12.4 C
Kocaeli
Cuma, Ekim 18, 2024
Ana Sayfa Blog Sayfa 1265

Seçimden Seçime Halkı Hatırlamak

Hükümetin bu yıl içinde üç konuda aldığı kararları sizlere hatırlatmak istiyorum.

  • Elektrik dağıtım şirketlerinin özelleştirmesi ihaleleri iptal edildi.

  • Daha önce atılan imzalara rağmen Rum gemilerinin Türk limanlarına girmesine izin verilmedi. Bu uğurda AB ile müzakerelerin belirli alanlarda dondurulmasını bile göze alındı.

  • Halk Bankasının yabancılara satılması projesi rafa kaldırıldı. Hem de yapılan hazırlıklar, firmalara yaptırılan masraflar ve hazırlıklara rağmen. Son anda bu bankanın %25 lik kısmının halka arzı kararı alındı.

Her üç kararın da ortak yönü bu projelerin gerçekleşmesinin seçimlerde iktidar partisine zararlı olabileceği görüşünden kaynaklanmasıydı.

Bu gerekçeyi düşünerek önceki bazı icraatı hatırlayarak şöyle sorular sorabilir miyiz?

  • Türk özel sektörünün ilk 500 kuruluşunun %50 den fazla bir kısmını teşkil eden şirketlerimizin, fabrikalarımızın, bankalarımızın ve bunların yanında limanlarımızın, hizmet sektöründeki diğer kuruluşlarımızın yabancıların kontrolüne girmesini sağlayan özelleştirmeler bu yıla kalsaydı yapılabilir miydi?

  • Kıbrıs’ta Annan Planı bu yıl görüşülseydi, Denktaş tasfiye edilip, yerine getirilen “yes be annem”cilere destek verilebilir miydi?

  • AB ile görüşmeler bu yılki seçim atmosferinde yapılsaydı, en hızlı AB’cilerin bile haysiyetini rencide edici tavır ve taleplere bu kadar taviz verilebilir miydi?

Yukarıda bahsettiğim üç kararla ilgili sorularımız da şöyle olsun:

Eğer seçimden sonra bu hükümet tekrar göreve gelirse elektrik dağıtım ihaleleri ile Halk Bankasının yabancılara satışı yapılmayacak mıdır? Hatta diğer varlıklarımızın da yabancılara satışı devam etmeyecek mi?

Yine seçimden sonra aynı hükümet devam ederse Türk limanlarına Rum gemileri girmeyecek, AB ile görüşmeler devam ederken sömürge ülkesi muamelesi görmeye devam etmeyecek miyiz?

Aynı varsayımla yani seçimden sonra aynı hükümet devam ederse “hepimiz ermeniyiz” diyenlerin mi sesi gür çıkacak, “hepimiz Türk’üz diyenlerin mi? 2011 yılına kadar “kurban olam ayına yıldızına” sözünü hatırlayacaklar mı?

Sözünü ettiğim kararların hangisinin doğru olduğu ayrı bir tartışma konusudur. Bu yazının konusu seçilenlerin halkın taleplerine olan saygısını değerlendirmekle sınırlı. Benzer davranışlar geçmiş bazı hükümetler döneminde de görüldü. Tabii ki bu durum mevcut hükümete bir mazeret teşkil etmeyecektir.

Demokrasilerin fazileti hükümetlerin halka hesap verme korkusu ve halk çoğunluğunun menfaatlerine uygun davranma gayesi içinde çalışmaya zorlanmasıdır.

Görüldüğü gibi hükümetin bu yıldan önceki kararları ile seçime bir yıldan az bir zaman kaldığı için, bu yılın kararları arasında ciddi farklar bulunmaktadır. Bu yıl seçim endişesi ile alınan kararlar da geçicidir ve seçimlerden sonra tekrar değişecektir.

Esasında halkın ne istediği veya neyi istemediği bilinmektedir. Seçime uzun zaman varken halkın taleplerine aykırı ve halka hesap verme duygusundan uzak karar alınabilirken, seçimlere aylar kala halka hesap verme korkusunun alınan kararların belirleyicisi olduğu görülüyor. Dört senedir icraatlarını destekleyenlerin “halk dalkavukluğu” dedikleri kararlar alınabiliyor.

Şimdi size ÖSS’ye hazırlık sorularına benzeterek, bir seçime hazırlık sorusu soracağım. Seçimlerin sadece seçilenlerin test edilmesi değil vatandaşların da nasıl yönetilmeye layık oldukları ölçen bir imtihan olduğunu hatırlayarak lütfen cevap veriniz.

Hükümet verilen bilgiler ışığında şu varsayımlardan hangisine veya hangilerine inanıyor olabilir?

  1. Türk halkı unutkandır. Hafızası 6 aydan öncesini hatırlamaya ve değerlendirmeye yetmez.

  2. Aziz Nesin’in tabiriyle “Türk halkının %80 i aptaldır.”

  3. Bir dönem içinde kendi zenginini yaratır, medyayı satın alabilirsen halkla ilişkiler (PR) ve reklâmcılık faaliyeti ile ikinci dönem halkı kandırabilmek mümkündür.

  4. Halk seçilmek için lazımdır. Güç sahipleri ise iktidarda kalmak için lazımdır.

  5. Hepsi.

  6. Hiçbiri.

Sizce doğru cevap hangisi?

Çevre Yönetim Sistemleri

i

Dünyanın ve Türkiye’nin önemli sorunlarından biri Çevre Kirliliğidir. Çevre kirliğinin insanlar ve canlılar için büyük olumsuzluklar barındırmaktadır. Peki, evre kirliliğini önlemek için ne yapıyoruz? Kirliliğin önlenmesi için alınacak önlemler ne olmalıdır? Kirliliğin önlenmesinde atılacak adımlardan biri Çevre Yönetim Sistemini geliştirmek ve onu uygulamaktır.

Çevre yönetim sistemini tanımlamadan önce Çevre nedir? Sorusunu cevaplamamız bize çevre yönetim sisteminin etkili olacağı sınırlarını verecektir. Çevre, doğada canlı ve cansız varlıkların bulunduğu ve karşılıklı ilişkilerin gerçekleştiği ortamdır. Bu tanımı kuruluşu düşünerek yaptığımızda; çevre bir kuruluşun faaliyetlerini içinde yürüttüğü hava, su, toprak, tabii kaynaklar, belli bir ortamdaki bitki, hayvan topluluğu, insan ve bunların birbiriyle olan ilişkilerini içine alan ortamdır. Bir çalışan açısından çevre makinelerden, fabrika etrafından ve onu çevreleyen havadan oluşur. Bu çevreler birbirini etkiler. Örneğin, atıklar üretildiği o çevreyi ürünler ise diğer çevreyi etkiler. Bu etkileşmenin önemli bir sonucu çevre kirliliğidir, bunun sonucu oluşan hastalıklar özellikle kanser vakaları insan hayatını tehdit etmektedir.

Çevre yönetimi bu aşamada önem kazanıyor. Çevre yönetimi; doğal ve fiziksel çevrenin gelişimine yönelik yapılan uygulamaların bütünüdür.

Çevrenin gelişimi;

  • Kaynakların en iyi şekilde kullanılması

  • Zararların en aza indirilmesi

  • İnsan ihtiyaçları ile doğal kaynaklar arasındaki denge oluşturularak sağlanır.

Çevre yönetiminin amacı sonradan çareler aramak yerine önceden koruma/önleme politikaları oluşturmak üretim sonunda problemi çözmek yerine üretim sırasında çözümler bulmaktır.

Sanayi; toplumların refah düzeyinin yükseltilmesinde, istihdam yaratılmasında Ülkelerin sosyal ve ekonomik yönden gelişmelerinde çok önemli role sahiptir. Sanayi sektörü üretim faaliyetleri içersinde yeni teknolojiler geliştirerek ve uygulayarak, kaynakların daha akılcı kullanılmasında, çevre ile uyumlu gelişmenin sağlanmasında önemli işleve sahiptir. Unutulmamalıdır ki, her sanayi az yada çok atık ve emisyon çıkartır.

Çevre dostu ürünler üretmek, bunları üretirken çevreye zarar vermeyen teknolojiler kullanmak, kullanıldıktan sonra geri dönüşüm sağlamak amacıyla Çevre Yönetim Sistemleri geliştirilmiştir. Çevre yönetim sistemi; çevre yönetiminin bir sistem halinde uygulanmasıdır. Bu sistemin uygulanmasında uygulayıcılardan her biri bir zincirin halkasını oluşturur. Bu zincirin sağlamlığı halkalara bağlıdır. Nasıl ki zincirlerin devamı için bir halkanın bile büyük önemi varsa Çevre Yönetim Sisteminde de uygulayıcılardan her birinin önemi çok büyüktür.

Bu tanımlar göz önüne alındığında çevre yönetim sistemleri; işletmelerin çevreye verdikleri veya verebilecekleri zararların azaltılması veya mümkünse ortadan kaldırılabilmesi için geliştirilen yönetim sistemleridir. Bu yönetim sistemi, ürünlerin hammaddeden başlayıp nihai ürün haline getirilerek müşterilere sunulmasına kadar geçen sürecin her aşamasında çevresel etkilerin belirlenmesi, gerekli önlemlerle kontrol altına alınması ve çevreye verilebilecek zararın en aza indirilmesini sağlayacak bir sistem oluşturulmasını ifade eder.

Alınacak önlemlerin iyileştirilmesini ve sürekliliğini sağlamak için standartlar oluşturulmuştur. Uluslar arası kabul görmüş bu standartlar Uluslar Arası Standartlar Kurumu tarafından yayınlanmıştır. Uluslar Arası Standartlar Kurumu ISO 14000 serisini yayınlayarak çevreye verilecek etkinin en aza indirilmesinin amaçlamıştır.

Çevre yönetim standartları; İşletmelerin faaliyetlerini kontrol altına alabilecekleri yapıyı sağlar. Bu standartlar kanun ve mevzuata uyulmasını şart koşar. Bir ürün standardı olmayan Çevre Yönetim Sistemi Standartları ne üretildiğinden çok nasıl üretildiğiyle ilgilenir.

ISO 14000 Standart Serisi

ISO 14000 standartları Serisi işletmelerin karşılaştıkları çevre konularını belirlemelerinde yardımcı olacak yönetim sisteminin temel belgeler setini içermektedir. Çevre yönetim sistemi standartları 60 dolayına ulaşmıştır. Bunları özet olarak şu şekilde gruplandırırız.

14001–14004: Çevre Yönetim Standartları

Bu standartlar işletmelerin daha çok sorumlu olduğu standartlardır. Kuruluşların Politika amaçlarının belirlenmesinde, çevre yönetim prensip ve sistemlerinin geliştirilmesi ve uygulanmasında, bunların diğer yönetim sistemleriyle koordinasyonunun sağlanmasında kılavuzluk yapar.

ıso 14010 – 14012: Denetleme

Kuruluşlara, denetçilere ve onların müşterilerine çevre ile ilgili denetim uygulamasında geçerli olan genel prensipler konusunda rehberlik eder. Hem kuruluş içi hem kuruş dışı çevre denetçilerinin ve baş denetçilerin sahip olması gereken nitelikleri kapsar.

14013: Performans Değerlendirmesi

Kurulan sistemin etkinliğinin denetlenmesi ve değerlendirilmesi ile ilgili standarttır.

14020 -14024: Etiketleme

Piyasaya sunulan mal ve hizmetlere bağlı olarak çevre ile ilgili iddiaların nasıl olması gerektiğini ve bu iddialarda yer alan terimlerin nasıl kullanılacağına dair kuralları ve tarifelerini içerir.

14041- 14044: Ürüne İlişkin Konular Ve Yaşam Boyu Değerlendirme

Sürdürülebilir kalkınma kavramında Ürünlerin çevreciliğinin devamını sağlamak için oluşturulmuş standarttır. Kuruluşun çevre politikalarına uygun olarak çevre faaliyetlerini geliştirmek için kuruluş çevre yönetim sistemini sürekli iyileştirilmelidir.

14060: Ürün Standartları

Bu standart, ürünün çevre üzerindeki olumsuz etkileri en düşük seviyeye indirmede göz önüne alınması gereken noktaları belirler.

ISO 14001 ÖZELLİKLERİ

ISO 14001 Kuruluşların çevre politika ve amaçlarının belirlenmesini sağlar. ISO 14001’in uygulanmasındaki amaç;

  • Çevre kalitesinin geliştirilmesine çalışmak

  • İnsan sağlığını korumak

  • Ekonomik meselelerin dengelenmesine yardımcı olmaktır.

ISO 14001 çevresel oluşum etkileri oluşmadan önce engellemeyi amaçlar. Çevresel zararların en aza indirilmesi için alınacak önlemleri teşvik eder. Bu standart çevre yönetim sistemlerinin yerleştirilmesi, kurulması uygulanması ile ilgili rehberlik görevini üstlenir. ISO 14001 çevre performans standardı değildir. İşletmelerin kendi performans amaçlarını ve hedeflerini oluşturma imkânını sağlamaktadır. Doğal kaynak kullanımının azaltılması, toprağa, havaya, suya verilen zararların en aza indirilmesini amaçlayan risk analizleri tabanında kurulan bir yönetim modelidir.

AVRUPA BİRLİĞİNDE ÇEVRE YÖNETİM STANDARDI

Avrupa birliğinin çevre denetim planı olan EMAS, önemli noktalarda ISO 14001’den farklılık gösterir. EMAS Avrupa birliğine üye ülkelerde geçerlidir. Avrupa Birliği Bölgesinde uygulanır. Endüstriyel faaliyetlerin bir bölümünde uygulanır. EMAS piyasa sektörlerinin özel türleri için oluşturulmuştur. Taş ocağı işletmeciliği, madencilik, enerji, atık ve yeniden kullanım gibi alanlarda bazı bölümlere yönelmiştir. Denetim sıklığı üç yıl ile sınırlıdır.

ISO 14001 ise uluslar arası geçerliliği olan bir standarttır. İşletmelerin tümünde uygulanabilir. ISO 14001 özel veya kamu sektörü, üretim veya hizmet sektörü, büyük ya da küçük her türlü kuruluşa uygulanabilir. ISO 14001 de Denetim sıklıklarla yapılır.

ISO 14001 ile EMAS arasındaki bu farklılıkların yanında her iki sistemin oluşturulma düşüncesi “Gönüllü Çevreciliği teşvik emek”tir.

ÇEVRE YÖNETİM SİSTEMİNİ ÖZENDİREN FAKTÖRLER

ISO standartlarına uyum gönüllülük esasına bağlı ise de yaygın olarak kabul görmüş olması ve ticari öncelikler bu uygulamayı zorunlu hale getirmiştir.

Çevresel risk ve fırsatlar bu zorunluluğun nedenlerindendir. Kirletici özelliği bulunan ürünlerin çalışanların, halkın hastalanması ve ya iş göremez hale gelmesine neden olması durumda ürünler oluşturduğu kirlilik sebebiyle dış pazarda kabul görmez. Uluslar arası pazarda saygınlığını kaybedebilir ve ya böyle bir saygınlık oluşturamaz. Bu durumda çevre riski ortaya çıkar. Öte yandan kirliliğin azaltılması, atıkların geri dönüşümünü sağlayarak enerji ve kaynak kullanımından tasarruf edilmesi ürünün çevreye duyarlı pazarda benimsenmesini dolayısıyla çevre fırsatını doğuracaktır. Çevre yönetim sistemleri çevre fırsatı oluşturur.

Çevre yönetim sistemini özendiren faktörleri iç ve dış faktörler olarak iki başlık altında toplayabiliriz.

İç Faktörler

  • İşletmelerin oluşturmak istedikleri çevresel imaj

  • Kuruluşların hissedarlarının çevresel sorumluluk alınması konusundaki talepleri

  • Finansal performans artışı

İşletmelerin kâr elde etme, Pazar payını arttırma istekleri çevre yönetimi sistemlerini kurmalarında etkisi büyük olan iç baskıyı oluşturmaktadır.

Dış Faktörler

  • Çevrede yaşayan halkın şikâyetleri

  • İşletme ruhsatıyla ilgili ihtiyaçlar.

  • Müşterilerden gelen çevresel performans değerlendirilmesi konusundaki baskılar.

  • Daha makul değerlere sigortalanma imkânı

Çevre yönetim sistemi kuran bir işletme kirlilik olayının dışında kalacağından çevreye verebilecekleri olumsuz etki potansiyeli azalacaktır, daha düşük fiyatlara sigortalanabilirler. Buda önemli bir maliyet düşüklüğü sağlayacaktır.

İşletmeler yasalardan ilişkide oldukları kurumlardan ve kamuoyundan etkilenirler. Çevre konusunda artan bilinç halkın şikâyetleri dış baskı oluşturur. Bu ve buna benzer baskılar arttıkça kuruluşların çevresel taahhütlerini ve bu konudaki güvenirliliklerini müşterilere halka, yönetime, çalışanlarına, hissedarlarına göstermek ihtiyacı artmıştır.

Yasal sınırlamaların giderek daha zorlayıcı olması, oluşan atıkları bertarafında yaşanan güçlükler ve yüksek maliyetler, Resmi makamlardan alınacak izinler çevre yönetim sistemlerinin kurulmasını özendiren faktörlerdir.

ÇEVRE YÖNETİM SİSTEMİNİN YAPISI

Bu yapı çevrenin iyileştirilmesinde bir güvence oluşturacaktır. Bu süreç şu şekilde gerçekleşir.

  • Planlama süreci

    • Çevre boyutları tespit edilir. Önemli olanlar değerlendirilir.

    • Amaç ve hedefler oluşturulur.

    • Uygulamalar planlanır.

  • Uygulama Süreci

    • Plan uygulanır.

    • Kuruluşun hedefleri doğrultusunda önlemler alınır.

  • Kontrol Et

    • Planlanan faaliyetler etkinlik ve yeterlilik bakımından kontrol edilir.

    • Sonuçlar planlananlar ile karşılaştırılır.

    • Zayıf noktaların çıkması için veri oluşturulur.

  • İyileştir

    • Uyumsuzlukların oluşmaması için düzeltici önleyici faaliyetlerle planlar yeniden yapılandırılır.

ÇEVRE YÖNETİM SİSTEMLERİNİN YARARLARI

İşletmeler; ISO 14001 sertifikasına ve çevre yönetim sistemine sahip olduktan sonra insanlara meselelerini kolayca açıklayabilirler. Bu ikna kabiliyetinin sebebi tam anlamıyla çevre yönetim sistemini oturtmuş kuruluşun sistemde oluşturduğu çevresel hedeflerle çevre kalitesinin en üst seviyede koruyacağına dair verdiği güvencedir.

Mevcut çevre yasalarına uyumda problem yaşamayacaklardır. Çevre kanunlarına uyumsuzluk söz konusu olduğunda kuruluşların kapatılma ihtimalleri vardır. İyi bir çevre yönetim sistemine sahip olmak kanunlara uyumu kolaylaştıracak ve kapatılma riskini azaltacak veya ortadan kaldıracaktır. Tabi ki bu sistemin sürekliliği de bu değerlendirmede önemlidir.

ISO 14001’e sahip olan bir kuruluş ihalelerde rekabet gücü arttıracaktır. Çevreye zarar vermeyen bir işletmede çalışmak çalışanları motive edecek, çevre korunmalarına verdikleri katkılardan dolayı teşvik ve ödüllerden yararlanabilecektir.

Pazar paylarında artış olacağı gibi Yeşil Ürünler Pazarın dan da pay alabileceklerdir.

Uluslar arası pazarda mal satabilmek için çevre yönetim sistemleri ciddi olarak aranır olmuştur. Bir ürünü üreten çeşitli işletmeler olabilir. Bu ürünlerin fiyat ve kalitelerinin aynı olduğu durumda çevreci ürün müşterilerin ilgisini çekecek ve diğer ürünlere üstünlük sağlayacaktır. Bu önemli oranda Pazar payını arttıracak ve farklı pazarlara girilmesi yolunu açacaktır. Bunun yanında müşterilerin çevre ile ilgili beklentilere cevap verilmiş olacaktır.

ISO 14001; kuruluşlara ulusal ve uluslar arası alanda tanınmışlık sağlayarak prestijlik kazandırır. Şirket personeline verilen eğitimlerden dolayı çevre bilinci artacaktır.

Çevreye zarar vermeyen bir işletmede çalışmak çalışanları motive eder. Motivasyon çalışanların performansını artmasında en önemli adımı oluşturur. Çalışanları şirkete olan bağlılıkları da arttıracaktır.

Çevre maliyetlerinde azalma olacağından toplam maliyetlerde önemli bir düşüş görülür. Maliyetler işletmeler için sağlanacak kâr kadar önemlidir. İşletmeler çevre yönetim sisteminin uygulayarak çeşitli formlarda maliyette tasarruf sağlarlar. Çevre yönetim sistemiyle sağlanabilecek iyileşme ve gelişme şöyle özetlenebilir.

Çevre yönetim sisteminin uygulanmasında önemli bir yeri olan eğitim ile çalışanlarda gözlenen uygunsuz davranışların azalması fark edilir düzeyde olacaktır. Çalışanlarda dikkatsizlikler azalacak ve çalışanlar bilinçlendiklerinden iş kazalarında azalma görülecektir. İş kazalarında azalma ödenecek tazminatlarda azalmayı sağlarken iş gücü kaybını önleyecek ve kayıp zamanda azalma olacaktır. Bu çalışanların sağlıklı ve güvenli bir ortamda çalışmaları anlamına geldiğinden motivasyon artışı sağlanarak düşük maliyet sağlayacaktır.

Çevre Koruma faaliyetlerinde yapılacak olan geri dönüşüm ile malzeme kullanımında azalma, düzeltme maliyetlerinde azalma, çevre açısından önemli problem oluşturan atıklarda azalma ve sonuç olarak işletmeler için önemli olan düşük maliyet elde edilecektir.

Yönetim elde ettiği kazançlar sayesinde yeni yatırımlar yapacak veya kendini geliştirerek istihdam sürekliliğini sağlayacaktır. Verimli kaynak kullanımı sayesinde kaynaklar tasarruflu kullanılmış olacak, ek bir maliyet getirmeyecek ve üretkenlik artışı sağlanacaktır. Buda düşük maliyetin önemli sebeplerinden birisidir.

Enerji kullanımı açısından düşündüğümüzde etkin ekipman bakımı sağlayarak, etkin enerji kullanım sistemleri ile enerji ve diğer kaynakların tüketiminde azalma sağlanacak ekonomik kazanç oluşacaktır. Böylece maliyetler sistemli bir şekilde kontrol edilmiş olur.

Çevre yönetim sistemlerinin sağlayacağı bu yararlar düşünüldüğünde uygulanmasının yaygın olması beklenir. Fakat ülkemizde ISO 14001 sertifikasına sahip olma oranı oldukça düşüktür. ISO 14001 sertifikasına sahip kuruluşlar Türkiye de 1997 yılında 80 civarlarında iken 2004 yılsonu itibarıyla Türkiye’de ki işletmelerin % 15 i bu Sertifikasına sahiptir. Sistemin sağlayacağı yararlar ve bu oranlar düşünüldüğünde akla şu soru geliyor. Mademki bu sistem bu kadar çok fayda sağlayabiliyor neden işletmeler bu sisteme yönelmiyor? Çünkü bu sistemin ilk kurulma aşamasında personele verilebilecek eğitim, olası danışmanlık hizmetleri, ve çalışanların bu sisteme adapte olmaları için yapılan ücret zamları belli maliyetler getireceklerdir. Kâr amacıyla kurulan işletmeler, çevre yönetim sisteminin ilerde getireceği faydaları, ki bunların başında düşük maliyetler geliyor, göz önüne almadan zarar edeceklerini düşünmeleridir.

ÇEVRE YÖNETİM SİSTEMİ KAPSAMINDA ÜRÜN TASARIMI

Üretim yönetimi fonksiyonları ile çevre konularının birlikte değerlendirmesi işletmelerin çevreye olumsuz etkilerinin azaltılmasında önemli fırsatlar sağlar.

İşletmelerin üretim sistemleri atık yaratmayacak ve çevreye etkilerinin en az olacak biçimde tasarlanmalı ve uygulanmalıdır. Ürün tasarımı; kullanılan hammadde ve enerjiyi, üretici yönetimini, ambalajlamayı, nakliyeyi, atık oluşumunu, bertaraf tekniklerini, geri kazanım özelliklerini içine alan geniş bir yelpazedir.

Ürün kullanımından sonra ürün bileşenlerinin geri dönüşümü ve tekrar kullanım olanakları araştırılmalıdır. Kullanılamaz duruma gelen bileşenlerin çevreye etkilerinin en az olacak şekilde bertaraf yöntemleri değerlendirilmelidir. Kirliliği önleme teknolojilerin uygulanmasında mevcut üretim süreçlerinde ve ürün tasarımlarında değişmelerin yapılması gerekir.

ÇEVRE YÖNETİM SİSTEMİ KURMA AŞAMALARI

Çevre yönetim sistemini kurma aşmalarını ISO 14001’in maddeleri oluşturur.

1-Çevre Politikası

Yürürlükte ki yasalarla uyumlu olmalıdır. Sürekli gelişmeyi desteklemelidir. Politika dökümante edilmeli ve çalışanlara öğretilmelidir.

2- PLANLAMA

Kuruluş faaliyetlerinin çevreye etkisi yani çevre boyutu belirlenmeli, çevre yasa ve yönetmelikleriyle uyumlu amaç ve hedefler saptanmalı, çevre yönetim programı oluşturulmalıdır.

3.Uygulama Ve İşlem

Bu aşamada eğitim önemlidir. Kuruluş içi ve dışı iletişim sağlanmalıdır. Sistemin kurulması için kaynak, teknoloji insan gücü sağlanmalı, uygulama ve işlemi sürekli kontrol altında tutabilmek için bir temsilci ( çevre koordinatörü) atanmalı, acil durum planları yapılmalı ve olası bir kaza anında görev ve sorumluluklar belirlenmelidir. Sistem içinde düzeltici önleyici faaliyetler yapılmalı kuruluş kendi içinde sistemi denetimden geçirmeli ve sonuçları üst yönetime sunmalıdır.

4. Yönetimce Yürütülen Gözden Geçirme

Üst yönetim, çevre yönetim sisteminin uygunluğunu yeterliliğini ve etkinliğini sürdürebilmek için kendisinin belirlediği çevre yönetim sistemini gözden geçirmelidir. Çevre politikası amaç ve hedefleri gerekiyorsa değiştirilmeli, çevre ile ilgili yasa ve yönetmeliklerdeki değişiklikler uygulanmalıdır.

ISO 14001 SERTİFİKA ALMA SÜRECİ

Ülkemizde ISO 14001 sertifikası verme yetkisi olan TSE, BVQI, SGS gibi uluslar arası firmalara başvurulur. Bu sertifikayı almak için denetimden geçmek gerekir. Denetim ön ve belgelendirme denetimi olmak üzere iki şekilde yapılır. Ön denetimin amacı çevre yönetim sisteminin daha iyi anlaşılması ve belgelendirme denetiminin planlanmasına yardımcı olmaktır. Belgelendirme denetiminin amacı kuruluşunun kendi politika ve yöntemlerine uygunluğunun tespit edilmesidir.

Denetim denetçi sertifikasına sahip kişilerce yapılır. Denetimin kapsamı rapor hazırlama yöntemi, kuruluşun yeri, faaliyet ve özellikleri dikkate alınarak denetime başlanır. Denetimler sonunda sertifika verilir veya hazırlıkların tamamlanması için süre verilir. Sertifika genelde üç yıl için verilir. Sertifika koşullarının yerine getirilmesi için yılda en az iki kere denetim yapılır.

Neden Trabzon ?!

Değerli okuyucular, hepimizin yakından takip ettiği gibi Trabzon ilimize en son yaşanan Dink cinayetiyle beraber yoğun bir baskı söz konusudur. Her yaşanan olayın bir geçmişi olmasından hareketle bu hafta sizlere “neden Trabzon?” sorusunu yanıtlamaya çalışacağım.

Trabzon’un ülke tarihinde çok büyük önemi mevcuttur. İstiklal Savaşı’nın başlamasına zemin hazırlayan Atatürk’ün Samsun’a gidişi, Karadeniz bölgesinde özellikle Trabzon’da, Rum ve Ermeni çetelerine karşı halkın ve Türk çetelerin karşı koyması sonucu olmuştur. Durumu öğrenen itilaf devletleri ve İstanbul hükümeti Atatürk’ü 9.Ordu müfettişi olarak bölgedeki Türk birliklerinin silahlarını dağıtmak amacıyla görevlendirmiştir. Tabii Mustafa Kemal Atatürk bu görev yerine hepimizin bildiği gibi Anadolu Halkını örgütleme görevini yapmıştır.

Dolayısıyla Anadolu halkının İstiklal Savaşını verme mücadelesinin ilk meşalesini Karadeniz bölgesi ve Trabzon başlatmıştır.

Trabzon ilimizin milli davalara karşı duyarlılığı tarihi misyonundan gelmektedir. Bu sebeple yakın geçmişimizde bunun ilk örneğini 10-12 sene evvel Rahmi Koç’un uçakla Trabzon’daki Meryem Ana kilisesini ziyaret için getirdiği papazlara koyduğu tepki ile görmekteyiz. Yoğun halk tepkisi sebebiyle uçak Trabzon’a girememiş ve geri dönmek zorunda kalmıştır.

Akabinde bu bölgeyle alakalı geçmişte kurulan Rum Pontus İmparatorluğu’nu tekrar gündeme getirmek ve bölgedeki milli hassasiyetleri zaafiyete uğratmak amacıyla “Rum Pontus Kültürü” adlı bir kitap yayınlanmıştı. Bu kitabı yazan Karadenizli fakat Yunanistan’da eğitim görmüş bir papazdı. Hatırlarsanız bu şahıs o dönem birçok televizyon programına da katılmıştı.

Nitekim daha sonradan Pontus ruhunu tekrar canlandırmak amacıyla bölgeden birçok gencin Yunanistan’a götürülerek burada eğitildiği gündeme gelmiştir. Gerçi bazıları için bu durum kültürel zenginlik olarak algılanmak istense de geçtiğimiz sene Ordu’da bir vatandaşın jandarmaya ihbarı sonucunda orada faaliyet gösteren misyonerlerin yöre halkını evinde bulunan ineğine kadar fişlemesi ve bu kayıtların bulunması bu bölgeyi ileriki dönemlerde nelerin beklediğinin çok açık göstergesidir.

Trabzon’un milli reflekslerinin denenmesi süreci “papaz ziyareti” olayının ardından PKK’nın bölgeye yerleştirilmesi şeklinde tezahür etmiş ancak bu deneme de tutmamıştır. Halk teröristlere linç girişiminde bulunmuş, daha sonra dağa kaçan teröristleri de güvenlik güçlerine teslim etmiştir.

Trabzon’un milli refleksini ölçmeğe yönelik bir diğer hareket ise, sol eğilimli, F tipi ceza evini protesto etmek amacıyla Trabzon’da gösteri yapan PAYAD’çılar tarafından gerçekleşmiştir. Trabzon’da F tipi cezaevi olmamasına rağmen protesto eylemi yapılması yukarıda izah ettiğim milli refleks deneme savını güçlendirmektedir. Bu protesto da halkın linç etme girişimiyle sonuçlanmıştır.

Kanaatimce geçen sene Katolik papazın Trabzonlu bir genç tarafından öldürülmesi ve yine Hrant Dink’in de Trabzonlu bir genç tarafından öldürülmesi, bölgeyi devlet baskısı ile susturmak amacı gütmektedir. Akabinde vali ve emniyet müdürünün görevden alınması ve ile müfettiş gönderilmesi bu durumu doğrular niteliktedir.

Son olarak şunu söylemek istiyorum: Bizler milli hafızamızı çabuk unutsak da yaşananlardan anlaşılmaktadır ki bazıları unutmamaktadır. İstiklal Savaşının temellerinin atılmasına vesile olan Trabzon bugün ilk susturulmak istenen illerin başında gelmektedir. Bu demektir ki Trabzon susarsa Anadolu hiç konuşamaz. Saygılarımla!

Fil Avcıları

Bilmem hiç fillerin nasıl avlandığını duydunuz mu? Fil avcılarının filleri avlama ve ehlileştirme hikâyesi şöyleymiş:

Filler çok geniş vadilerde yaşasalar bile her gün kullandıkları yoldan gidip gelirlermiş.

Fil avcıları da fillerin geçeceği yolu derince kazarlar üzerini ince bir tabakayla örterler ve en önde yürüyen filin o kazılan çukura düşmesini sağlarlarmış.

Fil avcıları siyah elbiseler içerisinde, yüzleri kapalı olarak gelir, çukurda çırpınan fili kırbaçla dövmeye başlarlarmış Birkaç gün hiç yiyecek vermezlermiş.

Birkaç gün sonra aynı avcılar, beyaz elbiseler içinde filin sevdiği yiyeceklerle gelirler ve filin karnını doyururlar ve hortumunu, yüzünü gözünü okşarlarmış.

Avcılar, fili kendilerine alıştırdıktan sonra çukurun önünü kazarak fili oradan çıkarırlar ve filin hortumundan tutarak kendi fil damlarına götürürler ve ölünceye kadar fili işlerinde kullanırlarmış.

Meşhur reklâm filminde olduğu gibi “hiç aklımızdan çıkmıyor ki” dediğimiz Türkiye için bu hikâyeden çıkarılabilecek benzerlikler var mı?

Türkiye’nin ekonomik krizlere sürüklenmesindeki en önemli dış aktörler ile bizi krizden kurtarmak için borç ve akıl verenler aynı…

Terör örgütüne her türlü desteği vererek palazlanmasına yardımcı olanlar ile terörle mücadelede işbirliği teklif edenler aynı…

Türk milletinin sadece dişinden tırnağından değil, etinden kemiğinden kopartılan tasarruflarını çok ustaca kurgulanmış bir oyun düzeni içinde kendi ülkelerine aktaranlar ile AB fonları, BM, Unesco vb projeleri ile yoksul kesimlere gıda ve sağlık hizmeti sunduklarını söyleyenler aynı…

Bizim atalarımızda fil avcısı olan yok. Birileri ise atalarından tevarüs ettiği fil avcılığını bizim üzerimizde daha modern bir formatta uygulamaya devam ediyor. Fakat oyunun esasında bir değişiklik görülmüyor.

Önce bazı kötü adamlar kullanılarak sizi çukura düşürür, sonra iyi adamlarını gönderirler ve sizi kurtarırlar. Böylece siz o kurtarıcılara karşı derin bir minnet ve vefa borcu içine düşersiniz. Zaman zaman hırpalansanız da, aşağılansanız da sizden beklenen tek bir şey var: Kurtarıcınıza kayıtsız şartsız sadakat ve canla başla çalışarak hizmet etmek.

Bu oyunun Törkiş versiyonlarını sahneye koyan cingözleri de unutmamak gerekir. Sizin varlıklarınızı -devlet gücünü, mafya gücünü, zenginlik gücünü kullanmak suretiyle- zimmetine geçirenlerin sizi himaye eder, size hizmet eder görüntüsü de bu oyuna benzemiyor mu? En temel varlıklarınızı, kendi kişisel menfaatleri uğruna satabilenler sizleri krizlerden kurtardıklarını söylemiyor mu?

Bu oyunun sizi götürdüğü yolun iki kapısı gösteriliyor. Bu kapının birincisi krize rıza kapısı, ikincisi ise keriz olmayı kabul kapısı olarak tanımlanabilir.

Üçüncü bir çıkış kapısı daha var gözlerden saklanan. Bu kapının ne olduğunu anlamak için, bu kapıyı kullanabilmek için lütfen milli mücadele tarihine yeniden göz atın. “Şu Çılgın Türkler”i veya en azından “Atatürk’ün Gençliğe Hitabesini” okuyun.

Seçmen Vekillerinden Ne Bekler?

Türkiye’de seçmenin seçtiklerinden ne beklediğini anlamak için konu üzerinde çok düşündüm. Öncelikle belirtmek gerekir ki, konu önümüzdeki seçimlerde seçmenlerin tercihlerinin hangi partiye yöneleceğini kavramaya çalışmaktan çok daha fazla boyutlu ve derindir.

Yıllar önce rahmetli Prof. Ayhan Songar’dan dinlediğim, aynı zamanda gazetedeki köşesinde de yazdığı, hatırasında şöyle anlatmıştı: Avusturya’da Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonuçlanmış ve BM Genel Sekreterliği de yapmış olan ünlü Kurt Valdheim ikinci defa Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Seçimden sonraki ilk göreve gelişinde Cumhurbaşkanı aracına eşlik eden başka hiçbir araç veya kişi yoktur. Kurt Valdheim makam aracından çantası elinde tek başına çıkar ve Cumhurbaşkanlığı konutuna çıkan merdivenleri sade bir vatandaş gibi yürür ve makamına girer. Ne bir kalabalık, ne de bir tezahürat vardır. Hatta merdivenlerin ortasında karşılaştığı Prof. Ayhan Songar’dan başka tebrik eden bile yoktur.

Avusturya’da yaşanan bu olay bize çok garip gelen bir uygulama olsa gerektir. Hele Sayın Süleyman Demirel’in son başbakanlığında altı ayı aşan kutlama ziyaretlerini hatırlayınca. Bunu da bir yana bırakın her dönemde milletvekillerini ve hatta belediye başkanlarının seçilmelerinden sonra aylar süren kutlama ziyaretlerini düşününce.

Peki, siyasetçiye ve özellikle de seçilmişlere bizde ve diğer geri kalmış ülkelerde gösterilen bu abartılı rağbet neden?

Türkiye’de ortalama yıllık büyüme en iyi ihtimalle %4-7 arası gerçekleşebiliyor. Bu rakamlar dünyada iyi sayılan rakamlar. (Son senelerde Çin ve birkaç ülke %10 civarında büyüme sağlayabiliyor.) Ülkenin ekonomik büyümesinden bütün vatandaşların çok adaletli bir şekilde ve aynı oranda faydalandığını varsayın. Yani nüfus artış hızını da hesaba katarak, bu yılki ekonomik durumunuzun gelecek yıl %2-5 kadar iyileştiğini düşünün. Acaba siz veya nüfusumuzun yüzde kaçı mutlu olur?

Nüfusun yarısına yakın bir kısmı yoksulluk sınırının altında olduğuna göre bu sınırın altında kalan vatandaşlarımızın yıllık yüzde birkaç puanlık artıştan tatmin olması pek mümkün görünmemektedir. Bu insanların normal şartlarda sıçramalı bir iyileşme beklentisi veya en azından umudu olmalıdır.

Nüfusun en zengin ilk %20 lik kesiminin ise hayalleri ve ihtirasları mevcut durumlarının gelişmiş ülkelerin zenginleri seviyesine hızla yükselmesi yolundadır. Arada kalan orta tabaka da, tüketim tutkusunu besleyen medya ve gelişmekte olan kapitalist eğilimler etkisinde benzer bir ihtiyaç içindedir. Yani düzenli ve yavaş artan bir iyileşme değil, ani ve sıçramalı bir iyileşme umudu toplumun çoğunluğuna hâkimdir. Milli piyango ve bahis oyunlarına rağbetin sebebi bu olsa gerektir.

Bu durumda ekonomik büyümeden adaletli bir şekilde yararlanma çoğunluğun işine gelmemektedir. Herkes kendi durumunda sıçramalı bir iyileşme olmasının başkasının payından almakla mümkün olduğunu seziyor. Bunun aracı olarak ta seçtiği siyasetçiden yararlanmak istiyor. Ekonomik olarak alt tabakalarda yer alanlar için çocuğuna iş, mahallesine yol gibi hizmetlerin alınması seçilenlerden beklenirken, daha zengin olanların ise devlet ihalelerinden pay kapmak, özelleştirmelerden şirketler ve imtiyazlar kazanmak gibi beklentileri olmakta.

Kısıtlı bütçe imkânları ile bütün talepler karşılanamayacağına göre, bütün yakınlarını ve yandaşlarını kollayan iktidar sahiplerinin de yıpranması ve oy kaybetmesi kaçınılmazdır. Hele seçilenlerde bir de ahlaki zaaf başlamışsa geçici olduğunu gördüğü bu dönemi değerlendirmek, kendisini ve yandaşlarını devlet imkânları ile zengin etmek öncelikli hedefi haline geliverir. Böylece toplumu ve siyaseti çürüten sürecin içine girilmiş olur.

İşte o zaman bizlere de, “seçmenin ahlaki zafiyeti mi seçilene yansır, yoksa ahlaksız siyasetçi tipi mi seçmenin ahlakını bozar” sorusuna cevap aramak düşer.

Bu sorunun çok rahatsız edici olduğu muhakkak. Ben size daha da rahatsız edici bir soru sorayım: Seçmen olarak sizler sadece kendi zekânız, çalışmanız veya teşebbüs kabiliyetinizle ekonomik durumumuzu sıçramalı iyileştirme şansına sahip olmayı kabul ediyor musunuz? Siyasetçinin gayrimeşru desteği veya harama ortak olması ile zenginleşmeyi istemiyorum diyebiliyor musunuz? Evet diyorsanız sayınızı artırmaya çalışınız. Hayır diyorsanız siyasetin de, toplumunda çürümesine katkıda bulunduğunuzu kabul ediniz.

Her kademede bulundukları makama seçimle gelenlere diyebileceğim ise şudur: Size verilen birer emanet olan makamlarınızda geçici olduğunuzu, hatta hayatın kendisinin de geçici olduğunu sık sık hatırlayınız. Geceleri huzurlu bir uyku uyumak için, evlatlarınıza şerefli bir isim bırakmak için geliniz zor olanı seçiniz. Şahsınızın ve yakınlarınızın bireysel menfaatlerini değil toplumun menfaatini ön plana alınız.

Böylesine ağır ve şerefli bir göreve talipseniz seçimlerde aday olunuz. Aksi taktirde sırtımızda yeterince kene var, bir de siz yapışmayın.

Seçimler Yılı

Bu yıl içinde iki kurban bayramı idrak edilecek.

Yine bu yıl iki önemli seçim yaşayacağız. Cumhurbaşkanlığı ve genel seçim.

Kurban kelimesi Arapça bilenlere göre kurbiyet yani Allah’a yakınlaşmak, tasavvufi söyleyişle insanın aslına yakın olması anlamına gelen kelime ile aynı kökten gelmekteymiş.

İlahi tesadüf (tevafuk) eseri olsa gerektir ki, seçimler de aslına dönme, aslına yakınlaşma yani seçilenlerin içinden çıktığı halka yakınlaşma gayretinin en yoğunlaştığı dönemlerdir.

Ben seçim yıllarını çok severim. İktisatçılar her ne kadar iktidarların seçim ekonomisi uyguladığı bu yıllardan endişe ederlerse de ben seçim yıllarını çok severim.

Bazı yazarçizerler halk dalkavukluğu anlamına gelen bazı icraatlardan çok yakınırlar. Toplu sözleşmelerde daha yüksek ücret verilmesiyle bütçe dengesinin bozulacağı, tarım ürünlerine verilecek yüksek taban fiyatların ekonomide telafisi güç problemler yaratacağı gibi kaygılar ortaya koyarlar.

Fakat ben seçim yıllarını ve en çok da bu yıl seçim yılını çok seviyorum.

Bu sene seçimler olmasaydı…

On iki havariyi temsil eden 12 yıldızlı AB bayrağının altına girebilmek için her şeylerini vermeye hazır olanlar, “büyük AB ideali karşısında Kıbrıs küçük bir mesele olarak değerlendirilmelidir. Burada verilecek tavizler abartılmamalıdır” diyenler.. Aldıkları “proje yardımları” karşılığında üye olmadan, AB bayrağını resmi kurumların önüne dikenler.. İstanbul’un bütün caddelerini “kurban olam ayına yıldızına” pankartları ile donatacak şekilde bayrağımızı hatırlar mıydı?

Bu sene seçimler olmasaydı…

Rum gemileri şu günlerde Türk limanlarına serbestçe girmeye başlamış olmayacak mıydı? Bir sene önce attıkları imzaya rağmen Rum gemilerinin karşılığında benzer tavizler almadan Türk limanlarına giremeyeceği, gerekirse müzakerelerin dondurulabileceği gibi çoktandır unutmakta olduğumuz dik duruşlar sergilenir miydi?

Siz bu yılın keyfini çıkarmaya bakın.

Bu yıl hiçbir endişeniz olmasın. Yöneticilerimiz yabancıların karşısında hiç eğilmeyecek, aslanlar gibi göğsümüzü kabartacaklar.

Bu yıl bütçenin sadece yatırımlara ayrılmış %8 lik payı bizlerin günlük hayatımızı kolaylaştıracak somut yatırımlar olarak hızla gerçekleşecek. Bu sene elektrik ve doğalgaz zamları ertelenecek, çiftçi, esnaf ve işçi kesimi hatırlanarak biraz nefes almaları sağlanacak.

“Elektrik dağıtım şirketlerinin özelleşmesi seçimde aleyhimize olabilir diye bu yıl yapılamaz” denilerek ihaleler iptal edildi bile. AB’nin direktifi ile yapılmakta olan “reformlar”a ara verilmesine AB’ li dostlar;

Özelleşmelerin durmasına, “halk dalkavukluğu” uğruna bütçe dengelerinin bozulmasına, Sosyal Güvenlik kanununun çıkmasının ertelenmesine IMF’ci dostlar bile bu yıl ne kadar anlayışlı ve hoşgörülü.

Siz bu yılın keyfini çıkarmaya bakın.

Bu yıl yaşayacağınız gururun gelecek sene yerinde yeller eseceğini, ekonomik açıdan aldığınız rahat nefesin burnunuzdan geleceğini söyleyen münafıklara aldırmayın. Bu sıkıntılara ve ezikliğe nasıl olsa alışıksınız. 4-5 yılda bir yaşadığınız seçim yılının keyfini çıkarın.

Ama ne olur, seçimde oyunuzu mutlaka çok düşünerek ve doğru kullanın, seçimlerden sonra da seçtiklerinizin sizden kopmaması için onları iyi denetleyin. Sizi ve sizin değerlerinizi seçimden seçime hatırlayanlardan ve bu değerlere ihanet edenlerden ve bir de beytülmale el uzatanlardan hesap sormayı unutmayın!

Petrol Ürünleri Dağıtım Sektörü ve POAŞ

(Söz Sırası Gençlerde)

Giriş

Ham petrol ve petrol ürünleri, doğrudan tüketiciler tarafından tüketildikleri ve ikamesi zor olan “ara ürünler” olarak kullanıldıklarından dolayı stratejik nitelikli ürünlerdir.

Petrol ürünleri pazarlama zinciri; rafineri, dağıtım, ana dağıtım şirketi-bayi ve nihai tüketiciler biçimindedir.

Rafinerilerde üretilen veya ithal edilen petrol ürünleri; benzin, gazyağı, jet yakıtı, fuel-oil, kalorifer yakıtı, motorin gibi akaryakıt grubunun pazarlanması, ana dağıtım kuruluşları ve bayilik teşkilatları aracılığıyla yapılmaktadır.

1-TÜRKİYE’DE PETROL ÜRÜNLERİ DAĞITIM SEKTÖRÜ

Türkiye’de 1940 yılına kadar petrol ürünleri(akaryakıt ürünleri) yerli ve yabancı özel şirketler tarafından pazarlanmıştır.(Sekoni, Stenau, Raman, Naft-Sendikat, Shell gibi)

1941 yılından itibaren kurulan Petrol Ofisi A.Ş.(POAŞ) , Opet, Turkuaz, Pet-line, Tu-ta, Selyak, Aytemiz, Bölünmez Petrolcülük A.Ş. gibi yerli, Shell, BP yabancı, Total-Elf, Turcas ise ortak sermayeli şirketlerdir.

a.Sektörün yapısı

Yıllara Göre Akaryakıt Dağıtım Şirketleri Sayısı

Çizelge-1

Yıllar Şirket Sayısı
2000 14
2001 17
2002 19
2003 26
2004 28
2005 51

Kaynak: PİGM

2000 yılında toplam 14 ana dağıtım şirketi faaliyet yürütmekte iken sektörün serbestleştirilmesi ile birlikte bu sayı, 50’nin üzerine çıkmıştır. Ancak faal durumda 21 ana dağıtım şirketinden söz edilebilir.

Petrol ürünlerine olan talep sürekli arttığından depolama tesislerinin bölgesel ve sektörel talebi karşılayacak ve güvenli stok düzeylerini sağlayacak kapasitede kurulması gerekmektedir.

Şirketlerin Depolama Kapasitesindeki Payları

Çizelge-2
Şirketler Toplam Kapasite İçindeki Pay (%)
Tüpraş 50.2
Poaş 15.0
Total-Elf 8.0
Opet 5.0
Delta 4.0
Çekisan 3.0
Aytemiz 3.0
Shell 2.0
Diğerleri 12.0
Toplam 100.0

Kaynak:PİGM

Türkiye, toplam 5.024 bin m³ petrol ürünleri depolama kapasitesine sahiptir. Bunun 2.688 bin m³’ü Tüpraş’a, 2336 bin m³’ü özel dağıtım şirketlerine aittir. Tüpraş, Türkiye’deki toplam depolama kapasitesinin %50,2’sine sahiptir. Bunu %15 oranı ile PAOŞ, %8 ile Total-Elf, %5 ile Total ve diğerleri izlemektedir.

Petrol sektörü faaliyetlerini düzenleyen 1954 tarih ve 6326 sayılı Petrol Yasası’na göre; Ana dağıtım şirketleri satışa sunacakları akaryakıt ürünlerinin %60’ını yurtiçinde yerleşik rafinerilerden almak zorundadır. Ancak 01.01.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5015 sayılı Petrol Piyasası Yasası’na göre zorunluluk şartı kalmış olup, ithalat ve ihracat serbest hale gelmiştir.

Tüpraş Ürün Satışlarının Dağıtım Şirketlerine Göre Dağılımı

Çizelge-3
Şirketler Şirket Payı (%)
POAŞ 42.5
BP 12.4
Shell 12.0
Opet 8.8
Turcas 6.0
Total 5.9
Aytemiz 4.0
Diğerleri 8.4
Toplam 100.0

Kaynak:Tüpraş (2000)

Petrol Piyasası Yasası’nın yürürlüğe girmesinden önceki dönemde Tüpraş’ın petrol ürünleri satışlarında, POAŞ %42,5’lik payla birinci sırada yer almaktadır. Bunu BP, Shell, Opet, Turcas, Total, Aytemiz ve küçük oranlarda da diğer şirketler izlemiştir.

Akaryakıt ürünleri tüketicilere, ana dağıtım şirketlerinin bayilikleri ve doğrudan olmak üzere iki yolla ulaştırılmaktadır. Ana dağıtım şirketlerinin markasını taşıyan 10 bin istasyon yanında hiçbir markaya sahip olmayan “beyaz bayraklı istasyon” sayısı ise 2 bin dolayındadır.

POAŞ 3504 tane istasyonu ile %29,2 paya sahiptir. Bunu BP, Turcas, Shell, Opet ve diğerleri izlemektedir.

Türkiye’de istasyon yatırımını bayiler yapmaktadır. AB ülkelerinde olduğu gibi ana dağıtım şirketine bağlı olması gereken bayi, istasyonun arsasını bularak ruhsatını aldıktan sonra dağıtım şirketinden kredi alarak yatırım yapmaktadır. Ancak bayi sözleşmeli çalıştığı şirket yerine, başka bir dağıtım şirketinden petrol ürünü alarak bağlı olduğu şirketi zarara sokabilmektedir. Yeni düzenleme ile bu durum engellenmektedir. Ayrıca, ana dağıtım şirketleri doğrudan istasyon kurabilmektedir.

Diğer yandan, rafinerilerde ham petrol distilasyonu sırasında ara ünitelerde en hafif fraksiyon ürünü olarak üretilen sıvılaştırılmış Petrol Gazı (LPG), Türkiye’de 1960’lardan itibaren mutfaklarda kullanılmaktadır.

LPG, sübvansiyon uygulanan tek petrol ürünüdür. Son yıllarda sanayide enerji üretimi, ısınma ve benzinli araçlarda otogaz olarak yaygın bir biçimde kullanılmaktadır.

Ülkemizde %75’i ithal edilmektedir. 45 tane şirket tarafından tüketiciye sunulmaktadır.

Aygaz, %33 oranı ile pazarda ilk sırada yer almaktadır. Bunu Tüpgaz, Mogaz ve diğerleri izlemektedir.

b.Pazar Büyüklüğü

2004 yılında Türkiye’de akaryakıt ve LPG Pazar hacmi, 27.8 milyar dolar(37.3 katrilyon TL) değerine ulaşmıştır.

Bu değer, 2004 yılı bütçesinin %26,48’ni oluşturmaktadır. Petrol ürünleri sektöründen toplam 16,5 milyar dolar (21,3 katrilyon TL) vergi geliri sağlanmıştır. 2004 yılı toplam vergi gelirlerinin %24,59’u petrol ürünleri satışından sağlanan vergilerden elde edilmiştir.

c.Ürün Tüketimi ve Pazar Gelişimi

Yıllara Göre Akaryakıt Ürün Tüketimi

Çizelge-4
Yıllar Ürünler (bin m3)
Benzin Motorin
2000 49.000 10.300
2001 42.000 10.200
2002 41.000 10.900
2003 38.000 11.500
2004 37.000 12.800

Kaynak:PİGM

2000 yılında 49 milyon m³ olan benzin tüketimi, her yıl düşerek 2004 yılında 37 milyon m³ olmuştur. Motorin tüketimi ise, tersine her yıl artarak 2004 yılında 12.8 milyon tona yükselmiştir.

Akaryakıt Ürünlerinin Pazar Payı

Çizelge-5
Ürünler Pay (%)
Motorin 60
Fuel Oil-6 21
95 Oktan Kurşunsuz Benzin 10
Süper Benzin 4
Kalorifer Yakıtı 4
98 Oktan Kurşunsuz Benzin 1
Toplam 100

Kaynak:Petder

2004 yılında akaryakıt ürünleri pazarında motorin, %60 pay ile ilk sırada, fuel oil-6 ikinci sırada, %10 ile 95 oktan kurşunsuz benzin, %4 ile süper benzin ve kalorifer yakıtı, %1 ile ise 98 oktan kurşunsuz benzin izlemektedir.

Akaryakıt Ana Dağıtım Şirketlerinin Pazar Payları

Çizelge-6
Şirket Pay (%)
POAŞ 34.0
Shell 16.5
BP 15.6
Opet 9.7
Türk Petrol 7.8
Total-Elf 7.2
Diğerleri 9.2
Toplam 100.0

Kaynak:Petder

İlk altı dağıtım şirketi akaryakıt ürünleri pazarının toplam, %90,8’ine, diğerleri ise ancak %9,2’sine sahiptir.Türkiye madeni yağ pazar hacmi; 450 bin ton miktara ulaşmıştır.

d.Sektörün Yapısal Sorunları

Kaçak akaryakıt kullanımı; ülkemize kaçak akaryakıt dört yolla girmektedir.

  • Karayolu sınır geçişinden oluşan Doğu ve Güney Doğu Anadolu Bölgesi’nde yoğunlaşan akaryakıt,
  • Özellikle Mersin, Antalya bölgesinden denizyolu ile kaçak giren akaryakıt,
  • Çeşitli deniz ulaşım araçlarının kullandığı kaçak akaryakıt,
  • Kalyak, bazyağı ve solvent ile yapılan karışımlar

Ülkemiz, kaçak akaryakıt girişi ile her yıl doğrudan 2-2,5 milyar dolar değerinde vergi kaybına uğramaktadır.

Bu durumdan, dolaylı olarak tüketici ve standart dışı yakıt kullanan araçlar da zarar görmektedir. Ayrıca kaçak akaryakıt, sektörde haksız rekabete yol açmaktadır.

Yüksek Vergi Oranları

Akaryakıt Fiyat Bileşimi (%)

Çizelge-7
Ürünler ÖTV Rafineri KDV Dağıtım
95 Oktan Benzin (1.86 $ lt) 57,2 18,5 13,6 9,0
Motorin(1.44 $/lt) 45,4 29,4 13,6 11,6

Kaynak:Petder

Akaryakıt ürünlerinden 95 oktan benzin’in fiyat yapısı %57,2 ÖTV, %18,5 rafineri, %13,6’sı KDV ve %9’u dağıtımdan oluşmaktadır. Motorin fiyatında ise %59’u ÖTV ve KDV’den oluşmaktadır.

Fiyat oluşumunda ÖTV ve KDV toplamı %71 ile %60 arasındadır.

Ülkelere Göre Akaryakıt Ürününden Alınan Vergiler

Çizelge-8
Ülkeler Benzin Motorin
Türkiye 810 490
İngiltere 750 750
Hollanda 620 625
Almanya 660 475
Fransa 590 400
İtalya 550 410
İspanya 400 250
Yunanistan 309 25
AB minimum 359 302

Kaynak:Petder

Türkiye’de benzinden alınan vergi miktarı açısından AB ülkeleri arasında ilk sırada yer almaktadır. Motorinden alınan vergi miktarı ise İngiltere ve Hollanda’dan sonra gelmektedir.

AB ülkelerinde minimum vergi miktarı ürünlere göre; K.Benzinden alınan vergi 359 Euro/lt, motorinden ise 302 €/1000 lt’dir.

Türkiye’de akaryakıt ürünlerinden alınan vergi oranının oldukça yüksek olduğu görülmektedir.

Standartlar ve Uyum Sorunu

Yakıt Kalitesi; Benzin ve Motorin
  Maksimum Limit AB Direktifleri
98/70/EC
2003/17/EC
TÜRKİYE Çevre Bakanlığı Yönetmeliği
KÜKÜRT 50 ppm 01.01.2005 01.01.2007
İzin verilen 10 ppm 01.01.2005 01.01.2007
Sorunlu 10 ppm 01.01.2009 01.01.2009
KURŞUN KURŞUNSUZ 01.01.2000 01.01.2006

AB Çevre Mevzuatına göre, 01.01.2005 tarihinden itibaren 10 ppm kükürt içeren motorin üretimine ve satışına izin verilirken, 01.01.2009 tarihinden itibaren ise motorindeki kükürt miktarının, 10 ppm düzeyinde olması zorunlu olmaktadır.

Türkiye’de de çevre mevzuatına göre, 01.01.2006 tarihine kadar kurşunsuz benzin üretimi ve satışı zorunlu hale gelmektedir.

Petrol Piyasası Yasası

Petrol Piyasası Yasası’na göre;

  • Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu, piyasa faaliyetlerinin düzenlenmesi, lisanslandırma, denetim/kontrol ve faaliyetleri durdurma yetkilerine sahiptir.
  • Akaryakıt ve madeni yağ şirketleri, rafineriler, depolama, ihrakiye, dağıtıcılar, bayiler ve serbest kullanıcılar, faaliyetlerini yürütmek için lisans almak zorundadırlar.
  • Fiyatlar, en yakın erişilebilir dünya serbest piyasa koşullarına göre oluşmaktadır. Lisans sahipleri tavan fiyatı belirlemektedirler.
  • Rafineri, dağıtıcı ve ihrakiye lisansına sahip olanlar, ham petrol ve akaryakıt ithalatı yapabilmektedirler.
  • Ana dağıtım şirketi ve bayi arasında tek elden sözleşme yapılacaktır. Bayiler, sadece bağlı oldukları dağıtım şirketinin ürünlerini pazarlamak zorundadır.
  • Günlük ortalama kullanım içindeki net ithalatın 90 günlük karşılığı kadar “Ulusal Petrol Stoğu” bulundurulacaktır. Dağıtıcılar, 20 gün, serbest tüketiciler 15 gün ve rafineriler geriye kalan 55 günlük miktar kadar stok bulundurmak durumundadır.
  • Yurtiçinde piyasaya sürülecek akaryakıta ve rafinerilerde, ithalat yapılan gümrüklerdeki petrol ürünlerine “Ulusal Marker” yükümlülüğü getirilmektedir.

II. PETROL OFİSİ A.Ş. (POAŞ)

1940 yılına kadar Türkiye’de petrol ürünleri ticareti; Sekoni, Vakum, Stenau, Ramana, Shell ve Naft-Sendikat şirketlerinininin kontrolü altındadır. Bu tarihten sonra, Naft-Sendikat, Sovyetler Birliği’nin politika değişikliğine bağlı olarak faaliyetini durdurmuştur. Tesisleri ise Türk Ticaret Bankası ve İstanbul Belediyesi’nin ortak şirketi olan Petrol Limited Şirketi tarafından satın alınmıştır.

1.POAŞ’ın Kuruluşu ve Yasal Konumundaki Gelişmeler

Petrol Ofisi, 18.01.1940 tarih ve 3780 sayılı Milli Korunma Kanunu’nun 6. maddesi ve 5. fıkrasındaki yer alan “Halk ve milli müdafaa ihtiyaçlarını temine, matuf bilumum ticari ve sınai mamulleri ifa etmek ve hükümet tarafından bu konudaki selahiyetler dairesinde verilecek diğer işleri görmek üzere İcra Vekilleri Heyeti Kararıyla hükmü şahsiyete haiz müesseseler ihdas olunabilir” hükmüne dayalı olarak 18.12.1941 yılında 2,5 milyon TL sermaye ile kurulmuştur.

Daha sonra Petrol Limited şirketini satın almıştır.

Askeri ikmal ve NATO Tesisleri (ANT) Hizmetleri

NATO alt yapı programı gereği, Türkiye’de inşa edilmiş bulunan akaryakıt boru hatları, depolama tesisleri, pompa istasyonları, hava meydanları ve petrol, yakıt ve yağlayıcıları (POL) tesislerinin; işletme, bakım ve korunması Bakanlar Kurulu Kararı ile Petrol Ofisi’ne verilmiştir. Petrol Ofisi’nin buradaki görevi TSK ve NATO’ya kâr amacı gütmeden ikmal ve bakım hizmeti sunmaktır.

POAŞ, kendisine verilen bu görevi yerine getirmek, barışta ve savaşta TSK ve NATO kuvvetlerinin akaryakıt gereksinimini karşılamak üzere ANT İşletme Başkanlığı’nı kurmuştur.

ANT içinde yürütülen işler; askeri petrol ürünlerinin ikmali, NATO’ya ait petrol boru hatları ve diğer NATO tesislerinin bakım ve işletmesi, askeri havalimanlarındaki akaryakıt tesislerinin bakım ve işletmesini kapsamaktadır.

Ayrıca MSB’nin sivil akaryakıt ürünü ihtiyacı da cari satış fiyatları üzerinden POAŞ tarafından karşılanmakta idi. ANT hizmetleri, POAŞ ve MSB arasında her yıl imzalanan protokoller çerçevesinde yürütülmektedir.

ANT, Türkiye çapında işletme müdürlükleri olarak örgütlenmiştir. Bunlar; Malatya-ANT Doğu Bölge Müdürlüğü, Eskişehir ANT Batı Bölge Müdürlüğü’dür.

Burada hem askeri hem de sivil amaçlı kullanılan tesisler bulunmaktadır.

POAŞ’ın İzmit rafinerisinden ürün taşımacılığında kullandığı NATO Batı Boru Hattı, NATO’nun mülkiyetindedir.

POAŞ; NATO Petrol Boru Hattını ve dolayısıyla İzmit Rafinerisini doğrudan Atatürk Havaalanındaki Jet-A1 depolama tesislerine ve Haramidere’den gelen bir boru hattını, NATO boru hattına bağlayan iki yan boru hattına sahiptir.

Ayrıca POAŞ, Bayındırlık ve İskan Bakanlığı’na ait 15 sivil deponun kullanım hakkına sahiptir. Bütün bu üniteler ise, NATO’nun mülkiyetindeki petrol boru hatları üzerinde bulunmaktadır.

Kısaca boru hatları, askeri ve sivil amaçlı olarak birlikte kullanılmaktadır.

POAŞ’ın özelleştirilmesinden sonra 05.04.2001 tarih ve 4636 sayılı “Milli Savunma Başkanlığı Akaryakıt İkmal ve NATO ve Pol Tesisleri İşletme Başkanlığı’nın Kuruluşu ve Görevleri Hakkında Kanun’a dayalı olarak ANT, POAŞ’tan ayrılarak, MSB’na bağlı bir kamu tüzel kişiliği haline gelmiştir.

ANT’de, 1236’sı Petrol-İş üyesi işçi ve 1053’ü sözleşmeli personel olmak üzere toplam 2289 çalışan bulunmakta idi. POAŞ’tan ayrıldıktan sonra buradaki sendikal örgütlülük, Petrol-İş Sendikası’ndan Harb-İş Sendikası’na geçmiştir.

  • POAŞ, 1983 yılında özelleştirmeye hazırlanmak amacıyla Anonim Şirket statüsüne geçirilmiştir.
  • 05.09.1990 yılında özelleştirme kapsamına alınmıştır.
  • 09.04.1999 tarih ve 99/22 sayılı ÖYK Kararı ile özelleştirme programına alınmıştır.
  • 21.04.2000 tarih ve 2000/37 sayılı ÖYK kararı ile, %51’lik kamu payının “blok satış” yöntemiyle Türkiye İş Bankası-Doğan Şirketler Grubu Holding A.Ş. Ortak Girişim Grubu’na, 1.260 milyon dolar bedelle devredilmesine karar verilmiştir.
  • 21.07.2000 tarihinde imzalanan satış sözleşmesi ile POAŞ’ın, %51 oranındaki B grubu hisseleri, İş-Doğan Petrol Yatırımları A.Ş.’ye devredilmiştir.
  • POAŞ’ın Ana Sözleşmesine göre C grubu hisse imtiyazlı hisse (Altın hisse) olup, C grubuna ana sözleşmesinin 14. maddesinde tanınan imtiyazlı haklar, şirket sermayesindeki kamu payının %50’nin altına düşmesinden itibaren yürürlüğe girmiştir.

C Grubu Hisseye tanınan imtiyazlı haklar;

  • Şirketin faaliyetlerinin tasfiyesi veya önemli ölçüde sınırlandırılması,
  • Rafine edilmiş petrol ürünlerinin, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerindeki satışını sekteye uğratacak veya sağlıklı bir şekilde yürütülmesini engelleyecek düzenlemeler yapılması,
  • İdarenin kabul edebileceği alternatif düzenleme yapılıncaya kadar, ANT aracılığıyla MSB’na ve NATO’ya verilen hizmetlere son verilmesi,
  • Ana sözleşmede veya hisselere tanınan haklarda herhangi bir değişiklik yapılması,

C grubundan seçilen üyenin olumlu oy kullanmasına bağlıdır.

2.POAŞ’ın Faaliyetleri

POAŞ’ın ana görevi; rafinerilerden aldığı akaryakıtı ve ürettiği madeni yağ ile gresi taşımak ve pazarlamaktır. Satışlar, resmi kurumlara ve sözleşmeli müşterilere doğrudan, diğer tüketicilere ise bayiler aracılığıyla yapılmaktadır.

a.Taşımacılık

POAŞ’ın rafinerilerden satın aldığı akaryakıt, bölge ve depolara deniz yolu, demiryolu, karayolu ve boru hatlarıyla taşınmaktadır. POAŞ, kendi ünitelerine taşımanın yanı sıra kendi bayilerine de doğrudan dağıtım için Tüpraş rafinerilerinden ürün satın almaktadır.

Şirket, toplam kapasitesi 20.500 Dwt olan 3 gemiye sahiptir.

b.İkmal Hizmetleri

POAŞ, İstanbul ve Antalya hava limanları ağırlıklı olmak üzere 26 hava ikmal ünitesine hizmet vermektedir. Jet-A1 satışlarında %80 pazar payı ile hakim konumdadır.

Şirket doğrudan ya da liman bayileri aracılığıyla yerli ve yabancı bandralı gemilerin yakıt ihtiyacını karşılamaktadır.

c.Üretim

Madeni yağ ve gres üreten POAŞ’ın 100 bin ton/yıl kapasiteli İzmit Madeni Yağ Tesisleri, Türkiye’nin madeni yağ ihtiyacının önemli bir bölümünü karşılamaktadır.

Aynı zamanda İzmit’te 10 bin ton/yıl kapasiteli Gres Üretim Tesislerine ve İzmir/Aliağa’daki 60 bin ton/yıl kapasiteli Madeni Yağ Harmanlama Tesislerine sahip olan POAŞ, toplam 70 bin ton kapasite ile Türkiye’nin en büyük kuruluşu konumundadır.

2004 yılında 107,8 bin ton madeni yağ satışı gerçekleştirmiştir.

d.Yatırımlar

POAŞ, petrol ürünleri dağıtım ve pazarlaması yapan bir kuruluş olduğundan, yatırımları da bu fonksiyonların yürütülmesine ilişkin tamamlama ve tevsii yatırımları niteliğindedir.

Özelleştirme öncesi dönemde; gerek yatırımların niteliğinde gerekse coğrafi bölge açısından hiçbir ayırım yapılmadan, ihtiyaçlar doğrultusunda yatırım yapılmakta iken özelleştirme sonrasında, yatırımların niteliğinde ve coğrafi olarak gelişmiş ve kârlılığı yüksek batı bölgelerinin seçilmesi açısından önemli değişiklikler olmuştur.

Hemen hemen hepsi gelişmiş bölgelerde olmak üzere, 14 adet akaryakıt depolama tesisi için %100 yatırım indiriminden yararlanılarak teşvik alınmıştır. 20 kent merkezindeki 400 istasyon mekansal olarak yenilenmiştir.

e.Dağıtım ve Pazarlama

Özelleştirme Öncesi ve Sonrasındaki Bayi Sayıları ve Payı

Çizelge-9
Dönem Bayi Sayısı Toplamdaki Payı (%)
Özelleştirmeden önce 5259 60.8
Özelleştirmeden sonra 4000 33.4

Kaynak:POAŞ

Türkiye’de ana dağıtım şirketleri içinde POAŞ’ın toplam bayi sayısındaki payı, özelleştirme öncesindeki dönemde %61 iken özelleştirme sonrasında bu pay, %33.4’e düşmüştür.

POAŞ, kamu mülkiyetinde faaliyetlerini yürütürken Karadeniz, Doğu ve Güney Doğu Anadolu illerinde, %81 pazar payına sahip idi. Özel dağıtım şirketlerinin bu illerdeki payı ancak %19 dolayında idi.

Söz konusu kırsal alanın petrol ürünlerine ucuz ve kolay ulaşabilmesi için, bu bölgelerdeki bayi/istasyonların sınırlandırılması ya da kapatılmaması şartı Ana Sözleşmede altın hisse ile düzenlenmiş olmasına karşın, çoğunluğu bu bölgelerden olmak üzere 1259 bayi kapatılmıştır. (Özelleştirmeden sonraki ilk yılda)

Petrol Ürünleri Pazar Paylarındaki Gelişmeler

Çizelge-10
Dönem Ürünler (%)
Beyaz Ürün Siyah Ürün Madeni Yağ
Özelleştirme Öncesi 42 74 36
Özelleştirme Sonrası 34 37 32

Kaynak:POAŞ

POAŞ’ın özelleştirme öncesinde; beyaz ürünlerin satışlarındaki pazar payı %42 iken özelleştirme sonrasında %34’e, siyah ürünlerin pazar payı, %74’den %37’ye, madeni yağ satışındaki pazar payı ise, %36’dan %32’ye düşmüştür.

2004 yılında POAŞ, 6.4 milyon ton beyaz ürün, 1,7 milyon ton siyah ürün ve 107,8 bin ton madeni yağ satışı gerçekleştirmiştir. Jet yakıtı pazar payı ise, %70,5 olmuştur.

Yurtiçi satışların yanı sıra, Irak Savaşı sonrasında Irak’a 70 milyon dolar değerinde akaryakıt satışı yapılmıştır. Ayrıca 24 ülkeye toplam 7300 ton madeni yağ ihraç edilmiştir.

Özetle POAŞ’ın özelleştirme öncesinde %51 olan akaryakıt pazar payı, daralarak %33,4’e düşmüştür.

f.İstihdam

Kamu Mülkiyetinde İken İstihdam Durumu

Çizelge-11
Statü Çalışan Sayısı
Kapsam Dışı 2113
Kapsam içi 2696
Toplam 4809

Kaynak: POAŞ(2000)

POAŞ’ta, 1986 yılına kadar memur ve işçi statüsünün ağırlıklı olduğu istihdam bileşimi, 1986 yılından sonra özelleştirmeye hazırlamak için memur statüsünde çalışanlar, sözleşmeli personel olarak istihdam edilmeye başlanmıştır. Bunlar örgütlenme, toplu pazarlık ve grev haklarından yararlanmayan kapsam dışı personel konumundadır.

Özelleştirme kararının alındığı 21.04.2000 tarihinde toplam çalışan sayısı 4809 iken hükümet devir işleminin yapılığı 21.07.2000 tarihine kadar geçen 3 aylık dönemde emeklilik ve diğer kamu kuruluşlarına yerleştirmeler yoluyla 3838 kişiye düşmüştür.

Böylece ÖİB, POAŞ’ın yeni sahiplerinin istihdamı azaltma politikalarına zemin hazırlamıştır.

Özelleştirme sonrasında POAŞ’ta istihdam politikası; işten atma, taşeronlaştırma ve sendikasızlaştırma olarak belirlenmiştir.

İstihdam Yapısındaki Değişim

Durum(2004)
Çizelge-12
Statü Özelleştirme Öncesinde Durum(2000) Özelleştirme Sonrasında
Çalışan Sayısı Toplam Çalışanlar İçindeki Oran (%) İşçi Sayısı İstihdam Daralması Toplam Çalışanların İçindeki Oran (%)
Kapsam içi 2113 55,05 460 78,23 42,05
Kapsam dışı 1725 44,95 634 63,25 57,95
TOPLAM 3838 100,000 1094 70,94 100,0

Kaynak: POAŞ(2000,2004)

POAŞ’ın devir işleminin yapıldığı 21.07.2000 tarihinde toplam 3838 olan çalışan sayısı, 2744 kişinin işten çıkarılmasıyla 1094 olmuştur. Kapsam içi personelde %78, kapsam dışı personelde, %63 ve toplam çalışan sayısında ise %71 daralma olmuştur.

Aynı zamanda toplam çalışanlar içinde sendikalı işçi oranı, %55.05 iken %42.05 oranına düşmüş, kapsam dışı personel oranı ise, %44.95’den %57.95 oranına yükselmiştir.

Kapsam dışı istihdam biçimi genişletilerek, bilinçli bir sendikasızlaştırma yapılarak taşeronlaştırma yaygınlaşmıştır.

Sendikal yapının yok edilerek çökertilmesi anlamına gelen bu saldırı, PAOŞ’ın özelleştirme sonrasındaki faaliyet raporlarında, performans artırma başarısı olarak sunulmaktadır.

9.Mali Durum

Özet Gelir tablosu

Çizelge-13
Göstergeler Özelleştirme Öncesi Özelleştirme Sonrası
Milyon $ Trilyon TL Milyon $
Brüt Satışlar 1.987 10.932 8.146
Net Satışlar 1.965 10.361 7.723
Brüt Satış Kârı 199 568 423
Dönem Kârı 165 389 290
Vergi ve Yasal Yükümlülükler 61 140 104
NET DÖNEM KÂRI 104 249 186

Kaynak:POAŞ

POAŞ, kamu mülkiyetinde olduğu son yıl, yani 2000 yılında 2 milyar dolar ciro, 104 milyon dolar net kâr gerçekleştirerek devlete, 61 milyon dolar vergi ödemesi yapmıştır.

2004 yılında 8,1 milyar dolar ciro, 186 milyon dolar net dönem kârı gerçekleştirmesine karşın, 1.2 milyar dolar zararda olan şirketle birleştirildiğinden, zarar eden bir şirket haline gelmiştir. 104 milyon dolar olan vergi yükümlülüğünü yerine getirmeyerek devleti gelir kaybına uğratmıştır. Şirketin bugün, 779 milyon dolar finansal borcu bulunmaktadır.

POAŞ’ın Özelleştirilmesi ve Yargı Süreci

  • POAŞ’ın, %51 kamu payının blok satış yöntemiyle özelleştirilmesi için 1999 yılında ÖİB’ce gerçekleştirilen ihalede, ÖYK’nın 21.04.2004 tarih ve 37 no’lu kararıyla; Şirket hisselerinin %51’nin, T.İş Bankası-Doğan Şirketler Grubu Holding A.Ş. Ortak Girişim Grubunun kurmuş olduğu İş Doğan Petrol Yatırım A.Ş.’ne, 1 milyar 260 milyon dolar bedelle vadeli devredilmesine karar verilmiştir.

  • Bu karara dayanılarak İş Doğan Petrol Yatırımları A.Ş. ile ÖİB arasında, 21.07.2000 tarihinde hisse satış sözleşmesi imzalanmış ve satış bedelinin tamamı, peşin olarak tahsil edilmiştir.

    Bu satış işlemiyle birlikte POAŞ’daki kamu payı %42,3’e düşmüştür.

  • 18 Mart 2002 tarihinde şirketin toplam sermayesinin, %16,5’ne tekabül eden 8.250 milyar TL nominal değerli A grubu hissesinin halka arz edilmesine karar verilmiştir. Satış fiyatı da 30 bin TL olarak belirlenmiştir.

    Halka arz sonrasında kamu payı %25,8’e düşmüş ve önceden halka arz edilen, %6,7’lik kısımla birlikte şirketin halka açıklık oranı, %23,2’ye çıkmıştır.

  • 15.04.2002 tarih ve 25 sayılı ÖYK kararı ile, “ÖYK’nın 15.07.1998 tarih ve 47 sayılı imtiyazlı hisseye tanınan hakları yeniden düzenleyen kararı ile düzenlenen C grubu hisseye ilişkin olarak, 1 adet 1000 TL nominal değerli nama yazılı imtiyazlı hisseye tanınan hakların sona erdirilmesine, bu hissenin hamiline yazılı hale dönüştürülerek A grubu hisselere ilave edilmesine” karar verilmiştir.

    İmtiyazlı hissenin kaldırılması doğrultusunda ÖİB tarafından, ÖYK’ya herhangi bir karar taslağı sunulmamış olup, söz konusu karar ÖYK tarafından re’sen alınmıştır.

    Oysa 4046 sayılı Yasaya göre ÖİB’nin, ÖYK’ya bu konuda bir karar taslağı sunmasından sonra ÖYK’nın bunu onaylaması gerekmektedir. Böylece uygulama organı olan ÖİB, devreden çıkarılmıştır. Söz konusu ÖYK kararı, siyası bir karar niteliğine dönüşmüştür.

    Diğer taraftan 1998 yılında, imtiyazlı hisse ihdas eden 98/47 sayılı karar uyarınca, imtiyazlı hissenin “şirketteki kamu payının %50’nin altına düşmesinden itibaren 5 yıl süre ile geçerli olması dolayısıyla POAŞ’daki kamu payının, %51’in altına düştüğü 21.07.2000 tarihli satış sözleşmesinden itibaren 21.07.2005 tarihine kadar geçerli olması gerekirken, bu uygulama ile altın hisse, ancak 2 yıl süre ile yürürlükte kalmıştır.

    Oysa bu ihaleye katılan yatırımcılar, altın hissenin 5 yıl süre ile geçerli olacağı varsayımı ile teklif vermişlerdir. Yani ihalede, altın hissenin getirmiş olduğu sınırlamalar veri kabul edilerek fiyatlar oluşmuştur. Altın hissenin, 3 yıl önce ÖYK’ca resen kaldırılması başlangıçta ihalede getirilen şartların daha sonra değiştirilmesi anlamındadır. Bu uygulama, başlangıçtaki şartları veri kabul ederek fiyat teklifinde bulunan firmalar aleyhine de haksız rekabete neden olmuştur.

  • İş-Doğan Petrol Yatırımları A.Ş., Mart 2002 tarihinde gerçekleştirilen halka arz uygulaması ve altın hissenin kaldırılmasından sonra, 25.04.2002 tarihli yazısı ile ÖİB’ye başvurarak, kamuda bulunan %25.8 oranındaki A grubu hissenin tamamını satın almayı talep etmiştir.

16.07.2002 tarih ve 41 no’lu ÖYK kararı ile;

  • Bu hisselerin satış fiyatının, Mart 2002 tarihindeki halka arzdaki 30 bin TL üzerinden yapılmasına,
  • İlk ödemenin %30 peşin olarak hisselerin tesliminde(116.3 Trilyon TL), kalan ödemelerin ise peşin olarak aynı tarihlerde olmak üzere, 3 yılda %20, %30 ve %20 olarak yapılmasına
  • kalan tutara aynı zamanda TÜFE artışı üzerine, artışın %5’i oranında ilave yapılarak bulunan oranda faiz uygulanmasına,
  • ödenmeye

Ermeni Meselesi ve Soykırım

(Söz Sırası Gençlerde – 10 Haziran 2006)

Saygıdeğer Büyüklerim, Değerli Aydınlar Ocağı Üyeleri ve Sevgili Misafirler,

Bugün huzurlarınızda, “Ermeni Meselesi”ni dünyaya kimin, nasıl aksettirdiği, bunun karşısındaki Türk tezlerini, bu tezleri destekleyen yerli ve yabancı akademisyenlerin görüşlerinin temel alındığı bilgi ve belgeleri sunmaya çalışacağım.

Benim bunları sunmakta amacım; yapılan haksızlığı gözler önüne serip, milliyetçi bir propaganda yapmak değil, sadece salt gerçekleri dile getirip, Dünya kamuoyunun neden farklı sonuçlara ulaştığının sebepleri irdelemek.

Sözlerime Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün şu sözünü hatırlatarak başlamak istiyorum: “ Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sâdık kalmazsa değişmeyen hakîkât, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır. ” diyor.

Öncelikle tarih sahnesindeki “millet” kavramını genel bir incelemeye alalım. Tarih boyunca milletler 2 şekilde oluşum gösterirler. Birinci tip millet, varlığını “devletleşme” şeklinde devam ettirmek ister ve devletleşinceye kadar elinden geleni yapar. İkinci tip milletlerde; “devletleşme” önemli değil, dağınık olmalarına rağmen, aralarındaki kültürel bağların devamına önem verirler. İşte Ermeniler bu ikinci tip milletlere iyi bir örnektir. Eğer gerçekten “devletleşme” yönünde bir millet bilinçleri olsaydı, bağımsızlıklarını zorla kabul ettirinceye kadar savaşırlardı. Tam aksine Ermeniler, 800 yıl boyunca kendilerine, dinlerini rahatça yaşamalarına, devlet yapısı içerisinde yüksek mevkîlere gelmelerine, ticaret hayatında neredeyse tekel sağlamalarına izin veren bir sistemden hiç şikâyet etmeden, önce Selçuklu daha sonra da Osmanlı egemenliğini kabul etmişlerdir.

Şimdi kısaca 1915 öncesi Türk-Ermeni İlişkilerine bir göz atalım.

1915 ÖNCESİ TÜRK – ERMENİ İLİŞKİLERİ

Osmanlıların Ermenilerle ilk temasları, Ermeni azınlıklı Bizans şehri Bursa’nın 1326’da alınmasıyla olmuştur. Daha sonra, başka Ermeniler yeni şehirlerin de fethiyle Osmanlı hakimiyeti altına girdiler.

Tarihteki ilk Hıristiyanlar milletlerden olan Ermeniler, diğer Hıristiyan dünyasından farklı olarak, “monofizit” diye tabir edilen, Hz. İsa’nın doğasını yarı-Tanrı, yarı insan diye ikiye ayırmak yerine tek kabul eden bir millettir. Bu yüzden Hıristiyan dünyası, Ermenileri 451 senesinde toplanan Kalsedon Konseyi’nde alınan kararla aforoz etmişlerdir. Onları resmen ilk tanıyan da 1461’de Fatih Sultan Mehmet Han’dır. Bu tarihten itibaren Ermeniler Müslüman-Türk toplumu ile uyum içerisinde yaşamışlardır. Öyle ki; Müslüman olmayan Osmanlı uyrukları içinde “Sadık Millet” lakaplı Ermenilerin belki yarısı, misyoner raporlarına göre, Türkçe’yi ilk dilleri olarak kullanıyorlardı. Osmanlı İdaresi’nde 29’u sivil paşa, 22’si kabine üyesi, 33’ü milletvekili, 7’si büyükelçi, 11’i konsolos, 11’i yüksek öğretim üyesi bulunmaktaydı. 1913’te Hariciye Nazırı (Dışişleri Bakanı) Gabriel Nuradungyan’dı. Daha aşağı kademelerde çok sayıda yerel yöneticiler ve yüksek rütbeli memurlar da vardı. Hatta edebiyat dünyasında bile 30’u aşkın Ermeni tasavvuf şairi olduğu biliniyor. Dahası Mustafa Kemal’e “ATATÜRK” soyadının verilmesini teklif eden kişinin, Türk Dil Kurumu (TDK) başuzmanlığına getirilmiş Agop Martayan Dilaçar adlı bir Ermeni vatandaşımız olduğunu, Yrd. Doç. Dr. Cafer Ulu doktora tezinde belirtiyor.

1915 öncesi durum böyle. Gelelim 1915 ve Sonrasına…

ERMENİ MESELESİ’NİN TEMELLERİ VE TEHCİR KARARI (1915 SONRASI)

Ermeniler, Osmanlı Devleti’nin hiçbir yerinde, özerk bir Ermeni Devleti kurulmasına imkân verecek kadar bir çoğunluğa sahip değildi. Ancak, Avrupa’da yayılan milliyetçilik dalgası, daha sonra Rus, İngiliz, ve Fransız kışkırtmaları, Ermenileri bağımsız bir devlet hayali ile harekete geçirdi. Sadece Ermeniler istedi diye Müslüman nüfus da memleketlerini terk etmeyeceğinden, Müslüman nüfusu ortadan kaldırmak suretiyle, Ermeni çoğunluğu sağlamaktan başka seçenek görmüyorlardı.

Birinci Dünya Savaşı sırasında en küçük bir tereddüt göstermeden İtilaf devletlerinin yanında yer almış, güçlerini Rusya’nın emrine vererek, gönüllü alayları kurmuşlardır. Taşnak Komitesi ise yandaşlarına verdiği talimatlarla, “Rus ordularının sınırı geçtiğinde ve Osmanlı orduları geri çekilmeye başladığında her yerde isyanlar çıkarmalarını istemiştir. Böylece iki ateş arasında kalacak olan Osmanlı ordularının ilerlemesi halinde, Ermeni askerler silahlarıyla birlikte kıtalarını terkedecek ve çeteler kurup Ruslarla birleşecekti”. Hatta Osmanlı meclisinde Van mebusluğu yapan Papazyan bir bildiri yayınlayarak; “Kafkasya’da gönüllü Ermeni alaylarının hazır bulundurulmasını, bunların Rus ordusunun öncüleri olarak Ermeniler’in yaşadıkları bölgelerdeki kilit noktaları ele geçirmelerini ve Anadolu topraklarında ilerleyecek Ermeni alayları ile hemen birleşilmesini” istemiştir.

Bütün bu emirler yerine getirilmiş, Rus kuvvetlerinin Osmanlı ve Rus Ermenilerinden kurulmuş gönüllü alayları öncülüğünde, Doğu’da Osmanlı topraklarına girildiği anda, Osmanlı ordularındaki Ermeniler silahlarıyla firar ederek Rus kuvvetlerine katılmışlar ya da çeteler kurmuşlardır. Yıllarca misyoner okullarda ve kiliselerinde sakladıkları silahları ortaya çıkarmış, askerlik şubelerini basarak yeni silahlar ele geçirmişlerdir.

Rus kuvvetleriyle birlikte sınırı ilk geçen Ermeni birliklerinin başında Armen Garo lâkabıyla tanınan eski Osmanlı Erzurum mebusu Karekin Pastırmacıyan bulunmaktadır. Yine eski mebuslardan Hamparsum Boyacıyan Ermeni çetelerinin başında cephe gerisinde Türk kasaba ve köylerine saldırmıştır. Van ve çevresiyle daha sonra Adana ve dolaylarında Ermeni zulmü o biçimlere bürünmüştür ki, onlarla işbirliği yapan Rus ve Fransız subayları bile onları durdurma yollarını aramışlardır. Özellikle 11 Nisan’da, Van şehrindeki Müslüman-Türk mahallelerini ateş altına almışlar, öldüremediklerini de kaçmaya zorlamışlardır.

Rus Çarı II. Nikola, Van’daki Ermeni komitesine 21 Nisan 1915’de bir telgraf göndererek “Rusya’ya yaptıkları hizmetlerden ötürü teşekkür etmiştir”. ABD’de yayınlanan Ermeni gazetesi Goçnak, 24 Mayıs 1915 tarihli sayısında “Van’da yalnızca 1.500 Türk’ün kaldığını iftiharla bildirmiştir”.

Nisan ayının sonlarına doğru, Van ayaklanmaları neticesinde Osmanlı Ordusu Erzurum’a doğru çekilmek zorunda kaldı. Bunun üzerine; Başkumandan Vekili Enver Paşa, İçişleri Bakanı Talât Paşa’ya 2 Mayıs 1915 tarihinde şunları yazmıştır: Van gölünün etrafında bulunan Ermeniler, alarm halindeler ve ayaklanmayı uzatmak niyetindeler. Benim amacım, Ermenilerin buralardan çıkararak isyan yuvasının dağıtmaktır. 3. Ordu komutanlığının bana verdiği bilgiye göre; Ruslar 20 Nisan 1915’te topraklarındaki Müslümanları sefil ve perişan bir halde sınırlarımızdan içeriye sokmuşlardır. Hem buna karşılık olmak ve hem yukarıda belirttiğim amacı gerçekleştirmek için, ya bu Ermenileri ve ailelerini Rus sınırı içine göndermek, yahut Anadolu içinde çeşitli yerlere dağıtmak gereklidir. Bu iki şekilden uygun olanın seçilmesini ve uygulanmasını rica ederim. Bir mahzur yoksa isyancıların ailelerini ve isyan bölgesi halkını sınırlarımız dışına göndermeyi ve onların yerine sınırlarımız içine dışarıdan gelen Müslüman halkın yerleştirilmesini tercih ederim.

İşte “Tehcir” diye bilinen olayın, yani Ermenilerin yerlerinin değiştirileceğinin ilk işareti bu mektupta görülmektedir. Ermeniler, bu ayaklanmaları, Osmanlı’nın tehcir kararı üzerine girişilen bir meşru müdafaa olarak görmektedirler. Fakat şurası bir gerçek ki, “bu ayaklanmalar tehcir kararının değil, tehcir kararı bu isyanların sonucudur”.

Yine bizzat Karekin Pastırmacıyan’ın – ki Osmanlı Ordusundaki Ermeni askerleri Rus tarafına geçiren kişidir – “Anadolu’yu Şarki Şimendifer Meselesi” adlı kitabında, Erzurum çevresinde yaşayan 15.000 civarındaki Ermeni’nin kendi isteğiyle Türkiye’yi terk ettiği, Ermenilere Türkler tarafından baskı yapılmadığı ve soykırım gibi bir muamelenin olmadığı yer almaktadır.

Aslına bakarsanız, Tehcir fikrinin ortaya çıkışındaki en etkili faktör, görüldüğü üzere Rusların, topraklarındaki Müslümanları Osmanlı tarafına geçirmesi ve Osmanlı toprağındaki Ermenileri de kendi tarafına alması idi. Kaldı ki; 20 Nisan’dan 30 Mayıs’a kadar geçen sürede Ermeni çeteler boş durmamış, Müslüman Türk halkı katletmişlerdir. Bu gelişmeler üzerine, bölgedeki Ermeni nüfusun tehcirinden başka seçenek kalmamıştır.

Bu kararda Katolik ve Protestan Ermenilerin bir kısmı, memurların bir kısmı, askerlik yapanlar, orduda subay ve doktor olarak çalışanlar, yapı ve tütün işçileri, Osmanlı Bankası memurları ve yabancı konsoloslukta çalışanlar, hasta ve muhtaç durumdaki Ermeni vatandaşları tehcir dışı bırakıldı. Zira, “Tehcir Kanunu”na tâbi tutulan Ermeniler; Rus, Fransız ve İngiliz işgal güçleri ve Amerikan misyonerlerle işbirliği yapıp, Müslüman-Türk halkı katleden Ermenilerdir.

Tehcirin tek bir amacı vardı: Müslüman-Türk halkının ve sınırın güvenliğini sağlamak. Buna ek olarak, Ermenilerin tehcir esnasında can ve mal güvenliğinin sağlanması, yeme-içme giderlerinin karşılanması, eski durumlarına uygun emlâk ve arazi verilmesi, geride kalan mallarının satılıp, elde edilen gelirin Calsse D’Epargne adındaki bir finans kurumuna aktarılması öngörülmüştür.

Burada Ermenilerin yaptıkları katliamları teker teker anlatmayacağım. Fakat özetle anlatmam gerekirse; Amerikalı tarihçi Stanford Shaw bir yazısında şöyle diyor: 1914’te Trabzon, Erzincan, Erzurum, Van ve Bitlis gibi beş eyaletin toplam Türk nüfusu 3.300.000 iken, savaş sonrasında 1920’de bu sayı 600.000 göçmene düşmüştür.

Bu gerçekler bu kadar açık iken;

ERMENİ MESELESİ BİZİM İÇİN NEDEN BU KADAR İÇİNDEN ÇIKILMAZ HALE GELDİ?

Öncelikle; “Ermeni Meselesi”nin dünyada farklı algılanmasının en büyük sebebi; “sözde” soykırımı destekleyen sahte belgelerin tehcir sırasında veya hemen sonrasında, dünyanın hemen hemen her köşesine dağıtılmış olmasıdır.

Öte yandan, Osmanlı’da bu yayınlardan kimsenin haberi dahi olamazdı. Zira, sebepler ortadadır; 9 cephede birden savaştığı I. Dünya Savaşı ve ondan hemen sonra gelen Kurtuluş Mücadelesi yılları… Yani Osmanlı o zamanlar can derdindeydi. Ayrıca itiraf etmek gerekir ki; biz de millet olarak yıllarca haklılığımızın verdiği sükûnetle yaşadık. Haksız da sayılmazdık. Bakın 1916 yılında İngiltere’de yayınlanan bir raporda, dürüst, tarafsız bir İngiliz gözlemci şunları yazıyordu: “Türkler hiçbir zaman kendi durumunu açıklamaya tenezzül etmez. Oysa, Diaspora Ermenileri ‘bir yalana 24 saat verin, onu ortadan kaldırmak için 100 yıl gerekecektir’ diyen eski bir doğu atasözünü tam anlamıyla değerlendirerek, ölenlerin sayısını sürekli olarak abartmak suretiyle, kamuoyunu korkutmuşlardır.”

Türklere karşı Avrupa kamuoyunda oluşmuş ve halen süregelen bu kinin ve önyargının temelleri hakkında birkaç örnek vermek istiyorum: I. Dünya Savaşı döneminde bir yarı resmî Fransız broşüründe “Alman askerlerinin küçük çocukları ateşte kızartıp, daha sonra yemek üzere kasaturalarına geçirdiklerinin anlatılıyordu. Ve kamuoyu da bu gibi şeylere inanıyordu.

Türk’e duyulan kinin ifadesi olarak; 1945 Fransa’sında, L. Genet tarafından yazılmış, Ortaokullarda okutulan resmî el kitabı “Çağdaş Tarih”’ten bir alıntı: “İngiltere’deki Gladstone Hükümeti Ermenileri korumak istemiş gibi davranınca, Sultan Abdülhamit reformları ilân eder. Gerçekte o, katliamları hazırlamaktadır. 1894’ten 1896’ya kadar arka arkaya üç katliam gerçekleştirilir. Bu bunalım 250.000 kişinin canını almıştır”. Ortaokul öğrencisi Fransız çocuklarının öğrendiği Türk tarihi buydu.

Türklere karşı bu çeşit bir önyargıyı en iyi şekilde kullanan Diasporacı Ermeniler kütüphaneler dolusu çarpıtılmış, uydurulmuş sahte belgeleri aleyhimize kullanıp, yalan yanlış iddialarla bir kamuoyu oluşturdular. Ancak 1973 yılında iki Türk yazar Şinasi Orel ve Süreyya Yuca, ilk olarak Aram Andonyan isimli bir Osmanlı Ermeni’sinin ileri sürdüğü sözde belgelerin biri ikisi değil, hepsinin geçersiz olduğunu kanıtladılar. Daha sonra sahte belgeler konusuna değineceğiz.

Şimdi bu iddialardan bazılarını açıklayalım:

ERMENİ DİASPORASI’NIN İDDİALARI

1- Yaşanan Bir Soykırımdı ve Soykırım Planlı Gerçekleştirildi.

Önce, BM’in soykırım tanımına göre, iddiayı gözden geçirelim. BM’in tanımına göre Soykırım; “Bir insan topluluğunu, başka herhangi bir nedenle değil, sırf ırk, soy, etnik köken ya da din farkı sebebiyle yok etmek” demektir. Buna karşılık tehcir ise; bir yerden başka bir yere göç ettirmek, yer değiştirmek, hicret ettirmek” mânâsını taşır. Ve “Tehcir Kanunu” aslında “Savaş zamanında hükümet uygulamalarına karşı gelenler için asker tarafından uygulanacak önlemler hakkına geçici kanun”dur. Buna göre, başta sebeplerini anlattığım gibi, hadisenin bir tehcir olduğu açıktır. Buna dünyadan da örnekler verebiliriz.

Örnek: Tehcir ile ilgili olarak ABD’nin, 2. Dünya Savaşı’nda Pearl Harbour baskınından birkaç ay sonra, kendi vatandaşı Japon asıllı 120 bin kişiyi zorunlu göçe tabi tutmuştur. Bu zorunlu göçe uymak istemeyen ve ABD mahkemelerine müracaat eden Japon asıllı bir ABD vatandaşına mahkemenin verdiği cevap çok çarpıcıdır: “Mahkeme ulusun birliği, bütünlüğü ve güvenliği tehdit altında olursa devlet şüphe duyduğu vatandaşlarına bu yaptırımı uygular” demiştir. Dolayısıyla Türkiye tezlerinde tarihi ve hukuki olarak haklıdır.

Veyahut hadiseyi tekrardan Osmanlı sınırları dahiline sokup, başka bir örnekle açıklayabiliriz.

Örnek: Eğer Osmanlı Hükümeti, Ermeni Diasporası yanlılarının dediği gibi bir “soykırım” gerçekleştirmiş olsaydı, 1917’de Yunanistan Osmanlı’ya savaş açtığında, topraklarındaki Rum vatandaşlarını da soykırıma tâbî tutmaz mıydı veya en azından onları da “tehcir”e tâbî tutmaz mıydı? Rumların yer değiştirmemelerinin sebebi, Osmanlı Hükümeti’ne karşı ayaklanmamış olmamalarıdır.

Diaspora Ermenileri’nin kendilerince destek buldukları başka bir olay da, Sözde soykırımlarını, Halacaust’a, yani Yahudi Soykırımına benzetmeye çalışmalarıdır.

Yahudi Soykırımıyla Sözde Ermeni Soykırımı Arasındaki Temel Farkları ele alalım:

Alman Yahudileri, Nazi rejimi öncesinde ya da bu rejim sırasında hiçbir biçimde ayaklanmış ya da devlet otoritesine karşı gelmiş değildir. Aynı biçimde Yahudiler, diğer Alman yurttaşlarına da silahlı saldırı yapmamıştır. Öte yandan Osmanlı Ermenileri ise, Alman Yahudilerinden farklı olarak, sadece I. Dünya Savaşı başlangıcında değil, ondan çok önce, daha 1890’lı yıllarda silahlı örgütler kurarak Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanma girişimlerinde bulunmuşlardır.

Alman Nazi yönetimi, Yahudileri, sırf “Yahudi” oldukları için, yani Alman ırkından olmadıkları, başka bir ırktan ve başka bir dinden oldukları için yoketme kararı almıştır. Osmanlı hükümeti ise, “soykırım” değil, “tehcir” kararı almıştır. Hükümeti ve Osmanlı ordusunu buna zorlayanlar yine Ermenilerdir.

Alman Nazi yönetimi, bu yoketme kararını yıllarca, sistemli olarak ve yalnızca Almanya’daki Yahudiler için değil, Almanya’nın işgal ettiği diğer ülkelerdeki Yahudiler için de uygulamıştır. Osmanlı Hükümeti ise; Tehcir kararını Türk Müslüman halkı ve sınırları korumak için almıştır. Sınırları dışındaki meselâ Rusya’daki Ermenilere yönelik bir saldırı girişiminde bulunmamıştır. Ayrıca Tehcir kararı ayaklanmaya katılan ve yardım edenler ve aileleri için uygulanmaya konmuştur.

2- Talât Paşa Soykırım Emri Verdi.

1920’de Aram Andonyan adında bir Osmanlı “tehcir” Ermeni’si, 1915’de ve 1916 yılı başlarında, Talât Paşa ve resmî çevresinin soykırım emri verdiklerini “sözde” kanıtlarla belgelemekteydi. Bu kitabın Londra’da İngilizce’si, Paris’te Fransızca’sı ve Boston’da Ermenice’si basıldı.

Aram Andonyan bu belgeleri, Naim Bey adında düşük rütbeli bir Osmanlı memurundan almıştı. Yapılan araştırmalarda Naim Bey diye birinin tayinine ilişkin herhangi bir kayıt bulunamadı. Telgrafların altında Halep Valisi Mustafa Abdülhalik Bey’in imzası görünüyor, fakat Mustafa Abdülhalik Bey de o dönemde Halep Valisi değildi. Ayrıca imzanın kötü bir taklit olduğu hemen anlaşılıyor, belgelerin başında yer alan “besmele” hem eksik, hem de çok kötü bir imlâ ile yazılmış olduğu tespit edilmişti. Belgelerin Fransızca’sında Ermeni ölü sayısı 95.000 iken, İngilizce’sinde bu rakam 100.000 yazmaktaydı. Ayrıca Andonyan’ın bu “sözde” belgelerde şifreleme sistemi olarak, iki rakamlı kümeleri kullanmış, oysaki o tarihlerde Osmanlı iki değil, üç rakamlı şifre kümeleri yöntemini kullanılıyordu. Bu belgelerin sahteliğini sadece Şinasi Orel ve Süreyya Yuca değil, ayrıca Hollandalı tarihçi Erik Zürcher, İngiliz tarihçi Andrew Mango da ispat etmiştir. Belgelerin asılları tuhaf bir biçimde kaybolmuş ve halâ bulunamamıştır. Dahası, Andonyan’ın isteği üzerine hazırlanan, belgelerin gerçekliğini ispat eden uzman raporu da kaybolmuştur. Kısacası Aram Andonyan hiçbir belgeyi bulamamış, 1937 yılında da ölmüştür.

Ermenileri yok etmekle suçlanan Talât Paşa, Osmanlı’ya karşı işbirliği içinde olan ABD’nin misyonerlerini ülke toprağına kabul etmiş, Türk-karşıtı propagandalar sonucu toplanan paralarla yalnız ve yalnız Ermenilere giyecek, yiyecek ve eğitim vermelerine dahi engel olmamıştır. Ki bu paraları toplayanların başında, “Sözde Ermeni Soykırımı”nda önemli bir kaynak olarak kullanılan ve sadece Ermenilerin ifadelerine dayalı “Mavi Kitap” raporunun yazarı Lord Bryce da vardır.

3- Tehcir Esnasında 1.500.000 Ermeni Öldürüldü.

Bunun en iyi değerlendirmesini, Tarihçi Prof. Justin McCarthy bir inceleme kitabında, 1914’de Osmanlı toprağındaki Ermeni nüfusunun 1.3 milyonun altında (kesin rakam 1.220.000) olduğunu yazıyor. Zira, Katolik ve Protestan Ermeniler, bazı memurlar, orduda subay ve doktor olarak çalışanlar, yapı ve tütün işçileri, Osmanlı Bankası memurları ve yabancı konsolosluktaki Ermeniler tehcir dışı bırakılmıştı.

Bunların bir bölümü Rusya, İran Fransa ve ABD gibi ülkelere göçtüler. Birkaç yüzbini de göç ettirildi. Bogos Nubar Paşa’ya göre de 390.000 Ermeni yerlerine vardı. Ki; Bogos Nubar Paşa, 1919’da Paris Barış Konferansı’nda Ermeni Delegasyonu’nun başkanlığını yapmış, sınırları Afganistan’a kadar uzayacak bir Kürt Devleti’nin kurulması amacı ile, Kürt Şerif Paşa ile de görüşmelerde bulunmuştur.

Öte yandan, bazı Ermeni çevreler ölü sayısını 3.5 milyon, 2 milyon, 1 milyon, 800.000 ya da 600.000 gösteriyor. Prof. Dr. Türkkaya Ataöv bu bir hatırasında şöyle diyor: “Fransa’da basılan “La Liberation” gazetesinin yazarı V. Brocard 1984-85’de yayınladığı üç yazıya, sırayla kendiliğinden 500.000 Ermeni ölü daha eklemişti. Paris’te Adalet Sarayı’nda bu üç yazısını ona gösterdiğimde, yalnızca omuzlarını silkmekle yetindi.”

Amerikalı Tarihçi Heath W. Lowry, “Büyükelçi Morgenthau’nun Öyküsü’nün Perde Arkası” adlı kitaba şu satırlara yer veriyor: Nitekim o sırada Amerika Büyükelçisi bulunan Morgenthau da günlüğünde Ermeni Protestanlarının vekili olan Zenop Bezciyan’la olan görüşmesinde Bezciyan’ın ifadelerinden hayrete düştüğünü belirtiyor. Bu görüşmesiyle ilgili olarak Morgehthau şöyle demektedir:

“Ermeni Protestanlarının vekili Zenop Bezciyan uğradı. Schmavonian kendisini benimle tanıştırdı. Okul arkadaşıymışlar. (İçerilerdeki) şartlar hakkında bana çok şey anlattı. Zor’daki Ermenilerin hallerinden oldukça memnun olduklarını söylemesine şaşardım; işlerini kurup, hayatlarını kazanmaya başlamışlar bile; bunlar ilk gönderilenler olup katledilmeden oraya varmışa benziyorlar. Bana çeşitli kampların nerelerde olduğunu gösteren bir liste verdi ve yarım milyon kişinin buralara nakledildiğini sandığını söyledi. Kış bastırmadan onlara yardım edilmesi gerektiği hususunda ısrarlıydı.”

Bir başka Ermeni, Richard Hovannisyan’ın yazdığı raporda, ( Kafkasya’ya 345.000, Suriye’ye 140.000, Yunanistan ve Ege Adalarına 120.000, Bulgaristan’a 40.000, İran’a 50.000, Suriye dışındaki Arap ülkelerinden Lübnan’a 50.000, Ürdün’e 10.000, Mısır’a 40.000, Irak’a 25.000, Fransa ve Amerika’ya da 35.000 ) tehcir uygulaması sırasında toplam 855.000 Ermeni’nin göçe tabi olduğu anlaşılıyor. Bu 855.000 sayısı 1.220.000 olan 1914’teki toplam Ermeni nüfusundan çıkarıldığında, geriye yaklaşık 366.000 kişi kalıyor. Göçe tabi tutulmayan nüfusun ( 82.880’inin İstanbul, 60.119’unun Bursa’da, 4.548’inin Kütahya Sancağı’nda ve 20.237’sinin de Aydın viláyetinde bulunmak üzere ) 167.000 dolayında tahmin ediliyor. Göçe tabi tutulmayanların sayısı 366.000’den çıkartıldığında, geriye kayıp gözüken 200.000 kişi kalıyor. Bu sayı da Ermeni lobisinin 1,5 milyon Ermeni’nin öldüğü iddiasının ne kadar abartılı olduğunu gösteriyor.

Tehcir sırasında yaşanan ölümlerin bir diğer sebebi de, genel savaş şartlarının kötülüğüdür. Bu şartlar, en başta açlık, iklim şartları ve salgın hastalıklardır. Türk’ü ve Ermeni’yi birbirinden ayırmayan her türlü mikrop ve virüs sivil halkları da, askeri de kırmış geçirmiştir. 2.5 milyon askerden, hastanenin yolunu bulabilen 1.175.000 Osmanlı askerinin bir kısmı canlı çıkmadı.

Doğu’da cephe komutanı “Saray Damadı” Hafiz Hakkı Paşa, Alman General Goltz ve İngiliz General Maude bile kolera ya da tifüs salgınından öldüler. İklim koşullarından ötürü, yalnız Sarıkamış tepelerinde 70,000 Türk askeri donarak şehit oldu. Ermenilerin görmezden geldikleri bu iki nedenin kanıtları, en başta Ermeni kaynaklarında vardır.

Türklerin hiç mi suçu yoktu? Kimi kafilelere, ne sebeple olursa olsun, saldıranlar kuşkusuz suçluydular. Türklere saldırmış olan Ermenilerin suçlu olmaları gibi. Ama görevin istismar eden en az 1.397 Osmanlı memurunu yargılayanlar, ağır hapis ve idam cezaları verenler de yine Türklerdi. Ayrıca, Said Halim, Talât, Cemal ve Enver Paşalar gene Ermenilerce öldürüldüler.

4- Türkler Belgeleri Yok Ettiler.

Fransız tarihçi Yves Ternon, kitabında Teşkîlât-ı Mahsûsa’nın, bu Osmanlı Felâketi sırasında arşivleri ortadan kaldırdığını ileri sürmektedir. Tehcir sırasında zaten İçişleri Bakanı Talât Paşa, bir değil, iki kez Amerikalıları ve İngilizleri arşivlere davet etmiştir. Bugün bile halâ davet etmekteyiz. Ayrıca, aynı şey Nazilerin de başına gelmiştir. Almanya’da 1945 Nisan-Mayıs cehennemi sırasında, Nazi örgütlerinin merkezlerinde, bazı arşiv belgeleri imha edilmişse de, birçok öldürme emrinin teyidini içeren sayısız belge de ele geçirilmiştir.

5- Mustafa Kemâl Atatürk, Soykırımı Kabul Etti.

Paul de Véou adlı bir yazar, Atatürk’ü yitirdiğimiz yıl basılan İskenderun Felâketi başlıklı Fransızca kitabında, (s. 121), Mustafa Kemal’in bir İstanbul mahkemesinde tanık olarak çıktığını ve kendi yurttaşlarının Ermenileri çocuk, kadın ve yaşlı demeden topluca ve hunharca öldürdüklerini, 20 Ocak 1920 tarihinde söylediğini yazıyordu. Yalnız biz Türkler değil, herkes biliyor ki, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ulaşan Mustafa Kemal, eski Osmanlı başkentine ilk kez sekiz yıl sonra 1927’de dönmüş ve görkemli biçimde karşılanmıştı. 1920’de İstanbul’da bulunmadığına bütün dünya tanıktır.

Gerçek şu ki bu ifadeler, ilk “Milli Şehit” Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’i idama mahkûm eden hakim “Nemrut” Mustafa’dan başkasına ait değildir -ki “Nemrut” Mustafa, İtilâf Devletleri’nin baskısıyla hakim olarak atanmıştır-. Esasen Mustafa Kemâl Atatürk İstanbul’daki mahkemede ya da başka herhangi bir yerde bu biçimde bir değerlendirme yapmamış, ama Ermeni sorununa ilişkin kendi imzasıyla başka mesajlar yollamaktan geri kalmamıştır.

16 Mart 1919’da, İngiliz Kuvvetleri, İstanbul’u işgal ettikten 2 ay sonra, toplam 144 kişiyi Ermenilere kötü davranmak suçundan Malta Adası’na sürerler. Ancak Malta’da bulunan tutuklulara karşı İngiliz Savcılığı, delil yokluğu sebebiyle, sanıklara karşı bir dava başlatılamayacağı yönünde bir rapor verir. Daha sonra İngilizler, ABD’den yardım istediler ve şu cevabı aldılar: “Malta’da tutuklu bulunan Türklere karşı kullanılacak nitelikte hiçbir delile rastlanmamıştır.” Sonunda İngiltere Kraliyet Savcılığı da şu raporu verir: “Şimdiye kadar, tutuklulara karşı suç delillerinin doğruluğunu gösteren hiçbir belge elde edilememiştir ve böyle delillerin bulunabileceği de kesin değildir.”

Konuşmamı özetleyecek olursak;

SONUÇ

Şayet, Osmanlı Devleti’nin Ermenileri “soykırım”a tâbi tutmak gibi bir amacı olsaydı; bulundukları yerlerde bu düşüncesini gerçekleştiremez miydi? Bunun için “yer değiştirme” gibi bir uygulamaya ne gerek vardı? Kafilelerin güvenliği, sağlığı ve geçimlerinin temini için büyük maddî fedakârlıklara ne gerek vardı? 1915 Mayısı’ndan 1916 Ekim ayına kadar yaklaşık bir buçuk yıl devam eden göç ettirme ve yerleştirme sırasında, emirler çerçevesinde ve mahallinde aldığı tedbirlerle, o günün zor savaş şartlarına rağmen, Ermenilerin can ve mallarını koruma altına almasına ne gerek vardı? Adetâ yeni bir cephe açmış gibi idarî, askerî ve malî yükün altına girmesine ne gerek vardı?

Şahsım adına, bu araştırmayı yaparken en büyük endişem, istemeden de olsa bir milliyetçilik propagandası yapma ihtimali idi. Bu sebeple, kaynak olarak daha çok yabancıların yazdığı eserleri kullandım. Fakat daha sonra baktım ki; bu insanların kullandığı ifadeler, benim endişe ettiğim milliyetçilik propagandasını da aşan ifadelerdi. Georges De Maleville kitabında; ASALA terörü hakkında şu cümleleri sarfediyor: “Bu geriye doğru bir soykırımdır. Türkler, Türk olarak “Ermenileri katletmek hakkına sahip olmasalardı; Ermeniler, Ermeni olarak bugün hangi hakla Türkleri katledeceklerdi ki?”. Hans Barth adında Alman bir yazar, sahte Ermeni belgelerini yazdığı kitabına “Türk, Savun Kendini” ismini veriyordu. İllinois Üniversitesi Tarih Profesörü Justin McCarthy, Balkanlarda, Ortadoğu’da ve Asya’da milyonlarca Müslüman’ın öldürülmesi ve tehcir edilmesini konu alan araştırmaları ile ünlenmiştir. O da, Türklerin Karşı Propaganda yapması gerektiğini dile getiriyordu.

Bu noktada bir şeyi fark ettim: Bizim “azınlık” anlayışımız, Batı dünyasının “azınlık” anlayışından çok farklı. Bizim dünyamızda Rumlar, Ermeniler, Musevîler artık bizden biri olmuşlardı. Öyle ki; Anadolu’daki Rum nüfusun lideri Papa Eftim, Kurtuluş Savaşı esnasında İstanbul Fener Rum Patrikhanesi’ne karşı gelerek, Türk Ordusu saflarına katılmış ve memleketi müdafaa etmişlerdir. 1923 senesinde Yunanistan ile mübadele sonrasında Papa Eftim’in isteği üzerine Hamdullah Suphi Tanrıöver, 10’u kız, 70 genci Yunanistan’dan Türkiye’ye geri getiriyor. Ve bu gençler, diğer Hıristiyanlarla karıştırılmak istemedikleri için nüfus cüzdanlarına “Rum” değil, “Türk-Ortodoks” ibaresinin konmasını istiyorlar. Aynı şekilde Çanakkale Savaşları’na gönüllü olarak katılan 600 kişilik Yahudi Taburu, yine Türk Ordusu’ndaki Ermeni birliklerin Rus Ordusu’na katılmasını sağlayan Karekin Pastırmacıyan’ın özkardeşi Vahan Pastırmacıyan bile Türk Ordusu saflarında savaşmış, hatta Köprüköy Muharebesinde bacağından yaralanmıştı. Daha güncel bir örnek verelim: ASALA terörünü protesto deyince akla gelen ilk isim, 11 Eylül 1982’de Taksim Meydanı’nda kendini yakan yine bir Ermeni vatandaşımız ARTİN PENİK’tir.

Batı dünyasındaki azınlık anlayışının örnekleri daha bir farklıdır. Örneğin; “Ermeni Davası”nın en büyük destekçisi Fransa’da, dünyanın yakından tanıdığı Fransız Milli Takımının as oyuncusu Zinedine Zidane’ın Fransa’da yaşayan Cezayir göçmeni babasının oy kullanma hakkı yoktur. ABD’de bugün zencilerin durumu gözler önünde. Kaldı ki; onlarla aynı dili konuşan İrlandalılara bile “Yeşil Zenci” denmiş, yıllarca ikinci sınıf insan muamelesi görmüşlerdir.

Bütün bunları düşündüğümde aklıma şöyle bir cümle geldi: “Biz Türkler, tarih boyunca, gayrimüslimlere her zaman kucak açmış, onları, kendi insanımız, kendi vatandaşımız gibi görmüşüz, asla “Azınlık” statüsüne indirgeyecek kadar da Batılı olamamışız.”

Tıp İlminde Bir Altın Halka: Türk – İslam Tıbbı

(Söz Sırası Gençlerde – 30 Aralık 2005)

Türkçe’de hekim ve hekimlik anlamında kullandığımız tabip ve tıp kelimeleri Arapçadır. Tabbe kökünden gelir.”İşin ehli olma, bir işte usta olma, o işin imini bilme “anlamına gelir.

Tıp ilmi ne kadar bilimsel olmaya çalışırsa çalışsın yine de sanat yönü ağır basar. Çünkü bilimsel olmasının yanında sosyal ve kültürel yönleri de olan bir bilimdir.

Mesleğin bilim tarafı eğitim programları içinde verilirken sanat tarafı uzun tıp eğitimi sırasında, hasta başında hoca-öğrenci ilişkisi içinde öğretilir.

Bu bakımdan tıp, bilimleşmiş bir sanat, teknik bir disiplindir.

Yani “Tıp bir ilim, hekimlik ise bir sanattır.”

Hiçbir büyük buluş bir kişinin veya bir kültürün ürünü olmayıp, insanlığın binlerce yıldır gerçekleştirdiği birikimlerin sonucudur.

İlim ve medeniyet milletten millete, bölgeden bölgeye aktarılmış, devamlı olarak bir milletin veya toplumun malı olmamıştır.

“Yeryüzünde vücut acısının koparttığı ilk çığlık, hekim çağıran ilk ses olmuştur. Ancak bu sese ne zaman cevap verildiğini bilemiyoruz.”

Tababetin ne zaman başladığı sorusuna cevap vermek güçtür. İnsanın yarasını deşmesiyle ve hasta organını kesip atmasıyla değil, sarmasıyla başlamıştır. Dolayısıyla yeryüzünün en eski mesleklerinden biridir.

Zamanla insanlar, doğal ortamda yaşayan hayvanların bazı bitkileri çok iyi tanıyıp, faydalı ve zararlıyı ayırdıklarını, hastalandıklarında hangi bitkiyi yediklerini gözlemlemişler ve bunları kendi hastalıklarında kullanmaya başlamışlardır

İslamiyet Öncesi Türk Toplumlarında Tıp

Uygurların yerleşik düzene geçmesine kadar , Orta Asya coğrafyasında genelde göçebe topluluklar halinde bozkır kültürünü yaşayan Türk topluluklarında bilimsel bir tıptan bahsetmek mümkün değildir.

Tabiata ve doğaya yakın yaşayan atalarımız sağlık problemlerini dini inançların hakim olduğu halk hekimliği ile gidermeye çalışmışlardır.

İslam öncesi Orta Asya Türk tıbbında uygulanan tedavi metodları açısından iki yaklaşım görüyoruz.Biri kam ve baksı denilen,büyücü hekimlerin yürüttüğü tıbbi anlayış,ikincisi ise otaçı, emeçi veya atasagun denilen, ilaçlarla ve maddi tedavi yöntemleri ile tedavi etmeye çalışan hekimlik anlayışı.

Türk toplumunda bilimsel anlamda tıp anlayışı ancak Türklerin topluluklar halinde İslamiyeti kabul etmelerinden sonra gelişmiştir.

İslam Tıbbı

Ortaçağ İslam Tıbbı

Bu devir tıbbına Arap Tıbbı da denmektedir.Arap Tıbbı Araplara ait tıp anlamında değil,Arapça’nın bilim dili olarak kullanıldığı tıp anlamına gelmektedir.

Doğu ,Ortaçağ boyunca en parlak dönemini yaşamıştır.

Bu dönem tıbbını ikiye ayırabiliriz.

1.Dönem : Çeviri-Tercüme Devri (8-10. y.y)

İlk pozitif tıp anlayışı Yunan’da görülmekle birlikte Doğu Roma ile Batı Roma’nın birbirinden ayrılması,dini açıdan bazı farklı görüşlerin ortaya atılması, bilim adamlarının bu yörelerden uzaklaştırılmasına sebep olmuştur.Pozitif düşüncelerinden dolayı kilise tarafından aforoz edilen Nasturiyenler ,doğuya Edessa (Urfa) ’ya sürgüne gönderilmiştir.Burada tıp okulu ve hastane açan Nasturyenler bir süre sonra da Cundişapur bölgesine sürüldüler. Böylece bilim doğuya kaymış , İran dolaylarında Cundişapur ekolü kurulmuş oldu(6. y.y). Arapların buraları almasıyla birlikte bilimin üzerinde Arap etkisi görülmeye ve İslam kültürü / tıbbı gelişmeye başladı.

Bu ekol taraftarları:

-Eski Yunan eserlerini Hint,Çin ve İran kültürü ile birleştirerek zengin bir bilgi birikiminin ortaya çıkmasını sağladılar.

-Asur dili olan Süryani dilini bilim dili olarak kullanmışlardır.Bir çok değerli Yunan eseri Süryanice’ye oradan da Arapça’ya çevrilmiştir.

-İslam’da okul ve hastane fikrinin gelişmesini sağlamıştır.

-İslam tıbbı bu çeviri eseler sayesinde zenginleşti.Batı ve Doğu kültürü birbirine karıştı,Doğu’da ileri bir kültür / bilim doğmaya başladı.

Cundişapur Hastanesi doktorlarından Buhtişu ve ailesi dört nesil boyunca bir taraftan Bağdat sarayının özel hekimliğini yaparken,bir taraftan da tercüme işleriyle uğraştılar. Emeviler döneminde de devam eden kitap çevirileri Abbasi devletinin ilk döneminde Beytü’l Hikme ile canlılık kazandı.Halifenin daveti ile Hintli bilim adamları Bağdat’a gelmişler, Bizans’ın önemli şehirlerinden kitaplar getirtilmiş,hatta savaş tazminatı olarak hükümdarlardan ellerindeki kitaplar istenmiş,bir kitabı bulabilmek için bazen uzun seyahatler yapılmıştır.Kitaplar Arapça,Yunanca,Süryanice’yi çok iyi bilenler tarafından çevriliyor, tercüme edilirken bazen çevirmenin ağırlığınca para ödeniyordu.

Çekirdeği halife Mansur tarafından oluşturulan Beytü’l Hikme daha sonra torunu Harun er-Reşid ile gelişmiş ve düzenli işleyen bir akademi haline gelmiştir.Beytü’l Hikme de toplanan kitap sayısı Ortaçağ dünyasında hiçbir bölgeyle kıyaslanamayacak kadar çok idi.

Beytü’l Hikme daha sonra yerini, Musul , Büst ,Bağdat , Kahire , Şiraz , Rey ve Kayravan’da kurulan daru’l-ilm/daru’l-kütüb’lere bırakarak tarih sahnesinden çekilmiştir.

İki yüz sene kadar süren tercüme döneminde Hipokrates , Galenus ,Efesli Rafus , Çaraka, Zantah gibi bir çok Yunan ve Hint tıp bilgininin eserleri Arapça’ya aktarılmıştır.Sonuçta antikitenin tıbbi mirasını özümseyen Müslüman hekimleri kitaplarda yazılı olanlara,kendi tecrübelerini de ekleyerek orijinal tıp kitapları ortaya koymuşlar,kurdukları sağlık kurullarında verdikleri tıp eğitimi ile bütün Ortaçağda, yaklaşık altı yüzyıl boyunca Doğu ve Batı dünyasında tıbbın önderi olmuşlardır.

2. Dönem : Telif Devri ( 10-11. y.y)

İslam tıbbının en parlak dönemini yaşadığı çağlardır.Çevrilen eserlere kendi bilgi ve tecrübelerinin eklenmesiyle yeni eserler verilmiştir.

Ortaçağ İslam tıbbının tıp tarihinde önemli yere sahip olan hekimlerinden birkaçını anacak olursak;

-ALİ BİN RABBEN TABERİ (…-860):En önemli eseri olan Firdevsü’l Hikme,İslam tıbbının en önemli kaynaklarındandır.Hint,Yunan,İran ve Arap tıbbına ait birçok bilgi ihtiva eder.Başta Ebubekir er_Razi , İbn Sina olmak üzere bir çok hekime kaynaklık etmiştir.

-HUNEYN BİN İSHAK (810-873):Eğitimi sırasında Yunanca’yı öğrenmiş,temel kaynakları toplamıştır.Halifenin özel hekimi Buhtişu tarafından daha 17 yaşında iken Beytü’l Hikme’ye çevirmen olarak alınmıştır.

Mütevekkil-alellah’dan sonra tahta geçen dört halife döneminde yüksek mevkilerde bulunmuş,halifenin özel hekimliğini yapmıştır.Eserleri arasında Kitabu’l-‘Aşr makalat fi’l-Ayn (Göz üzerine on makale) ,göz hastalıkları üzerine yazılmış en eski eserdir.

-EBU BEKİR ER-RAZİ (865-925):Rey şehrinde doğmuştur. Edebiyat, felsefe, matematik ve astronomi dallarında eğitim gördükten sonra tıp ilmine merak salmış ve kendini bu yönde yetiştirerek tıp tarihinin en büyük hekimlerinden biri olmuştur.Büyük bir kısmı tıbba ait olmak üzere iki yüzden fazla kitap ve risale yazmıştır.

Kitabu’l Havi:25 ciltlik olduğu tespit edilen eser, Yunan,Hint,Süryani ve İslam tıbbına ait literatürü aktarması yanında yazarın bir ömür boyu edindiği bilgileri ve tecrübeleri içermesi bakımından Ortaçağın en önemli orijinal tıbbi eserlerinin başında gelir.Avrupa tıp fakültelerinde uzun süre ders kitabı olarak okutulmuştur.

Kitabu’l-Cederi ve’l Hasbe:Dünyada çiçek ve kızamık hastalığı hakkında yazılan ilk eserdir.İki hastalığın tanımını yapmış ve farklarını ortaya koymuştur.Çiçek hastalığının bulaşıcılığına değinilen ilk eserdir.

-AMMAR BİN ALİ (…-1010):İslam dünyasının yetiştirdiği en büyük göz hekimlerinden biridir.

-EBU’L-KASIM ZEHRAVİ(…-1013): Kurtubalı olan ünlü hekim; kısaca et-Tasrif olarak anılan eseri ile bütün Ortaçağ cerrahlığını etkilemiş,bir bakıma modern cerrahlığın kurucusu olmuştur.Kitap,birçoğunu kendisinin geliştirdiği ,operasyonlarda kullanılan , neşter, küret, forseps, kıskaç v.s gibi 200 kadar aletin resimlerini, tariflerini ve bazı ameliyatların da resimlerini,birçok cerrahi hastalığın tariflerini, tedavilerini ve daha birçok yeniliği ihtiva eder.Yazıldığı andan itibaren batı dünyasında büyük ilgi görmüş, Latince, İbranice ve Fatih zamanında da Türkçe’ye çevrilmiştir.

-İBN SİNA (980-1037):Öğrencisine yazdırdığı hayat hikayesi sayesinde,diğer İslam filozof ve hekimlerine nazaran daha fazla bilgiye sahip olduğumuz İbn Sina,Ortaçağ İslam dünyasında Şeyhü’r-reis , batılılarca Avicenne olarak tanınmıştır.On altı,on yedi yaşlarında döneminin hemen bütün ilimlerini öğrenmiş ve tıpta da bir otorite olmuştur.Bu sırada Samani hükümdarının hastalığını iyileştirmesi üzerine saraya alınmış ve buradaki zengin kütüphaneden faydalanmıştır.Yirmili yaşlarında ülkede baş gösteren karışıklıklar yüzünden Buhara dan ayrılmak zorunda kalmış ve ölümüne kadar geçen otuz altı yıl boyunca Nesa, Tus, Rey, Isfahan,Hamedan gibi şehirlerde hükümdarlara hekim,vezir,danışman olarak hizmet vermiş,zaman zaman da siyasi tutuklu olmuştur.

Tıp,felsefe,matematik,biyoloji,psikoloji v.b. devrinin hemen bütün ilim dallarında iki yüzden fazla eser veren İbn Sina’nın politika,göçler ve mahkumiyetler içinde geçen ömrüne bu kadar çok eseri nasıl sığdırdığına şaşmamak mümkün değildir.

İbn Sina,

-Hekimlikte gözlem ve deneye önem vermiş,

-Farmakoloji(ilaç bilimi) yi geliştirmiş,

-Boğulmalara karşı tedavi yöntemleri geliştirmiş,

-Diyabet üzerine çalışmış,

-Ve cünnulcuma denilen küçük şeylerin (mikrop fikri) hastalık yaptığı görüşünü ortaya atmıştır.

En büyük tıbbi eseri,batılılarca Tıbbın İncil’i ,mukaddes kitabı olarak kabul edilen el-Kanun fi’t-Tıb dır.Yaklaşık bir milyon kelimelik ansiklopedik tıp kitabı olan Kanun,antik Yunandan beri gelen dağınık tıbbi bilgileri sentez ederek sistemleştirmiş,yazarın şahsi gözlemleriyle güncelleştirilmiş,bu özellikleriyle de yüzyıllarca doğu ve batı da ders kitabı olarak okutulmuştur.

12. y.y da Latince ‘ye Canon adıyla tercüme edilen eserin yazma nüshaları matbaanın icadına kadar kullanılmış, son baskısı 1658 de olmak üzere 15. ve 16. yüzyıllarda çeşitli şerhlerle otuz beş defa basılarak 17.yüzyılın sonlarına kadar Avrupa tıp fakültelerinde ders kitabı olarak okutulmuştur.Ayrıca İbranice’ye de çevrilmiştir.

-İBNÜ’N NEFİS(…-1288): Şam ’lı olan hekim,anatomi üzeride çalışmalar yapmıştır.Tıp tarihindeki en önemli başarısı küçük kan dolaşımını keşfetmesidir.Bu teziyle İbn Sina’nın ve Galenus ’un kan dolaşımı ile ilgili tarifini de çürütmüştür.Bu görüş 1553’te Michael Servetius tarafından kendi görüşü gibi takdim edilmiştir ancak 1924 yılında Mısırlı doktor Tantavi’nin yaptığı doktora çalışmasıyla, küçük kan dolaşımının ilk olarak İbnü’n Nefis tarafından ortaya çıkarıldığını göstermesinden sonra bu gerçek, bilim dünyasınca kabul edilmiştir.

-ALİ BİN İSA

-CABİR

-FARABİ

-BİRUNİ

-MECUSİ ALİ BİN ABBAS

devrin ünlü hekimleri arasında öne çıkan diğer isimlerdir.

İslam Medeniyetinde Hastaneler

Doğu dünyasının bir kurumu olan darüşşifaların en gelişmişi İslamiyet’in ortaya çıktığı sıralarda Cundişapur’da faaliyetini sürdürmekteydi.İran’ın fethi sırasında Cundişapur’daki hastaneyi tanıyan Müslümanlar bunu örnek bir kurum olarak belirleyip bir çok şehirde benzerini yapmışlar ve geliştirmişlerdir.

Tam teşkilatlı ilk İslam hastanesi Abbasiler döneminde yaklaşık 800 yılında Harun er-Reşid tarafından Bağdat’ta kurulmuştur.9-17. yüzyıllar arasında Endülüs’ten Hindistan’a kadar geniş bir coğrafyada bir çok darüşşifa kurulmuştur.

Adudi,Nureddin ve Kallavun hastaneleri Ortaçağ’ın en tanınmış darüşşifaları olduğundan kaynaklarda bunlardan daha geniş bahsedilmektedir.

Dicle nehrinin kenarında yaptırılan Adudi hastanesinde tanınmış 24 hekim çalışmaktaydı.Hasta bakımının yanında tıp eğitiminin de verildiği bir kurumdu.Selçuklu sultanı Tuğrul Bey’in emriyle onarılan , büyük gelir kaynaklarıyla vakıf olarak işletilen hastanenin ,bir saray gibi konforlu olduğu dönemin gezginleri tarafından anlatılmıştır . Moğolların 1258 yılında Bağdad’ı ele geçirmeleri sırasında tahrip edilmiş ve bir daha ayağa kalkamamıştır.

Bu hastane İslam hastaneleri tarihinde teşkilat,hekim ve personel kadrosu ,tedavi,tıp eğitimi ve uzmanlaşma konularında önceki hastanelerden çok daha ileri bir aşamayı temsil eder.

Yapı olarak orijinal haliyle günümüze ulaşan en eski hastane olan, 1154 tarihli, Şam’daki Nureddin hastanesi , Nureddin Mahmud Zengi tarafından yaptırılmıştır.Ortasında bir havuz,etrafında dört eyvanı ,hasta odaları, tuvalet ve banyoları ihtiva etmektedir.

Hastalarına, manastırda papazlar tarafından, tedaviden ziyade son günlerini huzur içinde geçirmesi için ayrılmış odalarda bakmaya çalışan Avrupa,hastaneyi Endülüs ve Sicilya yolu ile Haçlı Seferleri sırasında tanımış,13. yüzyıldan itibaren benzerlerini kurmaya başlamıştır.

İslam toplumu; Çin,Hint ve Avrupa ile doğrudan temas halinde olduğundan üç kültür ve medeniyet ancak İslam toplumları aracılığıyla ilişki kurabilmiştir.

İslam kültür ve medeniyeti için ayırıcı özellik ilimdir.İslam dini ilim dini,İslam medeniyeti de ilim medeniyetidir.Bu kavram İslam’da sahip olduğu değeri başka hiçbir inanç sisteminde kazanmamıştır.

Müslümanlar bu gücü tam olarak benimsedikleri sürece insanlık tarihinin medenileştirici gücü olmuşlar,bunun dışına çıktıklarında ise hayatın her alanında geri kalmışlardır.

İslami Dönem Türk Tıbbı

İslami dönemde Orta Asya’dailk hastane Karahanlı Böri Tigin Tamgaç Buğra Karahan’ın (1052-1068),Hakani Türk sülalesinin batı kolunun merkezi olan Semerkand’daki evlerinden birini darü’l-merza olarak tahsis etmesiyle kurulmuştur.Darü’l-merza,dönemin diğer mimari eserlerinde olduğu gibi tipik dört eyvanlı Orta Asya evi tarzında idi.Bu özellik daha soraki Selçuklu darüşşifalarında da aynen kullanılmıştır.

Haziran 1066 tarihli vakfiyesinde hastanenin her türlü giderini ve masraflarını karşılamak amacıyla Semenkand’ın bin mahallesi ve bir hamamının geliri vakfedilmiştir.Bu vakfiye,Osmanlı devrinin sonuna kadar devam edecek İslami dönem darüşşifa vakfiyelerinin prototipi olarak kabul edilir.

SELÇUKLU DÖNEMİ TÜRK TIP TARİHİ

Büyük Selçuklular’ın ilmi ve medeni hayatı,İslam medeniyetinden ayrı düşünülemez.Budönemde Türk ülkelerinde doğup büyüdükleri halde eserlerini devrin bilim dili olan Arapça ile yazmış olan İbn Sina,Biruni gibi tıp büyükleri,diğer Müslüman milletlerce de benimsenmiştir.Ümmet anlayışının egemen olduğu bir ortamda bu ilim adamlarının milliyetlerinden bahsetmeleri beklenmemelidir.Bu nedenle İslami dönem Anadolu dışında Türk tıbbını İslam medeniyeti içinde ele almak daha uygun olmuştur.

Ayrıca harap olmuş hastaneleri de tamir ettirmişler,ordu için deve ile taşınan seyyar hastaneler kurmuşlardır.

Malazgirt Zaferi’nden sonra Anadolu’ya yoğun Türk göçleri olmuş,kısa zamanda Türk yurdu olan bu toprakların ticari yolları barındırması sebebiyle Selçuklular zengin bir devlet oluşmuştur.Kervan yolları üzerinde nüfusları yüz bini aşan Kayseri,Sivas,Konya gibi şehirler önemli medeniyet merkezleri haline gelmiştir.Bu şehirler cami, hamam, medrese, imaret, darüşşifalarla donatılmıştır.

Eğitim öğretimin ilk kurumsallaştığı yer olarak sayılan medreseler Büyük Selçuklular ile başlamıştır.Bu dönemde açılan Nizamiye medresesi ve hastanesi ile medrese geleneği hem doğuyu hem batıyı etkilemiştir.

Bu dönemde hakimiyetleri altındaki topraklarda darüşşifalar,bakımevleri hamamlar yaptırmışlardır.Bunlardan ilki Alparslan tarafından Nişabur’da yaptırılmıştır.Melikşah Bağdat’ta Bimaristan-ı Tutuşi, Selahaddin Eyyubi Kahire’de,Fustat ve Akka’da Nureddin Zengi Halep ve Şam’da hastaneler yaptırmıştır.

Özellikle 2.Kılıçarslan ve Alaeddin Keykubat zamanında Türk-İslam dünyasından davet edilen ilim ve sanat adamları, Anadolu’ya yerleşerek bilim ve sanatın ilerlemesine yardımcı olmuşlardır.

Hekimler

1-HEKİM BEREKE:Anadolu’da Türkçe ilk tıp kitabını yazan tabiptir.

2-EKMELEDDİN MÜEYYED EN-NAHÇUVANİ:Sarayın,devlet erkanının ve Mevlana çevresinin hekimliğini yapan,Mevlana tarafından “özü doğru oğlumuz “iltifatına layık görülen dönemin tanınmış hekimidir.

3-GAZANFER TEBRİZİ:Ekmeleddin ile birlikte Mevlana’nın ölüm döşeğinde yanında bulunan kişilerdendir.Biruni’nin ve İbn Sina’nın eserlerini şerh etmiştir.

4-HUBEYŞ ET-TİFLİSİ

5-ABDULLAH SİVASİ

Darüşşifalar

Ekonomik ve kültürel açıdan ileri bir durum gösteren Anadolu Selçuklu döneminde hemen her şehirde darüşşifa ,darüssıhha veya bimaristan adıyla hastaneler açılmıştır.

Bu dönemde sağlıkla ilgili yapılaşmadan başka;

-Ordu için develerle taşınan seyyar hastaneler

-Kervansaray hastaneleri

-Saray hastaneleri

-Halk hastaneleri kurmuşlardır.

Büyük bir kısmı günümüze ulaşan Selçuklu dönemi darüşşifaları şunlardır

1-MARDİN , NECMEDİN ILGAZİ MARİSTANI(1108-1122):Artuklu sultanı Necmeddin Ilgazi’nin başlatıp,ölümünden sonra kardeşi tarafından tamamlanan eser cami,medrese,hamam,çeşme ve maristandan oluşmuştur.Külliyenin cami,medrese,hamam ve çeşmesi harap olmuşsa da günümüze ulaşmıştır.Maristan ise maalesef zamana yenik düşmüştür.

2-KAYSERİ , GEVHER NESİBE TIP MEDRESESİ VE MARİSTANI(1206):Anadolu Selçukluları’nın Anadolu’da inşa ettikleri ilk sağlık kuruluşudur.Gıyasettin Keyhüsrev’in kardeşi adına yaptırdığı komplekste tıp medresesi(11200 m2) ve darüşşifa(1680 m2) vardır.Her iki bölüm birbirine koridorla bağlıdır.Ortasında havuzu bulunan,açık avlulu,dört eyvanlı klasik Türk mimarisine sahip bir eserdir.

Anadolu Selçuklularında yaptırdığı tesiste gömülme geleneği bulunmasından dolayı ,tıp medresesinin odalarından biri Gevher Nesibe için kümbet olarak inşa edilmiştir.

3-SİVAS , İZZEDDİN KEYKAVUS DARÜSSIHASI(1217):Anadolu Selçuklu Sultanı İzzeddin Keykavus’un yaptırdığı darüşşifa yıkılan kısımlarıyla birlikte yaklaşık 3400 m2 lik alanı ile birlikte Selçuklu darüşşifalarının en büyüğüdür.

Dört eyvanlı,açık avlulu medrese tipinde inşa edilmiştir.690 m2 lik,zemini taşla kaplanmış olan avlunun etrafı revaklarla çevrili 30 odadan oluşmuştur.Darüşşifa içinde yine İzzedin Keykavus’un türbesi bulunmaktadır.Ve bu türbenin cephesi Selçuklu sanatının en zengin sırlı tuğla ve mozaik dekoruna sahiptir.

Darüşşifanın 1220 tarihli vakfiyesi, Selçuklu dönemi hastanelerinden günümüze ulaşan tek örnek olması açısından büyük önem taşır.

4-DİVRİĞİ , TURAN MELEK DARÜŞŞİFASI (1228): Birbirine bitişik cami ve darüşşifadan meydana gelen bu kompleksin camisini ,Mengüceklerin Divriği kolu hükümdarlarından Ahmet Şah, darüşşifayı da eşi Erzincan beyinin kızı Turan Melek sultan yaptırmıştır.

Dünyada eşi benzeri olmayan Ulucami ve darüşşifa kompleksi Unicef tarafından korunmaya değer eserler listesine alınmıştır.

Darüşşifa, dört eyvanlı avlulu medrese planına sahiptir.İklimin sertliği sebebiyle ,üstü dört sütun üzerinde üç beşik tonozla örtülmüş,orta kısımdan fenerle aydınlatılmıştır.Avlunun Kuzey-doğu köşesinde Turan Melek türbesi vardır.

5-KONYA VE AKSARAY DARÜŞŞİFALARI :Anadolu Selçukluları’nın başkenti olan Konya mimari abidelerle donatılmıştır.Konya ve Aksaray ‘da üç darüşşifa yapıldığı biliniyor.Günümüze gelemeyen bu darüşşifalardan ilki,muhtemelen 2.Kılıç Arslan tarafından yaptırılan Maristan-ı Atik’tir.İkincisi Alaeddin Keykubat’ın yaptırdığı darüşşifa-i Alai dir.Konya’da üçüncü bir darüşşifa,2.İzzeddin Keykavus’un vezirlerinden kadı İzzeddin Muhammed’in yaptırdığı cami,medrese ve darüşşifadan meydana gelen külliyedir.

6-ÇANKIRI,CEMALEDDİN FERRUH DARÜLAFİYESİ(1235):Selçuklu Devlet Adamlarından Sivas Darüşşifası vakıflarının mütevellisi Atabey Cemaledin Ferruh tarafından yaptırılan darüşşifadan geriye,kitabesinden bir parça,kadehe dolanmış yılan heykelciği ile birbirine dolanmış iki yılan figürü kalmıştır.

7-KASTAMONU, ALİ BİN SÜLEYMAN MARİSTANI(1272): Kastamonu’nun merkezinde yaptırılan darüşşifa, yüz elli sene önceki bir yangında büyük tahribata uğramıştır.Geriye portalin bulunduğu ön cephe ile yan duvar kalmıştır.

8-TOKAT, MU’İNÜDDİN SÜLEYMAN DARÜŞŞİFASI (1255-1275):Selçuklu vezirlerinde Pervane Mu’inüddin Süleyman’ın Tokat’ta yaptırdığı külliye içinde yer alır.Külliyeden günümüze Tokat Müzesi olarak kullanılan medrese ulaşmıştır.

9-AMASYA, ANBER BİN ABDULLAH DARÜŞŞİFASI(1308-9): İlhanlı hükümdarı Olcayto Mehmed döneminde prenses Yılız Hatun’un kölelerinden Anber bin Abdullah’ın yaptırdığı darüşşifa Yeşilırmak boyunca uzanan caddede ,medrese planında tek eyvanlı on odadır.

Çevrenin hastane ihtiyacını karşılamasının yanı sıra hekim yetiştiren bir kurumdur. Dönemin kıymetli hekimleri burada uzun yıllar görev almıştır.Şükrullah, Sabuncuoğlu Şerefeddin, Halimi sayılabilir.

Anadolu’da çok zengin şifalı su kaynaklarının olduğu biliniyor.Bu kaynaklardan tedavi amaçlı faydalanmak için kaplıcalar yapılmıştır.14.yüzyılda Anadolu’da halkın çeşitli dertlerine şifa bulmak için gittiği üçyüzden fazla kaplıca vardı.Bunların en meşhuru Alaeddin Keykubat tarafından yaptırılan Ilgın Kaplıcası idi.Bundan başka İzmir’de Agamemnun, Ankara’da Haymana, Kızılcahamam, Eskişehir’de Çardak, Kütahya’da Yoncalı, Havza’da Kızözü/Aslanağzı, Kırşehir’de Karakurt, Erzurum’da Ilıca, Ayaş’ta Karakaya kaplıcaları sayılabilir.

Anadolu Selçuklu tıbbının Türk kültür tarihi açısından en önemli özelliği tıp dilinin Türkçeleştirilmesine dair adım atılması ve ilk Türkçe eserlerin kaleme alınmasıdır.

Türkçe tıp kitaplarında göze çarpan ilk nokta,özenti ve sanat endişesi taşımaksızın, yalnız öğretmek ve halka faydalı olmak adına mümkün olduğu kadar sade bir dille yazılmış olmalarıdır.

Osmanlı Devletinde Tıp

15.yüzyıla kadar Selçuklu etkisi hala devam ederken Osmanlı Devleti’nin yeni filizlendiği bu dönemde Osmanlı eserlerinin de yazılmaya başlandığını görüyoruz.

13. ve 14. yüzyılın en bariz özelliği Türkçenin devlet ve yazılı edebiyat dili olarak öne çıkmasıdır.Tabii ki tıp ilmi de bu akımdan etkilenmiş ve bir yandan eski eserler Türkçe’ye çevrilirken bir yandan da yeni eserler yazılmaya başlanmıştır.

Anadolu’da ilk Türkçe tıp eseri 13.yüzyılda Hekim Bereke tarafından yazılmışsa da,tıp dilinin Türkçeleşmesi 14.yüzyılın ikinci yarısında oluşmaya başlamıştır.Buna karşın Avrupa’da tıp eserlerinin milli dille yazılması ancak 16.yüzyılda görülür.

13.yüzyılın ilk çeyreğinde Anadolu Türk tıbbında telif ve tercüme eserlerin yazılması ağır aksak ilerlerken beylikler döneminde özellikle Çandar, Germiyan, Menteşe ve Osman oğullarında önem kazanarak bir çok eser Türkçe’ye kazandırılmıştır.

Osmanlı’nın kuruluş dönemlerinde Anadolu’da yaptırdığı ilk sağlık kuruluşu Bursa Yıldırım Darüşşifasıdır.Külliyenin bir ünitesi olan darüşşifa ortasında havuz bulunan,üç tarafı revaklarla çevrili bir avlunun etrafında odalardan oluşur.

13.yüzyılın hekimlerinden öne çıkan isimler:

-HACI PAŞA:Aslen Konyalıdır.Dini ilimler tahsili için gittiği Kahire’de tutulduğu bir hastalık üzerine tıp ilmine ilgi duymuş ve bu alanda kendini yetiştirmiştir.Daha sonra tekrar Konya’ya dönmüş , kadılık ve saray hekimliği yapmıştır.

-ŞİRVANLI MEHMED BİN MAHMUD(1375-1450):İlk devir Osmanlı tıbbına bu kadar eser veren ikinci bir tıp adamı yoktur.Menteşe oğlu İlyas Bey, Germiyan oğlu Yakub Bey, Osmanlı Hükümdarı Çelebi Mehmed ve 2. Murad gibi devrin hemen tüm önemli kişilerine ithaf edilen eserleri ,döneminin ilmi zihniyetini en mükemmel şekilde yansıtmaktadır.

-GEREDELİ İSHAK BİN MURAT: Bursa Yıldırım Darüşşifası’nda hekimlik yapmış,ilaçların etkilerinden söz etmiştir.

15.yüzyıl:

Bu dönemde Fatih Sultan Mehmed’in takip ettiği bilim,kültür ve siyaset politikalarıyla İstanbul; Kahire, Şam, Semerkand, Buhara gibi ileri bilim ve kültür hayatını yaşayan şehirlerin yerini alarak kısa zamanda Türk-İslam dünyasının ilim ve sanat merkezi olmuştur.(darü’l- ilm)

Sağlık kuruluşlarının açılmaya başlandığı bu dönemde pek çok hekim önemli çalışmalar yapmıştır:

-İBN-ŞERİF: Yadigar adlı önemli eseri pek çok hastalığın teşhis yöntemlerini ve tedavide kullanılacak bitkisel ve hayvansal karışımlardan oluşan reçeteler içermektedir.

-HEKİM ALTUNCUZADE:Bitkiler üzerinde araştırmalar yapmış olan hekim altından yaptığı idrar sondası ile ün yapmıştır.

-SABUNCUOĞLU ŞEREFEDDİN(1386-1470): On dört yıl kadar Amasya Darüşşifası’nda hekimlik yapmış,bir çok öğrenci yetiştirmiştir.Cerrah olan Sabuncuoğlu’nun üç önemli kitabı bulunmaktadır.

Akrabadin:Bir çeşit ilaç kodeksidir

Cerrahiye-i İl Haniye: Endülüslü Hekim Zehravi’nin Kitap al-Tasrif adlı eserinin bir bölümünü çevirmiş,son bölümlerine kendi bilgi ve tecrübelerini eklemiş olduğu eser, cerrahi alanda yazılmış en kapsamlı Türkçe eserdir.Kendi dönemi için çok önemli cerrahi tedavi yöntemlerinden söz eden eserin bir özelliği de ameliyatları ve bazı cerrahi müdahaleleri resimlerle gösteriyor olmasıdır.İslamiyet’e göre yasak olan insan resminin kullanıldığı ilk eserdir.

Mücerrebname: 82 yaşında, uzun süren meslek hayatının tecrübelerini ihtiva eden bir eserdir.Türk tıbbının ilk deneysel kitabı olduğu söylenebilir.

-HEKİM AHİ ÇELEBİ(1436-1524):Hekim ve cerrah olan Ahi Çelebi , Fatih’in saray hekimliğini yapmış ve hekimbaşı olmuştur.Böbrek ve mesane taşları üzerinde çalışan hekimin bu alanda yazdığı eseri Faide-i Hasat Türkçe yazılmış önemli bir eserdir.

Bu devirde açılan darüşşifalar

-EDİRNE CÜZZAMHANESİ:Hastalıklarda bulaşıcılık fikrine sahip olan Türk hekimleri ,cüzamlılar için ayrı bir hastane-bakımevi olması gerektiğine inanmaktaydılar.Bu amaçla Anadolu’da pek çok miskinler tekkesi,cüzzamhane açılmıştır.Sultan 2. Murat döneminde açılan bu miskinler evi Avrupa’nın ilk cüzzamhanesidir.

-FATİH DARÜŞŞİFASI(1470):16 medrese,hastane,aşevi,hamam ,sıbyan mektebi, türbe, tabhane,imaret ,kervansaray ve kütüphaneden oluşan bir külliyede yer alır.70 odalı olan darüşşifa ,bu yüzyılda Avrupa’da ki en büyük hastanedir.Ayaktan ve yataklı tedavi hizmetlerinin verildiği hastanede tıp eğitimi de verilmekteydi.

Kare planlı olarak inşa edilen darüşşifa ortasında şadırvan,etrafında kubbeli odalar bulunmakta idi.Yüzyıllar boyunca depremlerde büyük hasar gören darüşşifa 1824’te tamirinin mümkün olmaması gerekçesiyle yıktırılmıştır.

-EDİRNE II.BAYEZİD DARÜŞŞİFASI(1488): II.Bayezid tarafından yaptırılan külliyenin bir parçasıdır.Birbirini tamamlayan üç bölümden meydana gelen darüşşifada dönemin akıl hastalarının da yatırıldığı ve müzik dinletileri ile tedavi edildiği bilinmektedir.1880-1896 yılları arasında kapatılmış olan hastane Balkan harbinden sonra boşaltılmıştır.Günümüzde Trakya Üniversitesi tarafından onarılarak Tıp tarihi Müzesi olarak kullanılmaktadır.

16.yüzyıl

Osmanlı imparatorluğunun en parlak dönemi olan bu yüzyılda pek çok değerli hekim yetişmiş,pek çok hastane ve sağlık kurumu açılmıştır.

-HEKİMBAŞI KAYSUNİZADE MEHMET EFENDİ(…-1611):Tıp için yeni kurallar getirmiş,hekim olacakların bir sınavdan geçirilmelerini sağlamıştır.Kanuni’nin cesedini mumyalayan hekimdir.

-HEKİM NİDADİ(1512-…):Dini ilimlerle uğraşmış,ileri bir yaşta yedi yıllık hapis hayatından sonra tababeti öğrenmiş ve Konya’da şehzade II.Selim’in hekimliğini yapmıştır.En önemli eser olan Menafi’ü’n-Nas hekimin bulunmadığı ortamlarda halka faydalı olması amacıyla çok sade ve anlaşılır bir dille yazılmıştır.Gerçekten de halk arasında çok tutulduğundan Osmanlı coğrafyasının hemen her yerinde kitabın yazma nüshalarına rastlamak mümkündür.

Devrin önemli sağlık kuruluşları

-KARACA AHMET CÜZZAMHANESİ: Miskinler evi olarak hizmet veriyordu.

-MANİSA,HAFZA SULTAN DARÜŞŞİFASI(1539):Kanuni tarafından annesi adına yaptırılan külliyenin bir parçasıdır.19.yüzyılda akıl hastalarına tahsis edilmiştir.Yakın zamanda restorasyonu tamamlanarak Celal Bayar Üniversitesinin hizmetine verilmiştir.

-HASEKİ DARÜŞŞİFASI(1550):Osmanlı hastanelerinin ayakta kalanlarından biridir.Kanuni’nin eşi Hürrem Sultan adına yaptırılmıştır.Depremlerde hasar görse de bir ara kadınlar hapishanesi,kimsesiz kadınlar yurdu ve bir ara da halk sağlığı için kullanılmıştır.

-SÜLEYMANİYE DARÜŞŞİFASI(1557):Kanuni tarafınan yapılan külliyenin bir bölümü olan hastane ve tıp okulu ,1555 yılında tamamlanmıştır.Müzikle tedavinin verildiği bu hastanede tıp eğitim de verilmekteydi.

Süleymaniye Tıp Medresesi ve Darüşşifası’nın Türk tıp tarihi açısından önemli olmasının bir diğer sebebi de,o zamana kadar hastanelerde yapılan tıp eğitiminin Süleymaniye külliyesinde, hastane dışında müstakil bir medresede yapılmaya başlanmasıdır.

Onbir odalı tıp medresesinin avlusunda,günümüzde Süleymaniye doğumevi inşa edilmiştir.

Kuruluşunda her türlü hastalığın tedavi edildiği bir sağlık kurumu olan Süleymaniye Darüşşifası ,1843 yılından sonra yalnız akıl hastalarına tahsis edilmiştir.

-İSTANBUL,ATİK VALİDE BİMARHANESİ(1579):II.Selim’in eşi Nurbanu Sultan tarafından yaptırılmış olan hastane, yine cami,sıbyan mektebi,imaret,hamam,darüşşifa kompleksinin bir parçasıdır.Bu hastane de zaman içinde tümüyle akıl hastalarına tahsis edilmiştir.

18.yüzyıldan itibaren yapılış amaçları dışında kullanıldığından eser değişikliğe uğramış,özgün mimarisi bozulmuştur.

17.yüzyıl

Osmanlı devletinde bu dönemde başlayan siyasi gerilemelere paralel olarak bilimsel hayatta da gerileme başlamıştır.Bu durum artarak devam etmiştir.Tıp alanında da batının etkilerinin görülmeye başlandığı yüzyıldır.Avrupa’da bilim süratle gelişirken Osmanlı bunu takip edememiştir.Bu dönemde İslam tıbbının yerinde saydığını ve klasikleriyle devam etmeye çalıştığını görüyoruz.Avrupa ile temas eden ve Avrupa dillerine hakim olan bazı hekimlerin yenilikleri yakalamak adına çeviriler yaptıklarını görüyoruz.Bu hekimlerden bazıları:

-ŞİRVANLI ŞEMSEDDİN İTAKİ:Anatomi üzerinde çalışmıştır.

-HEKİMBAŞI EMİR ÇELEBİ(…-1648):Deontoloji ve anatomiyle ilgilenmiştir.Ölmüş olanları kadavra olarak kullanarak anatomide gelişmeler sağlamıştır.

-HALEPLİ SALİH BİN NASRULLAH(…-1699) :Önceleri Fatih darüşşifasında başhekim olar

Kimlik Kargaşası

Hepinizin malumu olduğu üzere, gündemimiz “alt kimlik – üst kimlik” tartışmalarıyla çalkalanmaktadır. Hemen her tartışma programı bu konuya yönelik oturumlar düzenlemekte, haberler içerisinde de konuyla ilgili kimi siyaset ve devlet adamlarımızın açıklama ve yorumlarına yer verilmektedir.

Gerçi bu durum yeni sayılamaz. Zira Türkiye’de, geçmişten bugüne, “kimlik” meselesi bir kavga unsuru olarak kullanılagelmiştir. Nitekim yakın geçmişimize baktığımızda, bir dönemin, bazı sloganlar yanında, “önce Türk müsün Müslüman mı?” abes sorusuyla da iştigal edildiğini pek çoğunuz hatırlayacaktır.

Neden abesle iştigal?

Nedenini görmek zor değil, zira soru kendi içinde çelişmektedir. Öyle ki; bir insan doğarken milliyetiyle ve İslam’a göre İslam fıtratı üzerine doğar. Yani her iki özellik de doğum neticesinde bizimle beraber, seçim hakkı olmaksızın getirdiğimiz özelliklerimizdendir.

Ancak, belli bir yaşa geldiğimizde, hem ailenin tesiriyle hem de şahsi tercihlerimizle din değiştirmek veya İslam’dan farklı bir dine göre yetişmek mümkün olmaktadır. Yani Allah-ü Teala bizi bu konuda serbest bırakmıştır. Halbuki milliyet için aynı şeyi söyleyemeyiz. Zira o konuda bir seçim söz konusu değildir (kastettiğimiz biyolojik manadadır). Durum bu iken, insanların kafaları karıştırılmış, halkımız bu ve benzeri sloganlara göre sınıflandırılmaya ve neticesinde kavgaya sürüklenmişlerdir.

Aslında bunu Türkiye ile sınırlı tutmak tabii ki mümkün değil. Pek çok devlet ve millet için aynı durum söz konusu olmuştur ve olmaktadır.

Kur’an- Kerim’de Allah-ü Teala, bozguncuların bir yeri ele geçirmek istedikleri zaman, önce nesli ve harsı (yani ekini ki bunu aynı zamanda kültür olarak anlamak da mümkündür) helak etmeye çalıştıklarını buyurmaktadır: “O, dönüp gitti mi (senden ayrılıp bir iş başına geçti mi, siyasi erki ele geçirdi mi) insanlar arasında bozgunculuk etmek, harsı tahrip edip nesilleri bozmak için yeryüzünde koşar. Allah bozgunculuğu sevmez.” (Bakara, 205)

İşte kavram kargaşası içerisinde “kimliklerin” tartışılması geçmişte olduğu gibi günümüzde de esas itibariyle hem kültür unsurlarımız hedef alınıp zarar görmesine, hem de nesillerin, bu tartışmaların yol açtığı kavgalar neticesinde helak olmasına sebebiyet vermektedir. Belki en acısı da, bu sürecin kardeşin kardeşe düşürülerek gerçekleştirilmeye çalışılmasıdır.

İnsanoğlunun en ayırıcı vasıflarından birinin “akıl” olduğu hep söylenir. Hal böyle iken, muhakeme etmeden, başlatılan tartışmaların altında yatan asıl amaçları tartmadan ve dolayısıyla çıkan huzursuzluğun kime faydalı olacağını doğru düşünmeden, afaki ve insiyaki söylem ve tutumlarla kavga etmek, bütünlüğün hem kimliğimizin hem de varlığımızın devamı olarak daha da önem kazandığı şu günlerde akıl karı mıdır?

Tarihten ders almadan aynı hataları işlemek akıllıca mıdır? Çıkan zararın ve verilen kayıpların hesabı nasıl ödenecektir? Hele ki bir Müslüman için, dinin bütün uyarılarına, kurduğu kardeşlik bağının mahiyetine aldırmadan, diğer kardeşinin mahvına ve neticede ülke bütünlüğünün parçalanmasına “katkıda bulunmak” verilemeyecek hesapların en üst sıralarındadır. Tüm İslam alemi için benzer sıkıntıların yaşanıyor olduğunu görmek, İslam dininin doğru bilinmesi ve yaşanması noktasında ne kadar geride kalındığını açıkça ortaya koymaktadır. Ancak burada sorumluluk, her zaman olduğu gibi öncelikle bize aittir, “dış düşmanlar”a değil.

Zira Müslüman güdülecek insan değildir olmamalıdır. Buna izin verdiği sürece başı, bu ve hatta daha büyük sıkıntıların altında ezilmekten kurtulamaz.

Netice itibariyle, artık, isimi değişen ama mahiyeti aynı kalan bu kısır döngülerden kurtulup, kendimizi aşarak insanlığa derman olma yolunda birleşmenin zamanıdır. Vakit kaybetmekten ne günümüzü ne de geleceğimizi doğru değerlendirebiliyoruz. “Yeter artık!” demek için geç bile kaldık…