14.4 C
Kocaeli
Perşembe, Eylül 25, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1260

Kanatlanma Zamanı

0

Pek bunalmıştık son günlerde. Yazın cehennemi sıcağını taşıyan rutubetli havalar, yoğunlaşan işler, idrak yoksunu, anlama ve diyalog özürlü insanlar bunaltmıştı bizi. İnsan olmayı özlemiştik. Bir kaçış noktası arıyorduk, seyahati özlüyorduk. Kendimizden kopmuştuk; ruhumuzun değil, hazlarımızın hizmetkarı olmuştuk. İç çalkantılar, dış tazyikler arasında insan dışı bir yaratık, hilkat garibesi olmuştuk. Derken bir esinti geldi zamanlar üstünden. Üç ayların habercisiydi bu rüzgar. Adı: Regaip.

Sabahın ilk dakikalarında aldım, ilk Regaip mesajını. Dostum Cemil Bey’di gönderen. Arkasından yüzlerce mesaj geldi. İadesiz olmazdı mesajlar. Şu ifadeleri kullandım mesajımda: “Allah’ım, kutlu aylar dolayısıyla hepimize güzellikler yaşamayı ve yaşatmayı nasip et. Amin!” Mesajım nedeniyle dostlarım, telefon ettiler, mesaj gönderdiler. Güzellikler paylaşıldı, dualar edildi karşılıklı. Ruhlar iklim değiştirdi, bedenler dinginleşti bir süreliğine.

Rağbet demekti, Regaip; çok istenen, rağbet edilen. Üç ayların ilk cuma gecesi kabul edilen bu gecede Hz. Amine’nin, alemlerin efendisi Hz. Muhammet’e hamile kaldığına inanılır. Müslümanlar, bu gecede Allah’ın rahmetini, lütfunu, yardımını umarlar. Katılaşan kalpler, dünyevileşen arzular törpülenir bu aylarda. “Ben kimim, hangi yoldayım, niçin varım, ne olmalıyım?” soruları sorulur. Aynadakilerle yüzleşilir. Yol haritamızdaki konumumuzu tespit ederiz, sapmalar varsa kendimize bir ayar çekeriz üç aylarda. Varlığımızı borçlu olduğumuz Yaratan’ın soracağı sorular doğrultusunda yaşantımızın olup olmadığına bakarız. Onun elçisinin hayatına öykünürüz, öğütlerini yaşam standardımız haline getiririz.

Bu güzel gün, onu takip edecek günler ve aylar dolayısıyla amel defterimizi açsak, bunda samimi olsak, cesur olsak; ne kaybederiz? Şimdiye kadar yaşadıklarımız zaten birer kayıp değil mi? Defterimizle yüzleşsek, belki kalan zamanımızı kazanca dönüştürürüz. Artılarımızı eksilerimizi sütunlar halinde alt alta koysak, onları kutsal öğretiler doğrultusunda mihenge vursak; gitmeden önce gideceğimiz yeri görebilir miyiz? Gideceği yeri kimse bilmiyor, bu doğru; ancak elimizde adresimiz varsa gideceğimiz yeri niçin bilmeyelim? Bu günlerde kendimizi adres testine soksak, biz adresi doğru okuyabiliyor muyuz, yaşadığımız hayat bizi doğru adrese götürüyor mu? Bu teste şiddetle ihtiyacımız var.

Yanaşacağı limanı bilen kaptana hiçbir fırtına engel değildir. Düşman sanılan her fırtına dostudur bilinçli kaptanın. Yaşadığımız bütün olumsuzluklara, direncimizi artıran fırtına gözüyle bakmalıyız. Bunun için, önce bilincini inancından alan kaptan olmak gerekiyor. Bu deryada zamanlar ötesi meltemler eser o zaman. Gönüller sevinç dolar, ruhlar şad olur. Kötülük yüklü buz dağları, gönül sıcaklığından gelen meltemle erir kısa zamanda. Bu güzellik ertelenemez. Hemen başlamalıyız ılgıt ılgıt esmeye. Önce kendimizi, sonra ailemizi, daha sonra çevremizi kuşatmalı rayiha yüklü rüzgarlar. Mahallemiz, kentimiz, ülkemiz, bütün alem muhtaç bu iklime.

Bizi bize iade edecek iklimin rüzgarına kanat vuruşuyla destek veren kuş olmaya ne dersiniz? Şimdi kanatlanırsan edebi uçarsın!

Kavga Büyüyor, Kurumlara Güven Kalmıyor (Ya Tuz Kokarsa!)

“ERGENEKON” VE “BELGE” KONUSUNDA TARAFLAR SAMİMİ DEĞİL. Türkiye’de Ergenekon davası ile birlikte açığa çıkan ve her geçen gün şiddeti ve kapsamı genişleyen müthiş bir mücadele yaşanıyor. Kavganın boyutu, “İrticayla Mücadele Planı” diye adlandırılan, Taraf gazetesince “AKP ve Gülen’i bitirme planı” diye manşetten aktarılan habere konu “belge/kâğıt parçası” ile iyice büyüdü.

Bu kavganın Türk Milleti için faydalı bazı sonuçları olabileceği gibi, Türkiye’nin asli gündeminden uzaklaşıp, enerjisini iç mücadelede harcamasının ağır bedellerinin olması da mümkündür.

Medyada, darbeciliğin önlendiği demokratik bir devlet özlemi üzerine dikkatleri çekip, insan hakları ve hukukun çiğnenmesini göz ardı edenler de; siyaseten mücadele edemediği AKP’ye karşı askeri darbe özlemi içinde olanlar da rol yapmaya devam ediyor. İki kesim de demokrasi, cumhuriyet, insan hakları vb kavramları hoyratça ve işine geldiği şekilde kullanıyor.

Yüksek yargının aleyhine verdiği karara karşı isyan eden AKP yanlıları, Ergenekon yargılamasında ise “yargıya güvenelim” demekte; “belge” konusunu araştıran askeri savcılık makamına ise hiç güvenmediklerini ifade etmekte. Karşı taraf ise askeri yargıya ve yüksek yargıya tam itimat ederken, Ergenekon davası yargılamasına hiç güven duymamakta.

Her iki tarafı da haklı gösterecek geçmiş tecrübeler var:

Anayasa Mahkemesinin Cumhurbaşkanı seçiminde TBMM’nin en az 367 milletvekili ile toplantı yapabileceğine dair kararı, Askeri Yargının 28 Şubat sürecinde andıç olaylarındaki sicili, iktidar tarafına koz teşkil ediyor.

Ergenekon savcıları daha iddianameyi açıklamadan, iktidar yanlısı medyaya servis edilen bilgiler ve sızdırılan belgelerle, “masumiyet karinesi” ilkesi bir yana bırakılıp, savunması alınmayan kişileri peşin suçlu ilan eden yayınlar, neyle suçlandığını bilmeden aylarca tutuklu kalan insanların olması gibi hukuksuzluklar da karşı tarafın haklılığı ve mazlumluğunun delili olmakta.

**************************************

ABD, BU KAVGANIN NERESİNDE: Görünen aktörler ve güncel olaylara takılı kalmayıp, biran olsun büyük resmi görmeye çalışalım. Orta Doğu ve Kafkaslardaki siyasi satrancın esas oyuncusu ABD’nin, Türkiye’deki bu iç çekişmelere bigâne ve tarafsız kalmış olması mümkün müdür? Hatta bu iç çatışmalarımızın müsebbibi olması çok ihtimal dışı bir varsayım mıdır?

Kafkaslarda renkli devrimler tesadüf değil, ABD’nin rolü belli. Türkiye’de benzeri olması sürpriz olabilir mi? Bugüne kadar hangi darbe ABD’ye rağmen ve hatta ABD’siz yapılabilmiştir? Bundan sonra darbe heveslileri olsa bile, ABD’ye rağmen ihtilal yapabilir mi?

İç kavganın müsebbibi saymasak bile, ABD’nin hangi tarafı tuttuğunu bilmek önemli ve gerekli değil midir?

Türkiye’nin güneydoğusuna komşu gelen, işgalci ABD’nin Irak’tan çekilme projesi için bir hazırlık olduğu malum. ABD Irak’tan çekilirken -menfaatlerinin korunması kapsamında- Türkiye’ye de bir rol vermek istiyor. PKK’nın uzunca bir süre pasifize edilmesi karşılığında, Irak’ın kuzeyinde kurulan Kürt devleti ile iyi ilişkiler geliştirmemiz ve bu devletin güçlendirilmesi isteniyor. Bu planın, bazı Kürt liderlerin hayallerinden çıkaramadığı Türkiye, Irak, Suriye ve İran topraklarından alınacak paylarda “Büyük Kürdistan” kurulması yönünde atılmış adımlar olması ihtimali vardır.

Nihai ve asıl hedef olduğu söylenen, “Büyük İsrail” projesinin böyle bir aşamadan geçerek kurulabileceğine dair tezleri de hafife almamak gerekir.

Emperyal devlet ABD, bu projeye göre, bölgede etkili olan devletlerde ve bu arada Türkiye’de siyaset oyuncularının güçlerinin ayarlamasını gerekli görmüş olabilir. İran’da ABD’ye kafa tutan rejimin yaşadığı sıkıntıların zamanlaması tesadüf olmasa gerek. Dünyanın bir numaralı süper gücü iseniz, Türkiye’de, siyasi iktidar ile mutabık kaldığı bir proje hakkında, hükümet ile TSK arasında fikir ayrılıkları varsa, TSK’yı kamuoyu nezdinde zayıflatmak, Türk milletini milli birlik ve milliyetçi heyecanla tepki veremez hale getirmek, iç çatışmalarla dış planları göremez hale getirmek gibi planlarınız olabilir. Türkiye’ye bugün yaşadığımız olayları yaşatır, en azından destek verirsiniz.

Bunun için içeriden, darbecilik açısından zaten sicili pek parlak olmayan, TSK’ya karşı, kuyruk acısı olan veya kendileri için tehlikeli bulan gruplardan müttefikler bulmak.. 

Soros fonları ile bağladığınız aydın, yazar ve bilim adamı unvanlı kişileri etkin kılacak bir medya yapısı oluşturmak..

Geldiği siyasi ekol itibariyle devamlı yol kazalarına uğramış, kapatılma tehlikesini hep üzerinde hisseden iktidar partisi ile kendisini rahat hissettirecek bir formül üzerinde anlaşmak.. gibi adımlar atarsınız.

**************************************

KURALSIZ KAVGA KAMUOYUNU BÖLÜYOR. Mücadelenin ne kadar çetin geçeceğinin bilincinde olarak tarafların her türlü hukuk kuralını hiçe saydığı bir kuralsız savaş bu: Sızdırılan belgeler, bilgiler, telefon ve ortam dinlemeleri, internet aracılığıyla deşifre edilen özel hayatlar, üretilen belgeler, krokiler, kuyulara atılmış insan cesetleri haberleri… Kamuoyu oluşturma adına renkli devrimlerin yapıldığı bütün ülkelerde uygulanan teknikler… Beyin yıkama taarruzu..

Böylece devletin kurumları arasında çatışma ortamı yaratmak ve kamuoyunu “bizden ve onlardan olan kurumlar” algılaması sağlamak suretiyle parçalamak. 12 Eylül 1980 öncesi her grubun polisi, sendikası, birliklerinin olmasının getirdiği darbe ortamı malum. Askeri yargı- sivil yargı, üst mahkemeler- alt mahkemeler, polis- asker zıtlaşması ve bunların her birinin bir grubun elinde olduğu algılamasının Türkiye için ne gibi felaketlere zemin hazırladığını iyi görmek durumundayız.

Et kokmasın diye tuz kullanılır. Ya tuz kokarsa!!!  Dikkat…  Bu kurumlar hepimize lazım.

**************************************

DEMOKRASİ İSTİYORSANIZ… Halkın seçtiği iktidarların, kendilerini koruma ve kollama görevlisi kabul edenlerce devrilmesini istememenin alternatifi, telefonda bile konuşamaz hale gelen korkak ve ürkek bir toplum haline gelmek olamaz.

Hükümetin yürüttüğü bazı politikaları eleştirmek “halk iradesine karşı gelmek” değildir. Özelleştirme adına varlıklarımızın (fabrikalar, limanlar, madenler, bankalar ve şirketlerimizin)  yabancılaştırılmasından, mayından temizlenecek arazinin yabancılara tahsisine; Kıbrıs‘tan Vakıflar Kanununa kadar yapılan yanlışları söylemek halk iradesine saygının bir gereğidir.

Demokrasi konusunda samimi iseniz, buyurun siyasi partiler ve seçim kanunlarını değiştirin. “Liderlerin seçilmiş kral olduğu”, bir kişinin meclis çoğunluğunu, bakanlar kurulunu, Cumhurbaşkanını ve Belediye başkanlarının çoğunu seçtiği bir sistemin demokrasi olup olmadığını tartışmaya açınız.

Tüketici Eğilimleri

Türkiye’de bir çok tüketici derneği kuruldu. Arkasından Federasyon oluşturdular, Tüketici bilinçlenmesine ve demokratik anlayışın ülkemizde yeşermesinde büyük katkıları oluyor. Bütün tüketici dernekleri aslında birbirine yakın konuları içine alıyorlar. Bunlardan bir tanesi olan Tüketiciler birliğine bir göz atalım, tüketici eğilimlerini anlama adına.

Tüketiciler birliği 7 ekim 1997 tarihinde kuruldu. Ciddi bir STK(Sivil Toplum Kuruluşu) . 2013 yılına kadar en çok şube ve üyesi olan, aynı zamanda, güclü bir alt yapısı ile uluslar arası etki gücüne sahip, dünyanın en iyi STK’larından biri olmak istiyor.

Amaç olarak; İnsanımızı, ulusal ve uluslar arası pazarda gelişen ve değişen küresel ekonomik ilişkilerin oluşturduğu haksız ve hukuksuz şartlardan korumak, kamusal mal ve hizmetler başta olmak üzere mal ve hizmetlerin tüketiciye ulaşması ile doğabilecek her türlü hukuksuzluğa engel olarak hukukun yaygınlaştırılmasını sağlamak; tüketicilerin her zaman sağlıklı ve hijyenik ürünlere sahip olmalarını; evrensel tüketici haklarının,anayasamızın ve tüketiciyi ilgilendiren başta 4077 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkındaki Kanun çerçevesinde ve bilgi çağında bilgiye hızlı ve kolay olarak ulaşmasına yardımcı olmak, tüketicinin sorunlarını çözümünde rehberlik etmek ve sonuçta toplumdaki hak arama bilincinin gelişmesine katkı sağlamak.(www.tuketiciler.org)

Buna karşın üretici ve tedarik firmaları da artık ürünlerini üretirken ve sunarken tüketici eğilimlerine dikkat eder olmuşlardır. Tarım sektöründen örnek verecek olursak

1 Mayıs 2007 tarihinde Tarımsal Üretici Birlikler kanunu çıkmış. Bununda amacı; üretimi talebe göre planlamak, ürün kalitesini iyileştirmek, kendi mülkiyetine almamak kaydıyla pazara geçerli norm ve standartlarda uygun ürün sevk etmek ve ürünlerin ulusal ve uluslar arası ölçekte pazarlama gücünü artırıcı tedbirler almak üzere tarım üreticilerinin, ürün veya ürün grubu bazında bir araya gelerek,tüzel kişiliği haiz tarımsal üretici birlikleri kurmalarını sağlamaktır…..

Bizim atalarımızın “Müşteri velinimetimizdir” anlayışı hakimdi hepinizin bildiği gibi yeni yapılmak istenen anlayışın gittiği müşteri felsefesini aslında bu ifadeler ancak karşılar.. Son yıllarda müşteri memnuniyeti ön plana çıkartan ve müşteri şikayetlerini dikkate alan bir anlayış hakim olmaya başladı. Bu yapıyı kurumsal hale getirmek için çeşitli prosedür yasa ve kanunlarla uluslar arası normlar ve anlayışlar ülkemizde de uygulanmaya koyuldu. Hem üreticiler hem tüketiciler çeşitli yasalarla korunurken ticaretin uluslar arası olması ile birlikte tüm detaylar irdelenerek hem ulusal hem de uluslar arası norm ve standartlara uyum konusunda ciddi gelişmeler yaşanıyor.

Dünyada tüketici eğilimlerine baktığımızda ise artık; tüketici odaklı yaklaşımlar çok ön planda.  Tüketici talepleri her geçen gün değişiyor farklılaşıyor. Dünyada küresel ısınma, radyasyon, genetiği oynanmış yiyecekler ve bunlara bağlı olarak tedavisi zor ve uzun süren hastalıkların artması, tüketicide farklı tüketici davranışlarına yol açıyor. Alacağı ürünün firmasını inceliyor, ulusal ve uluslar arası çapta hangi Sosyal Sorumluluk Projesine imza atmış diye bakıyor. Eğer o proje kendi dünya görüşü ile uyuşmuyorsa kendinle uyuşan projelere imza atmış firmanın ürünlerine yöneliyor.

Giydiği kazağın yününü hangi koyundan geldiğini öğrenmek isteyen bir tüketici kitlesi geliyor. Kullandığı ürünün yapım aşamalarında küçük çocuklar çalıştırılmış mı? çalıştırılmamış mı? Bunu merak eden tüketiciler var. Yiyeceği peynirin sütü hangi çiftlikten hangi inekten elde edildiğine kadar sorgulayan tüketiciler var. Firmaların ürünü üretirken çevreye olan duyarlılıklarını takip eden bi müşteri kitlesi var. Bu örnekleri çoğaltabiliriz aslında. Bu örnekleri çoğalttığımızda tüketicilerin zaman içersinde kaygı oranlarına göre, fikirlerine düşüncelerine göre, tüketici davranışlarının değişeceğini gözlemliyoruz.

Yeni ortaya çıkan bu tüketici davranışlarına uygun üretim ve sunum süreçleri oluşturan firmaların diğer firmalara göre zaman içinde daha ön plana çıkarak ve fark oluşturacaklardır.

 

Çocuklukta Görülen Problemler – 1

Sevgili okurlar merhaba, yazın sıcak günlerinde en sık görülen problemleri ele almaya çalışacağım. İyi okumalar…

TIRNAK YEME PROBLEMİ

Tırnak yeme, dört yaş civarında başlayıp çoğunlukla on iki yaş civarında duraksayan bir davranıştır. Çocukların hemen hemen yarısında tırnak yeme görülebilir. Bu davranış ergenlik çağına kadar sürebilir.

TIRNAK YEME DAVRANIŞININ ÖNLENMESİ

En etkili tedavi yöntemi, beş yaşına kadar bu davranışın anne baba tarafından görmezlikten gelinmesidir. Çocuğu üzen durumu bulup ortadan kaldırmak gerekir.

Çocuğa doğrudan yapılan ikazlar, ceza, korkutma, zorlamalar, durumu düzeltmeyeceği gibi, bunun artmasına da neden olabilir. Tırnak yeme, çocuğun psikososyal  gelişimi ile duraklar.

Aile içinde, çocuğun duygusal dünyasının kaldırabileceğinden ağır bir diktatöryal bir otorite varsa, bu duygusal  içe kapanıklıklara neden olabilir. Kendini ifade etmekten korkan, ya da donuklaşan çocuk bu davranışa yönelebilir.

Aile içinde, çocuğa karşı ilgisizlik ve duyarsızlık varsa anne babayla çocuğun iletişim sorunu ortaya çıkıyor. Bu tür ortamlarda büyüyen çocuklar duygusal gerginliklerini aile içinde konuşmadıklarından bu tip davranışlara yönelebiliyorlar.

Çocukların duygusal dünyalarında endişe korkuya neden olabilecek her türlü bilgisayar oyunu, televizyon filmleri, şiddet içerikli olaylara şahit olmaları sakıncalıdır.

Çocuğun gerginliklerine karşı, spor etkinliklerine katılmasını teşvik etmek bunun için gerekli ortamları hazırlamak, oyun, resim faaliyetleri ile ilgilenmek gibi önlemler de bu sorunla baş etmede kullanılan yöntemler arasındadır. Tırnaklara bakım yapmak ve kıymık gibi çocuğu rahatsız eden fazlalıklardan kurtulmasını sağlamak ve dikkatini bu yöne kaymasını engelleyici tedbirlerdendir.

Tırnak yemeyi isterlerse kolaylıkla bırakabilecekleri anlatılmalıdır. Bu alışkanlığı bırakmak isteyen çocuk kendisinde yeterli güveni bulursa daha çok çaba harcamaktadır.

ALT ISLATMA PROBLEMİ (ENÜRESİS)

Alt ıslatma nedir?

Çocuklarda, en az 5 yaşından sonra, yineleyici şekilde, istemsiz ya da amaçlı olarak, gündüz ve gece yatağa ve de giysilere idrar kaçırılması olarak tanımlanabilir. Tedavide, davranışsal yaklaşım ve ilaç kullanımı olmak üzere iki yöntem kullanılır. Davranışsal yaklaşım;davranışçı terapi, aile danışmanlığı, psikoterapiyi kapsamaktadır.

Gidiş ve sonlanım nasıldır?

Enüresis, zaman içinde kendi kendini yavaşlatan bir bozukluktur. Kendiliğinden düzelme 7-12 yaştan sonra sık görülür. 7 yaştan sonra düzelme oranı %10-15 olarak bildirilmiştir (American Psychiatrc Association 1994). Nadiren 18 yaşına kadar devam eder. 18 yaşında görülme sıklığı %1’dir. Alt ıslatmanın 10 yaşından sonra davranış bozuklukları, anksiyete bozukluğu gelişimi açısından risk faktörü olarak görülmüştür. Bu nedenle erken dönemlerde tedavi edilmesi gereklidir.

Tuvalet terbiyesi ne anlam taşır?

Çocuğunuzun gelişimde önemli bir evresinde tuvalet terbiyesi alması ve bu süreçte dikkatli bir eğitimin verilmesi önemlidir. Eğer çocuğunuz, sabır gösterdiğinizde anlayışla davrandığınızda ve en önemlisi çocuğunuz fizyolojik yönden hazır olduğunda sizin tuvaletiniz tutmasını istemenizi gerçekleştirmeye çalışacaktır.

TRİKOTİLLOMANİ (SAÇ YOLMA)

Çocuklarda hatta ergenlerde görülür. Sıkı sık saçları koparmak, çekmek, yolmak, şeklinde görülür. Hem kız  hem de erkekler de görülebilir.

Yapılan araştırmalara göre, saç yolma bozukluğunun nedenleri arasında, anne çocuk arasındaki duygusal bağın tam anlamıyla ve güçlü kurulamamış olması vardır. Çocuğun annesiyle duygusal bağ kuramaması onu rahatsız eder hırçınlaştırır. Ayrıca zihinsel özürlü çocuklarda da bu bozukluk görülür. Saç yolma davranışı gösteren çocukların anneleri, çocuğun bu davranışından dolayı cezalandırmamalı küçük düşürmemelidir. Aksine ailece daha yakın bir ilgi ve şefkat gösterilmelidir.

GENÇLERDE GÖRÜLEN PROBLEMLER

GENÇLERDE UYARICI MADDE KULLANIMI

Bağımlılık nedir?

Ruhsal Bağımlılık; Belli bir ilaç ya da maddenin merkezi sinir sistemini etkilemesi sonucunda ruhsal  bedensel bazı belirtiler ortaya çıkmıştır; genç bu maddenin yarattığı etkiyi yeniden yaşamak amacıyla bu maddeyi almak için güçlü bir istek duyar.

Fizik Bağımlılık; Kullandığı maddenin kesilmesi veya azalmasıyla, yoksunluk belirtilerinin ortaya çıkmasıdır. Artık sinir sistemi hücrenin işlevini sürdürmesi için, bu ve benzeri maddeyi devamlı almak zorundadır; ayrıca bu maddenin yarattığı ruhsal ve bedensel etkiyi devam ettirmek için, aldığı miktarı sürekli arttırmaya çalışır.

Madde kullanımının etkileri nelerdir?

Madde önce beyin sistemini etkiler, algılama, bellek, dikkat, düşünce gibi işlevleri bozar; yaşadıklarını farklı bir biçimde algılamaya başladığından kontrolünü kaybeder. Bu nedenle kendine ve başkalarına zarar verebilir. Bu durumda önce ailesi sonra yakın arkadaşları ve iş arkadaşları da olumsuz etkilenir.

Madde beynin bilgiyi alma, ayırma, sentez yapma yeteneğini etkiler. Bütün bilgiler birbirine karışır; yeni bilgile önceki bilgileri durdurur.

Maddenin algılama üzerindeki etkisi haincedir. Örneğin kokain öyle bir algılama yaratır ki bu maddeyi aldığı sırada, genç her şeyi çok mükemmel yaptığına inanacak kadar kendine güvenir. Ancak gerçekte bozulmalar meydana gelmeye başlamıştır.

Madde, kullanılan maddenin özelliklerine göre alışkanlık veya bağımlılık yapar. Fizik bağımlılık oluşunca madde alınmadığı veya azaltıldığı zaman yoksunluk belirtisi ortaya çıkar, bu belirtilerin ortadan kalkması için madde miktarını devamlı çoğaltmaya çalışır.

Maddenin tutsağı olunca, madde olmadan günlük yaşamını sürdüremez. Madde kişi için bedensel ve ruhsal ihtiyaç durumuna girmiştir.

En iyi tedavi HİÇ  BAŞLAMAMAKTIR.

Uyuşturucu maddeler danışma hattı: (0212 660 00 26)

Ametem@Ametem.com

“Demokratikleşme” Oyuncağı

Erciyes Üniversitesi eski Rektörü, Gazi Üniversitesi emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Naci KINACIOĞLU Hocamızın, değerli büyüğümüzün vefatını üzüntü ile öğrendim. Olmadık ve gereksiz kişilerin ölüm haberlerini manşetlere ve ekranlara taşıyanlar, Kınacıoğlu Hocanın vefat haberine çok uzak durdular. Aslında ölüm, ibret alabilenler için bir ders niteliğindedir. Ama ne yazık ki; bu ülkede anormal ve aykırı olanlar, işbirlikçiler ve dışarıdan korunanlar itibar görmektedir. Yahya Kemal’in dediği gibi; “Yaprak nasıl düşerse suya, Ruh da sessizce dalıyor uykuya…” Hocamıza Allah’tan rahmet, yakınlarına, meslektaşlarına ve kendilerini Türk Milletine mensup hissedenlere başsağlığı diliyorum.

Basında öyle yazılar çıkıyor ve terör örgütünü Meclise taşıyanlarca öyle beyanatlar veriliyor ki; bunlar sadece Türkiye’ye has örneklerdir. Aslında mukaddes değerlere, Türklüğe ve belirli kurumlara hakareti bile kanunla serbest hale getirmiş bir ülkeyiz. Bazı yazı ve beyanlara bizim dışımızda hangi ülkelerde rastlanabilir diye hep kendi kendime soruyorum. Bunlar, Türkiye’ye özgüdür. Son 5-6 senedir Türkiye’yi Türkiye yapan değerlere hakaret, aşağılama ve işbirlikçilik, normal ve demokratikleşmenin bir gereği gibi yutturulmaya çalışılmaktadır. Demokratikleşme adına yapılan platformlardan buna uygun kararlar çıkmaktadır.

Hangi ülke milli kimliğine her türlü saldırıyı serbest hale getirmiştir? Hangi ülkede Dünya dili olan Türkçe gibi bir dile karşı kabile ve aşiret ağızları rakip konuma getirilebilir? İngiltere’den İspanya’ya kadar hangi ciddi devletin meclisinde, demokrasinin kalbi sayılan bir kutsal alanda devletin dili dışında konuşmalar yapılabilir ve o mekânlar kirletilebilir? Bunları yapanlardan çok bunlara bu yolu açanlar ve bu fırsatı verenler suçludur. Türk Milleti vicdanında birçok siyasiyi mahkum etmiştir. Bunların %38 veya %40 rey almaları ne ifade eder ki? Cumhuriyeti ve milli devleti kuran, Milli Mücadeleyi yapan iradeyle ters düşenler, milli iradenin gerçek temsilcileri olabilirler mi?

Tam anlamıyla işleyen bir demokrasinin bulunmadığı, fikir, düşünce ve basın hürriyeti üzerinde ambargoların konduğu, birçok basın kuruluşunun iktidara yıkama yağlama servisi yaptığı bir ortamda, ülke sorunlarının TBMM’nde bile yeterince tartışılamadığı, kamuoyunun birçok özelleştirme ve satıştan habersiz olduğu, iktidarın kendi derin devletini yaratabilmek için her kurumu hedef aldığı veya ona alternatif aradığı, sivil darbelerin dünün askeri darbelerini bastırdığı bir ortamda Türkiye’de demokrasi var diyebilir miyiz?

Balkanlar’da ve Ortadoğu’da ortaya konulan tezgâh dikkatlerden kaçmamaktadır. Bu bölgelerde lider ve etkili olabilecek bir ülkenin varlığı kabul edilememektedir. Küresel amaçlara hizmet eden, gerçek demokrasi ile çelişen emperyal demokrasi dışında hiçbir milli ve şahsiyetli politikaya müsaade edilmemektedir.

Türkçe konuşulan ve Türk kültürünün yaşatıldığı her yer kültürel vatandan bir parçadır. İsmini ciddiye alıp burada belirtmeye bile gerek görmediğim bir yazar, partisinden kovulan ve DTP ile eylemlerde bütünleşen bir genel başkanın ifadelerine dayanarak “Kosova’daki Demokratik Türk Partisine (DTP) ilgi ve şefkat gösterenler, iş ülkemizdeki DTP’ye gelince farklı davranıyorlar” diyebilmektedir. Birbirine hiç uymayan bu yakıştırma ve benzetmeyi anlayabilmek mümkün değildir. Kosova’daki Türk Partisi, Kosova vatandaşlığını mı reddediyor? Kosova Cumhuriyeti dışında ayrı bir egemenlik ve bağımsızlık peşinde midir? Bizdekiler gibi “Dilimizi kabul ettiniz, topraklarımızı da vereceksiniz” mi demektedir? Mukayese dahi kabul edilemeyecek örnekleri gündeme getirerek; Devleti, hem milli, hem üniter yapıyı hedef tahtası haline getirenler aslında demokrasiyi bile içlerine sindiremeyenlerdir.

Türkiye’de etnik taassubun ve etnik ırkçılığın vardığı noktayı göz önüne alırsak; milletlerarası hukuka göre bunları etnik azınlık bile saymak mümkün değildir. Çünkü; milletlerarası anlaşmalarla etnik azınlık sayılabilmek için; mensubu olduğu devletin vatandaşlığını reddetmemek, çoğunluk haklarına sahip olmamak, sistemli dışlanmış olmak, ayrı bir hükümranlık hakkı peşinde olmamak ve devleti ile silâhlı çatışmaya girmemek gerekmektedir.             

Diyanet İşleri Başkanı Sn Ali Bardakoğlu’na Açık Mektup

0

Din İnsanlık için çok önemlidir. Bundan dolayıdır ki insanlığın tarihi kadar eskidir.
Allah ( cc)’ın ilk insanı aynı zamanda peygamber olarak yaratması da dinin insan hayatındaki önemini göstermesi bakımından çok önemlidir.

Zati âliniz ülkemizde din hizmetlerini yürütmekle sorumlu olan çok önemli bir kurumun başında bulunuyorsunuz.
Yetkilerinizin yanında manevi olarak sorumluluğunuzun büyüklüğünün de mutlaka farkındasınızdır.
Önemine binaen birkaç hususu dikkatinize sunarak ilgi ve alakalarınızı bekliyorum.

1-Ülke çapında hac ve umre organizasyonları sizin organizasyonunuzda gerçekleştiriliyor. Bu organizasyonlarda da sürekli Diyanet personelleri görevlendiriliyor.

Biz milli eğitim personeli olan ilahiyatçılar hiç hac ve umre organizasyonlarında görevlendirilmiyoruz. Milli Eğitim Bakanlığı ile bu konuda bir protokol imzalanamaz mı?
Bu konuyu gündeminize alıp düşünmeniz bizleri sevindirir.

Cami imamları bizim kardeşlerimiz, aynı zamanda da öğrencilerimiz. Öğrencilerimize tanıdığınız haklardan bizleri mahrum etmeniz yanlış değil mi?

Biz Milli Eğitim personeli olan ilahiyatçıların büyük çoğunluğu Türkiye genelinde cami, cemaat ve din hizmetleri ile iç içe olan fahri Diyanet personelleriyiz.
Biz Diyanet teşkilatını kendimizden farklı görmüyoruz. Lütfen sizde bizi kendinizden ayrı görmeyiniz.

Bazı imam arkadaşlarımız 8-10 kez ya da daha fazla hacca ve umreye gidiyor. Adamını buluyor gidiyor, yolunu buluyor gidiyor, gidiyor da gidiyor.

Bunlar öyle çok da sevabına yapılan din hizmetleri değil. Gerek Diyanet teşkilatı gerekse özel şirketlerle görevli olarak hac ve umreye gidenlere mutlaka makul bir sınır-sayı konulmalıdır.
Cami görevlileri istisnaları tenzih ederim camiyi, cemaati ihmal edip umre için ekip toplamaya uğraşıyor, sadece kendisine değil hanımına da bir ekip kuruyor.
Artık din hizmeti yerini din ticaretine bırakıyor.
Bu görevlilere yolluk almayacaksınız denilse kaç tanesi ikiden fazla ya da 8-10 kez o kutsal yerlere gitmek ister.

Bir de masraflarınızı da kendiniz karşılayacaksınız istediğiniz kadar hacca ve umreye gidebilirsiniz deseniz bu işi meslek edinen din görevlileri yine de ellerinde dosya, umreye bir iki umreye bir iki diye ev ev gezip umreci toplarlar mı?
Maalesef din hizmeti yerini din ticaretine bırakmış durumdadır. Bu da hoş bir görüntü değil.

Eğer bizlere lütfedip de görev vermeyi düşünürseniz ( görev vermeniz bizleri memnun eder ) iki sefer yeterlidir. Fazlasını isteyen kendi cebinden istediği kadar gitsin.

2-Diğer bir hususta halkımız İslam dinini yeterince ve doğru bilmediği için malumunuz olduğu üzere bir çok bölgede hurafeler, bidatler, örf ve adetler dinin yerine geçmiş durumdadır. Bir çok alanda olduğu gibi dini alanda da büyük bir yozlaşma söz konusudur.
Din adına bir çok yanlışlıklar yapılmaktadır. Bunlar için mutlaka bir şeyler düşünüyor ve de yapmaya çalışıyorsunuzdur.
Bu konuya yönelik hizmet içi eğitim seminerleri ile önce teşkilatınız mensuplarını eğitip onlar aracılığı ile halkı aydınlatmayı lüzumlu ya da faydalı görür müsünüz?
Toplumumuz yeterince kitap okumuyor, bir çoğu ezan okunmaya başlayınca yada ezan bitince camiye gidiyor.
Yani kitap ve vazu nasihat cemaatin bir kısmının yanlışlarını düzeltmeleri bidat ve hurafelerden kurtulmaları için yeterli değildir.
Yeterli olsaydı zaten şimdiye kadar çoktan bu mesele halledilirdi.
Zatı âlinizin ve de teşkilatınızın hoşgörüsüne sığınarak bazı önerilerde bulunmak isterim.
Zaman zaman  tek sayfalık el ilanları dağıtılarak halkı bilgilendirmek.
Bunlar çeşitli gün ve gecelerde cami çıkışlarında yapılabileceği gibi apartman dairelerinin de posta kutularına konulabilir.
Bilboardlar da zaman zaman  bu konuyla ilgili afişler asılabilir.
Bu konuda sivil toplum örgütleri ve ilgili kurum ve kuruluşlarla iş birliği yapılabilir.
Bunlar birer öneridir, dikkate alırsanız teferruatını sizler elbette düşünürsünüz.

3-İstisnaları tenzih etmekle beraber diyanet mensubu kardeşlerimizin bir kısmı cemaate hitap ederken hazırlıksız kürsüye çıkıyor, konusuz konuşuyor, zamanı doldurmaya çalışıyor bu da cemaatin dikkatinden kaçmıyor. Konuşmacıya ve konuşulana ilgi azalıyor cemaatin dikkati dağılıyor esnemeler başlıyor.
Görevli cemaate ne anlatırsan dinler düşüncesiyle hareket ediyor.
Cemaatte çocukluğumuzdan beri aynı yada benzer şeyler dinliyoruz düşüncesiyle ezan okunmadan camiye gitmiyor, bir noktada görevliyi protesto ediyor.
Görevliler halka hitap edeceği zaman halkın ihtiyacı olan, ilgi uyandıracak güncel meseleleri bir konu bütünlüğü içerisinde önceden hazırlanarak anlatırlarsa çok daha faydalı olacağı kanaatindeyim.
Lütfen diyanet mensubu kardeşlerim beni yanlış anlamasınlar hatalarımız söylemek dostluk ve kardeşlik vazifesidir.
Bilgilerinize sunar ilgi ve alakalarınızı beklerim.
Size ve tüm teşkilatınıza
Sevgi ve hürmetlerimle.

Kuş Gribi, Domuz Gribi, Kene Isırığı Hastalığı Enfeksiyonları

Bu enfeksiyonlar viral enfeksiyonlardır. Son günlerde kamuoyu gündemini fazlasıyla ilgilendiren haberler sebebiyle konunun bir hekim gözüyle değerlendirilmesinin uygun olduğunu düşündüm.

Virüsler canlılarda (İnsan ve hayvanlarda) çeşitli enfeksiyonlara sebep olan fakat bakterilerin sebep olduğu enfeksiyonlarda kullandığımız antibiyotiklerle tedavi edilemeyen ve bakterilerden çok daha küçük, değişik çeşitlilikte etkenlerdir. Bu canlılar muhtelif gruplar halinde sınıflandırılarak adlandırılıp incelenirler. Bunların yaptığı bazı hastalıklara karşı koruyucu aşılar üretilmiş ve bu hastalıkların bazılarına karşı önemli başarılar elde edilmiştir. Mesala çocuk felci hastalığı, kuduz hastalığı, kızamık hastalığı gibi…Grip hastalığına sebeb olan virüslerin her salgınında ki yapısal özellikleri degişkenlik gösterdiği için hazırlanan aşıları yeterince koruyucu etki yapamamaktadır. Aynı hastalık grubunda olmasına rağmen kendilerine karşı hazırlanıp kullanılan koruyucu aşılar bir sonraki  benzeri hastalıkta etkisiz kalmaktadırlar.  Kuş gribi virüsü kuşlarda enfeksiyon yapan bir etkenken yapı değişikliğiyle insanlarda da hastalık yapıcı özellik kazanmış, domuz gribi virüsü de özellik değiştirerek domuzlar arası enfeksiyon yaparken domuzdan insana, daha sonrada insandan insana bulaşıcılık ve hastalık yapıcı özellik kazanan bir etkendir.

Nezle bir virüs hastalığı olduğu gibi Kuş gribi, domuz gribi, Honk Kong gribi, Asya Gribi, Kırım Kongo Kanamalı Hastalığı (Kene ısırığı)… birer virüs enfeksiyonlarıdır. Bunlar çıkış yeri veya hastalığın başladığı bölge veya virüsün ilk yaşadığı canlı türüne göre isimlen-dirilirler.

NEZLE Mİ? GRİP Mİ?       

BELİRTİLER                    GRİP                                              NEZLE

Hapşırma, aksırma                     Hastalığın başlangıcında                             Sıklıkla
Ateş                                             38 C’nin üzerinde                                         Nadir
Boğaz Ağrısı                               Sıklıkla                                                        Sıklıkla
Baş ve Eklem ağrıları                  Her zaman ve ciddi                                     Nadir
Yorgunluk bitkinlik                     Uzun süre ve iyileşme sonrası da                Bazen ama daha kısa süreli
                                                     devam edebilir
Burun akıntısı, tıkanıklığı            Nadir                                                           Sıklıkla
Bulantı, kusma, diyare                5 yaş altı çocuklarda ve yaşlılarda sık         Nadir
Göğüs ağrısı                                Sıklıkla ve ciddi                                           Nadir ve kısa süreli

Görüldüğü gibi nezle birden ortaya çıkan, burun akıntısı, hapşırık, boğaz ağrısı, ateşin genellikle 38 C’nin altında olduğu ve 7 ila 10 günde kendiliğinden geçen bir virüs hastalığıdır. Hapşırık ile çıkan damlacıklar vasıtası bulaştığı gibi, bu damlacıkların bulaştığı direk temas ettiğimiz eşyalar üzerinden de insandan insana bulaşarak yayılır. Önemli bir komplikasyonu olmaz ise  kendiliğinden iyileşirler.

Grip ise daha belirgin bir baş ağrısı,  adale ağrıları ve yorgunluğun eklendiği boğaz ağrısı, burun akıntısı ve öksürüğün de olduğu ateşin de çoğunlukla 38 C’nin üstüne çıktığı bir hastalıktır. Bu belirtiler peyder pey virüsün alınmasından iki üç gün sonra başlar ve ilerler. Vücut mukavemeti zayıf olan kişilerde; bağışıklık sistemi zayıf kişilerde; üşütme, yorgunluk, uykusuzluk gibi bağışıklık sistemini zayıflatan durumlardan sonra; şeker hastalığı, kalp ve akciğer hastalıkları, kronik diğer hastalıkları olan kişilerde grip hastalığı, komplikasyonlara sebep olarak, insan sağlığında ölüme kadar götüren sonuçlara sebep olur.

Ülkemizde yine özellikle yazın ortaya çıkan kene ısırığı hastalığı (Kırım Kongo Kanamalı Hastalığı-KKKA) da bizlerin ilgisini çeken haberler şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Bu da bir virüs hastalığı olup, bir tür kenenin ısırmasıyla insana bulaşır.  Virüsün bulaşmasından 1 ila 3 gün sonra ortaya çıkan ateş, kırıklık, baş ağrısı, kol ve bacak ağrıları, belirgin bir  iştahsızlıkla başlar, kusma, ishal, ciltte morarmalar gibi belirtilerle devam eder. Bu konuda en önemli husus bir kene tarafından ısırılan insanın en yakın bir sağlık kuruluşuna giderek veya bir bilene keneyi uygun şekilde aldırmasıdır. Isırılan bölge bir antiseptikle temizlenip şahsın bulgu ve belirtiler yönünden takip edilmesi uygundur. Her kene bu virüsü taşımadığı gibi her ısırılmadan sonra da böyle bir hastalığa yakalanılmaz.  Bu hastalıkta bilinçsiz avlanma ile kene tüketici kuş, karınca ve böceklerin ortadan kaldırılması, kırsal kesimde keneleri yiyen tavuk türü evcillerin azalmasının etkili olduğu bilinmektedir. Bu da  yaşadığımız çevrenin doğal dengesini de korumak ve sürdürmek gibi bir sorumluluğumuzu da  hatırlatmaktadır.

Bu tür hastalıklarla mücadelede kişisel hijyen şartlarına riayet önemli bir tedbirdir. Salgın zamanlarında kapalı ortamların havalandırılması ve bu tür yerlerde az durulması,  şahısların el ve vücut temizliğine riayeti (sık sık ellerin sabunlu su ile yıkanması), gereksiz el sıkışma ve öpüşmelerin yapılmaması, öksüren- aksıran insanların mendilleri ile gerekli kişisel korunmayı yaparak bulundukları ortamı kirletmemeleri, dengeli beslenme ile vücut mukave-metimizin sürdürülmesi, yeterli fizik hareketlilik ile vücut direncimizin kuvvetlendirilmesi önemli koruyucu unsurlardır. Ayrıca bağışıklık sistemini zayıflatan bir rahatsızlığı olanların (bunlara risk grupları diyoruz) salgın önceleri aşılanması  önemli bir tedbirdir.

Konunun gereğinden fazla önemsenerek bir vesvese (opsesyon) unsuru haline getirilmesini doğru olmadığını düşünüyorum. Grip salgınları ve diğer virüs hastalıklarına karşı korku ve endişe ile yaklaşmaktan ziyade koruyucu tedbirlere riayet, genel sağlık kurallarına uyarak vücut mukavemetimizin sağlam tutulması, herhangi bir hastalık durumunda da ilgili uzmana zamanında müracaat ile gereken gereken tedbirlerin alınması ve yapılmasını  sağlamak işin temelidir.

Sağlıklı günler ve gelecek dileğiyle.

İzmit Nasıl Kurtulur?

0

Her 28 Haziran‘da temsili kuvvetlerin dolma tüfeklerle attığı gösteri kurşunlarıyla ve protokolün demir atıp durduğu görüntü nutuklarıyla kurtulmaz.

28 Haziran diye bir ilköğretim okulu var. Gitmesek de, görmesek de bizim okulumuzdur diyen bir çocuk türküsünün bestesine vakıf olmakla da kurtulmaz.

1 – Öncelikle kimi, kimden kurtardık? Biz İzmit‘i aleni düşman Yunan‘dan, kuklatör İngiliz‘den, yan çalma Rum ve Ermeni çetelerinden, yerli malı hain işbirlikçilerden ve siyasi ikballerini zalim işgalcilerin emellerine yaslamış mevcut politik oligarşiden kurtardık. Çoktan seçmeli 8 şık içinde tek harekette Milli Mücadele’yi işaretlemek o zamanlar her babayiğidin harcı değildi.

2 – Yedi yabancıyla güzel güzel geçinmek varken niye kurtardık? Silahla geleni ‘kırmızı‘ trafik lambası karşılıyor da sermaye ile gelene tüm yolları ‘yeşilışık yapmıyor muyuz? Madem palikaryayı toprağımızdan atacaktık o zaman Finansbank‘ı Yunan Kilisesine niçin sattık? Madem satacaktık adamlara 90 yıl önce niye bir kamyon dayak attık?

3 – İzmit’i kurtarmak yerine kendi  kendimizi kurtarmaya çalışsak daha iyi olmaz mıydı? Her vatandaş kendinden başka kuş tanımıyorsa memleket yanıp bitmiş ne gam yeter ki benim mercimek tarlama girilmesin diyenler korosu madem hep iktidar, öyleyse bu diğergamlık neyin nesi? Vatan, vatan dediğiniz toprak parçası kredi kartına kaç taksit?

Gözünü sevdiğimin İzmit’i sen ne anaç bir kentmişsin. Anadolu‘daki herhangi bir şehre gidin; kendinizi tanıtmanız 4 sene sürer, kendinizi kabul ettirmeniz 14 sene. Hele hele o şehrin siyasal ve ekonomik geleceğine yön verme pozisyonuna geçebilmek için 40 sene 40 ayrı fırından ekmek yemeniz kayd u şarttır. Ama bir Malatyalı 10 – 15 sene içinde bu ilde Bakan dahi olabilir.

Kocaeli‘ye yeni gelen bir Tokatlı en çok 6 ay içinde Hemşeri Derneği yardımıyla intibakını tamamlar, 6 yıl içinde de trend olarak Tokat‘taki tüm terekesinin üzerine çıkar. Elbette böyle bir şehre şapka çıkarılır. Ama bir türlü sözcükler İzmitliliğe, Kocaeliliğe çıkmaz.

Ben deyim Osmaniye sen anla Van. Bayburt‘um sana söylüyorum, Afyon‘um sen anla. Ula Zeki, İstanbul ne ki Erzurum yayla. Sen bu yaylalari yaylayamazsun gülum, sönüktür kent kimliği anlayamazsun.

Kendi ilini bırakıp da gelenin hırsı kalanın en az 3 katıdır. O yüzden yeni hemşerilerimiz hep kazanan partiye, hep şampiyon takıma ve hep ensesi kalınlara kurbiyet hissederler. Beklentilere kavuşulur, dağ dağ arzulara kavuşulmaz. Bir bitimsiz harmandır hayaller, iflah olmaz.

Ah keşke şu anlamsız rekabet yerini ortak paydada kent sevdalıların kültür ortaklığına bıraksaydı? Ah keşke demokratik geleneğimizi içten içe kemiren mikro milliyetçilik yerini mahalleden ülkeye değer ve değer yargısı üretmeye bıraksaydı. Keşke bizi bize bıraksalardı ve keşke biz bizi bıraksaydık.

Cehennemde Türklerin kuyusunun başında zebani yokmuş. Zaten her kafa çıkaranı yekdiğeri ayağından tutup aşağı çekiyormuş. Dolayısıyla zebani istiyoruz ey halkım. Görenlerin, duyanların.. 

Eve Kapanma!

Büyük puntalarla, bilboardlarda, fabrika ilan panellerinde ve ilana müsait her yerde boy boy
“Eve Kapanma Pazara Çık!” afişleri asıldı.

Krizden kurtulmanın yolu olarak keşfedilmiş.
Allah razı olsun kaşiflerden…

Tüketim, krizin aspiriniymiş!
Bu iş işte bu kadar kolaymış…

Krizin en derin döneminde bile imdadımıza hep yetişen Kredi Kartlarımız vardı ya,
Yeter sayıda mağaza var, yeterinden fazla Kredi Kartı limiti…
Feda olsun marketlere hacizler, feda olsun market patronlarına aile huzuru…

Peki önlenecek kriz kimin krizi?
Büyük, Mega, Ultra Marketlerin.

Marketler kimin?
Fransızların, İsrailllerin, Almanların vs.
Öyle ya, bir çok yabancı ülkeden gelmişler, kondurmuşlar devasa marketleri ülkemin en nadide köşelerine.
İçini doldurmuşlar, 70 binlerle, 80 binlerle ifade edilen çeşitli yabancı mallarla.
Her ne kadar Safranbolu’dan birkaç tür lokum, Çorum’dan birkaç çuval leblebi, seralarımızdan 3-5 çeşit sebze, 5-10 çeşit meyve olsa da, ezici bir çoğunluğunu dışarıdan gelen ürünler doldurmuş reyonları.

Eve Kapanma Pazara Çık.
Güzel bir slogan, kulağa da hoş geliyor doğrusu…

Geçmişte bazı illerimizde bu marketlerin Türk versiyonlarının açılması için yapılan girişimlere şahit olduk.
Yerli engellemelere rağmen birkaç yerde açıldı da.
Ancak açılması engellenemeyenlerin de, büyümesine izin verilmedi!
Elazığ’ın en nadide köşelerinden birinde, yarım kalmış bir market, yıllardır hilkat garibesi gibi durmakta ve çok kötü bir görüntü kirliliği oluşturmaktadır.
Bu yarım kalmış bina, tamamen yerli bir girişimin Market zincirinin halkalarından biri olacaktı.
Ancak o dönemin iktidarı(!), saçma sapan bir gerekçe ile inşaatın tamamlanmasını engelledi!
Çünkü rahatsız olan kesim, medya markalı mikrofonla, yüksek seviyeden “Yeşil Sermaye” tehlikesini haykırıyordu.
Ve bu binanın, o günün iktidarı (57. Hükümet) tarafından “Marketler, yerleşim alanlarından en az 5 Km. uzakta yapılması gerekir” gerekçesi ile inşaatı durduruldu, hemde bir ton masraf yapıldıktan sonra.
Oysa daha sonraki tarihlerde sayısız sahibi dışarıda olan devasa marketler kuruldu bir çok şehirin en can alıcı göbeklerine.

Eve Kapanma Pazara Çık,
Maazallah Fransa, İsrail, Almanya krize girerse, sarsılır.
Onlar sarsılırsa biz düşeriz…

Gözünü sevdiğim koruma mekanizması,
Çok güzel koruyor da, hedefi tutturamıyor!
Olsun. Korunmuş korunmuştur.
Tâbiiyetin, uyruğun ne önemi var? İnsan insandır, koruma koruma dır.
Yerli Malı Yurdun Malı, Her Türk Onu Kullanmalı” sözüne de kafanı çok takma!
O sözün ne önemi var?
O, eskilerde kalmış ilkel bir modaydı…
Kalitesiz de olsa, pahalı da olsa, yerli üretime destek ve teşvikten başka çare yok.

Kendi ürettiği otomobilleri kullanmada ısrar, McDonald’s denen lokanta(!) ve benzeri yabancı kuruluşları ülkelerine sokmamaları, Kore’yi çerek asırda bir dünya devi yapmıştır biline.

 

 

Sümeyye Hanım’ın Şan Ve Keman Dersi

Başbakanımızın oğlunun yöneticisi olduğu şirkete ait TV kanalında “Bir şarkısın sen” isimli bir şarkı yarışması var. Birkaç defa izlediğim bu programda özellikle son elli yılın sevilen şarkılarını, yaşları 9-16 arasında olan çocuklar seslendiriyorlar. Seçilen çocuklar çok yetenekli ve şarkılar herkes tarafından beğenilebilecek türden.

Yarışmada şarkıları seslendiren çocukların zor şarkıları bile çok rahat ve doğru biçimde seslendirmeleri takdirle karşılanıyor. Büyüklerin çok sevdiği bu şarkıları yeni neslin de sevmesini sağlayacak bir sıcaklık içinde sunuluyor. Bazı programlarda olduğu gibi saygısızca hakaret ve küçümseyici ifadeler kullanılmıyor, çocukların kusurlarını öne çıkarmadan, başarılarının takdir edildiği bir rahatlatıcı ortam sağlanan programın iyi reyting yapacağı anlaşılıyor.

Benim bu programda ilgimi çeken seçilen çocukların isimleri ve aile yapıları. Melek Aleyna, Büşra, Feyza, Muhammet, Miraç     gibi kendi kimliğini Müslüman olarak tanımlayan ailelerin tercih ettiği isimleri taşıyan çocukların, anne babalarının muhafazakâr/ dindar aile yapısında oldukları görüntülerinden hemen anlaşılıyor. Bu ailelerden anneler kendilerinin asla giymeyi düşünemeyeceği, babalar ise karısına asla giydirmeyeceği kıyafetlerle şarkılarını söyleyen, kıvrak danslar yapan kızlarının performansı karşısında, duygularını saklayamayıp, gözyaşları ve alkışlarıyla destek oluyorlar.

Bu çocuklar başarılı olup, müzik hayatı içinde profesyonelleşirse, çok büyük bir ihtimalle, ailelerinin mevcut değerlerine göre tasvip etmeyeceği bir hayat tarzı yaşayacaklar. Başarılı olamayıp diğer meslekleri seçenler ise, bu pırıltılı ve alkışlı atmosferin unutulmayan hatırası ve hatta özlemi ile yaşayacaklar.

Bu düşüncelerle ailelerin çocuklarını bu ve benzeri yarışmalara katılmaları için gösterdikleri heves ve gayretin sebebini anlamaya çalışıyorum. Aşağıdaki ihtimallerden hangisi veya hangileri bu hevesi beslemiş olabilir?

  • Mevcut yaşantıları bir değer sisteminden değil, mahalle baskısından kaynaklanmakta ve kendi yaşayamadıkları bir hayatı çocuklarının yaşamasını arzu etmektedirler.
  • Çocuklarının para ve şöhrete kavuşması için bazı değerleri feda edilebilir görmekteler.
  • Çocuklarının büyüyünce ailesinin mevcut değerlerine döneceğini, şöhret ve paranın onları bozmayacağını düşünmüşlerdir.
  • Geleceği hesap etmeden, sadece yetenekli çocukları olmanın dayanılmaz gururunu doya doya yaşamaktalar.
  • Sınıf atlama arzusu, değerleri arka plana itmektedir.

 

Bunlara sizin aklınıza gelirse başka sebepler ekleyebilirsiniz.

************************************

Başbakanımızın çocuklarının eğitimine gösterdiği özen kamuoyu tarafından iyi bilinmekte. Yurtdışı eğitimler, alınan burslar, mezuniyet törenleri için ABD’ye gidiş konuları çok tartışıldı. Verilen eğitimin sadece okul müfredatı ile sınırlı olmadığı yüzme, müzik ve ata binme gibi özel yetenekleri de geliştirmeye yönelik olduğu anlaşıldı. Mesela İndiana Üniversitesinde Tarih okuyan Sümeyye Erdoğan‘ın keman çalıp şan söylediği, ABD’de koroda şarkı söylediği açıklandı.

Başbakan Erdoğan, kızı Sümeyye Hanım’ın şan ve keman dersi aldığını ve kızının yeteneğini açıklarken mutlu görünüyordu. Her ne kadar çekemeyip, kendileri için normal karşıladıklarını Başbakanımızın çocuklarına yakıştıramayanlardan pek hoşnut olmasa da, çocuklarının yeteneklerini geliştiren bir baba olmanın keyfini yaşıyordu.

Acaba Sümeyye Hanım keman çalma ve şarkı söyleme yeteneğini göstermek, Türkiye’de de toplum içinde sanatını icra etmek isterse Başbakanımızın tavrı ne olur? Sümeyye Hanım nefis bir solo konser verse, Başbakanımız kızının bu başarısını coşku ile destekler mi?

Sümeyye Hanım’ın heves ve gayreti, para ve şöhrete yönelik olmayacağına göre, seçkin bir ailenin gelişmiş sanat zevkleri ve yetenekleri olan, ancak sanatını aile içinde icra eden bireyi olması mı istenmektedir?

Her ne şekilde isterse istesin, Başbakan Erdoğan ile Afganistan’da müziği yasaklayan Taliban’ın özdeşleştirilmesinin mümkün olmadığı bir kere daha anlaşılmış olmalı. Taliban toplumu kendi İslam anlayışına göre dönüştürmek isterken, Erdoğan’ın yaşadığı toplum tarafından dönüştürüldüğü görülüyor. Herhalde “değiştik”, “milli görüş gömleğini çıkardık” söylemi de bu dönüşümü anlatıyordu.

Bir şarkısın sen” programına katılan çocukların ailelerinin çoğunun, Başbakanımızın değerlerine yakın olduğunu düşünüyorum. Acaba bu aileler de Başbakanımızın çocuklarını yetiştirme tarzından etkilenmiş olabilirler mi? Yurtdışında eğitim imkânı bulamasalar da, çocuklarının yeteneklerini geliştirme alanında örnek almış olmaları mümkündür.

Muhafazakâr ailelerin sanatçı yetiştirmeye katkıda bulunmaları, sanat camiasında da yapısal bir değişimin başlangıcı olması mümkündür. Sahne, sinema ve TV’lerde muhafazakâr/ İslamcı (özellikle hanım) sanatçılar dönemi başlayabilir mi?

Belki de İslamcı camianın bu hevesi, kendi açılarından kaybedilmiş gençler yaratacak.

******************************

Burjuvalaşan İslamcı kesimin yaşadığı bu değişim, irticanın bir paranoyadan ibaret olduğu anlamına gelebilir.

Başörtülü kızların parklarda erkek arkadaşlarıyla öpüşmeleri, dans ederken göbeği açılan başörtülü kız resimleri çok tartışıldı. Bunun gibi, piyano/keman/arp eşliğinde başörtüsüyle şarkı söyleyen kızlar, belki de sosyolojik olarak toplumda sınıflar arası geçiş işaretleri olarak değerlendirilebilir.

Dini değerlere ve “dindar hayat tarzına” dönüşün yaşandığı söylenen bu dönem, aslında geniş dindar/ muhafazakâr halk kitlelerin içinde, “çağdaş yaşam biçimi” denilen bir hayat tarzına dönüşün de yaşanmakta olduğu bir zaman dilimidir.

Bu sosyolojik gerçeğin farkında olmak, muhafazakâr halk kitlelerinin, hayat tarzı açısından daha tavizsiz olan Saadet Partisi yerine, neden AKP’yi daha çok tercih ettiklerini de anlamamıza yardımcı olabilir. AKP oylarında din faktörünün sanıldığından daha düşük olduğunu da.