu yapıldı. Salonu bütünüyle dolduran ve ilgi gösteren herkese, gazetemiz Yeniçağ’a, toplantılarımızı ileride yayımlayacak olan Bengü Türk Televizyonuna teşekkür ediyoruz.

Demokratikleşme, bürokrasinin vatandaşa saygılı davranması, sözde anaların ağlamaması gibi örtülerle, dış telkinlerle ülke gündemine sokulan açılım; silâhlı terörü dışlayıp terörün silâhsız taleplerine boyun eğen, bize yabancı olan etnik ayrımcılığı hortlatan ve etnikliği merkeze alan, çoğulculuk adına ülkede federal rüzgârlar estiren, etnik imtiyazlılık ve etnik taassub yaratan bir tezgâhtır.

Kürt açılımı ile başlayıp üç kere isim değiştirilen bu proje, yıllardır Türk Hükümetlerine kabul ettirilmeye çalışılıyordu. Şimdi, cesur ve “Çözümsüzlük çözüm değildir” diye milli davaları dışlayan, dış tuzaklara açık, geçmişiyle hesaplaşmaya hazır, rövanş nöbetindeki bir siyasi iradeyi kullanıyorlar. Farklılıkları birlikteliklerin önüne geçiren ve kutsallaştıran, yasaları ve Anayasayı Türksüzleştiren bu tuzakla ilgili yapılan araştırmalarda, halkın %70‘i tam açıklanmayan bu oyuna “hayır” demiştir.

İnsanları birbirine soğutan, ötekileştiren, etnisiteyi milli kimliğe tercih eden bir anlayış, bütünleşme ve milletleşme sürecini geliştiren bir araç değil ki; demokratikleşme olabilsin. Hangi ciddi devlet bizdekine benzer açılımlar yapabilir? Bu açılımların Kürt asıllı vatandaşlarımızla da bir ilgisi yoktur. Kürtçülere ve Anadolu üzerindeki hilâl-haç mücadelesinde haça hizmet etmektedir. Demokrasi ile etnik ırkçılık ve etnik yobazlık bağdaşır mı? Demokrasi çözülmenin ideolojisi mi? Hangi ciddi devlet egemenliğini bazı iç ve dış çevrelerle paylaşır; milli kimlik inkârına gider; milletleşmeden geriye boy, kabile, aşiret, şehir ve etniklik ölçeğine döner?

Açılım adı altında süslenip ortaya konanlar asıl ülke sorunlarını tartıştırmamak, onları gizlemek, oy azalışını önlemek için yapılmaktadır. Orta sınıfın çöküşü, yoksullaşma ve işsizlik zirve yapmıştır. Fabrika değil; alışveriş merkezleri kurulmaktadır. Doğalgazdan elektrik üretme lüksü içindeyiz. Ermenistan açılımı itibar ve gurur kaybına sebep olmuştur. Kıbrıs’ta oynanan oyun, tek Rum devletine geçiştir. Türk Dünyasına ülkemizi ümit olmaktan çıkarmak için neredeyse her şeyi yapıyor ve müttefiklerimizin oyununa geliyoruz. Balkanları, Avrasya coğrafyasını gördükçe, tanıdıkça Türkiye’nin gündeminin başkalarına hizmet ettiğini anlıyorsunuz.

Bir ara öğrencilerim bana hep sorardı: “Hocam, bize faşist diyorlar, biz faşizmin ne olduğunu bilmiyoruz.” Gerçekten dün Türkiye ile kavgalı olanların önemli bir bölümü aşırı sol ideolojiye sığınarak kendilerinden olmayan herkesi faşist olarak damgalıyorlardı. Bazıları açıkça komünist olduğunu söylüyor, boyunlarında orak-çekiçli kolyeler taşıyorlardı. Gazi Üniversitesi’ndeki bir çatışmada bir grup öğrencinin boynunda gördüğüm orak-çekiçli kolyeler beni hem düşündürmüş ve hem de üzmüştü. Dün sağda olup da bugün Cumhuriyet, Devlet ve milliyetçilik karşıtı bir cepheleşmede bulunanlar gibi…

Diğerleri gibi Türk’ün de milliyetçi olması gerektiğine inanmış, her türlü emperyalizme karşı, Türk kültürünü geliştirerek yaşatmayı hedefleyen, ekonomiden kültüre kadar ülke çıkarlarını korumayı hedef almış idealist insanların sıfatıdır milliyetçilik; tabak çanak yalayarak menfaat önünde kıvırıp değişim nöbetine tutulanların değil…

Türk milliyetçiliğinin otoriter, militarist, antidemokratik ve seçkinlere üstünlük tanıyan faşizm ve komünizmle hiçbir ortak tarafı yoktur. “Fert için hiçbir şey, devlet için her şey” parolasını taşıyan İtalyan faşizmi ile bağdaşmaz. Soyut bir devlet fikri yerine; somut bir “devlet baba” anlayışından hareket eder. Fert ve toplum çıkarlarının birbirine paralel olduğuna inanır. Üstün ırk nazariyesini reddeder. Üstünlüğü takvada ve hizmette arar. Türk Milletinin hür, bağımsız ve diğer milletlerle bir arada, insan haysiyetine yaraşır şekilde yaşamasını kabul eder.

Milliyetçilik, ne dışa kapanmadır; ne de duygusallık. Fikirle eylemi birleştirebilmektir. Türk milliyetçiliği yüzyıllardır yaşatılırken insanlık tarihi henüz ne faşizmi; ne de nasyonel sosyalizmi tanıyordu. Bunlardan alacağımız hiçbir tarihi ders yoktur. Rahmetli Erol Güngör’ün dediği gibi; Türk milliyetçiliği bir kültür hareketi olarak ırkçılığı, halka dayanan bir siyasi hareket olmasıyla da otoriter idare sistemlerini reddeder.             

Osmanlı – 2

Sizlere I. Kosova Savaşı ve onun fatihi I. Murat Hüdavendigar’dan bir anekdot aktarayım.
Ordu Kosova savaşına gelmiş karargâh kurulmuş ve savaş kararı alınmıştı.
 Günümüzde ki Sırpların dedeleri o gün Osmanlı’yı silindir gibi ezip geçmek için haçlı ordusunu toplamış Osmanlı’nın üzerine yürümüşlerdi.
 Padişah Murat yatsı namazını kılarak çadırına çekilir ve sabah namazına kadar şöylece dua eder.
Ya Rabbi!. Ya Rabbi!
Hz. Peygamberin hatırı için,
Kerbela da dökülen kanlar için senin yolunda sürülen yüzler, ağlayan gözler için bize yardımcı ol.
Bizden lütfünü esirgeme.
 Yarabbi. Düşmanın bize uzanan elini başka tarafa çevir.
 Bakma Rabbim bizim günahımıza nazar et cana dilden ahzımıza.
Senin için savaşan gazilere yardım et.
Onları düşman kılıcından, okundan koru.
Din yolunda ben feda olayım askerlerimin yerine ben şehit olayım.
Tek mülkü İslami perişan edip kâfirlere çiğnetme Yarabbi…
 Diye Allah’a yalvardı. Seccade üzerinde uyudu.
Savaşı kazandı fakat kendisi şehit oldu.
 Osmanlı padişahlarının iyi yönleri yanında yanlışları hata ve günahları da vardır.
Yıldırım Beyazıt’tan bir anekdot.
Yıldırım Beyazıt Ulu Cami’yi tamamlatmıştı.
 Cuma günü ibadete açılacak ve Cuma namazı kılınacaktı.
 Paşalar, devlet adamları ve kadılar davet edilmişti.
Devletliler arasında Bursa Kadısı ve damadı Emir Buhari’de vardı.
Namazdan sonra Beyazıt
Emir Buhari’ye:
“Camiyi nasıl buldunuz bir eksiği var mı?” diye sorar.
Emir Buhari:
“Gayet güzel müstesna bir cami ibadet edildikçe Allah sana ihsan etsin fakat bir eksiği var.”
Cevabını alınca nedir diye sorar.
– Dört köşesinde dört meyhane eksik cevabını alır.
Cami ile meyhanenin ne ilgisi var deyince.
 Siz bir hayli zamandır camiye değil meyhaneye devam ediyorsunuz.
 Meyhaneye gelince camiye de yakın olurdunuz der.
Koca Yıldırım bu sözlere kızmamış, kızarmış, başını eğmiş ve susmuştur.
İlmin her şeye hâkim olduğu dönem bu dönemdir.
Bilginlerin devlet adamlarına yol gösterdiği devir bu devirdir.
 Çünkü Hz. Peygamber (sav) bir hadiste;
Ya ilim öğreten,
Ya ilim öğrenen,
Ya ilim dinleyen veya ilme hürmet eden olunuz.
Aksi halde mahvolursunuz.
Osmanlı ilmi öğrenen öğreten ve de hürmet eden olmuştur .
İlme değer verince ilim adamlarına da değer vermiştir.
Bunu da icraatıyla göstermiştir.
Osmanlı yükseliş dönemlerinde ilim adamlarına verdiği maaşlara bir göz atarak günümüzle kıyaslayalım.
İlme verdiğiniz önem ilim adamlarına eğitimcilere verdiğiniz maaşla eşit orantılıdır.
Kıyaslayınız farkı fark ediniz.
Padişah Ali Kuşçu’nun Tebriz’den İstanbul’a gelmesi için harcırah olarak bir gününe bin altın vermiştir.
Tebriz’le İstanbul arası 60 günde alınırdı. 60.000 altın harcırah verdi.
Ali Kuşçuyu Ayasofya’ya müderris tayin etmiş ayda 6.000 altın maaş bağlamış.
Fatih Zembili Ali Efendiyi aylık 900 altın ile Edirne Taşlık medresesi müderrisliğine tayin etmişti.
Bu parayı az bularak 5.000 altın hediye etmiştir.
Bunlar o gün devletin ilme, ilim adamlarına verdiği değeri gösterir.
24 Kasım kaç altına denk gelir ki.
İNSANIDA DEVLETİDE YÜCELTEN İLİMDİR
Cehaletin olmadığı yarınlar temennisiyle…
                                                                           Devam  edecek…

Muayenehaneler ve Sağlık Sistemimiz

Sağlık sisteminde Ak Parti iktidarı döneminde önemli yapısal değişimler olmuştur. Bu durumun halkımızın sağlık hizmetlerinden daha fazla, daha kolay ve daha kaliteli hizmet almasına katkıları olduğu aşikardır. Bu değişimin süreceği ve sağlık sistemimizin 2002 yılı öncesinden farklı bir hal alacağı beklenen sonuçtur.

 Benim bu yazı ile dikkate alınmasını sağlamak istediğim MUAYENEHANE’lerin (Büro hekimliği)  bu  sistemde nasıl yer alacağı hususu ise halen belirsizdir. 30 yıllık hekimliğinin son 15 yılını bağımsız olmak kaydı ile muayenehanesinde hizmet veren bir hekim olarak konunun tartışılmasının gerektiğine inanıyorum. Sağlıkta önemli bir hizmet katkısı ve vatandaş için imkan olduğunu düşündüğüm muayenehaneler deyince, her kasabada ve şehirde vatandaşın kolayca ulaşıp gerek danıştığı, gerekse tıbbi hizmet şekliyle güvenerek hizmet aldığı, bölgelerinde saygınlık kazanmış ve yıllarca o  bölge insanına hekimlik hizmeti sunmuş ve de bunu sürdüren muayenehane hekimlerimiz akla gelir. Bunlar o bölgenin sevilen doktor amcaları, doktor beyleri, doktor teyze ve hanımefendileridirler… 

Ayrıca çalıştığı resmi kurumuna herhangi bir yanlış taşımayan ve o kurumunu aracı adres olarak kullanmayan fakat özel muayenehanesinde de saat 16.00′ dan sonra hizmet vererek hem mesleki, hem sosyal, hem de ekonomik katkı üreten meslektaşlarımızın sayılamayacak kadar çok olduğu malumdur. Bunlar bu ek mesaileri ile kendi özel hayatlarına ayıracağı zamanı, çevrelerine sağlık hizmeti sunmak şeklinde devam ettirerek toplumsal bir ihtiyaca cevap vermektedirler. Gerçi muayenehanelerini çalıştığı hastaneler için süzgeç ve adres olarak kullanan meslektaşlarımızda yok değildir. Hele hastanesindeki hizmetini özel bürosunda aldığı ücrete göre şekillendiren bir hekimliği de kabullenmek hiç de savunulacak bir şey değildir…  Bunların önüne de mutlaka geçilmelidir.

Yeni sistemde ise muayenehanelerin ne olacağı halen belirsizdir. Hastane hekimlerinin bu yönde tek tercihe bırakılacağı söylenmekle beraber büro hekimliğinin hukuki boyutu hakkında, buraların genel sağlık sigortası (GSS) ile ilişkisi hususunda hiçbir bilgi yoktur. Bu durum hekimlerimizi tercihinde kararsız bırakırken, özel hastane ve özel tıp merkezlerinin çoğalmasına sebep olmakta ve buda sağlıkta kamu kaynaklarının daha fazla harcanmasına sebep olmaktadır. Büro hekimliğinin de Genel sağlık sigortası (GSS) sistemine alınması bu alanda hizmet vermekte olan hekimlerimizin, sisteme daha fazla katkı vermesini bağımsız, küçük işletmeler olarak kabul edilmesi gereken muayenehane ve teşhis birimleri (laboratuarlar-endoskopi – görüntüleme birimleri) hem rekabet halkasına girecek, hem de hizmetlerini artırarak sürdürecek ve de bu alandaki kayıt dışılık tamamen kalkacaktır.

Türkiye genelinde 40 bine yakın muayenehane olduğu bilinmektedir. Bu sayı gerek bürosu ile gerekse buralarda çalışan 1-2-3 kişilik istihdam ise önemsenmeli ve faaliyetlerini sürdürüp gelişmelerine imkan veren kanuni düzenlemeler yapılmalıdır. Buralarında kendi alanlarında yatırımlar yapmış ve bir hizmet üreten yerler olduğu unutulmamalıdır. Buraların sistem dışına itilmesinin önemli bir kaynak israfına sebep olacağı görülmeli ve de ekonomideki, sosyal hayattaki katkıları önemsenmelidir.

Büro hekimliğinin hekimlerimiz için bir özlük hakkı hem de vatandaşımız için farklı bir sağlık hizmeti sunum alanı olduğuna inanıyorum. Mesleki tatmin, sosyal tatmin ve ekonomik tatmin yanında bağımsız bir mesleki uygulama şekli olan muayenehane hekimliğinin GSS bünyesinde önünü açacak düzenlemeler yapılmasının daha doğru olduğuna inanıyorum. Yapılan yeni düzenlemeler ile bu hakkımızın elimizden alınmayacağı ve sonuçta muayenehane hekimliğinin Türk sağlık sisteminde kendi çizgisinde daha kaliteli ve gelişmiş şekliyle yer alacağı inancıyla…

 

Gül Fidanı

Sevgimin parlayan ışığındaydık o an
Sen bana fısıldıyordun o tatlı sesle
Seni seviyorum hayatımın gül fidanı
 
Isınıyordum sı sıcak oluyordu içim
Bende seviyordum seni umudumun ışığıyla
Seni seviyorum hayatımın ışıldayan çam ağacı
Öyle diyordum sana mutlulukla
 
Her şey güzeldi ve mutluyduk o an
Hiç bir şey bozmazdı bu güzelliği gerçekte
Gül fidanı ve çam ağacı gibi ışıldarken
Öyle diyorlardı bize sevgiyle