Körler ve Sağırlar Diyalogu

66

Belki otuz beş sene önceydi. Henüz renkli olmadığı yıllarda televizyonda gösterilen bir reklam vardı. İki sağır ihtiyar yolda karşılaşır. Biri diğerine sorar: “Falan bankaya mı gidiyorsun?” diğeri cevap verir: “Hayır, falan bankaya gidiyorum.” İlk soran, tekrar: “Haa, ben seni falan bankaya gidiyorsun, zannetmiştim.” der. Halbuki ikisinin de gittiği banka aynıdır. Birine “hayır”, diğerine “haa” dedirten, onların sağırlığıdır, yalnız kendi söylediklerini duymalarıdır. Biz buna sağırlar diyalogu diyoruz.

Yine bilinen hikayedir: İki kör, lokantaya gider. Dolma isterler. İkisi de aynı tabaktan yemektedir. Bir süre sonra körlerden biri, diğerine: “Niye ikişer ikişer yiyorsun, teker teker yesene, çabuk bitireceksin.” der. Nereden biliyorsun ikişer ikişer yediğimi, bana iftira etme!” diye cevap verir. Bu defa diğer kör: “Ben ikişer ikişer yiyorum, senin de böyle yediğini zannettim.” der. “Kör, kendinden bilir.” deyimi bu öykücükten çıkmış olsa gerek.

Çevremdeki insanlara bakıyorum, siyaset icra eden politikacılara, bizi doğru bilgilendirmesi gereken gazetecilere, ufkumuzu açması gereken bilim insanlarına, işimizi kolaylaştırmak üzere maaş alan yöneticilere bakıyorum bazen, hem kendileri arasında hem bize karşı, tam bir körler ve sağırlar diyalogu oynuyorlar. Sağırlar gibiler, kulaklarını kapatmışlar, kendi söylediklerini kendileri dinliyor; körler gibiler, herkesin yaptığının kendi yaptıklarıyla aynı olduğunu kabul ediyorlar. Bu roller, toplu yaşamak zorunda olan insanlara huzur vermiyor, her birini yaşama sevincinden yoksun bırakıyor.

Konumuz, tabi ki, bir özür kabul edilen körlük ve sağırlık değil. İnsan ilişkilerinde mükemmelliğe ancak herkesin kendini kör ya da sağır olduğunu kabul etmesiyle ulaşılabilir. Her şeyi tam duymayabiliriz, her şeyi tam görmeyebiliriz, her şeyi tam bilmeyebiliriz, her şeyi tam düşünmeyebiliriz. Biz, insanoğlu, kusurlu yaratılmış, kendisine mükemmel olma görevi verilmiş varlığız. İmtihanımızı, kusurlarımızı aşıp mükemmelliğe ulaştığımız oranda vermiş olacağız.

İnsanların, düşünce bağnazlığı, aceleci yapısı, bencilliği kendileriyle diyalog kurmamda karşıma hep engel olarak çıkmıştır. Aynı kusurların bende de bulunduğunu itiraf etmek zorundayım. Meramımı ifade etmek için bir cümle kurmaya kalktığımda, cümleyi tamamlamadan bana cevap verenlerle hiçbir zaman sohbet zevkine varamadım. Cümledeki bir kelimeyi alıyorlar, kendilerince yorumluyorlar, konuyu saptırıyorlar. Bu tür insanlar, bazen de sırf haklı olabilmek, nefsini şımartmak adına, laf cambazlığına giriyorlar, bir incir çekirdeğini doldurmayacak düşüncelerle sizi lafa boğabiliyorlar. En haklı olduğunuz bir durumda dahi yenik pehlivan durumuna düşebiliyorsunuz.

Körlük ve sağırlığı bir noktaya kadar tedavi etmek tıbbın konusuysa, insan ilişkilerinde mükemmelleşmeyi engelleyen kusurları ortadan kaldırmak da eğitimin işidir. Güzel bir söz okumuştum bir yerde: “Siz çocuklarınıza susmayı, dinlemeyi öğretin, onlar konuşmayı nasıl olsa öğreneceklerdir.” Anlamak için dinlemeyi; dinlemek için susmayı öğrenmek gerek. Niteliği bilinmeyen bir arazide yürümek, denizde kulaç atmak kişiyi yorar, menzil-i maksuda ulaşmaktan alıkoyar.

Kendisinin haklı, yaptıklarının doğru olduğunu iddia eden sözde mükemmeller yorgun savaşçı olarak musalla taşına yattılar. “Ben kusurlarımla varım, bir şey olmak zorundayım.” diyenler, bedenlerini kara toprağa, ruhlarını Yaratan’a huzurla teslim ettiler. Yorulmadan varmak için menzile, sık sık aynaya bakmak gerek.