11.3 C
Kocaeli
Cuma, Ekim 18, 2024
Ana Sayfa Blog Sayfa 1261

Siyasi Tarikatlar: Partiler

Belirli bir büyüklüğe erişen cemaat ve tarikatların, hele bir de büyük para ve toplumsal güce erişmişse, ilk çıkış noktasından oldukça farklı inanç ve politikalar içinde olabildiği gözlenmektedir. Bu durum, bir süre sonra ayrışmalar ve bölünmelerle sonuçlanabilmektedir.

Büyük kitleleri hareketlendirip, büyük ekonomik ve siyasi güce ulaşan siyasi partilerde de, hele bir de iktidar gücünü elde etmişlerse, benzeri süreçler yaşanmaktadır. Dayandığı toplumsal tabandan çok farklı bir görüş ve politika eksenine kayan bu partiler, bulunduğu yeni konumu sebebiyle iki farklı etki ortaya koyarlar:

Bir kısım üye veya inananları, “liderimizin hikmetinden sual olunmaz” anlayışı ile eski görüşlerinden, liderin ve yakın çevresinin yeni görüşlerine doğru bir değişime kendilerini uydururken; diğer kısım üye veya bağlılar ise kendilerini yeni yapıya yabancı hissetmeye başlarlar. İkinci grup kendilerini aldatılmış hissederek “elim kırılsaydı da oy vermeseydim” noktasına kadar gelirler.

Her örgütlenme eninde sonunda mutlaka bir oligarşi yaratır. Parti ne kadar halka dayanmış olursa olsun, ne ölçüde demokratik bir tabana sahip bulunursa bulunsun, bu gerçek değişmez. Parti büyüdükçe, üyeleriyle şefleri arasındaki çelişkiler de artar. Geçici gibi görünen bu şefler giderek kalıcı ve hatta yerinden oynatılamaz olurlar. (Michels)

Cemaat veya tarikat önderlerinin bir kısmı, kendisine inanan örgüt mensuplarının hangi işi yapacağından, kiminle evleneceğine, çocuklarının isminin ne olacağına kadar karar verme yetkisini kullanmaktadır.

Siyasi parti liderleri de genellikle “parti içi demokrasi” kavramını tamamen bir yana bırakıp, parti yönetimini oluşturan bütün organların seçimini bizzat kendisi yapar. Kendilerine her durumda kesin bağlı olanların haricinde hiç kimseyi yakın çevresine dâhil etmezler.

Hatta (çoğunu kendi atadıkları il/ ilçe örgütlerinin oluşturduğu) delegelerin milletvekili adaylarını belirlemesini bile kendileri açısından yeterince güvenli bulamadıkları için, adaylarını merkez yoklaması ile belirlerler. Yani kısaca milletvekili adaylarını bizzat liderler tayin ederler. Çünkü bilirler ki, “aday gösterme yetkisi kimdeyse, partinin de sahibi odur.”

Cemaat, tarikat liderleriyle, parti liderlerinin benzerliği sadece yetki kullanımından ibaret değil. Meclis’te grubu bulunan partilerin, haftada bir düzenlenen grup toplantılarının, vekillerin fikirlerini serbestçe tartıştığı bir platform olmaktan çıkıp, liderin haftalık vaazlarına dönüşmesi; liderin karşılanması, konuşması, oturması, kalkması esnasında kutsal varlık gibi davranılması benzerlikleri artırmıyor mu?

Ünlü siyaset bilimcisi Duverger de bu durumu şöyle açıklıyor: “Demokratik ilkeler, liderliğin bütün kademelerde seçimli olmasını, sık sık yenilenmesini, kolektif nitelik taşımasını ve zayıf bir otoriteye sahip bulunmasını gerektirir. Bu şekilde örgütlenmiş olan bir parti ise, siyaset mücadelesi için gerekli silahlara sahip değildir. Liderler doğal olarak iktidarlarını koruma ve artırma eğiliminde olduklarından; üyeler ise, bu eğilimi engellemek şöyle dursun, tersine liderleri putlaştırmak suretiyle, onu büsbütün güçlendirdiklerinden, iş daha kolaylaşmış olur.”

Demokrasiler denge rejimleridir. Elbette, güçlü olmayan liderlerin organizasyonları sevk ve idare etmesi mümkün olmaz. Ancak bu gücün kullanımında demokratik bir yapının kaldıramayacağı kadar bir dengesizlik içinde olduğumuz da ortada.

“Milletvekili Seçimleri”ne sayılı günler kala, anayasa değişiklikleri yapılıyor. Peki, hiç düşündünüz mü, “parti içi demokrasi”yi sağlayacak, seçim kanununda ve siyasal partiler kanununda liderlerin yetki kullanımını dengeleyecek düzenlemeler neden yapılmaz?

Hiç olmazsa, milletvekili adaylarının parti üyelerinin oylarıyla ve aday adaylarına sağlanan eşit propaganda imkânlarıyla seçilmesini sağlayacak bir sistem neden düşünülmez?

Şiddetin Arka Planı ve Hırant Dink Cinayeti

2007’nin önemli olaylara gebe olduğu anlaşılıyor. Irak ve bilhassa Irak’ın Kuzey’indeki gelişmeler, Kıbrıs sorunu, Türkiye – AB ve ABD ilişkileri önemli bir yol ayrımına geldi. Dün Musul petrolleri üzerindeki haklarımız tartışılırken Güney Doğu’da dıştan kumandalı isyanlar çıkarılmıştı. Bugün de, Kerkük, Kıbrıs ve Irak’ın bölünmesi, AB dayatmaları gündemde iken; Hrant Dink isimli bir Ermeni vatandaşımız 19 Ocak 2007 tarihinde öldürülmüştür. ABD’nin, 2006 yılı sonunda Irak’ta 29’u Türk, 34 kişinin bulunduğu nakliye uçağını düşürmesi de ikinci çuval olayı gibidir.

Dink’in ne dünkü aşırı sol çizgisine, ne de öldürüldüğü ana kadar sürdürdüğü Türkiyelilik anlayışına katılamayız. Ancak, inancımıza göre Allah’ın verdiği ömrü yine Allah alır. İnsan öldürmek en büyük insan hakları ihlâlidir. Dink, görüldüğü kadarıyla Ermeni sorununu, diaspora veya dış ülke ve odaklarla birlikte çözmekten yana değildi. Ancak ne gariptir ki; cenaze törenine diaspora, Fransa’daki Ermeniler ve Erivan Yönetimi masrafları karşılanarak resmen davet edildi. Bu büyük bir gaflettir. Bu yanlışla Türkiye, bir kısım vatandaşlarını Ermenistan’a, Ermeni diasporasına terk etmiş görünümü vermektedir. Bu yanlışı kim yapmış ve siyasetçilere yaptırmıştır? Bunun üzerinde bilhassa durmak gerekir. Dink, sorunun içeride Türkiyelilerle birlikte çözülmesinden yanaydı. Agos’un yanında Zaman Gazetesinde de yazıları çıkıyordu.

Milliyetsiz sağ ile milliyetsiz sol kesimlerin Cumhuriyet ve milli devlet karşıtı eylemlerine ve ülkemize karşı açılan psikolojik savaşa karşı bizim milliyetçi, bazılarının ulusalcı dediği milli uyanış ve direniş bu çirkin cinayetle bastırılmaya çalışılmakta, milliyetçilik suçlanmakta, emperyalizme alanlar açılmaktadır. Ermenistan Kapısının açılması, soykırımın kabulü yolunda mesafe alınması, Azerbaycan ile aramızı açma çabaları, 301. Maddenin kaldırılması dahil birçok taviz bu suikaste bağlanmıştır. Yasalar içinde kalarak demokratik tepki gösterenler suçlanmakta, aşağılanmakta ve hedef gösterilmektedir. Bilhassa Avukat Kemal Kerinçsiz’i hedef alan çirkin yayın ve yargısız infaz dikkati çekmiştir. Özellikle Haber Türk TV kanalında kişilik haklarını hiçe sayan tehdit ve hedef göstermeler, politbüro sorgulamaları; aklı selimin ve sosyal sorumluluğun kaybolduğunu göstermiştir. Burada da TRT’nin özel bazı kanallardan kalite farkı ortaya çıkmıştır.

Dış destekle Boğaziçi Üniversitesi’nde tek taraflı, bağnaz, ırkçı görüşlerle düzenlenmek istenen Ermeni Konferansına tepki gösteren yüzlerce vatandaşımız suçlanmış, açılmış davalara müdahil olanlar kınanmıştır. Toplumu gerenler, tahrikçilik yapanlar kendilerini demokrat sanmaktadırlar. Onlara göre; protesto gösterisinde bulunmak, dava açmak ve müdahil olmak neredeyse bir suçtur ve ayıptır. Şehitlerle ilgilenmeyen, terör olaylarını ve H. Dink’in cenaze töreninde olanlara tepki koyan eylemleri (Gelibolu’daki arabalı vapur olayı) yeri geldiği zaman sansürleyenler hedef göstermekte yarışmışlardır.

Patrikhane’nin Avukatı bir hanım da çok renklilikle, hoşgörü ve dinlere saygı ile biz değil; Osmanlı övünmeli demektedir. Aklı sıra Cumhuriyet düşmanlığı yapmaktadır. CNN- Türk haber spikeri de cinayet olayını “katliam” olarak vermiştir. Kısaca herkes içindekini ortaya dökmüştür. Cinayeti protesto için toplanan bazıları Devlete olan düşmanlıklarını sergilemişlerdir. Milliyetçiliğe karşı mekân ağırlıklı bir yurtseverlik tırmandırılmaktadır. Farklılıklar bir zenginlik değil; ötekileştirici ve ayrımcı yolda malzeme yapılmaktadır. Bir arada yaşama kültürü, milli devleti ve milli kimliği reddetmeyi mi gerektirir? Yoksa büyük çoğunluğu marjinal gruplara mahkûm etmek midir?

Hırant Dink’in cenazesinde “Hepimiz Ermeniyiz” diye bağırtılanlar, katil zanlısının doğduğu şehri, Trabzon’u suçlayanlar, Türk Bayrağının taşınmasına müsaade etmeyenler ve bunu utanmadan açıklayan cenaze tertip komitesi toplumu germiş ve kamplaştırmıştır. Bu komite cenazenin amacı dışında kullanılmasına ve devlete meydan okumaya ön ayak olmuştur. Bundan sonra olabilecek olayların da sorumlularından birisidir.

Son senelerde Türkiye’de gasp, hırsızlık, soygun ve öldürme olayları neden bu kadar artmıştır? Yasalar dış baskılarla neden kuşa çevrilmiş, güvenlik güçlerinin eli kolu bağlanır hale getirilmiştir? Bunun da sebebi 301. madde midir? 301. Maddeye karşı olmak Türkiye’ye karşı olmak ve Türkiye’yi Türkiye yapan değerleri benimseyememektir. Son yıllarda düğünlerde vurulanlar artmış, Hac’dan dönenler mutluluktan vurulmuştur. Filmlerimizde ellerde tabancalar insanlar vurulur, gündüz TV programlarında kavga, gürültü, argo- küfür tavan yapar. İstanbul’dan Hatay’a dört-beş kişi seri cinayetlere kurban gider. Toplumla yabancılaşma doğuran ve aidiyet duygusunu zayıflatan işsizlik ve sahipsizlik duygusu, komşuluk ve akrabalık ilişkilerinin zayıflaması, sosyal kontrolün yitirilmesi ve yoksullaşma, Internet kafelerinin tek rehber haline gelmesi, yolsuzlukların tavan yapması en az psikolojik faktörler kadar önem taşıyan sosyolojik gerçeklerdir. İnsanlarımız geleceğe güven duygusunu kaybetmekte, siyasetteki boşluk, dış ilişkilerdeki itibar kaybı, dayatmalar, Türk kimliğine, Bayrağa, milli devlete ve Cumhuriyete karşı açılmış savaş, çok kimliklilik arayışı tepkiyi ve şiddeti tetiklemektedir. Herkesten protesto ve tepkisini yasal ve normal yollardan koymasını beklemek yanıltıcı olabilir.

Bir ülkede demokrasi ve özgürlükler, milli güvenliğe ve ülke bütünlüğüne tehdit haline dönüşürse; dış güçlerin çıkarlarına uygun yayın politikaları sürerse; bunları yapanlar demokrasi ve özgürlüklerin de altını oyuyor demektir. Bu yolda en önemli engel görüldüğü için TCK’nın 301. Maddesi ile uğraşılmıştır.

Milliyetçilik Korkusu

Son yıllarda değerini daha iyi anladığımız Mustafa Kemal Atatürk, yaptığı bir konuşmada sanki bugünleri bilerek gerçeklere ışık tutuyor: “… Aleyhimizde ileri sürülen görüşler yanlıştır… Bu hususu yalnız Batı’ya değil; hatta vatandaşlarımıza da önemle ihtar etmek gereğini duyuyorum. Çünkü nadir şekilde de olsa üzüntüyle işitiyoruz ki; milletin tarihini okumamış veya milli duygudan yoksun kalmış oldukları anlaşılan bazı şahıslar, yabancıların aleyhimizde ileri sürdükleri suçlamaları reddetmedikten başka vatanlarını kabahatli göstermekten de çekinmiyorlar.” (Feyzioğlu, T., Atatürk ve Milliyetçilik, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 1996, sh. 36)

Atatürk’ün tespitleri bugün de geçerlidir. Dış politikadan iktisada, milliyetçilikten milli davalara kadar Türkiye’ye karşı olmayı bir meziyet sayan bir güruh türemiştir. Bunlar kendi ülkeleriyle başkaları adına adeta savaşmaktadırlar. Dışarıdan korunmakta ve okşanmaktadırlar. Sıkıştıklarında sahipleri Türkiye’ye gelmekte ve birer sömürge müfettişi gibi her tarafa müdahale edebilmektedirler. Orduya, Türklüğe, Devlete atış serbesttir. Ülkeyi yönetenlerden ses bile çıkmamaktadır. Son dönemde bazıları haliyle yükselen milliyetçilikten rahatsızdır. Bazı yayın kuruluşları milliyetçilik yükselmesin, millet uyanmasın diye bazı haberlere ambargo koyarlar.

Aslında, milliyetçilik bir söylemden çok; belirli konularda bir tavır alışlar bütünüdür. İtalya’da, Almanya’da ve diğer bazı Batılı ülkelerde milliyetçilik kötü bir uygulamayı ifade ettiği için; Batılı gereğini yapar ama milliyetçi olduğunu pek ifade etmez. Batı’nın kültür geleneğinde çoğu kere milliyetçilikle ırkçılık iç içe girmiştir. Batı’daki uygulamalar bizde bazılarını öyle korkutmuştur ki; milliyetçi bir tavır alsalar ırkçılıkla suçlanacaklarından korkarlar. Onun için milli davalar ve ülke çıkarları karşısında tarafsızlığı tercih edip dışarıdan “aferin” beklerler.

Milliyetçilik, bir pratiğin adıdır ve ideoloji değildir. Belirli bir milliyete mensup herkesin aslında paylaşması gereken duygu ve düşünce sistemidir. Sadece duygu ve düşüncede kalmaz; eylemle de ortaya çıkar. Uygulamaya ve eyleme dönüşmeyen duygu ve düşünce eksiktir. Milliyetçilik, Türk Milletine mensubiyet şuurudur. Diğer milletleri aşağılamadan onlarla Dünyayı daha âdil, anlamlı, eşit ve istismar edilmeden paylaşabilme şuur ve olgunluğudur. Milliyetçiliği reddedip de Kıbrıs Barış Harekatı’nda milliyetçi tavır alan nice siyasi ve aydın gördük. Çünkü, milliyetçi olmadan ne sınırlar, ne iktisadi menfaatler, ne de Türkçe başta olmak üzere kültürel değerler korunabilir. Hele bugünkü küreselleşme çağında… Milletlerin uyuşturularak sürü haline getirildiği, afyonlanarak sömürgeleştirildiği bir dönemde…

Milliyetçilik, ferdî çıkarlarla toplum menfaati arasında paralellik kurabilmedir. “Biz” merkezli davranabilmektir. Bugün dünkü klâsik sağdan ve soldan devşirilenler, milliyetçilik düşmanı kesildi. Bazı yabancı vakıflarda birleşti. Milliyetçilik ve milletleşme boy, kabile, aşiret, mezhep taassubunun aşılabilmesidir. Bölgecilik, sınıfçılık, cemaatçilik (sınırlama, dondurma ve dışlama) ve seçkincilik milliyetçilikle ters düşer. Milliyetçilik, milletin kucaklanmasıdır. Bundan dolayı Türk milliyetçiliğinin kaynağı 1789 Fransız İhtilâli değildir. Aksini düşünenler, milliyetçiliği Batı’daki şehirlilere (burjuvazi) bağlama yanlışına düştüklerinden milliyetçiliği bir sınıf hareketi gibi görürler. Milliyetçilik, ne sadece duygusallık, dışa kapanma, fanatik düşmanlık, savaş taraftarlığı; ne de sadece törenlerde giyip çıkarılan bir elbisedir. Atatürk sonrası dönemlerde milliyetçilik dışlanmış, suçlanmış ve maalesef yargılanmıştır. 1954 Milliyetçiler Derneği’nin kapatılmasını, 3 Mayıs 1944 Türkçülük olayı ve işkencelerini, 1976’da rahmetli Cumhurbaşkanı Korutürk’ün pantürkist suçlamalarını, 1971 ve 1980 Müdahalelerinden sonra Sıkıyönetim Mahkemeleri’nin iddianamelerini unutmuş değiliz.

Kendilerine çeşitli sebeplerle milliyetçi diyemeyen bazı ulusalcıların suçlanmasını da anlayamamaktayız. Bugün Türkiye’nin durumu 1919’dan farklı değildir. Tabii, bazı önemli farklar vardır. Ama bunlar, bugünkü Türkiye’de öncelikle tartışılacak konular değildir. İhanet ittifakı önümüzde dururken…

Gündemin Düşündürdükleri

Hareketli bir gündemin içinde olduğumuz bu günlerde, siyasi tabloda gördüklerimiz bizler tarafından pek çok açıdan yoruma tabi tutulmaktadır.

Bu yorumların bir kısmı “siyasetçi profillerine” dair olmaktadır. Öyle ki, gördüğümüz tablo karşısında “Türkiye’nin en büyük problemi, çok uzun bir süredir kifayetsiz yöneticiler tarafından yönetilmek!” şeklindeki tahlillerin ve bir nevi şikayetlerin arttığı dikkati çekmektedir.

Bu noktada bir eğitimci ve özellikle din eğitimcisi olarak kendime şu soruyu sormadan edemiyorum: Beğenmediğimiz bu insanlar nerede yetişiyor? Bizlerin hem eğitimciler hem de halk olarak beğenmediğimiz bu durumda hiç mi sorumluluğumuz yok?

Soruların akabinde hatırıma şu çarpıcı ayet-i kerime geliyor: “Bu da, bir millet kendilerinde bulunanı (güzel ahlak ve meziyetleri) değiştirinceye kadar Allah’ın onlara verdiği nimeti değiştirmeyeceğinden dolayıdır. Gerçekten Allah işitendir, bilendir.” (Enfal, 53)

Bir de “hakettiğimiz şekilde yönetileceğimizi” vurgulayan hadis-i şerif-i düşününce…

Peki biz bu durumu hak ediyor muyuz?

Cevap için toplum olarak hangi kriterlere dayanmak suretiyle oy kullandığımızı (veya kızıp kullanmayarak vatandaşlık görevimizi getirmediğimizi ve başımıza geleceklere razı olduğumuzu) düşününce çıkan sonuç haliyle iç açıcı değil.

Zira söyledikleri ile yaptıkları birbirini tutmadığı halde hala bazıları bu halk tarafından seçilebiliyorsa, hatta seçerken “nasılsa hepsi çalıyor” diyerek (medeni bir biçimde) hesap sorulması gereken icraatlere mazeret bulunuyorsa, milletçe değerlerimizi neredeyse hiçe saydıkları halde sırf sahip çıkıyor göründükleri için bazıları hala halktan destek bulabiliyorsa… hakettiğimiz yöneticilerin daha nasıl olmasını bekliyoruz?

Kur’an-ı Kerim insanın olduğu kadar toplumların da şahsiyetli olmalarını, şahsiyetlerini muhafaza etmelerini ister. Nitekim, Bakara 104. ayette müslümanlara vurgulanan hususlardan biri Hz. Peygamber’e (S.A.V.) dahi “sürü” psikolojisi içinde yaklaşılmamasıdır: “Ey iman edenler! Peygamber’e “raina” (“bizi güt”) demeyin, “bize bak!” deyin. Ve onu dinleyin. İnanmayanlara acıklı bir azap vardır.” (Bkz. Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, C. II, İstanbul 2001, s. 111-113)

Halbuki toplum olarak öyle bir hale geldik ki; daima birilerinin sırtında kolayca hedeflerimize ulaşmak istiyor ve bu esnada hiç sorgulamadan kendimizi akışa bırakıyor, ortaya çıkan neticeden ise “istismar ediliyoruz!” diyerek şikayet ediyoruz.

Unutmamak gerekir ki beğenmediğimiz bu insanlar yine bu toplumun içinden yetişiyor. Yani gerek ailevi eğitimleri gerekse örgün eğitim ve öğretimleri bizler tarafından veriliyor. Biz hangi değerleri ön plana çıkarıyorsak yeni nesiller buna göre şekilleniyor. (Tıpkı eskiden tüm dünyaya örnek olan yöneticileri yetiştiren de yine bu toplumun dedeleri olduğu gibi…)

Dolayısıyla eğer biz çocuklarımızı “köşeyi dönmeleri, ne olursa olsun diploma sahibi olmaları” gibi “realist” hedeflerle yetiştirip, “hizmet aşkı” gibi “idealist” hedefleri ve manevi değerleri dikkate almaksızın “dünyayı sen mi kurtaracaksın” mantığıyla yaklaşırsak yukarıdaki neticelere da şaşırmamalıyız.

İşte söz konusu yanlışı düzeltmek için ilk etapta eğitim sistemimiz ve milli eğitim politikamız (varlığı hususunda ciddi endişeler söz konusu olsa da) ele alınarak “nasıl insanlar yetiştireceğimiz” doğru temeller üzerine oturtulmalıdır.

Halk bazında da özellikle aile içi eğitimin yine doğru temeller üzerinde yürümesi sağlanmalıdır.

Bu noktada toplumsal denetim mekanizmalarının doğru ve yerinde tepkiler verecek biçimde işlemesinin önemini de göz ardı etmemek gerekir. Tabii bunun için yine halkımızın doğru bilgi edinme ve bilinçlenmesi şarttır.

Netice itibariyle ortaya çıkmaktadır ki günübirlik kararlarla eğitim yapılamayacağı gibi “hedefsiz” bir eğitim de söz konusu olamaz! Aksi halde bilgiyi kullanamayan, şahsiyeti oturmamış insan tiplerini sıkça görmek kaçınılmaz olacaktır.

Değerlere Saygı Algılaması

Son dönemlerde büyük ses getiren “Cumhuriyet Mitingleri”nin önde gelen düzenleyicilerinden olan Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) Başkanı Türkan Saylan, çağdaşlaşmak için Türk müziği yerine Batı müziği dinlenmesi gerektiğini iddia etti.

Saylan, “Türk müziği yerine, çok sesli müzik getirmek çok önemli. (Dikkat yanında değil yerine!) Bizim müziğimiz tek sesli. Batı müziğinin özelliği çok sesli olmasıdır. Batı müziğinde orkestrasyon vardır, farklı şeyleri söylemek uzlaşmadır, demokrasidir. Batı müziği dinleyen, demokrasi anlayışına sahip olur.” dedi.

Sn. Türkan Saylan’ın bu garip tezinde halkı orkestra üyelerine benzettiğini düşünürsek, orkestra şefi rolünü kime verdiğini kestirmekte güçlük çektik. Ama bir şey var, bir parti organizasyonu olarak yapılmadığı halde adı geçen mitinglere milliyetçi muhafazakâr muhalefet partileri taraftarlarının, AKP’ye duydukları tepki en az sol kesim kadar güçlü olmasına rağmen, neden daha az rağbet ettiğini kolayca anladık.

Ve iki soru, Cumhuriyet mitinglerine katılan halkımızın Sn. Saylan’ın bu görüşünden önceden haberi olsaydı, O’nun düzenlediği mitinglere katılım hangi oranda azalırdı? “Ülkenin bağımsızlığını” savunanların kendi kültürünü dışlamasını nasıl izah edebiliriz?

En iyisi, demokrasinin halkın değerlerine saygı rejimi olduğunu hatırlatıp, Sn. Saylan’a Türk Müziğinin güzel bir eserinden ilhamla seslenelim: “Kimlere etsem şikâyet, ağlarım ben haline.”

Aynı davranış biçimini dış politikada milli menfaatleri savunma konusunda son derece dirayetli ve bilgili çıkışlarıyla dikkati çeken Sn. Onur Öymen’de de izlemiştik. AKP’yi ve Sn. R.T. Erdoğan’ı onlarca konuda çok haklı bir biçimde eleştirip sıkıştıran, CHP’nin dış politikalarını belirleyen en önemli kişisidir Sn. Öymen. “Sn.Başbakan bir kadını dansa kaldırmayı bile beceremez” diye küçümseyen bir ifade kullanınca Türk halkını anlamaktan ne kadar uzak olduğunu göstermiş ve şahsi etkinliğine ciddi bir darbe vurmuştu.

Üstelik kendi genel başkanı Sn. Deniz Baykal’ın da, eşi dâhil olmak üzere bir kadınla dans ettiği görülmemişti. Sn. R.T. Erdoğan ayağına gelen topu gole çevirmekte hiç zorlanmamış, “dans etmem ama horon teperim” cevabını vermişti.

ANAP Genel Başkanı Sn. Erkan Mumcu, benzer bir hatayı Genelkurmayın muhtıra diye adlandırılan bildirisinde de görmüş ki uyardı. Bildiriye sokuşturulan “kutlu doğum haftası kapsamında yapıldığı iddia edilen bazı etkinlikleri rejim için tehlike olarak sunan ifadelerin, Türk milleti tarafından, bunlar peygamber sevgisine karşılar diye algılamasına sebep olabileceğini” ifade etti. Bu tür yanlışlıklar ve davranışların şimdiye kadar AKP’nin ekmeğine yağ sürdüğü ortada. CHP ve diğer sol partilerin merkezde bulunan, siyasal açıdan ılımlı ve milli değerlerine bağlı kitleler nezdindeki algılamasını seçime kadar değiştirme gayreti ve şansı pek bulunmuyor.

Bu kitleler için “kendi milli değerlerine saygılı olduğu algılamasında” en şanslı iki parti, DYP ve ANAP’ın birleşmesiyle kurulan Demokrat Parti ve MHP’dir. Bu iki partinin gösterecekleri performans AKP’nin seçimlerden güçlü veya güçsüz çıkmasını belirleyecek gibi görünüyor.

Demokrat Parti’nin zayıf tarafı Genel Başkan Ağar’ın “teröristlerin dağda çatışacaklarına düz ovada siyaset yapsınlar” politikasını açıklamakta yaşadığı sıkıntı, MHP’nin ise ekonomide ve iç politikadaki projelerini kitlelere ulaştıramamasıdır. Seçime kadar olan süreyi bakalım hangi parti iyi değerlendirebilecek?

İletişimin Sağlığı Açısından Bilinmesi Gerekenler

İletişim yüzyıllardan beri devam eden bir kavramdır. İlk insanlarda duvar yazıları, çivi yazıları, resimler şeklinde olan iletişim konuşma şekline dönmüş ve iletişim araçlarının olmasıyla da modern görünümüne kavuşmuştur.

İnsanlar bulundukları her çevre ile ister istemez iletişime geçerler. İsteklerini, ihtiyaçlarını, sorunlarını iletişimle çözerler. Bu istek ve ihtiyaçları için ne kadar iyi iletişime geçerse sorunları o kadar çok çözülecektir. İnsan kendi iç sorununu dışarı aksettirmediği zaman kendisiyle çatışmaya başlar, saldırgan bir tutum alır. Bu tür insanlarda gözlenen özellik içine kapanıklık, sorunlarını dile getirememe, her denilene evet deme hayır sözcüğünü fazla kullanamama ve hayatı boyunca ikinci planda kalan bir yaşam tarzıdır. Bu insanın iletişime geçtiği her fert ile arasında bozuk temelle kurulmuş olan bir ilişki ağı olacaktır. Bundan dolayı kişi iletişimini bozuk temele oturtmuş olan savunmacılıkla yapacaktır. Savunmacılık ise, ferdin benlik bilincini koruma ihtiyacından kaynaklanır. Savunmacı durumda olan kişi ise zihin gücünü söz konusu edilen durumdan çok, kendisini savunmaya harcar. Konudan söz etmek yerine, karşısındakine nasıl göründüğünü düşünür. Karşısındakini nasıl alt edeceğine, tartışmayı nasıl kazanacağına, nasıl baskın çıkacağına kafayı yorar. Bir kimse saldırgan biçimde konuşursa, muhatabına kendiliğinden bir savunmacı tavır takınır. Savunmacılığı gittikçe artan kişi, karşısındakinin niyeti, söylemek istediği şey ve duygularını anlayamaz hale gelir. Bu insan kendi makus talihini insanlarla devamlı iletişime girerek yenecektir. İletişimde ilk kural dinlemeyi öğrenmekle işe başlayacaktır. Kişi dinlemeyi doğru bir şekilde yerine getirdiği zaman iletişim kazaları olmayacak ve ardından başarı meydana gelecektir. Kişi iyi bir dinleyici değilse, kavrayamama ve fırsatları kaçırma ihtimali olacağından, diğer kişisel becerileri (pazarlık yapma, ikna etme, çalışmaları yürütme, sorunları dile getirme vb.) geliştirme şansını büyük ölçüde yitirecektir.

Dinleme ile işitme birbirinden farklıdır. Dinleme ile işitme arasındaki fark, görmekle bakmak arasındaki fark gibidir. İşitmek sözleri duymaktır. Dinlemek ise söylenene dikkat etmeyi yorumlamayı ve hatırlamayı gerektirir. Ayrıca dinlemek, öğrenilebilen ve geliştirilebilen bir beceridir. Başarılı, etkin bir dinleme’’ aktif dinleme’’ dir. Aktif dinleme ise şu unsurları içine alır.

YOĞUNLAŞMA: İnsan beyni ortalama bir konuşmacının hızının yaklaşık dört katı hızlı konuşmayı takip edebilecek bir kapasiteye sahiptir. Aradaki boş zamanı pasif dinleyici başka şeyle düşünerek geçirmesine karşılık, aktif dinleyici konuşmaya konsantre olur ve söylenenin ardındaki anlamı yakalamaya çalışır.

EMPATİ: Aktif dinleyici, kendini konuşmacının yerine koyar ve ne anladığını değil, konuşmacının ne demek istediğini anlamaya çalışır.

KABULLENME: Aktif dinleme, konuşma süresince objektif olma ile gerçekleşir. Aktif dinleyici, sözünü bitirene kadar sadece anlatılanlara konsantre olur. Anlatılanlar kendi düşüncelerine karşıt şeyler olsa dahi o anda içinden yargılama yapmaz ve zihninden karşıt seyler üretmeye kalkarak anlatılanların bir kısmını kaçırmaz.

BÜTÜNÜ ANLAMAYA İSTEKLİ VE GAYRETLİ OLMA: Aktif dinleyici, kulakları, gözleri ve aklı ile dinler. Sadece sözleri değil, vurgularla yüz ifadesini ve vücut dilini de değerlendirerek mesajın tamamını yakalamaya gayret eder. Ayrıca aktif dinleyici mesajın tam olarak kaçmaması için sorduğu yapıcı sorular ile konunun netleşmesine yardımcı olur.

Son olarak iletişim adına söylenmiş birkaç sözle konuyu bitirelim.

Kullandığın kelimelere dikkat et, çünkü onlar senin yaşama biçimini belirleyecektir. Her istediğini söylersen istemediğin cevapları işitirsin.

Zihni modeller münakaşa ile değil, müzakere ile değişir. Önemli olan aklı ilzam etmek değil, gönlü tatmin etmektir. Karşındakinin kalbine girmek istiyorsan ihtilaflı noktaları öne çıkararak muhatabının enaniyetini tahrik etme, ortak noktalardan hareket etmenin yollarını ara. ‘’Sana katılmıyorum’’ demektense, ‘’Şu görüşünüze katılmıyorum. Bu hususta ise şöyle düşünüyorum.’’ Demek daha makbul ve yürek fethetmeye daha yakındır.

İletişimde yanlış anlamaların önüne geçmek istiyorsan ‘’Aktif dinleme’’ metodunu kullan. Aktif dinleme; dinleyen kimsenin dinlediklerinden anladığı şeyi tekrar edip doğru anlayıp anlamadığını muhatabına anlatması demektir.

Başarılı insan ilişkileri, bir başkasına istediği şeyi vererek karşılığında kendi istediğimiz bir şeyi almak demektir.

İnsanlarla olan ilişkilerimizde sorunsuz iletişime katkıda bulunmamız ümidiyle sevgi ve muhabbetlerimi sunarım.

29. Şura Ve Anlamı

Aydınlar Ocakları 29. Şurası 27-29 Nisan tarihleri arasında Konya Aydınlar Ocağımızın ev sahipliğinde yapıldı. Bu vesileyle yurdumuzun manevi ikliminin önemli bir parçası olan Konya’da bulunma mutluluğuna erdik. Konya Dedeman Otel’de gerçekleştirilen Şur’aya kuruluş aşamasında olan 4 Ocağımızla birlikte 33 Aydınlar Ocakları iştirak etti. Bu defa, her bir Ocaktan fazla üyenin iştiraki olunca; istişare toplantıları daha canlı ve yoğun geçti. 21 Ocak temsilcisi görüşlerini ifade ettiler. Şur’ada serbest zamana ve kültürel gezilere de yer ayrılmış olması, hanım iştirakçi sayısını da arttırdı. 3 gün süren Şura’nın 2. gününde Prof. Dr. Nuri Köstüklü , Bilal Şimşir’in konuşmacı olduğu, Prof. Dr. Ömer A. Aksu’nun oturum başkanlığını yaptığı “Ermeni Meselesi” açıkoturumuna şehirden de çok iştirak oldu.

İstanbul ve diğer bazı büyük şehirlerimizde gördüğümüz manzaralar Konya’da da geçerliydi. Fabrika yerine, büyük alışveriş merkezleri kurulmuştu. Türkiye’nin her yerinde insanlara üretimi değil; tüketimi öğretiyoruz. Tabii yerli yerine; ithal mallar da kaliteli kalitesiz öne çıkıyor. Kurduğumuz tesis ve otellerde Türkçe’ye saygısızlık her yerde aynı… Adeta Türkçe terk edilmiş, yerine İngilizce geçmiş. Şuranın 4 sayfalık sonuç bildirisi Aydınlar Ocağımızın internet sayfasında da yer alıyor.

Toplantının düzenlenmesinde büyük emek sarf eden Konya Aydınlar Ocağımıza, başta Başkan Dr. Mustafa Güçlü olmak üzere, herkese, toplantıyı şereflendiren Ocaklarımıza, vefalı, kadirşinas ve milli endişe sahibi arkadaşlarıma buradan teşekkürü bir borç biliyorum.

Bu Şur’amız, küresel çapta belirsizliklerin ve istikrarsızlıkların arttığı, önü açılmış milli devletlerin ve bu arada Türkiye’nin bir takım yeni tip kuşatma ve tuzaklarla karşı karşıya bırakıldığı bir dönemde yapılmıştır. Hayali AB üyeliği uğruna içişlerimize müdahaleler artmış, bunlar çoğu kere yönetenler tarafından normal karşılanmış, gerekli milli tepki gösterilememiş ve siyasi irade ortaya konamamıştır. Bizi biz yapan birliktelikler yerine; ayrılıklar ve farklılıklar kutsallaştırılmış, gerginlikleri tırmandırıcı beyanlar ülkeyi yönetenlerce seslendirilir hale gelmiştir. Türklüğün dışlandığı ve tartışmaya açıldığı, etnik ırkçılığın hortlatıldığı, insanların birbirine ötekileştirilmeye çalışıldığı ve bunun da demokratikleştirilme zannedildiği bir dönemden geçiyoruz. Anayasal ve milli kurumlarımız ile iktidar arasındaki uyumsuzluğu ve rekabete varan çekişmeleri ülke çıkarlarıyla bağdaştırmak mümkün değildir. İktidarlarını demokrasiye borçlu olanlar, adeta rövanş alıcı, intikam kokan, gerginlikleri tırmandıran tavırlarıyla demokrasinin sorunu haline gelmişlerdir. Bu yanlışların Irak’ın Kuzeyinde, Kıbrıs’ta yeni düzenlemeler zorlandığımız bir ortamda gündeme getirilmesi, Musul petrolleriyle ilgili dünkü gelişmeleri hatırlatıyor. Ülkenin iç sorunlarının çözümünde dış desteklerin kullanılması, hükümranlık haklarımız ve caydırıcılığımız üzerinde menfi etkiler yapmakta ve demokrasi ile de bağdaşmamaktadır. Türkiye sorunlarını demokrasi içinde çözemez noktaya sürüklenmemelidir. Çözüm gerginlik ve kamplaşmalarda değil; “Ne Mutlu Türküm Diyene” veciz ifadesinin ve Anayasanın temel giriş maddelerinin kucaklayıcı, kapsayıcı mutabakat anlayışındadır. Teslimiyetçi politikalar, Yeni Petrol Yasası, yeni Vakıflar yasası, garip özelleştirmeler, Türkiye’ye düşman bazı STK faaliyetleri ve bizzat iktidarca desteklenmeleri, Patrikhaneye ve Heybeliada Ruhban Okuluna yakılan yeşil ışık, terörle mücadelede İspanya’daki yanlışın tekrar edilmesi, yükselen asayiş sorunları, artan yolsuzluklar ve işsizlik, milliyetçiliğin kafatasçılıkla suçlanması, Türk düşmanlığı, Ermeni sorununa yanlış bakış, Türkiye’ye karşı açılan psikolojik savaşa duyarsızlık, ister istemez milli uyanış ve milli direnişi de beraberinde getirmektedir.

Türkiye’de sorunların çözümü için, teslimiyetçi ve küreselci olduktan sonra laik olmak veya alnın secdeye gitmesi fazla bir fark teşkil etmez.

30. Şur’amızın, milli kimliğe ve İslâm’a dolaylı saldırılarda yeni merkez haline getirilmek istenen Hatay’da yapılma kararı da çok anlamlı olmuştur.

Bir Türk Yılda Kaç Kitap Okur?

Bir Japon yılda 25, İsveçli 10, Fransız 7 kitap okuyor. Peki ya bir Türk?

İşte çarpıcı sonuçlar:

Türkiye’de kitap okuma alışkanlığının henüz istenilen seviyede olmadığı belirtilerek, bu alışkanlığın özellikle çocuklara kazındırılmasında ailelere önemli görevler düşmektedir..

Kitap okuyanların kendini yenileyen, geliştiren, eleştiren, demokrasinin temel taşlarını oluşturanlardır. Popüler kültürün öznesi kalabalıklardan oluşur, kalabalık psikolojisinin de sorgusuz sualsiz yeniliklere kapılıp gitmeye müsaittir, bu durumun da kültürü besleyecek unsurların önü tıkanmıştır..

Yapılan araştırmaların, Türkiye’de okuma alışkanlığının çok düşük olduğu “Araştırmalara göre, bir Japon yılda 25, İsveçli 10, Fransız 7 kitap okuyor. Türkiye’de ise 6 kişiye bir kitap düşüyor. Araştırmalarda elde edilen bu sonuç, ülkemizde kitap okuma oranının ne kadar düşük olduğunun göstergesidir.”

Türkiye’deki eğitim sisteminin kitap okumaya teşvik edici olmadığı, kitap okuyanların örnek olarak gösterilmediği, en önemlisi çocuğa model olabilecek kişilerin kitap okumaya karşı duyarsız davrandıklarını, bu ortamda çocuklardan kitap okumalarının beklenmesinin yanlış olduğunu belirtmekte yarar vardır.

Çocuklara kitap okuma alışkanlığı kazandırılmasında ailelerin baskı yapmak yerine örnek olmaları gerekmektedir “Evde anne-babalar çocuklarıyla kitap okumalı, onlarla kitapçılara gitmeli, onlara kitap hediye etmeli. Kitap okuma alışkanlığı çocuklara ancak sevgiyle kazındırılabilir”

Okullarımızda kitap okuma alışkanlığı edindirme adında bir ders koymamız gerekli görülüyor. Demesi Kolay da acı veren bir gerçek. Aslında Türk toplumunun en çok okuması gerekirken en az okuyan bir toplum olarak görülmesi toplumun gittikçe yozlaştığını göstermekte.

Yaşayan kişiler olarak ve /veya bu durumu algılayan bireyler olarak etrafımızda çalışmalar yapmalıyız. Muasır medeniyetler seviyesine çıkmayı hayal etmek hamasi nutuklar atarak olmamalı. Gerçekten toplumumuzun okuyarak bir yerlere gelmesi gerektiğini vurgulamak zorundayız.

Bu gün gençliğimiz kütüphanelerde sabahlamalı bilgisayar başında dünyanın değişen ve gelişen gerçeklerini araştırmak zorunda. Gelecek güzel şeylere gebe ama bizim için bu doğumun çok sancılı olacağı görülmekte. Bunu en iyi atlatmanın yolu okumaktan geçtiğini hepimiz görmekteyiz. Önce biz okumalıyız daha sonra çevremizdekileri teşvik etmeliyiz.

Çevremizde okuma seferberliğini başlatalım. Okullarımızda başlatalım. İlçemizde başlatalım. İlimizde başlatalım. Türkiye de başlatalım. Artık bir yerlerden başlamamız gerekliliği geldi de geçiyor. Ham hayaller peşinde koşmanın manasızlığı ortada. Günümüz basın ve yayın organları daha çok yayınlarında magazin haberleri adıyla anılan yayınlara destek vermekte belkide reytingi yüksek olduğu için tercih edilmekte ama okuyucunun okuma alışkanlığı kazandıracak faaliyetlerden uzak durmakta.

Bu şartları hepimiz biliyoruz da çözümü ne diye düşünüyor muyuz? Bunu düşünmek gerekmekte. Biz birde bu yoluyla konuyu ele alalım. Öncelikle medya: Renkli resimlerle sayfalarını doldurmaktan vaz geçmeli, okumaya özendirici yayınlara yer vermeli, vurucu sloganlarla okumayı teşvik edici yazılar yayınlanmalı; Okullar ve öğretmenlerimiz: en fazla duyarlı olması gerekenler. Her gün yılmadan her ders bıkmadan öğrencilerimizi çocuklarımızı okuma konusunda teşvik etmeli onları yönlendirmeli örnek olmalılar; herhalde kamuoyu olarak bize en ağır görev düşmekte her platformda bu konuyu gündeme taşıyarak bu konuda gereğini yapmamız lazım çevrenin göstereceği duyarlılık bizim için çok önemlidir.

Ben şu anda bir kitap okumaya başladım. Sizlere kolay gelsin.

Bir Türk; yılda gelişmiş ülkelerin okuduğundan daha fazla kitap okumaktadır. Gerçekleşmesi umudu ile.

Saygılarımla

Psikolojik Tahlil !

Geçtiğimiz günlerde Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın yaptığı basın toplantısında kullandığı “her ne kadar güçsüz bir ülke olarak inandırılmak istensede ülkemiz güçlü bir ülkedir” ifadesi dikkatimi çekti.

Paşanın yapmış olduğu konuşmanın hemen hepsine katıldığım gibi, yukarıda kullanmış olduğu ifade ülke insanımızın psikolojisini açıklamak babında son derece önemlidir.

Hakikaten ülkemiz insanı uzun zamandır “güçsüz devlet ve millet” psikolojisi içinde yaşamaktadır. Halbuki yurtdışına gidenlerin birçoğu geri geldiklerinde ülkemizin diğer ülkelerden hiçbir farkı olmadığını, hatta milletimizin ahlaki olarak daha üstün nitelikte olduğunu söylemektedir.

Belirtmek gerekir ki milletimizin öz güven bunalımına girmesinin geçmişten gelen bazı sebepleri vardır. Çünkü tarihte büyük devletler kurmuş, dünya tarihinde önemli rol oynamış bir milletin kendini güçsüz hissetmesi sebepsiz değildir.

Milletimizin kendine güvenini sarsan geçmişteki en büyük olay II. Viyana kuşatmasıdır. Buradaki yenilgi milletimizin, imparatorluklara has “diğer milletlere yenilmezlik” duygusunu sarsmıştır. Tıpkı günümüzde, her zaman belirttiğim üzere, 11 Eylül saldırıları ile ABD’nin yaşadığı psikoloji gibi.

Nitekim bu yenilgiden sonra toplumda “neden yenildik?” sorusu doğmuş ve akabinde Batı’daki teknoloji bize uygulanmaya başlanmıştır. Ülkemizde başlayan modernleşme hareketlerinin temelini oluşturan bu durum daha sonra Batı’nın üstünlüğüne bizlerinse geri kalmışlığına yönelmiştir.

İncelendiğinde görülecektir; sosyologlar modernleşme çabasına giren milletlerin psiko- sosyal durumlarında kendilerine karşı bir özgüven eksikliği, Batı’ya karşı bir aşağılık kompleksi olduğunu vurgulamaktadır. Ayrıca sosyologlar bu durumun Batı’nın üstünlüğünü mutlaklaştırdığına, Batı’nın egemenlik ilişkilerini meşrulaştırdığına, bunun yanında Batı’da var olan sistemin umut ve gelecek vaad eden bir ideal olarak diğer toplumlarda yer bulduğuna dikkat çekmektedirler.

Yukarıda izah edilen durum şu an içerisinde bulunduğmuz toplum psikolojisinin aynası gibidir.

Bu bağlamda, önümüze konan AB’ye girme ideali uğruna bizi biz yapan değerlerden vazgeçmeye çalışmak ve üye olunduğunda ülkedeki her sorunun hallolacağına inanmak, kendimizi güçsüz görmemizin netcesinde doğan sonuçlardan sadece biridir.

Kanaatimce milletimize güvensizlik hissi bazı güçler tarafından kasıtlı olarak da aşılanmaktadır. Çünkü bu hissin neticesinde koşulsuz teslimiyet oluşmaktadır.

Tabii Türk milletinin geçmişine bakıldığında dönem dönem kendini var eden özelliklerden uzaklaşabildiği görülmektedir. Mesela en eski dönemlerden Orhun yazıtlarında Bilge Kağan’ın halkına yönelik özünden uzaklaşma uyarısı manasında “titre ve kendine dön” ikazı yer almaktadır.

Ancak unutmamak gerekir ki; millet olarak ne zaman titreyip kendimize dönmüşsek dünya tarihinde önemli rol oynayan hadiseler meydana getirmişiz. Bu durumun en son örneği olarak tüm olumsuz şartlara rağmen İstiklal Savaşı’nı başlatmamız ve kendi özümüzden gelen güçle bu savaşı kazanmamız gösterilebilir.

Sevgili okuyucular, “inanmak kazanmanın yarısıdır” diye bir söz vardır. Ülkemizin son dönemlerde içerisinde bulunduğu durum kendimize inanmanın zamanının geldiğini göstermektedir. Çünkü bizim milletimiz son anda hamle yapan millettir. Bugünün şartlarında millet olarak bir hamle yapmazsak yarın çok geç olabilir. Saygılarımla!…

Uçmayı Bilmiyorsan…

Bugünlerde herkes Genelkurmay Başkanlığının internet sitesinde yayınlanan “Hükümete uyarı”, “muhtıra” veya “e-muhtıra” şeklinde nitelendirilen bildirisini konuşuyor, yazıyor. TV ve gazeteleri izleyen herkes, her kesimden insanların bu konudaki fikrini öğrenmiş durumda. Böyle günlerde rahatlamak için biraz mizah denemesi yapmak ve bir fıkra anlatmak belki daha iyi olabilir.

Fıkra bu ya, karga ile tavşan bir uçak yolculuğunda, yan yana koltuklarda seyahat ediyorlarmış. Karga bir ara, hostesi çağırma düğmesine basar, gelen hostese soğuk bir gazoz istediğini söyler. Hostesin getirdiği soğuk gazozdan bir yudum içen karga “bu ne biçim gazoz, ben buz gibi bir gazoz istiyorum” diyerek tersler. Gelen ikinci gazozun da gayet soğuk olduğu bardağın buğulanmasından bellidir. Ancak karga yine benzeri ifadelerle daha soğuk gazoz istediğini söyleyerek gazozu iade eder. Yine soğuk olarak gelen üçüncü gazozu ise söylene söylene içer.

Karganın yanında seyahat eden tavşan “karga kardeş, gelen gazozların hepsi de soğuk olduğu halde neden böyle davrandın?” diye merakla sorunca, karganın cevabı kısa ve nettir: “Hiç! Pislik olsun diye böyle yaptım.”

Bunun üzerine tavşanda da aynı şekilde davranma arzusu uyanır. O da hostesi çağırır, soğuk gazoz ister, gelen gazozu beğenmeyerek tersler, yenisini ister. İkincisinde de aynı davranış biçimini sergiler. Bu arada hostesin tahammül edecek hali kalmamıştır. Uçağın güvenlik amirine giderek karga ve tavşanın “pislik yaptığını” anlatarak şikâyet eder. Güvenlik amiri, derhal kapının açılarak bu iki yolcunun dışarı atılması talimatını verir.

Kapıya götürülmekte iken karga tavşana sorar: “Tavşan kardeş sen uçmayı bilir misin?” Tavşan büyük bir korku ve endişe içinde “hayır” diye cevaplar. Karganın cevabı: “Tavşan kardeş, uçmayı bilmiyorsan, pislik yapmayacaksın.”

Bu arada karga ile tavşanın davranışlarından rahatsız olan yolculardan bir kısmı güvenlik görevlilerine tezahürat yapmaktadır: “Atın bu pislikleri aşağıya.”

Yolculardan diğer kısmı ise endişeli bir itiraz içindedirler: “Arkadaşlar bu keyfi bir uygulamadır. Bu görevlilerin canının istediğini böyle aşağıya atmasını destekler veya göz yumarsak bir müddet sonra içimizden başkalarını da aşağıya atmayacağını kim garanti edebilir?”

Bir grup yolcu ise orta yolu bulma telaşındadır: “Sayın yolcular böyle meseleler fevri bir şekilde çözülmez. Bakın içimizde çok tecrübeli bir hukukçu yolcu var. İsterseniz önce O’nun fikrini alalım, yanlış bir iş yapmayalım.”

Tecrübeli hukukçu, “durun bakalım, bu zannettiğiniz kadar basit bir mesele değil. Herkes sakin bir şekilde beni beklesin, bir müddet düşünüp, değerlendirdikten sonra karar vereceğim” der.

Bu arada yolcuların büyük çoğunluğu içlerinden samimi bir tarzda: “İnşallah hemen en yakın hava limanına bir iniş yapsak da, bu meseleyi ayağımız karaya basarken, sağduyu ile ve daha geniş bir katılımla çözsek” diye dua etmektedir.