22.7 C
Kocaeli
Salı, Eylül 23, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1282

Yabancı Mahalle Baskısı

Yabancı “Mahalle baskısı” tartıştırmaları gündemi oldukça meşgul etmektedir. Bir dönem abartıları ile muhafazakâr kesim üzerindeki baskı ve insanların hür iradesini sınırlayan örnekler esas alınarak mahalle baskısından bahsedilmiştir. Daha sonra bir başka araştırma ile bu bulgular yön değiştirmiştir. Bu defa Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkelerine, kuruluş ve var olma gerekçesine, milli kimliğimiz olan Türk kimliğine, Cumhuriyete, milli ve üniter yapıya bağlı olanlar üzerinde bir baskı ortaya çıkmıştır. Ancak bu özelliklerin hepsinin yerine lâik olma sebebi öne çıkarılmaktadır.

Günümüzde Türkiye Cumhuriyeti’ne başta Anayasası olmak üzere yön değiştirilmek istendiği, temel giriş maddeleri ile oynandığı, dış dayatma ve baskılar ile terörle mücadele, vakıflar ve TCK’nin 301. Maddesi başta olmak üzere; bazı zorlamaların yapıldığı görülmektedir. Milli ve üniter devlet yapısının bozulması için ortaya konulan ve ihanete varan teklif ve düzenlemelere karşı duranlara son bir senedir yargısız infazların yapıldığı, tutuklamaların ve ev aramalarının sürdüğü görülmektedir.  Hukuk devletinin herkese lazım olduğu düşünülürse; özgürlükleri kısıtlayan ve hukuk devletini yıpratan siyasi baskılardan bağımsız olmayan bu çirkin örnekler de birer “mahalle baskısı”dır.

Ancak yukarıda belirttiğimiz baskı örnekleri sadece bizim ve iç mahalle baskısı olarak da ele alınamaz. Bu baskı sindirme ve bastırma hedefli çabaların altında bir “yabancı mahalle baskısı” olduğu gözardı edilemez. Gerek AB-Türkiye ilişkileri olmaktan çıkıp AB emir ve dayatmaları şekline dönen ilişkiler, gerek tek patron ABD’nin ve Büyük Orta Doğu Projesi’nden kaynaklanan baskılar, yerli ve milli kalabilmiş unsurlar üzerinde işleme konmuştur. Bu yabancı mahalle baskısını ve dış dinamikleri hesaba katmadan sadece iç dinamikler ile ortaya çıkan mahalle baskılarından bahsetmek gerçekleri örtmektir.

Aslında tarih tekerrür ediyor. İkinci Dünya Harbi sonlarında uzun yıllar Almancı ve Almanlara hoş görünmek için çeşitli yayınlar yapanlar, siyasi tavır alanlar, Rusya içlerinde Almaların bozguna uğramasından sonra birden yön değiştirmişlerdir. Bu defa Sovyet Rusya’ya yaranabilmek uğruna; siyasi beyanlar ve yayınlar, milliyetçi aydınlara yapılan baskı ve işkenceler birbirini izlemiştir.  3 Mayıs 1944 Türkçülük davası unutulmamıştır.

Günümüzde; ülkeleri bölen, iktisadi hayatı iflas ettiren, ekonomik ve finans kuruluşlarını küresel sermayeye özelleştirme şeklinde peşkeş çektiren, üye ülkeleri üye olduğuna pişman eden AB’nin dayatmaları bir bir gerçekleştiriliyor. Macaristan’daki siyasi ve iktisadi çöküş Letonya’da zirveye çıktı. Sanayi ve finans kuruluşları bir bir yabancıların eline geçen bu ülke Abramoviç’e başvurarak ülkelerinin satın alınmasını istediler. Önümüzdeki yıllarda Yunanistan ve tam üye bile olmadan Türkiye de aynı tehlikelerle karşı karşıyadır. Hiç kimse “üye olmasak da AB standartlarını tuttururuz” karartması yapmasın.

Türkiye mahalli ve etnik dillerin kullanımına çekince koymuş olmasına rağmen; devletin televizyonu olan TRT’de Kırmançca adı altında 24 saat yayına geçiliyor. Bazılarının Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun kaldırılmış olmasından istifade ettikleri anlaşılıyor. Demek ki bu yasayı bunun için kaldırmışız. Devletler etnikliğe, etnik dillere göre değil; ortak milli değerlere ve devletin resmi diline göre yayın yaparlar. Devletin dili bayrak ve hükümranlık göstergesi olan para basımı gibidir. Türkiye’de Kürt adı verilen bir kısmı Kürtleşmiş Türkmen Aşireti olan insanlarımızın devlet televizyonun eli ile ötekileştirilmesi bir Anayasa suçudur. Anayasanın giriş maddeleri ve üstelik TRT Yasası çok açıktır.  Ama emir büyük yerden gelince; yasa ve anayasa dinlenmemektedir.

Sosyal bütünleşme; boy, aşiret, mezhep, kabile ve etnik taassubun ortak milli mutabakat ve değerlerin önüne geçirilmesi değildir. Bütünleşme etnik ırkçılığın, kendi kendinin ötekileştirmenin aşılmasıdır.  İlkel etniklik dediğimiz etnik merkezli taassubun (etnosantrizm)in bütünleşmeyi değil; farklılıkları kutsallaştırarak çözülmeye sebep olacağı gözardı edilemez. Güney ve Kuzey Kürdistan laflarının, federal yapı ve toprak talebinin gündeme getirildiği bir ortamda bu gaflet affedilemez. Bu çarpık uygulama Irak’ın Kuzey’indeki uluslaşmayı ve siyasi yapılanmayı güçlendirip Türkiye sınırlarına taşan bir merdiven olacaktır. Her ciddi devlet ne yapıyorsa biz de onu yapalım. Çözülme ve ufalanmayı sosyal bütünleşme zannetmeyelim. En son Gazze’de yüzlerce sivil insanın ölümüne, binlercesinin yaralanmasına sebep olan soykırımı İsrail’in savunması olarak değerlendirenlerin oyununa gelmeyelim.

Hazımsızlık Üzerine

O akşam önüme kuru fasulye yemeği konduğunda önce gözlerim bayram etti, sonra burnum. Özlemişim meğer. Yanında kuru soğan eksik olmamalıydı. Onu da katık ettim yemeklerin şahı kuru fasulyeye. Yedikçe yedim; Lezzet, tarifsizdi. Alnımdan, göz kapaklarımın altından buram buram terler çıktı. Aldığım haz, bütün bedenimi sarmıştı. Üzerine birkaç bardak şekersiz çay, yetmişti bir günlük yorgunluğumu almaya.

Fazla yemek, yorgunluk; erken yatırdı beni o gece. Gecenin ilerleyen saatlerinde sancı hissettim bağırsaklarımda. Gördüğüm kâbuslarla uyandım. Bağırsaklarım şişmiş, bedenim şakır şakır terlemişti. Bir sağa bir sola dönüşlerim, sıkıntımı azaltmıyordu. Yaşadığım depresyonun adı, hazımsızlıktı. Akşam yediklerim, anlaşılan o ki, bende biyolojik hazımsızlığa yol açmıştı. Kendimi yeterince tanısaydım, sınırımı bilseydim, hazlarımın esiri olmasaydım,  açgözlülük yapmasaydım; bedenim bu işkenceye girer miydi, uykum kâbusa dönüşür müydü? Şüphesiz, hayır.

Hazımsızlık, tıbbi açıdan “yenen yemeğin midede yeterince eritilememesi sonucu ortaya çıkan rahatsızlık” olarak tanımlanıyor. Hazımsızlık, “midede dolgunluk hissi, ağrı ve yanma; karında şişlik, geğirme ve gaz çıkarma; kabızlık; nadir durumlarda ishal” gibi sonuçlar doğuruyor. Hazımsızlık, kalıcı olmayan bir rahatsızlık türü. Sonuçları, kişinin daha çok, kendisini ilgilendiriyor.

Hazımsızlık, yenen bir şeyi hazmedememektir. Hazımsızlık, bir gıdayı ya da durumu sindirememektir, kabullenememektir; biyolojik düzenimizin bozulması, bedenimizin tepki göstermesidir. Peki, hazımsızlık, sosyal hayatımızda yaşanırsa ne gibi sonuçlar doğurur?

Mevlana’nın, “Nice insanlar gördün üzerinde elbise yok, nice elbiseler gördüm içinde insan yok.” sözünü hatırlayalım, çevremize bir göz atalım. Kişiler vardır; .bulunduğu makamdan, sahip olduğu servetten, edindiği çevreden dolayı kendisine saygı gösterirsiniz, o sizin beklemediğiniz bir anda konumuna veya sizin beklentilerinize uymayacak bir davranışta bulunur. Bunun adı hazımsızlıktır. Kerli ferli dediğimiz tiplerdendir o, entelektüel bir görümü vardır onun; öyle bir laf eder ki “Dağ fare doğurdu.” demek zorunda kalırsınız Emeksiz kazancın içinde bulmuştur kendisini, servetini israf derecesinde harcar, adeta düşmanıdır parasının. O da hazımsız bir tiptir. Zenginliğini megalomanlığının merdiveni yapar, üzerinde yükselir de yükselir. Bilmez ki yükseldiği merdiven bir gün altından kayacaktır. Makam verilmiştir insanlara, bir kurumu yönetsin ya da temsil etsin diye. Vizyonuyla, insan ilişkileriyle, ufkuyla kaldıramaz temsil ettiği makamın yükünü. Bir hazımsızlık doğurmuştur onda o makam. Verdiği zarar sadece kendisine de olmaz; çevresine de zarar verir. Kaybedilen zamanın yok olmasının, kendisine bağlanan ümitlerin kırılmasının sebebidir o. Pek de farkında olmaz bazen bu tür insanlar hazımsızlıklarının. İhtirasları perde olur hazımsızlıklarını görmelerine veya kabullenmelerine. Düştükleri boşluk, bir gün onları hayata küstürecektir; ama onlar bunu öngöremezler.

Bilinen hikâyedir: İki kediyi iyi bir eğitimle garson yaparlar. Gösteriye çıkarılır iki kedi. Büyük bir sükseyle servis hizmeti yapan kedilerin önüne zeki biri, bir fare bırakır. Sözde iyi eğitilmiş bu kediler birden ellerindeki tabakları, bardakları fırlatır, süslü halleriyle farenin peşine düşerler. Kediler, iyi bir eğitimden de geçmiş olsa, yeni konumlarını hazmedememişler, özünde var olan duygularının gereğini yapmışlardır. Onlara bağlanan umutlar de sönmüştür.

“Kişinin kendini bilmesi gibi irfan olmaz.” sözünü pek severim. Kendini bilen insan, hazımsızlığa düşmez. Sanatçı dediğimiz insanlara bakıyoruz, bugün varlar, yarın yoklar. Parlayıp sönüyorlar. Şöhret denen yükü kaldıramıyorlar, olmaması gereken yollara başvuruyorlar. Bu insanlar, medyanın üç günlük malzemesi oluyor, dördüncü gün yuvarlanıyorlar. Kısa sürede tarihin karanlık sayfalarındaki yerlerini alıyorlar. Arkasından bunalımlı hayatları başlıyor. Atalarımız, “Allah dağına göre kar verir.” der. Bir tevekkül hali var sözde. Layık olduğun meslekte, mevkide, şöhrette olmayı anlatır. Kaldıramayacağın yükün altına girmemeyi, hazımsızlığa düşmemeyi öğütler bu söz. Önce bir dağ olmak gerekir, sonra da yağacak karı sırtlanmak. Şüphesiz, bir inanç işidir bu. Kanaatkârlıktır bunun adı. Yemekte ölçü, harcamakta ölçü, istekte ölçü, sevgide ölçü, düşmanlıkta ölçü, dostlukta ölçü…

Ölçüyü kaçıran, hazımsızlığa düşer ve düşürür. Gelin aynaya bir kere daha bakalım, yetmedi, birkaç kez bakalım.

Adaylık Yarışında Dikkat Edilmesi Gerekenler

Şu sıralarda ilimizde olan hemşerilerimizden siyasete ilgi duyanlara ve siyasetle uğraşanlara önemli bir uyarıda bulunmak istiyorum. Siyaset yapacağım diye bölünmeyin, iftira atmayın, dolduruşa gelmeyin; bir olun, iri olun, diri olun, birbirinizin olumlu özelliklerinden bahsedin, dürüst davranın.

Siyaset çetrefilli yönüyle bir kez daha yerel yönetimlerin belirlenmesi dolayısıyla karşımızda. Siyasi kimseler ve siyaset yapmak isteyenler kendilerini makamlara mevkilere yeter gördüklerinde adaylıklarını açıklamaktadırlar.

En güzel hizmeti kendisinin sunacağı hissine kapılan adaylar bu sebeple kendilerini tanıtmakta ve anlatmaktadırlar. Özetle projelerinden bahsetmekte ve seçmenlerden destek beklemektedirler.

Siyasetin çıkış noktası olan ”kendim için bir şey istiyorsam namerdim, arkadaşlar uygun gördü onlar zorladı, bu sebepten dolayı aday oldum” ifadelerini şu günlerde siyaset yapmak isteyen her siyasetçinin ağzından duyuyoruz. Belki de doğrudur!

Yerel yönetimlere başkan veya meclis üyesi olmak isteyen adaylar için yarış, aday adaylığı sürecinde başlıyor. Aday adaylığı sürecinde kalabalık bir toplulukla müracaatını yapan adaylar benim arkamda coşkulu bir insan topluluğu var. Bu yarışı ben kazanırım.” mesajı vermeye çalışıyorlar.

Aday adaylığı müracaatından sonra adaylar kendilerini tanıtmak için, basınla röportaj yapıp, gazetelere reklam ilanları veriyorlar. Sokaklara bilbord afişler asıyorlar ve çeşitli tanıtım çalışmalarında bulunuyorlar. Şunu da belirtelim ki, bu durumdan en çok faydayı reklam şirketleri, ajanslar sağlıyor.

Adaylar, reklam çalışmalarının sonrasında üyesi olduğu parti teşkilatının mensuplarını ziyaret ederek onların desteğini arkasına almaya çalışıyorlar. Teşkilatların toplantı günlerinde, onları ziyaret ederek burada da kendilerini tanıtma imkanı buluyorlar. Aday kendini tanıtırken siyasete girmeden önceki geçmişine değinerek iş hayatındaki tecrübelerden, başarılarından eğer varsa almış olduğu ödüllerden bahsediyor. Fakat bu durumun karşısındaki hedef kitlesi için ne kadar önemli olduğu tartışılır, çünkü teşkilat mensupları için burada önemli olan  kendileri arasından meclis üyeleri tercih edilmesini istemek ve sadece aday adaylığı sürecinde değil, belediye başkanı olduktan sonrada kendilerinin hatırlanması onlar için önem arz ediyor. Teşkilat mensubu kendine yakın gördüğü adaya oyunu kullanarak onun bu yarışta yol almasını sağlıyor.

Partilerde aday belirlendikten sonra, seçim kampanyaları hızlı bir şekilde gerçekleşiyor. Ajanslara tekrar müracaat yapılarak, seçmenlere dağıtılmak üzere promosyon malzemeleri siparişi veriliyor. Afişler ve bayraklar gerekli görülen yerlere asılıyor. Aday belirlendikten sonraki çalışmalara bundan böyle parti müdahil oluyor. Partinin yönlendirilmesi ile de seçim çalışmaları daha da hızlanıyor.  

Adaylar her gittikleri yerde kendilerini tanıtmanın ve anlatmanın yanında, rakip olarak gördüğü diğer partilerin adaylarından da bahsediyor. Rakiplerin olumsuz özelliklerinden, icraatlarından, yapamadıklarından bahsederek onları yıpratmaya, kendi projelerini de anlatarak destek bulmaya çalışıyorlar.

Muhakkak ki, seçmenlerle karşı karşıya gelindiğinde söylenen her şey doğru değil. Karşı tarafı yıpratma ve destek bulma politikası. Çünkü politikanın içeriğinde propaganda var. Propaganda içerisinde ise yalan ve iftira..

Günümüzde bu durumdan çok fazla etkilenen olduğunu düşünmüyorum. Çünkü seçmenlerimizde çok uyandı. Onlarda yıllarca politikacıların kazığından en büyük nasibini almış kimseler. Seçmenler ”bu gidişe artık yeter!” demektedirler.

Vatandaş geçmiş ve bugünü çok iyi değerlendiriyor. Geleceği hakkında ise kendi seçimini kendisi verecek kadar akıllı. Çünkü geçmiş siyaset anlayışına yönelik kötü tecrübeleri var. Kuru kalabalıklara ve parayla tutulmuş adamlara çok fazla itibar etmiyor. Adaylardan yapabileceğinin sözünü almak istiyor ve her zaman yanlarında hissedebileceği birinin başkan olmasını tercih ediyor.

Vatandaş adayın başkan seçildikten sonra ise parti rozetini bir kenara bırakmasını ve herkesin, herkesimin başkanı olunmasını istiyor. Bu konuda kim vatandaşın gönlüne köprü kurmuşsa, vatandaştan destek için yol alacaktır.

Benim özellikle belirtmek istediğim; siyaset yaparken birilerini karalayarak yükselmeye çalışmayın. Adaylığınız süresince öne geçmek için birbirinize iftira atmayın. Samimi olun. Mümkünse projelerinizle öne çıkın. Başkasının dolduruşuna gelerek birbirinize kötü söz söylemeyin. Sadece yapabileceklerinizi söyleyin, yapamayacağınız şeyler için kimseye ümit vermeyin. Gittiğiniz ve konuştuğunuz her yerde söylediklerinizi ve vaatlerinizi sonrası için kayıt altına alın.

Yeni yıla yeni ümitlerle giriyoruz. Genç, dinamik, üretken, kendini yenileyen bir toplum olarak görüyorum kendimizi. Nice krizler atlattık, bu krizlerden de fırsat oluşturarak çıkacağımızı düşünüyor, yeni yılınızın size sağlık, mutluluk ve aydınlıklar getirmesini dileyerek kutluyorum.

Kyoto Protokolu Küresel Isınma ve Türkiye

Sera gazları küresel ısınmaya sebep olmaktadır. Sera gazları içinde en büyük oranı Karbondioksit gazı teşkil etmektedir.

Bacalarımızdan, arabalarımızın egzozundan, fabrika bacalarından  yakıtların yanması ile meydana gelen gaz olan  karbondioksit en büyük küresel ısınma nedenidir.

Doğada karbondioksidi tüketen tek kaynak; ağaçlar ve yeşil yapraklı bitkilerdir. Söz konusu bitkiler güneş ışığı yardımıyla karbondioksiti kullanarak fotosentez yaparlar, kendileri ve canlılar için besin üretirler. Aynı zamanda canlılar için oksijen üretirler. Bitkilerin ürettiği bu oksijenle biz yaşayabilir, ateşlerimizi yakabiliriz. Tabiattaki yanma olayı sadece oksijenle olur. Yeşil bitkilerin oksijen ürettiği yasin-i şerifte anlatılmaktadır. Modern kimya son asırda tespit etmiştir.

Kyoto Protokolüne göre 2008-2012 Yılları arasında Türkiye’nin de içinde bulunduğu   Ek-1 listede yer alan ülkeler   sera gazı salınımını  1990 yılındaki  salınımlarının  yüzde beş altına çekmeleri gerekmektedir. Bu zor bir olay. Hükümetler politikalarını buna göre oluşturmak zorundalar.

Artık Sera gazı salınımı yapmayan temiz enerji kaynakları ile enerji üretimi yapmak daha cazip, ekonomik hale gelecek. Rüzgar enerji santralleri, Hidroelektrik santraller gibi.

Doğal gaz fiyatlarının artması mevcut doğal gazdan elektrik üreten santrallerin cazibesini yok etti. Doğal gaz santralleri kapanma noktasına geldi.

Rüzgar enerji santralleri ile enerji üretmek hammadde bedava olduğu için  en düşük enerji maliyeti olan bir yöntem olup hiçbir  çevre kirliliği de yapmamaktadır.

 Türkiye’miz Rüzgar potansiyeli bakımından Avrupa’da birinci sırada yer almaktadır. Toplam Rüzgar potansiyelimizin en az 80.000MW olduğu hesaplanmıştır. Oysa halihazırda kurulu Rüzgar enerji santralleri kapasitesi 500 MW civarındadır. Almanya’da Rüzgar Enerji Santrallerinin kapasitesi 10.000 MW civarındadır.

Enerji ve enerji kaynaklarının fiyatlarının artması sanayicilerimizi zor duruma sokmaktadır. Birçok fabrika bu nedenle kapanmaktadır. Hükümetin KYOTO uygulamaları demese de yaptığı Kyoto uygulamaları ülkemiz ekonomisine zarar vermektedir.

Doğal gazda yapılan yüzde onbeşlik indirim de bazı kararların  kafaya dank ettiğinin bir açık örneğidir.

Gazze Ah!

Siz bir acıya ne zaman tepki gösterirsiniz? Hangi acı size ıstırap verir, hangi acıyı duyumsarsınız? Yoksa “Ben acıya acı demem, acı bana dokumadıkça.” diyenlerden misiniz? Sözgelimi, acı bedeninize gelse, bir yakınınıza gelse, malınıza gelse, inancınıza gelse, komşunuza gelse, hepsine aynı derecede tepki gösterir misiniz? Hiç şüphesiz, göstereceğiniz tepki sizin duyarlığınızla, değerlerinizle, belki de insanlığınızla doğru orantılı olacaktır.

Bakınız, dünyanın göbeğinde bir yer var. Orantısız güçle, haksız nedenlerle insanlar katlediliyor orada. Bu katliamda kadın, çocuk, yaşlı, asker ayrımı yapılmıyor. Son teknolojinin ürünü silahlar deneniyor insanların üzerinde. Savunmasız bir kitleye saldırıyor orda, insanlık tarihinin baş belası, Siyonist zihniyetin temsilcisi İsrail. Belirli bir hedef yok, binalar yıkılsın, doğalgaz sistemleri çöksün, elektrik santralleri yansın, su depoları patlasın, insanlar ölsün… Başka bir amaç yok. Öldürdükleri Yahudi olmayan her insan, sevap olarak yazılıyor onların hanelerine. Öyle ya, Orta Doğu’nun büyük bir bölümü, Tanrı’nın onlara vaat ettiği topraklar. O topraklardaki her yabancı, onlar için yok edilmesi gereken bir pislik. Öldür, ibadet aşkına.

Dünyanın göbeği orası. Görmek isteyen gözler için katliamı görmemek mümkün değil. Bir baba… önünde bombaların hedefi olmuş beş kız çocuğu… baba çıldırmış vaziyette… anlamsız hareketlerle bir sağa bir sola koşuyor… gözleri patlamış, feryatları yeri göğü inletiyor… onun bu halini seyreden altı yaşındaki oğlu kim bilir neler hissediyor? Bu travma silinir mi zihinlerden hiç? Toplu katliamda yardıma giden beş doktor… hepsi de ambulansın içinde… hain elden çıkan bomba onları buluyor… beşi de aynı anda aynı yerde parçalanarak ölüyor. Çocuklar ekmek bulabilmek umuduyla, fırının önünde kuyruğa geçmişler. Gökyüzünde bir ışık şölenini andıran, yağmur gibi bombalar onları kuşatıyor bu defa. Bir anda, kömürleşmiş onlarca ceset… Vahşi bombaların isabet ettiği iki kız kardeş… ikisinin de ciğerleri bedenlerinden fırlamış… bu vaziyette babaları çocuklarının üzerine kapanmış, hüngür hüngür ağlıyor.  Bu çocukların ya anneleri… onu tasvir etmeye kelimeler yetmiyor. Çocuksuz kalmış anneler, annesiz kalmış çocuklar… Kan ve gözyaşı oluk olmuş. Ekmek yok, su yok, enerji yok, ilaç yok; açlık var, soğuk var, hastalık var, parçalanmış bedenler var…

Dünyanın göbeğinde yaşananlarla insanlık sınav veriyor. Deniyor ki, sokakta kalan ölüleri gömmek, yaralıları hastaneye ulaştırmak için bombalamaya iki gün ara verilsin, silahlar sussun. Olmaz, diyor gözü dönmüş İsrail yönetimi. Toparlanıp karşı taarruza geçermiş, iki yıldır ablukada tutulan, ambargo uygulanan, zavallı Gazze halkı. Onların neleri kalmış ki kendilerini savunabilecekleri? En ağır silahları,  kalaşnikof. Bombaları, su borusuna yerleştirilmiş birkaç avuç barut ve birkaç tane mermi… gürültüsü var kendisi yok. Ayağına batırılan toplu iğne deveye ne yapar ki?    

Burası dünya. Adaleti kalmamış dünyanın. İnsaf bitmiş, gözler kör, kulaklar sağır olmuş. Kalpler taşlaşmış. Bu ne büyük duyarsızlık, bu ne büyük bencillik ya Rabbi! Kimse uykusundan uyanmıyor. Gaflet değil bu halin adı, dalaletten öte bir şey. Bu vahşet, bu kan yalnız İsrail’i değil, bütün dünyayı boğar bir gün. Gazze’de kullanılan silahların kimyası bütün insanlığı yakar bir gün. Ah Gazze! Sen insanlığın yarını için ağlıyorsun ve ölüyorsun; ama insanların bundan haberi yok. Siyonist ahlak olduğu sürece ne dalalet bitecek ne gözyaşı dinecek!

Gazze için bugün ağlamayanlar, yarın kendileri için ağlayacaklar. O zaman, deniz bitmiş, olacak. Gazze, ah!

Talih Kuşu

Yüce Dinimiz İslam; kazanç elde etme konusunda hırsızlık, gasp, faiz, kumar, rüşvet ve şans oyunlarını kesinlikle yasaklamıştır.

Çevremizde zengin olma hayaliyle kazancının birçoğunu şans oyunlarına ayırıp ta, iş ve aile düzenini dağıtan birçok insan vardır. Birde kazanıp ta pişman olanlar…

Yapılan gözlemlere göre şans oyunlarından para kazananların birçoğu hatta kimilerine göre tamamı hayatlarının hazin sonunu hazırladı.

Moral Dünyası Dergisindeki Zeynep Çingayın araştırma yazısında çarpıcı piyango talihlilerin inanılması zor yaşamları anlatılıyor:

Edirne de 11 yıl önce Milli Piyangodan büyük ikramiyeyi kazanan talihsiz talihli zengin olduktan sonra bıraktığı memurluğa dönmeye çalışıyor. Parayı bulunca; “hayatının değiştiğini, huzurunun bozulduğunu ve Mili Piyango bileti aldığı için pişman olduğunu söylüyor.

Denizlinin Çivril İlçesinde yaşayan talihsiz talihli ise; çeklerini ödemediği için hapse girmiş ve 1999 yılında hapisten çıktıktan iki gün sonra Sayısal Lotodan büyük ikramiye kazanmış. İki çocuk babasının ilk işi eşinden boşanmak olmuş. Sonrasında kendini hızlı bir hayatın içinde bulan talihli kısa bir sürede parasını tüketmiş.

Mili Piyangonun 1990 Yılbaşında ikramiye kazanan talihli ise “Talih bize huzur değil felaket getirdi.”diyor. Çünkü kısa bir süre sonra oğlunu kaybetmenin acısını yaşayan baba paranın hayrını göremediğini dile getiriyor.

Evli ve üç çocuk babası olan talihsiz talihli ise önce yurt dışına çıkmış. Sonrasında ticarete atılmış ve kısa sürede iflas etmiş. 70 milyonun ahının olduğu paradan hayır görememiş.

Hızlı bir hayat yaşadım para bitti… Eşimi bırakınca ahını aldık, paranın hayrını göremedik… Nereden akraba olduğumuzu anlayamadım ama onlar Orta Asya ya kadar uzanıp bir yerlerden tutturdu…

Aynı şekilde son bulan hayat hikâyeleri. Bütün ağızlarda söylenen söz;”Çok pişmanım! Keşke almasaydım”

Sivil Toplum ve Sivil Toplum Kuruluşlarının Türkiye Pratiği üzerine…(4.S)

Türk toplumunun gündemine daha yoğun bir biçimde girmeye başlayan sivil toplum ve STK kavramları ülkemizde iki önemli olaya ciddi anlamda müdahil olmuştur. 28 şubat süreci ve 1999 Marmara depremi. Bu süreçte STK’ların bazıları, asli kimliklerinin dışında farklı ideolojik kimlikler de yüklenerek 28 şubat sürecinin önemli aktörleri arasına girmişlerdir. Silahsız Kuvvetler diye nitelendirilen STK’lar medya ile birlikte post modern bir darbe olarak değerlendirilen 28 Şubat sürecinde önemli bir rol oynamışlardır.

1380 yıllarında İngiltere’de yaşayan ve  bir köylü isyanında isyancı liderlerden biri olarak kabul edilen John Ball’in güzel bir sözü var “Dostluk, arkadaşlık yaşamdır. Dostluğun ve arkadaşlığın olmadığı yer ise ölümdür. Cehennemde dostluk ve arkadaşlık yoktur, insanlar tek tek var olurlar”  buradan hareketle kısaca İnsanların gönüllü olarak ortak düşünceler etrafında bir araya gelmeleri sivil toplumu meydana getirir diyebiliriz. Tek tek olmakla,  beraber olmak arasındaki farkı hepimiz iyi biliyoruz . Bu konularla ile ilgili olarak güzel  Atasözlerimiz var  “Birlikten kuvvet doğar” . “Birimiz hepimiz , hepimiz birimiz için”, “Bir elin nesi var iki elin sesi var”  v.b.

1999 depremi olduğunda Kocaeli, Sakarya ve Düzce’de  yaşayanlar yukarıda ifade ettiğim konuları çok iyi hissetmişlerdir ve bizzat yaşamışlardır.. STK ‘ların Toplumsal algıda tanınırlıklarının zirveye tırmandığı zaman deprem  sonrası  dönemi kapsar.  Bu dönemde STK’lar , toplumsal dayanışma anlamında karşılıklı güvene dayalı düzeyli son derece nitelikli bir ortam oluşturmuşlardır. Bu dönemde kamu oyunun STK’lara bakış açısında ciddi ve pozitif bir değişim yaşanmıştır. STK’lar toplum tarafından daha meşru kurum olarak algılanmıştır. Kutsal devlet algısının çok yüksek olduğu Türk toplumu, kaçınılmaz olarak temel sosyal hizmetleri devletten beklemektedir.  Marmara Depremi’nde ise, yaşananlar kamu oyunda devlet mekanizmalarının ne kadar etkin çalıştığı sorgulanır olduğu dönemdir. O dönemde devletten beklenilen bir çok faaliyetin sivil toplum tarafından gerçekleştirilmesinin görülmesi , Kamu oyunda devletle STK’lar arasında belirli faaliyet alanlarında kıyaslamalara neden olmuştur.

Kısaca oluşan ortama baktığımızda STK’lar kendi aralarında ve sosyal guruplar arasındaki ilişkilerin güçlendiğini devlet-sivil toplum ilişkisini ise kararsızlığa belirsizliğe ittiğini gözlemliyoruz.

Sivil toplum dediğimiz alan aktif bireylerin oluşturdukları bir alandır. Sivil toplum Türkiye’de örgütsel olarak çok önemli baktığınızda solcuların, sağcıların, liberallerin, burjuvaların, hemşehrilerin, herkesin önem verdiği bir alan. Türkiye’de 160 bin tane STK var bunların 80 bin kadarını normal STK’lar 70 binini hemşehri dernekleri , 5 binini meslek odaları , 3 bin kadarı da vakıflar ve diğer organizasyonlar. Görüldüğü gibi ülkemizde STK sayılarının yüksek olması sivil toplumun bu büyüklükte etkili olduğu anlamına gelmediğini görüyoruz. Bunun sebeplerine baktığımızda ise kısaca; STK’ların çoğu gönüllülük esasına göre kurulmaları, mali yapılarının, projelerinin olmaması , kendi çevresi ile ilişki kurma ve etkili olmadaki zorlukları , farklı konularda kapasite sorunlarından dolayı  yaşamlarını idamede zorlanıyorlar ve çoğu etkisiz tabela STK’ları haline geliyorlar veya yaşamları kısa sürüyor.

Geleneği güçlü  kesintisiz olarak bu günlere kadar gelen Kocaeli Aydınlar Ocağından bahsedersek ; Kökü dışarıda olmayan yerli 24 yıldan beri Kocaeli’ de faaliyet gösteren Aydınlar Ocağını başarılı bir STK olarak örnek gösterebiliriz.  Kurulmasında ön ayak olan çaba gösteren ve bu güne kadar gelmesinde emeği geçenlere teşekkür etmeyi bir borç biliyorum. Bakıldığında çizgisinden taviz vermeden Dünyada ve Türkiye’deki gelişmeleri değişimi kendi fikirleri doğrultusunda içselleştirerek derneğin adını ve faaliyetlerini bütün dünyanın dört bir tarafına duyurabilen bir organizasyon. Gayretlerinden dolayı başta başkan sayın Ahsen OKYAR bey olmak üzere yönetim ekibini ve onlara destek verenleri kutlamak istiyorum……

Dün Endülüs Bugün Filistin ve Irak Yarın Tüm İslam Dünyası

Dua dua eller karıncalanmış

Yıldızlar avuçta gök parçalanmış

N.F. KISAKÜREK

Yeni yılın ilk yazısına böyle bir yazıyla başlamak istemezdim.

Haçlı Siyonist ittifakı bizi buna mecbur bıraktı.

Allah’ın laneti, laneti hak edenlerin üzerine olsun.

Üzülüyorum.

Kahrediyorum.

Dua ediyorum, mazlumlar için.

Beddua ediyorum zalimler için.

Karanlığa kızmaktansa,

ABD ve İsrail mallarını boykot ediyorum.

Boykota davet ediyorum.

Tarık b.Ziyad komutasındaki İslam Orduları İspanya’yı fethettiklerinde İspanya’da İslam Medeniyeti tüm insanlığa huzur ve mutluluk getirmişti.

Sekiz yüz sene İspanya, Endülüs Emevi Devleti olarak varlığını devam ettirdi.

Şimdi Filistin’de soykırım yapan Yahudilerin dedeleri de Endülüs’te huzur ve güven içerisinde yaşıyorlardı.

Haçlı zihniyeti İspanya’da ki Müslümanların varlığından ve İslam medeniyetinden çok rahatsız oluyorlardı.

Nihayetinde İspanya’da eşi görülmemiş bir katliam ve soykırım yapıldı.

Yüz binlerce Müslüman katledildi yüz binlercesi ülkelerini terk etmek zorunda kaldı. Kalanlarda Hıristiyanlaştırıldı.

İşte o sırada Kanuni Sultan Süleyman orada yaşayan Müslümanlara gemilerle yardımlar gönderdi.

Bu gemiler dönüşte şimdi Filistin’de soykırım yapan Yahudilerin dedelerini soykırımdan kurtarmak için alıp İstanbul a getirdi.

Şimdi diyorum ki acaba Osmanlı o zaman yanlış mı yaptı?

Haçlı zihniyeti

Sekiz asır İslam ülkesi olan Endülüs soykırım sonucu tamamen Hıristiyanlaştırıldı.

Bugün Madrid’de İslam medeniyetine ait bir eser görmeniz mümkün mü?

Birkaç tarihi eser dışında İslam medeniyetinin izleri de silindi.

Dün Endülüs’ü yok eden zihniyet bugün Filistin’i yok etmek için Irak’ı Afganistan’ı yok etmek için devrede.

Dün Endülüs’te uygulanan soykırım bugün dünyanın gözleri önünde Filistin’de uygulanıyor. Irak’ta uygulanıyor.

Merhum Akif ne güzel ifade etmiş;

Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar.

Amerika’nın desteğini arkasına alan Siyonist İsrail devleti, devlet terörü uyguluyor.

Dört taraftan kuşatma altında tutulan kente gece gündüz bombalar yağıyor.

Camiler, hastaneler, ambulanslar, üniversiteler, evler bombalanıyor. Yaşlı- genç, küçük-büyük insanlar hunharca katlediliyor.

Mısır Refah sınır kapısını açsa halk biraz nefes alacak ama gel gör ki kimliğinde Müslüman yazan bu mübareklerde Siyonizmin safında yer alıyor.

Bu vahşete sessiz kalmamak mazlumun yanında zalimin karşısında olmak insanı ve vicdanı bir görevdir.

Zulme seyirci kalmak zulme destektir.

Hz. Ali (r.a) zalimlerin en büyük destekçileri zalimlerdir. 4-5 milyonluk İsrail bir buçuk milyarlık İslam âlemini ciddiye almıyor.

İslam dünyası tükürse Siyonizm bu tükürükte boğulur.

Amerikan – İsrail malları bir yıl boykot edilse yeryüzünde zulüm kalmaz.

Bir sene Cola – Fanta – Parlıament – Marlboro v.s içmezse şu Müslümanlar bu iş biter.

Siz ağzınızda Marlboro, buzdolabınızda Cola – Fanta ABD ve İsrail’i protesto ederseniz kimse sizi ciddiye almaz, almıyor da.

Ben Amerika’nın Irak’a girmesinden itibaren bildiğim Amerikan mallarını almıyorum, tüketmiyorum.

Gazze’nin düşmesi Hamas’ın bitmesi bu zulmün biteceği anlamına gelmez.

Bu zulüm yarın Türkiye ve tüm İslam dünyasına yayılacak.

Yılanın sokma sırası siz bize gelecektir.

Unutmayalım ki bunların nihai amacı Müslümansız bir dünyadır.

İslam dünyasında Türk’ü ile – Arabı ile – Acemiyle bir araya gelmeli güç birliği – İslam bloğu oluşturmalıdır.

İslam dünyasına bugün acilen bir Selahaddin Eyyübi gerekmektedir.

İnsanlığın huzur bulması Osmanlı yönetim anlayışının yeryüzüne hâkim kılınmasıdır.

Bu vahşetin en kısa zamanda son bulup insanlığın huzura kavuşması dileğiyle

Dualarımızı kardeşlerimizden esirgemeyelim.

En güzel dua ekonomik boykottur bunu da unutmayalım.

Özelleştirme Başarı mı Yoksa Başarısızlık mı?

Dünya ekonomisinde özellikle 1970′ li yıllardan sonra başlayan, daha az devlet ve daha fazla piyasayı amaçlayan ekonomik küreselleşme hareketleri sonucunda, devletler ekonomilerinde hızlı bir yapılanma sürecine girmişlerdir. Ülkeler bununla beraber ekonomik kuruluşlarının yönetim ve mülkiyetini özel sektöre devretmek amacıyla özelleştirme uygulamasını başlatmışlardır. Özelleştirmenin temel amacı, devletin ekonomide işletmecilik alanından hatta hizmet sektöründen tümüyle çekilmesini sağlamaktır. Özellikle enerji ve telekomünikasyon alanında gerçekleşen ulusal tekellerin parçalanması teknolojik gelişmenin sonucu ve gereğidir.

Türkiye’de özelleştirme 1980 yılından sonra hız kazanmıştır. DPT’ ye göre Türkiye’de özelleştirmenin amaçları sıralamasında; piyasa güçlerinin ekonomiyi geliştirmesi ve ekonomide etkinliğin arttırılması en önemli amaç olarak ortaya çıkmış, bunu sırasıyla üretkenliği ve verimliliğin arttırılması, hisse senedi sahipliğinin yaygınlaştırılması, sermaye piyasasının geliştirilmesi ve KİT’ler üzerindeki devlet desteğinin kaldırılması suretiyle kamu kesimi borçlanma gereksinimini azaltması gibi amaçlar izlemiştir.

1984 sonrasının ekonomik kararları doğrultusunda ve aynı zamanda bir siyasi tercih olarak ülke gündemine getirilen ve geliştirilen özelleştirme uygulamaları başta özelleştirilen kamu kuruluşlarında çalışanlar olmak üzere tüm toplumu etkilemiştir.

Geniş bir sosyo-ekonomik yansımayı beraberinde getiren özelleştirme programının sonuçları zaman geçtikçe daha net olarak ortaya çıkmaktadır. Bu sonuçlar; KİT’lerin finansman yükünün büyük ölçüde azaltılmasının ve devlet hazinesine kazandırılan kazançların yanında işsizlik, sendikasızlaştırma, sosyal güvenlikte zayıflama, ücretlerde düşme, özel tekellerin oluşması, kamu mallarının değerinden düşük fiyatlarla elden çıkarılması gibi olumsuz sonuçlar doğurduğu uzun vadede tüm ülke yönetiminin geleceği ile yakından ilişkili olduğu anlaşılmaktadır.

Çimento, kâğıt, gübre ve petro kimya sektörlerini inceleyen bir araştırmada bu sektörlerdeki özelleştirme uygulamalarının sonucunda; işten çıkarma, yaygın taşeronlaşma ve bölgesel tekellerin oluştuğuna dikkat çekilerek özelleştirme uygulamalarının Petrol Ofisi, İgsaş, Türkiye Petrol Rafineleri Anonim Şirketi gibi sektörünün en etkin işletmelerinden başladığı Türk Telekom, Erdemir, Petkim gibi dev şirketlerinden devam ettiği ve özelleştirme sonrasında bu işletmelerin yatırımlarında yüksek oranda bir artış olmadığı görülmektedir. Yine özelleştirme, İzmir Limanı, Karayolları Genel Müdürlüğü’nün Zincirlikuyu arazisi, Mersin Limanı, Araç Muayene İstasyonları ve Eti Alüminyum ile devam etmiştir. Özelleştirme uygulamaları önümüzdeki günlerde ise köprü, otoyollar ile Tekel’in sigara bölümünde gerçekleştirilecektir.

Tablo 1. Yıllar İtibariyle Özelleştirme Gelirleri

 

Kaynak: Özelleştirme İdaresi Başkanlığı

Türkiye’de özelleştirme gelirlerine göz atacak olursak eğer, 1986’dan beri 29,3 milyar dolarlık özelleştirme geliri elde edilmiştir. 1986-2007 döneminde toplam 9,4 milyar dolarlık özelleştirme geliri elde edilirken, 2005 yılında Erdemir’den ve TÜPRAŞ’ın yüzde 51 hissesinin özelleştirmesinden 8,2 milyar dolar, 2006’da 8,1 milyar dolar, 2007 yılında ise 3,5 milyar dolar özelleştirme geliri sağlanmıştır. Dikkat edilecek olursa özellikle 2005 ve 2006 yıllarında yapılan özelleştirmelerden elde edilen gelirlerin 16,3 milyar doların üzerinde olması, özelleştirmelerin devlet gelirleri içindeki payında önemli bir oranda artış olduğunu da göstermektedir.

Özelleştirme uygulamaları sonucunda elde edilen bu 16,3 milyar doların 7,3 milyar $ düzeyinde ve toplam kaynakların % 44′ ünü kapsayan kısmı, kuruluşlara yapılan sermaye iştirakleri, verilen krediler, çalışanlara yönelik iş kaybı ve özelleştirme sonrası tazminatları ile emeklilik primi ödemelerine harcanmıştır. Aynı tarih itibariyle 4,6 milyar $ düzeyinde ve toplam kullanımların % 26′ sını kapsayan kısmı hazineye ve onun bünyesinde bulunan Kamu Ortaklığı Fonu’na aktarılmış olup bu fon’un kullanım alanı ise mevzuatla sadece baraj, otoyol ve içme suları gibi altyapı tesislerinin finansmanıyla sınırlandırılmıştır. 4,2 milyar $ ise özelleştirme uygulamaları için çıkarılan bono ve tahvil ödemelerine harcanmış olup toplam kullanımların % 28′ ini kapsamaktadır.

Yukarıda belirtilen üç ana kullanım kalemin toplamı olan 16,1 milyar $ düzeyindeki tutar, toplam kullanımların % 98’ini kapsamakta ve özelleştirme olgusu var olsa da, olmasa da, devletin bir şekilde hazinesinden yapmak zorunda olduğu tutarlardan oluşmaktadır.

Bu arada özelleştirmeye bağlı olarak yapılan ve gider-masraf olarak tanımlanabilecek, uygulamalar için yapılan danışmanlık, ihale ilanları ile reklâm ve tanıtım giderleri ise toplam kullanımların yalnızca % 1’ini oluşturmaktadır.

Yapılan araştırmalara göre özelleştirme uygulamaları sonucunda ortaya çıkan durum beklenildiği gibi olumlu olduğu söylenemez. Özelleştirilen tüm kamu kuruluşlarında verimliliğin, kârlılığın arttığı görülmemiştir. Öyleki 29,3 milyar dolarlık özelleştirme gelirleri, verimliliği arttırıcı yatırımlarda kullanılmak yerine daha çok kamu sektörü borçlanma gereksinimini azaltmaya yardımcı olmuştur. Özelleştirilen kuruluşlarda çok düşük değerlendirmeler ile hazinenin ve kamunun zarara uğratıldığı, istihdamda % 50’lerin üzerinde daralmalar görüldüğü ve kârlı kuruluşların zararlı hale getirilmesiyle, devletin vergi kaybına uğratıldığı ortaya çıkmıştır.

Yapılması gereken ise özelleştirilecek kamusal tesisler arsa bedeline satılmamalı, tesisin bedeline özdeş hisse senetleri sermaye piyasasına ihraç edilmelidir. Diğer bir ifadeyle tesisin gerçek bedeli hisse senetlerine dönüştürülerek, anonim ortaklıklar haline getirilmeli yeni KİT oluşturulmadan, özelleştirmenin maliyeti düşürülmelidir. Ayrıca vergi indirimi veya vergi muafiyeti getirilerek bunun karşılığında yıllık istihdam oranında ve yatırım kapasitesinde gerçekleştirilmesi muhtemel artışlar taahhüt altına alınmalı, 6 aylık dönemlerde özelleştirilen işletmelerin bu taahhütleri yerine getirip getirmediği kontrol edilmelidir. Ancak şu an yaşanan küresel ekonomik krizden de anlaşılacağı üzere, ekonomik düzenin ne kadar oturmuş olursa olsun ekonomi tüm yönleriyle serbest piyasaya bırakılacak kadar basit olmadığı mutlaka devlet argümanlarının da devamlı olarak kontrol mekanizmasını çalıştırması ve hatta bizzat ekonominin içinde yeralması gerektiği anlaşılmıştır.

Alternatifimiz, Alternatif Enerji

0

Küresel ısınma, küresel mali kriz derken önümüzdeki on, on beş yıla güvenle bakamıyoruz. Gıda maddeleri fiyatlarındaki artış, enerji (doğal gaz, petrol, elektrik enerjisi, su) fiyatlarındaki önlenemeyen yükseliş, Dünya nüfusunun yarısına yakınının açlıkla boğuşması dahası patlak veren savaşlar… Hepsinin temelinde enerji yatıyor aslında. Etkin kullanılmayan ve kirlilik yükü fazla olan enerji kaynaklarının kullanılması hava kirliliğine dolayısıyla küresel ısınmaya; küresel ısınma yaklaşan su sıkıntılarına neden olurken, rezervleri azalan yenilenemeyen enerji kaynakları artan enerji fiyatlarına, temel ihtiyaç maddelerin fiyatlarının artışına ve enerji kaynakları için savalara neden olmakta.

Gelişmiş olmanın en önemli göstergelerinden biri toplumların tükettiği enerji miktarıdır. Kişi başına tüketilen enerji miktarı o ülkenin refahı ile doğru orantılıdır. 2004 yılı itibariyle kişi başına enerji tüketimi ABD’de de 14000 kWh, Fransa’da 7700 kWh, Kanada’da 17000 kWh iken dünya ortalaması da 2600kWh tır. Gelişmekte olan ülkemizde; 2004 yılında kişi başına tüketilen enerji 1698 kWh’tır. Genel enerji tüketimimiz 2006 yılında 99.6 Mtep ( milyon ton eşdeğer petrol), 2007 yılında enerji tüketimimiz 188 milyar kWh olarak gerçekleşmiştir. 2007 yılında elektrik üretimimizin %48.6’sı doğal gazdan, %21.6’sı kömürden, %18.7’si hidrolik kaynaklardan, %6.2’si ithal kömürden %4.9’u fuel-oil, rüzgar ve jeotermal kaynaklardan elde edilmiştir

Ürettiğimiz elektrik enerjisinin tamamına yakınını tüketmektekiyiz. Her yıl ortalama %5-7 arasında büyüyen ülkemiz, ihtiyaç duyduğu elektrik enerjisinin %70’ini ithal etmektedir. Uzmanlar; enerji verimliliği ve yenilenebilir enerji kaynakları konusunda gerekli adımları atmaması durumunda 2020’li yıllara kadar enerjide dışa bağımlılığın yüzde 80’lere çıkacağını belirtmektedirler. Enerjinin etkin bir şekilde kullanılması ve yenilenebilir enerji kaynaklarının (alternatif enerji) kullanılması daha temiz çevrenin oluşmasında ve bu çevrenin korunmasında önemli katkı sağlayacaktır.

Enerjinin verimli kullanılmasını nasıl sağlayabiliriz? Hepimiz bu sorunun cevabını biliyoruz. Elektrik ev aletlerinde enerji tasarruflu olanları tercih etmek, verimli aydınlatma sistemleri kullanmak kişisel olarak uygulayabileceğimiz birkaç adım. Diğer bir verimli kullanmanın önemli olduğu alan elektrik kaçaklarıdır. Elektriğin iletim-dağıtımı sırasında, tellerin ve transformatörlerin dirençlerinden dolayı elektrik kayıplar oluşur. İyi bir üretim ve dağıtım sisteminde, kayıpların yıllık elektrik üretiminin yüzde 6-8’i arasında olması beklenirken, ülkemizde elektriğin iletimi ve dağıtım sırasında kaybolan enerji miktarı yüzde 20’leri bulmaktadır. Diğer bir ifadeyle, ürettiğimiz elektrik enerjisinin beşte biri bakım-onarım ve yenileme çalışmalarının eksikliğinden tüketime sunulmadan yok olmaktadır. Ülkemizde, elektrik enerjisinin iletimi ve dağıtımı sırasında kaybolan elektrik enerjisinin değeri 2004 yılı itibariyle, 2 milyar dolara ulaşmıştır. Bunun dışında kaçak kullanılan elektrik enerjisi maliyeti arttırmakta.

Enerji kullanımında etkinliği sağlamak yapılacak ilk adım olmakla birlikte bunun yanında alternatif (yenilenebilir enerji) enerjiyi kullanmak enerjide öz kaynaklarımızı kullanmamızı ve daha ucuz enerji elde etmemizi sağlayacaktır. Yenilenebilir enerji rüzgar, güneş, jeotermal olarak sıralayabildiğimiz sürekli devam eden doğal proseslerdeki var olan enerji akışından elde edilen enerjidir. Farklı alanlarda kullanılan alternatif enerji çeşitlerinden güneş enerjisi; yeryüzünde 0-1100 W/m2 değerleri arasında değişim gösteren şiddete sahiptir. Ülkemizde çeşitli köşelerinde güneş enerjisi kullanımına rastlanmaktadır. Solar Kavşak Projesi” İstanbul’da Atatürk Havalimanı kavşağında güneş enerjisiyle çalışan trafik sinyalizasyonları ile, pilot uygulama başlatıldı. Güneş enerjisiyle çalışan sistemde yarı iletken teknolojisiyle geliştirilen “Solar PV” paneller kullanılmış; paneller güneş ışığından üretilen elektrik enerjisini aynı zamanda depolayarak, sisteme geceleri ve güneşsiz günlerde de kesintisiz enerji sağlanabilmekte. Kaçak elektrik kullanımının %50’leri aştığı Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesinde, güneş enerjisi panelleri kullanılmaya başlandıktan sonra bu oran büyük azalma göstermiştir. Güneş enerjisinin kullanıldığı bir başka alanda ilimizde görmekteyiz. Doğu Kışla Parkı, şebekeden hiç elektrik almadan güneş enerjisi ile aydınlatılmakta, 500 metrekarelik parka kurulan sistemde gündüz güneş enerjisini biriktirdikten sonra akşam saatlerinde aydınlatma, havuzun ışıklandırılması sağlanmakta ve parktaki kafeterya işlerinde güneş enerjisi devreye girmesi sağlanmaktadır. Bu sistemin olmaması durumunda parkın aydınlatılmasında günlük 110 YTL harcanacakken şimdi parkta kullanılacak elektrikten %75 tasarruf sağlanmaktadır. Güneş enerjisinin ve diğer yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanım alanlarını genişlettiğimizde ve de üretime taşıdığımızda enerjide dışa bağımlılığımız büyük oranda azalacaktır.