9.8 C
Kocaeli
Pazar, Eylül 21, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1319

Cami Bastıran Vaaz

İki gün önce gazetelerde şöyle bir haber yer aldı:

Beylikdüzü Fatih Sultan Mehmet Camii imamı Hasan Hakyemez,
verdiği vaazla camiyi bastırdı. İşte Hakyemez’in vaazı; “Eşini
çalıştıran adamın biri gelerek, karısının kendisini patronu ile
aldattığını söyledi. Bakın, karılarınızı çalıştırmayın, günaha girersiniz. Çünkü kadının 9 nefsi var. Hangisine hakim olsun. Erkeğin tek nefsi var ve buna hakim olabiliyor. Bunları kendim uydurmuyorum. İslam’ın emrini tebliğ ediyorum” dedi.

Bunun üzerine Cami Yaptırma ve Yaşatma Derneği üyeleri, imamı Büyükçekmece Müftülüğü’ne şikâyet etti. Dernek Başkanı, “Bunu duyan 15 AKP’li kadın camiyi bastı” dedi. Şikâyet üzerine adı geçen imamdan yazılı savunma isteyen Büyükçekmece Müftüsü, “Böyle bir görüş ne Kur’anda, ne ayetlerde, ne hadislerde hiçbir yerde yok. İslam bilginlerinin de böyle bir yorumu yok” açıklamasını yaptı.

Birkaç açıdan bu haberin analizini yapmaya çalışalım:

  • Haberdeki imamın görüşünün bütün din görevlilerinin ve özellikle de
    Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görüşlerini yansıtmadığına kesinlikle
    inanıyorum. Elbette Türkiye’de bu görüşte olanlar vardır. Ancak bunlar
    İslam’ın Vahhabi Arap yorumunun tesirinde kalmış sadece (verilen haber
    doğruysa) adı geçen imam ve bazı marjinal (uç) gruplardan ibarettir
    kanaatindeyim.
  • Kadının çalışmasına karşı çıkan bu görüş, İslam’ın özüne ve Hazret-i Peygamberin uygulamalarına aykırıdır.
    Peygamberimizin eşleri Hz. Hatice’nin zengin ve faal bir iş kadını
    olduğunu, Hz. Ayşe’nin hukuk ve siyaset alanında yaşanan problemlerin
    çözümünde öncü olan özelliğini hatırlayınız. Yukarıdaki görüşü
    savunanlar, herhalde İslam Peygamberinden ve O’nun ev halkından daha
    Müslüman değildir.
  • Bu yorum tarzı ve kadına bakış açısı yüzyıllardır İslam’ın şerefli sancaktarlığını yapmış Türk Milletinin inanç ve yaşayışına aykırıdır.
    Zira Türk Milleti tarih boyunca kadını sosyal ve ekonomik hayattan
    dışlamamış, ancak şehirleşmenin gelişmesiyle Türk halkının içinde Suudi
    ve İran yorumlarının yer etmeye başlaması ile birlikte kadınlarımızın
    sosyal hayatın dışına itilme oranı artmıştır. Bugün hala
    geleneklerimizi yaşatan köylerimizde kadın, şehirlerimizdeki
    muhafazakâr kesimden daha fazla sosyal ve ekonomik hayatın içindedir.
  • Fuhuş veya zina tek taraflı bir eylem olmadığı, taraflardan biri erkek olduğuna göre kabahati tek taraflı olarak kadına yüklemek ve hele hele olayımızda olduğu gibi kadına nazaran daha güçlü konumdaki erkek patronun nefsinden bahsetmemek akla ve vicdana aykırıdır.
  • Sosyal araştırmalar ve toplumumuzdaki gözlemlerimiz bize zinanın çok fakir kesimler ile hak edilmemiş haram para ile edinilmiş aşırı zenginlerde daha yaygın olduğunu
    göstermektedir. Bu alanda da toplumsal sağlık sigortamız orta
    tabakadır. En sağlam aile yapıları orta tabakada kurulabilmektedir. Çok
    fakir kesimdeki vatandaşlarımızın ekonomik olarak orta tabaka
    standartlarına yaklaşması, ailede erkeğin yanında kadının da çalışması
    ile daha mümkün olacaktır.
  • Kadınlar bu toplumun yarısını teşkil ediyor. Toplumun yarısını ekonomik faaliyetin dışında bırakarak bir toplumun kalkınması ve diğerleriyle yarışması mümkün olamaz.
  • Kadınlarımız birçok iş kolunda erkekler kadar, bazı işkollarında da erkeklerden daha verimli olabilmektedir.
  • Kadının iş hayatı içinde olması günümüz şartlarında geri dönüşü mümkün olmayan bir süreçtir.
    Bugün en muhafazakâr ailelerin oğullarına eş ararken çalışan bayanları
    tercih ettiğini görüyoruz. Ayrıca hastanede eşini, kızını tedavi
    ettirmek için bayan hemşire, bayan doktor arayan muhafazakâr erkeklerin
    kadınların çalışmasına karşı çıkmaları da bir çelişki değil midir?
  • Kadınlarımız artık bir işyerinde çalıştıkları için veya evlerinin ihtiyaçlarını karşılamak için eskisine kıyasla sadece işyerinde değil, evinin dışında, çarşıda, pazarda, sokakta daha fazla vakit geçirmektedir. Herhalde bu kadınlarımızın iffetlerini koruyarak, anne ve eş rollerini yapmalarını kolaylaştıracak tedbirleri tartışmak daha anlamlıdır.
  • Bahsi geçen imam bu gerçekleri fark etmiş olsaydı, vaazında 11
    milyon insanımızın tuvaletsiz evlerde oturduğunu, camilerimizin de çok
    önemli bir kısmında ya tuvalet bulunmadığı veya berbat durumda
    olduğunu, daha büyük kısmında kadınlarımız için tuvalet ve abdest alma
    mahallinin bulunmadığı gibi konuları anlatarak çare bulunmasını
    isterdi.
  • Eğer Diyanet İşleri Başkanlığımız, Müftülüklerimiz ve cami imamlarımız evinin dışındaki kadınlarımız için camilerimizde abdest alma ve namaz kılma mahallerini ıslah edip, kadınlarımızı da camilere çekecek bir beceriyi gösterebilseydi, “çalışan kadın aldatır” saçmalığı yerine toplumun gerçek ihtiyaçlarını tartışıyor olurduk.

Suya Vermemiz Gereken Önem Git Gide Artıyor

0

İnsanlar ve canlılar yaşamlarını sürdürebilmek için suya ihtiyaç
duyarlar. Su, insanın temel ihtiyacı olmasının yanı sıra üretimde de
vazgeçilmez unsurdur. Su başta tarım olmak üzere endüstride, park ve
bahçelerde, dinlenme tesislerinde ve daha birçok alanda
kullanılmaktadır. Su, bizim için ve doğa için bu kadar önemli iken ona
gereken önemi verdik mi? Ya da onu yeterince verimli kullanabildik mi?
Bu soruların cevabını şimdi daha iyi verebiliyoruz en azından artık ne
yapmamamız gerektiğini, küresel ısınmanın etkilerini gördükten sonra,
biliyoruz.

Dünyanın toplam su miktarı 1,4 milyar km3’tür [1 km3=1 milyar m3
(ton)]. Bu suyun % 97,5’u okyanuslar ve denizlerde tuzlu su olarak, %
2,5’u da derelerde, göllerde, yeraltında ve kutuplarda (buzul olarak)
tatlı su olarak bulunmaktadır. Tatlı suyun % 68,9’u kutuplarda ve
yüksek bölgelerde sürekli buz ve kar olarak, % 30,8’i ise toprak nemi
ve yeraltı suyu olarak bulunur. Bu suyun da dünya genelinde yaklaşık
olarak yüzde 67‘si tarımda, yüzde 23‘ü endüstride ve yüzde 10‘u
konutlarda kullanılmaktadır. Görüldüğü gibi mevcut suyun büyük bir
kısmı tarımda kullanılmaktadır. Yağan yağmur miktarı bazı bölgelerde
tarım ürünlerin yetiştirilmesinde yeterli olmadığı için nehirler,
göller veya barajlar gibi yerüstü sularından pompalar veya kanallarla
sürekli su çekilmektedir. Sulamada yerüstü sularının yetmediği
durumlarda ise yeraltı suları kullanılmaktadır. Yeraltı sularının çok
fazla çekilmesi, tatlı su kaynaklarının dengesinin bozulmasına sebep
olacağı için, gelecekte ciddi su sıkıntısının başlıca sebebi olacaktır.

Suları bilinçsiz ve dengesiz kullanmak ilerde ne gibi sorunlara yol
açabileceğini şu zamanda kendini hissettiriyor. Dünyadaki su sorunları
ile ilgili olarak yapılan araştırmalarda, halen 26 ülkede 350 milyon
kişinin susuzluk çektiği, 1,2 milyar civarında insanın ise yeterli su
kaynağına sahip olmadığı ve her yıl çoğunluğu çocuk 5 milyon kişinin su
yetersizliğinden ve kirli sulardan kaptığı hastalık sonucu, yaşamını
yitirdiği belirtiliyor. 2050 yılına gelindiğinde dünya nüfusunun 9,3
milyara ulaşmasının beklendiği ve iklim değişiklikleri yüzünden 60
ülkede toplam 7 milyar insanın su kıtlığı yaşayacağı belirtiliyor.
Günümüzde bile 6 milyar insanın yaklaşık yüzde 26‘sının güvenli su
kaynaklarından yoksun olduğu biliniyor.

Tatlı suların ülkelere dağılımı ise çok dengesizdir. Ekvator kuşağı,
Avrupa, Amerika‘nın belirli bölgeleri su kaynağı yönünden çok zengin,
Büyük Sahra, Orta Asya, Avustralya gibi geniş kurak alanlar ise su
yönünden çok fakir olan bölgelerdir. Ülkemizin toplam yenilenebilir su
potansiyeli yaklaşık 234 milyar m3‘tür. Ancak, günümüz
teknik ve ekonomik şartları çerçevesinde, çeşitli amaçlara yönelik
olarak tüketilebilecek yüzey suyu potansiyeli 98 milyar metreküp, yer
altı suyu potansiyeli ise 12 milyar metreküp olarak hesaplanmaktadır.
Bu durumda, tüketilebilir yüzey ve yeraltı suyu potansiyeli yılda
ortalama toplam 110 milyar metreküp olmaktadır. Türkiye, su kaynakları
ve bu kaynakların kullanımı ve değerlendirilmesi konusundaki
faaliyetleriyle bulunduğu coğrafi bölgede ender sorunsuz ülkelerden
biri ya da su miktarı açısından yeterli bir ülke olarak görünmesine
rağmen, özellikle kişi başına kullanılabilir su potansiyeli incelendiği
zaman gerçeğin farklı olduğu anlaşılmaktadır. Uluslararası kriterlere
göre kişi basına düşen 10 bin m3 kullanılabilir su “su zengini ülke”ye,
3 bin ile 10 bin metreküp arasındaki su “yeterli suyu olan ülke”ye, bin
ile 3 bin metreküp arasındaki su “su sıkıntısı olan ülke”ye, miktar
1000 metreküpün altında ise, su fakiri ülkeye karşılık gelmektedir.

Nüfusu yaklaşık 70 milyon olan ülkemizde kişi başına düşen
kullanılabilir su miktarı yılda yaklaşık 1570 metreküptür. Nüfusumuzun
sürekli artışına ters orantılı olarak, kullanılabilir su miktarının
değişmemesi, hatta kırsal alanlardan büyük şehirlere göç, yüksek
düzeyde ekonomik büyüme gibi etkenler ile nitelik ve niceliğinin
azalması göz önüne alınırsa, önümüzdeki yıllarda bu miktarın daha da
azalacağı ve uluslararası kriterlere göre “su fakiri” ülkeler arasına
gireceğimiz açıkça görülmektedir.

Doğal Hayatı Koruma Vakfı (WWF- Türkiye) verilerine göre, Türkiye’nin su ile ilgili genel görünümü şöyle:

  • Tarımsal sulamanın yüzde 88’i vahşi sulama şeklinde yapılıyor.
    Suyun verimli kullanımını sağlayan yağmurlama ve damla sulama
    uygulaması son derece yetersiz.
  • Kentsel kullanımda kaçak ve kayıpların oranı yüzde 40 civarında.
  • Belediyelerin sadece yüzde 8’inde arıtma tesisi var, Organize
    Sanayi Bölgeleri’nde atık suların yüzde 25’i arıtılmıyor. Bir litre
    atık su, 8 litre tatlı suyu kirletiyor.
  • Sulak alanlar kuruyor ve kirleniyor. Son 40 yılda sulak alanların
    yarısı kaybedildi. Kaybedilen sulak alanlar arasında Amik Gölü, Avlan
    Gölü, Kestel, Gavur, Yarma, Aynaz, Hotamış, Eşmekaya sazlıkları var.
    Beyşehir Gölü, Tuz Gölü, Akşehir-Eber Gölleri, Bafa Gölü, Eğirdir Gölü
    ve Sultansazlığı ise giderek kuruyan ve kirlenen sulak alanlardan
    sadece birkaçı.
  • Yeraltı suları da tükeniyor. Konya Havzası’ndaki 50 bin kuyunun yarısı kaçak, her sene su seviyesi birkaç metre düşüyor.
  • 2025’te Türkiye’de yağışların yüzde 25 azalması bekleniyor.
  • 2030 yılında nüfusu 100 milyona ulaşması beklenen Türkiye, kişi
    başına 1100 metreküp kullanılabilir su miktarıyla, su sıkıntısı çeken
    ülke durumuna gelmesi bekleniyor.

Günümüzde artan nüfus, sanayileşme, ekonomik gelişmeler ve şehirlere
göç nedeniyle, zaten sınırlı olan su kaynakları üzerindeki baskı
giderek artıyor ve mevcut su kaynaklarının en verimli şekilde
kullanılması önemi giderek artmaktadır. Bu konuda mevcut su kullanım
yöntemlerinin daha ekonomik olan yöntemlerle değiştirilmesinin yanı
sıra zorunlu ve/ya gönüllü su tasarrufu yapılması da artan su
ihtiyaçlarının karşılanabilmesinde büyük yarar sağlayacaktır.

Su kaynaklarında azalma meydana geldiğinde insanların bütün
ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri kadar suyun temini mümkün olamaz.
Eğer nehirlerdeki sular sulamaya yönlendirilecek olursa akıntı seviyesi
düşecektir. Rezervuarlarda bulunan ve zaten düşük seviyedeki sular da
giderek azalacak ve belki de yetmeyecektir. Nehirler, göller ve
rezervuarlardaki su seviyesinin düşmesi, suya bağlı yaşam sürdüren
balıklar ve diğer canlılar için de büyük sorunlar yaratacaktır.

Su kaynaklarının yönetiminde su tasarrufu çok önemlidir. Su
tasarrufu; suyun ihtiyacımızı karşılayabilecek ölçüde en verimli
biçimde kullanılmasıdır. Bu konuda da en önemli adım, halkın
bilinçlendirilmesi ve her alanda nasıl tasarruf yapılabileceğinin
anlatılmasıdır. Bir kişinin tasarruf ettiği miktardaki su, bir diğeri
için hayati önem taşıyabilir. Sulama yöntemleri değiştirilmeli ve daha
az suya ihtiyaç duyan bitkiler ekilmelidir. Şehirler ve kasabalar suyu
paylaşabilir, fabrikalar üretim metotlarını değiştirebilir ve bireyler
tüketimi azaltmak için su tasarrufuna gidebilirler. Banyo yaparken,
yüzümüzü yıkarken, traş olurken, dişinizi fırçalarken, sebze ve
meyveleri yıkarken su tüketimindeki alışkanlıklarımızı değiştirmemiz
gerekir. Temiz su boşa akıtıldığı zaman atıksuya dönüştüğü
unutulmamalıdır. İçme suyu ve atık su arıtma maliyetinin yüksek olduğu
unutulmamalıdır Herkes su kullanımını azaltırsa, paylaşılacak su
miktarı da artacaktır. Suyun büyük oranda ihtiyaç duyulduğu tarımda
etkin kullanılmasının yollarından biri Damlatma ile Sulamadır. Damlama
sulamayla bitkilere saatte 1 ile 20 litre arasında su vermek mümkün. Bu
miktar, toprağın yapısına ve bitkinin türüne göre ayarlanabiliyor. Bu
sistem, tuzlu ve acı sularla sulamayı da mümkün kılıyor. Ayrıca
boruları toprağın 50 cm altına gömerek de sulama yapılabiliyor. Bu
yöntemin bir avantajı da, fosforlu gübreleri doğrudan bitkinin
köklerine ulaştırmasıdır. Bu ve benzeri yöntemlerin kullanılması
tarımda ki su israfının önüne geçilmesine yardımcı olacaktır.

Su tasarrufunda bir diğer yol mevcut sularımızı olabildiğince az
kirletmektir. Bunun için bir kenara bırakıp arıtma tesislerini en
verimli şekilde çalıştırılmalıdır.

Gerek iklim değişikliğinin bir sonucu olarak gerekse de iklimin
kendi doğal değişebilirliğinin bir sonucu olarak ülkemizdeki mevcut su
kaynakları sınırlıdır ve bu sınırlı kaynakların en verimli şekilde
değerlendirilmesi zorunluluğu vardır.

Suyun verimli kullanılması ve mevcut su kaynaklarından her sektörün
eşit olarak yararlanabilmesi için, bir yandan su tasarrufu sağlayan
teknolojik gelişmelerin yakından takip edilmesi ve uygulama alanlarının
tespit edilmesi, diğer yandan da gönüllü su tasarrufu konusunda
toplumun her kesiminin bilinçlendirilmesi gerekmektedir.

KAYNAKLAR

  1. http://www.emo.org.tr/genel/bizden_detay.php?kod=53086&tipi=5⊆=15
  2. http://www.cevreorman.gov.tr/moz_03.htm
  3. http://www.trakmak.com.tr/yaren/edition/08/index.asp?view=08
  4. www.ekolojimagazin.com.tr
  5. Sızıntı Dergisi, Mart 2007 , Yıl 29, Sayı 338
  6. http://dunyasugunu.org/2005/Abdullah_Ceylan.doc

Yeni Yıla Girerken

0

Yeni yılın nefsimize, neslimize, vatanımıza, milletimize, islam
alemine ve tüm insanlığa barış ve mtluluk getirmesi temennisi ile
yazıma şu ayetle başlamak istiyorum.

“Ey Rabbimiz! Beni ve soyumdan gelenleri namazı devamlı kılanlardan
eyle. Ey Rabbimiz! Duamı kabul eyle.Ey Rabbimiz! Hesapların görüleceği
gün beni, ana-babamı ve müminleri bağışla.” (İbrahim suresi ayet 40-41)

Zaman hızla akıp gidiyor, onu durdurmak mümkün değil ama kontrol altına almak mümkündür.

Zaman bakımından insanları iki kısma ayırmak gerekir. Birincisi;
zamanı değerlendirenler, ikincisi zamanı nasıl geçireceğini düşünenler.
Felaketin en büyüğü ise zamanı boşa geçirmektir.

“Zaman kılıç gibidir. Onu kullanmasını bilmeyenler kendilerini keserler.”

Yapacakları işi yarın yarın diye erteleyenler bugünün dünün yarını
olduğunu bilmelidirler. İnsanların gerek sosyal hayatta gerekse
mesleklerindeki başarıları zamanı iyi değerlendirmelerine, zamanı
planlı harcamalarına bağlıdır. Mesleğinde başarılı olan insanlarla
olmayan insanlar; gelişen ülkelerle geri kalmış ülkeler arasındaki
farka benzerler. Zamanı değerlendirenler gelişirler ilerlerler, zamanı
boşa harcayanlardır yerinde sayanlar.

Peygamberimiz(sav) de bir hadisi şerifinde beş şey gelmeden önce beş şeyin kıymetini biliniz .

1- İhtiyarlıktan önce gençliğin
2- Hastalıktan önce sağlığın
3- Fakirlikten önce zenginliğin
4- Meşguliyetten önce boş vaktin
5- Ölüm gelmeden önce hayatın

buyurarak zamanı iyi değerlendirmeye müslümanların dikkatini çekmiştir.

Ayrıca Türk ve İslam bilginleride “Dünya üç gündür; dün, bugün ve yarın…

Dün geçti, yarının geleceği belli değil öyleyse bu günü iyi değerlendirmek gerekir.”

Merhum Necip Fazıl (mekanı cennet olsun) çok hoşuma giden bir
şiirinde; “İş bugünde, bugüne sığdır yarını dünü şimşek olsan zamanın
kesemezsin önünü” diyerek bugünün ne kadar önemli olduğuna vurgu
yapmıştır.

Hz. Ömer(r.a) “Bugün Allah(cc) için ne yaptın” buyurarak
müslümanları yaşadıkları günü değerlendirmeye çağırmıştır. Müslüman
için zamanı iyi değerlendirmek sadece dünya için çalışmak demek
değildir. Dünya_Ahiret dengesini kurmak demektir.

Allahu Teala her gün bize 86.400 sn lik zaman veriyor: Biz bunun kaç
saniyesini okumaya düşünmeye çalışmaya gelişip ilerlemeye ayırıyoruz,
yoksa bu ömür sermayesini nasıl tüketeceğimizin hesabını mı yapıyoruz?

Biz müslümanlar olarak bugün düne göre maddi imkanlarımız çok daha
fazladır. Ama etkimiz aynı ölçüde artmış değildir. Bugün etkilemekten
ziyade etkilenmekteyiz. İç dünyamıza müdahale edemiyorlardı, bugün onu
dahi becerebiliyorlar. Bugün üretirken tükeniyor, temizlerken
kirleniyor, beslenirken zehirleniyor, dinlenirken yoruluyor, okurken
cahilleşiyoruz.

Hep zaman yokluğundan şikayet ederizde, boşa geçen zamanı değerlendirmeyi hiç düşünmeyiz.

Bir seneyi bitirip yeni bir seneye başlayacağımız şu günlerde
özellikle yılbaşı gecesinde kendimize şu soruyu soralım: Geride
bıraktığım şu kadar ömür içerisinde Allah(cc)’ın kitabı Kuran-ı Kerim’i
öğrendim mi? Öğrendiysem onun mealini baştan sona kaç kez okudum? Her
gün kıldığım beş vakit namazda kırk defa okuduğum fatihanın anlamını
hiç merak ettim mi?

Bugün ülkemizde yaşayan müslümanların %50 den fazlası Kuran
okumasını bilmez. İncil okumasını bilmeyen hristiyan, Tevrat okumasını
bilmeyem yahudi düşünebiliyor musunuz?

Allahu Teala bize ey kulum sana şu kadar ömür verdim. Okudun meslek,
makam, mevki sahibi oldun, para kazanmaya çoluk-çocuk ev bark sahibi
olmaya, yalan söyleyip insanları aldatmaya, zengin olmak hayali ile
yılbaşı bileti almaya zaman buldun da benim kitabımı öğrenmeye ve
okumaya zaman bulamadın mı? diye sorduğunda ki soracaktır. Cevabınız,
cevabımız ne olur. Bu sorunun cevabını şimdiden düşünüp hazırlık
yapmalıyız.

Bir seneyi geride bırakırken kısaca yılbaşı kutlamalarına da değinelim.

1- Bu kutlamalar kökeni itibari ile hristiyan alemine aittir. Onlar
bizim hiç bir dini ve milli bayramımızı kutlamazken bizim bize ait
olmayan bir törene millet olarak katılmamız ne kadar doğrudur.

2- Bunu Hz. İsa(a.s)’nin doğum yıl dönümü olarak kabul edersek bir
peygamberin doğumunu şampanya patlatarak, kumar oynayıp dansöz
seyrederek kutlamak herşeyden önce en hafif ifadesiyle o peygambere
saygısızlıktır. Bu gecenin müslümanlar için Mekke’nin fethinin yıl
dönümü olduğunu hatırlamak gerekir.

3- Eğer bir senenin yorgunluğunu atmak için eğleniyoruz denirsede
müslümanlar için helal ve haramlar 7 gün 24 saat aynıdır. Şüphelilerden
kaçınmak ise müslümanların dikkat etmesi gereken bir husustur. Önemli
olan meşru ölçüler içerisinde eğlenebilmektir.

Bu gece yıllık muhasebe yapmalıyız. “Bu gün Allah(cc) için ne
yaptın.” diyen Hz. Ömer’i hatırlayıp kendimize geride bıraktığımız bu
sene içerisinde sevap ve günahlarımızı göz önünden bir şerit gibi
geçirip şeytanı mı daha çok sevindirdik yoksa rahmanı mı? diye
sormalıyız.

Hata ve günahlarımıza tövbe edip önümüzdeki senenin planlamasını
yapmalıyız. Hz. Ali(r.a) bir sözünde “İnsanlar gaflet uykusundadırlar,
ölünce uyanırlar ama bunun onlara bir faydası olmaz” buyurur. Bu gece
bu uykudan uyanmalıyız yarın çok geç olabilir, hiç olmayabilir de…

Resulullah’ın dilinden:

Peygamber efendimiz(sav) buyuruyor ki; benimle sizin benzerliğiniz
şu adamın haline benzer; adam ateş yakmış bunun üzerine çekirge ve
kelebekler içine düşmeye başlamışlar. O is onları ateşten korumaya
çalışmaktadır. İşte bende bunun gibi sizi cehennem ateşinden korumak
için tutuyorum, siz ise kaçmaya çalışıyorsunuz. (Buhari)

Bu gün islam dünyasının bir çok yeri gözyaşı ve zulumle dolmuş,
kanla yoğrulmuş canlı ve cansız bombalarla cehenneme çevrilmiş
vaziyettedir. Bu müslümanlar için büyük bir felakettir. Esas büyük
felaket ise dünyayı kaybetmenin yanında ahireti de kaybetmektir.

Hepinize hayırlı yıllar mutlu hayatlar diliyorum yeni yılın barış, huzur ve mutluluk getirmesi dileğiyle…

Milli ve Dini Kimlik Bağlamında Yılbaşı Kutlamaları

0

İnsan, biyolojik, psikolojik ve sosyo-kültürel şahsiyeti olan bir
varlıktır. İnsanı diğer varlıklardan ayıran en büyük özellik ise onun
sosyo-kültürel bir hayata sahip olmasıdır. Ortak sosyo-kültürel yapısı
olan insanlar, benzer düşünür ve benzer davranışlar sergilerler.
Bununla birlikte kişi toplum içinde kendi kimliği veya şahsiyeti
(kişiliği) ile yer alır. Milletler de kendilerine has şahsiyetleriyle
diğer milletler içersinde hayat sürerler. Bu anlamda nasıl kişi
bütünleşemediği toplumdan dışlanırsa, kendi şahsiyetlerini kaybeden
milletler de tarih sahnesinden silinip yok olurlar.

Her insanın anlayışını, şahsiyetini ve dünya görüşünü ifade eden bir
benliği ve karakteri vardır. Bu benlik ve karakter, aynı zamanda onun
genel tutumunu ve davranışlarını da büyük oranda etkiler. Yüce
Allah’ın, “de ki: herkes kendi karakterine göre hareket eder…” (17 İsra
84) şeklindeki beyanı da bizim için konumuzu oldukça açıklayıcı
mahiyettedir. Milletleri de millet yapan, onların tutum ve
davranışlarını etkileyen, kendilerine özgü bir yönelime ve dünya
görüşüne sahip olduklarını gösteren milli ve dini benlikleri ve
karakterleri hatta daha geniş manada şahsiyet ve kimlikleridir. Mutlak
güç ve kudret sahibi olan Allah’ın, “her ümmetin yöneldiği bir yönü
vardır..”(2 Bakara 148) ifadeleri de herhangi bir din ve anlayışa sahip
olan insanların veya milletlerin bu doğrultuda hareket edeceğini işaret
etmektedir.

Bu anlamda hem insanlar hem de milletler daha geniş bir anlatımla
kendi mili ve dini benlik, kimlik ve şahsiyetlerine göre tanımlanırlar.
Özünü benliğin oluşturduğu kimlik veya şahsiyetin tanımı ise,
insanların, grupların ve milletlerin kimsiniz, kimlerdensiniz sorusuna
verdikleri cevaptır. Mesela, adım Kasım Kocaman, İbrahim Kocaman’ın
oğluyum, Kocaeli’liyim Türküm ve Müslüman’ım. Burada Kasım Kocaman
olmam ferdi şahsiyet ve kimliğimi, İbrahim Kocaman’dan doğmuş olmam
aile kimliğimi, Kocaelili olmam yerel kimliğimi ve Türk olmam milli
kimliğimi ve Müslüman olmam dini kimliğimi tasvir etmektedir. Özellikle
milli ve dini kimliğimiz ve şahsiyetimiz kültürel aidiyetimizi ifade
etmede önem arz etmektedir.

Bu açıklamalar çerçevesinde ülkemizdeki ve bazı Müslümanlar
ülkelerde yapılmakta olan yılbaşı kutlamalarını değerlendirmek gerekir.
Meseleyi bu gün sağlıklı bir şekilde değerlendirmemizi engelleyecek
mecralara çekmeden, kendi benliklerimize yönelerek özellikle mensubu
olduğumuz milli ve dini kimlik bağlamında sosyo-kültürel boyutlarıyla
ele almamız icap etmektedir. Yılbaşı kutlama veya eğlenceleri gibi
faaliyetlerin milli ve müslüman kimliğimizde yeri var mı dır?
Hıristiyan kişi ve milletler için ifade ettiği anlam, bizim içinde
geçerlimidir? Bu kutlamaları dini ve milli kimliğimiz bakımından masum
bir kutlama olarak mı kabul etmeliyiz? Benzemeyi, dini ve milli kültür
çerçevesinde ele almak koşuluyla, “hangi kavme benzerseniz, ondansınız”
(Müsned,II, 50) hadisi bize nasıl bir dünya görüşü vermektedir?

Yarım yüzyılı aşkın bir süreden beri miladi takvimin benimsendiği
ülkemizde, “yılbaşı” tabiriyle miladi yılın ilk günü olan 1 Ocak
kastedilir. Miladi takvimin benimsenmesi ise tamamen pragmatist yani
sağlayacağı uluslar arası faydalar nedeniyledir. Burada her hangi bir
dini ve milli kültür kapsamında bir benimseyiş bahis mevzu değildir.
Bunun birlikte hicri yılbaşı ile miladi yılbaşının dini yönden
birlerinden üstünlükleri de yoktur. Yine İslam’daki bazı hükümler
açısından ayların ve yılların kameri, yani ayın hareketlerini esas alan
takvimle hesaplanmasının önem taşıyor olması ile bu konunun birbirine
karıştırılmaması gerekir

Yılbaşı kutlamaları denilince de eski yılın sona erip yeni yıla
geçildiği 31 Aralık / 1 Ocak gecesi yapılan eğlence ve faaliyetler
anlaşılır. Ancak yılbaşı eğlenceleri, ilk bakışta yeni yıla girişin
kutlamaları gibi gözükmekle birlikte bunun Hıristiyan Batı’nın Noel
bayramıyla da yakın ilgisi bulunur.

Hıristiyan Batı’da miladi takvimin başlangıcına esas olarak Hz.
İsa’nın doğum tarihi alınmış ve bu giderek diğer ülkelerde de
benimsenmiştir. Bu bakımdan Hıristiyanlar aralık ayının son haftasını,
doğumun arefesini teşkil etmesi bakımından, en önemli dini bayram
olarak kabul etmişlerdir. Bu hafta içersinde Hıristiyanlar kiliseye
giderler, ayrıca birbirlerini ziyaret edip hediyeleşirler. Dini
atmosfer içinde geçen Noel bayramı akabinde ise, yeni yıla giriş büyük
bir çılgınlıkla, lüks ve israfla kutlanır.

Toplumumuzda ve diğer müslüman toplumlarda “yılbaşı kutlaması” adı
altında düzenlenen eğlence toplantıları ise, hiçbir kültürel ve
geleneksel temele sahip değildir. Bu bakımdan Hıristiyan olmayan
ülkelerde yılbaşı kutlamaları Batı’nın körü körüne taklit edilmesinin
veya Hıristiyan Batı’nın kültür ihracının bir sonucudur. Ülkemizde
öteden beri yılbaşı kutlamalarıyla ilgili olarak yapılan tenkitler ve
gösterilen hassasiyet de buradan kaynaklanmaktadır. Kur’an-ı Kerimin ve
Hz. Peygamber’in Müslümanlara diğer dini toplulukla göre farklı bir
kimlik bilinci ve kültür değerleri kazandırmak için getirdiği ilke ve
uygulamalar düşünüldüğünde, yılbaşı kutlamalarının, sıradan bir kutlama
olarak algılanması ve tabii karşılanması mümkün olamaz.

Aksine, toplumumuzda kültürel tahribata, kimlik bunalımına yol
açtığı, yeni yetişen kuşakları kendi öz değerlerinden geleneklerinden
koparıp Batı’nın önce hayat tarzına alıştırdığı, sonra değer ve inanç
esaslarına sıcak bakmaya ve giderek onları benimsemeye götürdüğü
dikkate alınırsa, yılbaşı kutlaması, Noel ağacı süslemesi, Noel babanın
hediye bırakması gibi adetlerin terk edilmesi gerekir. Bunların hepsine
Hıristiyan emperyalizminin manevi fetih silahlarıyla Hıristiyan kültür
unsurlarının istilasının bir uzantısı olarak bakmak icap eder. Aynı
zamanda bu faaliyetler küreselleşme adı altında bütün dünyayı kuşatmaya
çalışan batı kültürünün propagandasını yapan çok iyi makyajlanmış masum
yüzlü zehirleyici bebekleridir.

Bunları söylerken sanılmasın biz batı medeniyetinin ürettiği
insanlığa fayda sağlayan ilme ve teknolojiye düşmanız. Bunlar alınmalı
ve geliştirilmelidir.

Ancak bizi kimliğimizden koparan ve kendimize yabancılaştıran
kültürel unsurlara karşı kendi değerlerimize sahip çıkmalı ve onları
yaşamalıyız. Burada Mehmet Akif’in dizeleri batıdan neyin alınıp
alınmaması gerektiği hususunda da ışık tutacaktır.

Fransızın nesi var? Fuhşu, bir de ilhadı;
Kapıştı bunları “yirminci asrın evladı!”
Ya Alman’ın nesi var? Zevki okşayan birası;
Unuttu ayran’ı matuhe döndü kahrolası!

Heriflerin, hani, dünya kadar bedayili var:

Ulumu var; edebiyatı var, sanayi var.

Giden, birer avuç olsun getirse memlekete;
Döner muhitimiz elbet muhit-i marifete.
Kuçak kuçak taşıyor olmadık mesaviyi:

Beğenmesen, “medeniyet!”” diyor, inandık, iyi!
Ne var, biraz da maarifi getirmiş olsa ..”desek:
Emin olun, size “hamallık etmedim?” diyecek.

Günümüzde toplumların kültürel değerlerini, hatta itikadi ve ahlaki
eğilimlerini, sahip oldukları hayat tarzı, ekonomik yapı, yerleşim ve
ulaşım imkanı, iklim ve çevre, eğitim, folklor, örf ve adet gibi ilk
bakışta konuyla ilgisiz bir çok husus derinden etkilemekte ve sonuçta
mekanizma kendi değerlerini üretmektedir. Avrupa’daki Müslüman – Türk
işçilerimizin çocukları ve torunlarının bu gün Batı’nın kültür ve
gelenekleri altında nasıl değiştiği iyi izlenirse toplumumuza yabancı
kültürlerden taşınan veya yabancı toplumlara özenti şeklinde başlayan
örf ve adetlere karşı duyarlı olunmasının önemi daha iyi anlaşılır.
Bunun için alınabilecek bir önlemde, kendi kültürel mirasımızdan ve
dini anlayış ve heyecanımızdan kaynaklanan değerleri, gelenek ve
adetleri iyileştirerek yaşatmaya ve geliştirmeye çalışmak olacaktır.

Sesli Düşünme Balonları – Yıl Sonu Envanteri

0
  1. Kimseye etmem şikayet seni ey milletim; tarihten başka..
  2. Varlığınızı neye borçlusunuz; satın aldıklarınıza mı?
  3. Dünyanın en kalabalık tarikatı; işkembevi`lerdir.
  4. Irak ne yana düşer usta? Bağdat ne yana?
  5. Yaşasın Hedonizm! Hedonlar yaşıyor.
  6. Tarih boyu hep sürülerimiz oldu. Şimdi de kendimizi güdüyoruz.
  7. Dünyayı yöneten bir ahtapottur. Kolları her yere uzanır ve vantuzları ekranlı.
  8. Aşırı doz özgürlük ve demokrasi Türk Milletini zehirlemiştir.
  9. Hayatını bir anlama satacak kaç kişi var çevrenizde? Veya var mı?
  10. Aslında dönen dünya değil; insanlar.
  11. Milletimi milletime rağmen seviyorum, ama nostaljik bir sevgi bu.
  12. Osmanlılarda sadrazamların devşirme olmasından şikâyet edenler bizi yönetenlerin milliyetinden emin mi?
  13. Avrupa`da yolda bir sigara izmariti bile bulamazsın diyenler, Türkiye’de atmayanlar mı?
  14. Hemşeri dernekleri köylülüğümüzün sigortaları. Kente tek direnç noktamız da o.
  15. Devlet küçülürse, onun boşluğunu doldurarak kimler büyür?
  16. Uçkuru çözülmüş bir ülke görmek isteyen beri gelsin.
  17. Halkı halka rağmen kurtarmak ironi değil, olmazsa olmaz ilk kuraldır. İmanla sabit..
  18. Yolda yürürken insancıkları niye ezmeye çalışıyorsun be insan!
  19. Bizim için önce biz geliriz. Bizim olmadığımız yerde kimse yoktur (!)
  20. Antenkent, betonkent, balkonkent, teraskent; gecekondu kültürümüzün damar çizgileri.
  21. “Her Görme Garibi” derken bizdik horlanan. Şimdi keyifle ve rövanş duygusuyla adamakıllı horlama sırası bizde.
  22. Amerikan kültürünün tecavüzüne uğradık. Nikâhla örtmeye çalışıyorlar.
  23. Fatih`ler yine İstanbul`u almaya niyetlense “oha, çüş” diyeceğiz. Bizans`la uzlaşma kültürümüz oluşmalı.
  24. Atatürk milliyetçiliğinden Amerika milliyetçiliğine.. Yeni evrim teorisi bu.
  25. Köpekleşerek yaşamak özendiriliyor: Yemek – içmek ve sokak ortasında oynaşmak.
  26. Puştlukta okeye dönüyoruz.
  27. Buş amca; 53. Eyalet Rize mi olsun Kayseri mi?
  28. ‘Bütün renkler aynı hızla kirleniyormuş; birinciliği’ Türk Milleti`ne vermişler.
  29. Ses ver ey halkım! Kabirden aranıyorsun.
  30. ‘Önümüz tutanmış ne gam: Nuh`un Gemisidir vatan !’

Asude Ayrılık 2

0

Ölümden kaçış yok, kurtulan yok; öyleyse nasıl, nerede, ne zaman
ölmek istersiniz? Şehitlik, dünya hayatı için güzel bir sondur. İnançlı
insan açısından Arafat’ta, Kabe’de ölmek de güzeldir. Bunun dışında
ortalama insan ömrünü fazlasıyla yaşamış biri olarak yumuşacık
yatağında, başında sevenlerin olduğu halde, Kuran-ı Kerim okunarak ve
ağzına su verilerek ölmek ister insan. Babam, kişinin idealize ettiği
bu ölüm şeklini yaşadı Kurban Bayramı’nın dördüncü günü.

Ablamızı kaybetmiştik Ramazan’ın son on günü içersinde. Henüz acısı
silinmemişti yüreğimizden onun. Ölüm sonrasındaki hayata göre bir
yaşantısı olduğu için “Asude Ayrılık” isimli bir yazı yazmıştım onun
hakkında. Ayrılığı, onun için güzeldi, bizi eleme boğdu; varlığını
değil hatıralarını solumak zorundayız şimdi.

Yaşlılık, hastalıktır. Üzerine felç ya da parkinson gibi hastalıklar
da binerse zor geçer günler. Doğan her gün, yeni bir sıkıntının
başlangıcıdır. Milim milim, saniye saniye bittiğini görürsünüz
bedeninizin ve zamanınızın. Günler geçmez ıstırabınızdan dolayı.
Ölümden korkarsanız, çabuk tükenir yıllar. Babam, hiç korkmadı ölümden.
Bedeninin tükendiğini görüyor, sayılı günlerinin azaldığını biliyordu.
Tamahkâr değildi; dünyalık hedefler koymamıştı kendisine. İbadetlerinde
ruhsatlarla yetinmezdi. Kulluk bilinci yüksekti, kul hakkından
korkardı. Bana son öğüdü “Sakın oğlum kimseye haksızlık yapma.”
olmuştu.

Bayram’ın ikinci günü bayramlaştım kendisiyle. “Kurbanını kestim,
bayramın mübarek olsun.” dedim. Bir gözü kapalıydı, diğer gözünü açtı,
bir sağa bir sola çevirdi. Beni anladığından emin değilim. Son iki günü
hiç yemek yemedi, sadece su içti. Sekerat dönemine girmişti ölümünden
beş saat önce. Birkaç gün önceki hırçınlığı yok olmuştu. Teslimiyet
halindeydi. Nefes alış verişi bazen düzenli, bazen bozuktu. Kardeşim ve
ben başucunda Kuran-ı Kerim okumaya başladık. Bir yandan okuyor, bir
yandan ağzına pamukla su veriyorduk. Suyu içemiyordu, sadece dudakları
ıslanmış oluyordu. İkindi vakti gireli yarım saat olmuştu ki hırıltısı
kesildi, nabzı düştü. Beşinci kez okuduğum Yasin suresinin ikinci
sayfasının ortalarındaydım. Komşumuz Yaşar Teyze: “Oğlum Kadir, baban
gidiyor.” dedi. Elimde ıslak pamuk olduğu halde bir gözümle ayetleri
okuyor, bir gözümle babama bakıyordum. Hafif bir nefes aldı ve o nefesi
ciğerlerinde bıraktı. Bir daha nefes alamadı. Kardeşim ağlamaya
başladı, ona sarıldım. Annem yan odadaydı. Yaşar Teyze’ye: “Sakın
anneme bir şey söyleme!” dedim. Gittim, anneme sarıldım. Annem ne
olduğunu anladı, ağlamaya başladı. Ağzımdan çıkan, “Anne, artık babam
yok; sen ve biz varız, ilahi takdir böyleymiş, babam Allah’a kavuştu.”
cümleleriydi.

Ölümüyle, babamın, bizde manevi boşluk bıraktığı inkâr edilemez; ama
onun ölümüne hiç üzülmedim. İnsanı ürküten ölüm realitesinden başka
onun ölümüne üzülmeyi de anlamsız buluyorum. İnsan, ıstırap çeken
birine acıyabilir, üzülebilir. Üzüntünüz, ölenin ıstırap çekeceği
inancına dayanıyorsa, saygıya değerdir. Bunun dışındaki üzüntünüz,
sizin kendinizi düşünmenizle yani bencilliğinizle ilgilidir. Ben,
babamın, yeni hayatında ıstırap çekeceğini sanmadığım için, ölümüne hiç
üzülmüyorum. Sonsuz olduğuna inandığımız ahiret hayatına elinden
geldiğince hazırlık yapmıştı. Ölüm, ruhun beden kafesindeki askerlik
sürecini tamamlayıp terhis olmasına benzetilirse, babamın ölümü, bir
terhisti. Ruh, artık özgürdü. Bedenin ne kıymeti vardı? O, et ve
kemikti. Dünya insanı, ruhun ete ve kemiğe bürünmesini değil midir?
Ruhun, bedeni terk etmesi, askerin üniformasını çıkarması gibidir.
Askerlik görevini bitiren biri bu kıyafetini çıkarmaktan şikâyetçi olur
mu? Artık onu özgür bir yaşam bekliyor. Babam, inanıyorum ki, şimdi
özgürlüğü doyasıya yaşadığı dünyasından bizi seyrediyor. Belki de o
bizim için üzülüyor. Biz mutlaka üzüleceksek, üzülenecek obje ölen
değil, kendimiz olmalıyız.

Ölüm gecesine “Şeb-i arus” (düğün gecesi) diyen Mevlana gibi
yaklaşırsak korkulacak bir tarafı yok ölümün. Bu gecede sevgililer
birbirlerine kavuşurlar. Ruhun bedendeki esareti bitmiş, birbirini
sevenler ayrılık çilelerini doldurmuşlardır. Bedendeki parça ruh,
bütünle buluşmuştur. Öyleyse niçin istenmesin ölüm? Ölümü bize korkunç
kılan, ölüm sonrasının bilinmez olmasıdır. İnanan biri için bu korku da
yersizdir. Çünkü o, kendine, ölümden sonraki yaşamın dünyadaki
yasalarına uygun bir yaşam kurmuştur. Şu halde ölümden korkmanın
mantığı yoktur. Babam, bu algılamanın modeliydi.

Ölümüyle “asude bahar ülkesi”nde yaşamaya başlayan babama, rahmet,
geride kalan bizlerin de ölüm gerçeğinden ibret almasını diliyorum.

Maksatlı Tarih Tezleri

Zaman ve şartlar insanları olduğu kadar kuruluşları da
değiştirebiliyor. Geçenlerde bir Vakıfta iki gün devam eden bir
toplantıda bulundum. Oturum Başkanlığına; Türkiye Cumhuriyetinin
kuruluş felsefesine aykırı, milli tarih teziyle ters düşen, Türk
tarihini Orta Asya bağlantısından koparan ve sadece Anadolu ile
sınırlandıran, Anadolu’da yeni soy ve atalar arayan ve benimseyen
Anadolu medeniyetleri tezini öne çıkarıp Osmanlıyı ve Selçukluyu birer
hâkim kültür olmaktan uzaklaştırıcılığı ile tanınan bir bilim adamı
getirilmişti. Demek ki; bu sağ eğilimli Vakıf bu çizgilere gelebilmiş
veya getirilmiş. Burada önemli olan farklı görüşe sahip olmak değildir.
Önemli olan bu görüşlere sahip olan bir kimsenin oturum başkanlığı ile
taltif edilmiş olmasıdır. Acaba 15-20 sene önce bu ve benzeri örnekler
görülebiliyor muydu?

Türk Tarih ve Medeniyetini Orta Asya bağından kopararak sadece
Anadolu ile sınırlandırmak ve Anadolu’da bizim de koruyup kolladığımız,
rakip görmediğimiz Anadolu medeniyetlerini esas alarak yeni soy ve
atalar arayışına çıkmak, tarihi süreci bir yerde kesip geçmişi reddetme
çabasıdır. Acaba başkaları neden bizim atalarımızı da ata kabul etmez,
biz sadece Yunan’ın atalarını sahiplenmeye özeniriz. Kaldı ki; bazı
Yunan filozofları (Eflatun vb.) ve fikir adamları bile kendi atalarını
reddederken…

Biz Anadolu’da yaşamış, Anadolu’ya katkı yapmış hiçbir topluluğu
reddetmeyiz. Ancak, bunları reddetmemekle beraber; Anadolu’da
Selçukluyu ve Osmanlıyı ve günümüzde de Cumhuriyet Türkiye’sini hâkim
kültür olmaktan uzaklaştırıcı çarpıtmaları da kabullenemeyiz. Gerek
savaş, gerek barış dönemlerinde kültürün maddi ve manevi unsurlarıyla
karşılıklı alışverişler olmuştur. Kültür ve medeniyetler birbirine
kapalı değildir. Ancak, bu alışverişler Anadolu’da Türk kültür ve
medeniyetini dışlayamamış ve sürmesini de engelleyememiştir. Hâkim
kültür; yaşar, yaşatır, korur ve kollar. Karışmışlık (amalgamation)
iddiaları hâkim kültürü dışlamanın bir başka yoludur. Eğer biz
İspanya’da, Endülüs’te yapılan kültürel soykırımı, Anadolu’da ve
Balkanlar’da yapmış olsaydık; bugün ne Anadolu medeniyetleri ifadesi
kullanılabilir, ne de Balkanlar’da bizim dışımızda izler kalabilirdi.

Anadolu’da Türkler 1071 öncesi de vardılar. Türk topluluklarını
sadece göçebe olarak kabul etmek de yanlıştır. Çünkü, Batılı evrimci
değişme kalıplarının aksine; Türk tarihinde hem göçebelik, yarı
göçebelik; hem de yerleşik hayat birlikte yaşanmıştır. Bugün Anadolu’da
bunun izleri hala devam ediyor. Aslında, sadece göçebe toplulukların
geleceğe tarihi belge aktarmaları da zordur. Milli kültürümüzün bazı
maddi ve manevi öğelerine bizim dışımızda sahip arama da eksik bir
yaklaşımdır. Kendi atalarını bırakıp başka atalar aramak gibi… Bazı
maddi kültür unsurları, yediğimiz, içtiğimiz, kullandığımız maddeler,
eşyalar başka kültür ve medeniyetler tarafından da kullanılmış
olabilir. Önemli olan; bunları farklı kullanma üslubunun bulunup
bulunmamasıdır. Zeytinyağını, zeytin yetiştiren genelde Akdeniz
ülkeleri kullanır. Ancak, bu Türk mutfağında bize özgü isimlendirilmiş
yemeklerde bir şekil ve tat alır. İmambayıldı da, zeytinyağlı dolma
örneklerinde olduğu gibi…

Bu kadar iyimser ve başka kültür ve medeniyetleri öne çıkarmada
bonkör davrananların, özellikle bazı komşu ülkelerin tavırlarından
habersiz olmamaları gerekir. Kıbrıs Rum Kesimi’ne gitmek isteyen bir
turist KKTC’den bir eşek alır. Bu eşekli turist Rum Kesimi’ne sokulmaz.
Yine KKTC’den alınan bir köpeği ülkesine götürmek isteyen Güney
Kıbrıslı bir Rum’a müsaade edilmez ve yakılır. Hayvanların ve
portakalların bile milliyetini tayin edecek kadar şövenist ve ırkçı Rum
tarafının bulunduğu göz ardı edilebilir mi? Yunanistan’ın en son Türk
lokumu ve diğer bazı bize özgü tatlı ve yemeklerin patentini aldığı,
“Bunlar da Türklerin mutfağıdır, bunları kabullenelim” demediği
bilinmektedir. Bir Türkün buluşu olan “Behçet hastalığı”nın bulunuşunu
takdir edip bunu Türk’e etiketlememişler, bu hastalığa kendi
dillerinden bir isim bulmuşlardır.

Anadolu rahatsız edilmeye müsait bir coğrafyadır. Eğer savaşta
kovduklarımızı barışta tekrar bu coğrafyaya davet etmek istemiyorsak;
barış içinde caydırıcı olacaksak, yabancılara yeni tapular vermek
niyetinde değilsek, ölçüyü de kaçırmamamız gerekir. Kimseyi ne inkâr
edelim, ne de yaşadığımız coğrafyayı sahiplenmede tahrik edelim.
Kimsenin yapmadığı gibi…

AB Hayalimiz(Ne Olacak Halimiz?)

Avrupa Birliği (AB) üyesi devlet liderleri, geçtiğimiz yıl Fransa ve Hollanda da reddedilince kadük hale gelen, AB anayasasının yerini alacak “Lizbon Antlaşmasını” 13 Aralık’ta imzaladı.

Fransa’nın baskısıyla zirve sonuç bildirgesinden Türkiye’nin üyeliğini çağrıştırdığı için “katılım” sözcüğü çıkarıldı. Bahçeşehir Üniversitesi öğretim üyesi, AB uzmanı Cengiz Aktar’a göre “Türkiye-AB ilişkileri 1999 öncesine döndü.
Türkiye’nin adaylığının resmen tanındığı 1999 Helsinki Zirvesi ve
2004’te karşılıklı müzakereleri başlatma kararının yeniden
sorgulanabilir hale gelmesi demek bu. Böyle giderse 2008 sonunda
Türkiye’den hiç bahsedilmeyecek bile.”

Ben AB’nin Türkleri geri zekâlı yerine koyan ikiyüzlü politikaları
yerine gerçek niyetini açıkça ortaya koymasından şikâyetçi değilim.
Ancak müzmin AB taraftarlarında yaşanan bu gelişme büyük hayal
kırıklığı yarattı. Hem de Türkiye’de AB’nin öncüsü olan devletlere ve
AB kurumlarına olan güvensizlik iyice artmışken.

Daha bu gelişme olmadan eylül ve ekim aylarında AB genelinde ve aday ülkelerde yapılan AB’nin Eurobarometre araştırmasının sonuçları da 18 Aralık’ta açıklandı. Eurobarometre araştırması, Türkiye ve KKTC halkının ilk kez AB üyeliğine sırt çevirdiğini gösterdi.

“Eurobarometre sonbahar araştırmasına göre, Türkiye’de AB üyeliğine destek verenlerin oranı, son bir yılda yüzde 54’ten yüzde 49’a geriledi.

“Eurobarometre araştırması, Türklerin AB kurumlarına güvenmediğini çok net şekilde ortaya koyuyor. AB bürokrasisinin toplandığı AB Komisyonu’na duyulan güven, AB ortalamasında geçen yıl yüzde 48 iken bu yıl yüzde 50’ ye çıkıyor; KKTC’de yüzde 40’ tan yüzde 29’a ve Türkiye’de yüzde 32 seviyesinden yüzde 17’ye iniyor.”

“Araştırmada Avrupa Parlamentosu’na (AP) duyulan güvense AB ortalamasında yüzde 55, KKTC’de yüzde 33 ve Türkiye’de yüzde 20 düzeyinde bulunuyor.”

”Geçen yılki araştırmada, AP’ye güven AB ortalamasında yüzde 52, KKTC’de yüzde 42 ve Türkiye’de yüzde 34 olmuştu. Bir bütün olarak AB’ye yüzde 25 güven duyulan Türkiye’de ulusal kurumlara (hükümete, TBMM’ne) yüksek güven duyulduğu görülüyor.”

Bu gelişmelerin akabinde, AB taraftarları önce derin bir moral
bozukluğu yaşadıktan sonra yeniden kamuoyunu etkileme çalışmalarına
başladılar. Hem laik ve hem ulusalcı/milliyetçi olanlarla, AKP
taraftarlarına yönelik propagandaya yöneldiler. Tezleri yine aynı:

AB, bir sistemdir. Her üye ülkenin çıkarlarını
koruyan, zenginleşmelerini sağlayan bir yapıdır. Bu binaya giriş
koşulları ve binada yaşama kuralları vardır. (Bu kuralların Türkiye
için devamlı değiştirilmesine ne demeli? R.S.) Öncelikli ve vazgeçilmez
ilkesi üyelerin laik-demokratik bir sistemle yönetilmeleridir.”

AB’de kilise veya cami ülke yönetemez.(Laik/ulusalcıların vehimlerinin ilacı AB!).. Asker politikaya karışamaz. Darbe yapılamaz.” (AKP yandaşlarının korkusunun çaresi de AB!.. Görüyorsunuz ki AB herkesin derdine deva.)

“Türkiye giderek muhafazakârlaşıyor. Bütün anketler bunu
gösteriyor. Demek ki, siyasi partiler de bundan böyle dindarlaşacaklar
ve milyonların beklentilerini karşılamaya çalışacaklar. İlerde, bu partilerden biri çıkıp, bir adım daha atıp din unsurunu ülke yönetimine tam anlamıyla sokmak istediğinde ne olacak?

Bu gidişe laik medya mı karşı çıkacak? Silahlı Kuvvetler mi dur diyecek? Darbe yapıp, milyonları tanklarla mı korkutacağız? (ABD’de de muhafazakârlık yükseliyor. ABD’de darbe olmaması ve laik kalması için AB’ye üye mi olsa acaba?)

Böyle bir olasılığa sadece AB direnebilir.
Bunun koşulu da tam üyeliktir. AB ancak tam üye durumuna girmiş bir
Türkiye’ye güvence sağlayabilir… Türkiye yeter ki AB kulübüne girip
koşullarını yerine getirsin, kimse bizi kapı önünde bırakmaz. (M.Ali Birand 21.12.2007)

Özetle deniyor ki, Türk halkına güven olmaz. (Kendi haline bırakırsan ya davulcuya, ya zurnacıya kaçar.) Türkler
ne kendilerini yönetebilir, ne demokrasiyi becerebilirler. Onların
laik-demokratik bir sistemle yönetilmeleri için bir vasiye (AB) ihtiyaç
vardır
. (Vesayetle demokrasi nasıl bir arada olur, ABD’nin Irak’a getirdiği cinsten bir demokrasi mi acaba?)

Bu anlayış “manda ve himayeciliğin” yeni sürümü değilse nedir?

En çok da neye bozuluyorum biliyor musunuz? Türk milletinin bu kadar
aşağılanmasına ve “kapı önüne konulmayan” ev köpeği olmaya razı bir
anlayışın Atatürkçülük satmasına. Türk milletine güveni en büyük sermayesi ve “tam bağımsızlık hedefi” ideolojisinin temeli olan Atatürk’e bu kadar hakareti kaldıramıyorum.

2008 Yılına Girerken

Her yeni yıl yeni başlangıçları da beraberinde getirir. Yeni şeyler ise insana hareket kazandırır ve mutluluk verir.

Bir yıl daha iyi ve kötü izleriyle yaptıklarımızla
yapamadıklarımızla, elde ettiğimiz başarılar veya başarısızlıklarımızla
geride kaldı. 2007’ye güneş battı şimdi ise 2008’e doğacak.

Bu yeni takvim yılında insan kendini yenilemeli, yeni başlangıçlar
oluşturmalı, kendine çeki düzen vermelidir. Fikir olarak, beden olarak,
giyim olarak, yapılan iş olarak her konuda farklı bir yerde olmayı
arzulamalıdır.

Kişi geçmişte yaptığı işleri gözden geçirmeli, geçmişte yapılanların
ve yapabileceklerin, olumlu ve olumsuz durumlarını, fırsatlarını ve
tehditlerini bugün değerlendirmeli ve geleceğe öyle bakmalıdır.
Geçmişte yaşamış olduğu başarısız ve olumsuz sonuçlara karşı üzüntü
içerisinde olmak yerine bunlara tecrübe gözüyle bakmasını bilmelidir.
Başarılı ve olumlu geçen bir dönem ise avuntu durumuna gelmemeli ve bu
başarılar gelecekte elde edilecek başarıları da gölgelememelidir.
Yaşananlar geleceğe karşı sadece ışık tutmalıdır.

‘’Tebdili Mekanda Ferahlık Vardır’’ sözü bize, rahat olmadığımız bir
durumdan kurtulmak için bulunduğumuz yerin değiştirilmesi, farklı bir
yere ve ortama geçilmesi durumunda bu sıkıntıdan kurtulup rahatlığa
varılacağı müjdesini veriyor.

Yeni bir mekanda olmak bizim eski durumumuzu değiştirmez. Fakat yeni
ortamlar yeni imkanlar, yeni fikirler ve yeni fırsatlar sunar. Bu da
içinde bulunduğumuz buhranlı dönemden çıkmamıza olanak tanır ve yeni
fikirler için düşünme imkanı sağlar. 2008’ e de bu gözle bakmalıyız.

Yıllar geçtikçe zirveye çıkılan yolda ömrümüze bir yıl daha
ekleniyor, tecrübelerimiz bir kat daha artıyor, görüş açımız biraz daha
genişliyor. Fakat varılmak istenen hayaller ve hedeflere giden yolda
sürekli aynı tempoda ilerlemek, daha hızlı koşmak varken, insanın
gerilediğini ifade eder. Bu sebeple tempo artırılmalı, ilerleme hızı
bir öncekinden daha fazla olmalıdır.

Yeni dönemde her kişi 2008 mali yılını kendine başlangıç olarak
kabul edip, içinde bulunduğu ortamı değiştirip kendine farklı
yetkinlikler katmalı, farklı donanımlar elde etmelidir. Kendi ilmini,
işini yenileyerek; çevresine, bilime ve insanlığa artı değerler
sunmalı, bulunduğu ortama sınıf atlatmalıdır. Hiçbir şey yapamıyorsa en
azından olduğu yerde zıplamalıdır.

Yeni başlangıçlar oluşturarak kendimizi yenilememizi dilerim.

Terör ve AB

Kurban Bayramınızı tebrik ederim. Aydınlar Ocağımızın “Türkiye’de
Terör” konulu Açıkoturumu oldukça başarılı geçti. Toplantıya E. Alb.
Erdal Sarızeybek, Doç Dr. Emin Gürses ve Prof. Dr. Ömer A. Aksu
katılmışlardı. Bundan önce olduğu gibi, bu toplantının da Yeniçağ ve
İstanbul TV’lerinde yayınlanacak olması, toplantıların binlerce kişiye
ulaşmasını sağlamaktadır.

Türkiye’ye karşı farklı dönemlerde farklı terör örgütleri
kullanılmaktadır. Silahlı terörün yanısıra silahsız bir terör çeşidi
olan Türk kimliğine karşı açılmış psikolojik savaş, Türkiye’nin
Balkanlarda, Kafkaslarda, Ortadoğu’da ve Avrasya’da siyasi
tesirliliğini azaltmayı hedeflemektedir. Türkiye; Türkiye olarak
kaldığı sürece milli ve üniter yapısını hedef alan terör olaylarıyla
karşılaşacaktır. Önemli olan ülkeyi yönetenlerin yanlış yapmaması,
oyunlara ve oyalamalara fırsat vermemesidir.

Terörün hedefi ne bölgesel az gelişmişliği gidermek, ne de insan
hakları ve kültürel haklardır. Demokrasi ve insan haklarını bir örtü
gibi kullanan terör örgütü, daha fazla demokrasi ve hürriyetleri
genişletilerek engellenemez. Bu aşırı ve iyimser romantik, çapsız
siyasetçilerin çözüm zannettikleri bir oyalamadır. Türkiye’deki terör
örgütü ve onun Meclisteki destekçileri, Kürt diye isimlendirilen
vatandaşlarımıza da karşıdır. Örgüt, her şeyden evvel uyuşturucu, beyaz
kadın ticareti, mafya, akaryakıt gibi yasa dışı menfaatlenme olayıdır.
Örgüt, bazı Kürtleri figüran gibi kullanmaktadır. Buna âlet olan da
zannedildiği kadar fazla değildir.

9 Aralık 2007 tarihinde Irak’ın Kuzeyine yapılan hava harekâtı gayet
tabii önemlidir. Ancak, örgütün arşiv ve kasasına ulaşılmalıdır.
İktisadi kaynakları içerde ve dışarıda hedef alınmalıdır. Emirle yarım
bıraktırılan operasyonlar unutulmamıştır. Türkiye harekete geçmekte geç
bile kalmıştır. Diplomatik yoldan caydırıcılığını zayıflatmıştır.
Ancak, bu harekâta müsaade edenler, Türkiye’ye karşı şimdilik örgütü
kullanmaktan vazgeçip onu İran’a karşı kullanmaya devam eden
müttefikimiz, bunun karşılığında bizden hangi tavizleri koparmıştır?
Kendisine yönelen terör tehdidine karşı neden siyasi çözüm peşinde
olmamıştır? ABD yetkilileri bizden hâlâ askeri değil, siyasi çözüm
beklemektedirler.

Irak’ın Kuzeyinde bölgeyi kontrol edecek yeni Müslüman İsrail’e ve
kukla devlete müsaade edilmiş midir? Türkiye’nin yapısına uymayan bir
federasyon tavizi mi verilmiştir? İleride bu kukla devlet ile
konfederasyona mı gidilecektir? Bunlar bugün açık değil. Bugün PKK’yı
İran’a saldırtanlar gerektiğinde Barzani’ye karşı da bir tehdit unsuru
olarak kullanacaklardır. Bizim için asıl tehlike; Irak’ın Kuzeyindeki
siyasi tezgahtır. Sürekli PKK kullanılarak bu tezgah gözden uzak
tutulmaya çalışılmıştır.

İspanya’da bölücü teröre karşı olan AB, Türkiye’deki ırkçı bölücü
terörün destekçisi olduğunu Avrupa Parlamentosunda Interpol tarafından
kırmızı bültenle arananları misafir ederek ve konuşturarak
göstermiştir. İşbirliği açıktır. Gerek AB İlerleme Raporlarında, gerek
diğer belgelerde Türkiye’nin milli ve üniter yapısının hedef alındığı
ortadadır. Hayali bir AB üyeliği canlı tutularak Türkiye tanınmaz hale
getirilmektedir. Sözde Uyum Yasaları, İkiz Yasalar ve en son ısmarlama
Anayasa Taslağı bunun örneğidir. AB, ne üyelik, ne de katılma konusunda
Türkiye’ye yeşil ışık yakmıştır. AB, Belçika ve İspanya’da olduğu gibi
birleştirmiyor, bölüyor. Siyasetçinin ve medyanın yalanları ve AB
hikayeleri gün ışığına çıkmış, ekranları kirleten malum Brükselci
tosuncuklar ortalarda görünmez olmuşlardır. Yol bitmiş olmasına rağmen,
ülkeyi yönetenler “biz yolumuza devam edeceğiz” demektedirler. Sonucu
ortaya çıkan bu tezgah karşısında devletin politikası değişmeyecek
midir? Eve değil; ama dağa çıkış afları sürecek midir?

Sayın Başbakan, “biz de durduk yerde onlara operasyon yapmayız”,
“PKK’nın cenaze töreninde bayrağını açması da, F-16’ların alçaktan uçuş
yapması da yanlış”, “Türkiye sadece Türklerin değildir” gibi beyanlara
devam edecek mi?

Geçenlerde kaybettiğimiz Hocaların Hocası Prof. Dr. Sabahattin
Zaim’i saygıyla ve rahmetle anarım. Bu vesileyle rahmetli Prof. Dr.
Ayhan Songar’ın bir sohbette ifade ettikleri aklıma geldi. Bir Kahire
seyahatinde vakit ezanı okunur, Hoca camiye girer ve namazını kılar.
Çıkışta turistlerin müezzini çağırarak ilginç buldukları ezanı para
karşılığı tekrar okumasını istediklerini görür. Müezzin, ezanı tekrar
okur ve Hoca bize şu soruyu sorar: Türkiye’de bu çirkin örnek
görülebilir mi?