25.5 C
Kocaeli
Çarşamba, Eylül 24, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1265

Makam ve Güç Sahiplerine Tavsiyeler

Seçilmiş veya atanmış, belirli makam ve güce ulaşmış kişilerin de tavsiye ve nasihate ihtiyacı vardır.  Doğru kişiden duyulmuş, doğru tavsiye en değerli armağanlardan biridir.

Bana bu sözleri söyleten, Belediye Başkanlığı seçimlerinde başarılı olarak vazifeye başlayan veya mevcut görevine devam eden Başkanları tebrik ziyaretlerinde, Kocaeli Aydınlar Ocağı Başkanı Ahsen Okyar‘ın dile getirdiği birkaç veciz söz.

Osman Gazi’ye hocası Şeyh Edebali’nin nasihati diye bilinen ve  “Ey Oğul” diye başlayan o meşhur sözler kıvamında ve tadında tavsiyelerin, makam ve güç sahiplerine hatırlatılmasını çok önemli buluyorum. Çünkü en fazla dış tesire ve yönlendirmeye muhatap olan onlar olduğu gibi, güç ve şöhretin şehvetiyle imtihana maruz kalan da onlardır.

Ahsen Okyar’ın ifade ettiklerini, O’nun hoşgörüsüne güvenerek, kendi cümlelerimle ve kısmen şerh ederek sizlerle paylaşmak isterim.

  1. Görev aldığınız beş sene çok çabuk geçecek bir süredir. Tebrik ziyaretleri, düğün, toplantı, seyahat, protokol gereği yapılan faaliyetler, zamanın çok değersizce harcanmasına yol açabilecek nice meşguliyetleriniz söz konusu olacak.

    Başkan olarak beş yıl içinde yapmak üzere iki veya üç önemli proje belirleyiniz. Bütün enerjinizi, bilginizi bu işlere yoğunlaştırın ve her şart altında bu işleri gerçekleştirmek için takipçi olunuz.

    Diğer işleri alt kadronuza devrediniz ve yaptığınız yetki devri ile onların moral motivasyonunu artırırken, ekibinize de iş yapma heyecanı aşılamış olursunuz. Ancak onlarca yıl geçtikten sonra bile sizin hayırla anılmanıza yol açacak, bizzat sizin takip edeceğiniz iki üç önemli projeyi muhakkak hayata geçirmeye çalışınız.

    Zamanın, işlerin ve çalışanların yönetimini içine alan bu sözler yönetim planlaması açısından altı çizilmesi gereken önemde.

  2. Size oy versin veya vermesin, sizden hizmet bekleyen insanların içinde çok önemli bir kısmının sizin yaptığınız müspet işlerden ziyade yapamadıklarınız veya yanlış yaptıklarınıza odaklanarak sizi kızdırması, üzmesi mümkündür. O zaman Edebali’nin nasihatini hatırlayınız:

    Ey Oğul! Beysin! Bundan sonra öfke bize; uysallık sana…

    Güceniklik bize; gönül almak sana..

    Suçlamak bize; katlanmak sana..

    Acizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana..

    Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana..

    Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana…

    Bundan sonra bölmek bize; bütünlemek sana..

    Üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana..

    Bu nasihatler esasen gücün kaynağına olması gereken saygıyı ifade ediyor. Vekilin asile, seçilen veya atananın, ona yetkiyi veren millete, saygı duyması gereğini ifade etmekte. Birlik ve beraberliğin tesisinde liderliğin önemini vurgulamakta. Bir toplum liderinin vasıflarını ortaya koymakta.

  3. Bütün makam ve güç kullanan insanların çevresini saran, yağcılık ve dalkavukluk yaparak menfaat temin etmeye çalışan bir güruh olmaktadır. Bu insanlar sizin nefsinize hoş gelebilecek çeşitli güzel söz ve iltifatlarla, sizin her türlü söz ve eyleminizde bir hikmet bulunduğuna, eleştirilemez olduğunuza inanmanızı, aynaya baktığınızda kendinize âşık olmanızı sağlayabilirler.

    Yakın çevrenizde, nezaket ve efendilikle, ama her zaman doğruyu, yalnız doğruyu söyleyecek bir iki gerçek dostunuzu bulundurmayı ihmal etmeyiniz. İnsanın en kolay kandırabildiği kişi kendisidir. Nefsin aldatıcı tuzağına düşmemek için Eba Müslim Horasani’nin şu sözlerinin ışığında kendinizi tartınız:

    “Zarar vermeyeceklerinden emin oldukları için dostlarını uzak tuttular.

    Kendilerine bağlamak ve kazanmak içinde düşmanlarını yakınlaştırdılar.

    Yakınlaştırılan düşman dost olmadı, ama uzaklaştırılan dost düşman oldu.

    Herkes düşman safında birleşince yıkılmaları mukadder oldu.”

    Bundan sonra sizin gerçek dostlarınız zamanınızı en iyi şekilde kullanmanızı temin için sizinle daha az görüşmeye çalışırlarken, dalkavuklar sizinle daha çok zaman geçirme gayretinde olacaktır. Böylece dostlarınızın sizden uzaklaştığı, yeni çevrenizin de dostlarınız olduğu zehabına kapılabilirsiniz. Bu yanıltıcı durum sadece dost kaybınıza değil verimliliğinizi düşürmenize de sebep olacaktır.

  4. Size verilen sürenin dolduğu, emanetin bir başkasına tevdi edildiği gün, geriye dönüp baktığınızda huzur içindeyseniz ve emanetin sahibi sizi “Baki kalan kubbede bir hoş seda” olarak görüyorsa ne mutlu size. Yapacağınız hayırlı hizmetler Hak ve Halk nezdinde karşılığını bulacaktır. Aksi halde vay halinize.

Açılım Tuzağı

Sizler bu yazıyı okurken Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı’nın 90. yıldönümünü idrak edeceğiz. Türkiye nereden nereye getirildi ve nereye gidiyor sorusu zihinleri karıştırmakta; olup bitenler geleceğe olan güveni sarsmaktadır. Bugün hayati bir takım sorunlarla, varlığımızın gerekçesi olan milli değerlere yapılan saldırılarla karşı karşıyayız. Küreselleştirmenin ne olduğunu yeni yeni anlıyoruz. Bunun önü açılmış milli devletler üzerindeki olumsuz tesirleri bir bir fark ediliyor. AB ile ilgili yıllardır söylediklerimiz bir gerçek olarak karşımıza çıkıyor. Alman Başbakanı Merkel ve Fransız Cumhurbaşkanı Sarkozy AB üyeliğimizin hayali olduğunu haykırıyorlar. Bize Akdeniz Birliği’nde yani ikinci ligde yer veriyorlar. Bunları “vizyonu olmayan liderler” olarak suçlayarak “Biz yolumuza devam edeceğiz” şeklindeki beyanlarla, AB ile tek taraflı bir aşk yaşamak yerine, gerçekleri görebilseydik; milli çıkarlarımızı daha iyi korur, Türkiye’yi tanınmaz hale sürüklemezdik. Aslında, “AB milliyetçi bir proje değil ki; milli menfaatleriniz üzerinde bu kadar hassasiyet gösteriyorsunuz?” ifadelerini kullanan, yerine göre marksist, yerine göre liberal olanlar yanlış şey söylemiyorlarmış.

“AB birleştirir, bölmez” diyenler İspanya’da ve Türkiye’de bunun tersiyle karşılaştılar. Yıllardır AB’nin teklif ve dayatmaları ortadadır. İspanyol Başbakanı halkından özür diledi, ama gözü kapalı AB tutkusu içinde olanlar, hayali üyelik şatoları kuranlar, hâlâ uyanmış değil.

19 Mayıs yaklaşırken 19 Mayıslar bize neyi hatırlatmalı diye hep düşünmüşümdür. Artık, birkaç saatlik tören milliyetçiliğini, tören Atatürkçülüğünü, inanmadan yapılan konuşmaları ve önümüze hazır konan metinleri aşmak ve biraz samimi olmak durumundayız. “Bağımsızlık benim karakterimdir, Türkiye bir maymun değildir, hiçbir milleti taklit etmeyecektir, o sadece öze dönecektir”, “Hangi istiklâl vardır ki; yabancıların nasihatleriyle, yabancıların plânlarıyla yükselebilsin?, Tarih böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir” diyen, manda ve himaye tekliflerini Sivas Kongresi’nde milletiyle beraber yırtıp atan, Milli Mücadeleye inanmış Atatürk’ün değerini yıllar sonra daha iyi anlıyoruz. Kütüphanesinde 6.000’den fazla kitap bulunan, okuma alışkanlığı kazanmış, karizmatik bir liderle, kulağına fısıldananları söyleyen, önüne uzatılan yazılı metinleri okuyan sözde liderler arasındaki farkı da…

Türkiye’nin ve Kürt asıllı vatandaşlarımızın bir etnik sorunu yok, ama bazı aydınlarımızın ve bunların etkisinde olanların zihinlerinde bir etnik sorun var. Bu rahatsızlığı Kürt sorunu olarak genelleyip bütün Kürtlere mal etmek, malum çevrelerin ve örgütün görevi olabilir. Ama bunun en üst yetkililer tarafından ifade edilmesi ve kabullenilmesi, milli kimliğinin farkında olan Kürt asıllı insanlarımız için bir hakaret değil midir? Kürt sorunu bazı Kürtleri kullananların sorunudur. Aynen Ermeni sorununda olduğu gibi…

Türkiye’ye makas değiştirtme ve 1923 yörüngesinden uzaklaştırılarak tanımaz hale getirilme teşebbüsleri yeni değildir. Milli devlete ve egemenliğimize ortak arıyoruz. Ortaklık devleti mi kuruyoruz? Oysa, devlet de egemenlik de paylaşılmaz. Devlet olmanın gereği budur. Ancak, psikolojik savaşın baskısı altında kalarak gaflet sergileyenler görülmektedir. Ayrılıkçı, ırkçı ve bölücü hareketlerin amacı; ayrı bir egemenlik ve devlettir. İspanya siyasi hakları tanımasına, BASK gerçeğini kabul etmesine rağmen; terörden kurtuldu mu? Teröre dış destek olmamasına rağmen… “Açılım” adı altında dış telkin ve dayatmalara açık olmak hiçbir yerde kurtuluş ve çözüm olmamıştır.

Çözüm, “silâhsız, terörsüz taleplere evet, silâhlı teröre hayır”dan geçmez. Hedef, aynı olduktan sonra ne değişir ki? Bölücü ve ırkçı terör, sınırlarınızı tartışan ve egemenliğinizi paylaşmak isteyen, dıştan da desteklenen bir hareket olarak daha fazla demokrasi ile çözülemez.

Çözüm, ciddi devlet adamlığındadır. Ciddi meseleleri, gayri-ciddi sözde gazeteci taşeronlar kullanarak ayağa düşürmemektir.

Çözüm, TC vatandaşlığını reddedenlere, yeni sınırlar çizmeye hazır olanlara imtiyaz tanımak ve “pozitif ayrımcılık”tan geçmez.

Çözüm, Türkiye sınırları içinde değil; Irak’ın kuzeyindedir. Çözüm, etnik merkezli, her şeyi etnik gözlükle gören taassubtan, ırkçılıktan uzaklaşmadadır.

Çözüm, hukuk devletini işletebilmekte ve yasaları hakim kılabilmektedir. Çözüm, dış politikayı ülke içi güç mücadelesi olarak görmemektedir.

Almanya’daki Türkler yabancı kaynaklı nüfustur. Kürtler, Türkiye’de yabancı mı? Resmi kanaldan vatandaşları ötekileştirmek gafletin alâsıdır. Hiç olmazsa, şehitlerimize saygılı olalım.    

G-20 ve Türkiye (1)

Türkiye’de küresel finans sistemine entegrasyonu ve toplumlardaki algı farklılıkları nelerdir?. Eğer küresel ifadeler kullanmaya başlandıysa dünyada bizim bakmamız gereken aslında bu küresel organizasyonun biz neresindeyiz?. İçinde miyiz?  Dışarısında mıyız? . Bu küresel yaklaşımların Türkiye’ye etkileri neler? Bu küresellik de nerden çıktı gibi düşünebiliriz.

Dünyadaki önemli değişimler genellikle dış faktörler ve büyük içsel kargaşalarla olurdu. Hafızalarımızı yokladığımızda Büyük depremler, volkanik patlamalar, kuraklıklar, çeşitli buzul dönemleri, ciddi büyük savaşlar iç ve dış kargaşalar toplumları etkilemiş ve bu olağanüstü olaylarla karşılaşan ülkeler bulundukları kötü durumdan bir şekilde kendileri veya bazı yardımlaşmalarla birlikte kurtulmuşlardır. Bu felaketlerin ülkelere ekonomik, siyasal ve sosyal olarak hem olumlu hem olumsuz yönde etkileri olmuştur.

İlk finansal kriz 1622 yılında Avrupa’da bugün Almanya’nın bulunduğu bölgede çıkıyor. Yakın tarihimizde bizim hatırladığımız krizler ise sırası ile 1994 Meksika, 1997 Asya, 1998 Rusya, 1999 Brezilya, 1994 ve 2000-2001 Türkiye, 2001 Arjantin krizleri. Bu krizlerin aslında ortak noktaları sabit kur uygulamaları Asya ülkeleri hariç cari acık, mali acık, kamu açığı gibi makro ekonomik temellere dayalı problemlerin olması. Nobel ödüllü Poul Kurugman bu krizlerle ilgili iyi bir kuram oluşturmuştu ancak 1997 Asya krizi Makro ekonomik dengelerde problem olmamasına karşın bir kriz olması dünyayı endişelendirdi. Bu krizin etkileri tüm dünyayı etkiledi. Türkiye’de bu krizden ciddi olarak etkilenen ülkelerden biriydi. Bu krizi mevcut bilinen önlemlerle etkisini azaltamadılar. Baktılar ki bölgesel krizler tüm dünyayı etkiliyor. Krizin farklı bölgelerde de tekrarlama ihtimaline de dayanarak G-8′ lerin dışında da ülkeleri içine alan yeni bir grup kurulması ve Maliye Bakanlarının katıldığı çalışmalarının yapılmaya başladığı G-20 gurubu kuruldu. Yıl 1999. Türkiye’de halen bu grubun üyesi.

Eğer Dünyada oyun kurucu olmak istiyorsanız, geçmişten gelen siyasi ekonomik ve sosyal bir gücünüz varsa, böyle bir gurubu içinde olmak bir şanstır. Dünyanın ekonomik ve siyasal yönünü bu gurup belirliyor. Dolayısı ile suyun başında olmak her zaman iyidir.

Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bir hedefi var. 2023 yılında Dünyadaki ilk 10 devlet arasına girmek. Bu hedefe ancak küresel bir oyuncu olabilirseniz girebilirsiniz. G-20 ülkeleri arasında Gayri Safi Yurt İçi Hasıla (global olarak) (GSYİH) sıralamasında 17. Sıradayız. Mevcut performansla devam edildiğinde ve diğer ülke performanslarını göz önüne alındığında Türkiye 2015 yılında ilk 10 ile 15 arasına girer. Dolayısı ile 2023 hedefini kolay yakalar diye düşünüyorum. Değişen Dünya düzenini iyi algılamamız lazım. Bu değişimi algılayamayan veya alternatif düzenler oluşturmayan ülkeler geri kalmaya mahkumdur. Hamasetle hiçbir şey olmaz ve olmadığı görülmüştür. Sloganlarla ve içi doldurulamamış sözlerle bir yere varılmaz. Ülkemizde ciddi kıpırdanmalar var tüm olumsuz olaylara rağmen. Bizim bu yeşeren filizleri görüp bu filizleri koruyup yeni filizlerin oluşmasına yardımcı olmamız gerekir.

Türkiye üzerindeki olumsuz psikolojik baskıyı üzerinden atmalıdır. Ülkemizde ve dünyada değişen şartlara uyabilen herkes tarafından kabul edilen hem bireysel ticaret insanları hem de kurumsal ticaret firmaları vardır. Bilim adamlarımız artık hem kendi ülkemizde hem de diğer ülkelerde seslerini duyuruyorlar. Ülkemizde Lisans ve lisans üstü mezun sayısı artmakta buna paralel nitelikli insan gücümüzde de ciddi yükselmeler olduğunu görüyoruz.

Bir sürü negatif taraflarımız olmasına rağmen pozitif taraflarımızın olduğunu göz ardı etmeden pozitif taraflarımızı çoğaltarak negatiflikleri azaltabiliriz. Bu hiçbir zaman polyanacılık değildir. Kendi değerlerimize sahip çıkalım bu değerlerin kıymetini bilelim devamlı kendimizi olumsuz eleştirmeyi bırakalım eleştireceksek bile pozitif eleştirelim. Bakalım o zaman ülkemiz hangi konuma geliyor. Hep beraber görelim…

“Bir Daha Gel Samsun’dan”

19 Mayıs 1919‘un Türkiye‘si en çok 19 Mayıs 2009‘un Irak‘ına benzer. Emperyalizmin dişleri arasında Müslümanların kanlı cesetleri.. Ve onun kürdanlığını yapan yerli işbirlikçiler..

15 Mayıs‘ta İzmir‘e Yunan palikaryası girdi diye başladı Milli Mücadelemiz. İlk kurşun ilk kıvılcımdı. Şimdi Ege ve Akdeniz sahilleri gayrimenkul sahibi ecnebilerle dolu. Son toprak satışları Rus ruleti.

Maraş‘ta örtüye uzanan elin kırılma belgeselidirKahraman‘lığa giden yol. Antep Kalesinde gâvur bayrağı asılı dururken geçici olarak durduruldu Cuma namazları. Urfa‘nın ‘Şan‘ıdır vatan ve namus mücadelesi. Urfa‘dan 4 – 5 saat mesafede kavim – kardaş kırılıp dökülüyor. Halkımız ise kaplumbağa gibi kabuğuna çekiliyor.

Doğu Anadolu‘da Ermeni, Karadeniz‘de Rum çeteleri komşuluk hakkını ve bir arada yaşam hukukunu sokak ortasında kurşuna dizmişti; şimdi Ermenistan’a sınırın kapısı, Yunanistan’a Kıbrıs’ın tapusunu vermenin yollarında geziniyoruz.

Telgrafhanelerine, tersanelerine, kalelerine girilen; bağrıyanık Anadolu insanının ürünü daha tarlasındayken Duyûn-u Umûmiye‘ye verilen kumpası bozmanın adıdır Kurtuluş Savaşı. Ya şimdi özelleştirmelerle kendi kurumlarınıza yine sizin davetinizle giriyorlarsa? Ya şimdi İMF‘ye ekonominin dümenini yine sizinkiler veriyorlarsa?

Biz düşmanı denize niçin dökmüştük? Milli, dini ve iktisadi tam bağımsızlık değil miydi bizi hareket geçiren? Zulme karşı farz-ı ayın değil miydi sorumluluğumuz? Madem bu kadar gelin – güvey olacaktık o kadar şehit ve gaziyi niye verdik?

Kabil’in torunları Habil’in torunlarını son 3 asırda mat etti. Şeytan bile küresel zulüm imparatorluklarının şerrinden tekaüde ayrıldı. 20.yy’ın tek sürprizi Mustafa Kemal ve “Türk’ün Ateşle İmtihanı“dır. İmanı avuçta kor gibi taşıyanların bayrağı yere düşürmeme savaşıdır İstiklal Harbimiz

Ahlaksız kapitalizm ahlakımızı ifsad edemesin ve dev köpek balıkları insanımızın kanına etini katık etmesinler diye savaştık yürekler boyu. Din-i mübin-i İslam muharref Hıristiyanlık ve İsrailiyyat arasında boğulmasın diye tüfek çattık kaşlarımızın yerine. Attığımız her mermi dünya milletlerinin topyekün kurtuluş şansıydı.

Şimdilerde magazin – maç trafiğinde başı dönen, televizyon kanalları ve internet siteleriyle hipnotize edilen ve cellâdına âşık mahkûm tipine indirgenen Türk Milleti, 90 yıl öncenin o muhteşem, o mübarek, o mütevazı, o mukavim milletidir. O günden beri ne, nasıl değişti?

19 Mayıs 1919 Türkiye’si en çok 2009 Irak’ına benziyor dedik ama sormadan edemeyeceğiz: Irak ne kadar Türkiye’dir, Türkiye ne kadar Irak’tır?

“Geçmişini bilmeyenler onu tekrar yaşamaya mahkûmdurlar.” 

İnsanların Aldandığı Noktalar

Rabbül Alemin, bu kainatı yaratmış, akıl sahibi insanlardan, bu alemin yaratıcısının kendisi olduğuna, O’nun bütün ilahlık sıfatları ile tek olduğuna, ibâdete layık olanın ancak O olduğuna inanmalarını, inananların O’nu tanımalarını, O’nu candan sevmelerini ve emirlerini tam bir ihlas ve edeple yerine getirmelerini istemiştir.

Bütün Peygamberler bunu anlatmak için gönderilmiş, insana verilen kalp, göz, kulak, dil, akıl, vicdan gibi duygu ve manevi cevherler de insanı bu hedefe ulaştırması için verilmiştir.

Tevhidin hakikatine felsefe ve laf ile değil, ihlas ve edeple ulaşılır. Bunun için bize ilâhî vahyi getiren son peygamber (s.a.v) ve ashabı örnek olmuştur.

Fakat maalesef inananı inanmayanı, alimi cahili, abidi günahkarı, zengini fakiri herkes Rabbül Aleminin muradına uymayan bir takım aldanmalar içinde bulunmaktadır.

Bu yazımızda, biz Müslümanların düştüğü ciddi hataları, İmamı Gazali Hazretlerinin Semerkand Yayınevinden çıkan “ALDANMA” adlı eserinden özetleyerek aktarmaya çalışacağız.

Genel Aldanmalar:

– İnananlardan günah işleyenler, Allahın rahmet ve merhametine, bağışlayıcılığına güvenerek güzel amelleri ihmal ederler. Halbuki Allah Teala ” Ey insanlar! Allah’ın vâdi elbette gerçektir, öyleyse sakın dünya hayatı sizi aldatmasın; o çok hilekâr şeytan da Allah’ın kerem ve merhametini ileri sürerek sizi aldatmasın.” (Fâtır, 5) ayeti ile bu hataya karşı inananları uyarıyor.

– Onların aldanmalarının kaynağı bazen de anne ve babalarının iyiliklerine tutunmak olur. Bu sebeple de itaate ihtiyaç duymaz, buna güvenerek Allah hakkında kendilerini aldatırlar. Onlar şu âyeti unutuyorlar:”İnsana ancak kendi çalışmasının karşılığı vardır.” (Necm,39)

Hiç bilmezler ki, Hz. Nuh (a.s.), oğlu için af dilemesine rağmen bundan men edildi ve Allah onu Nuh kavminin cezalandırılması esnasında feci şekilde suda boğdu.

– Bakarsınız onlardan biri, helal veya haram yoldan kazanılmış bir kaç dirhem sadaka verir. Fakat diğer tarafta insanların mallarından ve şüpheli yollardan elde ettiği kat kat fazladır. Bu insan tıpkı, terazinin bir kefesine on kilo koyup diğer kefesine de bin kilo koyduğu halde, on kilonun ağır basmasını isteyen kişiye benzer. Bu ise bilgisizliğin son noktasıdır.

– Bazıları da yaptığı iyiliklere güvenir, gece gündüz Allahı bin defa tesbih ettiğini hesaplar da gün boyu yaptığı gıybeti, Allahın razı olmayacağı amelleri düşünmez.

Alimlerin Aldanmaları:

– Bir grup, dinî ve aklî ilimlerin temellerini öğrenip bunlarda derinleşmişlerdir. Tamamen bu konularla meşgul olduklarından, azalarını günahlardan koruyup iyiliklere yönlendirmeyi ihmal ederler. İlimleriyle mağrur olur ve Allah katında kendilerinin yüksek bir dereceye sahip olduklarını ve Allah’ın kendilerine azap etmeyeceğini zannederler.

Onlar aldanmışlardır. Onların şu hadisten haberleri yoktur:
“Kıyamet günü insanlardan en şiddetli azaba uğrayacak kişi, Allah’ın kendisini ilmiyle faydalandırmadığı âlimdir.”

– Onlardan bir kısmı ise, ilimleri öğrenmiş, zahiren amelde bulunarak görünür günahları da terk etmişlerdir. Lakin kalplerinden bîhaber kalmışlardır. Kibir, riya, haset, baş olma ve üstünlük arzusu, akran ve meslektaşlarının kötülüğünü isteme ve insanlar arasında meşhur olma isteği gibi Allah’ın sevmediği sıfatları kalplerinden silememişlerdir. Bu da bir aldanmadır. Halbuki hadisi şeriflerle sabittir ki: “Riya, küçük şirktir.”

“Ateşin odunu yakıp kül ettiği gibi, haset de iyilikleri yakar kül eder.”

“Mal ve şeref tutkunluğu, kalpteki nifak tohumunu yeşertir; tıpkı suyun bitkileri büyüttüğü gibi.”

– Bunlardan bir kısmı da, fıkıhtaki tartışmalı meselelere yönelmiştir. Buna önem vermesinin sebebi; karşı tarafı susturmak, yenmek ve övünmektir. Gece gündüz mezhep mensuplarının tutarsızlıklarını tespit ve çağdaşlarının kusurlarını araştırmak için uğraşırlar. Bunların asıl maksatları ilim değil, akranlarına karşı üstünlük taslamaktır. Eğer onlar kalplerini temizlemek için uğraşsalardı, daha hayırlı olurdu. Dünyadaki bu durumları ahirette alev alev yanan bir ateşe dönüşecektir.

– Bir kısım âlimler ise, vaaz ve nasihatla uğraşırlar. Korku, ümit, sabır, şükür, tevekkül, zühd, yakîn, ihlâs ve doğruluk gibi kalp ve nefisle ilgili sıfatların yüceliğini anlatırlar. Onlar zahitlerin sözlerini aktararak bunlara göre yaşamadıkları halde affedileceklerini zannedi-yorlar. Bunlar öncekilerden daha çok aldanmışlardır. Çünkü onlar, ihlasın inceliklerine sahip olmadıkları halde kendilerini ihlaslı görürler. Nefsin kusurlarının gizliliklerine vâkıf olmadıkları halde, kendilerini bunlardan uzak zannederler. Halbuki, dünyayı herkesten daha çok severler. Dünyaya karşı aşırı düşkünlüklerinden dolayı zühd gösterisinde bulunur, kendileri ihlas sahibi olmadıkları halde, insanları ihlasa teşvik ederler.

– Bir grup ise, güzel ve edebi konuşma arzusuyla dinin aslından uzak ve dengesiz sözleri bir araya getirmekle meşgul olurlar, kelime oyunları ve kafiyeli sözlerle uğraşır dururlar. En büyük arzuları cümle içi söz uyumları, şiirlerle konuşmasını renklendirmektir.

İbâdet Ehlinin Aldanmaları:

– Onlardan bir grup da nafilelere aşırı düşkünlük gösterir ve onlara gösterdiği saygıyı farzlardan esirger. Bunların kuşluk ve teheccüd namazı gibi nafilelerle sevince gark olduğunu görürsünüz. Ama farz namazlardan lezzet almazlar.

Şu hadisi de unuturlar: “Allah’a yaklaşanlar, Allah’ın kendilerine farz kıldığı şeyleri edâ etmekten daha faziletli bir şeyle yaklaşamazlar.”

– Kimisi vesveseye mağlup olmuş, abdestinden, tekbirinden, kıraatinden şüphe eder hale gelmiştir. Harflere takılıp kalırlar. Fâtiha’nın ne sırları ne de mânâları konusunda tefekkür ederler. Kalbleri huzur bulmaz.  Bilmez ki, namazda kalp huzuru şarttır.

– Başka bir grup da, Kur’an okuma konusunda aldanır.  Kur’an’ı sık sık okurlar. Dilleri onunla meşgul olur, ama öğütlerinden bir ders almazlar, ayetlerin manaları üzerinde düşünmezler. Emir ve yasaklarına uymazlar, ibret alınacak yerlerinden ibret almazlar. Güzel sesle okunan Kuranı dinlemekten zevk alır, aldığı zevkten dolayı gurura kapılırlar. Zannederler ki bu, Allah’a münâcattan ve O’nun kelâmını dinlemekten kaynaklanan lezzettir. Oysa nerede? Çünkü onun aldığı lezzet, sestendir. Eğer Allah’ın kelâmının lezzetine varsaydı, ses güzelliğine bakmazdı. Allah’ın kelâmının lezzeti sadece anlam yönündendir; bunlarınki ise büyük bir aldanıştır.

– Başka bir grupsa, hac ibadetinde yanılgıya düşmüştür. Haksızlıkları terk etmeden, borçlarını ödemeden, ana-babasının rızasını almadan ve helâl olmayan rızıkla yola çıkarlar. Bazen yolda farz namazları ihmal ederler, yolda müstehcen konuşmaktan, münakaşadan kaçınmazlar. Bazıları da haram mal toplar ve yolda arkadaşlarına bunu yedirir. Bununla da gösteriş yapıp itibar kazanmak ister. Bu haline rağmen Rabbinden bir hayır üzere olduğunu zanneder. Oysaki aldanmaktadır.

– Diğer bir grup da insanlara iyiliği emir ve kötülüğü yasaklarlar fakat kendilerini unuturlar. İyiliği emrederken kaba davranır. Baş olma ve üstünlüğü gaye edinirler.
Kendisi bir kötülük yapacak olsa da bir başkası ona bunun kötülüğünü açıklasa öfkelenirler.

Kimi de imamlık veya müezzinlik yapar. Bunu Allah için yaptığını zanneder. Ama kendinden başkası imamlık veya müezzinlik yapacak olsa, kendisinden takvalı bulunsa da, bu ona ağır gelir.
Zenginlerin Aldanmaları:

– Bir grup insanlar, cami, okul, misafirhane, köprü gibi insanların gözlerine hitâp edecek şeyler yapmaya düşkündür. İsim ve şöhretlerini ebedileştirmek için onların üzerlerine isimlerini de yazdırırlar ve bununla mağfireti hak ettiklerini sanarlar. Böyle bir zengine, fakir bir kişiye bir lira vermesi teklîf edilse nefsi buna razı olmaz.

Bazen de bunlar, paralarını zulüm, şüpheli yollar, rüşvet ve haram yerlerden kazanmışlardır. Halbuki onlara düşen, bu mallarla gösterişli hayırlar yapmak değil, tövbe etmek ve malları, eğer yaşıyorlarsa sahiplerine, hayatta değillerse vârislerine iade etmek, vârisleri yoksa o malları en mühim maslahatlar için sarf etmektir. Belki en önemlisi, fakirlere dağıtmaktır.

– Diğer bir grup ise, mallarını fakir ve miskinlere sadaka vererek geniş çevre edinmek ister. Fakirlerden bir kısmının âdeti, teşekkür ederek yapılan iyiliği yaymaktır. Bu zengin-ler, sadakayı gizlice vermekten hoşlanmazlar ve fakirin kendilerinden aldığını gizlemesini kendilerine bir hıyanet ve nankörlük görürler. Belki de komşularını açlığa terk ederler.

Mal sahiplerinden bir grup da, mallarını muhafaza edip, cimrilik derecesinde ellerinde tutarlar; diğer taraftan oruç, gece namazı ve Kur’ân’ı hatmetmek gibi herhangi bir masraf gerektirmeyen bedenî ibadetlerle meşgul olurlar. Bunlar da aldanıyorlar, çünkü helak edici cimrilik onların içine işlemiştir; mal infak etmek suretiyle asıl bunun kökünü kurutmaya muhtaçken, nafilelerle uğraşır ve buna vakit ayırmazlar.

– Bir gruba ise cimrilik galebe çalmıştır, nefisleri ancak zekât vermeye müsamaha gösterir. Sonra bunlar, zekâtı bile kendilerinin yüz çevirdiği değersiz ve kalitesiz maldan verirler. Yardım edecekleri fakirlerin, kendilerine hizmet edecek, ihtiyaçları için koşturacak veya ileride ücretli olarak hizmette bulunmak üzere ihtiyaç duyacakları ve genel olarak maksatlarını sağlayacak kimselerin olmasını isterler. Bütün bunlar niyeti ifsad eder ve ameli boşa çıkarır. Bunu yapan da aldanmaktadır fakat yine de Allah’a itaat ettiğini zanneder.

Sûfîlerin Aldanmaları :

– Bir kısım sûfîler giyim kuşam biçimleriyle, konuşmaları, edepleri, âdetleri, başlarını öne eğerek seccade üzerinde oturmalarıyla, derinden nefes alarak düşünceli gibi başlarını göğüslerine yaklaştırmalarıyla, alçak sesle konuşmaları ve coşar gibi bağırışlarıyla sâdık sûfîlere benzerler. Böyle davranmanın kendilerini kurtaracağını zannediyor, nefislerini mücâhede, riyazet, kalb murakabesi ve dış ve içlerini görünen-görünmeyen günahlardan arındırmaya tâbi tutmuyorlar.

Sonra onlar harama, şüpheli şeylere ve yöneticilerin mallarına hücum ediyorlar. Ekmek, para, meyve… için yarışıyorlar; zerre kadar değeri olmayan şeyler için birbirlerine haset ediyorlar; arzuladıkları bir şeye karşı çıkılınca birbirlerinin şeref ve haysiyetlerine saldırıyorlar. Bunların aldanmaları açıktır.

– Diğer bir kısmı ise, mükâşefe ilmine sahip olup, Hakkı müşahede ettiklerini, makamları geçtiklerini, ve kurbiyet makamında olduklarını iddia ederler. Oysa ne kurbiyet ne de ona ulaşma hakkında lafız ve isimden başka bilgisi olmadığı halde bir kaç kelime bellemiş, onları tekrar eder dururlar. Bunun için de bırakın avamı, fakihlere, Kur’ân okuyanlara, hadis âlimlerine ve diğer âlimlere küçümseyici gözle bakar.

– Tasavvuf yolundakilerin başka bir kısmı ise; güzel ahlak, tevazu, cömertlik ve müsamaha sahibi olduklarını iddia ederler. Sûfîlere hizmete yönelmişlerdir. Bunu dünyalık ve mal toplamak için bir tuzak edinmişlerdir. Hedefleri sadece artırmak ve büyütmektir.

Tevazu ve hizmeti ön plana çıkarırlar fakat gayeleri yükselmektir, insanların kendilerine tâbi olmasıdır. Maksatlarının hizmet olduğunu açıklarlar ama peşlerinden gidenler çoğalsın ve bu hizmetle isimleri duyulsun, şöhretleri yayılsın diye haram ve şüpheli şeyler toplayıp onlar için harcarlar.

Netice olarak; insan her durumda risk altındadır. İnananı da inanmayanı da, alimi de cahili de, zengini de fakiri de, abidi de fasıkı da. Bir insanın hayat imtihanında başarılı olabilmesi için tevhidin hakikatine ermesi, Rabbül Alemini tanıması, Onu gönülden sevmesi, emirlerini ihlas ve edeple yerine getirmesi lazımdır. Yoksa insan ahirette, ameline güvenip ortada kalabilir. O zamanki pişmanlık da fayda vermez. Allah hepimizi korusun.

Yüksek Öğrenime Dikkat!

Belediyelerin kültürel değerlerimize sahip çıkmaları, milli kültür tarihimizin önemli şahsiyetlerini canlı kılabilmek için isimlerini yeni tesislere vermeleri ve Türkçe konusunda dikkatli olmalarına büyük ihtiyaç var. Fatih Belediyemizin Ali Emiri Efendi Kültür Merkezini açması ve Ali Emiri Efendi Sempozyumunu düzenlemiş olması takdir edilmesi gereken bir husustur.

Yazar, şair ve tarihçi olan Ali Emiri Efendi 1857-1924 yılları arasında yaşamış, kurduğu kütüphaneye isminin verilmesini kabul etmeyerek onu millete bağışlamıştır. Bundan dolayı, Fatih’teki kütüphanenin ismi de Millet Kütüphanesi‘dir. Bu kütüphanede son yıllarda güzel çalışmalar oluyor. Diyarbakırlı olan Ali Emiri Efendi’nin doğduğu ilde de bir ilkokula ismi verilmiştir. Yahya Kemal, ölümü üzerine bir şiir yazar. Vefa duygusu, kadirşinaslık ve tarihe saygı herkesde olması gereken güzel özelliklerdir. Bunlar, geleceğe ve tarihe anlamlı birer cevaptır.

Bu güzel hizmetlerin yanısıra; bizzat benim de oturduğum Sofular Mahallesi gibi birçok mahallenin isminin kaldırıldığı ve mahallelerin birleştirildiği görülmektedir. Bunun yanında Vatan Caddesi’nde açılan alışveriş merkezinin isminin neden “Historia” konduğu ve hâlâ sürdürüldüğünü anlamak mümkün değildir. Fabrika yerine alışveriş merkezi açılmaktadır. Karşılıksız tüketim teşvik edilmektedir.

Yeni hükümetin başarılı olmasını dileriz. Hükümetlerin başarısı neticede ülkenin başarısıdır. Ancak, milli kimlik ve bölücü, ırkçı teröre bakış, AB ve ABD ile ilişkiler başta olmak üzere; yıllardır devam eden yanlışların sürdürüleceği anlaşılmaktadır. Nazım Ekren gibi bir bürokratın devre dışı bırakılması ekonomik politikalara günlük bakıldığı izlenimini vermektedir. Cari açığın kapanmasını nereden ve nasıl olursa olsun sıcak para girişleriyle karşılamak, işi basite indirmektir. Bundan ülke zararlı çıkmaktadır. Aslında, istikrarlı bir ekonomik politika yıllardır IMF ile sürdürülemez. Politikacılar kolayı ve günü kurtarmayı tercih etmektedirler. Dış politika da sadece komşularla ne pahasına olursa olsun iyi ilişkiler kurmak, iktisadi faydalar sağlamak hedefine oturtulamaz. Özellikle Irak’ın kuzeyinde alınan ve alınacak ihaleler ve sağlanacak fayda, Barzani’ye bakışı değiştirmemelidir. Rahmetli Özal’ın eşinin ve oğlunun Barzani’yi ziyaret etmesi hiç de isabetli olmamıştır. Milli davalarda ikili oynanamaz. Geleneksel dostluklar bir çırpıda sözde çözüm için çözüm uğruna feda edilemez. Bazıları milli dava kabul etmese de… Tek taraflı fedakârlık ve çözüm olmaz. Bu yanlış yolda Türkiye itibar, güvenilirlik ve siyasi ağırlığını kaybeder. Nitekim, son günlerde böyle olmaktadır.

Diğer taraftan, eğitim ve öğretimde sorunlar yığılmaktadır. Orta öğretimden yüksek öğretime kadar her çeşit bilgi, milli kültürle ilgili bir birikimle takviye edilmeli ve genç nesiller geleceğe hazırlanmalıdır. Sadece bilgili insan yetiştirmek değil; o bilgiyi nerede ve nasıl kullanacağını fark edebilen aydınlara ihtiyaç vardır. Ülke çıkarları karşısında tarafsız olmayan beyinlere ihtiyaç vardır. Eğitim öğretim görerek sadece kendini kurtarma şeklinde bir anlayış yerleşmiştir. Araştırmalara göre; gençlerin yarısı, geleceği bakımından ülkesini terk etmeye hazırdır. Milli duygu ve vatandaşlık bağı, ona tarafsız bakılarak yıpratılmaktadır. Türkiye, küreselleşmenin çokkültürlülük tuzağı olan etnik tuzağa düşürülmüştür. Bu tuzaktan çıkış, siyasetçilerin yanlışlarını görmelerine ve geliştirilecek mutabakatlara bağlıdır. Türklük, Türkiye’de etniklik zannedilmektedir. Etnik gruplardan biri gibi anlaşılmaktadır. Türkiye; Bulgaristan, Romanya, Makedonya, Kosova veya Irak değildir. Türkiyelilik hokkabazlıkları oynanmakta, etnik tuzağın psikolojik baskısı hissedilmektedir.

Yüksek öğrenimde yine bir el, reform adı altında üniversitenin kısırlaştırılması sonucunu doğuracak uygulamaları gündeme getirmektedir. Üniversite yerleşkeleri ve tesisleri, özel sektörün kâr amacına açılmaya çalışılmakta; devlet üniversitelerinin nitelik ve nicelik olarak içi boşalmaktadır. Öğretim üyeleri adeta kaçmaya zorlanmakta; fakülte, bölüm ve anabilim dallarının geleceği olan araştırma görevlileri doktora sonrası 50/d den 33. maddeye geçirilmeyerek kapının önüne konulmaktadır. Bir araştırma görevlisine (asistan) anabilim dalının geleceği için verilen 6-7 senelik emek heba olmaktadır. Zaten çok düşük ücretlerle çalışan bu insanlar ilim hayatına küstürülmektedir. Boşalacak kadrolara, yurt dışına belirli tercihlerle gönderilen sol ve sağdan devşirilmiş, küreselci ve teslimiyetçi tipler yerleştirilecektir. Buna da reform denilecektir.                    

Atatürk ve Evrim Teorisi

0

Atatürk evrimci midir?
Evrimciler Atatürkçü müdür?
Evrim bilimsel bir tez midir?
Yoksa bir maske midir?

Soruları fazla uzatmaya gerek yok. Öncelikle Atatürk’ün evrime nasıl baktığını araştırmak gerekir. Evrime nasıl baktığını anlamak içinde dine nasıl baktığını bilmek gerekir.

Atatürk Osmanlı vatandaşı olarak dünyaya gelmiş Osmanlı eğitimiyle yetişmiş bir liderdir. Osmanlı’nın çöküş döneminde yetiştirdiği dünya çapında bir devlet adamıdır.

Atatürk dine duyarlı halkında dindar olmasını arzulayan Allah inancı sağlam bir insandı.

07 Şubat 1923’de Balıkesir Zağanos Paşa Caminde okuduğu bir hutbede ( Bu gün Atatürkçü olduklarını söyleyenlerin birçoğu hutbenin ne olduğunu, nerede, ne zaman, hangi gün okunduğunu bile bilmezler.) “İnsanlara manevi mutluluk vermiş olan dinimiz son dindir, mükemmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa ve gerçeklere tamamen uymaktadır.

Eğer akla mantığa gerçeklere uymamış olsa idi bununla diğer ilahi tabiat kanunları arasında zıtlık olması gerekirdi. Çünkü bütün tabiat kanunlarını yapan Cenab-ı Haktır.”

Yani yer çekimi kanununu, suyun kaldırma kuvvetini, gezegenler arasındaki mesafe ve çekme itme durumlarını dolayısıyla evrendeki fiziksel ve biyolojik yasaları koyan Allah(cc)’dir.

Atatürk ehlisünnet çizgisinde inanca sahip bir insandır. Ehli sünnet çizgisiyle evrim nasıl bir araya gelmezse bu inançtaki bir insanla evrimde bir araya gelmez.

Evrim imkana dayalı bir düşünce tarzıdır. Evrim teorisinde Allah inancını bulmak mümkün değildir. Dolayısıyla Atatürk’ün evrimi kabul etmesi, ona inanması kendisiyle, inançlarıyla çelişmesi demektir ki bu mümkün değildir.

Evrimciler Atatürkçü müdür?

Nasıl ki evrimci olmak Darvin gibi düşünmeyi, inanmayı gerektiriyorsa, Atatürkçü olmakta Atatürk gibi düşünüp onun gibi inanmayı gerektirir.

Nasıl ki Atatürk’ün evrimci olması mümkün değilse evrimcilerinde Atatürkçü olması mümkün değildir.

Evrim bilimsel bir tez midir?

Evrimin bilimsel bir tez olabilmesi için din ile taban tabana zıt düşmemesi gerekir. Yani dinin kurallarını Allah belirlediğine göre Allah vardır. Öyleyse dünyayı da, insanı da yaratan tabiattaki kanunları da koyan O’dur.

Allah(cc) sizi yaradan benim ve sizi Âdem’den, Âdem’i de topraktan yarattım. İlk insan Adem’dir, sizin atanızdır. Buyruluyor.

Darvin’de (evrimciler) yok biz Âdemden değil maymundan türedik bizim atamız maymundur diyorsa bu düşünce ile Allah inancının bir arada olması imkânsızdır.

Yapılan inkarcılığın bilim perdesi altında gizlenerek bilimin çarpıtılması, hokkabazlık yapılmasıdır.

Canlılarda kromozom sayıları türler itibariyle birbirinden farklıdır. İnsanda 23 çift kromozom yani 46 kromozom vardır. Maymundaki kromozom sayısı insan nesli ile aynı mıdır?

Dolayısıyla evrim teorisinin bilimsel bir tez olması söz konusu olamaz. Bilim dine ters düşmez, siz bilimi çarpıtırsanız dinin ne suçu var, bilimin ne suçu var.

SONUÇ: İlk emri “oku” olan bir dinin, yani bilimi emreden dinin bilimle çeliştiğini iddia etmek insanın aklından zoru olduğunun göstergesidir.

Bize Neler Oluyor

700 yıllık tarihinde iğrenerek bakacağı hiçbir hadisesi olmayan, imrenerek bakacağı çok hikayesi olan bu millete son zamanlarda neler oluyor. Geçmiş zamanda komşusu açken  tok yatmayan, komşusu siftah yapmadan kendisi ikinci müşteriye mal satmayan bu milletin evlatları şimdi ne hale geldi. Bir kaç gün önceki gazete haberinde okudum. Mama alacak para bulamadığı için iki çocuğu açlıktan ölen annenin feryadı içimi parçaladı. Devlet sosyal yardımlaşma vakfı kanalı ile şehirlere milyon TL paralar gönderiyor. Bu paralar muhtaç insanlara dağıtılsın diye gönderiliyor. Bazı uyanıklar bu fonu sonuna kadar sömürüyorlar. Bazılarının haberi bile olmuyor. Kim bilir bizim duymadığımız kaç ailenin parasızlıktan dolayı çocukları açlıktan ölüyor. Bu ayıp bizim ayıbımızdır. Ülkemizde bir tane fakir Yahudi ye rastlayamazsınız. Müthiş bir dayanışmaları var. Bizde ne var söylermisiniz?

Bir tarafta eğlenceden eğlenceye koşup su gibi para harcayanlar, diğer tarafta çaresizlikten hayatına son verenler. Bu uçurum bir gün keyfi yerinde olanları da yutabilir. Oysa geçmişte bizim atalarımız bencil değil di? Fakir evleri yaptılar. Sadaka taşları yaptılar. Zekat müessesesini sonuna kadar işlettiler. Cihana örnek oldular.

Gençliğin ruhunu yok ettikçe, gelecekten umutlu olmak mümkün değildir. İçi boşaltılmış, gayesiz insanlarla ülkeye yön veremezsiniz. Gün geçtikçe ancak küçülürsünüz.

Ceddimiz bizim kadar acımasız değildi. Dünyaya adalet getirmek için günlerini savaş meydanlarında geçiren Padişahların torunları olan bizler, bir düğünde kendi akrabamız olan 70 çocuğu hem öksüz, hem yetim bıraktık. Nereye dayandığı belli olmayan bir örf uğruna.

Göçmen kuşlara özel yuvalar yapan bu milletin torunlarının vahşetine bakın.

Bakında avazınız çıktığı kadar  ” bizlere neler oluyor.” diye feryat edin. Bu tip hadiselerin üzerine sert yasalarla gidilmedikçe sadece sosyal bilimler eğitimiyle mesafe almak mümkün değildir.

“Dini eğitim veriliyor. Çağdaş Türkiye ye bu yakışmıyor.” diyenler bu vahşeti nasıl izah edeceklerini bize göstersinler. Bu hadise dini  cehaletin eseridir. Maneviyatı şekillenmiş olanların bu tür facialara sebep olmaları mümkün değildir. Herkesin kalbine manevi gözcü yerleştirmedikçe, polis gücü ile önlem alınması hayaldir. Hiç bir din vahşeti onaylamaz.

Sevgiyi, kardeşliği, komşu hakkını, hayvan hakkını, ihtiyaç sahibine yardım etmeyi, güler yüzlülüğü, dürüst olmayı, güzel ahlakı öğütleyen bir dinden insanları uzaklaştırmak için metodlu provokasyonlar peşinde olanlara prim vermek, daha nice sosyal vahşetlerin meydana gelmesine sebep olacaktır. Milletin çocuklarına laiklik dolayısı ile devlet manevi eğitim veremez ise milletin çocukları manevi eğitimsiz mi kalsın?. Bunalım içindeki insanlar birer cani haline gelince din eğitiminin düşmanları keyiflerinden dört köşemi oluyor? Bu millet yeterli maddi eğitimleri almak ihtiyacında olduğu gibi, manevi eğitimleri de almak ihtiyacındadır.

Verilecek eğitimler ancak yeni yetişen nesil için yararlı olabilir. Vahşeti örf olarak görenlerin en ağır cezalarla caydırılmaları gerekir. Onlar bu dünyayı terk ederse belki geride kalanlar huzura kavuşma fırsatı bulur. Bu konuda akil adamlar muhakkak metod geliştirmelidirler.

68 KUŞAĞI SADECE KOMÜNİSTLERİN VE  MAOCULARIN KUŞAĞI DEĞİLDİR.

Bir başka takıntımda şu 68 kuşağı meselesidir. Deniz Gezmiş’in ölüm yıldönümü kutlanıyor. Mahir Çayan ve arkadaşlarının ölümünü kutluyorlar. Kimin nesi kutlanırsa kutlansın. Her kutlama aslında kutlayanları bağlar. Benim temas edeceğim konu bu insanların sütten çıkmış ak kaşık gösterilmesidir. Deniz Gezmiş’i hiç görmemiş, onunla hadiselerin içinde bulunmamış insanlar ona methiye düzüyorlar.

“Hiç silah kullanmamış. Sadece fikir mücadelesi yapmış.” diyorlar. Benim külahıma anlatsınlar. Asılmasını tabii ki doğru bulmuyorum. Masum rolü giydirilmesini de asla doğru bulmuyorum. En çok rahatsızlık duyduğum ise, sanki 68 kuşağının karşısında sadece devlet vardı. Bunlar sanki  sadece devletle çatıştı. Nerede bu kuşağın sağ tarafında olanlar. Nerede  öldürülen milliyetçiler. Onları cinniler mi öldürdü? O dönemin bu gün yaşayan milliyetçi mücadelecileri nereye sindiler. Neden onların sesi hiç çıkmaz. Yoksa o dönem onlar için anılmaması gereken kara bir dönem midir?

Şerefi ile bu ülkeyi içteki hainlere karşı kahramanca müdafaa etmek için can verenlerin hiç mi sahibi yok. Bu ne biçim pısırıklık. 68 kuşağı denilince akla sadece solcular mı gelecek.

Yoksa sağcılar utanılacak bir şey mi yaptılar. Bu tutukluğu aklım almıyor. Oysa sağcılar devletle hiç çatışmadı. Sadece Lenin’in, Mao’nun, Troçki’nin, Che nin Türkiye de şubesini kurmaya, ülkeyi İzm’ler le yok etmeye uğraşanlara karşı vücutlarını siper ettiler. Ülkeyi komünizmin esareti altına girmekten kurtarmak istediler. Bu günlerin yaşanmasında onların çok şerefli payları vardır.

O günün solcuları bu gün Dolarlar içinde yüzüyorlar. O gün başkalarına burjuva diyenler bu gün burjuvalığın dik alasını yaşıyorlar. Fakat o gün şerefi ile hayatlarını veren münevverler bu gün unutulmuştur. O günün mücadeleci kahramanları bu gün mazlumdur. Bu ise bizlerin suçudur. Bizler vefasızlığın en uç noktasındayız. Eminim toprak altındaki kahramanların kemikleri sızlıyor. Biraz silkinin artık. Yapılanlar asla utanılacak hareketler değildi. Utanması gerekenlere mertçe bir karşı koyuş, bir dik duruştu. O gün dik durulmasaydı belki de bugün komünizmle idare edilen bir ülke  olurduk. Bu insanlar unutulduğu için ben çok üzgünüm.

68 KUŞAĞI, ŞEREFİ İLE MÜCADELE EDEN VE HÜRRİYET UĞRUNA  CANINI VEREN KAHRAMANLARINDA BULUNDUĞU BİR KUŞAKTIR:

Saygılarımla.

Hayallerin Yorulması

0

Gazeteci, mütekait bir genel kurmay başkanıyla görüşüyor. Söyleşileri sırasında emekli komutan “Benim hayallerim bile yoruldu.” cümlesini kullanıyor. Hayallerin yorulması, ilginç bir yaklaşım. Göz yorulur, el yorulur, kafa yorulur, beden yorulur, ruh yorulur… Hayallerin yorulması ne demektir?

Belki, sosyal psikolojimiz, yeni bir kavram kazandı böylece. Ya da böyle bir ifadelendirme vardı da ben bilmiyordum. Kişilerin hayalleri nasıl yorulabilir? Hangi tür kişilerin hayalleri yorulabilir? İnsanların hayallerini yoran nedir?

Hayal kurmak, bireysel eylem, insan olmanın gereği. Hayvanların hayalleri var mıdır, doğrusu bunu bilmiyorum. Onların tepkisel yaşadıklarını düşünüyorum. Her meyve, çekirdekle başlar hayat yolculuğuna. Her eser, önce bir hayaldir, tıpkı meyvenin çekirdeği gibi. Uzay yolculuğu da, uçağın ve telefonun icadı da, önce bir hayaldi. Hayaller kuruldu, eylem süreci bizi uzaya ulaştırdı, uçak ve telefon icat edildi. Hayal olmazsa ne değişim ne gelişim olur. İnsanı, diğer canlılardan üstün kılan, şüphesiz, hayal gücüne sahip olması.

Bizi ayrıcalıklı kılan hayal, nasıl yorulur? Hayattan ümidi kesmek midir hayallerin yorulması, yoksa kişinin yapacağı bir şeyinin kalmaması mı? Bir tepki midir, bir acziyet midir, bir yok oluşun habercisi midir hayallerin yorulması? Vefasızlığa isyan mıdır; samimiyetsizliğe, nankörlüğe tepki midir hayallerin yorulması? Sizin hayalleriniz hiç yoruldu mu? Hayallerin yorulmasını, size mantıklı geliyor mu?

Yakup Kadri, “Erenlerin Bağından” isimli mensur şiirine “Yıllar yarlardan, yarlar yıllardan vefasız.” diye başlar. Hayallerin yorulduğunun veciz ifadesidir bu tekerleme. Bir bezginlik, bir bıkkınlık, bir tepki ifadesidir. Öğrencilerimle konuşuyorum bazen. Onlara ilerisi için tasarılarını soruyorum. Somut bir şey söyleyemiyorlar bana. Hayal kuramıyorlar gelecek için. Hayal kurma gücünü yitirmiş, yeteneğini kaybetmiş bir gençlik. Bu gençlik ne üretebilir, diyorum kendi kendime. Hayallerin olmaması, yorulmasından daha kötü.

Hayal kurmak kişiseldir; fakat hayallerinin olmaması veya yorulması toplumsal bir travmadır. Kişilerin hayalleri kendiliğinden yıkılmaz. Dış güçler vardır hayalleri öldüren. Hayaller kurdunuz kendinizce, eyleme geçtiniz. Çevreniz, size önce hayalperest olduğunuzu söyleyecektir. Hayalinize ulaşamadınız, çevreniz size “Biz dememiş miydik?” diyecektir. Hayalinize ulaştınız; fakat kimse takdir etmeyecektir. İnsanlardaki fesatlık duygusu canlanacak, size saldıralar başlayacaktır. Hak ettiğiniz iltifatı görmediğiniz gibi, hak etmediğiniz iftiralara uğrayacaksınız. Elde ettiğiniz başarının hazzını alamayacak, insanlardan uzaklaşacaksınız. Hayalinizde ısrarlı, inancınızda samimi değilseniz, yorgun bir savaşçısınız artık siz.

İş yoğunluğu ya da işlerdeki plansızlık da insanları bezdirir, hayallerini de yorabilir. Çıtayı yüksek tutmak, yeteneklerinin üstünde veya yapabileceğinin üstünde bir işe soyunmak, kişiyi pes ettirebilir. İnsanlar kısa zamanda havlu atabilir. Bu durum bizde hem yorgunluk hem kırgınlık oluşturabilir.

Hayallerimizi yorma hakkına sahip değiliz. Son nefesimize kadar ümit içinde olmak zorundayız. Kıyametin koptuğunu görsek de elimizdeki ağacı dikmeliyiz. Bu dünya ve sonraki dünya için yapacaklarımızda bir son olmamalı. Gözümüz, açık olmalı ölürken bile. Gözünü toprak doyursun tarzı bir açıklık değil bu. Yatırımda, üretimde, paylaşımda, öngörüde, güzelliği yaratmada bir heyecan içinde olma duygusudur bu. Korku ile ümit arasında olmaktır. Bu dünya için daha fazla verebilmek, öteki dünya için daha fazla alabilmek arzusuyla her an canlı ve diri olmalıdır hayallerimiz. Ölmeden önce ölenler; ancak hayallerini bitirenlerdir. İnsanlar yaşlandıkları için hayal kurmayı bırakmazlar, ancak hayal kurmayı bıraktıkları zaman yaşlanırlar.

Kim ne derse desin. İşe kendimizden başlamalıyız. Hayalleri olanlar iş yaparlar, eser bırakırlar. Hayalimize iman etmeliyiz. Kendimizi örnekleyerek, gençleri eğitmeliyiz. Onları hayal kurmaya yönlendirmeli, kurdukları hayallere ulaşmanın hazzını tattırmalıyız. Millet olarak ayakta kalmanın yolu budur. Gençleri hayal etmeyi bilmeyen bir millet, çekirdeksiz meyve gibidir. Yani zürriyetsiz insanlar güruhu…

 

Tarihî Romanların Kaderi

Romanı tarihi yapan elbette ki karakterlerinin, olay örgüsünün tarihten alınmış olmasıdır.
Tarihimizle sağlıklı bir yakınlık kuramayışımızın acısını tarihi romanlardan çıkarmak gibi bir okur alışkanlığımız vardır. Biz tarihin kendisine bizzat başvurmak, tarihi kendi kaynaklarından okumak yerine o kişilikleri, kahramanları veya olayları, uzaktan uzağa bir masal, bir efsane atmosferinde veren romanlardan tanımayı daha kolay buluruz. Bu belki de tarihi gerçekliklerin, karşımıza birer kale gibi ürkütücü yüzüyle çıkacağı korkusundan kaynaklanıyor olabilir. İstemediğimiz, kolay kolay kabul edemeyeceğimiz olayları, kuru tarihi anlatım kitaplarından değil, allanıp pullanmış, biraz da sulandırılmış hikâyelerden toplamayı zevk haline getirenlerimizin sayısı azımsanamaz. Sarayların harem dairelerinin gizlerini ifşa edeceğine inandığımız nice kitaba, romana dört elle sarılmışızdır. Hem tarih bilgimiz canlansın isteriz, hem de bilgilenmek adına nereden nasıl kotarıldığı belirsiz, tamamen muhayyileden fışkırma bir saray entrikasının peşinde dimağımızın bütün kabul salonlarını açarız. Hele bir de tarih bahsine karşı kendi ön kabullerimiz, kemikleşmiş yargılarımız varsa tarihe en baştan bizler okur olarak ihanet etmiş oluruz. Çünkü tarih denen muğlâk alan, ancak belgelerin aydınlatabildiği kadarıyla durur önümüzde.

Ön yargısız bir tarih okuması mümkün müdür? Hepimizi kuşatan sosyal oluşum, ideolojik yapılanma tarihi romanları daha baştan bir seçmeye tabi tutmamıza yol açar. Yaşayış ve inanç dünyamız ne kadar elveriyorsa o kadar okuyabiliriz tarihi. Dolayısıyla kendi duruşumuzun okumamızda büyük etkisi vardır. Böyle olunca, hem biz okurların şekillendirilmişliği, hem tarihin bizatihi kendi muğlâklığı bir araya geldiğinde elimizdeki tarihi romanın hükmü daha baştan kesilmiş sayılır. Belki de bu sebeple, okurun gönlünü hoş tutmak maksatlı tarihi romanların kaleme alınmasında bir mahzur görülmeyebilir. Fakat bu, o tarihi kişiliklerin hakikatine ne derece uyar, o tarih döneminin havasını ne kadar verir, tartışılır.

Hakikatin peşinde koşan okur, mütecessis okurdur. Bir takım ön yargıların sahibi de olsa yeri geldiğinde bildiği doğrular ve yanlışlarla karşılaştıkça düşüncesini ayıklar, temizler, aydınlanır. Roman kişilerinin karıştığı olaylar zaten yeterince heyecan vericidir. Tarihin yalın anlatımı bile okurun zevk alması için yeterlidir aslında. Fakat yazar, tarihten aldığı bir konuyu, muğlâklığından çıkartarak berrak bir anlatıma nasıl dönüştürecektir? Tarihin gaddar diye not düştüğü bir karakteri sevimli gösterme çabasına kalkmak ne kadar beyhudeyse, onları olduğu gibi okura verebilmek de o derece zor bir iştir. Evet, olduğu gibi yazılsa bile, tarih kendi kişilerine, karakterlerine liderlerine bazen korkunç sıkıcı veya insan ömrüne sığmayacak ağırlıkta görevler yüklemiş olabilir. Bu bağlamda meselâ Kanuni Sultan Süleyman’ı kendi gerçekliği içinde verebilmeyi başarmak oldukça zordur. Zorluğu şuradadır ki, saltanatının büyük kısmını sarayından uzak seferlerde geçirmiş, sürekli, hiç durmamacasına başarıya kilitlenmiş, atalarının bayrağını gidebildiği yere, son noktaya kadar, ömrünün bittiği yere kadar şerefle taşıma gayreti içinde olmuş bir cihan hükümdarıdır. Hangi seferini neresinden başlayıp anlatacağına karar verebilen yazar, gerçekten büyük bir işe girişmiştir.

Saray entrikalarını, harem hikâyelerini, dedikodu sağanaklarını romanına malzeme yapmak romancıya çok fazla şey kazandıracak değildir. Okurun hoşuna gitmek adına aslı astarı olmayan ve tarihin o dönemiyle alakası bulunmayan taşımaları hikâye etmek aynı zamanda kaleme yapılan saygısızlıktır. Ya o kahramanların, kişilerin hayatlarında olmayanı varmış gibi göstermek kimi yüceltir? Kimseyi. Yazarın hayal gücü bu alanda çalışacaksa en azından ahlâkî çerçeveyi yok sayamayız. Hanım sultanların hikâyelerinde onların başlıca ortak özelliği olan hayır kurumları inşasından söz etmemek, görmezden gelmek, gelenek halini almış olan tutum ve tavırları anmamak tarihi romanın daha yazılma aşamasında getireceği bereketi ve hayrı da zedeleyecektir kanaatindeyiz.

Oysa daha yazının başından, tarih ilmi bize bir miktar avans vermektedir. İşte olaylar, işte şahıslar, işte olaylar karşısındaki tutumları. Zaman unsuru ise, tarihin en tartışmalı köşelerinden biridir. Bir kaynakta şu tarih gösterilirken başka bir kaynak, üç beş sene farkla aynı olaydan bahseder. Birebir doğruluk beklemek tarihin de çok arzuladığı bir şeydir. Fakat buna bazen kayıtlar ve belgeler de yardımcı olamaz. Bu durumda yazarın dürüstlüğü devreye girmelidir. Eldeki kaynakların ortak noktaları tarihe ihaneti önleyecek en önemli yardımcılardır. Bu verileri günün sanat, edebiyat, resim, müzik, minyatür veya hat sanatı gibi sanat dalları destekleyebilir ancak. Varsa yazılmış mektuplar, herhangi bir tarihi eşya, bir levha, bir karar, bir ufacık ayrıntı, romanın tarih sahnesini aydınlatıverir. Gerçeklerin gölgeli ışığında söylenmemiş sözler böylece yazarın kulağına fısıldanıverir. Böylece eksik parçaların bir araya gelmesi, yeni bir hakikate yol açılmasına da vesile olabilir.

Bizim tarihimiz bu bakımdan edebiyatımızın bitmez tükenmez hazinesi olarak karşımızda durmaktadır. Hele Osmanlı sarayının sultanları, yerli yabancı pek çok yazara ilhamın şelalesi durumundadır. Tarihimizin, yazarın hayal hanesini köpürtmeğe elverişli pek çok sahnesi olduğu düşünülür. Oysa kaynaklara inildiğinde, hakikatin hiç de o kadar parlak olmadığı, Osmanlı sarayı denilen mevkiin son derece disiplinli hayatlar barındırdığı, yer yer çok sıkıcı olabildiği anlaşılıyor. Eğer büyük bir trajedi yaşanmışsa ki tarihin çoğu sayfaları bu trajedilerin izleriyle doludur, bu yaşananlar, hiç birşey olmamışçasına yola devamı gerektirmiş, gözyaşları yerine gidilen her yere elmaslar, altınlar, zebercetler saçılmıştır. Osmanlı sarayının ihtişamını anlatabilmek için o dönemin zenginliğini, dünyanın her yerinden akıp gelen parayı, malı, varlığı, ticareti her şeyin kayda geçirildiğini ve alınan topraklardaki halka tekrar hastane, okul, han hamam gibi kamu binalarına dönüştürülerek hizmete çevrildiğini, velev ki büyük hazine sahibi olmuş olan vezirler hakkındaki en ufak bir kuşkunun neticesinde, vezirin katli ve müteakıben bütün mal varlığının Osmanlı hazinesine devri gibi gerçekliklerin de farkına varmak gerekir. Yoksa şöyle kuş tüyü yastıklarda yaşamışlar, şöyle şuruplar şerbetler akan derelerde yıkanmışlar kabilinden bir ihtişam okuru tarihin aslından uzaklaştırmaya sebep olur.

Bütün bu kaygıları taşıyan bir kalemin yazacakları elbette sınırlıdır, elbette büyük bir vebalin yükünü duyar. Fakat hayal gücü denen peri, yazarın omzuna dokunduğu zaman, tarih birden canlanır. Tarihi roman yazmanın tadı da burada her halde: Geçmiş zamanları bir daha yaşamak. Hükümdarları, sultanları anlamaya çalışmak, saray yaşayışını çözmek, savaşın, barışın kıymetini bilmek. Tarihi tüm insanlık için yeniden gündeme getirmek. Bu bakımdan tarihle edebiyatın el eleliği geçmişi anlamamızı kolaylaştırır. Geçmişinden haberi olmayanın geleceği de belirsiz olur. “Kökü mâzide olan âtiyi” iyi anlamak gerekir.