4.8 C
Kocaeli
Perşembe, Ekim 2, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1144

Yeşil Cennet

Çayırlar, çimenler, çiçekler

Yeşilin en güzel tonları

çiçeklerin en güzelleri

Ötüşen kuşların, en güzel nağmeleri

Şarıl, Şarıl akan suların şırıltıları

Ilık ılık esen yaz rüzgarları

Köşkler, saraylar; inciden yakuttan

Hizmetçiler her şey emrinde

Hiç bir sorun olmayan

Her şeyin en mükemmeli

Hepsinden önemelisi

Yaradan’ın gül cemali

Daha ne isterdim ki

Bu kadar nimet varken

Birde hak ettiysem

O sonsuz cenneti

Dünyanın şu kadarcık hayatında

Yaşadıysam biraz sıkıntı kasvet

Cennetin sonsuz hayatı

Benimle olacak elbet

Allah’ım, dünyamı da ahretimi de

Hayırlı eyle cennetini nasip eyle

Musallat Oldu Vatana, Terör!

                   Kına yakılarak uğurlanan, şehit tabutları bu

                   Okunacak iftiharla, her birinden gelen mektubu

 

                   Türkiye ağlıyor, fakat şehit babaları hariç

                   Ateş düştüğü yeri yaksa da, onlar yılmıyor hiç

 

                   Başladı, Türkiye’nin dört bir tarafında, nice yürüyüş

                   Birbiriyle yarışa başladı, çare için birçok görüş

 

                   Şehit on bir asker, öldürüverdiler ölümü,

                   Artık aramızdalar, dipdiri daha da ünlü.

 

                   Elas, M. Ali, Mustafa, Mutlu, Hüseyin; hepsi de şehit

                   Oğuz, Ömer, Ramazan, Süleyman, Yusuf, Sabahattin; çok yiğit

 

                   Derken, bir şehit haberi daha geldi Elazığ’dan, behemehal

                   Selçuk Gökdağ’ı alnından öptü öncekiler, ederek istikbal

 

                   Ağlıyor Türkiye, bak gidişat, iyi değil oğul diyerek

                   Memleket üzerinde, kara bulutlar dolaşıyor giderek

 

                   Bu Devlet, Bu Millet, Bu Vatan; atlayacak, böylesi keskin yardan

                   Ölmek var dönmek yok, varlığımız, yine ses verecek bu diyardan

 

                    Bak, bir şehidin cebinden, kanlı Kur’an çıkıyor

                    Öyle ki, tüm emellerini düşmanın yıkıyor

 

                    Vatan için ölmeyi bilenlerin vatanını, kolay mı bölmek?

                    Uğrunda şehit olmaya can atan binler için, var iken ölmek

 

                    Saldırdıkça amansız terör Mehmetçiğe, arka arkaya

                    İniyor göklerden ecdat, dalga dalga, durup da bakmaya

 

                    Bakıyor ki ahfadına, yok onda kendinden kalır yanı

                    O da tanıyor her zamanki kalleş emperyalist düşmanı

 

                    Acı olan şu ki, karşısındaki kanmış öz kardeşleri!

                    Nasıl varıyor eller tetiğe, dul bırakıyor eşleri!

 

                    Kimlere alet olduklarını, durup da düşünseler bir an

                    İçinde boğup öldürecek onları, akıttıkları bu kan

 

                    Neyin, neyimden farklı, behey kana susamış ahmak?

                    Yer gök titremez mi, nedir yaptığın bunca infilak?

 

 

                      Değil mi din bir, bir değil mi konuşulan ortak dil?

                      Aynı vatanda yaşayış, olmuyor mu sana delil?

 

                      Kitap, Mihrap, Minber bir; unuttun mu İlahi Daveti?

                      Aynı Peygamber’in, değil miyiz seçkin kutlu ümmeti?

 

                     İsimler değil mi bir: Ahmet, Mehmet, Hüseyin, Hüsniye?

                     Öyleyse nedir bu farklı görüş ve bu gayrılık niye?

 

                     Yaşamıyor mu millet, Batısıyla, Doğusuyla koyun koyuna?

                     Öyleyse niçin geliniyor, Bozuk Batı’nın kirli oyununa?

 

                     Güldürme sinsi İsrail’i, atarak din kardeşine kurşun!

                      Zoruna gidiyor bu katmerli gaflet; hatta gökteki kuşun!

 

                     İdris-i Bitlisi başını kaldırsa da, mezardan size

                     Yavuz’a verdiği sözden utanıp, bakamaz olur yüze

 

                     Şark’ın, yalçın dağlarından yükselen Mana Eri haykırmıştı:

                     “Türk Milleti’ne kılıç çekilmez.” Diyerek, Şark’ı uyarmıştı.

 

                      Demişti: “Türklerden gelmez, hiçbir zaman size zarar, asla.

                      Kendinizi yoklayın yaptıklarınızla, bir bir kıyasla.”

 

                      Milliyet’in ruhu İslamiyetken, nedir bu kavmiyet tutkusu?

                      Almış başlardan aklı, kalmamış hiç kimsede ne mantık, ne usu.

 

                      Elbette ümitsiz değiliz gelecekten, lakin zaman az!

                      Şurda ne kaldı ki Kıyamet’e, ey aziz toparlan biraz

 

                      Şark’ın, yalçın dağlarından gelmiş olan, yine o Mana Eri:

                      “Derseniz kılıcımız keskin; olacaksınız hüsran askeri!”

 

                     Çünkü: Bu Millet, Bu Vatan, Bu Devlet’e kim kaldırırsa baş

                     Onmaz bu dünyada, ne de onar ukbada; bil be arkadaş!

 

                     “Kılıcımız keskin!” diyenler; bizzarure düşecekler iyi bak!

                     Hem diyor o Mana Eri: “Olacaklar hakkıyla buna müstehak!”

 

                     “Hükümet ve Türkler nasıl olsalar, edemiyoruz rahat!”

                     Diyenlere diyor: “Önce, kendinizden ediniz şikayat!”

 

                     “Her kabahati hükümete ve Türklere atmakla, çok aldanırsınız!

                     Saadet sebebi Demokrasi değeri bilinmezse, yanılırsınız!”

 

                     “Ankara ve Türklerden emin olun ki, nasıl olursa olsunlar;

                     Onlardan fenalık değil, gelir ancak iyilik” bunu duysunlar.

 

 

 

                     Yeter ki, çok iyiler, iyilik zannıyla yapmasın fenalık!

                     Milleti gerçeklere baktırmasın, şaşırtarak alık alık!

 

                     Devleti parça parça etmek için, ağzını açmış yılanlar var!

                     Görünmeyen düşman ekmeğine yağ sürmeyi, görev kılanlar var!

 

                     Kendi kuyumuzu kazarak, olmayalım Bozuk Batı’ya alet!

                     Aman yağdırmayalım üstümüze gökten, lanet üstüne lanet!

 

                     Biz Türkler ve Kürtlerde mevcut, ne de büyük bir şecaat;

                     Birbirimize karşı kullandırıyorlar bunu, heyhat!

 

                     En büyük düşman, yine önümüzde kapkara bir cehalet;

                     Cehalet yaptırıyor, kendi insanına karşı cinayet!

 

                     Bayraktar: “Arap’tan sonra İslamiyet’in kıvamı olan Etrak.”

                     Güya Müslüman teröristlerce, hedef tahtasında trak trak!

 

                      Kürtlerin sosyal hayatı, Türklerin saadetine bağlı iken

                      Başkası değil de, kanmış olarak, onlar oluyor silah çeken

 

                     “Re’sü’l-hikmeti mehafetullah.” Yokluğu da, terör sebebi.

                     “Hikmetin başı Allah korkusudur.”un bilinmiyor edebi!

 

                     “Terörle mücadele yöntemi.” Edilmemişse, doğru dürüst tesbit!

                       Plansız, istikrarsız mücadele ile alınmaz müsbet bir kesit.

 

                       Devlet; plan, program, karar ve sonunda tatbik demek

                       Sonra gelsin, kesin sonuç almak için, yoğun bir emek

 

                       Fakat her şeyden önce, çok hayati, çok mühim hazırlık gerek

                       İstihbarat, yani haber alma; işin özü olsun giderek

 

                       Madem ki, “Muhaberesiz Muharebe olmaz.” hiçbir zaman

                       Lafta kalmaması için, vermeyin, sakın ihmale aman 

 

                       Donandı yine vatan bayraklarla, bütün Türkiye ayakta

                       Toparladı milleti terör, kendisine karşı her sokakta

 

                       Kadın erkek, büyük küçük, bir oldu aynı davada yekpare

                       Uyandı Ordu-Millet ruhu, anlaşıldı ki, birlik tek çare

 

                       Askere gitmeyenleri sardı, yeni kutsal bir heyecan

                       Gitmek için şu an askere, yaşı maşı unuttu her can

 

                       Askere gidip, şehit olmaktan bahsetti gençler

                       Tekrar asker olmak için, havaya kalktı eller

 

 

                        Değil erkeği; kadını bile olmak isterken asker

                        Vatan döndü ordugaha, herkes oldu sanki bir nefer

 

                        İhanetle pusunun, kol gezdiği dağlara, seslenildi adeta

                        Ayağın denk al, aklını da başına denildi, terör belasına

 

                        Kemal Gökdağ: “Gözümün bebeği, en küçük oğlum, şehit oldu.”

                        Der demez, duygulandı herkes; gözler nemlenerek yaşla doldu.

 

                        Ekledi şehit babası: “Yirmi tane daha olsa oğlum;

                        Hepsini de vatan için verir.” Sonra selama dururum.

 

                        Varsın ABD; terör örgütü bağlantılıları korusun!

                        Türkiye, iadesini istemesine rağmen, karşı dursun!

 

                       1984’den beri, 40 bin hayata, oldu mal

                        Demek, bu vatanın kıymetine erişmek; belli ki, muhal!

 

                        Nasıl olmasın ki, şehit sayısınca asker safları, kalmıyor boş

                        Kız kardeşler: “Biz de asker yazılacağız!” diye, oluyorlar bir hoş

 

                       Şehit Süleyman Ballan’ın dayısı Şerafettin Bulgurcu:

                       “Bir Süleyman gider, bin Süleyman gelir.” Bitmez vatan borcu.

 

                       Şehit, son konuşmada, içine doğmuşçasına annesine:

                       “Takdir-i İlahi neyse, o olur. İyi bakın kendinize.”

 

                       Bakın anne ve dayıdaki, çelik gibi sağlam iradeye

                      Ya şehadetteki razılığı neye verelim, hangi şeye?

 

                      Uğurlarken Sakarya, 117’nci şehidini, ölmezliğe

                      Aslen Muşlu Mutlu Saydam, delil oldu, Türk-Kürt bölünmezliğine

 

                       Şehitlikler edildi ziyaret. Oldu Babalar Günü; her yer Çukurca!

                       Şehit babası Hasan Ciddioğlu da: “Vatan Sağ Olsun.” Dedi vakurca.

 

                       2009’da şehit Murat Taş oğlu Can; beş yaşında

                       Yazılı bir kart bıraktı Babalar Günü, mezar taşında.

 

                       “Siyasi çözüm bulunmasını” istiyor hala, kimileri

                       Terör aldı başını gidiyor, çünkü yaktılar gemileri

 

                       “Siyasi çözüm” sihirli, meçhul bir kelime, söylenen

                       Açıkça deyiverseler de bilsek, nedir gevelenen?

 

                      İstenen; devlet içinde, yeni devlet oluşumu sağlamak

                      Türkiye içindeki oluşumu, başka ülkeye bağlamak

 

                      Türkiye parsellenmek; iç-dış odaklara, çekilmek isteniyor peşkeş

                      İstikbalin Büyük Türkiye’sine engel olacak; çıksın diye bir eş

 

                     “Mikro milliyetçi siyasi hareket”ler, aldı başını düzden!

                     En büyük engel gördükleri Türk Ordusu’na saldırı, bu yüzden

 

                     Türkiye’de olan terör sorunu, ne şu ne de bu?

                     “Etno-nasyonalist (ırkçı) ayrılıkçılık” sorunu.

 

                     21 Mart 2005’te, Diyarbakır’daki Nevruz kutlamaları

                     “Birleşik Kürt Konfederalizmi” simgeleyen bayrak ve flamaları

 

                     İşte o anlar yaşandı, etnik ve faşist bir vecd, orada

                     Körükle gidildi yangına, bulduk kendimizi, burada

 

                    Yangının küçüğü olmazken, pek aldırmadık, bunca yangına!

                    Sarmışken ateş bacayı, nedir olaylara karşı, bu gına?

 

                    Aç canavara muhabbet, arttırırken bize karşı iştahını

                    Aman zamanla duracağını sanmak, kaçırtır fırsat anını

 

                    Velhasıl: Terörist; aç canavardan farksız, korkunç bir ucube!

                    Pençesine aldığı kimse, olur artık üye, o kulübe!

 

                    Irak’ta işgalci ABD, Kuzey Irak’tan, habersiz gibi

                    Teröristleri, ne hikmetse, teslim etmiyor işin garibi

 

                    İşgalindeki topraklardan, sızarak Türkiye’de

                    Terör yapılırken, nerde dost ve müttefik ABD? 

 

                    Büyük Ortadoğu Projesi, ABD’nin büyük emeli!

                    Acep, Türkiye’de kan akıtmak için mi, kuruldu demeli?

 

                    PKK’nin lider kadrosu, Kuzey Irak’ta bes belli

                    Teslim etmeyen ABD, kimlere veriyor teselli?

 

                    Sınırı, 20 – 25 kilometre güneyden geçirmek, oluyor şart

                    Göstermesi gerekiyor artık Türkiye’nin, Irak’a bir kırmızı kart

 

                    ABD – Mesut Barzani ikilisi, oldukça sarmaş – dolaş

                    Yok Türkiye için, alacağı rahat bir nefes, be arkadaş

 

                    Ağlarken şehit anaları: Boğaz’da: Vur patlasın, çal oynasın!

                    Yakışık almayan bu tip davranışlar; ey millet, gözden kaçmasın

 

                     Kandırmayalım kendimizi, yok ortada, hak mak aramak

                     Tüm emelleri, Türkiye’yi bölüp, yapay bir devlet kurmak

 

                    Zehir sunuluyor altın kupa içinde, hak mak diyerek

                    İşin arkasını görmek için, bilmem ki başka ne gerek?

 

                    Böyle bir ihanet karşısında, olmayalım gafil!

                    Elbette: “Şehitler ölmez, vatan bölünmez.” Ey cahil!

 

                    Gözü yaşlı, şehit ana babalar, diyorlar: “Önce Vatan.”

                    Ne muazzam, soylu, asil bir davranış; kalplerde yer tutan.

 

                    Baba Hüseyin Bayram, şehit oğlu münasebetiyle, dedi:

                    “Dört tane daha oğlum var. Vatan sağ olsun.”  Ne büyük kredi.

 

                    Böyle babaları olan milleti, kolay mı tarihten silmek?

                    Millet Halısı bu ruhla dokundu, yüzyıllarca, ilmek ilmek

 

                    Teröristler bilsinler ki, ters düşüyorlar, o kutsal dine! Çünkü:

                    “Mü’min; başka mü’mini  -hata dışında-  öldüremez. Yok mümkünü.”

                    (Nisa: 92)

 

                     Kur’an der ki: “Mü’minlere yardım üzerimize bir hak.” (Rum: 47)

                     Diyorsa Hakk böyle; mü’minlerin galebesi muhakkak.

 

                     Musallat oldu vatana, bölücü terör!

                     Geç kalma sakın, bir an evvel, kozanı ör!

 

                     Ateş bacayı sarmış, hala mı uyku, artık uyan!

                     İş işten geçmeden, kalmasın, tehlikeyi duymayan.

 

 

 

 

 

Prof. Dr. Özcan YENİÇERİ ile muhafazakârlık, liberallik üzerine konuştuk

GİRİŞ:
Türklerin büyük kısmı İslamiyet’ten önce Şamanizm inancına sahiptiler. Bilinenin aksine, Şamanizm din değildir. İçerisinde inançla ilgili unsurlar bulunuyor olsa bile, Şamanizm, yaşama biçimidir. Türkler İslamiyet’ten önce Gök Tanrı inancına mensup idiler.
Âl-i İmran Sûresi 19. Âyet’te buyruluyor ki ‘Allah katında din İslam’dır. Bu sebeple, Şamanizm’in algılanma biçimi hakkında başka bir söz söylemeye gerek yoktur.
Müslüman olmadan önce Türkler ile Müslüman Arapların ilk karşılaşması 7. yüzyılda Halife Hz. Ömer döneminde gerçekleşmiştir.

Dört Halife’den sonraki Emevi Hanedanlığı döneminde İslamiyet daha çok Arap milliyetçiliği ekseninde gelişmekte olan bir dindi. Fetihlere devam edilmekle beraber diğer milletleri Müslümanlaştırmaya yönelik bilinçli bir politika tâkip edilmiyordu. İslam Devleti yeni fetihlerle oldukça genişlemiş, Maveraünnehir’e kadar ulaşmıştı.

İslam orduları Maveraünnehir’e ulaştığında Karluk Türkleri doğudan Çin işgali tehdidi altında idiler. Karluklar Çinlilere karşı Abbasilerden yardım talebinde bulundurlar. Abbasi yönetimi Türklerin aradan çıkmasının Çin tehdidini kendi kapılarına getireceğini görerek bu teklifi kabul etti. Türkler ile Müslüman Araplar tarihte ilk defa ittifak oluşturdular. 751 yılında Talas Irmağı kenarında gerçekleşen Talas Meydan Savaşı’nda Arap ve Türk orduları Çinlileri ağır bir mağlubiyete uğrattılar. Talas Meydan Savaşı, Türk-Müslüman ilişkilerinde ve Türklerin Müslümanlaşmasında önemli bir dönüm noktası oldu.
Türklerin kitleler hâlinde Müslüman olmaları özellikle 10. yüzyılda hız kazandı. Abdülkerim Satuk Buğra Han, Karahanlı Devleti’nin hükümdarı olunca, Müslüman olduğunu açıkladı ve halkını da İslamiyet’e dâvet etti. Türkler, tek Tanrı inancına sâhip oldukları için İslamiyet’i kabullenmeleri çok kolay oldu. Karahanlı Devleti’nden sonra İslamiyet Oğuzlar arasında hızla yayıldı. Oğuzlar Selçuklu Devleti’ni kurunca Türkler, İslamiyet’in bayraktarlığını üstlendiler. İslam orduları, Türklerin desteği ile zaferden zafere ulaştı. İslam’ın bayraktarlığı, Osmanlı Devleti döneminde de devam etti. 1914 yılına gelininceye kadar Türklerle İslamiyet arasında hiçbir problem yaşanmadı. Yaşandı ise de, önemli olmadığından kayıtlara intikal etmedi.
1914 yılında Ahmet Nâim Baban-zâde, İslamiyet’in Müslümanlar için yeterli bir mensubiyet olacağını, ayrıca ‘Türkçülük diye bir icat ‘ (?!) çıkartılmamasını yazdı.
Tartışma, Osmanlı Devleti’nin tarih sahnesinden silinmesiyle sona erdi. Cumhuriyet döneminde, Türk milliyetçiliği düşüncesi temellerine oturtulan yönetim, İslamiyet ile devlet arasına bir miktar mesâfe koydu. Özellikle 1940’dan sonra Müslümanlar mağdur edildi. Bu baskıların faturası, Türk milliyetçilerine çıkartıldı. Oysa ki bu dönemde milliyetçiler de mağdur edilmişlerdi. Batıya yönelik Cumhuriyet yönetimi, ister millî anlamda, ister dinî anlamda muhafazakârlık istemiyordu. Bu gelişmeler, ne yazık ki İslamî hassasiyeti olanlarla millî hassasiyeti olanları kaynaştıramadı. Çünkü kaynaşma-kaynaştırma, devlet politikası olarak benimsenmemişti. İslamî hassasiyeti olan milliyetçi yazarların ve fikir adamlarının gayretleri de uzlaşma sağlanmasına yeterli olmadı.
Günümüze gelindiğinde, İslamî hassasiyeti olanlarla millî hassasiyeti olanlar arasında bir problem yok. Fakat arzu edilen omuz omuza, sıkı bir işbirliğinin bulunmadığını da kabul etmek mecburiyetindeyiz. Bu noksanlığın, toplum önderlerinin; İslamiyet’in yaşanılması, milliyetçiliğin de anlaşılması gereken olgular olduğunu anlatmakta yetersiz kalmış olmalarından kaynaklandığı söylenebilir.
İnsanoğlu, tanımadığının düşmanıdır. ‘Milliyetçilik, Türkçülük veya Türk milliyetçiliği’ olarak adlandırılan düşünce sistemi, yanlış algılandığından toplumun bâzı kesimleri tarafından ötekileştiriliyor.
Milliyetçilik kavramının ne olup ne olmadığını, konunun uzmanı Prof. Dr. Özcan Yeniçeri’nin yumuşak ve inandırıcı ifâdeleri ile ele almanın, milletimize çok şeyler kazandıracağı şüphesizdir.
Birliğin sağlayacağı gücün müjdelediği huzur ve güven ortamının özlemi içerisinde iyi okumalar…
Oğuz ÇETİNOĞLU
Oğuz Çetinoğlu: ‘Muhafazakârlık Nedir’ sorusuyla başlayabilir miyiz Hocam?
Prof. Dr. Özcan Yeniçeri: Muhafazakârlık, içeriğine birden çok anlam yüklenmiş, hemen her düşünüre göre farklı tanımları yapılmış bir kavramdır. Bu farklı anlam ve tanım yüklemleri muhafazakârlığı, karmaşık bir kavram haline getirmiştir. Bu durum hem kavram hem de kafa karışıklığına neden olmuştur. Gerçekte muhafazakârlık diye tek bir anlayış biçiminden söz etmek oldukça zordur. Muhafazakârlık yüzeyde kalan bir yaklaşımla ‘değişime karşıtlık veya statükonun sürekliliğini savunmak’ olarak tanımlandığı gibi ‘tutuculuk’ olarak nitelendirildiği de olmaktadır.

Oğuz Çetinoğlu: Muhafazakârlık kavramı ile bağlantılı deyimler-benzetmeler var. Mesela: ‘Aklın Kısaltılması’, ‘Geleceği İpotek Altına Almak’ ve diğerleri gibi…
Prof. Dr. Özcan Yeniçeri: Evet var. ‘Ölmüşlerin Demokrasisi’, ‘Geçmişi İhya Etmek’, gibi yakıştırmalar da söz konusudur.

Aklın Kısaltılması: Modernleşmeyle birlikte muhafazakârlık üzerine tartışmalar hız kazanmıştı. Robert Nisbet( 1), modern muhafazakârlığı, en azından felsefî formunda ‘Endüstri Devrimi (2) ile Fransız Devrimi’nin (3) çocuğudur. Amaçlanmamış, istenmemiş, bütün liderler tarafından nefret edilen fakat yine de devrimlerin çocuğu’ olarak yorumlar. Muhafazakârlık, esasında aydınlanmanın dayandığı Kartezyen (4) rasyonelliğe tepki olarak ortaya çıkmıştır. Theodor W. Adorno (5), pozitivist (6) aklın ‘aklı kısalttığından’ söz eder. Bu sebeple aydınlanmacıların kabullenilmiş bütün inançları, gelenekleri, değerleri, bilgileri, kurumları bütün insanlarda tek ve bir olan en güvenilir aklın süzgecinden geçirmelerine muhafazakârlar karşı çıkarlar. Muhafazakâr düşünürler modernleşme sürecinin evrimle (7) gerçekleşmesi gerektiğini savunmuşlardır.

Muhafazakârlar; modernizme değil aşırılığa, militan tavra ve gelenekselden köklü kopuşa karşı tavır almışlardır. Bu anlamda muhafazakârlık kendini, toplumu istendiği gibi şekillendirileceğine inanan toplum mühendisliğinin (8) kökten değişmeciliğine bir tepki olarak konumlandırmıştır. Zira kültürler, geçmişi yok sayılabilecek sosyal kadavralar değildir. Aksine kültürler geçmişten gelen, halin şekillendirdiği, geleceğin de üzerine ilaveler yapacağı diri verilerdir. Bütünüyle geçmişten ve gelenekten kopmak, toplumları hem hafızasız bırakır hem de yabancılaştırır. Hafızasızlık kültürlerin başına gelebilecek en ölümcül hastalıktır.

‘Tabula rasa / toplum kurgusu’, medeniyet treninin vagonlarının, yani geleneğin yok sayılması anlamına gelir. Gelenekten kopuş ise toplumun tarihten ders alamaması, tarihten gelen ‘bilgelikten faydalanamaması, hâfızasını yitirmesi’ demektir.

Geleceği İpotek Altına Almak: Bu anlamda geçmişten ne bütünüyle kopmak ne de geçmişi bütünüyle kutsayıp militanlaştırmak doğru bir tutum değildir. Muhafazakâr düşünürlerden Edmund Burke (9), toplumu ‘yaşayanlar, ölüler ve doğacaklar’ arasındaki ortaklık olarak tanımlar. Muhafazakârlar hayatta olan insanı, ölmüş atalarının devamı olarak görür, doğacak torunlarını da yaşayanlara bağlayan bir sürekliliğe ilave eder. Kültürün varlığını da bu süreklilikte görür. Kültürler, toplumlar, habire değişikliklere mâruz kalsalar da en azından bazı öğeleri, değişmeden devam ettiği içindir ki ‘kültür’dürler. ‘Toplum’durlar.

Ulus Baker (10) ise muhafazakârı ‘Geçmişin değerlerini korumayı üstlenen biri değil, aksine şu anda kendisinin sahip olduğu, içinde yaşadığı değerleri gelecek kuşaklara dayatan biri’ olarak tarif eder. Bu bakış açısıyla muhafazakârlık, geleceği ipotek altına almaktır.
Ölmüşlerin Demokrasisi: Gerçekte devrim ile evrim arasındaki tercih muhafazakârlığın içeriğini belirler. İngiliz romancı ve deneme yazarı G. K. Chesterton (11) şöyle yazar: ‘Gelenek, oyları tüm sınıflardan en belirsiz olana vermek demektir.. Bu, ölmüşlerin demokrasisidir. Gelenek, sadece sağda solda dolaşanları kibirli oligarşisine (12) boyun eğmeyi reddeder.’ Bu anlayışta gelenek, geçmişin bilgelik birikimini yansıtır. Geçmişin kurum ve uygulamaları, bu yaklaşıma göre ‘zamanın yaptığı sınavı’ geçmiştir; bundan dolayı yaşayanların ve gelecek kuşakların menfaati için bunlar korunmalıdır.

Muhafazakârların bakış açısına göre, tarihin, zamanın ve mekânın kendisine verdiği kimlikten soyulmuş olarak düşünülen soyut insana aydınlanmanın verdiği önem tamamıyla yanlıştır. Muhafazakârlara göre, kötülük, sömürü, eşitsizlik veya yaşama seviyelerinin dengesizliği ıslah edilecek mantıksızlıklar değil, toplum tabiatının derin ipuçlarıdır.

Geçmişi İhya Etmek: Gerçekte muhafazakârlar ılımlı değişime karşı çıkmazlar. Bu durumda muhafazakârı modernizm karşıtı olmak için suçlamanın mantığı ortadan kalkar. Muhafazakârların değişime belirli ve sınırlı ölçüde de olsa izin vermesi ‘geçmişi ihya etmek’ düşüncesinde oldukları görüşünü de geçersiz kılar. Muhafazakârlığı, modern çağın diğer ideolojileri gibi kapitalizmin yarattığı siyasî, iktisadî ve kültürel dönüşüm ve yıkımlarına bir cevap denemesi olarak görenlerin haklı olduğu yönler vardır. Bu düşünce sahiplerine göre; muhafazakârlık, kapitalizmden vazgeçmeden onu onarma, bir diğer deyişle kapitalizmi kurtarma ve sürekli kılma çabasıdır. Sosyalistler muhafazakârlığı, kapitalizmin ayıplarını saklamaya yarayan bir çeşit incir yaprağı olarak görürler. Onlara göre muhafazakârlık, modernleşme sürecinin çözdüğü siyasî, sosyal ve kültürel yapılara, değerlerin sürekliliği adına gösterilen tepkidir.
Oğuz Çetinoğlu: Muhafazakârlık süreç midir?
Prof. Dr. Özcan Yeniçeri: Muhafazakârlığın kültüralizm mekanizmasına tabi olduğunu öne süren sosyalistler bu süreci şöyle açıklamaktadır: ‘Kültüralizm, somut tarihî, sosyal ve siyasî meselelerin (yoksulluk, işsizlik, eşitsizlik) soyut kültürel meselelere (ahlak, din, gelenek) indirgenmesidir. Muhafazakâr yaklaşımda, kültür (din, gelenek, ahlak) somut tarihî kategoriler olmaktan çıkarılıp tarihî zamandan soyutlanır ve halkların tarih üstü özellikleri haline getirilir. Böylece sömürü ve baskı oluşturan hegemonik (13) ilişkilerin asıl sebepleri görünmez kılınır, diğer bir deyişle hedef şaşırtılarak bu ilişkilerin devam etmesi sağlanır.’
Oğuz Çetinoğlu: Bir de ‘Yeni Muhafazakârlık’ kavramından söz ediliyor…
Prof. Dr. Özcan Yeniçeri:
George W. Bush (14), kendi yönetimini dünyaya ‘sevecen muhafazakârlık’ diye tanıtmıştı. Oysa Bush’un yeni muhafazakârlığı pek de sevecen bir muhafazakârlık değildi. Yeni muhafazakâr eleştiri Vietnam Savaşı’na (15) muhalif olan kesimleri eleştirmekten, onları Amerikan ahlâkî değerlerini yozlaştırmakla itham etmekten güç alıyordu. Bu ideolojinin temel özelliklerini dört noktada özetlemek mümkündür. Bunlardan birincisi ekonomik liberalizm, ikincisi ahlâkî değerlere bağlılık, üçüncüsü dirlik ve düzenlik söylemi, dördüncüsü de ‘öteki’ ile olan ilişkilerde dışlayıcılık.

Yeni muhafazakârlar, klasik muhafazakârlardan farklı olarak faydacılığı esas alarak, yani pazar ekonomisinin tüm müdahale ve sınırlamalarına karşıt bir anlayışı benimsediler. Friedrich von Hayek (16), pazar ekonomisinin iç dinamiklerine müdahale ve bundan kaynaklanan bürokratik mevzuatın şahsî özgürlükler üzerindeki olumsuz etkisini en çarpıcı şekilde dile getiren bilim adamıydı. Yeni muhafazakârlar böylesi bir ekonomik liberalizmi aldılar ve onu toplumda yitirilmeye başlanan ahlâki değerleri yeniden tesis etmeye yönelik bir düşünce ile birleştirdiler. Yeni muhafazakârlar ahlâkçılığı bazen dinî bazen de millî motifler yolu ile yapmaktadırlar.

Samuel P. Huntington (17) gibi modernleşme ekolünün önemli temsilcileri ise olgunun bir başka yönünü dile getirmiştir. Ona göre, demokratikleşme toplumda fazlaca hareketlenmeye yol açabileceği için zaman zaman zararlı olabilirdi. Bunun önünün kesilmesi gerekliydi. Toplumları siyasî anlamda yönetmek aslında o denli de siyasî bir eylem olmamalı, verimlilik adına katılım feda edilebilmeliydi. Bunu yaparken otoriteyi tesis etmek son derece önemliydi ve otorite demokrasi ile ters bir orantı içinde olmak ve dolayısıyla daha seçkinci bir şekilde tanımlanmak zorundaydı. Demokrasi olsa olsa, zaman zaman bu seçkinci otoriteyi sağlamak adına işe yarayabilirdi.

Yeni muhafazakârlık, kapitalizmde ortaya çıkan tıkanmayı aşmanın yolu olarak bir tür eskiye dönüş veya eski olanın ihyasının talep edilmesidir. Klasik muhafazakârlıktan farklı olarak bu talebin sınırlarını kapitalizmin kendisi oluşturmaktadır. Yeni muhafazakârlar, sosyal refah devletini kapitalizmin içine girmiş bir kurt olarak tanımladılar ve bu kurdun bir an önce temizlenmesi gerektiğini savundular.
LÜGATÇE:
(1) Robert Alexander Nisbet: Sosyolog ve tarihçi Robert Alexander Nisbet; 30 Eylül 1913’te Los Angeles’ta doğdu. Washington D.C.’deki evinde 9 Eylül 1996’da, 83 yaşında öldü.
İlköğretim yıllarında okulu ile birlikte ziyâret ettiği Berkeley Üniversitesi’nde okumayı kararlaştırmıştı. 1927’de dört yıl matematik, Latince, çağdaş yabancı diller, İngilizce, tarih, fizik ve kimya gibi çeşitli bilimleri derslerini kapsayan ve çaba gerektiren bir lise programına başladı. 1931 yılında burayı bitirince Berkeley’e kayıt yaptırdı. 1936’da edebiyat fakültesini, 1937’de yüksek lisansı ve 1939’da doktorasını tamamladı. 1939’da Nisbet Berkeley’in ünlü fakültesinin sosyoloji bölümünde 1953 yılında profesör oldu. 1972 yılında emekliye ayrıldıktan sonra 2 yıl süre ile Arizona Üniversitesi’nde sosyoloji ve tarih profesörü olarak görev yaptıktan sonra New York’a döndü ve kendini kitap yazmaya verdi. Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi isimli eseri, bu dönemin ürünüdür.

Robert A. Nisbet akademisyenliği ve hayli fazla yayınlarının yanı sıra daha pek çok şeyle hatırlanacaktır. Sınıfta son derece heybetliydi. Görünüm itibariyle haşmetliydi ve hatipleri ve söylev antrenörlerini kıskandırabilecek tınlayan, ayarı mükemmel bir ses tonuna sahipti. Ders verirken, uzakta, bir kürsünün arkasında değil sınıfın tam önünde dururdu. Neredeyse yayımlanabilir paragraflar halinde konuşurdu: herşey kusursuzca söylenmiş ve tam metin olarak kaydedilecek kadar önemli görünürdü.
(2) Endüstri Devrimi: Sanayi Devrimi olarak da anılır. Avrupa’da 18. ve 19. yüzyıllarda yeni buluşların üretime olan etkisi ve buhar gücüyle çalışan makinelerin makineleşmiş endüstriyi doğurması, bu gelişmelerin de Avrupa’daki sermaye birikimini arttırması olaylarını ifâde eder.
(3) Fransız Devrimi: Fransız İhtilâli olarak da anılır. 1789-1799 yılları arasında Fransa’da yaşanan ayaklanma, mutlak monarşinin devrilip, yerine cumhuriyetin kurulması ve Roma Katolik Kilisesi’nin ciddî reformlara gitmeye zorlanması olaylarını ifâde eder. Avrupa ve Batı dünyası tarihinde bir dönüm noktasıdır. Avrupa’da milliyetçilik akımını başlatan en büyük etkendir.
(4) Kartezyen Felsefe: Tek kesin bilginin, matematik ve fizikten çıkarılan ilke ve kavramlardan oluştuğunu varsayan düşünce sistemi.
(5) Theodor W. Adorno: 11 Eylül 1903 yılında Frankfurt’ta doğdu, 6 Ağustos 1969’da İsviçre’de öldü. Alman felsefeci, sosyolog, kompozitör ve müzikolog.
(6) pozitivist: Bütün felsefî etkinliklerin yalnızca deneyle doğrulanabilen gerçek olayların incelenmesinden ibâret olduğunu savunan düşünce sistemi. Kurucusu, 1789-1857 yılları arasında yaşayan August Comte’dur. Din olgusunu insanlığın ilerlemesine engel olarak görür.
(7) evrim: Sosyolojik anlamda; düzen, değişme ve ilerlemeyi içeren ve toplumları daha ziyade düz hatlı bir gelişim çizgisine oturtarak açılamaya çalışan düşünce sistemi. Herbert Spencer’e atfedilmekle birlikte; Saint-Simon, Comte, Durkheim, Marx gibi düşünürler de evrim teorisinin oluşmasına katkıda bulunmuşlardır.
(8) toplum mühendisliği: Toplumun sosyal dokusunda, tarihten gelen yapısında, dışarıdan müdâhalelerle değişiklik yapmak, tepkilerini, nefretlerini, isteklerini, sevgilerini, tutkularını ve toplu şekilde ifâde edilen duyguları yönlendirebilmek, kontrol altında tutabilmek, gibi demokratik olmayan baskıları ihtiva eder. Böyle bir meslek dalı yoktur. Toplum mühendisliği, çeşitli meslek dallarından oluşan bir ekip tarafından, maddî destek, koruma, iletişim ve başka araçlar yardımı ile gerçekleştirilebilir.
(9) Edmund Burke: İngiltere Avam Kamarası’nda uzun yıllar milletvekilliği yapmış İrlandalı-İngiliz siyaset adamı, yazar, hatip, siyaset kuramcısı ve filozof. Edmund Burke 12 Ocak 1729’da İngiltere’nin Dublin şehrinde doğdu, 9 Temmuz 1797’de Londra’da öldü.
Burke Protestan bir baba ve Katolik bir annenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Özellikle Fransız İhtilali’ne karşı olmasıyla ve Kuzey Amerika’daki İngiliz sömürgelerinin bağımsızlık hareketine verdiği destekle hatırlanır. Fransız İhtilali karşıtlığı, tarihteki en ünlü muhafazakâr siyasetçilerden biri haline gelmesini sağlamış, Anglo-Amerikan muhafazakârlığının babası olarak anılmasına sebep olmuştur. Burke estetik üzerine felsefi çalışmalar da yaptı ve Annual Register adlı siyasî dergiyi çıkardı.
(10) Ulus Sedat Baker: 14 Temmuz 1960 tarihinde Rusya’nın Leningrad şehrinde doğdu. 12 Temmuz 2007 tarihinde İstanbul’da vefat etti. Kıbrıslı Türk sosyolog, yazar, çevirmen, öğretim üyesidir. Orta Doğu teknik Üniversitesi’ni bitirdi. İstanbul Bilgi Üniversitesi ve Özgür Üniversite’de Sinema tarihi, Sosyoloji dersleri verdi. Politik teori, medya, sinema teorisi konularında çalıştı.
(11) Gilbert Keith Chesterton: İngiliz münekkit, şair, deneme, hikâye ve roman yazarıdır. 29 Mayıs 1874’te Londra’da doğdu, 14 Haziran1936’da İngiltere’nin Buckinghamshire şehrinde öldü. Edebiyat Fakültesi’ni bitirdi. Düşünce adamı olarak gazetelerde köşe yazıları yazdı.
(12) oligarşi: Siyasî gücün, birkaç kişiden oluşan küçük bir grubun, bir aile üyelerinin veya sosyal bir sınıfın elinde bulunduğu siyasî düzen.
(13) hegemoni: Eski çağda Yunan Devleti’nin bir konfederasyon içindeki üstünlüğü, bir devletin başka bir devlet üzerinde kurduğu siyasî üstünlük ve baskı.
(14) George Walker Bush: 6 Temmuz 1946 tarihinde doğdu. Amerika Birleşik Devletleri’nin 43. başkanıydı. 20 Ocak 2001 – 20 Ocak 2009 tarihleri arasında bu görevde kalmıştır.
(15) Vietnam Savaşı: İkinci Çinhindi Savaşı olarak da anılır. Doğu Bloğu ülkeleri olan Kuzey Vietnam, Çin Halk Cumhuriyeti ve Sovyetler Birliği ile ABD destekçisi olan antikomünist Güney Vietnam ve başta ABD arasında yaşanan savaştır. ABD birlikleri 1963 yılından 1973 yılına kadar savaşa dâhil olmuştur ve 53.200 askerini kaybetmiştir.
(16) Friedrich August von Hayek: 8 Mayıs 1899 tarihinde Viyana’da doğdu, 23 Mart 1992’de öldü. Avusturya ekolüne bağlı ekonomist ve siyaset bilimcidir. Serbest piyasa ekonomisini 20. yüzyıl ortasında yükselen sosyalist dalgaya karşı savunmasıyla tanındı. Hukuk ve epistemolojiye önemli katkılar yaptı. 1974’te Nobel Ekonomi Ödülü’nü Gunnar Myrdal ile paylaştı.
(17) Samuel Phillips Huntington: 18 Nisan 1927’de New York’ta doğdu. 24 Aralık 2008 tarihinde ABD’nin Massachusetts şehrinde öldü. ABD’li siyaset bilimcidir. Ölümünden önce Harvard Üniversitesi’nde öğretim görevlisiydi. Aynı zamanda ABD Savunma Bakanlığı’na danışmanlık yapmaktaydı.

(BİRİNCİ BÖLÜMÜN SONU).  

 

Takılar

Nuh Peygamber tam dokuz yüz elli yıl yaşamış*.     Allah tarafından puta tapanları dine döndürmek, sapkınlıktan vazgeçirmekle görevlendirilmiş.
Nuh, bütün uğraşlarına rağmen başarılı olamayınca ” _ Ey Rabbim! Kafirleri helak eyle, hiç birini yeryüzünde bırakma, beni, anamı, babamı ve inananları bağışla. ” ** diye dua eder.

Allah yer ile gök arasını su ile doldurarak bu günahkar ve söz dinlemez toplumu cezalandırmaya karar verir.

Nuh, Cebrail meleğin gösterdiği usulle büyük bir gemi yapar. Gemiye her canlıdan bir çift ( erkek ve dişi ) koyar.

Tufan başlar, bütün günahkarlar ölürler. Tufan sona erince gemideki canlılar dışarı çıkarlar, artık dünyada kendilerinden başka canlı yoktur. Yeni türeyiş kendilerinden başlayacaktır.

O sırada gökyüzünde yedi renkli alâimisemayı görürler şaşkınlıkla ve merakla bu gök olayını izlerler.

Bu bir işarettir. Bundan sonra her yağmur sonrası gök kuşağı görülecek ve insanlara tufanı anımsatacak. Onlara kötülüklerden ve sapkınlıklardan uzak kalmalarını hatırlatacaktır.

İşte bundan sonra insanlar birbirlerine sadık kalmak, sözlerinde durmak, karşılıklı sevgilerini hiç unutmamak için gök kuşağından esinlenerek kolyeleri takmaya başlamışlardır.

Eski Mısırlılar Nil’in olağanüstü verimli topraklarından elde ettikleri ürünleri pazarlayarak bölgenin en zengin insanları olmuşlardı.

Oysa, Mısır’ın güneyindeki ülkeler fakir, yoksul ve ihtiyaç içindeydiler. Genelde, Sudan ve çevresinden gelen insanlar hizmetkâr olarak Mısır’da çalışıyorlardı.

Yöre ırklarının fiziki özelliklerinin birbirine çok benzemesi bazı istenmeyen olaylara sebep oluyordu. Özellikle gönül ilişkilerinde, bu benzerlik sık sık içinden çıkılması zor sorunları meydana getiriyordu.

Sorunları çözümü için alınan bir kararla hizmetkarların kulaklarına küpe takmaları zorunluluğu getirilmişti.

Daha sonraları hanımlar beylerinin hizmetinde olduklarını ifade için küpe takmaya başlamışlardır.

Padişah Yavuz Sultan Selim’de Mısır fethinden dönerken beraberinde getirdiği kutsal emanetlerin hizmetkarı olacağını simgelemek için kulağına küpe takmıştır.

Anadolu’nun, Ordu Fatsa bölgesinde egemenlik kurarak ege sahillerine kadar hakimiyetlerini hissettiren Amazon kadınları ok kullanma ustaları idi.

Küçük yaştan itibaren eğitilen Amazonların, ok kullanırken yayın bileklerini acıtmaması için bilezik gibi madeni veya meşin bileklik kullandıkları biliniyordu.

Daha sonra bu alışkanlık süslü takılara dönüşerek günümüz bileziklerini meydana getirmiştir.

Eski dönemlerde yüzük, mühür görevini üstlendiği gibi itibâr, rütbe ve kimlik görevlerini de yerine getiriyordu ve tanıtım aracı olarak kullanılıyordu.

Bu uygulamanın daha sonra kadın ve erkeğin birbirlerine olan güvenlerinin sembolü olarak, yüzük takılması global gelenek haline gelmiştir.

Kazılarda bulunan mücevherlerin yaşının, insanlık yaşı kadar eskiye dayandığı uzmanlar tarafından belirlenmiştir. Takılara insanların bu ilgisi belki kötülüklerden, büyülerden korunma belki zenginlik, üstünlük ve güç gösterisi belki de güzelliklerini, zarafetlerini pekiştirmek amaçlıdır.

Genelde hanımlara mutluluk veren takılar günümüzde de önemlerini muhafaza etmektedirler.

* Kur’an ı Kerim, Ankebut Suresi, Ayet 114

** Kur’an ı Kerim, Nuh Suresi, Ayet 26- 28

 

Adı Sevgi

İçimde bir elem var,
Sormuyorsun ki nem var.
Gözlerim neden ıslak,
Neden ha bire nem var…

Madem kurdun bir tuzak,
Bari durma çok uzak.
Gel de çaresine bak,
Aşk denilen çilem var…

Gelmezsen öldürürsün,
Belki sen söndürürsün.
Aç kalbimi görürsün ,
Gam çile ve elem var…

Niçin sevdin sen beni,
Diye sorma nedeni.
Anlamak zor seveni,
On binlerce neden var…

Yudum yudum çektiğim,
Yüreğime ektiğim.
Filizler beklediğim,
Bedenimde bir sen var…

Sevgisiz kalmak niye,
Kalbim verdim Sevgi’ye.
Üzülürüm ne diye,
Seni seven bir ben var…

8 Mart Değil, 20 Mart Türk Kadınının Günü

At üstünde doğup at üstünde ölen savaş meydanlarının yadigârı kınalı eller. Son yaşanan asırdan, yaşadığınız çağlara inerek otağınıza konuk olmak istedim. Sizleri kıskandığım gün yüzü gibi aşikâr.

Ey şanlı tarihimin baş tacı; onur haysiyet şeref timsali Türk kadını! Toplumu doğuran ve yoğuran, evdeşini devletin bekasına mücadelesiz teslim eden, atam Metehan’ın kutlu sevdası anam, hürmetten kutlu elini öpmeye geldim. Bilirim ki kadınlar günü diye bir günün yoktur senin. Sizsiz geçen asırlara yemin olsun ki böylesi bir gün lügatimde hiç yer almadı almayacak.

Çadırınızı topladığınız vakitten bu yana Mart ayı gelende bir sızı düşer yüreğime. Dünyanın her bir karışında aynı coşku yaşanırken bir başka dağlanır yaralarım.  Büyük şirketlerden, büyük sivil toplum örgütlerine dek bütün kurumlar tebrik mesajları yayımlarlar. Ölüsünün de dirisinin de üzerinden kar amacı güdülen Dünya Kadınlar Günü niyetine süslenir en kuytu köşelerdeki iş yerleri bile.  Kutlu olsun demeyi ne kadar isterdim. Ama Irak’ta, Bosna’da ve dünyanın birçok yerinde cinsel istismara uğramış kadınlar sözcükleri boğazıma tıkarlar. Medeni dünyaya bakarım. Önce kadının hakkını elinden alıp, sonra birkaç demet çiçekle hak yükleyen dünyaya!

Haykırmak gelir içimden… Ey koca dünya! Üç beş yıl önce, Irak’ta yaşananları görmezden gelen dünya! Doksanlı yılların başında karnından bebesi Hocalı’da canlı canlı yarılarak çıkarılan dünya! Bosna’da kadınları kamplara toplayarak en önemli mensubiyetlerine namuslarına göz diken dünya! Kutladığın günün kutlu mudur?

Holdingleşen dünyada holdingleşen patronların icraatı kermeslerle Vakko örtülü bayanlar türedi kollarını kaldırıp Gazze savunucuları olarak. Lüks ciplerinin pencerelerinden görülmeyecek kadar ıraktı, IRAK! Bal tutan parmaklarına armağan olarak sunuldu plaketler. İffetleri örtüleri adına el ele vererek boğaza kadar uzanan zincirin halkaları gözden kayboldu yıllardır. Çiğnenen bir milyon kadının namusu zincirin halkaları olamadı yaşanan dünyada.

Secde aydınlığındaki ay yüzlü sultanlarım;  Sıratı dünya üzerinde yürüyenlerim;Farklı düşünenlerin yüzlerce binlerce günü olsun kendilerini avutmaktan öteye gitmedikleri dünyalarında. Benim önce sömüren sonra hak verenlerle aynı anda kutladığım bir günüm olmasın varsın. Eğer ki bir gün kutlamam gerekiyorsa; bundan böyle benim günüm 20 Mart 1930″ da Türk kadınına dünyanın en büyük lideri tarafından sunulan seçme ve seçilme hakkının veriliş günüdür.

Türk kadınını tarihi mirasına sahip çıkmaya beklerken büyük ATATÜRK’ün elmas sözlerine emanet ediyorum:

“Dünyada hiçbir milletin kadını, ben Anadolu kadınından fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte, Anadolu kadını kadar emek verdim diyemez. Erkeklerden kurduğumuz ordumuzun hayat kaynaklarını kadınlarımız işletmiştir. Çift süren, tarlayı eken, kağnısı ve kucağındaki yavrusu ile yağmur demeyip, kış demeyip cephenin ihtiyaçlarını taşıyan hep onlar, hep o yüce, o fedakâr, o ilahi Anadolu kadını olmuştur. Bundan ötürü hepimiz bu büyük ruhlu ve büyük duygulu kadınlarımızı, şükranla ve minnetle sonsuza kadar aziz ve kutsal bilelim.”

 

 

 

Kerkük Unutturulamaz

Ankara’da birçok söylenti dolaşıyor. Basın hür ve ülkemizde sözde tam bir demokrasi olduğu için herhalde bunlar yazılamıyor. Bazı siyasilerin basın üzerinde herhangi bir baskının, dayatmanın ve yönlendirmenin olmadığını ifade etmeleri, gerçekten büyük bir siyasi pişkinliktir. Olup bitenler belki çoğunlukla yazılamıyor ama; sır da değildir. Söylentilerin önemli bir bölümü Ankara’da dıştan kumandalı Türkiye’yi dönüştürme faaliyetlerini üstlenmiş bazı büroların görev başında olduğudur. Bu bürolarda yerli – yabancı işbirliği ile dışarının arzu ettiği bazı yasalar ve yasa değişiklikleri kotarılmaktadır. İtibarlı ve bağımsız Türkiye için herhalde bunlar gerekiyor!

*         *            *

Bilindiği gibi Türkiye’nin güvenlik çemberi mâlum bazı Batılı kaynaklar  Güney Doğu Avrupa deseler de, bize göre Balkanlar, Ortadoğu  ve  Kafkaslar ile Avrasya’dır. Türkiye bu çember içinde güçlü olduğu oranda,  kendini daha fazla güvenli hissedebilir. Yıllardır bu güvenlik coğrafyamızda Türkiye etkisizleştirmek için uğraşılır. Bundan dolayı içeride ve dışarıda Türk’e karşı ırkçılık yapılır.

Önemli güvenlik alanlarımızdan birisi de, Irak’ın Kuzeyi ve Türkmen şehri olan Kerkük‘tür. Türkiye son senelerde ne yeni Ovaköy Kapısını açabilmiş, ne de Habur Kapısı’nı çıkarlarına uygun olarak kullanabilmiştir. Sadece Habur’dan terörist çeteler törenle giriş yapabilmiş ve Türkiye’de hukuk devletinin olup olmadığını imtihan etme fırsatını bize vermişlerdir. Bu çirkin manzaraları unutmak mümkün değildir.

Son yıllarda  “One Minute” gösterileri ile İsrail’e sözde kafa tutup yeni anlaşmalar imzalayanlar;  Libya, Sudan ve Mısır ile ilgilenenler daha doğrusu ilgilendirilenler, sıra Kerkük’e geldiğinde sessizliğe bürünmektedirler.  Filistin’de başarılı olup- olmadığımız Gazze’ye yardım götüren Marmara gemisine yapılan saldırı ile netleşmiştir. Birçok vatandaşımız ölüme bile bile gönderilmişlerdir.

Mısır’da demokratik yollarda iktidara gelmeyen Mısır Genel Kurmay Başkanı, Cumhurbaşkanımızı karşılamış ve muhatap alınmıştır.  Dikkat çeken bir nokta; 2003’den itibaren Orta Doğu’da milli menfaat tanımlamasındaki değişmedir. Türkiye’de Türk kimliğini dışlamak gayreti içerisinde olanlar, tabii ki Orta Doğu’da Türk kimliği odaklı politikaların peşinde olamazlardı. Azerbaycan’dan soğutulup Ermenistan’la ilişkiye zorlanmamız nedendir? Birçok etnik grubu koruyan ve kollayan ülkemiz, Kerkük Türklerini Barzani’nin insafına bırakmış görünmektedir. Bölgeye dönük politika Türk odaklı olmaktan çıkıp, Arap ve Kürt odaklı hale gelirse olacağı budur. Kerkük Barzani’ye bağlı yüzlerce peşmerge tarafından sarılmış; buna gerekçe olarak da şehrin güvenliği ve saldırılardan korunması gösterilmiştir.

Türkiye Orta Doğu’da olayların içine çekilip kullanılmasından dolayı milli çıkarlarını koruyamaz hale sokulmuştur. Libya’da Kaddafi, Mısır’da Mübarek çatışmalarında Türkiye Orta Doğu’da çıkarlarını güçlendirmek isteyen küresel güçten yana olmuştur. Küresel güç Sünniler üzerinde oynayarak Sünni – Şii çatışmasını Lübnan’da olduğu gibi sürdürmekten yanadır.

1950’li yıllarda çıkan dergileri karıştırdığınızda Kerkük’te konsolosluk açılması talepleri ile karşılaşırsınız. Türkiye tersini yapmış, Erbil’de Barzani vesayeti altında bir konsolosluk açmıştır. Beylikdüzü’nden “Tatilya Eğlence Merkezi’nin  oraya götürülmesi de ayrı bir konudur. Acaba hangi milli çıkarlar uğruna Irak’ın Kuzey’ine sivil uçakların uçuşuna müsaade edilmiş, elektrik dahil birçok hizmet bölgeye götürülmüş ve bölge bizim elimizle kalkındırılmak üzere yatırımcılar teşvik edilmiştir? Beş, on aileye ve firmaya para kazandırmak, merhum bir Cumhurbaşkanı’nın çocuklarına imkân sağlamak mı ülke çıkarınadır?

Oysa Türkiye’de terörle mücadele, Irak’ın Kuzeyinde onu yok etmekten geçer. Bu da göz ardı edilmiştir. Bugünlerde Türkmenleri dışlayan, Türkmen Cephesini pasifleştiren anlayış, onlara Türk kimliğini değil; muhafazakâr, Müslüman ve demokrat kimliklerini öne çıkarmayı tavsiye ediyor. Irak Kürtleri Türkiye’ye karşı Kürt merkezli politika oluştururken, Türkiye neredeyse Kerkük’te Türk kimliğinin göz ardı edilmesine ses çıkarmamaktadır.

Barzani ise; Türkmen düşmanıdır. Basın ise; daha ziyade bir hanım gazeteciyi kullanarak; bacakarası konularla gündemi değiştirmektedir. Hukuk dışı uygulama ve tutuklamalar gündemden düşürülmektedir.

 

İleri Demokrasi’de Geri Vitesi!

Ne diyordu Başbakan Erdoğan?

“Anayasa değişikliklerine “evet” deyin, 12 Eylül darbecilerinden hesap soralım! İleri demokrasiye geçelim!”

12 Eylül darbecilerinden hesap soruluyor mu? Sorulacak mı dersiniz?

Yalanınız batsın!

Hadi, diyelim ki; bunlar kocadılar! Hesap sorsan ne olur?

Elbette, 12 Eylül darbesi mağdurlarının hak mücadelesi verilebilir.

Darbenin asıl mağdurlarını umursayan mı var?

Peki, 28 Şubat 1997 Postmodern Darbesi‘nin hesabı neden sorulmaz? Bütün kahramanları hayatta! Bu darbenin mağduru olduğunu iddia edenler iktidarda! Hiç değilse “Meclis Soruşturması” da mı açamazlardı?

Neden açmıyorlar?

Ya, Büyükanıt’ın seçim öncesi “AKP’ye en büyük destek” sağlayan, oylarını hoplatan 27 Nisan 2007 e-Muhtırası?

Hesap sormak şöyle dursun, Büyükanıt’a milyon liralık zırhlı araç tahsis edildi!?

Büyükanıt’la Erdoğan arasındaki “Dolmabahçe Görüşmesi” de hala iki kişi arasındaki “Sır” olarak kalıyor!?

Er geç o sır bir gün dökülecektir!

Ya “İleri Demokrasi” masalı?

Türkiye, Referandumdan bu yana daha mı demokrat bir ülke oldu?

Gazeteciler bir bir tutuklanıyor.

Kimi özgür! Medyada “yargısız infaz” ediliyor.

Üniversite öğrencilerinin protesto eylemleri biber gazı ve tazyikli su ile tepeleniyor!

Antalya gibi bir yerde, iki genç insan bir köşede oturmuş, kimseye rahatsızlık vermeden bira içiyorlar diye önce alkol kontrolü sonra da para cezasına tabi tutuluyor!

Koca zulmüne karşı Emniyet’ten yardım isteyen ama kocalarına teslim edilen kadınlar bir bir öldürülüyor!

Doğu’nun, Güneydoğu’nun “çocuk gelinleri” ve bu çağdışı kültüre tepki gösteren genç kızları ya intihar ediyor ya da ailelerince infaz ediliyor!

Bu çağdışı geri kültürün egemenleriyle ekonomik ve siyasal işbirliği içinde olanların gıkı çıkmıyor!

Kimi “polis” kimlikli karanlık adamlar, günahsız insanlara “sahte suç kanıtları” düzenleyip geleceklerini karartıyor!

Torba Yasa ile emeği ile yaşamaya çalışanlar için “köle düzeni” oluşturuluyor!

Yabancı sermayeli AVM’ler Türkiye’yi sararken, bu ülkenin küçük esnafı yok oluyor!

Köylü perişan, memur ve emekli geçim sıkıntısında!

Artık meslek lisesi mezunları bile iş bulamıyor! Üniversite mezunları işsizlik ve çaresizlikle, bir umutla Bahçıvanlık kurslarına katılıyor!

İş kazalarında ard arda insanlarımızı yitiriyoruz!

Siyasal iktidara bakarsanız; ekonomi tıkırında! Demokrasi birinci sınıf!

Hatta, basın özgürlüğünde ABD bile nal topluyor!

“Kürt sorununu çözmek için Kürt kuma alalım” diyen Rize Belediye Başkanı hala o makamda keyifle oturuyor ama bu ilkel düşünceyi eleştiren “Vira Karadeniz” gazetesi imtiyaz sahibi Ahmet Topçu’ya 11 ay hapis cezası veriliyor!

Gazeteciler düşündüklerini yazmaktan, bilim adamları görüş açıklamaktan, vatandaş telefonla konuşmaktan korkuyor!

Bakan Binali Yıldırım; “Dinlenmek istemiyorsan konuşma” diyerek, “İleri Demokrasi” ile ne kastettiklerini açıklıyor!

Şimdi, “İleri Demokrasi” neymiş, anladınız mı?

 

NOT: Bu yazıyı, hanımdan gizli yazıyorum! “Yazma artık, seni de alırlar” diyor!.. Korkuyor!.. Galiba, ileri demokrasi bu!..

 

 

 

İsraf Haramdır

Yüce Allah, kâinattaki bütün varlıkları ve nimetleri insanoğlu için yaratmış ve birer emanet olarak verdiği bu nimetlerden dolayı bizi imtihana tabi tutacağını bildirmiştir. (Teğabun, 64/15) Allah tarafından bize bahşedilen hayat, sağlık, evlat, mal-mülk, makam-mevki gibi nimetleri israf edip etmediğimizden ve bunları nerelerde harcadığımızdan ahirette hesaba çekileceğiz. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: Sonra o gün, nimetlerden hesaba çekileceksiniz. (Tekasür, 102/8) Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) de bu konuda şöyle buyurmuşlardır: “Kıyamet günü insanoğlu, ömrünü nerede harcadığından, yaptığı işleri ne niyetle yaptığından, nasıl kazanıp nereye harcadığından, vücudunu ve sıhhatini nerede ve nasıl değerlendirdiğinden sorguya çekilmedikçe yerinden ayrılamaz.” (Tirmizi, Kıyame, 1)

Yüce dinimiz İslam, dünya ve ahiret mutluluğu için israfı yasaklamış, her konuda iktisat ve itidali benimsemiştir. İktisat ve itidal, yeme, içme, harcama, konuşma ve benzeri bütün işlerde kişinin ölçülü olmasıdır. İsraf ise, herhangi bir konuda aşırı gitmek, doğru ve gerçek olandan sapma, meşru sınırların ötesine geçme, imkanları ve sahip olunan değerleri, gerekli görülen yerler dışında veya gereğinden fazla harcama anlamına gelmektedir. (M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, V, 3613)

Yüce Allah, her şeyi bir ölçü ve denge ile yaratmıştır. İnsanlar da sahip oldukları nimetleri kullanmada ölçülü ve dengeli olmak zorundadırlar. Cenab-ı Hak;  Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.(Araf, 7/31)   “Bir de akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını ver. Gereksiz yere saçıp savurma. Zira böyle saçıp savuranlar şeytanların dostlarıdır. Şeytan ise, Rabbine karşı çok nankördür” (İsra, 17/27) buyurarak israfı açıkça yasaklamıştır.

Yüce Allah, bu ayet-i kerimelerde saçıp savurmayı nankörlükle, bu davranışı sergileyenleri ise şeytanın kardeşi olmakla nitelemektedir. Ayrıca israf edenlerin Allah tarafından sevilmeyeceği ifade edilerek müsrif olmanın ne kadar kötü bir şey olduğu belirtilmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.) de “Kibirsiz ve israf etmeden yiyiniz, içiniz, giyiniz ve sadaka veriniz” (Buhari, Libas, 1) buyurmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s.) abdest alırken suyu aşırı kullanan sahabeyi uyarmış, sahabenin, “Abdestte de israf olur mu?” diye sorması üzerine de Evet, hatta akmakta olan bir nehirde abdest alsan bile şeklinde cevap vermiştir. (İbn Mace, Taharet, 48) Bu hadis-i şerif, İslam’ın israf konusunda ne kadar hassas olduğunu göstermektedir.

İnsanın çalışıp servet sahibi olması kadar bu servetini doğru bir şekilde harcaması, aile fertlerinin, akrabasının ve ihtiyaç sahiplerinin haklarını vermesi de önemlidir. İslam, mal, mülk ve para harcamakta ihtiyacı ölçü almış, gereksiz ve faydasız yerlere yapılan lüzumsuz harcamaları yasaklamıştır. Bundan dolayı masraflar kazanca göre değil ihtiyaca göre yapılmalıdır. İslam, israf ve cimriliğe kaçmadan dengeli ve ölçülü davranmayı emretmiş ve böyle hareket edenler, olgun mü’min olarak kabul edilmiştir. Cenâb-ı Hakk bu hususta şöyle buyurmaktadır: “Onlar ki harcadıkları vakit ne israf, ne de cimrilik yapmazlar. (harcamalarında) İkisi arasında orta bir yol tutarlar.” (Furkan, 25/27) “Eli sıkı olma; büsbütün eli açık da olma.” (İsra, 17/29)

İnsan, yeme-içmede, giyim kuşamda, ev eşyası edinmede kısaca her şeyde ölçülü davranmalıdır. Zamanını iyi değerlendirme konusunda ise daha hassas olmalıdır. Çünkü insan için en kıymetli nimetlerden birisi de zamandır. Zamanını en iyi şekilde değerlendirenler dünya ve ahirette huzurlu olurlar. Peygamber Efendimiz (s.a.s.): “İki nimet vardır ki, insanların çoğu bunların değerinden habersizdirler. Bunlar sağlık ve boş zamandır” (Buhari, Rikak, 1) buyurmak suretiyle zamanın doğru kullanılmasının önemini belirtmiştir.

Öyleyse, içinde yaşadığımız dünyada açlıktan insanların öldüğünü unutmadan, sahip olduğumuz maddi-manevi bütün imkanlarımızı israf ve cimriliğe kaçmadan ölçülü bir şekilde kullanmalı; fakirleri, yetimleri, ihtiyaç sahiplerini daima gözetmeli ve bize verilen her nimetten dolayı hesaba çekileceğimizi asla unutmamalıyız.

 

Erbakan’ın ardından ve 28 Şubat’ın yıldönümü

Bugün tarihe Post Modern darbe olarak geçen 28 Şubat’ın yıldönümü. Kaderin cilvesi 28 Şubat sürecinde Başbakanlık görevinden indirilen Türk siyasetin önemli ismi Necmettin Erbakan dün hayata gözlerini yumdu.

Aslında bugün köşe yazımda 28 Şubat’la ilgili yazı yazmak istiyordum. 28 Şubat süreciyle ilgili Erbakan’la görüşen tek televizyon programcısıyım. Bir yıl önce Şubat ayının 20’sinde Erbakan Hoca ile Ankara Balgat’ta ki evinde randevu alıp bir buçuk saat süren bir röportaj gerçekleştirmiştik. Erbakan Hoca birçok gazeteci ve kurumu kabul etmemesine rağmen bizimle görüşmeyi kabul etmişti. İki adet kamerayla Erbakan’ın verdiği önemli bilgileri tarihe not düşüp zamana noterlik yapmıştık.

Erbakan Hoca yanına gittiğimizde güçlükle yürüyordu. İki kişi kolundan tutarak götürüyordu Hocayı. Fiziki olarak ne kadar güçsüz ise Erbakan hafızası çok güçlüydü ve çok bilgiye sahipti. 1950’li yıllardan 28 Şubat sürecine kadar Türk siyasi hayatını çok güzel bir şekilde özetleyip çok önemli ve net bilgiler vermişti. Erbakan ile yaptığımız o görüşmeden çok önemli bilgiler alarak dönmüştük.

Sayın Erbakan nasıl bağımsız aday olarak milletvekili seçildiğini, nasıl siyasi parti kurduğunu, Ecevit ile kurdukları koalisyon hükümetini, Kıbrıs barış harekatını nasıl yaptıklarını ve bilinmeyenlerini, 1980 ihtilal dönemini, 28 Şubat süreci, partisinin kapatılması ve MGK bildirisini tek tek Devri Alem kameralarına anlatmıştı. Israrlı sorumuz üzerine ve vefa duygusu ile ilgili görüşlerini sorarak AK Parti ile ilgili ne düşündüğünü sormuştum. Bizim ısrarlı sorularımıza adeta duymazdan gelerek teğet geçmişti ve bu konuda hiçbir yorum yapmamış, yapmak istememişti.

Erbakan ile yaptığımız bu söyleşi bir çok TV kanalında yayınlanmış ve internette hala yayınlanmaya devam ediyor. Şimdi belgesel yapımcısı ve araştırmacı gazeteci olarak bu söyleşiyi ve Erbakan’ın geçmişten günümüze verdiği mücadeleyi belgesel haline getireceğim. İşte burada araştırmacı gazetecilik ve gerçek anlamda belgeselci olmak öne çıkıyor çünkü Erbakan Hoca sadece bize konuşmuş ve çok önemli bilgiler vermişti. Şu an elimizde birbuçuk saatlik merhum Prof. Dr Necmettin Erbakan ile yaptığımız görüşmenin kasetleri elimizde. Sizlerle bu görüntüleri önümüzde ki günlerde belgesel haline getirerek devri Alem programında yayınlayarak paylaşacağız.

Erbakan’ın Ardından

Prof. Dr. Necmettin Erbakan çok önemli bir isimdi. Türk siyasetinde bir döneme damgasını vurmuş önemli bir devlet ve siyaset adamıydı. Hayatının tamamı mücadele içinde geçmiş bir liderdi. Yılmadan, yorulmadan son nefesine kadar Erbakan Hoca mücadele içinde oldu. Vefat etmeden önce son olarak milli Gazete ve Saadet Partisi yönetimiyle görüşmüştü. Son günlerinde yeniden partinin başına geçmesi eleştirilere konu olmuştu. Ancak ben onun siyasi makam mevki hırsı için Partinin başına geçtiğine inanmıyorum. O bir dava adamıydı ve bu şekilde mücadelesini sürdürerek gelecek kuşaklara adeta mesaj veriyordu.

Erbakan Hoca ile ilk tanışıklığımız 1974 barış harekatı yıllarına rastlıyor. Başbakan yardımcısı ve Kıbrıs Barış harekatı ile ilgili açıklamalarını dinliyor, haberlerini okuyorduk. 1977 seçimlerinde kendisini o zamanlar seçim mitinglerinde takip etmiştik. İlk birebir tanışıklığımız ise 1990’lı yılların başında olmuştu. O zamanlar Gebze’den aralarında Şevket Kazan’ın da bulunduğu bir ekiple Erbakan’ı ziyarete gitmiştik. Erbakan Hocaya mahalli bir gazetenin sahibi olduğumu ve gazeteci olduğumu söylediğimde kendisiyle yaklaşık 10 dakika birebir konuştuk. Kendisi mahalli gazetelerin önemine değinerek kendi haberlerini yerel gazetelere nasıl ulaştıracaklarını ve halka nasıl anlatacaklarını sormuştu. Yaygın medyanın birilerinin elinde olduğunu ancak mahalli gazetelerin halkın gazeteleri olduğunu söyleyerek yerel medya üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirmiştik.

Aradan yıllar geçti ve kaderin cilvesi olarak biz de siyasete atıldık. 90’lı yılların sonunda 60’a yakın milletvekili aday adayıyla Erbakan ile görüşmek üzere Ankara’ya çağrılmıştık. Ancak o aday adaylarının kendi aralarında eleme yapılmasını isteyerek 60 aday adayını milletvekili adayı olacak 10 ismi belirlemesini istemişti. O ankete heyecanla katılıp ilk 10 ismi de belirleyip anket kağıdını parti yetkililerine vermiştik. Bilmiyoruz merhum Erbakan’a bizim anketler ulaştırıldı mı ulaştırılmadı mı?

Daha sonra 1999 seçimlerinde bu kez milletvekili adaylığı için yaptığımız çabalar sonuç vermiş ve aday listelerinin YSK’ya verileceği son günün saat 15.00’e kadar benim ismim üçüncü sırada olduğunu çok iyi biliyordum. Ancak siyaset lobisi ve vefasız siyaset arkadaşlarımın bizi arkadan hançerlemesiyle listenin kazanacağı üçüncü sıradan beşe atılmıştım. Ve benim yerimde Erbakan Hoca’ya çok yakın olduğu söylenen Mehmet Batuk yerleştirilmiş ve milletvekili olması sağlanmıştı. Kaderin cilvesi bizzat Erbakan tarafından vekil yapılan Mehmet Batuk daha sonra Erbakan’ı terk ederek Has Parti saflarında yer aldı. Bu konularla ilgili gelecekte anlatıp yazacağım daha çok şey olacak.

Evet Erbakan Hakkın rahmetine kavuştu. İlim adamı, devlet, siyaset ve fikir adamı olarak önemli izler bıraktı. Dünyanın 61 ülkesini gezdiğimde Erbakan ismine çok rastladım. Tarih Erbakan ile ilgili birçok şey yazıp söyleyecek ve gelecekte hükmünü verecektir.  Merhum Erbakan ile ilgili bir dönem böyle geldi geçti. Erbakan’ın 85 yıllık mücadele hayatı vefat haberini alınca gözümün önüne geldi. Erbakan Hoca sadece Türkiye için değil, dünya siyaseti ve İslam Medeniyeti coğrafyası için çok önemli bir isimdi. Erbakan önemli bir lider ve iyi bir dava adamı olarak hep hafızalarda kalacak.

Tüm Türk Dünyası ve İslam Medeniyeti Coğrafyasının başı sağolsun. Cenab-ı Allah gani gani rahmet eylesin.