18.8 C
Kocaeli
Perşembe, Eylül 25, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1261

Türkiye’de İşsizlik ve İşsizlik Oranları

TÜİK(Türkiye İstatistik Kurumu)   15/06/2009 tarihli   Haber Bülteninde HANE HALKI İŞGÜCÜ ARAŞTIRMASI 2009 MART DÖNEMİ SONUÇLARI (Şubat, Mart, Nisan 2009) sonuçlarına göre; İşsizlik oranı % 15,8 iken, tarım dışı işsizlik oranı % 18,9’dur.

Türkiye genelinde işsiz sayısı geçen yılın aynı dönemine göre 1 milyon 244 bin kişi artarak 3 milyon 776 bin kişiye yükselmiştir. İşsizlik oranı ise 4,8 puanlık artış ile % 15,8 seviyesinde gerçekleşmiştir. Kentsel yerlerde işsizlik oranı 5,3 puanlık artışla % 18, kırsal yerlerde ise 3,5 puanlık artışla % 11 olmuştur.

Türkiye’de tarım dışı işsizlik oranı geçen yılın aynı dönemine göre 5,5 puanlık artışla % 18,9 seviyesinde gerçekleşmiştir. Bu oran erkeklerde geçen yılın aynı dönemine göre 5,5 puanlık artışla % 18, kadınlarda ise 5,3 puanlık artışla % 22,3 olmuştur.

Bu dönemdeki işsizlerin;

  • % 73,3’ü erkek nüfustur.
  • % 61,5’i lise altı eğitimlidir.
  • % 21,5’i bir yıl ve daha uzun süredir iş aramaktadır.
  • İşsizler sıklıkla (% 31,8) “eş-dost” vasıtasıyla iş aramaktadır.
  • % 91,3’ü (3 milyon 449 bin kişi) daha önce bir işte çalışmıştır.
  • Daha önce bir işte çalışmış olan işsizlerin % 42,4’ü “hizmetler”, % 26,8’i “sanayi”, %19,6’sı “inşaat”, % 8,7’si “tarım” sektöründe çalışmış, % 2,5’i ise 8 yıldan önce işinden ayrılmıştır.
  • İşsizlerin % 28,9’unu çalıştığı iş geçici olup işi sona erenler, % 25,9’unu işten çıkarılanlar, % 12,3’ünü kendi isteğiyle işten ayrılanlar, % 9,5’ini işyerini kapatan/iflas edenler, % 7,3’ünü ev işleriyle meşgul olanlar, % 6,5’ini öğrenimine devam eden veya yeni mezun olanlar, % 9,6’sını diğer nedenler oluşturmaktadır.

Bu tabloya karşın Hükümetin aldığı istihdam paketi yaraya merhem olur mu?  Bilinmez. Paketin istihdam maddesi aşağıdaki gibidir.

500 BİN KİŞİYE İSTİHDAM İMKANI

Başbakanın ifadeleri ile

“İstihdam da aktif işgücünün desteklenmesi çalışmasını uygulamaya geçiriyoruz. İşsizlere 6 aya kadar iş imkanı oluşturacağız. Bu çerçevede 120 bin işsizin okulların ve sağlık kurumlarının bakım oranım, çevre düzenlemesi gibi işlerde istihdamını hedefliyoruz. Vasıflı işgücü ihtiyacı için mesleki eğitim faaliyetleriyle 200 bin işsize kurs verip meslek edinme imkanı getirilecek. 10 bin işsize girişimcilik eğitimi verilerek destek olunacak. Lise ve üstü eğitim alan 100 bin gencin stajyer olarak istihdam edilmesi sağlanarak iş bulmalarının önünü açıyoruz. Bu çerçevede 6 ay destek sağlayacağız. Sosyal güvenlik primleri de 6 ay devlet tarafından karşılanacak.

İstihdam şurası toplanıp uzun vadeli istihdam politikası oluşturulacak. Bu paketle 500 bin kişiye istihdam imkanı oluşturuyoruz.”

Bu kriz çıktığı günden beri Hükümet sürekli paket çıkardı çıkarılan paketler genellikle finansal firmalara, reel sektöre ve  kurumlara yönelikti. Bu sektörlerin tamamına yapılan yardım  paketlerine rağmen mevcut işsizlerimize yenileri eklendi ve eklenmeye devam ediyor. Sadece son pakette istihdamın bu derece ele alındığını görüyoruz. İşsiz kalan insanımızın eşine çocuklarına varsa baktıkları anne baba ve yakınlarına olan sorumluluklarını yerine getiremeyecekleri aşikardır. İşten çıkan kişi hem kendi sorumluluklarını hem de varsa çevreye karşı sorumluluklarını yerine getiremeyecektir. İşsizler ve bu işsize bağlı olarak ilişkili çevresi ciddi bir travmayla karşı karşıyadır. Bu psikolojik problemin de bir şekilde halledilebiliniyor olması gerekir. Her gün gazetelerde cinnet haberlerini üzüntüyle seyrediyoruz. İşten çıkarken aldıkları toplu paralar ve işsizlik maaşları tükendiğinde bu travmanın daha da artacağından endişeliyim. Açılan kriz paketleri sadece parasal olmamalı bence,  insanların psikolojilerini de içine alacak şekilde onları incitmeden insanlık onuruna yakışır yaklaşımlarla olmalı.

Mevcut işsizlerimize ilave olan işsizlik sayısındaki artış işsizlerin iş bulma konusundaki umutlarını da azaltmaktadır. İşsizlerimizin bir kısmı ise iş bulma umutlarını tamamen kaybetmiş artık iş bile aramamaktadır.

İş konusundaki belediyelerin ve diğer kurumların çözümleri çok iyi tanıtılamamakta ahbap çavuş siyasi ilişkilerle doldurulmaktadır. Bu arada da gerçek işe ihtiyacı olan değil, tanıdığı olan  işsiz kaldığı dönemde hiç sorumluluğu bile olmayan bir çok insan işe girmektedir.

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi Madde 25:

Her insanın, yiyecek, giyecek, konut, sağlık hizmetleri ve gerekli toplumsal hizmetler de olmak üzere; kendisinin ve ailesinin sağlık ve refahını sağlayacak uygun bir yaşam düzeyine hakkı vardır.” der

Bizim anayasamızda da bu ifadeleri pekiştirecek pek çok yasa maddesi olmasına rağmen Türkiye dünyanın ekonomik olarak en büyük 17. Ve Avrupa’nın 6. Büyük ülkesi konumundadır. Bu durumda bile mevcut yasaların gerçekleşmemesi sadece kağıt üzerinde yazılarda kalması, insanı çok üzüyor. Bu durum sizce beceriksizlik mi? Kaynak yetersizliği mi? Vurdumduymazlık mı? Bürokratik ve siyasal bir yetersizlik mi?

‘ÖSS’zede Olmak ya da Harakiri Yapmak

0

Bir gazete haberi: “Gölcük Donanma Mahallesi Preveze Caddesi’nde oturan Zafer Atasever, “ÖSSzede” oldu. Geçtiğimiz pazar günü ÖSS’ye giren Atasever, pazartesi günü gazeteden sorulara ve cevaplarına baktı. Umduğu kadar soru çözemediğini anlayan genç, kendisini karnından bıçaklayıp hiçbir şey olmamış gibi yatağına yattı. Bütün gece kimseye bir şey söylemeyen genç, sabah olunca annesi ve ablasını odasına çağırıp ‘Kendimi bıçakladım.’ dedi. Yorganı açıp Zafer Atasever’i kanlar içinde gören anne ve abla hemen ambulans çağırdı. Gölcük Devlet Hastanesi’nde tedavi altına alınan gencin sağlık durumunun iyi olduğu öğrenildi.

Bu gencin sonu “ölüm” de olabilirdi. Bir insanı canına kast edecek kadar bunaltan, bezdiren olay ne olabilir? İnsanlar niçin bu duruma düşer veya düşürülür?

Kişinin, bedenine zarar vermesi, kendini öldürmek istemesi inanç, irade zayıflığı ile izah edilebilinir. Bir savunma, bir tepki de olabilir bu. Bu tür tepkileri bireysel zafiyet şeklinde açıklamak, kolaycılığa kaçmaktır. Sorumluluk sahibi, eğitim gönüllüsü, insanı yüce değer kabul eden kişiler bu ve buna benzer olaylardan ders çıkarmak, bunun gereğini yapmak zorundadır.

Sınava dayalı bir sistem, eğitimin gereği. Hiç kimse sınavsız bir sistemin daha yararlı olduğundan bahsedemez. Dünyanın her ülkesinde sınav uygulanır, tarihin her döneminde de uygulanmıştır. Kişilerin başarı kaliteleri kura usulü belirlenemeyeceğine göre, sınav adalet mekanizmasının gerçekleşmesi adına gereklidir. “Sınavsız eğitim” tarzı, dışı yaldızlı; ancak içi kof sloganlar insan kandırmaktan, insanı oyalamaktan başka bir işe yaramaz. Burada yapılması gereken, sınavın konusu olan insanları sınav kaygısını yok etmeye, sınav sonucunu kabullenmeye yönelik alt yapıyı oluşturmaktır. Asırlık ağaçlar rüzgardan, kayalar doğanın dış şartlarından etkilenirken, daha duyarlı bir varlık olan insan, harici müdahalelerden niçin etkilenmesin? Burada öncelikle anne ve babaya büyük görev düşüyor. Büyükler, gençleri başarıya endeksli bir hayat tarzından fanus misali korumak zorundadır. Çocuğun başarısında yüzü gülen, başarısızlığında surat asan bir aile ortamı, gençler için ideal değildir, oldukça da tehlikelidir.

Sağlıklı nesiller sağlıklı ortamlarda yetişir. Bataklık bakteri üretir, kaplıca şifa verir. Evlatlarımızı yetiştirdiğimiz aile ortamı, eğittiğimiz okul ve sonrasında kuşatan çevre, fiziken ve ruhen, dengeli, huzurlu olursa geleceğimizi emanet edeceğimiz nesil de aynı nitelikte olacaktır. Biz hep durumdan yakınıyoruz; durumdan vazife  çıkarmıyoruz. Medyamız reyting, mafya psikopat insan peşinde. Duyarlı insanlar, bir şeyler yapamamanın çaresizliği, yetkililer aymazlık içinde. Karanlıklara mum yakmak varken küfretmek hayat tarzımız olmuş. Ateş olmayan yerden duman çıkmaz. Zafer’in harakirisi Kocaeli için bir dumandır. Kocaeli’nde sorumluluk mevkiinde olanlar bu ateşi söndürmek zorundadır. Bu ateş, bir gün herkesi yakar.

Adı bugün ÖSS’dir bunalımın, yarın SBS olabilir. Adı ne olursa olsun, gençler bu dumandan korunmalı, bu ateş söndürülmelidir. Anneler, babalar, öğretmenler, yöneticiler; Zaferler bir daha harakiri yapmasın.

Dil ve Etniklik

Dünyanın siyasi eksenindeki önemli değişmeler; klâsik ideolojik çatıştırmaların yerini etnik ve mezhep çatıştırmalarına bırakmasına sebep olmuştur. Etniklik veya etnisite sadece dile dayanmamasına ve kültürü meydana getiren unsurların bütünü ile ilgili olmasına rağmen; dil ile etniklik özdeşleştirilmektedir. Bu, işin kolay tarafıdır ve hedef alınan coğrafyalarda bu oyun dil ve dillere göre oynanmaktadır. Mahalli diller emperyalizmin yeni oyuncaklarıdır. Özellikle yurt dışına çıkınca; Ortadoğu, Balkanlar ve Avrasya’da bazı gözlemlerde bulundukça; Türkiye’de dil ağırlıklı etnik çatıştırmaların ve milli kimlikle ilgili tartıştırmaların neden yapıldığını, parça ile bütünün, mahalli ile millinin neden karşı karşıya getirilmek istendiğini daha iyi anlıyoruz.

Hedef, Türkiye’nin güvenlik çemberinde siyasi etkinliğini zayıflatmaktır. Bu amaç o derece sırıtmaktadır ki; bazı Türk Cumhuriyetlerindeki bazı aydınlar bile anlaşılmaz bir şekilde Türkiye’yi kendilerine rakip zannettiklerinden ve Kazakça, Özbekçe, Türkmence, Kırgızca gibi dilleri Türkçe dışında gördüklerinden; Türk kimliğini ve Türkçe’yi bir şemsiye kimlik ve dil olarak görmekten uzaklaşırlar. Bir ara Azerbaycanca diye bir isim Azeri Türkçesine yakıştırılıyordu. Kimlik olarak ortak Türklüğü reddederek Kazak, Kırgız, Özbek, Türkmen olmaya çalışmanın dün Sovyetlerin milliyetler politikasına, bugün ise; Dünyaya yeni düzen verip küreselleştirmek isteyenlerin hedeflerine hizmet ettiği artık anlaşılmalıdır. Geçmişte Moskova’nın ve Batı’nın bu yöndeki tesirleri bugün de görülmektedir.  Türk Cumhuriyetleri, geleceği kurtarmak bakımından Türkiye’nin geçirdiği tarihi tecrübeyi ve sorunları iyi kavramalıdırlar. Türkiye’nin tarihi rolünü ifa edemeyecek ölçüde kuşatmaya alınması, içeride uğraştırılması ve neticede kedinden bekleneni yerine getirememesi de Türk Dünyasında etkili olmak isteyenleri tek hareket etmeye yönlendirmiştir.

Mahalli dillerin korunması adı altında milli devletlerin önüne dikilen engeller, dile dayalı etnik çatıştırmaları ve ötekileştirmeleri ister istemez hızlandırmaktadır. Bu ortamdan Türkiye de etkilenmektedir. Bir önemli kültür unsuru olarak sadece mahalli dile dayalı yapay milletleştirme zorlamaları, buna dayalı ayrı egemenlik talepleri ve etnik ırkçılık hızlanmıştır. Mahalli dil gerekçe gösterilerek ayrı milletleşme talepleri görülmektedir. Bu cehaletten değil; ihanettendir.

Önümde Prof. Dr. Sayın Ahmet Buran’ın “DOĞU VE GÜNEYDOĞU ANADOLU’NUN DİL ATLASI” isimli değerli bir araştırması var. Fırat Üniversitesi öğretim üyelerinden olan ve araştırmalarıyla dikkati çeken Prof. Dr. Buran, Doğu ve Güneydoğu Bölgelerinde konuşulan dillerin atlasını hazırlamıştır. Bölge nüfusunun %85-90’ı Türkçe’yi anlamakta ve konuşmaktadır. Bu durumu TRT’nin  farklı yıllarda yaptırdığı ancak, hasır altı ettiği araştırmalar da teyit etmektedir. Şehir ve ilçe merkezlerinde daha yoğun olmak üzere; Türkçe en büyük ortak anlaşma vasıtasıdır. Türkçe’den başka Kürtçe olarak ifade edilen Kurmançça, Zazaca, Arapça, Süryanice, Ermenice ve Çerkezce gibi dillere bölgede rastlanmaktadır.

Bizim bazı gözlemlerimizde de dilin etnikliği belirleyen tek faktör olmadığını görmüştük. Nitekim, ülkemizde bazı Türkmen köylerinde Kurmançça kullanılmaktadır. Makedonya ve Kosova’da da durum farklı değildir. Kosova’da Sırpça konuşan bazı köyler vardır ki; Sırp değildir. Arnavutça konuşan bazı köyler de Arnavut değildir; Türk köyüdür.

Prof. Dr. Buran’ın tespitlerine göre; Urfa yöresinde yaşayan Badıllı (Beğdili), Birecik’teki Barakların, Diyarbakır’ın Karacadağ yöresinde yaşayan Terkan (Türkan) ve diğer yörelerdeki Badıllıların, Mardin yöresindeki Dahilcan ve Suruç yöresindeki Banazan aşiretinin arasındaki Beğdili oymaklarının, Viranşehir ve Siverek yöresindeki Karakeçili aşiretlerinin Batı ve Orta Anadolu’daki kolları gibi başlangıçta Türkçe konuştuklarını Ziya Gökalp 1922 yılında Diyarbakır’da çıkardığı küçük mecmuada belirtmektedir. Bu arada asıl dilleri Süryanice ve Keldanice olan bazı grupların da dil ve inanç bakımından Kürtleştikleri Peter Andrews tarafından tespit edilmiştir. Prof. Dr. Zeki Velidi Togan da “Umumi Türk Tarihine Giriş” isimli eserinde Avşar Türkmenlerinin bir kısmının Kürtleştiğini ortaya koymaktadır. Bu bakımdan, Bölgedeki dil atlası, etnik kökeni belirtmekten çok; kullanılan farklı anlaşma vasıtalarını göstermektedir. Bazıları etnik ırkçılığa mahalli dili malzeme yapmak isteseler de…              

Merkezdeki Okullar Taşınmalı

0

İmam – Hatip Lisesi‘nde görev yapıyorduk. Her lastik patlayışında, her ambulans sireninde ve her acı fren sesinde ders karpuz gibi ikiye bölünürdü. Sonra dik, dikebilirsen..

İnkılâp Lisesi‘nde görev yapıyorduk. Balkonlarda mahallelinin sözlü kavgaları canlı yayında sınıftaydı. İzmit Lisesi‘nde görev yaparken konu komşu çamaşırlarını sanki sınıfın içinde kurutuyordu.

Allah, şehir merkezinde eğitim veren ve alan herkesin yardımcısı olsun. Disiplinsizlikler, çete sürtüşmeleri, harçlık ve kontör tırtıkçılığı, haplanma mekânları, internet gayfeler, pasaj âlemhaneleri, sokak arası defileleri, pavyoni iş görüşmeleri, toplu arazi imkânları, eksoz ve gürültü atmosferi, trafik keşmekeşi, servisçi kavgası vs. vs. vs.

50.Yıl İlköğretim diye bir okul var, apartmandan çevirme. Çocuklar Beden Eğitimi dersini koridorda toz duman içerisinde yapmak durumundalar. Birçok veli de çocuğunu bu sefertası mektebe gönderebilmek için şehir dışından paraya ve zamana karşı yarışıyor. Ne de olsa eğitim piyasasının taban fiyatlarını ev hanımları gün sohbetlerinde belirliyorlar.

Merkezi okullarda her olan biteni anlatsak buradan köye yol olur. Doğrusu ise ilköğretim okullarını bir yerleşkeye, liseleri ayrı bir yerleşkeye taşıyarak eğitim kampüsleri oluşturmak. Bir İzmit Lisesi‘nin, bir Ulugazi‘nin gayrimenkul ederiyle birkaç tane kampüs bile inşa edebilirsiniz.

Böylelikle hem şehiriçinde kronikleşen olumsuzlukları koparır, atar hem de eğitimi çevresel baskılardan kurtarırsınız. Tepeköy veya Çayırköy yolunda ağaçlıklar ve yeşillikler arasında mı daha iyi eğitim ortamı oluşturabilirsiniz yoksa evlerle iç içe geçmiş “Biri Bizi Gözetliyor” ortamında mı?

Yalnızca İzmit için değil Türkiye‘deki birçok il merkezi için kaçınılmaz sonuç budur. Bizim şansımız er yada geç‘in ilk kısmında bu işi üstlenecek yerel liderlere sahip olmamız. Seçim öncesinde sendikamızı ziyarete gelen tüm siyasilere 10 önerilik eğitim raporumuzu sunarken çok da umutlu değildik oysa.

Bir kıl payı kader ayrımında İzmit Belediye Başkanı seçilen Nevzat Doğan‘ın liman duruşu ve Tarih Koridoru projesinden sonra meselenin künhüne vakıf olarak bu işe el atması aynı zamanda siyaseten risk unsurları taşır. İdare-i maslahat kolaydır ama iz bırakmaz ve kokmaz, bulaşmaz.

Toplumsal tefessühle birlikte iyice şirazeden çıkan eğitimin çivisi en azından kapımızın önünü süpürmek babında – bence – kanaat önderlerine tarihi bir sorumluluk yüklüyor. İzmit’in Yerel Yöneticisinin düşünsel cesareti önemli bir şans. Beka davamız adına heba edilmemeli.

Ha, eski köye yeni adet diyeceklerdenseniz kıdemli bir eğitimci olarak sizi yeni öğrenci vecizeleriyle başbaşa bırakabilirim:

‘Anne – babama benim okula gittiğimi söylemeyin, o beni hala aşere-i mübeşşereden sanıyor.’

Ekonomik Krizden Çıkarken, Beklenen Siyasi Gelişmeler

Ekonomik krizin dip noktasından geriye dönüşün başladığına dair işaretler, iyimser bir ortam yaratmaya başladı. Nisan, Mayıs aylarında kapasite kullanım oranlarında yükselme, sanayi üretimindeki artış, yağışların iyi geçmesi nedeniyle tarım üretiminde artış beklentisi ve genel olarak güven endeksinde görülen yükselme bu iyimserliği besleyen ana parametreler.

Kriz öncesi duruma gelebilmek için daha çok mesafe var. Mesela kapasite kullanım oranı hala geçen senenin aynı ayına göre yüzde 12 daha düşük. Hele hele işsizlik oranlarında bir iyileşme beklentisi henüz hiç yok. Yine de daha kötüye gidişin durmuş ve bir iyileşme sürecinin başlamış olması çok önemli.

Hükümetin aldığı tedbirlerin ekonomiyi daha canlandırması ve karamsarlığın dağıtılması süreci kısaltabilir. Ancak sadece iç talebin canlanmasının yeterli olmayacağı, ihracatın da artması gerektiği bilinen bir gerçek. Oysaki hala ihracatta ve ithalatta miktar olarak bir kıpırdama görülmüyor.

İhracatın artması başta ABD ve AB olmak üzere diğer ülkelerin de krizden çıkış hızına bağlı. Dünyanın krizden çıkması için lokomotif olacağı ümit edilen “Çin’de, Mayıs ayı ihracatları bir önceki yıla kıyasla %26,4 gerilemiş bulunuyor. Bu düşüşün, Nisan ayında %22,6; Mart ayında ise %17,1 oranında kaydedilen düşüşlere kıyasla daha fazla olduğu dikkat çekiyor. Bu durum, Çin’deki ihracatın iyileşme sürecine girdiğine yönelik umutlara ket vururken, Çin hükümeti ilave önlem olarak 600’den fazla üründe ihracat vergi iade oranlarını artırdığını açıkladı…”

Sosyal sıkıntılara yol açabilecek işsizlik belasına karşı, açıklanan tedbirlerin hemen bir iyileşme sağlaması kolay değil. Çalışabilir her dört vatandaşımızdan üçünün, genç nüfusta ise her üç kişiden birinin işsiz olması ürkütücü bir durum. Küçük de olsa işsizliği azaltacak her türlü adımı desteklemek gerekir.

Türkiye’de olumsuz dış etkiler olmazsa her ay krizin etkisi azalmaya devam edecek. Ancak bu defa hükümetin önünde bütçe açıkları, iç borç ve muhtemelen enflasyon sıkıntıları ortaya çıkacak.

***********************

AB Komisyonu’nun genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn Türkiye’ye şu mesajları göndermiş:

  1. Türkiye din, ifade ve basın özgürlüklerinin önünü açacak reform sürecini yeniden başlatmalı.
  2. Anayasa ile siyasi partiler ve sendikalar kanunlarında değişiklikler yapmalı.
  3. Heybeliada Ruhban Okulu’nun açmalı. 
  4. Rum Ortodoks Patriği Bartholomeos’un ekümenik sıfatı tanımalı.
  5. Kıbrıs Rum Kesimi’ne liman ve havaalanlarını açmalı” imiş.

Bütün bu talimatları için bir de süre vermiş hazret: reformlar(!) için sonbahar, Kıbrıs, Ruhban Okulu ve ekümeniklik için yılsonu! Yoksa aralıktaki AB zirvesinde 8 başlığın askıya alınması kararının gözden geçirilirken karar olumsuz çıkarmış.

AB içinde sözü geçen bütün devletlerde Türkiye karşıtı partilerin daha güçlendi. En AB’ci kişilerin bile AB sürecinin işlemesini mümkün görmediği şartları yaşıyoruz. Bu durumda bile, sömürge valisi tavrıyla verilen mesajı görebiliyor musunuz?

Senelerdir, “AB bir kulüptür, bütün üyelerinden belli standartlar istiyor, bizden de istedikleri bundan ibaret” diyerek, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kendi elimizle tasfiye edilmesini savunanlar, bu ikiyüzlülüklere ve haysiyet rencide edici/ onur kırıcı tavırlara (bundan öncekiler gibi) yine ses çıkarmayacaklar.

“Dini özgürlüklerin artırılması” istenmiş diye sevinenler olacaktır. Adam hiç sözünü esirgemeden söylemiş: “Dini özgürlükler derken, öncelikle Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılmasını ve Rum Ortodoks Patriği Bartholomeos’un ekümenik sıfatının tanınmasını kastediyoruz…”

Diğer özgürlüklerden neler anladıklarını da zamanla öğreniriz. Ancak, Türkiye Anayasasında ve kanunlarında değişiklik yapacaksa kendi ihtiyaçlarına ve uluslararası standartlara uygun şekilde kendisi yapacaktır. Talimatla yapılanın hayrımıza olacağını sanmam.

Ama şu ortada ki, gerek AB yetkililerinden ve gerekse ABD yönetiminden gelen mesajlar ve kamuoyu hazırlamaya yönelik siyasetçi beyanları ile hükümete yakın yazarların köşe yazıları değerlendirildiğinde dış politika açısından şu konular öncelikli olacak: (Bu öncelikler, maalesef kendi tercihimizden ziyade dış baskılarla belirlenecek.)

  • PKK’nın tasfiye edilip, siyasi yapının “Kürt realitesi” dikkate alınarak tasarımlanması. (Atılacak adımlar terörün uzunca bir süre bitirilmesini sağlayabileceği gibi, Türkiye’nin önce federatif bir yapıya dönüşmesi, sonra da bölünmesi riskini de barındırmaktadır.) 
  • Ermenistan ile ilişkilerin normalleştirilmesi. (ABD’nin bu konudaki baskısına karşı Azerbaycan’ın tepkisi ve Rusya ile yakınlaşma resti sayesinde şimdilik buzdolabına giren bu konunun yeniden ısıtılacağını beklemek kehanet olmaz.)
  • Heybeliada Ruhban Okulu‘nun açılması ve Rum Ortodoks Patriği Bartholomeos’un ekümenik sıfatı tanınması.
  • Kıbrıs Rum Kesimi’ne liman ve havaalanlarının açılması.
  • Anayasa ve bazı temel kanunlarda değişiklikler yapılması.

Bu konularda Türkiye’nin atacağı adımlar hayati derecede önemli olacaktır. Gündemde öne çıkacak hususlarda görüşlerimizi ileride daha detaylı paylaşırız. Ancak en az ekonomik kriz kadar, Türkiye’nin dengelerini sarsacak konularla karşı karşıya olduğumuzun farkında olmalıyız.

 

Kocaeli’nde Değer Üretmek

0

Her insan, her toplum ürettiği değerlerle ayakta kalır, anılır, ölümsüzleşir. Ortaya değer koymayan bir canlı için söylenecek ifade “heder olmuş bir ömür”dür

Değer, bir başka varlığın kendisinden yararlandığı her şeydir. Ekmek, su, hava, güzel bir manzara, maden, cevher… birer maddi değerdir. Fikir, güzellik, hoşgörü, terakki, yenilik… birer soyut değerdir. Bir araziyi değerli kılan verimli olması, bir çölü değerli kılan petrol ihtiva etmesi, bir bataklığı değerli kılan birtakım hastalıklara şifa olan mineraller içermesi. Bu değerler, varlığın kendi orijiniyle ilgilidir. Buna, sözü edilen varlıkların bilince dayalı bir katkısı yok. İnsanoğlu, bu yönüyle mahlukatın en şereflisi.

İnsanı değerli kılan, onun çizgi dışı ürünler ortaya koyması. Fizikte, kimyada, biyolojide, tıpta… yapılan icatlar, yenilikler; şiirde, resimde, musikide, sporda yaşatılan hazlar, verilen eserler hem sanat eserini hem de sanatçıyı değerli kılar. Güzel sanatların herhangi bir dalında kişiye yaşama sevinci, heyecan veren her eser, insan ruhunu beslediği şiddette değerli, evrenselliği oranında kalıcıdır. Kalıcı, değerli eser ortaya koyma cihetiyle zaman ve mekan içindeki konumumuz, hem birey hem içinde yaşadığımız toplum olarak, nedir?

Semerkant, Buhara, Bağdat, Atina, Selçuk, Efes, İstanbul; birer değer havzası olarak bilinir. Matematikte, geometride, astronomide, coğrafyada, felsefede, fizikte, edebiyatta pek çok değer bu havzada yetişmiştir. Bu bölgelerde yetişen beyinler, insanlığın terakkisini sağlamış, insanlığı yarınlara taşımıştır. Diyojen, Shakespeare, Epikür, Ali Kuşçu, Katip Çelebi, Yunus Emre insanlığın birer değeridir. Bulunduğumuz bölge, insanlığın yüz akı olabilecek bir değer yetiştirmiş midir ya da bu bölge bu değerlerin yetişmesine ev sahipliği yapabilmiş midir? Bunu söylemek, zor.

Kocaeli, bir sanayi kenti olarak biliniyor. Onun doğal güzelliği, sanayi dolayısıyla göz ardı ediliyor. Benim üzüntüm bu değil. Üzüntüm, bu bölgenin, insanlık tarihinde yer alabilecek bir değer çıkaramamasıdır. Bu, bu kentte yayın yapan medyanın, yöneticilik yapan bürokratın, eğitim yapan eğitimcinin, parasına para ekleyen tüccarın, imalat yapan sanayicin, evrensel anlayışa sahip üniversitenin birer ayıbıdır. Bu, yalnız bugünün değil, bütün zamanların ayıbıdır. Bu eksiklikten, herkes sorumludur. Medyada, dekoltesiyle ilgi çeken sekreterler, kapkaç yapanlar, cinayet işleyen katiller, sivri laf eden politikacılar, birbirinin ayağına kurşun sıkan mafya bozuntuları yer alırken insanlığın mutluluğuna imza atmış, onun yaşama sevincine katkıda bulunmuş bir bilim insanının veya sanatçının yer almaması bu bölge insanının eksikliğidir, ayıbıdır. Bu eksiklik, derhal giderilmelidir. Kanaat önderi olarak öne çıkanlar, eğitimle görevli bürokratlar, sivil örgütler bu eksikliği masaya yatırmalı, bunun giderilmesi için çareler üretmelidir. Sivil örgütler, taktıkları ideolojik gözlüklerini çıkarmalı, insan merkezli eğitim çalışmaları yapmalıdır. Kocaeli, zemin olarak, insan potansiyeli olarak buna uygundur, bunun açlığını çekmektedir.

Unutmayalım, bizi üzerimizde taşıdığımız değerden çok, ürettiğimiz değerler ölümsüzleştirecektir, kurtaracaktır. Herkes, Kocaeli’nde ne yapabileceğini düşünsün!

 

Erdemlilik üzerine Sokrates yaklaşımı

Sokrates MÖ 470 yılında Atina’da doğmuş. İnsan yaşamında kişisel ve sosyal olaylarda ahlaki boyutu ön plana çıkararak fikirlerini sürdürmüştür. Kendisi herhangi bir şey yazmamıştır. Çarşıda pazarda karşılaştıkları ile konuşarak fikirlerini anlatmaya çalışmıştır. Herhangi bir okula ve gruba bağlı olmamıştır. 70 yaşında iken “Gençliği baştan çıkarmak ve Atina’ya yeni Tanrılar getirmeye kalkışmak” ile suçlanmıştır. Yargıçlar onu ölüm cezasına çarptırmışlar ve MÖ 399 yılının mayıs ayında zehir içerek ölmüştür.

Genel olarak, mevcut bulunan değer ve ölçülere körü körüne inanılmaması gerektiğini bunların muhakkak akıl yolu ile bulunması gerektiğinden bahseder. Sokrates doğru bilgiyi çevresi ile birlikte bulmaya çalışır. Genel yaklaşımı ruhta saklı duyguların olduğuna ve bu duyguların herkes için ortak duygular olduğuna inanır. Bu duyguların sorgulanarak, düşünülerek ortaya çıkarılacağına, ortak duyguların bu şekilde bilinir hale geleceğine inanır.

Sokrates’in ana kavramı ahlaka yönelik olmuştur. Çıkış noktası “erdem ile bilginin aynı oldukları” görüşüdür.  Sokrates bilgiye çok önem verir ve şöyle der “Hiç kimse bile bile kötülük işlemez, kötülük bilginin eksikliğinden ileri gelir.“. Kısaca şunu söylemeye çalışıyor. “Bütün erdemler bilginin içindedir.”

Kendisinin yazılı kayıtlarının olmadığından bahsedilir. Dilden dile dolaşan sözleri ve talebelerini onun söylediklerini ifade ettikleri bilgiler vardır. Günümüze gelen birkaç sözlerini aktarmaya çalışalım.

Bir şeyleri değiştirmek isteyen insan önce kendinden başlamalıdır.

Kainatta tesadüfe tesadüf edilmez.

Öğrenmek, eskiden bilinmiş bir şeyi yeniden hatırlamaktan başka bir şey değildir.

Sadece bir iyi vardır,  bilgi; ve sadece bir kötü vardır, cehalet.

Tek bildiğim hiçbir şey bilmediğimdir.

Yalnız işsiz olanlar değil, daha iyi işler yapabilecek olanlar da başıboştur.

Talebesi olan Platon’un “Sokrates’in Savunması” adlı kayıtlardan kendisini çok iyi öğreniyoruz. Savunmadan birkaç yazı aktaracağım parça parça bu yazıları okurken yer isimleri ile bazı kavramları günümüze getirdiğinizde İnsanlığın MÖ yıllarda ki düşünce ve davranış kalıpları ile günümüzdekiler arasında ne gibi değişikler olduğunu hep beraber görelim.

Savunmasına şöyle başlıyor Sokrates ” Atinalılar ! Beni suçlayanların üzerindeki etkisini bilemiyorum; fakat sözleri o kadar kandırıcıydı ki, ben kendi hesabıma onları dinlerken az daha kim olduğumu unutuyordum…….. Ben size bütün gerçekleri söyleyeceğim……bütün söyleyeceklerimin doğru olduğuna inanıyorum. İçinizden kimse benim doğrudan başka bir şey söyleyeceğimi sanmasın….Benim için para ile ders vermekte olduğuma dair dolaşan sözün hiçbir temeli yoktur, bu da ötekiler gibi asılsızdır. Doğrusu bir kimsenin insanlara gerçekten bir şeyler öğretmesi mümkün olsaydı, buna karşılık para alması bence o kimse için şeref olurdu….

Size doğru söylemeliyim Atinalılar ,…… bütün araştırmalarımda baktım ki asıl bilgisizler, bilgilidir diye tanınmış olanlar! Bilgisiz denenlerde ise daha çok akıl var. …………… Atinalılar, size saygı ve sevgim vardır; ancak, ben size değil, yalnız tanrıya baş eğerim ömrüm ve kuvvetim oldukça da iyi biliniz ki, felsefe ile uğraşmaktan, karşıma çıkan herkesi buna yöneltmekten, felsefeyi öğretmekten vazgeçmeyeceğim; karşıma çıkana, her zaman dediğim gibi gene şöyle diyeceğim. “Sen ki, dostum, Atinalısın dünyanın en büyük kudretiyle, bilgeliğiyle en ünlü şehrin hemşehrisisin, paraya, şerefe üne bu kadar önem verdiğin halde bilgeliğe, akla, hiç durmadan yükseltilmesi gereken ruha bu kadar az önem vermekten sıkılmaz mısın?” Kendisi ile münakaşa ettiğim bir adam bu saydıklarıma önem verdiğini söylerse yakasını bırakacağımı ve salıvereceğimi sanmayın……Erdemli olduğunu bir sözden başka bir şey olmadığını anlarsam, kendisini , değeri büyük olana az değer vermekle, değeri küçük olana da çok değer verdiğinden dolayı utandıracağım…….. Hakkımda ister beraat hükmü verin ister vermeyin; her durumda, iyice bilin ki, bir değil bin kere ölmem gerekse bile, yolumu asla değiştirmeyeceğim.

hakimin vazifesi, doğruluğu bağışlamak değil, herkesin hakkını ölçerek hüküm verme; kendi keyfine göre değil, kanunlara göre hüküm vermektir. Yalan yere ant içmeye alışarak sizi etki altında bırakmamalıyız, sizde buna göz yummamalısınız; bu dine uymaz bir hareket olur.

Orada hiç şüphesiz, sormak yüzünden ölüme mahkum edilmek tehlikesi yoktur. Bizden daha mesut olduktan başka, doğruyu söyleyen, orada ölümsüz olacaktır. O halde, hakimler! Sizde benim gibi ölümden korkmayınız, şunu biliniz ki iyi bir insana, ne hayatta ne de öldükten sonra hiçbir kötülük gelmez.”

“Gene bunun için beni mahkum edenlere, beni suçlayanlara asla kızmıyorum. Onlar bana iyilik etmeyi bile bile istememişlerse de bana kötülükte etmemişlerdir. Onları ancak, bana bilerek kötülük etmek istediklerinden dolayı kınayabilirim.”

“Sizden dileyeceğim bir şey daha kaldı: Çocuklarım büyüdükleri zaman, Atinalılar, erdemden çok zenginliğe yahut herhangi bir şeye düşkünlük gösterecek olursa, ben sizinle nasıl uğraşmışsam, sizde onlarla uğraşınız. Onları cezalandırınız; kendilerine, kendilerinde olmayan bir değeri verir, önem vermeleri gereken şeye önem vermez, bir hiç oldukları halde kendilerini bir şey sanırlarsa, ben sizi nasıl azarlamışsam, sizde onları öyle azarlayınız. Bunu yaparsanız, bana da oğullarıma da doğruluk etmiş olursunuz.

Artık ayrılmak zamanı geldi, yolumuza gidelim: Ben ölmeye, siz yaşamaya. Hangisi daha iyi? Bunu Tanrıdan başka kimse bilmez.”

Türk’e Karşı Irkçılık

Bazı konular var ki; bunları değerli okuyucularımızla yüz yüze görüşsek diyorum. Ancak, bunun imkânsızlığını da biliyorum. Bizler, siyasetin dışında ama, siyaseti de yakından takip eden, ilgilenen kişileriz. Milli endişe sahibi herkesi rahatsız eden bazı olaylar bizleri ümitsizliğe de sevk edebiliyor. Ancak, şuna eminim ki; bu ülkenin varlığına yönelik gaflet ve ihanet örneklerinin önünde yok olacağı güç Türk milliyetçileridir. Türkiye Cumhuriyeti adeta çapraz ateş altındadır. Milliyetsiz sağın küreselciliğe tutunmuş teslimiyetçi kanadı çapraz ateşin bir tarafını meydana getirirken; milliyetsiz solun devşirilmiş bir kesimi de yine küreselci ve teslimiyetçi bir tutumla, dün ideolojik olarak Türkiye Cumhuriyeti’nden alamadığı intikamı ve belki de rövanşı; bu defa küreselcilik adına almaya çalışıyor. Dün sınıf çatışması tezi ve sosyalizm, bugün ise; kapitalizm ve küreselcilik önünde teslimiyetçilik…

Bundan dolayı Milli Eğitim eski bakanının “Patrikhaneye niye karışalım, isterse ekümenik olur. Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması geç bile kaldı.” ifadelerine şaşırmamak gerekir. Bu ifadeleri gerçek milliyetçiler söyleyemez. Ancak, dün milliyetçilerden geçinenler bugün bu cümleleri sarf edebilir. Milli menfaatler ve milliyetçilik kimsenin inhisarında değil diye böbürlenenler, biraz da milliyetçiliğe özenebilseler!

Bugün milliyetçiliği bir hayat tarzı olarak benimsemiş kişilere düşen görevler var. 12 Eylül’den bu güne ortaya çıkan gelişmeler milliyetçi duruşu yumuşatmamalıdır. Tanınmaz hale getirmemelidir. Tam tersine, 2000’li yıllarda yükselen milliyetçiliği de hesaba katarak bir durum değerlendirmesi yapabilmeliyiz. Köprünün altından epey sular aktı ve geçti. Ama hayat devam ediyor. Kimse ülkesine sahip çıkma noktasında kendisini emekli sayamaz. Milliyetçi çizgi hayat boyu devam etmesi gereken sosyal bir gerçek ise; bu sadece belirli bir siyasi ortam veya konjonktürle de ilgili değildir. Bu bakımdan, duruş ve tavrımızı değiştirmeye, yumuşatmaya ihtiyacımız yoktur. Allah’a şükürler olsun; dün söylediklerimizi bugün de savunabiliyorsak; bundan ancak mutluluk duymalıyız. Küçük hesaplar ve menfaat oyunları uğruna idealler zarar görmemelidir. Birbirimizle uğraşırken harcadığımız enerjiyi hayırlı yollarda kullanmış olsaydık; çok mesafe alırdık.

Sağın milliyetsiz kesimine özenip sapmalar göstermemeliyiz. Dün komünist emperyalizme karşı aynı saflarda rahatlıkla yer aldığımız bazıları ile bugün aynı saflarda buluşamıyoruz. Emperyalizmin her çeşidine karşı olan bizler, dün Sovyet yayılmacılığının aracı olan Leninleştirilmiş Marksizmle olan ideolojik mücadelemizi ABD veya Batı adına yapmadığımız için; bugün rahat ve ilkeli hareket edebiliyoruz. Sağın teslimiyetçi, liberal ve küreselleştirme önünde eğilenleriyle tabii ki farklılaşıyoruz. Kıbrıs’tan AB’ye, ABD-Türkiye ilişkilerinden Ortadoğu’daki gelişmelere, ırkçı Kürtçülük sorunundan Ermeni sorununa ve şehit aileleri ile teröristleri benimseyen aileleri bir tutma yanlışına kadar birçok konuda dünün sağ vitrinde dolaşan tatlı su ve etiket milliyetçileriyle bugün aynı saflarda olamıyoruz. Solun önemli bir bölümünü teşkil eden, devşirilmiş, Batıcı, gayri-milli kesimin; İslâmi bile olduğu tartışılabilir çevrelerle ve sahibi artık belli olan bazı liberallerle kurdukları ittifak, Milli Mücadele, Lozan, Cumhuriyet ve milli devletle çelişiyor ve çatışıyor.

Bazıları Milli Mücadeleyi sadece basit bir Türk-Yunan harbi gibi görüyor. Büyük Atatürk ve arkadaşlarını, ırkçılıkla şartlandıkları için 1924’te tek ırk, tek dil yaratmakla suçluyorlar. 1924 ve 1982 Anayasalarındaki milli kimlik tanımını ırkçı anlayışla reddediyorlar.  İnsanlarımızı askerden, askerlikten ve ülkesi için fedakârlık yapmaktan alıkoymaktadırlar. 27 Mayıs 1960 hikâyesi ısıtılıp ısıtılıp ortaya konuluyor. 1921 Anayasasında olmayanları ilâve ederek egemenliği paylaşmak istiyorlar. Gerekçeleri ise; “Biz de vardık” oluyor. Oysa, Milli Mücadelede ve Anadolu’daki Haçlı işgaline karşı bugün DTP çizgisinde olanlar, dün o şerefli mücadeleyi kırmakla ve işbirlikçilikle uğraşıyorlardı. T.C. ve Milli Mücadele iki-üç ayrı millet ve devlet için yapılmadı ve kurulmadı. Milletleşme acaba basit bir biyolojik bir tasnif mi?

Ülkeyi yönetenler ve sorumluluk taşıyanlar, hayati konularda tarafsız kalmamalı; hatta ihanet odaklarına destek olmamalıdırlar. Yeni Anayasa taslaklarında nerede Türk kelimesini görüyorlarsa; çıkarmak istiyorlar. Bu ırkçılara Türk kelimesi batıyor. Herhalde kendilerini “neseb-i gayri sahih”, belirsiz ve karışık görüyorlar. Bu onların bileceği bir iş; ama, Türk Milleti kendileri gibi değil… Anayasa çalışmaları ile ilgili bu çizgideki bir komisyonun bizzat Başbakanlık tarafından kurulduğunu ve desteklendiğini de unutuyor değiliz.

Türkçe Olimpiyatları

Sakarya şiirini dinleyip de duygu seline kapılmamak olur mu?
Elbette olmaz. Çünkü o, şiirden öte bir şey.
O, başlı başına bir dönemi anlatan ve düşünerek yazılamayacak, ancak yaşanarak, hissedilerek yazılabilecek bir destan.
O, yazarını sayfalarda ve dimağlarda ölümsüzleştiren bir şey.

O destanı Üstadın sesinden dinledim, duygulandım.
Ruhittin Sönmez’den dinledim duygulandım.
Mustafa Kırmızıgül’den dinledim, bir başka duygulandım.
(M. Kırmızıgül (Fırat Üniversitesi İlahiyat Fak. Öğretim üyesi ve halamın oğludur kendisi) 1970’li yıllarda Üniversite talebesi iken Erzurum’da Sakarya Türküsünü sahnede okuduğunda, rahmetli Üstat sahneye çıkıp anlından öperek; “ben de gençliğimde böyle okurdum” diyerek tebrik ettiği mükemmel bir yetenek.)
Ancak çok duygulandığım halde ağladığımı hatırlamıyorum.
Fakat 6. Türkçe Olimpiyatları yarışmasında Moğolistanlı genç Bayan Dolgormaa Sainbayar, hem duygulandırmış ve hem de ağlatmıştı hüngür hüngür.
İşte böylesi olağan üstü olaylar yaşatan Türkçe Olimpiyatlarının 7. si yapıldı başarılı bir şekilde.

Özellikle 80li yıllarda yoğunlaşan Türkiye’yi yalnızlaştırma, dünyadan tecrit etme, Asala, PKK ve benzeri terör şebekelerini kullanarak zayıflatma hareketlerinin zirveye çıktığı bir dönemde, Türkiye’ye şiddetle bir çıkış yolu gerekiyordu.
Bu da, dünyanın dört bir yanına Türk okulları açarak, Ay-Yıldızlı bayrağımızı dünyanın hemen her ülkesinde dalgalandıran gönül erlerinin gayreti ile kısmen de olsa gerçekleşecek gibi…
7 yıl önce başlayan bu serüven, günden güne artan bir rağbetle devam etmektedir.
(Evveliyatı da bir başka kayda değer gayretler.)

İştirak eden ülke sayısını her yıl artıran bu girişim;
1. Uluslararası Türkçe Olimpiyatları’na 17,
2. sine 21,
3. süne 42,
4. süne 83,
5. sine 100,
6. sına 110 ülkeden gençler ve çocukların katılmalarını sağlamış, 2009 yılı Uluslararası Türkçe Olimpiyatlarına ise, yani 7. sine katılan ülke sayısını 115 e yükseltmeyi başarmıştır.
Bu olimpiyatlar ne manaya geliyor?
Dünyanın birçok ülkesinde Türkiye ve Türklere sempati besleyen birçok kişi, kendi ülkelerinde yüksek mevkilerde yönetici olacaklar ve yıllarca Türkiye’nin temelini oymak isteyen atalarının aksine, Türkiye ile olumlu diyaloglar kuracak ve Dünyadaki itibarımızın artmasına, büyüyüp gelişmemize katkıda bulunacaklardır.
Bu ve benzeri girişimlere siyasi bakmamak lazım.
İçinde ben olmadığım icraatleri karalama hastalığından kurtulmamız lazım.
Özellikle 23 Nisan Çocuk ve Egemenlik Bayramı ile Uluslararası Türkçe Olimpiyatlarına destek olmalı, dünyada Türk ve Türkiye sevdalılarının sayısını artırmalıyız.
Bugün bağrımıza bastığımız birkaç yüz veya birkaç bin dünyalı, yarın belkide milyonlarca Türk’ü bağırlarına basacaklardır.
Asırlardır rahatlıkla dostumuz diyeceğimiz bir ülke olmadı.
Öyle umuyorum ki, bu olimpiyat vesilesi ile kucaklaştığımız çocukların ülkelerine, gelecekte dost ülke diyebileceğiz.
Allah razı olsun zerre kadar payı olanlardan.

 

Zeytin

Zeytin milli damak zevkimizin en önemli gıdalarının belki de ilk üç sırasında yer alanlarındandır. Pilav ve ayrandan sonra sofralarımızın olmazsa olmazı diyebiliriz.. Önemini açıklarken, Akdeniz ülkelerindeki yaygınlığının yanında, Kuran’da adının Tiyn Suresinde zikredilmiş olması bizim millet olarak zeytinle olan ülfetimizin tarihi ve toplumsal boyutuna epeyce açılımlar sağlayacak alanları beraberinde getiriyor.

Gerçi zeytini bütün dünya tanımaktadır fakat bizim memleketimizdeki algılanışı adeta milli bir sofra romantizmine yol açacak yaygınlıktadır. Yoksulun katığı önce açlıktır derlerse de ikincisi zeytindir ve ekmeğin yoldaşıdır. Zeytin-ekmek beraberliğinde kulağa çok hoş gelen bir doyma garantisi vardır. Açlık denen gözü dönmüş arslanı bir parça ekmeğe birkaç zeytini katık ederek başımızdan savabilir, tabakmış ateşmiş aramadan hemen bir çeşmenin kenarında, bir ağaç gölgesinde midemizin zillerini yatıştırabiliriz. Doyurucu bir nimet oluşu bilmecelerimize geçmiştir. Dışı katık, içi kütük diye sorulan, zeytinden başkası değildir.

Evvel zaman azığı zeytin-ekmek, tarih boyunca Anadolu’da medeniyetleri birbiri ardından kıtadan kıtaya bugünlere taşıyan seyyahların, dervişlerin baş gıdasıydı. Kolay taşınabilirliği, yaygınlığı ve dayanıklılığıyla zeytinin bizim kültürümüzde ifade ettiği anlam elbette sadece gıda özelliğiyle sınırlı sanılmamalıdır. Zeytin, bir tür yaşam biçiminin ifadesidir. Türklerin Anadolu ve diğer başka coğrafyalarda tutunup kök salabilmelerinin hemen yanıbaşında durur bu kuru katık. Çünkü dayanıklıdır.

Dünya Savaşları’ndan kalma bir deyim midir, yoksa çok daha öncelerden günümüze sağ çıkan sözlerden midir, zeytine kara tavuk dendiğini duymuşsunuzdur. Sevilen bir gıda olarak zeytin, kahvaltı saltanatının baş tacıdır.

Ya yetişmesi?

Zeytin ağaçları çiçek açtığı zaman başını kaldırıp da bir nar ağacının, bir ayva ağacının çiçeklerini seyreder gibi durup kimse bakmaz. Bir zeytinin çiçek açtığını sadece ve sadece o yılki alım fiyatlarını bekleyen arazi sahibinden başkası fark etmez. Küçük sivrisinekleri andıran çelimsiz, soluk renkli çiçeklerdir açanlar. Yaprakları deseniz, ince ve yeşilin en uçuk, en donuk tonları…

Bütün bu gösterişsizliğinin yanısıra fazla su istemeden büyür zeytin ağacı. Boy atarak yükselip ürünün toplanmasını zorlaştırmasın diye tepe dalları daima budanır. Yan taraflara doğru gelişmesine müsaade edilir. Gerçekten tam bir tevazu numunesi olan bu verimli ağaçların, toplayıcılarına çıkardıkları tek zorluk, ürünlerini kış mevsimine girerken, ilk soğuklarda vermeleri. Sonbaharın kışa evrildiği, sobaların yeni yeni kurulmaya başlandığı zeytin günleri toplayıcıları için gerçekten zorlu zamanlardır. Zeytin toplamak, Haziran sabahlarında kiraz, vişne toplamaya benzemez. El ayak soğuktan uyuşur, yağmurlu dallardan zeytini tek tek toplarken boyunlar tutulur, enseler acır. Sepetlerden çuvallara çil çil altınlar halinde döküldükçe toplayanı dahi bu hale şaşırır. Bu ne cömertliktir, ne berekettir… Hele hele dolu çuvallar yağhanenin yolunu tuttu mu, zeytinlik sahibinin keyfine diyecek yoktur.

   Zeytinin asıl macerası dalından koptuğu an başlar. Zeytincinin işinin bittiği yerde başka, bambaşka bir öykü yola koyulur. Bu, nimet adını alan bir taneciğin insanlığa tam bir tevazuyla hizmetinin öyküsüdür.

Zeytin ve tevazu… İki farklı kelime. Her ikisinde de ortak olan sesler, z,e, t, u. Kur’an’da geçen haliyle (Tiyn suresi) zeytuni’nin tevazuyla yakınlığı bu suredeki anlatımda apaçık beliriyor. Aynı surede adı zikredilen incir, aynı toprağın bağrından çıkmış olmasına rağmen ne kadar yumuşak, ne kolay incinir! İncirin yumuşak karnı yer çekimidir ve en olgun haliyle dalından toplanmadığında toprağa adeta çakılır, yapışır kalır. Zeytin düşse de haftalarca topraklaşmadan bütünlüğünü korur. Çekirdeğinin sağlamlığı dayanıklılığının gereği demek ki.

   Hizmet ehline uzun ömür verilişinin nüktesini akıllara düşüren zeytinin, insanlık tarihi boyunca vesile olduğu iktisadi gelişmeler, şehirler kurdurtacak kudrette görünüyor. Zaten Akdeniz Medeniyeti dendiğinde çizilen harita zeytinin yetiştiği bölgelerden ibaret.

İslam coğrafyasında ülkemizin gelenek görenek bakımından konumu zeytini iftar sofralarının gözdesi haline getirmekle kalmamış, zeytin-ekmek tokluğundan kendine özgü bir huzur atmosferi de yerleştirmiştir. “Zeytin ekmek yiyeyim, yeter ki huzurum olsun” söylemi çok dikkat çekicidir. Zeytin dalının dünyada barışın sembolü haline gelmesi şaşırtıcı değil. Onun olduğu yerde karın tokluğu var, güneş ve deniz var. Her nerede insanoğlu varsa orada zeytin var.

Bir zeytin tanesinin dalından ayrı düşüşüyle başlayan yolculuğunda başından geçenleri safha safha anlatacak roman veya başka bir yazı henüz yazılmış değil. Fakat buna değer. Özellikle çocuklar için zeytinin öyküsü yazılmalıdır. Kahvaltı sofrasına yerini alan bir tabak zeytine, yemek arası çatallara gelecek salata yeşillikleri üzerine birkaç damla yağ halinde inişine, zeytinyağlı yemekler cenneti Türkiye’de pişen her üç kap yemekten birinde var olduğunu bilerek bakmalı. Onun dalından koptuktan sonra günlerce, aylarca tuzla terbiye edilişini, karanlık, serin depolarda bekletilişini anlatacak bir zeytin belgeseli, en fazla biz Türklere yakışır.

Son söz olarak şunu da ilave etmeli ki, tuzla terbiyesinde, deri sanayiine gitmezden önce tabaklanan bir sığır derisi, bir kuzu postu kadar da kalın kabuğu olmayan zeytine Yaratıcı, özel bir dayanıklılık hassası vermiş ve siyah kabuğu altında toprağın bütün güzelliklerini, faydasını, hayat verici gıdasını doldurarak yeryüzüne göndermiş. Kendine has lisaniyle evreni, insanı, hayatı, gayeyi anlatmakta. Ve zaten bir zeytin ağacında ne temettü bulunur ki hizmetten başka? Zeytin/hizmet! Hizmet/zeytin!

Varlık sebebi, insanlığa hizmet olan yaratılmışlara ne mutlu. Bağırganlık etmeden, sessiz sedasız hizmetini ifa eden insan canlısı nimet. İnsandan başka tüketeni yok. Fidanından kütüğüne kadar her evresinde insana koşuyor, ellerine, avuçlarına, evine, mutfağına. Kimi zaman sabun oluyor, kimi zaman çekirdekten yetme bir tesbih… Kimi zaman zeytin ezmesi. İnsanlık onsuz asla olamamış. Tarih boyunca birlikte yaşayıp gitmişler. Lakin insanoğlu zeytin tanesinin dalında mevsimlerce sulh içinde bekleyişi kadar öğrenememiştir sabrı. Her yıl çiçek açar, her yıl ürününü bırakır ellerimize. Kendisi için çizilmiş ilahi harita istikametinde sadece işini yapar. İşi hizmet. Adı zeytin.