9.8 C
Kocaeli
Çarşamba, Eylül 24, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1274

Eğitim ve İletişim

Eğitim fert ve toplum üzerinde yapılması düşünülen sözlü ve fiili davranış değişikliklerini gerçekleştirebilmektir. Varsa yanlışlarını terk ettirmek, yanlışı yoksa olması gereken davranış ve becerileri kazandırmak.

Eğitimde; okul öncesi eğitim çok önemlidir. 0-6 yaş grubu ihmal edilirse istenilen sonuca ulaşmak zor olur.

Eğitimi üç bölümde incelemek mümkündür.   

1- Okul öncesi eğitimde çocuklar anne babayı model alır. Bu zamanda çocukların hafızaları tertemiz ve bomboştur. Anne babadan gördüğü iyi yada kötü davranışları fotoğraf kareleri gibi hafızasına yerleştirir. Kişilik oluşumunun temeli bu yaşlarda atılır. Bu yaşlardaki çocuklara sadece sözle değil davranışlarla da güzel örnek olmak gerekir. Eylem ile söylem mutlaka birbirini desteklemelidir. Ebeveyndeki söz ve davranış birbirine ters düştüğü zaman çocuklarda kişilik bozuklukları oluşur.

2- Okul dönemi eğitim ilköğretim, ortaöğretim, yüksek öğretim. Burada asıl olan insan unsurudur. Ustası da hammaddesi de mamul maddesi de insandır. İnsanlar birbirlerinden olumlu yada olumsuz olarak etkilenirler.

Eğitimde bu etkileşimi olumlu yönde sağlamaktır. Bunun içindir ki eğitimciler mesajlarını en uygun yöntemle hedef kitleye ulaştırmaları gerekir.

Hedef kitleye ulaşan bu mesajında amacına ulaşıp ulaşmadığı çok önemlidir. Eğer bu mesaj amacına ulaşmışsa o toplum üzerinde olumlu davranış değişikliği meydana getirir. Aksi halde zaman ve emek israfı söz konusudur.

 Eğitimde beklenen netice elde edilemiyorsa ya mesajlar doğru bir şekilde hedef kitleye(öğrenciye) ulaştırılamıyor, yada hedef kitlede bir sıkıntı var demektir. Ortada bir yanlış varsa bu yanlışı doğru tespit etmek gerekir. Tüm suçu öğrencilere yüklemek doğru mudur? Öğretmenlerin hiç hataları yok mudur? Elbette ki eldeki malzemenin kalitesi önemlidir ama doğru kullanmak daha önemlidir.

Verimli bir araziye bozuk tohum ekerseniz ürün olmaz, çorak bir araziye en kaliteli tohumları ekseniz yine ürün olmaz. Ürün ve onun kalitesinde tarla ile tohumların uyumu çok önemlidir.

Kaliteli bir eğitim için eğitimcilerde bulunması gereken bazı hususlar vardır.

a) Güvenilir olmak: Güvenilir olmadan etkili iletişim olmaz. İnsanların kalbine girilmeden kafalarına hükmedilmez.

b) Meslek bilgisinin yeterli olması gerekir. Yetersiz bilgi ile iyi bir eğitim olmaz.

c) Formasyon sahibi olmak: Bildiklerini öğrenciye nasıl anlatacağını bilmek çok önemlidir.

Bilmekten daha önemlisi öğretmeyi bilmektir. Bunun için her bilgili insan öğretmen olamaz.

d)Genel kültür düzeyinin gayet iyi olması: Aktüaliteyi takip etmeli, yeni yayınlardan haberdar olmalı, kendini sürekli yenilemeye çalışmalı, sadece okumamalı aynı zamanda düşünmeli de.

e) Kılık kıyafetine dikkat etmeli: Saç sakal ense tıraşı zamanında olmalı, elbise ütülü ve tertemiz olmalı, ayakkabısı temiz ve boyalı olmalı, taktığı kravat giydiği elbiseyle uyumlu olmalı yada yakışanı giyinmeli.

f) Öğrencilerin kendisi ( gerek ders işleyişi, gerekse kılık kıyafeti ) hakkındaki görüş ve düşüncelerini sormalı ve düşüncelerini dikkate almalı, önemsemelidir. Etkili iletişim tek taraflı bilgi aktarmak değildir.

g) Derslerde hiçbir işe yaramaz bayat bilgiler yerine öğrencilerin bugününü, yarınını ilgilendiren, günlük hayatta kullanılabilen bilgiler verilmeli. Aksi halde ilgi dağılır, gürültüler çoğalır yada öğrenci bedenen sınıfta olur ama ruhen başka yerlerdedir.

Bu kurallara dikkat edildiği takdirde huzurlu mutlu ve başarılı bir eğitim olur.

İstisnalar her meslekte olurda eğitimciler, fedakâr, gayretli ve alanlarında başarılı insanlardır.

h) Eğitimde (her zaman ve her yerde) sen dili yerine ben dilini kullanmak. Öğrenciye karşı suçlayıcı ve aşağılayıcı konuşmalar öğrenciyi küstürür, başarıyı düşürür.

Mesela derste sürekli konuşan bir öğrenciye sen ne geveze çocuksun demek yerine dersi dinlemek yerine beni üzüyorsun, oysa ben seni seviyorum. Yazılılarından zayıf alan çocuğa sen tembel çocuksun senden adam olmaz yerine çalışırsan başarırsın, aslında iyi ve zeki bir çocuksun başarılı olman beni sevindirir. Şeklindeki yaklaşım hem başarıyı yükseltir, hem de öğretmenin otoritesini güçlendirir.

Ayrıca başarı için öğrencilerinde şu hususa dikkat etmeleri de zaruridir.

a)  Dersleri dikkatlice dinlemek, anlamadığı yeri hemen sormak soru sormaya utanan ve çekinen öğrenciler istediği başarıya ulaşamazlar, soru bilginin anahtarıdır.

b) Sınıfta işledikleri dersleri eve gidince sıcağı sıcağına tekrar etmek. Tekrar edilen bilgiler kolay kolay unutulmaz ve kalıcı olur. Tekrar edilmeyen bilgiler ise zaman içerisinde unutulur bu da başarıyı engeller.

c) Yarınki derslerde işlenecek konulara hazırlanmak. Böyle olunca dersler hem zevkli olur hem de anlaşılması kolay olur.

3-Halk eğitimi: Bu camilerde vaizler aracılığı ile eğitim şeklidir. Halk eğitim merkezleri genelde meslek edindirme kursu şeklinde olduğu için bu kapsamda değerlendirmiyorum. Radyo, TV’lerdeki aydınlatıcı ve bilgilendirici programlar, seminer, konferans, açıkoturum, panel vb. hususlar yetişkin eğitimi kapsamında ele alınır.

Üzerinde durulması gereken en önemli husus camilerde vaiz ve vaizeler tarafından yapılan halkı aydınlatıcı konuşmalardır. Halk bunlardan ne kadar istifade edebiliyor, bu konuşmalar amacına ulaşabiliyor mu?

Çoğunlukla buradaki konuşmalar amacına ulaşamıyor.

Sebep: Konuşmacının (vaizin) halk cahildir, ne konuşsan dinler mantığıyla hareketle hazırlıksız, plansız, programsız ezanın okunmasına 15-20 dk kala çıkıp aklına gelen her konuya girmesi azandan sonra konuşmayı gereksiz uzatması halkı ilgisiz hale getiriyor.

Yıllardır cemaat camilerde aynı yada benzer konuşmaları dinleye dinleye artık ezberlemişse ezan okunmadan camiye girmeyi gereksiz görüyor.

Cemaatin maddi manevi ihtiyaçları göz önünde bulundurularak bir konu bütünlüğü içerisinde önceden hazırlık yapılarak yapılan konuşmalar elbette ki daha verimli olur. Burada; vaizlere, imamlara, müftülere büyük görev ve sorumluluklar düşmektedir. Şunu unutmamak gerekir ki sözlerimizin dinleyenler üzerinde etkili olabilmesi için, yani eğitimin amacına ulaşması için yaşantımızla da örnek olmalıyız.

Tutarsız insanların konuşmalarına halk-cemaat-öğrenci itibar etmiyor. Unutmamak gerekir ki peygamber(SAV)’in Vasfi Muhammed-ül Emin olmaktı. Eğitimin (örgün-yaygın) amacına ulaşabilmesi için eğitimcilerin, anne babaların, öğretmenlerin, müftü, vaiz, imam, müezzin ve benzerlerinin emin, dürüst ve güvenilir olmaları şarttır.  

Yoksa oğlum Raşit sen konuş, sen işit olur.

Görev ve sorumluluklarımızın bilincinde

Unutursun Mihriban’ım

Unutmak kolay mı? Deme/  Unutursun  Mihriban’ım

Oğlun kızın olsun hele/ Unutursun Mihriban’ım

Abdurrahim Karakoç

Mihriban’ım diyorum…

Türkü bütün yüreğimden geçenleri ifşa edip, yıktı hüzün duvarlarını. İçimdeki bütün sarp kaleler, yıkılmaz bildiğim duvarlar yıkıldı, ateşi fitillendi gönlümün. Nerede kalmıştık diyen bir dost sesi gibi ruhumun pervazlarına bir kez daha kondu türkü, bir serçenin ürkekliğiyle… Telaşlandım, ellerimden düştü zamanın sırçası. Seneler, upuzun senler geçmiş gibi, gerçekten unutmuş ve unutulmuş gibi bir keder doldu ruhuma ve yüreğime. İnledi bedenim. Neden bütün şarkılar, bütün türküler unutmak üstüne, unutulmak üstüne söylerlerdi? Mutlu, şen ve âsude biten ne vardı ki dar-ı dünyada? Sanki “O günü hiç yaratmadık”  diyen bir efsunlu hisse tercüman oluyor gördüğüm bütün düşler. Sanki yeni baştan bir sefere çıkıyorum kendi coğrafyama… Kendime gidiyorum sanki kendimi görüyorum satır aralarında…

“Unutursun Mihriban’ım” diyen türkü müydü bana bütün bunları hatırlatan?

Yoksa başka bir şey mi?

Mihriban’ım diyorum…

Zaman geçecek, saçlarıma aklar dolacak… Hatıralar üşüşecek yüreğimin çatlaklarına, gelecek geçmişin isiyle örtülecek. Zaman duracak, bitecek günün gecenin telaşı. Her gün yeni bir yorgunluk saracak dizlerimi, yokuşlarda kalacak, tükenecek yüreğim. Dün, her dem türküsünü söyleyecek usanmayası. Yarın hiç gelmeyecek belki de, yarım kalacak hayallerim ve umutlarım. Çoktan unuttuğum sandığım, kalın feracelerin ardına saklanan eski yüzleri göreceğim düşlerimde, ürkeceğim belki de…  Can ocağım bir daha yanacak hiç sönmeyesi. Cayır cayır tutuşacak… Bütün içli duygular düşecek üzerime, yakası… Benim aşklarım su üstünde salınan bir nilüfer çiçeği gibi miydi utanılası? Hatırlamıyorum, bilmiyorum, unutmuşum diyeceğim belki de… O zaman anlayacağım ki zaman geçmiş, bütün gazellerini dökmüştür ömrün bağları… Cenneti dünyaya indirmeyi hayal ettiğim günlerin koskoca bir yalan olduğunu fısıldayacak yalan dünya kulağıma, bir başıma bırakacak beni, çaresiz koyacak.

“Unutursun Mihriban’ım”diyen türkü müydü bana bunları hatırlatan?

Yoksa başka bir şey mi?

Mihriban’ım diyorum…

Kimbilir, hatalarıma ağlayacak, pişmanlığın derin girdaplarında boğulacağım korku tüneline girip. Ne hatalar yaptım oysa ne günahlar işledim utanılası. Ne kalpler kırdım, ne yürekler yaktım, ne köşkler yıktım, ne canları silip unuttum hatırlanası… Kaç yanağın üzerinden gümrah ırkmaklar aktı benim dağlarımdan. Yaşamak az şey miydi, insan olmak az şey mi? Ne yaptım, neler ettim şimdi hatırlamıyor, yeni baştan silemiyorum hiçbir şeyi. Yıllardır vefa kulelerinden ıpıssız çöllere düşüp, yayan yapıldak seraba doğru koşmuşum meğer. Arınacak ummanlar aramışım, düşülecek sonsuz yollar. Dönülecek bir yuva düşlemişim, ebedi, ezeli ve kusursuz… Sonsuza kurmuşum saatimi, hiç çalmayası. Zaman geçmiş, bitirmiş, eskitmiş hayallerimi, beni, eşyalarımı… Güz gelmiş ve içine düştüğüm derin uykudan bir türkünün sözlerine uyanmış yüreğim. Ve bir türkünün peşine düşmüşüm.

“Unutursun Mihriban’ım” diyen türkü müydü bana bunları hatırlatan?

Yoksa başka bir şey mi?

Mihriban’ım diyorum…

Ve bile bile kendimi yazıyorum…

Bir kırık gençlik hikâyesi mi desem, ziyan olmuş bir ömür mü bilmiyorum. Bile bile kendimi yazıyorum işte… Mektuplarım kendi adresime gayrı. Sözlerim kendi yüreğime… Bildiklerim kendime, bilmediklerim kendime. Öfkem, sitemim kendime… Bilerek kendime yazılıyorum. Ruhumu bedenimden ayırdığım günden beri ırağım kendime, yabancıyım, bizarım. Şimdi gürül gürül kendime akıyorum. Kendimi kınıyorum artık, kendimi paralıyor, kendimi yaralıyor, kendimi aralıyorum… Bir baharım kendime, bir güz. Bir kışım üstünden kar kalkmayası… Yüreğimin bütün kuşlarını saldım. Kuşlar kafilesi misali döne döne özgürlüklerine uçuyor, uçuyor hiç dönmeyesi yüreğimin kuşları… Ben benimleyim artık, ayrılmayası. Ayaklarımın altında çiğnenen bir ömrün solgun gülleri can çekişiyor, zamanı kalbime gömüyorum bundan böyle, zamanı kalbime gömüyorum. Bir yağmur sonrası kara topraktan tüten buram buram bir koku çekiyor, çağırıyor uzaktan sıkılmayası. Koskoca bir rüyanın bitimindeyim.

“Unutursun Mihriban’ım” diyen türkü müydü bana bunları hatırlatan?

Yoksa başka bir şey mi?

Mihriban’ım diyorum…

Merhametin sıcaklığını duydum kendi yüreğimde, şefkatin sesini… Dinlediğim bütün türküler gamdı, elemdi, yarımdı oysa. Her kalbin bir türküsü, bir masalı, bir sevdası olmalıydı elbette. Benim yüreğimin türküsü, masalı, sevdası var mıydı o demlerde? Bir yüreğim olduğunu yeni öğrendim oysa. Hayat geçip giderken, bizden de götürdü her ne varsa. Yükte hafif, pahada ağır neyimiz varsa götürdü hayat utanmayası, sıkılmayası, arlanmayası… Hayat bizi de götürdü giderken. Bohçalandı ömür feracesi. İliklendi vademizin kopçası. Bir sabah ansızın rüyama değdi vefasızlığın eli, uyandım bir daha uyumayası. Nice gümüş duygular sürüklendi gitti rüyanın seline hatırlanmayası. Oysa az çok bilirdik sevda taşıyan testiyi, aşk dokuyan gönül terkisini,  sesinden tanırdık. Yudum yudum içerdik sonra… Şimdi muhacir yüreğim kendi sürgününde telaşsız, Âsude bir türkünün ritmine bıraktı kendi… Unuttu işte.

Unutursun Mihriban’ım” diyen türkü müydü bana bunları hatırlatan?

Yoksa başka bir şey mi?

İkna Sanatıyla ‘’Evet’’ Dedirtmenin Yolları

Konumuz ikna veya diğer bir deyişle kandırma. Seçim sürecinde geri sayım günlerinin başlaması ile birlikte en çok karşılaştığımız konu bu. Seçmenlerin oy için ikna edilmesi konusu.

Belediye Başkan  Adayları tarafından her gün çeşitli vaatlerle karşı karşıya bulunuyoruz. Vatandaş olarak kabul edilebilir veya kabul edilemez vaatlerle kapımızı çalan yerel yönetici adaylarına da çok çabuk  kanıyoruz. Adaylar vermiş oldukları vaatlerle hayallerimizi süslüyorlar. Fakat gerçekte böyle bir şey olmadığını çok geçmeden seçtiğimiz kişinin icraatlarından anlıyoruz.

Yerel seçimlerin yaklaşmasıyla, adaylar tarafından seçmenlere yönelik verilen vaatlerde artış var. Bu vaatlerin gerçekleşme oranı ne kadar doğru ve gerçekçidir? bunun sorgulanması gerekir. Olmayacak işlerden daha çok, Dünya ve Türkiye’nin durumunu gözden geçirerek, günümüz koşulları göz önünde tutularak söylenen sözlere inanmalı veya inanmamalıyız.

Başkalarının bizi kandırmasına niçin izin veriyoruz? Karşı olduğumuz pek çok konuya niçin ”evet” demek zorunda kalıyoruz? Hiç beğenmediğimiz bir fikri ve siyasi düşünceye evet dememizin nedeni nedir?

Bunları merak edenler için, hangi ikna tekniğinin etkili olduğunu, hangi psikolojik silahın daha vurucu olduğunu, eğilim konusunda insanların nasıl ikna edildiğini açıklamaya çalışalım:

Karşılık verme

İnsan topluluklarında karşılık vermek bir nezaket kuralı olarak değerlendirilir. Hediye almak beklenmedik bir anda ve herhangi bir istekte bulunulmadan potansiyel yardımseverlerde ellerini ceplerine atma eğilimini doğurur. Siyaset yapanlar için de destek bulma eğilimi sağlar.

Siyasilerin halka dağıtmış olduğu ürünler, vermiş olduğu vaatler, vatandaşı karşılık verme yükümlülüğü altında bırakır. Geçmişte basına da yansıdığı şekilde bir gece de dağıtılan sahte altınlar seçmenlerin oyunu önemli ölçü de etkilemişti.

Yine günümüzün en önemli sorunu işsizlik konusunda, adayların elle tutulur bir projesi olmadığı halde 100 binlerce işsize iş vereceği vaadi seçmenleri eğilim konusunda yönlendirir.

Oysa asıl olan, dağıtılan ürünlerden çok yerel yönetime aday olanların projelerinin neler olduğu ve bunları nasıl gerçekleştireceği üzerinde durulmasıdır.

Tutarlılık-sözünde durma

Sözünde durma seçmenler tarafından önemli ölçü de değer bulur. Bir adayın geçmişte yaptıkları, sivil toplum örgütlerindeki çalışmaları ve yapmış olduğu projeleri gerçekleştirme oranı seçmenlerce değerlendirilir. Geçmişte verilen bir sözün yerine getirilmemesi seçmenler tarafından sorgulanır.

Aynı zamanda, vatandaş siyasilere ulaşarak sorununun bir an önce çözüme kavuşmasını bekler. Siyasiler ise, bu konuda sözler vererek en fazla da yönetime gelindiğinde telefonlarının  24 saat açık kalacağını belirterek taahhütte bulunurlar. Böylelikle seçmenin kendisine olan eğilimini etkilemeye çalışırlar.

Toplumsal onay

İnsanlar bir topluluk içinde nasıl davranacaklarını kestirmek için diğerlerinin nasıl davrandığına bakarlar. Bir fikri ne kadar çok insan destekliyorsa, topluma yeni katılan bir bireyin de o fikri benimseme olasılığı aynı oranda artar, çünkü o fikrin doğru ve geçerli olduğuna inanma eğilimindedir.

Siyasiler seçmenleri etkilemek için en fazla bu eğilimden yararlanırlar. Anketler düzenleyerek en fazla oyu kendilerinin alacakları açıklamasında bulunarak kararsız seçmenleri yönlendirmeye çalışırlar.  Kararsız seçmen , toplumun en fazla destek verdiği aday konusunda fikrini belirleyecektir.

Beğenme
İnsanlar beğendikleri şeylere ”evet” demeyi tercih ederler. Beğenme olgusundan yararlanmak isteyenler, bazı taktiklerden yararlanma yoluna giderler. Fiziksel cazibe bu taktiklerin başında gelir. Seçmenler karşısında kişilerin fiziksel güzelliğinin kullanılması, seçmenleri doğrudan etkileyen bir faktördür. Seçimlere katılan cazibeli adayların daha fazla oy toplaması rastlantıya bağlanamaz.

Övgü de beğeniyi arttırır. Doğruyu yansıtmayan bir övgü bile işe yarayabilir. İşbirliği de övgü gibi olumlu duygular doğurur. Bu durum seçmenler tarafından dikkate alınmalıdır.

Otorite

Bir araştırmada,  trafik ışıklarında bekleyen yayaların yeşil ışık yanmadığı halde takim elbise ve kravatlı bir yayayı bilinçsizce izledikleri görüldü.  İnsanların otoriteyi izleme eğiliminden yararlananlar adaylar, ekibinde toplum tarafından tanınan, sevilen önderleri yanlarında tutarak seçmeni otorite ile etkilemeye çalışırlar. Biz de adayımıza destek oluyoruz” düşüncesi seçmenleri  kararsız kalma sıkıntısından kurtarır.

Düşünme yetisinin devreye girmediği durumlarda, insanlar otomatik olarak yanlış bir otoriteyi de izleyebilir. Seçmenlerin bunu da dikkate alması gerekir. Cemaat liderleri, aşiret liderleri, sivil toplum liderleri, dernek başkanları gibi toplum önderlerinin düşüncelerinin kararsız seçmenlerin etkilemesinde büyük rolü vardır.

Az bulunma-kıtlık

Bir üniversite kafeteryasında durup dururken ortaya çıkan talep patlamasının nedenleri araştırıldı. Menüde herhangi bir değişiklik olmadığı halde öğrencilerin kafeteryaya doluşmasının altında, yemekhanenin iki hafta boyunca onarım dolayısıyla kapatılacağı duyurusunun yattığı fark edildi.

Az bulunulurluk özelliği yalnızca ürünlere bağlı değildir. Gerçekleşecek önemli bir proje ve verilecek hizmetlerde, vatandaşın adaya destek olmasını etkileyen önemli bir unsurdur. Şu anda belediye başkanlığına devam eden ve tekrar başkan adayı olanlar için, yapılan hizmetlerin yönetimde kalındığı sürece verilmeye devam edileceğinin söylemesi de ikna edilmede etkili olur.

Bilgi güçtür

Yapılan iyilikleri karşılıksız bırakmamak, tutarlı ve ilkeli davranmak, çoğunluğunu gittiği yolu izlemek, beğendiğimiz kişilerin isteklerini yerine getirmek, otoritenin sözünden çıkmamak ve kıt kaynakları değerlendirmek bugüne dek insan topluluklarına zarar değil, yarar sağlamıştır.

Peki, biz bu ilkeleri silah olarak kullananların elinde oyuncak mı oluyoruz? Kesinlikle hayır. İkna teknikleri hakkında bilgi sahibi oldukça, bize yönelik stratejileri ve talepleri sağlam bir temel üzerine oturtabiliriz. Bu durumda dikkat edeceğimiz tek şey, bizi ikna etmeye çalışan profesyonellerin pazarladıkları hizmet veya düşünce konusunda ne denli dürüst olduklarını keşfetmektir. Bu ayırımı yapabildiğimiz sürece profesyonel iknacıların bizi tuzağa düşürmelerini engelleyebiliriz.

Sıkıntılarla Verilmek İstenen Mesaj

Bu dünya mihnet ve meşakkat yurdudur. Bir taraftan afetler, belalar, hastalıklar. Bir taraftan işsizlik, geçim sıkıntısı, insanlar arası problemler, ailevi sıkıntılar, psikolojik problemler.

Bu sıkıntıları nasıl anlamak lazım? Bu musibetlerle bize verilmek istenen mesaj nedir? Başımıza gelen bela ve musibetleri doğru okuyalım ki çaresini bulabilelim. Bu yazıda bir insanın karşılaştığı belaların sebepleri üzerinde durulmaya çalışılmıştır:

1. Cenab-ı Hakk’ın müminlere nimet, müşrik ve kâfirlere azap vaadi esas itibariyle ahirete aittir. Allahu Tealâ bu dünyada inananlara refah, inanmayanlara da sıkıntı ve eza vereceğini taahhüt etmemiştir.

Âl-i İmran Suresi’nin 140. ayetinde buyurulduğu gibi  “O, (zafer, galibiyet ve sevinç getiren) günlerini, insanlar arasında döndürür.” Yani bir gün Müslümanları, bir gün kâfirleri muzaffer kılar. Bir gün bize, bir başka gün onlara musibet verebilir. Bugün biz seviniriz, yarın başkaları. Sünnetullah böyledir.

Bu dünyada müslümanlara hep nimet, kâfirlere de hep sıkıntı verilseydi, iman iradî bir tercih meselesi olmaktan çıkar, “imtihan”ın anlamı kalmazdı.

2. Başımıza gelen musibetlerin bir sebebi, insanların sorumsuzluk ve tedbirsizlikleridir. Eksik ve kalitesiz malzeme kullanmışsanız, böyle bir binanın en küçük sarsıntıda yıkılması mukadderdir. Sağlığınıza dikkat etmiyorsanız hasta olur, çalışmıyorsanız aç kalırsınız.

Nitekim Allahu Teala Ali İmran suresinin 165. ayetinde, Uhutta yenilgiye uğrayıp “Bu nerden geldi” diyen Müslümanlar için “De ki: ‘Bu felaket sizin yüzünüzdendir’ Muhakkak ki Allah her şeye kadirdir.” Buyurarak Peygamber emri dinlemeyenleri ve yenilgiye sebep olanları suçlamıştır.

3. Ancak uğradığımız musibetleri sadece insanların hatalarına bağlıyamayız. Bunları tamamen tedbirsizlik ve kusurlara indirgemek, bütün sorumsuzlukların temelde bir iman zafiyetinden kaynaklandığını dikkatlerden kaçırır.

Peygamber s.a.v Hazretleri, Ubade r.a.’ın rivâyet ettiğine göre, buyurmuştur ki:

“Müslümanın karada, denizde malı telef olmuşsa, bu mal ancak zekât verilmediğinden olmuştur. Zekâtınızı vererek mallarınızı koruyun! Hastalarınızı, onlar nâmına fukaraya sadaka vererek tedâvi edin! Başınıza gelip çatan belâları da dua ile def edin! Çünkü dua gelmiş belâya da, gelmemiş belâya da faydalı olur. Gelmiş belâyı insanın üzerinden kaldırır. Gelmemiş olan belâyı da durdurur.” (Taberânî ve İbn-i Asâkir)

Demek ki, dua da edeceğiz. Duayı can ü gönülden yapalım! Başımıza gelmiş özel belâları veyahut toplumsal belaları Allah kaldırsın diye dua edelim. Allah duaları kabul eder. Bazen böyle anlı, şanlı, rütbeli, itibarlı insanın değil de bir garibanın, yoksulun duasını kabul eder. Bir çocuğun duasını, bir piri faninin duasını kabul eder. Dualarımıza çocukları, yaşlıları, ak sakallıları da katalım, onlara amin dedirtelim.

4. Helâk ve ikaz için de musibet verilebilir. Kur’an-ı Kerim’de sapkınlıkta ısrar eden bazı eski kavimlerin tufanla, kum fırtınasıyla, kuraklıkla helâk edildiği anlatılır. Bu musibetler kâfirlere ve günahkârlara ilâhi gazabı tattırmak, böylece onları cezalandırmak içindir. Celal sıfatının tecellisi olan musibetler, bazen “düşünüp ibret alsınlar diye” (A’raf, 130) bazen da bir ihtar, bir şefkat tokadı olarak iner günahkârların suratına.

Ders aldık mı almadık mı bilinmez ama celal tecellisi olan iki musibeti hatırlamakta fayda var. Biri 1912 Nisan’ında bin beş yüz kişiden fazla insanın ölümüyle sonuçlanan Titanik faciası. 300 metreye yakın boyuyla, zamanının bu en lüks teknoloji harikası, “Bu gemiyi Tanrı bile batıramaz!” nutuklarıyla denize indirilen gemi, Okyanusun ortasında, basit bir sebeple, bir buz dağı parçasına çarptığı için, üç saatten daha kısa bir zamanda sulara gömüldü.

Benzer bir faciayı bütün dünya 28 Ocak 1986’da televizyon ekranlarından naklen izledi. Amerika’da uzay mekiği Challenger, seyredenlerin gıpta ettiği gösterişli bir törenle fırlatıldı. Tam, teknolojiyle nelere kadir olduğumuzu düşünecektik ki, mekiğin görüntüsü henüz çıplak gözle bile seçilirken bir patlama oldu gökyüzünde. Ateş topuna dönen Challenger’ın ve içindeki yedi kişinin parçaları seyircilerin çığlıkları arasında etrafa saçıldı. Oysa bu teknolojiyi üretenler yaptıkları uzay mekiğine ve onun programına “challenger” yani “meydan okuyan” ismini koymuştu.  “Var mı benimle boy ölçüşecek bir güç, varsa çıksın bakalım karşıma!” dercesine. Demek ki varmış.

5. Bazen de bir musibet, işlenen günahın cezasını dünyada çektirip kurtarmak, yahut kuluna manevi bir makam vermek için verilir. Peygamber Efendimizin ifadesiyle “Allah (c.c.) bir kula bir musibet veya daha fazlasını vermişse, bunu ancak bu musibet sebebiyle affedeceği bir günahı bulunduğu için veya bu musibet sebebiyle ulaştıracağı bir dereceyi vermek için vermiştir.” (Ramuzel Ehadis, s.370 h.12)

İşte Allah’ın peygamberlerinin ve evliyâullahın başına gelen dünyevî sıkıntılar bundandır. Yâni zorlu imtihanlardan geçiyorlar, çok yüksek puanlar kazanıyorlar, çok yüksek makamlara çıkıyorlar.

Tabii avâm, yâni İslâmî bilgileri çok olmayan insanlar, Allahın sevdiği insanlara hiç musîbet vermeyeceğini düşünür. Hayır, öyle değil… Allah’ın en sevgili kulu Peygamberlerdir ama hepsi çok sıkıntılar çekmişlerdir. Hazret-i İsâ A.S’ı, Hz. Mûsâ A.S’ı düşünelim, Nuh A.S’ı, İbrâhim A.S’ı, diğer peygamberleri düşünelim… Hepsi çok sıkıntılara uğramışlardır.

6. Bazen mümine, imtihan için musibet verilir: “Biz mutlaka sizi biraz korku ile, biraz açlık ile, yahut mala, cana veya ürünlere gelecek noksanlıkla deneriz. Sen sabredenleri müjdele!(Bakara, 155).

Onun için Müslüman, musibetler karşısında sabreder, şikayette bulunmaz, Allah’a karşı edebini korur, takdire rıza göstererek Kur’an’da öğretildiği gibi “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râci’ûn= Biz Allah’a aidiz ve sonunda O’na döneceğiz.” der. Bu şu demektir: “Bize malı da canı da evladı da veren Allah’tır; madem ki O vermiştir, verdikleri üzerinde dilediği gibi tasarruf eder. Onun takdirine itiraz etme, gücenme hakkımız yoktur. Dönüşümüz yine O’na olduğuna göre, bu dünyadaki nimet de külfet de zaten kalıcı değildir.”

Musibetler karşısında üzülmek, sessizce gözyaşı dökmek mübahtır, sabrın ihlali anlamına gelmez.  Şikayetçi olmak, itiraz etmek, yüksek sesle ağlamak, öfke ve küskünlük ise men edilmiştir. Bu (şikayet), bela karşılığında verilecek bedeli kaybederek çifte musibete uğramaktır; külliyen zarardır.

7. Bazen de başkasının yaptıkları yüzünden musibete uğrarız. Enfal Suresi 25. ayette şöyle buyurulmaktadır: “Ve bir de o fitneden korkunuz ki, içinizden yalnızca zulmedenlere isabet etmekle kalmaz!”

Peygamberimiz (s.a.v.) bir hadisinde “gemi örneğini” veriyor. Özetle diyor ki, bir geminin dibini delmeye çalışan kişiye engel olmazsanız bu, sadece kendisine değil, o gemideki herkese zarar verir. Demek ki yanlış bildiğimiz şeyi yapmamak yeterli değil, yapanı da uyarmak icap ediyor.

8. Peki ya böyle bir kötülüğe asla rıza göstermemiş, hatta uyarılarını yapmış, buna rağmen fitneye engel olamayanların yahut bu fitnelere engel olamayacak kadar küçük olduğu için sorumluluk taşımayan masumların suçu ne?

Evet; onların suçu yok. Fakat musibetin onları da kaplaması onlar için musibet değildir:

Bir çocuğun büluğ çağından önce ölmesi, bir yönden onun yaşamasından daha hayırlıdır. Sorgusuz sualsiz cennete girecektir. Hatta küçük yaşta vefat eden çocuklara, buna sabreden ana babaları için şefaat yetkisi verilecektir.  Öte yandan İslâm alimlerinin pek çoğu, musibete sebep olan fitnede hiçbir dahli olmayan Müslümanların, deprem, sel, yangın, salgın hastalık.. gibi felaketlerde ölmesi halinde “şehit” sayılabileceği kanaatindedir.

9. “Allah (c.c) bir ümmete gadab ederse, fiyatlar artar, çarşı pazarı kesada uğrar (yani işler iyi gitmez,mal bulunmaz), aralarında fesad çoğalır ve iş başındakilerin zulmü artar. Bundan sonra zenginleri zekat vermez, baştakiler iyi idare etmez ve fukarası da namaz kılmaz olur.” (Ramuzel Ehadis sayfa 375, h.8)

O halde, işlerin yoluna girmesi, pahalılığın ortadan kalkması, idarecilerin zulmünün bitmesi için Allah’ın rızasını kazanmağa çalışmak lâzımdır. Allah’ın kızdığı işler yapılınca, Allah belâyı gönderir, düzen bozulur. Zenginler zekât vermez, fakirler ibadet etmez, idareciler zulmeder, iffet kalkar, rüşvet yaygınlaşır, haksızlık artar.

Onun için sık sık tevbe edelim. Allahın razı olduğu salih ameller işleyelim, Rabbül aleminin razı olmadığı hallerden uzak duralım. Allahu Tealâ Hazretleri bizi hem dünyada, hem âhirette, musîbetlerden, belâlardan, azablardan, korusun… Rahmetine erdirsin, Cennetiyle, cemâliyle müşerref kılsın… Amin

Çanakkale Savaşlarını Hatırlarken

0

Milletlerin tarihinde çok sayıda savaş vardır. Tarihi sadece barışla geçen bir millet yoktur. Bir çok milletin kendini bir millet olarak ifade etmesi kazandığı bir savaştan sonra gerçekleşmiştir. Mesela Amerika’ının bir millet haline gelmesi, İngiltere’ye karşı başlattığı istiklal savaşı ile mümkün olmuştur. Aynı şey modern çağın büyük aktörü olarak bilinen, İngilizler, Almanlar, Fransızlar vb. diğer milletler için de geçerlidir.

Savaşın milletlerin tarihinde önemli bir rol oynadığı tarihi bir gerçektir. Ancak buna rağmen, savaş bütün toplumlarda istenmeyen bir eylemdir, harekettir. Esas olan barıştır, huzurdur. Hangi milletin kültürüne, inancına ve örfüne bakarsak bakalım, hepsinde barışı esas, yeri geldiğinde ise savaşı kaçınılmaz bir toplum davranışı bir milli duruş olarak görürüz.

Savaşlar milletlerin ve ülkelerin tarihinde çok olmakla birlikte, bazı savaşlar çok daha önemlidir. Bir çok savaş unutulur. Sadece tarihçilerin bildiği bir araştırma konusu olarak kalır. Mesela Osmanlı devletinin Avusturya, Rusya, İran, Venedik vb. bir çok ülke ile yaptığı bir çok savaş vardır. Bu savaşların olduğunu, yaşandığını, ancak tarih kitaplarından öğreniriz. Ancak öyle savaşlar vardır ki, onları, dedemizden, annemizden, okuma yazma bilmeyen bir halk masalı anlatıcısından, ozanlardan, şairlerden hasılı yaşlı genç bütün toplum aktörlerinden öğreniriz, duyarız. Bu savaşlar, destan olmuştur, ruh olmuştur, milli duruşa ve varoluşa ilham olmuştur. İşte Çanakkale savaşı bizim için böyle bir savaştır.

Çanakkale savaşının acıları, inançları, yiğitlikleri hasılı bütün duyguları, ninni olmuştur, beşiğimizde annemiz tarafından kulağımıza kim bilir kaç defa okunmuştur. Türkü olmuştur, çobanından ev hanımına, diplomalısından diplomasızına, zengininden fakirine, komutanından askerine, kırda, atölyede, büroda, çarşıda pazarda, mutfakta Türkün ve Müslüman’ın olduğu her ortamda söylenen ve tekrarlanan bir Türkü. Şehitliğin, kahramanlığın, fedakarlığın, yiğitliğin gün yüzüne çıktığı, yaşandığı bir ortamdır, bir meydandır, Çanakkale savaşı.

Çanakkale savaşları bizim için bir yeniden dirilme ruhu olmakla birlikte, Yunanlılar için de böyledir. Onlar için de milli bir bilincin öyküsüdür. Yunanlıların mili bilinç edinmelerinde Truva savaşları için yazılan destanlar önemli birer ikon olmuştur, simulakr olmuştur. On dokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda Mora’da ortaya çıkan Yunan isyanları, ruhunu, ilk çağlarda Çanakkale’de meydana gelen Truva savaşlarından almıştır. Truva savaşları efsaneleri, dağılmış, kimliğini unutmuş, dağınık yaşayan Rumları birleştiren, Yunanistan denilen coğrafya’da bir araya getiren bir değer olmuştur. Mora’daki Yunan isyanını başlatanlar bu savaşların efsanelerine dayanarak millet olma söylemini meşrulaştırmaya çalıştılar.

İlkçağın yunanlı ozanı Homeros, İlyada ve Odessa destanlarının konusunu, Çanakkale’de, Truva’da yaşanan savaşlardan almıştır. Homerosun anlatılarına göre, Truva savaşları. kandırmanın, hilenin, saldırganlığın, vahşetin, galibiyet getirdiği bir savaştır Yunan mitolojisinin baş yapıtı olan bu destanlara bakılırsa, kahramanlık, yiğitlik, cesaret ve dürüstlük; sahtekarlığa, kurnazlığa ve cinselliğe kurban edilmiştir. Bu maskeler Truva atı olarak çok yüzlülüğün, sahtekarlığın, iktidar ve otorite yardakçılığının simgesi olmuştur. Siyasette kuralsızlığın, değer tanımazlığın ve ahlaksızlığı uyulması gereken tabii siyasi davranış olarak görülme nedeni Truva atı benzetmesidir. Makyavelist tutumlar ve davranışlar olarak bilinen siyasi ve bürokratik davranışlar, belki de akaidi temellerini bu rezil savaşın efsaneye dönüşmüş hikayelerinden almaktadır. Truva savaşlarının bu teması, mitolojik bir gösterim biçimi olarak, binlerce yıl, Yunan ve Batı trejedyasının ilhamı olmuştur. Böyle olduğu için tabii siyasi davranışın kuralı olarak mütalaa edilmişlerdir.

Tarihe yön veren iki savaş. Aynı bölgede yaşandılar. Aynı denizde, aynı boğazda cereyan ettiler. İlk çağlardaki Truva savaşları hala saldırılarını sürdüren Batılı emperyalist güçlerin rehberi olmaktadır. 20. yüzyılın başında gerçekleşen ve Çanakkale savaşı olarak adlandırılan savaş ise doğulu Müslüman milletlerin varoluş mücadelesinin örneğini oluşturmaktadır. Sembolü olmaktadır. Truva savaşlarının yaşayan heyulası, emperyalizmle özdeşleşmiştir. Çanakkale savaşlarının yaşayan ruhu kurtuluş mücadeleleriyle özdeşleşmiştir.

Truva savaşları İlyada ve odessa destanları ve hikayeleri olarak Yunan milli ruhunun ve Çağdaş Batı uygarlığının emperyalist duygularının ruhu olarak bizi gölgelemektedir. Kaç bin yıldır bu ruh, Truva atı olarak şöhret bulmuştur. Dünya tarihinin son dört yüzyılı, Truva atı maskesinin ustaca kullanıldığı işgallerle, sömürülerle, sahte barış, özgürlük, kalkınma, gelişme ve eşitlik mücadeleleri ile geçmektedir. Bu sahte yüzlü bulut, demokrasi, oryantalizm, eşitlik, etnik kimlik, yeni dünya düzeni, küresel değerler, vb. maskelerin gölgesi ile biz kendini bilmez toplumlara ihsanda bulunmaya maalesef devam etmektedir.

Diğeri Çanakkale savaşı olarak şöhret bulmuştur. Bu savaşın destanını ise Türk istiklal savaşının şairi Mehmet Akif söylemiştir, yazmıştır. Ancak bu destanın söylenmesi ve yazılması çok şükür ki bitmedi. Akif’in yazdığı destan örnek olarak tekrarlanmaktadır, Şairlere, ozanlara, yazarlara, araştırmacılara ilham olmaktadır. Ozanlarımız, şairlerimiz, ediplerimiz hala bu savaşın şiirini, hikayesini yazmaya devam ediyorlar. Çünkü bu savaş bitmedi. Hala canlı olarak yaşanmaktadır. Bitmemesi de gerekiyor.

Çanakkale’de atalarımız dürüstçe, kahramanca, hile ve kandırma yollarına baş vurmadan vuruştu, savaştı. Al kanını o topraklara hilal ve yıldız olsun, diye döktü. Namuslarını, vatanlarını ve ocaklarını düşman istilasına karşı korumak için mücadele ettiler. Savaşın destanını yazan Mehmet Akif bu fedakarlığı Bedir savaşının aslanlarının duruşuna, mücadelesine benzetti. Allah’ın sevgili kulu peygamber (a.s)’ın kucağına sığındılar. O kucağa kavuşmanın mutluluğunu, kanlarını dökerken yaşadılar. Bunu vazife ve ödev olarak yaptılar. Ganimete, ikbale, mevkiye, makama ve zevke yönelmediler. Geride kalan nesillerine bir örnek bıraktılar. Bu örnek davranış, Batı canavarına ve emperyalizme karşı durmaktır, sebat etmektir, direnmektir, çalışmaktır, üretmektir, savaşmaktır. Savaşı kazandılar. Ancak kendilerinden sonrakiler yine Truva atı hilesine kandılar.

Truva atı, bu kez, mandacılık olarak karşımıza çıktı. Güçsüzlük, takatsizlik, yetersizlik ruhiyatı olarak içimize sindi. Bu sahte maske bilincimizi o kadar köreltmiştir ki, Afrika’da, uzak Asya’da, Sibirya’da Amerika kıtasında açılan Türk okullarını göremiyoruz. Avrupa’da yakılma pahasına varoluşunu sebatla sürdüren Türkleri, Arapları fark etmiyoruz. Gönüllü Türk kuruluşlarının Endonezya’da, Pakistan’da, Afrika’da mazlum, mahzun, miskin ve yoksul insanlara ulaştırdığı sağlık, gıda, barınma yardımını kendimiz için bir güven kaynağı olarak algılamıyoruz. Filistinlilerin ölümüne süren bir yüzyıllık direnişinin ne kadar onurlu bir misal olduğunu fark edemiyoruz. Bu Truva atı heyulası hala aramızda dolaşmaktadır. Gölgesi gölgemize karışmıştır. Ayıklayamıyoruz. Her gön yeni bir söylem ve fikirle bizi aldatmaya devam ediyor.

Ama çok şükür, Çanakkale’de dökülen kan hemen sonra Türk istiklal savaşı oldu. Anadolu’da Mustafa Kemal oldu, Kazım Karabekir, Fevzi Çakmak, Sarıklı mücahit ve Mehmetçik oldu. Kahraman Maraş’ta Sütçü İmam, Erzurum’da Nene Hatun ve Gaziantep’te Şahin oldu. Bitmedi, tükenmedi. Pakistan’da Cinnah ve İkbal olarak doğdu. Çanakkale’de atalarımızın döktüğü kan şimdi Azerbaycan’da, Irak’ta, Çeçenistan’da, Gazze’de, Filistin’de, Bosna’da, Afganistan’da, Afrika’da direniş oldu. Mücahit oldu. Truva atı olarak gölgesi üstümüzde dolaşan emperyalizme karşı hilal oldu, yıldız oldu. Bu savaşın şehitlerini, gazilerini rahmetle hatırlıyor. Onların hatırasını yaşatma inancını benden eksik etmemesini, yüce Rabbimden diliyorum.

Çanakkale Dersi

18 Mart 2009 Türk’ün Çanakkale’deki şanlı savunmasının 94. yıldönümüdür. Türk tarihine yeni bir altın sayfa açan ve şeref tablosu yaratan şehitlerimizi rahmet ve saygıyla anıyoruz.

Onlara çok şey borçlu olduğumuzu biliyoruz. Hürriyetimizi ve milli bağımsızlığımızı yabancılarla pazarlık konusu yapmayan, mandacılığı, teslimiyetçiliği reddeden ve bayraklaşan şehit ve gazilerimiz, Milli Mücadelenin zaferle bitebileceğinin ümidi olmuşlardır. Milli Mücadelenin karar ve azmini güçlendirmişlerdir.

Bazıları bugün İstiklâl Savaşı yapılmamış gibi bir sapıklığın içine düşseler de…

O dönemin şerefli, haysiyetli, fedakâr er ve komutanları nasıl bir duygu ve düşünce içinde iseler; bugünkü komutanlar da aynı düşünce ve imanla doludurlar. Aksini ileri sürmek TSK’nin mücadele ve başarı gücünü kırmaya dönük bir psikolojik savaş türüdür. Bunu kim yaparsa yapsın!

94 sene sonra Türk Milletinin böyle bir destanı bir daha yazamaması için ne gerekiyorsa bugün o yapılmaktadır. Vicdani red, ülkesi için savaşmayı kabul etmemek, asker düşmanlığı ve önüne gelen herkesten özür dileme buna birer örnektir. Örnek şahıs ve liderleri yıpratmak, sıradan hale getirmek, basitleştirmek -Mustafa filminde olduğu gibi- işin bir başka yönüdür. Milli menfaatlerden yana olmayı öcü olarak gösterme, yükselen iktisadi milliyetçiliği ve küresel krizle çöken neo-liberalizmi perdeleme çabaları sürmektedir.

Çanakkale ile ilgili güzel çalışmalar olmakla birlikte; bazı yerlerde açığa çıkan şehit kemikleri köylüler tarafından tekrar gömülmektedir. Güzel çalışmalar yapılmıştır. Ancak, maksatlı belgesellere de rastlanmaktadır. “Galliboli” isimli belgesel bunlardan birisidir. Mehmetçiklerin kahramanlıklarını gölgeleyen, Çanakkale Müdafaası ve zaferi bir yedek subay savaşı olmasına rağmen; askerlerimizi cahil, Anzakları kahraman olarak gösteren ve öven, “Ülken için bir daha savaş yapma” romantik barışçılık mesajını veren bu belgeselin yapımcısı; Deniz Kuvvetleri eski komutanlarından birinin oğludur. Kendisi Türk mü? Türkiyeli mi? bilemiyoruz; ama, Anzaklar gibi düşünmektedir. Oliver isimli bir Anzak kahramanlaştırılarak işgalci emperyalistlere neredeyse acıyacak ve onlardan özür dileyecek bir ortam yaratılmaktadır. Babasının bilgisayarında hazırlanan günlüklerin Ümraniye Davasında kaynak ve gerekçe gösterilmesi de işin başka bir yönüdür.

Anafartalar’da gazi olan Mustafa Kemal ve diğer komutanlarımız, Seyit Onbaşılar, Yahya Çavuşlar, Nusret Mayın Gemisinin komutanı Yüzbaşı Hakkı Bey, “Çanakkale Şehitleri” isimli şiir üstü eseri yazan milli endişe sahibi, Müslüman Türk’ün sembol ismi milli şairimiz Mehmet Akif, bu vesileyle tekrar hatırlanmalıdır. Gençlere Safahat‘ı ve Nutuk‘u okumaları tavsiye edilmelidir. “Türk’e hiçbir kavmin horoz olmasına tahammül edemem, Türk güçlü olursa İslâm âlemi de güçlü olur” diyen Mehmet Akif’in baba tarafından Arnavut olması ne ifade eder ki? O büyük insan, bize Türk’e düşman olunarak İslâm’a dost olunamayacağını öğretmiştir. “Çanakkale Şehitleri” şiirinde aziz Mehmetçikleri “Bedr’in aslanları” gibi görmesindeki mana derinliği büyüktür. Bazıları bunu hazmedemese de…

Vatanları için ölmeyi becerebilenler, bilenler, ülkelerinin mukadderatını ve geleceğini de değiştirirler. Bunu yapamayanlar, her işgalci güce boyun eğer ve ülkelerini teslim ederler. Irak’ta 5 dolara kendilerini satanlar, demokratikleşmeyi getirecek diye ABD askerlerinin ellerini öpenler gibi…

Çanakkale 1915’de geçilmemiştir. Ancak, 94 sene sonra  “Çanakkaleler” maalesef geçilmiştir. Milliyetçiliğe öcü diye bakanlar, milli davaları kucaklayamamış, herkese taviz vererek sorunları çözeceklerini zannetmişlerdir. Muhafazakârız diyenler, mukaddes değerleri yıpratmışlardır. Dışarının sesi olanları el üstünde tutmuşlar ve onlara danışmışlardır. AB üyelik sürecinde uydu ve ısmarlama yasalar çıkarılmıştır.

Çanakkale’de şehit düşenlerin, “Hepimiz Ermeniyiz” diye tepinenlerle hiçbir bağları yoktur.

Onlar, “Biz tek bir milletiz, Türkiye bir mozaik değil; anlamlı bir bütündür” dedikleri için şehitlik mertebesine yükseldiler. Aksini düşünselerdi zaten orada olmazlardı.

Onlar Türk’tü; Türkiyeli değil.

Onlar, geçmişleriyle gurur duyuyorlardı.

Başkaları adına geçmişlerine savaş açmamışlardı.

Onların Anadolu’dan kovdukları işgalcileri tekrar davet etme niyetleri de yoktu. Bundan dolayı işgalcileri “Biz de İngiliziz, Fransızız”, “Bize medeniyet getiriyorsunuz”  diyerek şarkı ve çiçeklerle karşılamadılar ve gerekeni yaptılar.                         

Darwin Yılı Tartışması

Geçtiğimiz haftalarda kaşıma ustaları neden Darwin yılı bizde kutlanmadı ve bu konuda gerektiği şekilde yazılar kaleme alınmadı diye bilhassa TÜBİTAK hedef alınarak tartışma başlatıldı. Acaba işin içinde dincilik falan mı var diye her zaman olduğu gibi birileri öküz altında buzağı aradı. Bende yazımı bu konuya ayırdım. Kimmiş bu Darwin önce özet olarak ta olsa biraz bilgilenelim.

Charles Darwin 1809 da Birminhan’da varlıklı bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Babası tarafından Cambridge Üniversitesine rahip olması için gönderildi. Fakat o doğa tarihi ile ilgilendi. Evrim üzerine teoriler geliştirdi. Büyük bir ihtimalle İnsanların maymundan geldiğini söylemedi. Evrimci materyalistler bu insanı kullandı. Bu safsatayı ona malettiler. Başka türlü olsa idi bu maymunu kullandılar demem lazımdı.

Evrimcilere göre ilk insan dört ayağının üzerinde yürüyen bir mahlukken zamanla iki ayağının üzerine kalkmış. Bu teoriyi destekleyecek bu güne kadar hiçbir bulgu yok.

1912 yılında C. Dawson bir fosil bulduğunu iddia etmişse de sahtekarlığı kısa zamanda ortaya çıkmıştır. Çünkü Dawson bir insan kafasına maymun çene kemiği yerleştirmiş ama yutturamamış.

Aslında Jawa adamı da bir maymundan ibaretmiş. Burada da bir maymun kafası bir insan organları ile birleştirilmiş.

Bir İtalyan profesörün de iddiası insanların Ayı’dan türediği yönünde. Çünkü Ayı davranışları İnsana Maymundan daha yakınmış.

Halbuki Yüce kitabımız KURAN-I KERİM de İnsanlığın atasının Hazret-i Adem olduğu, onun eğe kemiğinden de Hazret-i Havva’nın yaratıldığı ifade ediliyor. Her ikisinin de Cennette yaratıldığı, bilahare Dünya üzerine indirildiği belirtiliyor. Biz Müslümanlarda bu tebliğe bütün varlığımızla inanıyoruz.

Hiçbir yerde hiçbir kişi tarafından bu Maymun masalı belgelenememiştir. Fosil bulunamamıştır. Bir çok paleontolog bu teoriyi reddetmiştir.

Ülkemizdeki ortaya çıkan bu mesele birilerinin kaşıması ile inançları parçalamak, kafaları karıştırmak ve doğacak karmaşadan dejenerasyon adına bir şeyler devşirmek içindir.

Bu topraklarda yüzlerce yıl önceden bu güne kadar yaşamış, yaşadığı dönemde bir çok yararlı teoriler geliştirmiş ve keşiflerde bulunmuş, yüzlerce bilim adamının hiç birinin adı anılmazken Darwin yılı tartışması başlatmak hala bazı hesapların kapanmamış olduğunun  ispatıdır.

Ülkemiz giderek akıntıya kürek çeken değil, hedef belirleyen bir ülke haline gelmektedir.

Her ne kadar şartlar gereği bazı tavizlerin verildiği görülse de, bütüne bakıldığında bulunduğu coğrafya dışında da itibar gören ve önderliği arzu edilen bir ülke haline gelmeye başladığı görülmektedir.

Aziz Barnabas tarafından yazılıp dört nüsha olarak çoğaltılan İncil de, Kuran-ı Kerim’in geleceğine atıflar yapıldığından Hıristiyan dini otoriteleri de teyakkuz halindedir.

Yakında Tevrat tan nüshalar ortaya çıkarsa dinler tarihinin yeniden yazılması elzem olacaktır. O zaman bazı nehirler tersine akacaktır.telaşın sebebi budur.

Gizlenen gerçekler ortaya çıktıkça, köhnemiş müesseseler iflas ettikçe yeni  dünya düzeni de farklı bir şekilde filiz verecektir.

İşte bu noktada gerçek ve saf dini akideleri ile, şerefli bir imparatorluk geçmişi ile, yakın çevresine serpilmiş milli dostları ve kardeşleri ile, bir bütün teşkil edebilen Türkiye yeni dünya düzeninin vazgeçilmez bir ortağı veya lideri olabilecektir.

Bunu şimdiden gören düşmanlar zaman zaman dinlerin diyaloğundan, zaman zaman Darwinizm safsatasından, zaman zaman dinsizliğe vardırılan laisizmden bahsederek bu yaklaşımı baltalamaya uğraşmaktadırlar. Bu uğraşları daima sonuçsuz kalacaktır.

Yazımı bir alıntı ile sonuçlandırmak istiyorum.

“Sakın koyun olma, insanlar seni uysal diye sevmezler. İlk fırsatta kesip yerler. Sakın Kurt’ta olma, insanlar saldırgan diye sana saygı duymazlar. Sadece nefretle korkar ve kaçarlar.

Hele hele eşek hiç  olma. Çünkü asla acımazlar. Sana yüklerini taşıtırlar. Fırsat bulduklarında da sıra ile sırtına binerler. Eğer adam olursan bütün bunlardan kurtulursun. Sen sen ol hiçbir hayvana özenme”.

Kalın sağlıcakla.

İktidarlar, Concorde, Titanic, Kelebek Etkisi

CONCORDE KAZASI:

Sesten daha hızlı giden Concorde uçaklarını hatırlarsınız. Hani o Londra ile New York arasındaki uçuş süresini 3.5 saate kadar indirmeyi başarmış teknoloji harikası uçakları. İlk uçuşunu 1969 yılında gerçekleştiren efsane uçak Concorde’lar, ilk ticari uçuşunu 1976′ da yapmış ve 2000 yılında 113 kişinin ölümüyle sonuçlanan, Paris yakınlarındaki kaza sonrasında uçuşları süresiz durdurulmuştu.

Kaza sonrası görevlendirilen heyetin bir buçuk yıllık çalışma sonunda hazırladığı rapora göre, kazanın muhtemel senaryosu özetle şöyle idi:Kalkışa başlayan Concorde AF4590 bir kaç saniye sonra kazayı ateşleyen olayla karşılaştı. Concorde’un sol ana iniş takımındaki lastiklerden biri, 43 cm’ye 30 cm’lik metal bir plakanın (daha önce aynı pistten kalkan Cherry tipi bir uçağa ait olduğu sanılıyor) üzerinden geçti ve patladı.

1- Concorde uçağında hız 18 km/h ile 250 km/h arasında iken meydana gelebilecek lastik patlamalarını pilota haber verebilecek bir gösterge bulunmaktadır. Ancak bu olayda lastik patlaması hız 278 km/h dolaylarındayken meydana geldiği için göstergeler işe yaramamıştır.

2- Lastik patlaması sonucu sol iniş takımına bağlı motor koruyucusu kırılmıştır. Sıçrayan parçalar da sol kanadın altında bulunan yakıt tankını delmiş.

3- Diğer bir lastik parçası 2 no’lu motorun içine girerek motor hasarlanmasına neden olmuştur.

4- Bu esnada art yakıcının devreye girmiş olması ve bunun sonucunda yüzeydeki sıcaklığın artmasıyla yakıt tankı ve motor alev almıştır. Kanadın arkasında yükselen alevleri gören kule, hemen pilotları uyarmıştır.

5- Çok kısa bir süre sonra, 1 no’lu motor da “motorların çok yakın olması probleminden” dolayı- 2 no’lu motordan etkilenerek yarı yarıya güç kaybeder.

6- Sol taraftaki ciddi güç kaybı nedeniyle uçağın dengesi bozulur ve pilotun en yakın havaalanına yönelmesini engeller. Ve uçak düşer.

Bu teknik kazanın olmasında kusurlu aramaya çalışırsanız, kazayı başlatan ve her kademede büyümesine yol açan bütün ara olaylar için, suçlanabilecek insanlar bulursunuz.

Concorde’un pilotu, yapımcı firma, bakımcı firma, kule görevlileri, pistin temizliğinden sorumlu firma, temizlik elemanı, parçanın düştüğü uçak firması tasarımcı ve bakımcıları, patlayan lastiği yapan ve tasarlayan firma ve görevlileri gibi.

Kaza sonucu düşen ilk uçakları olmasına rağmen,  firma kişileri suçlamak yerine sistemi sorgulamış, istenilen güvenlik standardını karşılamanın maliyetini göze alamayarak, Concorde uçuşlarını kaldırmıştır.

TITANIC FACİASI:

Ünlü Titanic gemisinin de benzeri bir akıbete uğradığını hatırlayınız. Titanic zamanında (1912) mevcut olan en ileri teknolojileri kullanmıştı. Birçok insan tarafından “batmaz” gemi olarak inanılıyordu, bu inanış batmadan önce bu şekilde tanımlanmış ve lanse edilmişti. Bu derece ileri teknoloji ve eğitimli mürettebata rağmen, ilk seferinde bir buzdağına çarparak battı. Batışı 1517 kişinin ölümüyle sonuçlandı ve en büyük sivil deniz felaketlerinden biri olarak tarihe geçti.

Titanic’in batışı ile birlikte meydana gelen büyük kayıp’ın oranı birçok nedene bağlanmaktaydı ve en önemlisi, Titanic‘in herkes için yeteri kadar filika taşımamasıydı.

Sosyal ve siyasi olaylar da birçok sebebin etkileşmesiyle meydana gelir.

Kelebek etkisi” teorisinde ifade edildiği gibi, bir kelebeğin kanat çırpışı kasırgalara yol açabilir.

Devrin şartları ve liderinin özellikleri Turgut Özal’ın ANAP’ını tek başına iktidara taşımıştı. ANAP’ın yıkılmaz sanılan iktidar gücünün yerinde şimdi yeller esiyor. ANAP uçağının lastiğini patlatan olay her ne ise o, olaylar zincirinin sadece bir başlatıcısı idi.

Ecevit’in DSP’sini 1999′ da en çok oy alan parti yapan olaylar zincirinin tesiri çok uzun sürmedi. DSP gemisi “ekonomik kriz” adlı buzdağına çarptı ve iktidar yönüne seferi sona erdi.

AKP’yi doğuran ve iktidara taşıyan olaylar zincirini başlatan hareket, 19 Şubat 2001′ de MGK toplantısında, dönemin Cumhurbaşkanı Sezer’in Başbakan Ecevit’e Anayasa kitapçığını fırlatmasıydı. Akabinde yaşanan ekonomik kriz ve diğer olaylar zinciri. 14 Ağustos 2001’de kurulan AKP ilk seçimde (3 Kasım 2002) tek başına iktidar oldu. Seçim öncesi Meclis’te olan beş parti de barajın altında kaldı.

AKP iktidarı da bugün için yıkılmaz bir güç izlenimi veriyor. Ancak Concorde ve Titanic’in bünyesinde var olan teknik zaaflar gibi, AKP’nin de bünyesinde birçok zaafı barındırmakta olduğundan kimse şüphe etmesin. Uçağı düşüren bir metal parçası, buzdağını fark etmeyen bir gösterge gibi, küçük bir sebebin yarattığı sonuçlar ortada iken, AKP’nin sonsuz iktidarına inanmak doğru olabilir mi?

Ekonomik krizin önümüzdeki aylarda derinleşerek mevcut dengeleri ciddi bir şekilde sarsması uzak bir ihtimal değil. Belki de çok daha az önemli bir vaka, yıkıcı olaylar zincirini başlatabilir.

Yerel seçimlerin sonucu ne olursa olsun, AKP’li dostlar Titanic’teki kazadan hemen önce dans eden yolcuların rehavetine kapılmasın. AKP muhalifleri de ikinci, üçüncü olmayı başarı kabul eden bir yılgınlığa kapılmadan kendi uçak veya gemilerini sefere hazır etmeye baksın.

Yorum Farkı, Asıl Gerçeklik

Asıl gerçeklik hangisi? Anlatılan gerçeklik mi, anlaşılan gerçeklik mi? Ya da asıl gerçeklik bunların dışında bir şey mi? Bazen sizin anlattığınız ile, anlatılana muhatap olanın anladığı farklı olabiliyor. Bu da değişik davranışlara yol açıyor. Gerçeğin algılanmasında farklılığın olmasının, bir başka ifadeyle ayniliğin olmamasının suçlusu, bunu öyle veya böyle anlayan mı, anlatan mı?

Bir gün evden çıktım, ciple işe gidiyordum. İlerlediğim yol hem çamurlu hem kasisliydi. İnşaat halindeki yolun dar bir bölgesinden geçmem gerekiyordu. Karşıdan bir otomobil göründü, yanımdan geçerken camı açtım, direksiyondaki beye o dar bölgeden geçip geçemeyeceğimi sordum. “Ooo, ağabi, bu araba geçtikten sonra senin araban üç kere geçer.” deyince tebessüm ettim. Benim arabam onunkine göre hem daha yüksek hem daha genişti. O, arabanın yüksekliğini esas alarak “geçer” demişti, halbuki ben genişliğinden dolayı o soruyu sormuştum. Onun verdiği cevabın nedeni ile benim sorduğum sorunun nedeni  farklıydı. Yorum farkı bu olsa gerek. Olaylara, varlıklara, olgulara, durumlara nereden baktığınız çok önemli. En basit maddenin bile eni, boyu, derinliği ve ruhu olmak üzere dört boyutunun olduğunu biliyoruz.

Bir dostum anlatmıştı. Bir gün ismi de İrfan olan irfan sahibi biri Avustralya’da bir eve konuk edilir. Evdeki konuklar bir hayli kalabalıktır. İrfan Bey, ev sahibine ismini sorar ve “Kütük” cevabını alır. Önce inanamaz; çünkü insan ismi olarak “Kütük” sözcüğünü ilk kez duymuştur. İster istemez, o ve yanındakiler tebessüm ederler. Bu ismin bir hikayesi olmalı, der İrfan Bey. Ev sahibinden anlatmasını ister. Kütük Bey, şöyle özetler: “Ben Tokatlıyım. Babamın ve onun çocukluk arkadaşının on yıl çocukları olmamış. Her ikisi bir gün ilçedeki türbeye gitmişler. Namaz kılıp Allah’tan çocuk dilemişler. Oradan ayrılırken onları gören türbedar söyle demiş: ‘İkinizin de erkek çocuğu olacak, isimlerini “Kütük” koyun.’ Gerçekten bir müddet sonra babamın ve arkadaşının birer erkek çocuğu olmuş. Türbedarı hatırlamışlar ve arkadaşımla benim adımı da “Kütük” koymuşlar. Biz büyüdük, okul arkadaşlarımız ismimizle alay etmeye başladılar. Babalarımız ismimizi değiştirmeyi düşünmüşler. Babamın arkadaşı oğlunun ismini değiştirmiş; fakat aynı  gün arkadaşım ölmüş. Bunun üzerine babam benim ismimi değiştirmekten vazgeçmiş. Ben, türbedarın önerisi üzerine doğduğum günden beri “Kütük” diye çağrılmaktayım.” Kütük isminin hikayesini dinleyen İrfan Bey, bu defa tekrar tebessüm eder ve şöyle der: “Kütük Bey, sizin hakikaten çok derin, manalı bir isminiz var. Demek ki türbedar, kalp gözü açık, bilge kişiymiş. Kütük; resmi kayıt defteri, ana defter, bütün bilgilerin toplandığı merkez defter, her şeyin başı, asıl kaynağı, bizim de kaderimizin yazıldığı defter, demektir. Sizin ne anlamlı isminiz varmış böyle!” deyince ev sahibi Kütük Bey, “İsmimin anlamını bunca yıldır yanlış biliyormuşum, şimdi öğrendim; ismimi daha çok sevdim.” der.

Bu gerçekliğin anlaşılması için İrfan Bey’e ihtiyaç varmış. İrfan Bey, küllenen gerçekliği üflemiş; üflenmeyen nice gerçek var ki kömür olup fosilleşiyor. Tarih ve sosyal hayat, yalan olan gerçeklerle ve gerçek olan yalanlarla dolu. Senin gerçeğin sana, benim gerçeğim bana, demek de kurtarmıyor bazen. Gerçeklerin farklı algılanması sosyal olaylara neden olabiliyor, istenmeyen sonuçlarla karşılaşabiliyoruz. Bu yaşa geldim, şu gerçeği anladım: Maddenin tek boyutu yok; mananın bin bir derinliği, düşüncenin bin bir yüksekliği var. En doğru gerçeklik, içimizdeki gerçeklik. Bu gerçekliği keşfedenlerin başka gerçekler peşinde koşmasına gerek yok.

Herkesin keşfedemediği o yüce gerçeklik, varlık nedenimiz olmalı.

Kümelenme.. (2)

“Kümelenme aynı işi yapanların yan yana gelmesi ile oluşmaz.”

Değişen dünyada baktığımızda artık iş yapış şekilleri, üretim şekilleri ve uluslar arası ticaret ilişkilerinde ciddi değişimler var. Kalkınma politikalarına baktığımızda önceki yıllarda sanayileşmeden bahsedebilirdik ancak şimdilerde ise Küresel rekabet baskısı, düşen karlarla birlikte rekabet gücünün arttırılması ön plana çıkmaktadır. Buda inovasyon, emek yoğun, sermaye yoğun, teknoloji yoğun ve her şeyden önemlisi bilgi yoğun gibi kavramları ön plana çıkarmaktadır. Rekabet gücünün arttırılması için de sadece Makroekonomik politikalar tek başına yetersiz kalır. Onun için Stratejik mikro ekonomik önlemlere(yatırım ortamının iyileştirilmesi, maliyetlerin düşürülmesi, yerli kaynak kullanımı) ihtiyaç vardır. Kısaca Değişen dünyada rekabet gücünün en önemli temel konuları verimlilik ve yenilikçiliktir. Bunları yapmak içinde yeni araçlara ihtiyaç vardır. Bunlardan en önemli ve günümüzde revaçta olanı ise KÜMELENME’ dir.

Kümelenme bir değer zinciridir. Alışılan sektör kavramından farklıdır. Birbirinin kopyalayan bir sektörel yoğunlaşma yerine tamamlayan bir sektörel yoğunlaşmadan yanadır. Birbirleri ile değer oluşturma zinciri ile bağlı olan, karşılıklı firmalar, bilgi üreten, destekleyen kurumlar ile alıcı ve müşterilerden oluşur. Değer zinciri; bir malın veya hizmetin başlangıcından itibaren bir sürü üretim aşamalarından geçip, son kullanıcıya ulaştırılması ve tüketilmesi sürecindeki faaliyetler zinciridir. Değer zincirinin her halkası kümelenmenin bir parçasıdır. Buradaki yaklaşım aslında sürece bakıp, zayıf halkaları görüp, bu zayıf halkaların güçlendirilmesini esas alır. Değer zinciri analizlerinde ortaya çıkan zayıf halkalar ancak kümelenme girişimleri ile kolay olarak giderilirler.

İşletmelerin üretkenliği ve verimliliğinin arttırılması adına kümelenme ile; özelleşmiş girdiler, hizmetler, işgücü ve bilgi erişimleri hızlanır güçlenir. Şirketler arası iletişim kolaylaşır. İşlem maliyetleri ciddi anlamda düşer. En uygun yazılım ve donanımlar kullanılarak şirketlerin kurumsallaşması ve hızlı hareket etmesi sağlanır. Performans mukayesesine önem vererek yerel rakiplere karşı kendisini geliştirir.

Kümelenme ile işletmelerde yenilikçi fikirlerin oluşmasına ön ayak olur ve gelişimi sağlanır.  Verimliliğin yükseltilmesi ve yeni ürünlerin oluşmasının yolunu acar. Fırsat algılamalarını değiştirir ve kolaylaştırır. Şirketlerin birbirleri ile iletişimlerinin artması ile sektör ihtiyaçlarının ve eğilimlerin önceden görmesi sağlanır. Paydaşı olan tedarikçilerin ve kuruluşların bilgi üretmesine yardımcı olur. Onların gelişimine ön ayak olur. Yerel kaynak kullanarak yeni ürün ve denemelerin maliyetlerini düşürür.

İşletmelerin ön önemli ayağı olan ticarileşme sürecini Kümelenme ile hızlandırabilirsiniz. Kümelenme ile birlikte sistemin kendisi genişleyerek kendi içinde farklı ama konusunda güçlü iş alanları oluşmasına müsaade eder. Paydaşlar sayesinde yeni ürünlerin geliştirilmesi, ticarileşmesi ve buna uygun yeni şirketler kurulmasını kolaylaşır.

Kümelenme her zaman verimliliği artırır, Yeni ürünlerin oluşmasını sağlayacak algıyı kolaylaştırır. Ticarileşme sürecini hızlandırır. Maliyet ve farklılık avantajı sağlar. Eğer güclü kümelenmeler oluşturabilirsen Küresel pazarlara rekabet şansın artacağından bu pazarlarda söz sahibi olabilirsin.

Kümelenmeye Dünyadan ve Türkiye’den örnekler verecek olursak eğer. Otomotiv: Güney Almanya – Bursa. Finansal hizmetler: Londra ve Newyork – İstanbul. Rüzgar gücü: Danimarka. Yazılım: Banghalor.  Donanım: Singapur.

Maksika’da bir bölgede yapılan 4 Kümelenme projesiyle 3 yılda 20 binin üzerinde kişiye iş imkanı oluşmuştur. İşsizliğin hat safhaya ulaştığı günümüzde Kümelenme projelerine ihtiyaç vardır diye düşünüyorum. İlgilenenlere ve ilgililere duyurulur.