17.7 C
Kocaeli
Cumartesi, Eylül 27, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1223

Türkiye’nin 2023 hedefleri (2)

Refah toplumu olmak iddası önemli bir hedef buna tüm kurum ve kuruluşların desdeği gerekiyor. Bu bağlamda da hakikaten güzel çalışmalar var.TÜBİTAK vizyon 2023 adında aşağıdaki konuları sitesinde duyurmuştur(www.vizyon2023.tubitak.gov.tr)

Delfi Sorgulaması

Delfi sorgulamasında ise,

Paneller tarafından öngörülen teknolojik yeteneklerin dünyada ve Türkiye’de gerçekleşmesi / edinilebilmesi;

Bu teknolojik gelişmelerin belirlenen stratejik teknoloji ölçütleri üzerinde etkileri gibi hususların; ilgili konu uzmanlarına yapılan iki aşamalı bir anket ile sorgulanması gerçekleştirilmiştir.

Paneller tarafından öngörülen ve Delfi sorgulaması ile uzmanlarca değerlendirilen teknoloji alanları/teknolojiler arasından,

Önem Düzeyi veYapılabilirliği

yüksek teknolojiler, ülkemiz için stratejik teknolojiler olarak belirlenmiştir. Bu amaçla; çeşitli teknolojik faaliyetlerin önem düzeylerini belirlemek için Stratejik Teknoloji Ölçütleri, yapılabilirlik düzeylerini belirlemek için ise panel öngörüleri ve Delfi sonuçları kullanılmıştır.

Stratejik teknoloji ölçütleri, bir anlamda Türkiye’nin 2023 hedefleri bağlamında bilim ve teknolojiden öncelikli beklentileri nelerdir’ sorusuna verilecek yanıtlardır. Bir teknolojiyi diğerine göre daha önemli (stratejik) kılan, örneğin rekabetçiliği artırması veya işsizliği azaltması veya çevreye duyarlığı gibi farklı  özellikleri olabilir. Stratejik teknoloji ölçütleri, işte bu farklı  özellikler arasından, panellerden alınan öneriler değerlendirilerek, Yönlendirme Kurulu tarafından yapılan önceliklendirme ile belirlenmiştir.

ULUSAL TEKNOLOJİK YETENEK PROJESİ

Vizyon 2023 Projesi kapsamında, nesnel verilerin toplanmasına yönelik olarak yürütülen 3 alt projeden biri olan Ulusal Teknoloji Yetenek Projesi ile Türkiye’de ilk kez uluslararası normlarda kapsamlı bir teknolojik yetenek düzeyi saptanması hedeflenmiştir. Proje sonucu ortaya konan Türkiye’nin teknolojik yetenek envanteri, hem “Teknoloji Öngörüsü Projesi”ne hem de “2003-2023 Strateji Belgesi”nin hazırlanmasına girdi oluşturmuştur.

Makine parkı,  ülkemizde bugüne kadar teknolojik yeteneğin tek göstergesi olarak kabul edilmiştir. Oysa teknolojik yeteneğin, makinelere sahip olmaktan yenilik yeteneğine uzanan çeşitli düzeyleri bulunmaktadır. Teknolojik yetenek, bir işletmenin stratejik rekabet avantajı yaratmak için gerekli teknolojileri kullanma, seçme ve geliştirme faaliyetlerinin bütününü ifade eder:

Teknoloji kullanma (üretim yeteneği): Verili bir teknolojiyi etkin kullanabilme yeteneği;

Teknoloji seçme (yatırım yeteneği): Teknoloji seçenekleri arasından mevcut koşullara en uygun olanını seçebilme yeteneği;

Teknoloji geliştirme (yenilik yeteneği): Yeni teknoloji seçenekleri geliştirme yeteneği.

Projenin Amacı

Ulusal Teknolojik Yetenek Projesi ile aşağıda sıralanan göstergelerin, ekonomik, yapısal, politik (yenilik politikası kapsamında), sektörel vb. parametrelerle ilişkilerinin analiz edilmesi amaçlanmıştır:

İmalat sanayiinde ve yazılım sektöründe (panel faaliyet konuları ayrımında) teknolojik yetenek düzeyinin ölçülmesi

Teknoloji ödemeler dengesinin hesaplanması

İmalat sanayiinde teknoloji stokunun saptanması

Projenin Kapsamı

TÜBİTAK, Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) ve Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı  (TTGV) tarafından yürütülen projede, Türkiye’nin teknolojik yetenek düzeyinin saptanmasına yönelik çalışmanın, aşağıda tanımlanan kategorilerde yaklaşık 2500 firmayı kapsamasına karar verilmiştir:

AR-GE yapan / TİDEB veya TTGV’den AR-GE desteği almış olan imalat sanayii işyerleri [yaklaşık 750 firma]

100 ve daha fazla kişi  çalıştıran imalat sanayii işyerlerinden çekilen örneklem [yaklaşık 700 firma]

10-99 kişi çalıştıran imalat sanayii işyerlerinden çekilen örneklem [yaklaşık 1000 firma]

Yazılım sektöründeki işyerleri [yaklaşık 250 firma]

Yöntem

Projede “anket” yönteminin uygulanmasına karar verilmiştir. Anket çalışmasının yukarıda sıralanan işyeri gruplarından ilkine yüzyüze görüşme yoluyla, ikinci ve üçüncü gruba posta ile, dördüncü gruba da web ortamında yapılmıştır.

Sonucunda Türkiye İmalat Sanayinde Teknolojik Yetenek başlığı altında da güzel detaylı bir rapor hazırlanmıştır.(http://www.tubitak.gov.tr/tubitak_content_files/vizyon2023/teknolojikyetenek/Ulusal_Teknolojik_Yetenek_Raporu.pdf

2023 Türkiye Vizyonu ve Sosyoekonomik Hedefler

Cumhuriyetin 100. yılı  için vizyonumuz

(http://www.tubitak.gov.tr/tubitak_content_files//vizyon2023/Vizyon2023_Strateji_Belgesi.pdf

Bölgesinde ve dünyada adil ve kalıcı bir barışın tesisi için çaba gösteren;  Demokratik ve adil bir hukuk sistemine sahip; Yurttaşları ülkelerinin geleceğinde söz ve karar sahibi;  Sağlık, eğitim ve kültür gereksinimlerinin karşılanması devlet tarafından güvence altına alınmış; ƒ  Sürdürülebilir gelişmeyi gözeten; gelir dağılımı dengeli;  Bilim, teknoloji ve yenilikte yetkinleşmiş; üreten; net katma değerini kendi beyin gücüne dayanarak artırabilen  bir TÜRKİYE’dir. 

Bu vizyonun öğeleri ise;

Eğitim alanında, bireyin yaratıcılık ve hayal gücünü geliştiren; bireysel farklılıkların gözetilmesi ve değerlendirilmesi ile her bireyin özellikleri doğrultusunda en üst düzeyde kendini geliştirebildiği; zaman ve mekan kısıtlarından arınmış, kendi özgün öğrenme teknolojilerini yaratmış ve değişim esnekliğiyle kendini yenileme gücüne sahip; öğrenme ve insan odaklı bir eğitim sistemine sahip olmak;

Sağlık alanında,  ülke sınırları içinde yaşayan herkese, her yerde ve her zaman, çağdaş teknolojiyle donatılmış, yaşam bilimleri alanındaki yeniliklere uyum yeteneğine sahip, yüksek nitelikli, ekonomik sağlık hizmetleri sağlamak; yaşam bilimleri ve biyoteknoloji alanlarında yetkinlik kazanarak, yüksek teknolojili tedavi sistemlerini ve bu amaçla kullanılan malzeme ve cihazları geliştirmek ve üretmek; mamul ilaç üretimi yanında araştırma kapasitesi de olan bir ilaç sanayiine sahip olarak bölgede güç sahibi olmak;

Tarım ve gıda alanında, toplumun sağlıklı beslenme gereksinimlerini yeterli nicelik ve nitelikte, ekonomik, ekolojik ve sosyal açıdan sürdürülebilir yollarla karşılamak; verimliliği artan tarım ve tarımsal sanayii ile uluslararası alanda rekabet etmek;

İnşaat ve altyapı alanında, insanlarımızın, artan nüfus ve gelişen sanayinin gereği olan çağdaş standartlara uygun altyapıya ve konutlara sahip, depreme karşı güvenli, sağlıklı ve çevreyle barışık yerleşkelerde yaşamasını sağlamak; yapım yöntemleri ve inşaat malzemesi üretiminde çağdaş teknolojiler geliştirerek kazandığı yeteneklerle uluslararası platformlarda rekabet etmek;

Ulaştırma alanında,  kişi hak ve gönencinden ödün verilmeden, can güvenliğinin yüzde yüz sağlandığı, çağdaş teknolojiye ve uluslararası  hukuk ve kurallara uyumlu, çevrenin en üst düzeyde korunduğu  bir  ortamda, kentler arası ulaşımı en çok 1,5 saat, kent içi ulaşımı ise en çok 30 dakikada (yük taşımacılığında ise iki katı sürelerde) sağlamak;

Enerji alanında, gereksinim duyduğu enerjiyi, güvenli, güvenilir, ekonomik, verimli ve çevreye duyarlı teknolojilerle üretmek ve kullanmak; aynı zamanda uluslararası enerji pazarlarında yarışabilecek enerji teknolojileri geliştirerek uluslararası enerji yatırımlarında etkin rol almak;

Bilgi ve iletişim alanında, GSMH’sının sürdürülebilir şekilde büyümesine, yarattığı markalar ve teknolojiler ile doğrudan, sağladığı iletişim olanakları ve bilgi kaynakları üzerinden diğer sektörlere verdiği destek ile dolaylı olarak giderek artan oranda katkıda bulunan; ve en az üç bilgi ve iletişim teknolojisi alanında, dünyada ilk akla gelen ya da tercih edilen ülke konumuna gelmek;

Makina imalatı ve malzeme alanında, orta ve yüksek teknoloji alanlarında tasarımdan satış sonrası hizmetlerine uzanan değer zincirinin katma değeri yüksek halkalarında yer almak; küresel pazarlara rekabetçi, yenilikçi ve katma değeri yüksek mal ve hizmetleri sürekli olarak sunmak;

Kimya alanında, hammadde, enerji ve işgücü verimi yüksek, yenilikçi süreç ve ürün teknolojileri yaratarak, bilimsel gelişmeleri teknolojiye, üretime ve yüksek katma değerli ürünlere dönüştürmek; ihracatı  ve doğrudan sermaye yatırımlarıyla, küreselleşen dünya kimya sanayiinin önde gelenleri içinde olmak; 

Savunma, havacılık ve uzay sanayii alanlarında, küresel düzeyde ülke çıkarlarının korunmasını gözeten ve ulusal güvenlik gereksinimlerini karşılayan sistem ve teknolojileri özgün olarak araştırıp geliştirerek ve üreterek, bu sistem ve teknoloji alanlarında dünya ölçeğinde rekabet, işbirliği veya karşılıklı bağımlılık gücü yaratmak; ülkenin bilim ve teknoloji düzeyinin gelişmesinde öncü rol oynayan;

toplumsal refaha katkısı tartışılmaz bir ulusal savunma, havacılık ve uzay sanayiine sahip olmak;

Tekstil alanında, katma değeri yüksek, yenilikçi, rekabetçi ve ileri teknolojiler içeren ürün ve hizmet sunumları ile ülkemizin toplumsal refahını  ve dünya ticaretindeki payını artırmak;

Turizm alanında,  ürün çeşitliliğini artırarak, eğitilmiş nitelikli işgücü, yüksek düzeyde teknik altyapı, tesis ve servisleriyle, öncelikle ülke halkının yaşam düzeyini yükselterek, rakip destinasyonlarla yarışabilen bir sektör olmak; Akdeniz’in dördüncü büyük destinasyonu olarak, “kitle turizmi”nin yanı sıra “bireysel turizm”in de önemli cazibe merkezlerinden birisi olmak;

Doğal kaynaklar alanında, serbest, şeffaf ve istikrarlı piyasa koşulları içinde ulusal kaynaklarına öncelik vermek, bu kaynakların aranmasında ve istenen kaliteyle, güvenli ve ekonomik olarak üretiminde ileri teknolojileri geliştirmek ve kullanmak;

Çevre alanında,  sürdürülebilir kalkınmasını çevreyi koruyarak ve yerel kaynak ve bilgilerle pekiştirerek sağlayan; üretimini temiz üretim teknolojileriyle yapan; her türlü evsel ve sanayi atıklarını çevre koruma ilkeleri kapsamında yönetebilen; biyolojik çeşitliliğinin koruyan ve toplumsal yarara dönüştürebilen; tarihi ve kültürel mirasını koruyarak gelecek nesillere aktarabilen bir ülke konumuna gelmek.

 

Eşref-i mahlukat

Bir yumruğunu havaya kaldırıp bir sloganın arkasında durabilmek sıkı iştir.  

AKP, 2002 yılında kendini iktidara taşıyan “kimsesizlerin, kimsesi olacağız” sloganı ile geldi.

İlk duyulduğunda her kesime cazip gelen bu slogan, gücün farkına varılması ile birlikte terk edildi. Duramadılar sıkılmış yumruklarla söyledikleri bu sloganın arkasında.

Oysa sloganlaştırabilecek kadar hazmedilmiş bir dünya görüşüne sahip olmak, sıkı marifettir.

Marifet ehli olmadıklarını çok kısa bir sürede gösterdiler.

Tabiatta insandan gayri tüm varlıklar, varlığını sürdürme güdüsüyle davranıp, “güç kullanmak ve güçten sakınmak” tan ibaret bir akıl ile davranırlar. Sadece insan, gücün yerine hakkı koyabilen, hakkın ve hakikatin uğruna güce maruz kalmayı seçebilen bir varlıktır. Zaten bu yüzden eşref-i mahlukattır.

Bu arkadaşlarımız ne yaptılar?

Her güç arttırdıklarında zafer naraları atarak zaferlerini kutladılar.  Bu zafer kutlamalarına davet edilmeyi bekleyenler de, o sofrada, kendilerinin ziyafet olarak sunulacağının hala farkında değiller.    ***

“Tarihin Sonu” nu ilan edenler, “her şeyin zıddı ile kaim olduğu”  fikrinde birleşmişlerdi..  Her zaman bir “öteki” lazımdı.

“Öteki” hazırdı.

Kim mi onlar?

Ezilen, çile çeken, insanca yaşamak için emeğinin karşılığını bekleyenler olmalı, değil mi?

Ama değil maalesef.

Devletin kaynaklarını paylaşma sırasının kendilerine geldiği konusunda fikir birliği içinde olanlar bunlar.

Yani “devletin malı deniz, yemeyen domuz” diye kükreyip, ardından domuzlukta geri kalmayanlar.

Güçlerinin farkına vardıkları anda, hayli değişti bu güruh. Uçuk yeşil tonlardaki elbiselerini, kahve toprak tonlarındaki gömleklerini çıkarıp “jewish grey” tonlarda marka elbiseler, beyaz gömlekler giymeye başladılar.

Yüzlerini karanlık gösterdiğini düşündüğü sakallarını tıraş etmiş olsalar da, çok kısa kesilmiş bıyıkları ile ribanın iğrençliğini, cihadın, şahadetin faziletini anlatırken işittiğimiz “bir narayı andıran sesleri” bir hayli yumuşamış, sükuna ermiş göründüler bu kez riba yerine faiz derken.

 “Demokrasiye karşı kurulan tuzaklar” dan dem vururken kullandıkları ses, her ne kadar eski zamanlarını hatırlatıyor ise de, yine de iyiliği, yardımseverliği, dürüst ticareti ve ticaretten kazandıklarını öven sesleri pek bir ılıman oldu.    

Dünyadaki kötülüklerden, azgınlıklardan şikayetçiydiler,.

Oysa şimdi Gazze’de  “şu katliamlar da ne kötü be birader” demeden edemiyor ama söz konusu Irak’ta Amerikan askerleri tarafından ırzına geçilen Müslüman kadınlar olunca, “bu dünyada çekilen çilelerin ahirette bir mükâfatı vardır nasıl olsa” deyip kendilerini ayakta tutan ABD’nin günahlarını öbür kıyamete bırakabiliyorlar..    

***

Nasrettin Hoca’ya sormuşlar;:

” Kıyamet ne zaman kopacak?”

– “Siz hangi kıyameti soruyorsunuz” demiş Hoca,

– “Kıyametin çeşidi türü mü var Hoca?” demişler.

– “Var ya” demiş. Hoca “var elbette”.

– “Karım ölünce küçük kıyamet, ben ölünce büyük kıyamet kopacak”

***

Küçük mü büyük mü bilmem ama bir kıyametin kapıda olduğu kesin.

“Biri yer öteki bakar, kıyamet ondan kopar” derler ya… 

Kıyamet kopunca yiyenin de yiyemeyenin de aynı kıyamda olacağını hatırlatmak istedim sadece. 

*** 

Başları o kadar dönmüş ki bu arkadaşlarımızın, güç sarhoşluğu içerisinde kendilerini artık Türkiye’nin değil, dünyanın merkezi görmeye başlamışlar. Ve de hayli iddialılar. Aksi bir fikir söyleseniz, asla ve kat-a kabul görmezsiniz. Aksine başınız çeşitli türde belaya girer. 

Baksanıza Sağlık Bakanları, Meclis kürsüsünde konuşan eski bir Sağlık Bakanı’na karşı ceketini sıyırıp meydan okuyabiliyor. 

Hoca’ya sormuşlar, “Dünyanın merkezi neresidir?” diye. Hoca kendi etrafında bir daire çizip “İşte burası” demiş; “İnanmazsanız ölçün.”  

Evet, bu nükte bir “kendi merkezcilik” e yapılan bir taşlamadır, bir atıftır.. Ama siz bu taşlamayı, yukarıda anlattığım kıyamet fıkrası ile birlikte bir kez daha düşünün isterseniz.  

*** 

İnsan, güce değil, hakka inanan bir varlık olarak izzetli bir varlıktır… O’nun şanı gerçekten yücedir. 

Ve insan ister umduğuna nail olmak, ister korktuğundan emin olmak için olsun, bir solucanın aklına tenezzül edipte hakkı inkâr ettiğinde, hakikati görmezden geldiğinde ne kadar da zalim olur.

Zaten tüm mesele de iki kelimede saklı; “hak ve vicdan…”.

Ama sahip olduğunuz güce aldanıp da bunlardan münezzeh bir varlık olursanız, “eşref-i mahlukat” olmazsınız. 

Olsanız olsanız, Hakkı değil, çıkarlarınızı gözetmeyi bilen bir canlı türü olursunuz. 

Bunun da sosyolojideki adı “homo economicus!” dur.

 

Devşirme Sol İle İttifak

Irak’ta Süleymaniye kentinde Türk askerinin başına çuval geçiren generalin, ABD Heyetiyle beraber geçenlerde Ankara’ya resmi bir ziyarette bulunması çok düşündürücüdür. Türkiye’nin ve Türk askerinin itibarını kırıcı bu eylem, Türkiye’ye gözdağı vermek için yapılmıştı. Bunun amacı, “Irak’ın kuzeyi ile irtibatını kes, benim iznim olmadan Irak’ın kuzeyinde eskiden olduğu gibi takip yapma ve bölgedeki oluşuma sıcak bak” idi.

Dost kazığı yemeye alışık bir ülke olarak biz de buna uyduk; hatta Irak’ın toprak bütünlüğünü savunur ve Bağdat yönetimini muhatap kabul ederken Irak’ın kuzeyindeki yönetimi de muhatap alma, konsolosluk açma yanlışını gösterdik. Oysa, Türkiye’deki bölücü ve ırkçı terörün çözümü Irak’ın kuzeyindeydi. PKK’nın şartlı silâhsızlandırılması bile bizimle pazarlık yapıldı ve Kürt açılımı dayatıldı. Biz bu dayatmadan utanmış olacağız ki; daha sonra ismini iki kere değiştirdik. Önce demokratik açılım ve daha sonra da barış ve kardeşlik projesi deyiverdik. Oysa ülkemizde bugün Cumhuriyet, milli tarih ve milli kimlik açılımlarına ihtiyaç var.

2010 yılının Şubat başında Ankara’ya gelen ABD heyetinde bu küstah general bulunmamalıydı. Bu kişiyi heyette kabul ederek ikinci defa başımıza çuval geçirilmesine, gurur ve itibarımızın kırılmasına fırsat verdik. Başımıza geçirilen herhalde türban değil; çuvaldı. Bizim tepkimizi ölçmek istediler. Ülkelerini bir kere daha yenik duruma düşürenler utansın. Eğer utanırlarsa…

Afganistan’a talep edilen muharip güç göndermeme, halkla Müslüman Türk askerlerini karşı karşıya getirmemek için kararlıydık. Ama bundan da vazgeçiverdik. Dünyayı karıştıran ve turuncu devrimler yaptıran, turuncu devrim yaptıramayacağı yerlerde de sarı kaşkoller ve sarı partiler kurdurmaya çalışan Soros’un; “Türkiye’nin ihraç edeceği en değerli ürünü askeridir” sözü bir kere daha gündeme geldi.  

KKTC’de Türkleri azınlık ve ikinci sınıf vatandaş yapmaya dönük tek Rum Devleti projesi yürütülmektedir. Cumhurbaşkanlığı seçimi bu bakımdan bir dönüm noktası olacaktır. KKTC vatandaşları, kritik bir kararın arifesindedir. Ya süreç onları yok olmaya, aşağılanmaya eski acı tecrübelerle karşı karşıya bırakacaktır ya da kara bulutlar ve haklı endişeler Kıbrıs’ın ufkundan silinecektir. AB yetkilileri o kadar ve tek taraflı şartlanma içindeler ki; Beşparmak Dağlarında yer alan Türk ve KKTC bayraklarının bile çevre kirliliği yarattığını düşünebiliyorlar.

Dünyada farklı kültürlere, farklı milletlere özgürlük ve egemenlik hakları tanınma yolunda mesafe alınırken, Kıbrıs’ta tarih geriye çevrilip Türklere ırkçı ve şövenist Rum Devletinin vatandaşlığı ve birleştirme uygun görülmektedir. Gerçekler ortaya çıktıkça romantik ve ütopik beklentiler bir bir ortadan silinmektedir. Milletler uzun süre kandırılamamaktadır.

Soğuk harp ve ideolojik çatışmaların ön planda olduğu dönemlerde komünist olmayan herkes faşistti; çünkü engel görülüyorlardı. Bu gün sağda yer alan liberallikle muhafazakârlığı çorba yapıp karıştıran siyasi iktidarın başı, milliyetçileri ne gariptir ki faşistlikle suçlamaktadır. Kiminle beraber olursan, onun sözlerini de tekrar eder hale gelirsin. Aşırı solun devşirilmiş kanadıyla kader birliği yapanlara bu ve benzer sözler söylettirilmektedir. Erbakan Hoca’dan kaçanlar yanlış hocalara yaslanmışlardır.

Dünün bazı aşırı sol militanlarının tam veya yarı devşirilmiş olsalar da hedefleri değişmemiştir. Ancak hedefe varmada bazı grupları ve siyasi iktidarı kullanarak önlerini açmakta ve aşama kaydetmektedirler. İşlerine gelen herkesle ittifak kurmaktadırlar. Hedef, devletsiz, milli kimliksiz, milli ordusuz sözde sınıfsız bir toplum ütopyasıdır. İttifakta olan tarafların hemen hepsi milli mücadelenin geçersizliğine, anlamsızlığına inanmakta; Devletin yanlış kurulduğunu savunmaktadırlar.

Milli olan ve Türkiye Cumhuriyetini Türkiye Cumhuriyeti kılan her değerle kavgalı olmak asıl amaçtır. Bunlar kendi işlerine geldiği yerlerde liberalleşirler. İşin üzücü tarafı, tek başına iktidar olanların bunlarla yaptığı işbirliği ve tek başına iktidar olmalarına rağmen, siyasi meşruiyeti dışarıda aramalarıdır.  Çelişki buradadır.

 

Din Tacirlerinin Politika Yemeği!

Türk devletlerinin ve Türk Milletinin yaşadığı her coğrafyada belirli kesimlerin bitmez tükenmez bir iktidarı ele geçirme hırsı ve arzusu vardır.

Bu kesimlerin; ya dışarıdan aldığı destekler veya  iktidar olmak için destek elde etme çabaları olur.

Yani iktidar olmak için her yolu mubah gören ve bu sebeple her türlü tavizi vermeye hazır toplulukları Türk coğrafyasında görmek şaşırtıcı değildir .

Benim ısrarla Osmanlı – Türk Devleti olarak tanımladığım Osmanlı İmparatorluğu’nda da durum böyleydi.

Osmanlı İmparatorluğunda  dini bir sınıf mevcuttu. Ulema diye tabir edilen din adamları, medreseler ve müderrisler, dergah ve tarikat mensupları, şeyhler, şıhlar, hocalar bu ayrıcalıklı sınıfı oluşturuyordu.

Herkesin olduğu gibi bunlarında var olma ve iktidar savaşı vardı. Sahip oldukları hak ve menfaatleri korumak ve kaybetmemek istiyorlardı.

Cumhuriyet’in kuruluşu bu sınıfı menfaatlerinden etti. Atatürk’ün; o günleri anlatırken, ülkeye hakim olan din anlayışının İslam’la uzaktan yakından ilgisinin kalmadığını ve mutlaka gerçek İslam’ın halkımıza öğretilmesi ve yaşanmasının gerekliliğini her zaman vurgulaması bu durum açısından dikkat çekicidir.

Ancak menfaatlerini kaybeden bu topluluk; içten içe mücadelesini sürdürmüş ve yaşadığımız bu günlere gelinmiştir.

Cumhuriyetin ilanı ile hak ve menfaat kaybına uğrayan bu kesimlerin; İmam hatip, başörtüsü gibi dinle alakalı meseleleri kullanmak suretiyle ve mağdur edebiyatı yaparak iktidara ulaştığını hep birlikte gördük.

RTE’yi, haşâ peygamber gibi gören, Tayyib’i üzmenin Allah’ı üzmek olacağını söyleyen, yetmedi halkı Erdoğan için şükür namazı kılmaya davet eden din tacirlerinin esas amacı uzunca bir zamandır yeniden kazandıkları bu hak ve menfaatleri koruyabilmektir.

Bunun için kullanılacak her yol mubahtır ve en elverişli yolda halkın gönlünde ve aklında perçinleşmiş olan İslam dinidir.

Bu sebeple mübarek dinimizin; iktidar sahipleri ile bu siyasetçiler üzerinden rant temin eden insanlar tarafından acımasızca kullanıldığını görmekteyiz.

Siyasal İslamcılar; Ülke adına bir şey üretemedikleri için sınırsız bir hazine olarak gördükleri dini ve milli değerleri kullanarak, Türk halkının kafasını karıştırmaya çalışmaktadır. Başbakanın Osmaniye’de yaptığı konuşmada, bu konulardaki keskin dönüşlerin nedeni budur.

Seçim yaklaştığı için Türk Milletine vaat edecek bir şeyi kalmamış olan AKP iktidarı; yine başörtüsü kozuna sarılarak mağdur edebiyatı yapmaya başlamış ve “Türk” sözcüğünü ağzına almayan Başbakan ise Mevlüt Çavuşoğlu’nun Avrupa’daki başarısını bir “Türk” ün başarısı olarak satmaya kalkmıştır. Çünkü artık sıkışmıştır onun için “Türk”e sarılmak zamanı gelmişte geçmektedir bile.

Geçenlerde kulağıma takılan “Haburcu AKP” sözcüğü aslında çok şey anlatmaktadır.

Peki bu din istismarcılarının politika kazanına nerelerden malzeme taşınmakta ve politika yemeğinin aşçılığını kimler yapmaktadır?

Yeniçağ Gazetesinden Selcan Taşçı “Devletin onurunu, milletin namusunu lekeleyen çuvalcı Amerikalı Odierno, elini kolunu sallaya sallaya aramızda dolanıyor, Emine Hanım’ın başörtüsü için kavga edenlerin umurunda değil” diye yazıyor.

Soruyorum size; Devletin ve milletin, namus ve onuru iktidara emanet değil mi? Bu namus; çuvalcı Amerikalı el üstünde tutularak mı korunuyor?

Türkiye’nin Batı ile ilişkilerini sanki bozukmuş gibi tekrardan rayına oturtmak için 2008’in sonu 2009’un başında ABD, AB ve Türkiye’nin benimseyebileceği ve hepimizin üzüntü ile izlediği adımlar kimler tarafından iktidara dikte edilmiştir?

Yani 29 Mart 2009 Yerel seçimlerinden sonra yeni bir şeymiş gibi kamuoyuna ilan edilen ve Türkiye’yi düzlüğe çıkaracağı iddia edilen politikalar nerede pişirilmiştir?

Bunların içinde yer alan, Türkiye ve Kürtler arasında bir “Büyük Pazarlık” ın teşvik edilmesi önümüze “Kürt Açılımı” olarak sunulmuştur. Şimdi Batının Türk milletine karşı AKP eliyle yürüttüğü bu anlamlı proje; Ajda Pekkan, Ferhat Göçer, Sezen Aksu, Mahsun Kırmızıgül ve Yılmaz Erdoğan gibilerle magazinleştirilerek Türk halkına yeniden yedirilmeye başlanacaktır. Bunun için önce; MHP kalesi başka açılardan sarsılmaya çalışılmaktadır.

Türkiye’de liberalizmin ve demokrasinin, Milli Görüş temelli AKP eliyle desteklenmesini isteyen politika pişiricileri; “İslami yönelimli bir hükümet laik Türklere dini bir gündemi dayatmaya teşebbüs etmediği müddetçe ve bilhassa güçlü bir Batı yanlısı (buraya dikkat!) ve demokratik yönelimleri sürdürüyorsa, Birleşik Devletler ve Avrupa’nın bu hükümeti desteklemekten kaçınmak için hiç bir nedeni yoktur” diye hükümetin politika kazanına malzeme koymuştur.

Birileri, çoktan gaye olmaktan çıkmış ve ete kemiğe bürünen bir gerçeğe dönüşmüş olan “AB üyeliği hayali” nin yeniden bir taahhüt olarak Türk Milletine sunulması gerekliliğini vurgulamaktadır. Bu süreçten şüphe duyan Türklere; somut biçimde, zorunlu bir katılım sürecinin, sonu olmayan bir süreç anlamına gelmediğini göstermek gerektiğinin söylenmesini istiyorlar. Kimden? Din figürleri ile ayakta tutulmaya çalışılan AKP iktidarından.

Ya Ermenistan ve Ermenilerle tarihi uzlaşmanın desteklenmesine ne  demeli? Eğer Ermeniler böyle yapmaya devam ederlerse Türk Milliyetçiliği azacakmış! Bunu önlemek için Ermenistan ve Türkiye yakınlaşmalıymış. Tarihsel olaylara ışık tutmak için kendi harekete geçen ve özgür tartışmaya izin veren Türkiye; Batı’da hoş karşılanacak ve AB’ye girme şansımız artacakmış.

Söyleyin bakalım; size bunları kim söyledi? 

Nihayet bir bakla daha hükümetin politika kazanına daha ekleniyor: Kıbrıs’ta siyasi çözüm… Kıbrıs; malum çevrelere göre, Türkiye’nin Batı ile yabancılaşmasına katkı sağlamıştır. Bu tez Batı’nın iddiasıdır. Hrıstiyan Batının; bu tezine sahiplenen din motifli iktidar hemen söylenileni yaparak Türk tezlerine aykırı biçimde  Batılı ortakları ile Kıbrıs’ta siyasal bir çözüme doğru koşmaya başlamıştır .

Hangi birini anlatalım; başlangıçta profilini çizdiğimiz din tacirleri tarafından sokak sokak desteklenen bu iktidar; halkının uygulanan politikalarla ilgili gerçekleri öğrenmesini istemediği için yine halkını üstü örtülü psikolojik operasyonlara maruz bırakmıştır. Bu bir istihbarat stratejisidir. Ama kimin?

Araştırmacı – Yazar Aytunç Altındal her yerde bas bas bağırıyor; Türkiye’nin istihbarat zafiyeti var istihbarat kalmadı diye…

Türkiye’de gelişen olaylara ve iktidar tarafından uygulanan politikalara bakınca bunların dış güçler tarafından reçete yazılmak sureti ile Türk halkına verilen ilaçlar olduğunu görüyoruz.

Dini argümanları kullanarak halkın gözünü boyayan öte yandan Hrıstiyan Batı ile işbirliğine giderek Batı’yı temsilen İslam Dünyasının liderliğine soyunma garabetini yaşayan bu iktidar; bu kez de MHP’nin güçlenmesi karşısında paniğe düşerek, yandaş basını kullanarak Devlet Bahçeli ve MHP’yi kendisine alternatif gördüğü için hedef almaya başlamıştır.

Din tacirlerinin aslında kendi hak ve menfaatlerini korumak için ayakta tutmaya çalıştıkları bu iktidarın; politika yemeğini hazırlayanların kimler olduğu artık apaçıktır. Bu nedenle kömür ve erzak yetmedi buzdolabı dağıtmak, emekliye, işçiye, köylüye, esnafa sadaka mahiyetinde bir parmak bal çalmak, Yüce dinimiz İslam’ı kullanmak; bu iktidarın oylarını korumaya yetmeyecektir. Bu sebeple kafaları karıştırmak, gönülleri bulandırmak için her yol denenmelidir. Hedef, hakkında TBMM’de tek bir dosya dahi bulunmayan Devlet Bahçeli ve onun partisi MHP’dir.

Ancak hepimiz biliriz ki; korkunun ecele faydası yoktur! Her şeyin başlangıcı olduğu gibi bir de sonu vardır. Adama bir gün “AK” landa gel deyiverirler…

 

Tam Gün Yasası Muayenehaneler ve Sağlık Sistemimiz

Sağlık sisteminde Ak Parti iktidarı döneminde önemli yapısal değişimler olmuştur. Bu durumun halkımızın sağlık hizmetlerinden daha fazla, daha kolay ve daha kaliteli hizmet almasına katkıları olduğu aşikârdır. Bu değişimin süreceği ve sağlık sistemimizin 2002 yılı öncesinden farklı bir hal alacağı beklenen sonuçtur.  Bu yeni sisteminde bazı eksik ve yanlış yönleri olacaktır. Zaman içinde daha iyi, halkın daha fazla yararlanabildiği, sürdürülebilir bir hale gelmesini temenni ederim.

Benim bu yazı ile dikkate alınmasını sağlamak istediğim MUAYENEHANE’lerin (Büro hekimliği)  bu sistemde nasıl yer alacağı hususu ise halen belirsizdir. 35 yıllık hekimliğinin son 20 yılını bağımsız olmak kaydı ile muayenehanesinde hizmet veren bir hekim olarak konunun tartışılmasının gerektiğine inanıyorum.

Sağlıkta önemli bir hizmet katkısı ve vatandaş için imkan olduğunu düşündüğüm muayenehaneler deyince, her kasabada ve şehirde vatandaşın kolayca ulaşıp gerek danıştığı, gerekse tıbbi hizmet şekliyle güvenerek hizmet aldığı, bölgelerinde saygınlık kazanmış ve yıllarca o bölge insanına hekimlik hizmeti sunmuş ve de bunu sürdüren muayenehane hekimlerimiz akla gelir. Bunlar o bölgenin sevilen doktor amcaları, doktor beyleri, doktor teyze ve hanımefendileridirler… 

Ayrıca çalıştığı resmi kurumuna herhangi bir yanlış taşımayan ve o kurumunu aracı adres olarak kullanmayan fakat özel muayenehanesinde de saat 16.00’dan sonra hizmet vererek hem mesleki, hem sosyal, hem de ekonomik katkı üreten meslektaşlarımızın sayılamayacak kadar çok olduğu malumdur. Bunlar bu ek mesaileri ile kendi özel hayatlarına ayıracağı zamanı, çevrelerine sağlık hizmeti sunmak şeklinde devam ettirerek toplumsal bir ihtiyaca cevap vermektedirler. Muayenehaneler ayrıca hekimlerin, mesleki uygulamalarında kendilerini bilgi yönü ile kabul ettirebilmeleri yönünden de itici rol oynayan yerlerdir.

Hastanelerin çalışkanlık, riskli vakaları omuzlama, halkla daha uyumlu olmak gibi konularda performansı yüksek hekimlerin muayenehanesi olanlarda daha fazla olduğu görülür. Dolayısı ile muayenehanelerin mesleki verimliliği de artırmadaki rolleri unutulmamalıdır. Her meslek gurubunda yanlış yapanların olması gibi hekimler arasında da yanlış ve yetersizliği olanlar olacaktır. Bunların bir kısmı muayenehanelerle ilgili de olabilir.

Ama bu durum tüm meslektaşları suçlayıcı olarak görülmemeli, bir hizmet şeklini toptan kötüdür dedirtmemelidir.   Yanlışı olanın, yanlışı yapanın hukuki çerçevede tespit edilip gerekli ceza ile cezalandırılması daha doğrudur. Yöneticilerimizin ve toplumun, bu sebeple bir meslek gurubunu toptan suçlu ilan etmeleri doğru değildir. Hele hekimlik gibi insanlık tarihinden beri kutsal bir mesleğin sahiplerini ayıplı göstermek çok yanlıştır, yazıktır, ayıptır…

Bakın bir bilge insan ne diyor;

-Hekim, Bütün hastalık ve

-illetlere devacıdır

-Bu adam sana lazımdır

-Hayat işi onsuz eyleşmez

-Hayatta oldukça insan

-Yine hastalanır.

-Hekim hastalığa bakarsa

-tedavi eder

-Hastalık insana ölüm rehberidir

-Ölüm ise insana

-Hayat arkadaşıdır.

-Hekimi kendine yakın ve iyi tut,

-Onun Haklarını koru.

(Yusuf Has Hacip, Kutadgu-Bilig, 1070)

Yeni sistemde muayenehanelerin ne olacağı halen belirsizdir. Tam gün yasası sebebi ile hekim yalnız bir kurumda çalışabilecektir. 08.00 – 17.00 mesai şeması uygulanacaktır. Gerçi çalışılan kurumda 17.00’den sonra da bazı özel imkânlar sağlanacağı söylense de buralarda muayenehanelerin getirdiği konforu, güvenli ve daha yüksek tatminli iletişim imkânlarını sağlamak mümkün olmayacaktır. Tıp merkezleri ve özel hastanelerde ise yeterli ekonomik değer oluşturmak için hekimler 50-60 hasta bakmak mecburiyetinde bırakıldıkları için sağlık hizmeti istenilenden biraz daha iyi olmakla beraber, muayenehane sistemindeki standardı hiçbir zaman yakalayamayacaktır.

Hâlbuki bazı hasta ve hastalıkların teşhis-takip ve tedavisi için bu özellikte de bir hekimliğe ihtiyacı vardır. Ayrıca hekim-hasta ilişkisindeki olması gereken içtenlik ve sürekliliğinde   hastane ve tıp merkezlerinde yeterince oluşturulamayacağı bir gerçektir. Konunun diğer bir yönü ise bu hizmetlerde meydana gelen mali yüktür. Devletin sağlık harcamaları bu yeni yapıda altı misli artmış ve SGK’ya yeni mali yükler getirmiştir.

Hükümetimiz bu yükü azaltmak için çeşitli tedbirler getirmektedir.  Vatandaştan muayene başına ve ilaçlardan katkı payı almak bunlardan biridir. Muayene sevk zinciri (Aile hekimliği, 2,-3, basamak hastane, Özel hastane sevki) uygulanamadığı için  büyük bir kaynak israfı sürmektedir.  Sevk zinciri ile hastanelere gidiş önlendiğinde ise sağlık kurumlarında oluşacak döner sermaye miktarı çok düşeceği için sağlık çalışanlarının memnuniyetsizliğini artıracağı düşünülmektedir. Hastane ve eczaneler üzerinden alınan katkı payları ise vatandaş tarafından tepkiyle karşılanmaktadır. Kurum hekimlikleri, işyeri hekimlikleri de bu sistemde yeniden şekillenecektir. Bu ve benzeri hususlar çözümlenmesi gereken konular olarak durmaktadır.

Muayenehanelerin gerek mesai şekli ile gerekse mesleki uygulama tarzı ile yaşatılması, bağımsız büro hekimliği şeklinde hizmet vermek isteyen hekimlerimizin göz ardı edilmemesi gerekir. Bu hem mesleğimizin saygınlığını, seçkinliğini, gençler tarafından öncelikli tercih edilen bir meslek oluşuna destek verecek, hem de adı tam gün olan 09.00 – 17.00 saatleri baz olan çalışma tarzının boş bıraktığı günün diğer zaman diliminde de halkımızın hekimine ulaşma imkanını sürdürecektir.

Büro hekimliği de Genel Sağlık Sigortası (GSS) sistemine alınmalıdır. Bu, böyle çalışmakta olan hekimlerimizin sisteme daha fazla katkı vermesini sağlar. Böylece bağımsız küçük işletmeler olarak kabul edilmesi gereken muayenehane ve teşhis birimleri (laboratuarlar-endoskopi-görüntüleme merkezleri-diş doktoru muayenehaneleri ) hem rekabet halkasına girecek, hem de hizmetlerini artırarak sürdüreceklerdir.

Türkiye genelinde 40 bine yakın muayenehane gerek bürosu ile gerekse buralarda çalışan 1-2-3 kişilik istihdamı ile önemsenmeli ve faaliyetlerini sürdürüp gelişmelerine imkân veren kanuni düzenlemeler yapılmalıdır. Buralarında kendi alanlarında yatırımlar yapmış ve  hizmet üreten yerler olduğu unutulmamalıdır. Buraların sistem dışına itilmesinin önemli bir kaynak israfına sebep olacağı görülmeli ve de ekonomideki, sosyal hayattaki katkıları önemsenmelidir.

Büro hekimliğinin hekimlerimiz için bir özlük hakkı hem de vatandaşımız için farklı bir sağlık hizmeti sunum alanı olduğuna inanıyorum. Mesleki tatmin, sosyal tatmin ve ekonomik tatmin yanında bağımsız bir mesleki uygulama şekli olan muayenehane hekimliğinin SGS bünyesinde önünü açacak düzenlemeler yapılmasının daha doğru olduğuna inanıyorum. Sistemin Hekimleri hastanelere kapatmaktan ziyade hastaneleri tüm hekimlere hizmet veren kurumlar haline getiren yeni düzenlemeleri de düşünmelidir (Almanya ve İran’da isteyen hekimler muayenehanelerinde çalışıyor ve buralardan hastane hizmetlerine de katılabiliyorlar). Yapılacak yeni düzenlemeler ile bu gelişmenin sağlanacağı  ve sonuçta muayenehane hekimliğinin Türk sağlık sisteminde kendi çizgisinde daha kaliteli ve gelişmiş şekliyle yer alacağı inancıyla…

 

Osmanlı – 3

0

Yabancı tarihçiler Osmanlı’dan bahsederken adalet ve işlerin devlet kapısında hızlı yürümesinden bahsederek;
burada insanlar hangi din ve ırktan olursa olsun dinlenir.
Bir fakir bir zenginden adalet talep eder.
Mahkemede iltimas yapılmaz.
Bir gayri Müslim müslümandan hak talep eder,
Mahkemede aynı muameleyi görür.
Borçlu borcunu verir, suçlu hemen cezalandırılır.
 Hiç bir dava dört, beş günden fazla bekletilmez.
Gayri müslimin müslümandan hak talep etmesi şöyle dursun.
Padişahı bile dava edebilirdi.
Osmanlıda insan hakları standardı çok yüksekti.
Hukuktan bir anekdot
Fatih Rum inşaat ustası İspilanti’yı kasten yavaş çalıştığı gerekçesiyle cezalandırır.
İspilanti Fatih’ten şikâyetçi olur.
Mahkeme sonucu Fatih suçlu bulunarak cezalandırılmasına hükmedilir.
İşte demokrasi budur İnsan hakkı budur.
Mülkün temeli olan adalette budur.
Bugün Iraklının Doğu Türkistanlının Afganistanlının yeryüzünde zulme uğramış dini dili ırkı rengi ne olursa olsun onların haklarını savunacak .
Cumhurbaşkanı da olsa suçluyu cezalandıracak bir yönetim varsa bizde bilelim.
Bugün bunun bir örneğini Dünyanın neresinde görebilirsiniz?
Osmanlı demokrasi açısından günümüz dünyasından çok ilerdedir.
Osmanlı insanlarla beraber diğer canlıları da düşünürdü.
Günümüz dünyası değil hayvanları insanları bile doyuramıyor.
Kış mevsimlerinde vahşi hayvanların aç kalıpta meskûn mahallere inmelerini engellemek için büyük baş hayvanlar kesilir büyük parçalara ayrılarak yüksekçe yerlere bırakılarak karınları doyurulurdu.
Böylece onlarında yaşamaları sağlanırdı.
Gurabahaneyi laklakanlar (hayvan Hastaneleri) açılarak hasta- yaralı kuş ve hayvanlar tedavi edilirdi.
Avrupa da akıl hastaları içlerine şeytan girmiş gerekçesiyle yakılırken.
İslam dünyası akıl hastalarını su sesi ve tasavvuf musikisiyle tedavi ediyordu.
Medeniyet sadece insanları değil diğer canlılar da düşünmektir.
Osmanlı İslam medeniyetini günümüz batı medeniyetiyle kıyasladığımız zaman farkı fark eder.
Osmanlıyı daha iyi anlama imkânına sahip oluruz.
Osmanlı ne zaman ilmi bıraktı.
Kur’ana sarılmaktan vazgeçti.
İlim adamı yerine beşik ulemaları yetişmeye başladı.
İcat yerine taklide başvuruldu.
Dünyayı doğru okuyamayıp gelişmelerden haberdar olamadı .
Ashabı Kefh misali uyumaya başladı uyanması 300 seneden fazla aldı.
Uyandığında da iş işten geçmişti.
Basiretsiz yöneticilerde işbaşına geçince de koca imparatorluk kartondan kaplan durumuna düştü.
Özbenliğini kendine olan güvenini kaybetti gerilemeye ve yıkılmaya başladı.
Böyle bir dönemde toprak kaybetmeden 33 sene Osmanlıyı başarılı bir şekilde idare eden

Cennet Mekân Abdülhamit Hanı anmadan geçmek haksızlık olur.
Abdülhamit’ten bir anekdot

Abdülhamit (cennet mekân) zamanında Fransa’da Hz. Peygamber (sav)’in aile hayatını konu alan ve hiciv edici bir tiyatro sahnelenir.
Bunu haber alan Abdülhamit Fransa Kralına gönderdiği mektupta derhal bu rezalete son ver.
Aksi takdirde ordumla Paris e girer atıma Senpiyer Kilisesinde arpa yedirmesini bilirim.
Bu ültimatom anında tesirini gösterir oyun sahneden kaldırılır.
Osmanlı çöküş dönemlerinde bile yürekleri hoplatabiliyordu.
Şimdi ise karikatür krizinde başrol oynayan Danimarka’nın başbakanı NATO Genel sekreteri olabiliyor.
 Osmanlı aynı zamanda feraset sahibi idi dostunu düşmanını bilirdi. Tabi’i ki istisnalar hariç. Abdülhamit’e imparatorluğu bir karış toprak kaybetmede 33 sene nasıl yönettin diye sorarlar.
Cevaben
Bir İngiliz, bir Rus, bir Fransız elçisi çağırır onlardan istişare eder çoğu zaman onların dediğinin tersini yapardım.
İsabet ederdi. der.
Çünkü ayıdan post, batıdan dost olmayacağını biliyordu.
Basiret herkesi düşman bellemeden dostu düşmanı doğru tespit edebilmek   Dünyadaki gelişmeleri doğru yorumlayabilmektir.
Cennet Mekân Abdülhamit Vatan toprağı Filistin i Siyonistlere para karşılığı satmamanın bedelini taht tan indirilmek ve yıllarca kızıl Sultan (vatan haini ) olarak anılmakla ödedi.
O zamanki dış borçlar sebebiyle düyunu umumiye ilan edilmiş. devletin tüm gelirlerine batılılar yani bugünkü deyimi ile o günün İMF’si tarafından el konulmuştu.

Bu durumdan faydalanarak büyük paralar karşılığında Filistin’den toprak satın almak isteyen Siyonist heyeti ‘Vatan toprağı parayla satılmaz’ diyerek huzurundan kovmuştu gerisi malum Abdülhamit Han’ı anlamadan Filistin sorununu doğru anlamakta çözmekte mümkün değildir.
Batıdan dost olmayacağı Abdülhamit in tahttan indirilişinden hemen sonra kendini gösterdi. Basiretin yerini teslimiyet alınca kendi elinizle kendi sonunuzu hazırlarsınız. Tüm bu olumsuzluklara rağmen Osmanlı o kadar büyük bir milletti ki yıkılış döneminde bile  Mustafa Kemal,  Fevzi Çakmak, Kazım Karabekir vb. komutanlar  Mehmet Akif Ersoy gibi şair,  Elmalılı Hamdi Yazır gibi din âlimleri yetiştirebilmişti.

Cumhuriyet yönetimi olarak bu değerlerin üzerine bir şey ilave edemediğimiz gibi onların bir benzerlerini de yetiştiremedik.Ders alınmadığı müddetçe tarih tekerrürden ibarettir.
Tarihten ders almak temennisiyle
Ruhları şad mekânları cennet olsun…

Bu yazının akabinde 5 bölüm halinde hacim kütle meselesini işleyeceğiz.

Yalancı Peygamberler Mezarlığı

            “Tayyib’i üzmek Allah’ı üzmektir”

            “Adeta ikinci peygamber gibidir”

            “Başbakanımız için her gün 2 rekât şükür namazı kılmamız gerek”

Osmanlı‘da şâirler sultan ve vezirlerden ihsan alabilmek için akla – hayâle gelmez teşbihlerle dolu methiyeler düzerlerdi. Vakanüvisler ise hükümdarı ana eksene alarak etrafına tarihî olayları örmeye çalışırlardı.

7 kaplan gücündeki Fantom‘dan 7 evliya gücündeki padişaha kadar mübalâğa sanatı kendisini muhkemleştirmek için hep kutsal abartmaları payanda görmüştür. Ecnebîlerde soytarılık, bizde ise dalkavukluk diye bir mesleğin varlığı bile bu işin beyyinelerindendir.

Ne var ki yeryüzünün en büyük adalet ve özgürlük devrimi olan İslâm, insan ruhuna sarkıntılık sayılan her türlü olumsuzluğu süpürüp atmıştır. Veda Hutbesi‘nde Peygamber Efendimizin mübârek ayakları altında kalan tozlardan reform yapmak isteyenler ateşe dayanabilecekleri kadarını düşünsünler.

Etnik açılımcılık, ‘Çamurdan olsun Rizeli olsun’culuk, ‘Bizim fırka hak, gayrisi bâtıl’cılık, ‘Sen benim hangi aşiretten olduğumu biliyor musun’culuk, kan dâvâsı, töre cinayetleri ve daha niceleri.. Kerâmeti kendinden menkûl dağ silsilesi sıfatlar..

Karanlığın kumaşıyla kefenlenip cahiliyye çukurlarına yuvarlanan evvelki taşları saymıyoruz. Vahyin göz kamaştıran ışığından sonra bile nübüvvet iddiasında bulunanlar hezeyanlarıyla can vermişlerdir. Bkz: Müseylime, Tuleyha, Secah, Esved.. Bkz: Baba Resûl, Sabatay Sevi, Muhammed Abdülvahap, Şeyh Bahâî..

En baştaki cümleleri sarfeden partizan kafaların ‘hâşâ, kellâ’ diyerek tövbeistiğfar etmesi, tekrar kelime-i şehadet ile tecdîd-i iman eylemesi dinen şarttır. Yoksa fıkhın İslâm Tarihine düşen hükmü bellidir.

Şeyh uçmaz, mürid uçurur” fehvasınca Başbakan‘ın böyle bir şeye cevaz vereceğini sanmam. Parti içindeki ‘Reis’ lâkabı doğrultusunda ve nefsin de iteklemesiyle hükmetmenin kudret sınırlarını zorlayabilir. Yöneticilerin nefsi sade vatandaşa göre daha azgındır.

Ben hiç hata yapmam” havası, sürüyle hatasını hikmete çevirmekle yükümlü tevil ordusuyla daha da derinleşir. Aşırı kibir, aşırı öfke ve herkesi düşman görerek zemmetme peşinden gelir.

Hâşâ, “İslâm’ın şartı 5 değil, 4” dese ardından atlayacak çok sazan var. Müslüman orta yolun ve itidâlin temsilcisidir. Çoklukla övünmez, yerli yersiz sesini yükseltmez ve Allah‘tan başkasının askeri olmaz. Fânilerin hata yapacağını bilir ve haksızlık karşısında asla susmaz.

Kur’ana bakıyorum da bazı âyetler Peygamber Efendimizi bazı konularda ciddi bir üslûpla uyarmaktadır. Merhum Muhsin Bey‘i hem severdik hem de ocak bölge toplantılarında teşkilatlanma hatalarını yüzüne karşı eleştirirdik. Son çeyrek asırda hangi dinî teşekkül ve siyasî organizasyonla karşılaştıysam hep şunu söyledim:

  • Liderin peygamber mi?
  • Hâşâ!
  • E, o zaman bir hatasını söyle.
  • Yok ki!

Bendeniz o gün bugündür bekliyorum. Alın size güncel fırsat. Bakalım, postacı
siftah için dahi olsa kapıyı çalacak mı?

Sevgiye Duyulan Özlem

Özlemin sevgiler yolu
Yoktur bunun başka yolu
Seninle olmak varken
Ne diye yaptın bunu

Sen yoksan neye yarar
Olmuşsa köşk ve saraylar
Kuş sütü eksik olsun
Kalsın sende çakalar

Yetmez mi bu yaptığın
Bu gurbet mi sevdiğin
Öyleyse senin olsun
Bilmediğin yaban eller

Yokluğunda üzülen
Yalnız değilim ben
Sanki inliyor dağlar
Çağlayan ırmaklarla

Sevmeyen anlamamış ki
Bilemezler akıttığım
Gözümdeki yaşların
Gizli sırlarını

Dağlardaki rüzgarlar
Adını sayıklıyor
Güldeki çiğ taneleri
Senin için ağlıyor

Bülbüller eşlik ederek
Sesleniyor Sema’ya
Gel ey sevgili!
Gözü yaşlı bırakma
Mutlu eyle bizleri

Eleştiri

Edebiyat çevrelerinde son zamanlarda eleştiri konusu ele alınır oldu. Üzerinde pek az kafa yorduğumuz edebiyat türü olan eleştirinin bizim edebiyatımızdaki yerini anlama, değerlendirme açısından, bir bakıma eleştirinin eleştirisi sayılabilecek bir yeniden düşünme fırsatı doğdu.  

Öncelikle, edebi eleştiriyle tanıtımın birbirinden ayrıldığı gerçeğinin aslında aynı kapıya çıkan iki çalışma tarzı olduğunu kabul etmek gerek. Edebiyat sahasında kalem oynatan kimseler adı ister eleştiri olsun, ister tanıtım, çalışmaları üzerine yazılmış bir incelemeden, değerlendirmeden doğal olarak bir memnuniyet duyar. Fark edilmenin ayrıcalığıdır bu. Fakat bizde, Batı’daki anlamıyla bir edebi eleştiri mekanizması kurulamamıştır. Bunun başlıca sebebi, toplum olarak içinden geldiğimiz ahlak sisteminin hoşgörü, hüsnüzan, iyiye yorma, teşvik etme gibi temeli barışa, huzura dayanan bir anlayıştan gelmemizdir. Eleştiri, bir eseri ele alarak iyi, doğru, güzel veya yanlış taraflarını sıralamak, varsa eksikliklerine değinmek, çok özel antipatikliği olmadıkça bilhassa ele alınan metinlerdir ve bizde buna çoğu kimse oturup vakit ayırmayı düşünmez. Sonuçta eser bir roman, bir şiir bir tablo olsun, insanın ruhi zevkine hitap ettiğinden sanatseverlerin sayısınca ve beğenisince kendine yer bulur. Kimi zaman baş tacı edilir, kimi zaman gelir geçer. Mutlaka eleştirisi olmalıdır ısrarı, Batı tarzı üretimin kısır direnişinden başka bir şey değildir. Kısırdır, bizim ülkemizin, bizim kendimize has değerler sistemimizin dahilin de kısırdır. Kitap tanıtımları bu işi, yani satışa yönelik hareketlenmeyi zaten sağlamaktadır.

Eleştiri olmazsa ne olur? Eserin hakkı tam olarak ortaya çıkmamış olur belki. Fakat tam bir değerlendirmeye yönelik donanımlı kimseler genellikle asıl değerlendirmeyi zamana, zamanın ayırmasına bırakırlar. Bir nevi nadasa bırakma. Bundan sanat eseri denilen nesne ne kaybeder? Peki sanatçı addettiklerimiz, yazarlarımız, şairlerimiz, ressamlarımızın kaybı nedir? Veya bir kayıp söz konusu mudur? Bir kayıptan söz edilecekse bu ne tür bir kayıp olabilir? Daha çok eser, daha fazla mesai, daha fazla emek üzerine eleştirinin nasıl bir rol oynayacağı gerçekten dikkate şayan bir mevzudur. Bu tür konuları irdelemeğe durduğumda aklıma şair olarak Fuzulî gelir daima. Ne gösterişli ne de bir eli yağda bir eli balda hayatı olmuştur. Fakat kendi iç dünyasının genişliğinde kaybolmayı sevmiş, saray çevresinden beklediği takdirler gelmeyince yine kendi mısralarıyla ifadelendirmiş, tabir caizse kendi şiirini kendi nefesinden yakmıştır. Bunu yaparken de Türkçe’nin bütün kudretini kullanmış, icra edebildiği müddetçe de muhakkak ki sanatından haz duymuştur.

Bizde eleştiriye soğuk bakılmasının bir sebebi de eleştiri kelimesinin Türkçe karşılığıyla Batı dillerindeki karşılığının tam örtüşmemesindendir. Kritik etmek, incelemek anlamına gelen eleştiri, bizde tenkid’in yeni karşılığı olduğundan, kelimenin mazisi itibariyle bir olumsuzlamayı telkin ettiği düşünülebilir. Öte yandan, eleştirmenin kök itibariyle ‘elemek’ ten türetilmiş olması aslında iyi bir sonuca işaret ediyor: Elemek, kalburüstünde kalanları ayırmak. Eleştiri işinin varacağı hedef de bu değil midir?

Eleştiri metinleri seçilen yol, kullanılan dil, konuya vakıf olma gibi unsurlar çerçevesinde hiç de başına buyruk bir yazı türü değildir. Herkes eleştiri yazısı yazsın mı? Memlekette özgürlük vardır, herkes yazabilir demek işi ne kadar hafife almaksa, eli kalem tutan herkesin de gözüne kestirdiği bir kitabı yerden yere çalması aynı hafifliğin ürünü olur. Kitabı tanıtmakla eleştiri yapmak arasındaki ince ve belirgin çizgi soğukkanlı olunması gereken noktayı işaret eder. Ama ne yazık ki kolayca kamplaşmaya meyyal ortamlarda bu ince çizgi kırılır. Zigzaglar çizer, dikenli tel halini alır.

Bizde eleştiri genellikle eseri kategorize etmeğe yarar.

Bir sanat eserinin eleştirisinde en önemli kıstas özgün olmasıdır. Özgün olmak, diğerlerine benzemeyiştir. Bu, eserin tekniğinde olur, konusunda olur, üslubunda olur. Veya başka bir özelliğinde olur. Diğerlerine benzemezlikle öne çıkmanın ikinci kıstası, bıraktığı etki iledir. Sanatın tarifinde kendiliğinden var olan bir meseledir etkilemek. Bir anlatımdır, aktarımdır çünkü.Sanatkar dediğimiz kimse, herhangi biridir ve öyle olduğu kadar da öyle değildir, herkesten farklı biridir. Başka türlü duyuşların, başka türlü gözlemlerin insanıdır. Dolayısıyla onun aktarımında çoğunluğun göz ardı ettiği bir husus, bir kıvrım veya bir dikkat eserde binlerin, onbinlerin duyuşlarına hitap eder.

Bir başka kıstas ise insanlığa ne verdiği sorusunun cevabındadır. Şu veya bu eser insanlık açısından, yani tüm insanların yaşayışlarına ne gibi ivmeler katacağı, hayata yeni ne getireceği, hayatın hangi çıkmazını aydınlatacağı hususudur. Çözüm öneremezler ama meseleyi can evinden görür, anlatırlar.  Dünya klasikleri diye adlandırılan eserler bütün bu kıstasların eleğinden geçmiş unutulmazlardır.

Eleştirmek için eleştiri yazısı yazmak abestir. Batı’da bu nev’i dahi makbul sayılır çünkü reklamın iyisi kötüsü olmaz görüşü yaygındır. Tanıtım yazılarının gönülden yazılmış olanı, esere samimiyetle yaklaşmış olanı ise sıradan bir okur seviyesinde bile olsa yazana güç verir, şevk verir. Hele okurun körükörüne hayranlıkla kaleme aldığı bir değerlendirme yazısı, eserin yazarını rehavete sürükleyebileceği gibi, onu bu tür yazılardan da soğutabilir. Gerçek eleştiri, gerçek değerlendirme soğukkanlılıkla yapılan, doğruları kırmadan verebilen, şayet varsa farklı bir güzelliği gözler önüne seren, bunu yaparken de hayranlığını edep dairesince hissettirebilen eleştiridir.

Eleştiri yazıları önemlidir. Yazı dünyasına ince bileyilerle katkıda bulunur. Bir yandan yazarı bileylerken diğer yandan da gerekiyorsa törpüler. Bu evsafa, yeterliğe sahip olabilmek yani eleştiri yazılarını kaleme alabilmek öncelikle iyi bir okurun işidir. Dünya edebiyatında neler olup bittiğinden, yerli yayınlardan haberdar olan, basını sıkı sıkıya takibeden okur geleceğin donanımlı eleştirmeni olmaya namzettir.

Körler ve Sağırlar Diyalogu

0

Belki otuz beş sene önceydi. Henüz renkli olmadığı yıllarda televizyonda gösterilen bir reklam vardı. İki sağır ihtiyar yolda karşılaşır. Biri diğerine sorar: “Falan bankaya mı gidiyorsun?” diğeri cevap verir: “Hayır, falan bankaya gidiyorum.” İlk soran, tekrar: “Haa, ben seni falan bankaya gidiyorsun, zannetmiştim.” der. Halbuki ikisinin de gittiği banka aynıdır. Birine “hayır”, diğerine “haa” dedirten, onların sağırlığıdır, yalnız kendi söylediklerini duymalarıdır. Biz buna sağırlar diyalogu diyoruz.

Yine bilinen hikayedir: İki kör, lokantaya gider. Dolma isterler. İkisi de aynı tabaktan yemektedir. Bir süre sonra körlerden biri, diğerine: “Niye ikişer ikişer yiyorsun, teker teker yesene, çabuk bitireceksin.” der. Nereden biliyorsun ikişer ikişer yediğimi, bana iftira etme!” diye cevap verir. Bu defa diğer kör: “Ben ikişer ikişer yiyorum, senin de böyle yediğini zannettim.” der. “Kör, kendinden bilir.” deyimi bu öykücükten çıkmış olsa gerek.

Çevremdeki insanlara bakıyorum, siyaset icra eden politikacılara, bizi doğru bilgilendirmesi gereken gazetecilere, ufkumuzu açması gereken bilim insanlarına, işimizi kolaylaştırmak üzere maaş alan yöneticilere bakıyorum bazen, hem kendileri arasında hem bize karşı, tam bir körler ve sağırlar diyalogu oynuyorlar. Sağırlar gibiler, kulaklarını kapatmışlar, kendi söylediklerini kendileri dinliyor; körler gibiler, herkesin yaptığının kendi yaptıklarıyla aynı olduğunu kabul ediyorlar. Bu roller, toplu yaşamak zorunda olan insanlara huzur vermiyor, her birini yaşama sevincinden yoksun bırakıyor.

Konumuz, tabi ki, bir özür kabul edilen körlük ve sağırlık değil. İnsan ilişkilerinde mükemmelliğe ancak herkesin kendini kör ya da sağır olduğunu kabul etmesiyle ulaşılabilir. Her şeyi tam duymayabiliriz, her şeyi tam görmeyebiliriz, her şeyi tam bilmeyebiliriz, her şeyi tam düşünmeyebiliriz. Biz, insanoğlu, kusurlu yaratılmış, kendisine mükemmel olma görevi verilmiş varlığız. İmtihanımızı, kusurlarımızı aşıp mükemmelliğe ulaştığımız oranda vermiş olacağız.

İnsanların, düşünce bağnazlığı, aceleci yapısı, bencilliği kendileriyle diyalog kurmamda karşıma hep engel olarak çıkmıştır. Aynı kusurların bende de bulunduğunu itiraf etmek zorundayım. Meramımı ifade etmek için bir cümle kurmaya kalktığımda, cümleyi tamamlamadan bana cevap verenlerle hiçbir zaman sohbet zevkine varamadım. Cümledeki bir kelimeyi alıyorlar, kendilerince yorumluyorlar, konuyu saptırıyorlar. Bu tür insanlar, bazen de sırf haklı olabilmek, nefsini şımartmak adına, laf cambazlığına giriyorlar, bir incir çekirdeğini doldurmayacak düşüncelerle sizi lafa boğabiliyorlar. En haklı olduğunuz bir durumda dahi yenik pehlivan durumuna düşebiliyorsunuz.

Körlük ve sağırlığı bir noktaya kadar tedavi etmek tıbbın konusuysa, insan ilişkilerinde mükemmelleşmeyi engelleyen kusurları ortadan kaldırmak da eğitimin işidir. Güzel bir söz okumuştum bir yerde: “Siz çocuklarınıza susmayı, dinlemeyi öğretin, onlar konuşmayı nasıl olsa öğreneceklerdir.” Anlamak için dinlemeyi; dinlemek için susmayı öğrenmek gerek. Niteliği bilinmeyen bir arazide yürümek, denizde kulaç atmak kişiyi yorar, menzil-i maksuda ulaşmaktan alıkoyar.

Kendisinin haklı, yaptıklarının doğru olduğunu iddia eden sözde mükemmeller yorgun savaşçı olarak musalla taşına yattılar. “Ben kusurlarımla varım, bir şey olmak zorundayım.” diyenler, bedenlerini kara toprağa, ruhlarını Yaratan’a huzurla teslim ettiler. Yorulmadan varmak için menzile, sık sık aynaya bakmak gerek.