22.7 C
Kocaeli
Perşembe, Eylül 25, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1254

Türk’ün Heykele Bakışı (1)

Şimdilerde bir şehri gezerken ilk uğranılacak yerlerin başında o şehirde açılmış büyük alışveriş merkezleri gelmektedir. Dünyaca ünlü markaların yer aldığı bu tür modern çarşıların göz boyama kuvveti sandığımızdan fazladır.

Bolca aydınlatılmış yüksek tavanları, aynalandırılmış yüzeyleri ve her türlü yiyecek içecek imkânlarıyla bu çarşıları gezen vatandaş, nihayet ülkemizin hayli geliştiğine de iman getirecektir. Acaba öyle mi?

Muasır medeniyetler seviyesine çıkmak dünyadaki örneklerine bakarak bu çarşılarla pekala mümkün görünüyor. Ya insan faktörü? Bireyler olarak muasır medeniyetleri bazı konularda yakalamış olmak bizi başka ve asıl önemli meselelerden azade kılmaya yetiyor mu? Ki, asıl mesele, muasır medeniyetleri yakalamak değil onların fevkinde, çok daha iyisini ortaya koyabilmekte.

Bir şehri gezerken diye başladık ya, en görülesi mekânlar deyince aklımıza parklar, müzeler, saat kuleleri, önemli yapılar, varsa tabiat güzellikleri gibi pek çok yer akla gelir de şehrin heykelleri nedense fazla ilgimizi çekmez. Gezip gördüğümüz şehirlerin meşhur meydanlarında mutlaka bir Atatürk heykeli vardır meselâ; genellikle at binmiştir veya ayakta kararlı bir duruşla tasvir edilegelmiştir. Bu heykellerden belki de en sözü edilesi Taksim Cumhuriyet anıtıdır. Çünkü orada Atatürk ve millet, bir bütün olarak ayakta, hareket halinde tasvir edilmiştir. Bu heykeldeki hareketlilik abidenin dört cephesini de kapsar. Şayet yanında durup birkaç dakikalığına geleni geçeni seyre koyulacak olursak şunu görürüz: İnsanlar bu abidenin önünde durmuş, birilerini beklemekte, randevulaştıkları insanlarla bir an önce buluşabilmek için cep telefonlarını kulaklarına yapıştırmışlardır. Kimsenin başını kaldırıp yanlarında duran bu kompozisyona bakmadıkları, genelde kimsenin dikkatini fazlaca çekmediği görülür. Çünkü bizler heykellerle pek ilgilenmeyiz. Heykeller millet olarak ruhumuza fazlaca nüfuz edememişlerdir.

Oysa milli gelirimiz nereden nerelere gelmiş, otoyollarımız özel arabaların istilasına uğramış, alışveriş merkezlerimiz insanla dolup taşmıştır. Şehir merkezlerimiz lokanta, kafe, dürümcü, dönerci dükkânlarından geçilmez, fazladan seyyar arabalarda mısır, kestane, Şam tatlıcıları, nohutlu pilav arabaları, olmadı,  çekirdek çitleyen iki ayaklı çekirge orduları, daha neler neler.

Oysa altı yüz yıl dünya barışının nabzını tutmuş, yedi düvelin gönlünü çelmiş bir millet sanat vadisinde nihaî eserleri vermeli değil miydi? Hürriyetin, merhametin, kardeşliğin heykellerini dünyaya biz dikmeyeceksek kimler dikecek? Bize has ululukların, enginliğin, manevi zenginliğimizin eserlerini, Batı’nın anlayacağı sanat dilleriyle ifade edebilmek elbette yine bu millete düşecek. Ama önce heykellere başımızı kaldırıp nazar atfetmek lazım. Onları görmemiz, bize neler hatırlattıklarını, bizim için ne ifade ettiklerini yeniden düşünmemiz lâzım.

Pekiyi ama heykeller bizi niye ilgilendirmez? Niye görende bir heyecan, bir kıvanç, bir övünç yaratmaz? Niye acaba?

Batı ülkelerinde şehir meydanlarını süsleyen heykeller o şehrin, o milletin ruhunu yansıtır. Oralara gitmemiş olanlarımızın bile resimlerden, gazetelerden, dergilerden o şehirlere aşinalığı vardır. Çoğu zaman gidilip görülecek dünya kentlerinin başında Paris, Roma, Venedikle başlayan listelerimiz olur. Çünkü orada görülecek çok şey vardır, başta şehrin alametifarikası olan heykeller, havuzlar, meydanlar… Batı’ya hayranlığımız böyle konularda diz boyudur. Kendi heykellerimizin önünde can sıkıntısından esner dururuz. Çünkü bizi birbirimize bağlayan ortak tarihimizi, ortak akidemizi bize hatırlatacak, hatırlatmakla kalmayıp yeniden kanatlandıracak eserleri henüz verememişizdir. Bizim bir Musa heykelimiz hiç olmasa da olur. Fakat bir Fatih Sultan Mehmet Han, bir Osman Gazi, bir Uluğ Bey heykelimiz, onlara yakışır güzellikte bir heykelimiz niçin olmasın? Bakanları hayrete, huşûya garkedecek, haşyet duygularıyla heyecanlandıracak heykellerimiz artık olmalı. 

Buna önce bizler, millet olarak ihtiyaç duymalıyız. Sanatkârlar olarak ihtiyaç duymalıyız. Bu eserleri henüz verememiş olmanın sıkıntısını, cenderesini ve nihayet ihtiyacını duymalıyız.

Yoksa ” hadi bizde de birkaç heykel oluversin.” anlayışıyla bizler ancak, bahçelerimize, balkonlarımıza alçıdan birer ördek, kaz veya uyduruk bir kartal kondurmayı sanatseverlik zannedeceğiz.

Ama zenginlik başa beladır, kimilerimiz kazla ördekle yetinmeyip evlerimizin önüne fil heykeli kondurabilir. Veya bir gergedan… Evlerimizin, bahçelerimizin tanzimi, tezyini artık zevkiselimimize kalmış bir keyfiyettir.

Bizim testilerde vaktiyle ne güzel üzüm suları, ne leziz meşrubatlarımız olurdu ve her testi ne güzel sızdırırdı içindekini.

Kanadoğlu’nun Derdi Ne?

Tüm Meslek ve İmam Hatip liselerini okuyan öğrencilere 1998 yılından beri “Katsayı” adı altında Resmen zulüm uygulanmaktadır

Bu zulmü aslında öğrencilerin şahsında tüm devlet ve dolayısı ile tüm millet yaşamaktadır.

Zira başta sanayi alanında olmak üzere had safhada yaşanan kalifiye eleman sıkıntısı, bütün Türkiye’yi vurmaktadır.

Hiçbir mantığa sığmayan Katsayı uygulamasıyla karşı karşıya bırakılan Liselerdeki öğrenci sayısı her yıl biraz daha düşmüştür.

Bu düşüş de, kalifiye eleman sayısının azalması yanında, kalite düşüşüne de sebep olmuştur.

Hal böyle olunca, bazı belediyeler, “Meslek Edindirme Kursları” açarak, açığı kapatmaya yönelik girişimlerde bulunmaktadırlar.

Ancak bu girişim de, hem yeterli sayıyı ve hem de kaliteyi sağlayamıyor, sağlayamaz da.

Üç yıllık dolu dolu eğitimin üç ayda verilmesi mümkün olabilir mi?

Üç aylık eğitimin devlete maliyetinin, üç yıllık eğitimin maliyetinden az olduğunu da sanmıyorum.

Eski YÖK yönetimi tarafından başlatılan bu haksız uygulama, yeni YÖK yönetimi tarafından kaldırıldı.

Ne var ki, eski YÖK’çülerle aynı kafaya sahip olan eski savcılardan Sabit KANADOĞLU, olaydan rahatsız olmalı ki, yine rahatsız olan İstanbul Barosuna “Danışta ya iptal için başvurun” diye akıl veriyor.

 İstanbul Barosu da, akıl hocalarının istediği istikamette hareketle Danışta ya başvuruyor.

Hani şu “Eşitlik, eşit insanlar arasında olur” cümlesiyle, laf cinayeti işleyen adamın başkanı olduğu Baro.

Bu zihniyete saygı duymuyorum,
Bu zihniyetin sahiplerine saygı duymuyorum,
Hukuku silah yapıp, namlusunu inananların şahsında inanca çevirenlere saygı duymuyorum,
İnananlara tahammül edemeyip, ülkeyi inananlarla paylaşmama savaşı verenlere saygı duymuyorum.

Bu ülkenin ekmeğini yiyip, ülkenin sıkıntısından zevk alan bir zihniyet olur mu hiç?
Ülkenin kaybı karşısında, Sayın KANADOĞLU nun kazanç/kayıp durumunu merak ediyorum!
Sayın Cumhurbaşkanı ve Başbakanın kökenini araştıran heveslilerin aklına, Sayın KANADOĞLU için bir şeyler gelmiyor mu acaba?

Şimdi merak ediyorum; mağdur öğrenci, öğrenci velisi veya devlet adına birileri Sayın KANADOĞLU ve İstanbul Barosu yetkilileri hakkında her hangi bir yere başvuracaklar mı?

“On bir yıldan beri süren zulüm bizlere çok zarar verdi, sorumluların sorgulanması lazım” demeyecek mi hiç kimse?

“Zulmün devamını isteyenlerin bize garezi mi var demeyecek mi hiç kimse?

İnsan Hakları savunucuları;
Tatilde misiniz?

“Korkunun Adını Af Koymuşlar”

0

Bu eski bir Ermeni şarkısının nakaratı. Osmanlı, II.Meşrutiyet‘ten sonra teröre bulaşanlar temizlensin diye genel bir af çıkarmış; Ermeniler de dalga geçmişler.

Çoğu zaman yürüyüşlerde bile taşkınlık yapmışlar hatta bir defasında Bahçecik‘teki Hükümet konağını kurşunlamışlar ama devlet yetkilileri görmezden gelmişti. Suhûletle ve nasihatle işi çözmeye çalışıyordu Osmanlı. Şimdi ne o var ne de diğerleri.

Eskiler ‘Galeyan geldi mi mantık savuşurmuş‘ derler. Etnik şehvetin baş döndürdüğü vaziyetlerde merhamet acizlik sayılabilir. İyi niyet güçsüzlük, öğüt vermek de korkaklıkmış gibi algılanabilir. Kendi koyduğunuz kanunları kendiniz işlemez hale getirirseniz devletin hükümranlığını kemirir durursunuz.

Tarih gerçekten ibretler vesikası da ders alan kim? Mevlâna der ki “Su nasıl suya benzerse bir milletin geleceği de geçmişine öyle benzer“. Celâleddin Rumi bugünlerde ülkemizde/içimizde dolaşıyor.

Günde 40 kere diye diye ‘Kürt Sorunu‘ çıkardık çok şükür. İmdi baharda çiçekler gibi açılıp saçılarak çözüm ürettiğimizi zannediyoruz. Ben bu otobüsün nereye gittiğini biliyorum ama söylemem.

Ve soruyorum:

1-) Türkmen, Yörük, Lâz, Çerkez, Arnavut, Boşnak, Kürt, Zaza, Gürcü, Abaza, Roman, Pomak, Arap, Fellâh, Azeri, Terekeme ve sâir unsurlara eskiden Osmanlı, sonradan da Türk Milleti denmiyor muydu?

2-) Türk‘ü Kürt‘ün karşısına etnik bir unsur olarak indirgemek ırkçılığın kaşıntı tozu değil mi?

3-) Kamuyu (amme) oluşturan vatandaşlara karşı (kul hakkı) işlenen suçları affetmek kimin yetkisindedir?

4-) Bu açılma merakının III. şahıslarda nasıl bir radyoaktif etki ve reaksiyoner tepki husûle getireceğini hesapladınız mı?

5-) PKK’nın mücadele hedeflerinden hangileri bu aşamada gerçekleşmiştir?

6-) Bir insan (mümin) bir delikten kaç kez ısırılır?

Bir eğitimci arkadaşım var; hanımı Kürt, kendisi Mesket Türkü. Bu işi kaşıyanlara ‘Çocukları ortadan ikiye mi böleceğiz‘ der durur. Tarihin, sosyolojinin, kültürel değerlerin neredeyse tamamına yakınının tek milletsiniz dediğini dış tezgâha düşerek bölmeye çalışmak ne menem bir şeydir?

Kürt kelimesinin bütün türevleri; kürüt, kürtüm, kürtük, kürtün, küremek mastarı gibi kar kökünden gelir. Dağlı Türkler (ekrad) gibi arşiv üslûplu vesika adlandırmalarını ve ‘Kart – Kurt‘ gibi ilmi çözümlemeleri alaya almak akıl tutulması değil de nedir?

Şımaranlar da şımartanlar da genelde aynı kaderi paylaşmışlardır maalesef. Zira azgınlığın hüsnü kabul görmesi adaletin terazisini, memleketin de şirazesini bozar. “Kendilerine; ‘Yeryüzünde sakın fesat çıkarmayın, bozgunculuk yapmayın’ denildiği zaman ‘Bizler ancak ıslah edicileriz’ derler.” (Bakara – 11).

PKK‘nın, DTP eliyle bölge için besteleyeceği yeni şarkının sözlerini duyar gibiyim: ‘Korkunun adını açılım koymuşlar‘.

Beşir Atalay çalsın, Şivan Perver söylesin.

Açılım bi heyr be!

Ye, İç, Yat; Gayesiz Hayat!

0

Çeyrek asır önceydi. Tatilimi nereden geçirdiğimi soran arkadaşa kaçamak cevap vermiştim. Yine, tatil ile ilgili programlar yapanları anlayamazdım. Onlar, deniz kenarında akşama kadar yatıp kızgın güneşin altında yanmayı, geceleyin geç vakte kadar oturup eğlenmeyi hayal ederlerdi. “Tatilde nereye gideceksiniz ya da ne yapacaksınız?” diye soranlara “Tatil ne ki?” dediğimi hatırlıyorum. Onların tatil algılaması ile benimki çok farklıydı. Biz tatilde, ya büyüklerimizin yanında olurduk ya tarlada, bahçede çalışırdık ya da dost ziyaretleri yapardık.

İmkanlarımız genişledikçe, kabullenemediğim tatil yaşantısı içinde buldum kendimi. “Ben böyle değildim; bana ne oluyor?” dedim. Vicdanıma onaylatamadığım, hesabını veremeyeceğim bu tatil tarzının adı, “Ye, iç, yat; gayesiz hayat!” diye özetlenebilinir.

Tam bir geçiş toplumuyuz. Ne Doğuluyuz ne Batılıyız. Alaturkalık bütün kurumlarımızda, bütün yaşantımızda kendini gösteriyor. Oturmuş bir hayat tarzımız yok. Ne yaşamımızı ne sosyal olayları hakkıyla anlamlandırabiliyoruz. Her anı ibadet olması gereken bir kültürün temsilciliğinden her anı virüs saçan bataklık sineği konumuna düştük ya da bu konuma hızla ilerliyoruz. Konuşmalarımızda boş zamanlardan bahsediyoruz ya da boş geçireceğimiz zamanların hayalini kuruyoruz. Bilmiyoruz ki boş zaman diye bir şey yoktur, zamana boş demek zamana haksızlıktır, zamanın önemini kavrayamamaktır. Ancak boşaltılmış zaman vardır. Boşaltılmış zaman, katledilmiş zamandır. Ölü zaman diyorlar hiçbir eserin verilmediği zamanlara. Bana göre zaman ölü değildir; ancak öldürülmüştür. Öldürülen zaman, insanın kendisine, geleceğine, çevresine en çok zarar verdiği zamandır. Emanete ihanet ettiği zamandır. Tatil kurgusuyla zamanı öldürmeyi hayal etmek, kişinin kendisini, geleceğini öldürmeyi hayal etmekle eş anlamlıdır. Bu, taammüden adam öldürmekten farksızdır, emanete ihanettir.

Bugünkü tatil tarzında gelinen noktada ortaya çıkan tabloya bakınız: Geç vakitte yatıldığı için geç vakitte kalkılacak, sofraya miskin miskin oturulacak, ilerleyen vakitte mideler tıka basa doldurulacak, ağızlar boş durmamacasına çalışacak, bol bol dedikodu yapılacak, birkaç gün sonra sıkılmalar başlayacak. Tatilin son günlerinde mesai öncesi sendroma girilecek. Arkasından “Ben bu tatilden bir şey anlamadım.” denecek. Halbuki tatil, zamana değer katmak için beklenen günün adı olmalı. Bir yılın muhasebesi yapılmalı tatilde. Bir türlü okuma fırsatı bulamadığız kitaplara kavuşma dönemi olmalı. Kendilerine zaman ayıramadığımız dostlarla kucaklaşma, inceleme fırsatı bulamadığımız projeleri etüt etme, mekanları gezme, kültürümüze kültür katma, ufkumuzu genişletme, bedenimize dinamizm kazandırma, yeni dostlar edinme, akrabaları ziyaret etme, aile fertlerimizin gasp ettiğimiz haklarını onlara iade etme, yarınlarda ivme kazandırmayı tasarladığımız oluşumlar için hayal kurma dönemi olmalı. Otomobil motoruyla benzerlik kurarsak, tatil, bedenin ve ruhun rektifiyesi süreci olmalı.

Bizi yaşatan, bizi kuşatan her değere değer katmak, önce kendi varlığını sonra diğer insanları değer gören kişilerin borcudur. Bu borç “ete kemiğe bürünmek”le başlamıştır. “Kalanlara selam olsun” demeden borcumuzu ödemeliyiz. Adı konan veya konmayan, soyut veya somut bütün değerleri en iyi şekilde değerlendirmeliyiz. Bu tatilde okumak adına yaptığımı size de öneriyorum. Bosna-Hersek’in bilge kral olarak nitelenen Kurucu Başkanı merhum Ali İzzetbegoviç’in “Doğu ve Batı Arasında İslam” isimli kitabını okuyun.

Şimdi iyi tatiller!

Kürt Açılımı, Fırsat Ve Riskler

İçişleri Bakanı Beşir Atalay, “Kürt Açılımı” adı verilen çalışmalarına devam ediyor. 01 Ağustos günü Polis Akademisi’nde çoğunluğu hükümet çizgisine yakınlığıyla bilinen bazı gazeteciler ile bazı akademisyenlerin davet edildiği bir toplantının yapılması tartışmalara yol açtı. Bu tür toplantılar devam edecekmiş.

Çalıştaya katılanlar genellikle, (terör, ekonomi, Ermeni meselesi, Rum Ortodoks Kilisesi, Ruhban Okulu, ABD ve AB ilişkileri, Kıbrıs ve Irak meselesi gibi) bütün önemli ve stratejik konularda hükümetin politikalarını destekleyen ve bu politikalara kamuoyunu hazırlayan kişiler. Bunun için etkili oldukları TV kanalları ve gazetelerinde görüşlerini devamlı yansıtan bu kişiler ve isimleri şöyle:

Fehmi Koru, Ali Bayramoğlu, Deniz Ülke Arıboğan, Hasan Cemal, Cengiz Çandar, Oral Çalışlar, Mustafa Karaalioğlu, Ruşen Çakır, Muharrem Sarıkaya, İbrahim Kalın, Okan Müderrisoğlu, Nasuhi Güngör, Mithat Sancar, İhsan Dağı ve Mümtaz’er Türköne.

MHP lideri Devlet Bahçeli yapılan çalışmaları “bölücü terör örgütü ile mücadeleden vazgeçmek”, “birilerinin 4 parçalı büyük Kürdistan planının ilk aşamasını Türkiye’den başlatmaya kalkmak”  şeklinde değerlendirirken, bu tavrı “ihanete yakın bir tarihi hata“, çalıştaya katılanları da “12 kötü adam” olarak tanımladı.

***************************

Daha önce Cumhurbaşkanı Abdullah Gül‘ün “Kürt Sorunu”nun çözümü konusunda ‘tarihi fırsat’ diye özetlediği ve ‘güzel şeyler olacak’ diye umut veren konuşmalarından sonra, ‘mutfakta bir şeylerin pişirilmekte olduğu’ belli olmuştu.

Obama’nın ABD Başkanı seçilmesi ile hızlanan, ABD güçlerinin Irak’tan çekilmesi süreci ve gergin olan ABD ve İran ilişkilerinin bölgede dengeleri değiştirmesini gündeme getirmişti. ABD, dünya enerji kaynaklarının önemli bölümünü barındıran ve “Büyük İsrail” hayallerine ve “vaat edilmiş toprak” efsanelerine konu olan bu stratejik bölgede gücünü devam ettirmek zorunda hissetmektedir. Bu bölgede etkisini kaybetmiş bir emperyal devletin dünyanın süper gücü sıfatını sürdürmesi beklenemez.

ABD, Irak’ı işgal sürecinde Irak içinden tek desteği Irak’lı Kürtler’den aldı. Irak’ın kuzeyinde kurulmasını sağladığı Kürdistan özerk bölgesinin lideri Barzani ve Irak Cumhurbaşkanlığı’na taşıdığı Talabani’den şimdiye kadar beklediği sadakati gördü. Kürdistan devleti kurulması sürecinde Türkiye’nin direnmesini engellemek için de PKK’yı koz olarak hep elinde tuttu.

Irak çoğunluğunu teşkil eden Şii ahali üzerinde ise İran‘ın çok ciddi bir etkisi var. Sünni Kürt ve Türkmenlerin ise Kerkük’ün sahipliği konusunda anlaşması mümkün değil.

Bu şartlarda ABD güçlerinin Irak’tan çekilmesiyle Irak’lı Kürtlerin güvende olması zor. Bu aynı zamanda ABD açısından petrol kaynaklarının da güvende olmaması demektir. Türkiye’ye Kürtlerin hamiliği rolü vermek suretiyle İran etkisini kırmak, ABD menfaatlerini korumak için Türkiye’nin taşeron olarak kullanılması uygun görülmüş olabilir.

Fakat Türkiye’nin enerji kaynaklarına sahip olması yolunu açabilecek bir hâkimiyet genişlemesine izin verilmesi beklenemez. Zaten Kuzey Irak’ta Kürdistan’ı kurduran ve daha sonra Suriye, İran ve Türkiye’de kurulacak Kürt devletçiklerinin birleşmesiyle “Büyük Kürdistan” kurma hayallerini besleyenler oyunun bu aşamasını düşünmemiş olamazlar.

ABD, “Büyük Kürdistan” projesine belki de hiçbir zaman izin vermeyecektir. Ancak bu hayali kuranlar vasıtasıyla Türkiye’yi devamlı bir terör ve bölünme riski altında tutması ve enerjisini bu yönde harcaması, “Türkiye haddini aşarsa da bu yolla hizaya getirmesi” söz konusu olabilecektir.

********************************

Kürt kartını oynayan ve kendilerini Kürt halkının temsilcisi olarak tanıtan diğer oyuncular PKK, Öcalan, DTP ile Barzani ve Talabani‘nin nihai hedeflerinin “Büyük Kürdistan” olduğu açıktır. Doğal sınırlarımız diye ilan ettikleri DTP’nin birinci parti seçildiği illerin, bugün için Türkiye’den ayrılarak, bağımsız bir Kürdistan kurulmasının konjonktürel açıdan mümkün olmadığını bu oyuncular iyi bilmektedir.

PKK, Öcalan ve DTP’ nin şu aşamada dile getirilen taleplerini biliyoruz:

  • 1- Öcalan dâhil PKK’nın bütün üyelerine genel af ve siyaset yapma imkânı sağlanması,
  • 2- Anayasanın iki milletli federatif bir yapıya göre yenilenmesi,
  • 3- Güneydoğu’ya özerklik verilmesi,
  • 4- Kürtçenin resmi dil olması,
  • 5- Koruculuk sisteminin kaldırılması.

Bunun için 40 bin kişinin ölümünden sorumlu terör örgütü lideri olarak İmralı’da hükümlü bulunan Öcalan’ın muhatap alınması öncelikle isteniyor. “Kürt açılımı çalıştayı”na katılanlardan konuştuklarını açıklayan bazıları “devlet Öcalan’ı muhatap almalıdır” görüşüne destek verdiler.

İçişleri Bakanının “cesur adımlar atacağız” açıklaması bu taleplerden hangilerine evet denileceğini göstermiyor. Zaten talep edenler ve destekçileri de,  hepsi bir anda olmasa da bir süreç içinde hazmı kolay olanlardan başlayıp, zor olanlara doğru taleplerin karşılanması gerektiğini söylemeye başladılar.

Bu projeye CHP ve MHP’nin destek vermesi mümkün değildir. Hatta AKP içinde bu ağır siyasi riski kaldıramayacak veya üniter milli devletten vazgeçemeyecek vatanseverlerin sayısı da azımsanamayacak kadar çok çıkabilir.

TSK‘nin bu konudaki görüşü Genelkurmay Başkanı’nın 14 Nisan’da Harp Akademileri’nde yaptığı konuşmayla açıklanmıştı. Bu görüş, “Anayasa’yla oynanmaması, üniter devlet, ulus-devletin zedelenmemesi, yeni azınlıklar yaratılmaması ancak bireysel olarak farklı kültürlerin özgürce yaşanması, siyasal alana taşınmaması” esaslarına dayanmaktaydı.

“Musul ve Kerkük üzerinde etkinliği olan yeni Osmanlı olmak” hayali ile uyuşturulan Türkiye’nin “dimyata pirince giderken, evdeki bulgurdan olma” riski büyüktür.

Terör belasından kurtulmak her Türk vatandaşının isteyeceği bir şeydir. Ama bu kurtuluş, terör örgütünün asıl gayesine ulaştıracak isteklerini vermekle olacaksa, bu Büyük Türkiye Cumhuriyeti Devletinin birkaç bin kişilik terör örgütüne karşı pes etmesi demektir. Verilen binlerce şehide ve harcanan milyarlarca dolarlık ekonomik değerlere rağmen bu sonuca kimse katlanamaz.

TSK’nın çizgisi sıradan Türk vatandaşlarının kabul edebileceği sınırdır. Bundan bir adım gerisini kabul etmenin vebali ağırdır. Bu çizginin ötesinde talep edilenlerin verilmesinin de demokrasi, hukuk, insan hakları ve özgürlükle bir alakası yoktur.

Bu çizgi de PKK, DTP’nin kabul edeceği sınırdan çok uzak olduğuna göre “güzel şeylernasıl olabilecek anlamakta zorlanıyorum. Endişe ve ümitle gelişmeleri izlemeye devam edeceğiz.

 

Baba Ocağında 2009

Mevsimlere gerçekten bir şeyler oldu.

Baba ocağına gidip de Hazar Gölüne gitmemek, en hafif ifadeyle talihsizlik.

Temmuz olmasına rağmen Gölde yüzecek hava şartlarını yakalamak mümkün olmadı ve ilk defa Elazığ’a gidip de Hazar Gölüne gidemedik ne yazık ki.

Her şeyde bir hayır vardır ya, Hazar olmadı Keban olsun dedik ve Çırçır Şelalesinde Alabalık kavurması yemek nasip oldu.

Aşağıdaki ilk iki fotoğraf, insanları; Eyi Ettiz De Geldiz, Memnun Kalırsız İnşallah  ifadesiyle karşılayan bu mekâna ait.

Arap Baba’yı Ziyaret

Harput; Elazığ’a giden her misafirin uğrak yeri olan bir belde…

Harput’ta ilk uğrak yerimiz ise, Ocağımızın Reisi babamın mezarı oldu.

Yanımda da, küçük oğlum Burak ve yeğenim Serhat vardı.


Şahin Ağa Mezarlığı

Ardından Arap Baba Türbesine uğradık. Yanlış zaman seçmişiz ki, Türbe ziyarete kapalı olduğu bir zamana denk geldiğinden dolayı ziyaret mümkün olmadı.

Sadece kapısında resim çekmekle yetindik;

 

Ardından Arap Baba Türbesine uğradık. Yanlış zaman seçmişiz ki, Türbe ziyarete kapalı olduğu bir zamana denk geldiğinden dolayı ziyaret mümkün olmadı.

Sadece kapısında resim çekmekle yetindik;

Arif Gaggo’yu Ziyaret

Arif Gaggo, doğduğum köyün yaşayan en delikanlısı.

Aşağıdaki Fotoğrafta da görüldüğü gibi, Hicri 1327 (1909) doğumlu, yani 100 yaşında olmasına rağmen (ki torunları 109 yaşında olduğunu söylüyor) gözünde gözlük yok, mükemmel görüyor, kulaklık kullanmıyor, mükemmel duyuyor, yerinde bir şuur ve hafıza, Keban Barajı sularının altında kalan köyümüzün hikâyesini satır satır anlatıyor. Saçı benim saçımdan gür.

İkinci eşi olan 78 yaşındaki hanımına; “Kalk misafirlere çay yap ulan” diye kükrediğinde, hanımının ne yapacağını şaşırdığına şahit olmamız, bizi de şaşkınlığa uğrattı.

Çatık kaşlarının altındaki çakır gözlerdeki ifade, isteğindeki ciddiyeti ve kararlılığı ortaya koyuyor adeta.

Ama eski günleri anlatmaya başladığında ise, dünyanın en merhametli, en narin, en alçak gönüllü insanı oluveriyor. Öğle ki, sohbetine doyamadığımız Arif Gaggoyu ikinci defa ziyarete gittik.

Türk Kamu Sen Elazığ Şubesine Ziyaret

Türk Kamu Sen Elazığ Şube Başkanı Şerif Mehmet ARICA, çocukluğumuzda okuldan önce bizi Sporla ve ayrıca Atışla, Yüzmeyle tanıştıran ağabeyimiz idi.

Bir fişekle 16 adet Dut Kuşu vurduğunu ve köyün genç ve çocuklarının beraberce, afiyetle yediğini hiç unutamıyorum.

Tabi sadece 16 kuşla yetinilmedi, çünkü Küçük Memet abide başka fişekler de vardı.

Not: Köyden ayrıldıktan sonra (1968’den beri) Dut Kuşu hiç görmedim.

O, köyümüzün iki MEMET abisinden biriydi, yaşça küçük olduğu için,  köyün Küçük Memet’i, bizim de Küçük Memet ağabeyimiz idi.  

Ayrıca köyümüzün ilk yüksek tahsilli olma unvanına sahip Küçük Memet abi, uzun yıllar öğretmenlik, idarecilik ve Fırat Üniversitesinde Fakülte Sekreterliğinden sonra, Eğitim ordusundan kopmadan, Sendika Başkanlığı yapmaya başladı ve başkanlıkta da ikinci dönemi yaşıyor.

Sıcak bir karşılama, ardından çay ve sohbetten sonra, asansöre kadar uğurlanıyoruz.

Teşekkürler Küçük Memet ağabey.

Son Fotoğraf ise, Elazığ Öğretmen Evinin bahçesinden yeğenim Mehmet Alp ile…

Not2: İl dışında olduğundan dolayı, Harput Aydınlar Ocağı Başkanımız Sayın Tarık ÖZCAN ile maalesef görüşmemiz mümkün olmadı.

 

3G (3rd Generation) veya 3N (3’üncü Nesil)

Mobil iletişim gelişmeleri hepimizin gözü önünde oluyor. Bu teknolojik gelişmeler hayatımızı olumlu veya olumsuz etkilerken. Bir yandan da gelen teknoloji kendi kültürünü de taşımış oluyor. Haberleşme teknolojileri ile bilgisayar teknolojilerindeki gelişmeler baş döndürücü hızıyla devam ediyor. Tüketim toplumları haline gelen insanımızın bu yöndeki taleplerinin çok olacağını düşünebilen teknoloji firmalarının iştahını kabartıyor. Bu iştah onlara bu değişik teknolojik ürünlerini topluma cazip olarak sunarak ciddi bir kazanç sağlayacağının göstergesi oluyor.

Bu tip teknolojilerin risk tehditlerine de bakmak lazım. Baz istasyon sayısında ciddi bir artış olacak. Şimdikinin 9 katı olarak uzmanlar ifade ediyor. Bu baz istasyonlarının yaydığı radyasyon ve manyetik kirlilikten bahsediliyor. Cep telefonlarının kapasiteleri ve işlevleri arttı dolayısı ile telefonların beyinde, kulakta yapacağı tahribatların bir ölçüsü var mı? Bunlar şimdilik çok bahsedilen konular değil. Bence Tüketici dernekleri ve sağlıkla ilgili derneklerin Konu ile ilgili tehdit değerlerinin çıkartılıp, kişinin bilgilendirme hakkından doğan her türlü tehdit değerleri ve etkileri konusunda haberdar olması gerekir. Ondan sonra kullanıp kullanmaması bireyin sorumluluğundadır. Baz istasyonlarını kolaycılığa kaçılıp konumlandırıldıkları yerlerin tekrar gözden geçirilmesinde fayda var.

Mobil telekominikasyon sistemlerinin temelini 1G oluşturur. 1G’de mobil iletişim sadece analog ses sinyalleri ile gerçekleşiyordu.1970’lerin sonu ve 1980’lerde kullanılmaya başlanmıştır. 1G  birinci nesil kablosuz telefon teknolojisidir. Hücresel ağ yapısı kullanır.

1990’larda sayısal sistemler mobil haberleşmede de kullanılmaya başlandı. Bu sistemde ses sayısal kodlama ile iletilmeye başlandı. Bu sayede, ikinci nesil kablosuz telefona geçiş oldu. 2G dünyada yaygın olarak kullanılıyor. 2G ‘de ciddi gelişmeler yaşandı sms, sonra multimedya eklendi.(resim, video v.b) düşük hızda da olsa intermet erişimi sağlandı. 2G’de hücresel ağ yapısı kullanır.

3G 1998 yıllarında Japonya’da ilk örnekleri kullanılmaya başlanmıştı.. 3G ilk ticari olarak 2001 yılında Japon şirketi NTT DoCoMa tarafında kuruldu. 2003 yılında Avrupa ve Amerika’da ticari olarak kullanılmaya başlandı. 3G Üçüncü nesil (3G veya 3N) kablosuz telefon teknolojisidir. 3G ‘de hücresel ağ yapısı kullanır. 3G’nin en büyük sorunu kapsama alanları iledir. Kapsama alanı problemini çözmek için daha fazla ve daha güçlü baz istasyonları kuruluyor. Bu kalıcı bir çözüm değil. Bu problemi ve diğer gelişmelerde göz önüne alınarak 4G teknolojisi üzerinde ciddi çalışmalar ve iyileştirme çalışmaları vardır. Dünya yakın bir gelecekte 4G ile de tanışacaktır.

3G ile birlikte veri alışveriş hızı arttığı için ;

Cep telefonlar üzerinden görüntülü telefon hizmeti, cep telefonları üzerinden hızlı internet erişimi, canlı radyo ve televizyon yayınlarına kolayca erişim. Günlük hayatımızı bir yere bağımlı kalmadan internet üzerinden yapabildiğimiz her şeyi rahatça yapabileceğiz bir platform aslında.

Her şeyden önce şunu bilmemiz lazım kullandığımız teknoloji mobil iletişim aracımız. İhtiyaç anlarında ve iş için kullanıldığında bizlere faydalı olacaktır. Şunu unutmayalım. Televizyonun bilgisayarın yerine geçemez. İnsan kullanımını özendirmek için birçok aparat yapılıyor. Özel gözlüklerle arabada veya toplu taşım araçlarında film izler gibi filim izleyebilirsiniz. Bu teknoloji ile birlikte bir çok ürününde üretildiğini görüyoruz.

Tüm iletişim teknolojilerinin artması ile birlikte; Siyasette, ticarette, ekonomide, eğitimde, sağlıkta, sosyal alanlarda, kamu ve özel sektör işleyişlerinde çok büyük değişiklikler olacak iş yapış süreçleri değişecektir. Küresel işleyişler dış ticaret, gümrük, dış ilişkiler ve kültürel bazda da birçok değişikliklere maruz kalacağız.,

Eviniz eğer akıllı eviniz varsa bir çok fonksiyonu telefondan izleyebilir ve yönetebilirsiniz. Bu teknolojiye uygun ev alet ve gereçleri üretilmeye başlandı bile.

İlk göze çarpan bankaların çağrı merkezleri görüntülü oluyor. İşitme engelli vatandaşlarımız bu hizmetten ücretsiz olarak faydalanacak. Saha hizmetlerinde ciddi değişiklikler bekleniliyor. Satış kanallarında firmalar, bu teknolojiyi çok iyi kullanacaklar.

Bu değişimlere hazır olup, sistemlerimizi bu değişimlere göre uyarladığımızda ve teknolojiyi insanlığın hizmetine verdiğimizde bizler için bir şey ifade eder. Eğer teknolojiyi insanlığın hizmetinde kullanamazsak,  teknoloji insanlığı  esir alır ki, bu hiç istenmeyen bir durumdur.

 

Aktif Politika, Açılımlar ve Çelişkiler

Önü açılmış milli devletlerin ne tip tuzaklarla karşı karşıya kaldıklarını bugün yaşıyoruz. Aslında, dün de farklı değildi. Siyasi tarihimiz dün Osmanlıya, bugün Türkiye Cumhuriyetine karşı tuzaklarla ve ihanetlerle doludur. Siyasi tarihi inceledikçe; tarih tekerrür mü ediyor diye sormaktan kendimi alıkoyamıyorum. Ayastefanos Antlaşmasıyla (1878) Kürtlere sahip çıkıyor görünen Rusya’ya karşı İngiltere’nin karşı atakla Berlin Antlaşmasını (1878) dayatarak ve Kürtleri de kullanarak bir Ermeni devleti kurma arzusu unutulmamıştır. Her bir reform talebinin ve dayatmasının altından dini azınlıkları koruma, Müslüman nüfusu çökertme amacı çıkmıştır.

İktidarda kalabilmek için her türlü tavizi veren ve İmparatorluk topraklarının dağılmasına bile göz yuman Damat Feritler, İngiliz Muhipler Cemiyeti Başkanı Sait Mollalar, Ali Kemaller, Boghos Nubar Paşalar, Osmanlının Stockholm Büyükelçisi yaptığı ancak, Osmanlıya ihanet etmiş ve İngilizlerle işbirliği yapmış olan Kürt asıllı Şerif Paşaların ve aile boyu İngilizlerle işbirliği yapmış bazı tarikat ehlinin benzerleri bugün de aynen var. Bu isimlerin çoğunun da alnı secdeye varıyordu. Sadece alnın secdeye varmış olması yetmiyor.

Sivas Kongresini dağıtma ve Mustafa Kemal’i ortadan kaldırma teşebbüsünün mimarı İngiliz Binbaşı Noel’in emrinde çalışabilecek sözde aydınlar ve işbirlikçiler  bugün de mevcuttur. İttihat ve Terakki Partisine karşı Hürriyet ve İtilaf Partisi mensuplarının faaliyetleri ve talepleri bugün de küreselci ve teslimiyetçi çevrelerce yerine getirilmektedir.

Dün Müslüman oldukları için hiçbir zaman affedilmeyen Kürtlerin Ermeni Devleti’nin sadece vatandaşı veya özerk bir bölgesi olduğunu kabul eden Batı, doğrudan veya dolaylı olarak Yeni Osmanlıcılığı ve eyalet sistemini dayatıyor. Dün Doğu ve Güneydoğu’da valilerin ve kamu görevlilerinin mutlaka Kürt olmasını isteyen Batı, bizimkilere dayattığı “Kürt açılımı” ile günümüzde aynı veya benzer taleplerde bulunuyor.

ABD ve Almanya gibi birçok devlet ve prensliğin birleşmesi ile meydana gelen devletlerin eyalet sistemlerine özendiriliyoruz. Bunun rüşveti de ABD çekildikten sonra Irak’ın kuzeyi ile ilgilenmek ve Musul’u tekrar Türk toprakları içine almak… Türkiye’ye 1870’lerin siyasi coğrafyası mı teklif ediliyor? O coğrafya eyalet sistemini kaldırabilirdi; ama bugünkü Türkiye idari yapısı ve milli devlet olarak kuruluşu itibariyle ABD ve Almanya örneklerinden çok farklıdır.

Şimdi statükoyu aşıyoruz diye ortada dolaşan bazı fırdöndü aydınlar, ultra aktif bir dış politika adına Türkiye’yi Misak-ı Milli sınırları dışına taşımaya çalışıyorlar. “Efendim, Bölge halkları neden bir araya gelmesinmiş!” Keşke gönlümüzde yatan etkin, bağımsız bir güç olarak Türkiye bunları yapabilse… Şimdi ancak izinle veya taviz vererek bazı şeyler yapılabiliyor.

Türkiye’nin sınırları dışında gerekli etkinliği sağlayabilmesinin yolu her şeyden evvel Türk kimliğine ve Türk kültürüne sahip çıkmaktan geçer. Kendi kuruluş felsefesini, milli kimliğini devre dışı bırakmaya hazır; şerefli tarihini sorgulamaya, yüzleşmeye ve yargılamaya çıkmış; kendi devleti ile başkaları adına kavgalı işbirlikçi aydınların ve siyasetçilerin bulunduğu, mutabakatlarını geliştirememiş, milli davalarını küçümseyen, verkurtulcu, iktisadi kaynaklarını ona buna peşkeş çeken bir ülke aktif bir dış politika uygulayamaz. Son altı senedir Türkiye neleri tartışması gerekirken neler bize tartıştırılıyor? Milli sınırlarımız dışına çıkacağız, genişleyeceğiz, dar ufuktan kurtulacağız diyenlerin, Türkiyelilik hokkabazlıklarını bırakmaları, üniter yapı ve milli devlet anlayışını zedelememeleri gerekir.

“Kürt açılımı” adı altında teröristbaşını muhatap alan, üstelik de terörle mücadele eden ve şehitler veren bir ülke ciddi ve ufku genişleyen bir ülke olamaz.

Üç tarzı siyasetin icabı olarak önce Osmanlılık, daha sonra İslâm şuuru ile İmparatorluğu ayakta tutmaya çalıştık. Nihayet; Anadolu’da Türk kimliği etrafında aslımıza döndük. Milli devleti ve Cumhuriyeti kurduk. Şimdi sınırlarımız dışında maceralara girerken; ona buna taşeronluk yapmaya hazırlanırken; “Türk kimliği bize dar gelir, sırasıyla İslâm ve daha sonra da Osmanlı kimliğine sarılalım” demek havada şato kurmaktır. Merkezi reddeden bir çevre olamaz. II. Meşrutiyetle kurulan Osmanlı Meclisinde her milletvekilinin Osmanlı kimliğini taşıması gerekirken; dini ve etnik ayrımcılık ve ırkçılık yapılmadı mı? II. Abdülhamit bu Meclisi neden feshetti?

Yayla Yollarında

Dağın başından silah sesleri duyulunca, tüm obayı neşe bürür. Kimse yerinde duramaz olur. Silahlar atılmıştır bir kere. Geri dönüşü yok. Yayla seferberliği başlamıştır. Çoluk çocuk görevlendirilir; denkler, kaplar kacaklar kilimlere sarılır, güğümler, leğenler, hazır edilir. Otaşı pişecektir, salıncaklar kurulacak, serin çaylara inilecektir. Ekmek ateşi dağda anaları beklerken genç kızlar en yeni giysilerini hazır eder; gelinler, kadın analar parlak renkli kadife şalvarların bohçalarını açar, karanfil kolyelerini geceden ıslatırlar.

Şehirlerde takılanlara benzemez bu karanfil kolyesi. Altını gümüşü öyle güzel kokmaz boyuna asıldığında. Yalnız kadınlar bilir karanfil kolyesinin akşamdan ıslatılınca ertesi güne at sırtında giderken, yayla rüzgarıyla nasıl efiltiler yaydığını, yalnız obanın kadınları bilir. Kır çiçeği motifli başlıklarını da takacaklardır. Parlak kemerler ince belleri dolayacak, boncuklu saçlar Haziran güneşiyle buluşacak. Ama önce çocuklar ve yaşlılar.

Önce obanın yaşlılarını, oyun çağına varmış çocuklarını götürecek erkekler. Her ailenin yaylada onları bekleyen bir ardıcı vardır. Ardıç bir özge vatan, ardıç onların yurtluğu, bahçesi, bağı. Kuyuların kovası ardıçtandır denilmiş. Ardıç beşik, ardıç tabut, ardıç kaşık ardıç her bi şeydir onlara. Varıldığında yaşlılar kendi ağacını bulur, oturur. Kadınlar gelene kadar çocuklara göz kulak olurlar.  Hemen ertesi günü kadınların denk hazırlığı biter, en güzel giysilerini giyinmiş, başlarını kır çiçeklerinden çelenklerle süsleyen örtülerini takmış, boyunlarında üç beş sıralı karanfilleri, at binmeye hazırdırlar.

Ve ikinci günü Dirmil dağından yine silah sesi duyulduğunda atlar, merkepler meydana getirilir, kadınlar at biner. Erkekler en cakalı kıyafetleriyle atların yanında yürür. Yol denecek bir yol varsa o da incecik patika. Her yan yemyeşil çayır. Hafif eğimli tepelerde yaya giden erkekler yoruldukça kadınlar türkü söyler. Hamilesi, emziklisi kafilenin ortasındadır. Hayvanların boyunlarında çanları, türkülere eşlik eder. Azıkları heybelerde, peyniri, çökeleği, yufka arasında dürümlü, susayana Dirmil’in soğuk çayı, kana kana içerler. Türkü türküye eklenir, gülüşmeler, söyleşmeler, atışmalar arasında yaylaya varılır. Sofralar kurulur, kuzuyu, keçiyi ateşte döndürürler. Karnını doyuran çadır kurmaya durur. Her çadırın yeri bir ardıç altı, her ardıç bir ailenin yurtluğudur. Çadır kurmak işlerin en kolayı. Kuruluverir. Sonrası kadınlar düzeni kurar. İşini yoluna koyan etrafı dolaşır, gezinir üçü beşi bir arada. Geçen yılın tandırları temizlenir, onarılır. Ocak yerleri düzlenir. Dirmil’in yüksek yaylasında karınlar doyunca sazlar ses vermeye başlar. Önce bir cura cırıltısı. Ardından başka bir cura. Derken sipsi, kabak kemane, bir zurna katılır. Davulcu duramaz olur, gider en ortada yerini alır. Kız kızan durur mu ki! Serin ardıç gölgesinde akşama kadar oyunlar oynanır. Ayşeli, Güssümlü türkülerle akşam edilir.

Akranlarıyla dolaşmaya çıkan gençler gün yanığı tenlerinde hayatın ilk tebessümlerini talim ederler. Hepsi birbirinin adını, ocağını bilir ya, yine de yeni yeni tanışmalar filizlenir yaylada. Çiçekler alınır, verilir. Kır lalelerinden, böğürtlen boyasından, üstlerinde başlarındaki kekik kokularından bilir analar, kuzularının nerelerde dolandığını. Zaten gençler çadırlara gelene kadar, her birinin ne ettiği anaların kulağına tez geliverir. Saçları biraz taranırken, biraz da çekilirken uzar fidan kızların. Oğlanlar yarış tutarlar ıslık ıslığa. Bilek güreşi yaparlar yaş çimenlerde. Yenilen suya yollanır. Kimi eğlenceler isli tabakla olur. Oyundan habersize içi çiçekle dolu iki tabaktan biri, altı isli olanı verilir. Karşısındaki oyun arkadaşında temiz tabak vardır ve çiçeklere okur gibi yapar, karşısındakine üfler. O da duaya amin der durur, isli tabağı bir sağ eliyle bir sol eliyle tutarken. Yüzünün boyandığından habersiz, seyredenlerin niye bu kadar güldüklerini anlayamadan, amin amin üstüne, yüzü gözü isle boyanır. İş anlaşıldıktan sonradır ki kovalamaca başlar, o daha da eğlencelidir. Tökezleyen, düşen kalkan, seyreyleyenlerin kızdırmalarıyle uzar gider.

Sabah sağılan süt, akşama dek mayalanır, yoğurt olur. Kara dipli tencerelerde patates haşlanır, erik ekşisi, nane gezdirilir, meydan sinisine kurulur. Yiyen bir pişman, yemiyen bin.

Yaylanın hocası namazı kıldırırken, çorba kazanları kaynamıştır çoktan. Közlenmiş ateş çaydanlıklara hazırdır. Atlar, katırlar karınlarını serin toprağa dayar, köpekler yallarını bir iyice sıyırır çanaklarından. Sürüler geniş yaylada taze çimen kemirir akşamı ederler. Yüzlercesinin boynundaki çanlar her hareketlerinde yaylayı şenlendirir, tatlı bir tıngırtı bulutuyla her yanı kaplarlar. Ama gece inmeye başladı mı, tıngırtılar azalır, çocuk çığrışmaları giderek kaybolur. Onları beşikleri, salıncakları yayla uykusuyla kucaklar. Kadınlar yakın yakın oturur, muhabbet ederler. Yetişkin erkeklerin de kendi aralarında belli birlikleri vardır. Yeni yitmelerin gece boyu bir araya gelip söyleşecekleri, oyunlar oynayacakları mahal başkadır. Onlar kendi aralarında eylenirken büyükler yanlarına gitmez, oyunlarına karışmazlar. Büyüklerin eylencesi yayla geceleridir. Onlar ardıç tepelerine değip geçen rüzgârın ıslığını dinler, eskileri anarlar. Bilen anlatır, bilmeyen dinler, öğrenir.

Yaylada gece diye bir şey yoktur. Gündüzün güneşini parlak yıldızların milyonlarcası aralarında bölüşmüş, her biri kendi cürmünce aydınlatır ardıç dallarını. Obanın köpekleri o yıldızlardan yolları ezbere bilirler. Yaylada kaybolamaz hiç kimse. Ama curalar yeniden titreşmeye başladığında, obanın yaşlıları, kocaları dirseklerini dizlerine dikip dinlerler. Gündüzki neşeli havaların yerini bozlaklar, uzun havalar almıştır. Kimbilir hangi zamanlardan kulaktan kulağa gelmiş eski nağmeler yeni ellerde yeniden canlanır. Bazen, çalanın yüreğinden bir ağıttır kopar. Köpüklü çaylar gibi çağıldamaya başlar ozan. Yanık ezgisinde derdini, gözünü yumar da anlatır; avazı tüm yaylayı tutar. Kim tutar, kim susturur sazını, ağıtını! Kim kesebilir sedasını ozanın? Hiç kimse. Bir zaman derdiyle söyler eyleşir. Sonra uzatmaz obalılar. Zurnanın biri havayı dağıtır.

“Şu Dirmil’in çalgısı
Dağları tuttu yankısı”

Erkeklerden birkaçı başlar hoplayıp sekmeye. Kadınlardan katılanlar olunca kız kızan daha kimse kalmaz oynamadık. Boyunlarda karanfil kolyeler göğüsleri döğer, ardıcın parlak kozaklarını bastırır kokuları. Terden parlayan yüzlerde yayla gecesi ışıldar. Saç örgülerinin ucunda zıplayıp duran boncuklar küçücük yıldızlar gibi göz alıcıdır. Kollar ine kalka, dizler tay misali çevik, serçeler gibi konar, sekerler. Dönüşler kıvrak, hava ılık, yumuşak. Türkülerle oyunlarla iyice ısınır yayla havası. Yelekler çıkartılır bir kenara. Kilimlerde kocakarılar uyuklar. Torunu olan beşik sallar, pervane kovalar. Toruna ermemişler keşkek ıslatır geceden.

Obanın köpekleri bir gözleriyle oyunları seyreder, bir gözleriyle çevreyi dolanır. Bir kulakları sazların tınısında, diğeri uzak havlamalarda, gecenin bir yarısına doğru.

Yaylaya çıkmak, orada güneşle biraz daha kızarıp olgunlaşmak. Biraz daha olmak, genç kızlığa, delikanlılığa, adamlığa doğru biraz daha yol almak. Yeni düğümler atmak, yeni ateşler yakmak. Denk bağlamayı, düğüm yapıp düğüm çözmeyi öğrenmek. Dinlemek, söylemek, anlaşmak, işmardan kapmak. Yaylaya çıkanların kulağı delik olur. Sincabı yaprağın hışırtısından, vaktin eriştiğini, obanın düze ineceğini silah sesinden anlar, insanını sesinden tanır, türküyü canevinden okurlar. Sipsiyi çığlığından, divan sazını püskülünden, hayvanını meleyişinden tanırlar. Suyun gözünü bilirler. Gözün suyunu yine türküyle siler bu insanlar.

Yaylamak bitip düze inmenin zamanı gelip çattı mı, çadırları bozarlar. Kız kızan atlara doluşup yükü katırlara denklerler. Yine türkülerle yayla yolundan kışlaklarına dönerler.

Bir, çoban kalır geride. O da onların ardından akşam oluncaya dek bakar, çan sesleriyle oyalanır. Akşam olurken azığını çıkartır, mendiline serer. Yufkanın arasına çökeleğinden serper, dürer. Ne ki, lokmaları ağzında büyür ha büyür. Bir gariplik gırtlağına gelir oturur. Nerde obanın şen insanları, nerde kadınların, çocukların kahkahaları! Sökülüp götürülen kazıkların yeri bomboştur. Yerlerine karanlık çukurlar oturur artık geceleyin. Kimsesizlik daha da artar ardıçların sessizliğinde. Çoban kavalına el atar. Uzun, garip, kırık bir havaya başlar. Yayla kaval sesiyle daha da yalnızlaşır. Çoban, kendi nefesinden kendisi ürker. Yayla çok büyük, gece ıssızdır. Yıldızlar, güneşten ödünç aldıkları bir avuç aydınlığı sadaka kabilinden başına serperler. Mutlanır. Kabullenir. Heybesini yastık yapar, başını kepeneğine çeker. Yeri boş kalmış çadır kazıklarını görmemek için gözlerini yumar. Eski askerlik hatıralarına uğrar düşünceleri. Bir fasıl da öyle oyalanır. Kıtasını getirir gözünün önüne, komutanını. Okuma yazma öğreten teğmenini. Sonra çektirdikleri resim canlanır gözünde. Tüfekler çatılmış, kırlara uzanılmış… Çoban uykuya dalar.

Gün ağarana kadar ardıçların üzerine yıldızlar yağar.

Vakıf Geleneği

0

GİRİŞ:

Ülkemizin siyasi, iktisadi ve içtimai durumu hepimizce malumdur. Uygulanan yanlış politikalar nedeniyle; işsizlik, yoksulluk ve yolsuzluk en büyük sorunumuz haline gelmiştir. Yapılan kamuoyu araştırmaları bu konuların terörden dahi önde bulunduğunu açıkça göstermektedir. Devletle Milletin arası açılmış, gelir dağılımı halkın moralini bozacak düzeyde bozulmuş, sokaktaki insanla varlıklı kesimlerin arasındaki uçurum iç dengeleri bozacak ve sosyal patlamalara neden olacak ölçüde açılmış, uzun yıllardır devam eden enflasyon nedeniyle alım gücü iyice azalarak yoksulluk had safhaya varmış, bölgeler arası uçurumun tetiklediği iç göç nedeniyle büyük şehirlerimizde oluşan gettolar güvenlik güçlerimizce kontrol edilemez bir hale gelmiştir. Büyük süper marketler ve ekonomik kriz nedeniyle küçük esnafın durumu perişandır, siftah yapmadan dükkânını kapatmaktadır. İşçi ve memur ise büyük sıkıntılar içinde kıvranmakta ve geçim sıkıntısı çekmektedir. Köylü ise sorunları hep göz ardı edildiğinden kan ağlamaktadır. Şimdilik Müslüman-Türk Milleti’nin milli hasletleri ve aile içi dayanışmanın kuvvetli olması nedeniyle sosyal patlamalar olmamakta, fakat bu durumun ne kadar devam edebileceği hiç kimde tarafından kestirilememektedir. Tedbir alınmazsa Arjantin vb. ülkelerde meydana gelen istenmeyen olayların ülkemizde de görülebileceği, yağma ve ayaklanmaların olabileceği ve tüm bunların sonucunda da bizi iç harbe kadar götürebilecek kötü sonuçlar doğabileceği en kötü senaryo dahi olsa öngörülmelidir.

Elbette Arjantin gibi ülkelerle Türkiye’nin toplumsal yapıları çok farklıdır. İnsanımız büyük acılara gark olmasına rağmen dünyaya örnek olacak bir özveri ve dayanışma ruhu içinde meselelerini çözme gayreti içindedir ve sabırla devletin alacağı tedbirleri beklemektedir. Toplumumuzda ailenin kutsal kabul edilmesi, akrabalık bağlarının çok güçlü olması ve hala kaybetmediğimiz değer yargıları, toplumsal tepkileri şimdilik bastırmaktadır. Ayrıca geleneğimizde devlete biat etme vardır, başkaldırma yoktur. Ancak bu durumun ne zamana kadar süreceğini kimse kestiremez. Tedbir almak elzemdir. Çünkü son yıllarda halkımızın dini, ahlaki ve kültürel dokusu bir hayli bozulmuş ve suç oranlarında ürkütücü bir artış eğilimi baş göstermiştir.

Şimdiye kadar iş başına gelen hükümetler; milli tedbirler almak, kendi iç dinamiklerimizi harekete geçirmek, üretimi-ihracatı-istihdamı artırıcı tedbirleri devreye sokmak, israfı önlemek, ciddi tasarruf tedbirleri almak, artık iflas eden piyasa ekonomisi yerine karma ekonomiyi devreye sokarak yeni bir kalkınma hamlesi başlatmak, ülkenin kaynaklarını iyi değerlendirerek hakça paylaştırmak, yoksulluğu ve işsizliği önlemek, dar gelirlilerin durumunu düzeltmek ve halkımızı sosyal güvenlik şemsiyesi altına almaya çalışmak yerine; hem ağır iç ve dış borçlanmayla ülkenin yarınlarını ipotek altına almışlar, hem de ekonominin sorumluluğunun şimdiye kadar hiç bir ülkede başarılı olamayan ve birçok milleti felakete sürükleyen IMF’ye teslim etmişlerdir.

Konunun ekonomik yönü yazılı ve görsel basında her gün gündeme gelmekte ve hepimizce izlenmektedir. Fakat sosyal yönü maalesef unutulmaktadır. T.C. Devleti demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir. Anayasada yer alan sosyal devlet ilkesi unutulmamalıdır. Ekonomik kriz yüzünden işsiz kalan yüzbinler aç ve açıkta kalma tehdidi altındadır ve bunlar bizim insanlarımızdır. Evine yiyecek ekmek götüremiyen, kışta kıyamette yakacak kömür bulamayan, çocuğunun ilacını alamayan, okul masraflarını karşılayamayan, cebine harçlık koyamayan, hatta ailesinin başını soktuğu evin kirasını ödiyemiyen işsiz bir baba ne yapacak ve ne zamana kadar dayanacaktır. Herkesin yüreğinde hissetmesi gereken bir acı ve ne yapabilirim diye düşünmesi gereken nazik bir konudur bu!

Ülkemizde maalesef Mülki Makamlara bağlı olarak faaliyet gösteren ve “Fakir Fukara Fonu” olarak bilinen sosyal yardımlaşma birimi ile bazı belediyelerce oluşturulan beyaz masa uygulamaları dışında ciddi bir sosyal güvenlik mekanizması yoktur. Bu birimlerin de bütçeleri mahduttur ve bu büyük sorunu çözmeye muktedir değillerdir. Bir de yeni işten çıkartılanlara hükümet tarafından geçici bir süreyle işsizlik maaşı ödenmeye başlanmıştır. Çeşitli zamanlarda da gerek hükümet ve gerekse belediyeler tarafından yakacak-giyecek-gıda yardımları yapılmakta ve Ramazan Aylarında iftar çadırları kurulmaktadır. Sağlık sorunu da yeşil kart uygulamasıyla çözülmeye çalışılmaktadır.

Bunların hepsi pansuman tedbirlerdir. Yani 21. Asırda insanlarımız açtır, açıktadır, hastanelerde rehin kalmakta ve ilaç parası bulamadığı için ölümle pençeleşmektedir. Devlet tüm insanlarına ulaşamamakta, tüm kesimlere inememekte ve herkesi sevgiyle kucaklayamamaktadır. Cinayet, gasp, hırsızlık, kapkaç, kaçakçılık, fuhuş, dilencilik, uyuşturucu satma ve madde bağımlılığı vb. adi suçlarda önemli artışlar görülmekte ve toplum her geçen gün iyice bozulmaktadır. Gençler maddi ve manevi sıkıntılar yüzünden terör ve suç örgütlerinin tuzaklarına düşmekte ve onların karanlık işlerine alet olmaktadır. Tinerci gençler sokaklarda dehşet saçmakta ve insanları ciddi mana da rahatsız ederek endişeye sevk etmektedir. Büyük şehirlerde bazı genç kızlar yüksek öğrenimlerini tamamlamak için zengin erkeklerle dost hayatı yaşayarak namuslarını satmaktadır. Tüm bunların sonucu hapishanelerde yer kalmadığı için de sürekli af çıkarılmaktadır.

Peki bizim dünyaya örnek olan Türk-İslam Medeniyetimize ve vakıf geleneğimize ne olmuştur. Malın kırkta birini zekât vermek dinimizce farz değilmidir. Neden maddi durumu iyi olan hayırsever insanlarımızın elindeki imkânları muhtaç durumda olanlara aktaracak ciddi örgütlerimiz yoktur. Niçin olan yardım kuruluşları da hep yolsuzluklarla anılmaktadır. Zenginlerimiz sırça köşklerine ve korumalarına mı güvenmektedir. İnsanların bazı kuruluşlarca dağıtılan yardım paketlerini almak için birbirini ezdiğini, çöplükten yiyecek bulmaya çalışan garibanları, sokaklarda yatan çocukları, fuhuş batağına saplanan genç kızları ve terör-suç örgütlerinin ağına düşen delikanlıları basından izlediğimiz bu günlerde, hepimiz insan olduğumuzu hatırlamalı ve elimizden geleni yapmalıyız. Çünkü herkes aynı gemidedir. Gemi batarsa lüks kamerada olmakla avam kamerasında olmanın bir farkı olmayacak, herkes boğulacaktır. O halde devletin tüm kurum ve kuruluşlarıyla, toplumun tüm kesimleri el birliğiyle gemiyi batırmamak için uğraşmalıdır.

Temel ihtiyaçları giderilmeyen, karnı tok-sırtı pek olmayan, yapacak bir işi ve kalacak bir evi bulunmayan, yani tutunacak bir dalı kalmayan insanların bir süre dayandıktan sonra; her türlü değer yargısını yitirerek canavara dönüşebileceği ve çevresine zarar verebileceği asla unutulmamalıdır. Bu yüzden hükümetler tarafından alınmaya çalışılan ekonomik tedbirler yeterli iyileşme sağlayana, insanların tamamı gelişmiş ülkelerde olduğu gibi devlet tarafından sosyal güvenlik şemsiyesi altına alınana, işsizlik ve sağlık sigortası uygulamasına geçilinceye kadar; çözüm üretmek ve toplumun içinde bulunduğu mağduriyeti gidermek durumundayız.

VAKIF GELENEĞİNİ DEVAM ETTİRMEK VE SORUNU ÇÖZMEK İÇİN:

T.C. Devleti öncelikle tüm bireylerini eşit ve onurlu kişiler olarak görmeli, hizmeti her yere adil olarak götürmeli, tüm kesimlere inmeli, halkını hiçbir ayrım yapmadan sevgi ve muhabbetle kucaklamalı ve onun tüm meseleleriyle samimi olarak ilgilenmelidir. Türk Milleti’nin bütünü de tereddütsüz olarak buna gönülden inanmalı ve işte bu benim devletim, benim için var diyebilmelidir. Devlet her şeyden önce baba olmalıdır. Bir baba evladını sevmez, korumaz, üzerinde titremez, okutmaz, sağlık problemiyle ilgilenmez, karnını doyurmaz, üstünü giydirmez, cebine harçlık koymaz, sadece yaramazlık yaptığında döverse; çocukları dahi ya ona isyan eder, ya da evden kaçar. Devlette önce insanlarının güvenlik, asayiş, sağlık, eğitim, barınma, iş ve aş problemlerini çözmeli, tüm bireylerini sosyal güvenlik şemsiyesi altına alacak ve kucaklayacak bir sistem kurmalı, halkının refah, huzur ve güvenlik seviyesini artırmalı, adalet mekanizmasına işlerlik kazandırmalı, sonra da; isyan edeni hükümranlık haklarını kullanarak en ağır şekilde cezalandırmalıdır. Altyapı sorunları halledilmiş medeni bir yerleşim biriminde yaşayan, ailesini geçindirecek miktarda gelir sağlayan bir işi ve uygarca yaşayacağı bir evi olan, sağlık sorunları çözülmüş eğitimli ve mutlu bir birey; devletine karşı gelmeyecek ve müesses nizama uyacaktır. Çünkü kaybedeceği huzurlu ve güvenli bir hayatı vardır.

Yüce Önder Atatürk’ün dediği gibi Millete efendilik yoktur, hizmet etmek vardır. Bu millete hizmet eden, onun efendisi olur.” Hangi makamda ve mevkide olursa olsun Devlet Erkanı bu anlamlı sözleri kendisine şiar edinmeli ve milletle arasına ördüğü duvarları yıkarak toplumun refah ve huzuru için çalışmalıdır. Yani devletin ulaşamadığı tek bir vatandaş dahi kalmamalıdır. Tüm bireyler sosyal güvenlik şemsiyesi altına alınana kadar; fakir-fukara-garip-guraba-işsiz-yoksul-dar gelirli ve muhtaç insanlarımız için mahalli ve mülki imkânlar birleştirilerek kurulacak bir takım organizasyonlar ve çeşitli vakıflar aracılığıyla yiyecek, giyecek, yakacak, sağlık ve barınma imkânları sağlanmalıdır. Fakat seçime az kala beyaz eşya dağıtma gibi uygulamalarla böylesine ciddi bir konu sulandırılmamalı ve her türlü yardım gerçekten muhtaç olanlara; insan onuru gözetilerek ve mahcup edilmeyerek gizli olarak yapılmalıdır. Elbette insanlar devletten sürekli yardım bekler hale getirilerek üretimden uzaklaştırılmamalı ve tembelliğe alıştırılmamalıdır. En iyi yol devletin iş bulana kadar asgari ücretin yarısı kadar bir meblağı ihtiyacı olan Aile Reislerine verdiği bir sisteme geçilmesidir. Elbette bu bireyler işe girdiklerinde veya İŞKUR tarafından iş bulunup teklif yapıldığında çalışmazlarsa yardım kesilmelidir. İŞKUR’a da işlerlik kazandırılmalı ve istihdam sağlama yolları zorlanmalıdır.

Bazı belediyelerce ramazan aylarında açılan iftar çadırlarının ne kadar hayırlı olduğu ve insanların faydalandığı herkesçe malumdur. Uygulama bütün belediyeler tarafından ve sadece ramazan ayları değil her zaman tatbik edilebilir. Bir belediye başkanının bundan daha önemli ne işi olabilir ki? Yapılacak iş ihtiyacı olan vatandaşa üç öğün yemek vererek karnını doyuracak ve kullanılmış da olsa üstünü giydirecek bir organizasyonu kurmaktır. Nihayetinde ziyafet verilmeyecek, bazen bir kab çorba, bazende bir tabak pilav kafi gelecektir. İhtiyacı olmayan hiç bir insanın, bir kap yemek için kuyruğa girmeyeceği ve kullanılmış bir elbiseyi alıp üstüne giymeyeceği bilinmelidir.

İnsanlar açtır, açıktadır. Büyük metropollerde sokaklarda yatmaktadır. Kilise ve havralara sığınanlar her türlü yardım ve desteği gördüğü için din değiştirmektedir Fakat Cenab-ı ALLAH’ın Evi olarak gördüğümüz Camiler namaz vakitleri dışında kapalıdır. Hoca efendilerin çoğu da işsizlikten ötürü başka işlerle uğraşmaktadır. Devletin köy seviyesinde teşkilatlanmış büyük ve önemli kurumlarından biri olan Diyanet İşleri Başkanlığından hayır işlerinde mutlaka istifade edilmelidir. Osmanlı İmparatorluğu zamanında olduğu gibi, tüm şehirlerde büyük camilerden birisi vakıf haline getirilebilir. Müftüler bu vakıfların başkanı olur ve buralarda Camilerin Hoca ve Müezzinleri görevlendirilebilir. Hayırsever vatandaşların kurban, zekât, fitre ve sair hayırları değerlendirilerek buralarda yoksul insanlara yeme-içme-giyinme-sağlık ve barınma imkânları sunulabilir. Diyanet Teşkilatının bu organizasyonu yürütebilecek kadro ve altyapı imkânları yeterlidir. Elbette bu tip vakıfların tekke ve zaviyelere dönüşmemesine azami dikkat edilmelidir.

Aslında en doğru usul geçmişimizden örnek alarak tüm şehirlerde mülki ve mahalli imkânları birleştirip bir “sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakfı kurmak” ve sistemi kurumsallaştırmaktır. İlçelerde kurulacak bu vakıfların başkanları Kaymakamlar, genel başkanları da Valiler olmalıdır. Bu vakıfların idare heyetinde; Belediye Başkanları, Sosyal Dayanışmadan sorumlu vali yardımcıları, Kamu Kurum ve Kuruluşlarının İl ve İlçe Müdürleri, Müftüler, Sanayi-Ticaret ve Esnaf Odalarıyla Sivil Toplum Örgütlerinin Başkanları, Muhtarlar ve o şehrin ileri gelen Tüccar ve Eşrafı bulunmalı, bu heyet belirli periyotlarda toplanarak bizler bu yörenin muhtaç durumdaki insanları için neler yapabiliriz, yaşadığımız kentin sorunlarını gidermek için nasıl katkıda bulunabiliriz diyerek düşünmeli ve çözüm üretmelidir. Tüm şehirlerde kurulacak bu vakıfların amacı “İnsanların tamamını karnı tok-sırtı pek olan, ailesinin geçimini sağlayacak bir işi ve başını sokacak bir evi bulunan mutlu bireyler haline getirmek” olmalıdır. Mülki ve mahalli imkânlara maddi durumu iyi olan insanların katkıları da eklenirse, yeterli kaynak sağlanacaktır. Yani il ve ilçelerin ileri gelen insanları taşın altına ellerini koyarak harekete geçseler ve samimi olarak gayret etseler; yoksulluğun ve işsizliğin sona erdiği, muhtaç insanlara sahip çıkıldığı, herkesin ev-iş ve aş sahibi olduğu, son günlerde artma eğilimi gösteren bölücü-yıkıcı terör eylemleriyle, hızla artan adi suçlar da dahil önemli bir çok sorunun kendiliğinden çözüldüğü ve hapishanelerin de boşaldığı görülecektir.

Vakıf öncelikle ailesinde veya hanesinde SGK’da (sosyal güvenlik kurumunda) hiç kimse bulunmayan, düzenli bir geliri olmayan, muhtaç-kimsesiz-yaşlı ve engelli insanları tespit etmeli ve şehrin düzgün bir “Sosyal Güvenlik Haritasını” çıkarmalıdır. Daha sonra eli ayağı tutanlara İŞKUR’la koordineli olarak iş imkanı sağlamalı ve çalışana kadar yardımcı olmalıdır. İşi olup da durumu iyi olmayanları kendisini toparlayana kadar desteklemelidir. İş yapamayacak durumda olanlara ise düzenli olarak yardım etmelidir. Bu vakfın sosyal yardımlaşma ve dayanışma faaliyetleri;

– Halkın iş-aş-barınma-geçim vb. tüm sıkıntılarını muhtarlar vasıtasıyla veya internet-telefon yoluyla bizzat sosyal güvenlik sistemine ulaştırabildiği ve burada derlenip-toplanarak ilgili hizmet birimlerine aktarıldığı ve en kısa sürede ihtiyacın giderildiği “doğrudan iletişim sistemi” kurmak,

– Muhtaç durumdaki işsiz aile reislerine iş imkanı sağlanana kadar onurunu kırmadan asgari ücretin yarısı kadar nakdi yardımda bulunmak,

– Aşevlerini muhtaç durumda olanlara üç öğün yemek verebilecek kapasiteye getirmek,

– Ailesi olan muhtaç-engelli ve yaşlıların hısım-akraba ve çocuklarının yanında kalmasını teşvik ve desteklemek, kimsesiz olan veya ailesinin yanında kalamayanlar için mevcut huzur evleriyle kadın sığınma evlerinin kapasitelerini artırmak ve buralardan faydalanan yaşlı, kimsesiz, muhtaç insanlarımızla yakından ilgilenmek,

– Belediyelerle koordine ederek sokak çocuklarını bir araya getirerek geçici bir süre barındırmak maksadıyla çocuk sığınma evleri yapmak, bu çocukları gerekli prosedürleri tamamlayarak Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu İl Müdürlüğü bünyesinde bulunan merkezlere sevk etmek, bu merkezlerin yanına onlarla paralel çalışacak rehabilitasyon merkezleri kurmak ve buralarda onlara meslek kazandıracak kurslar vermek, onların her türlü problemleriyle ilgilenmek, okuyup meslek sahibi olmaları ve topluma kazandırılmaları için elinden geleni yapmak,

– Engellilere sahip çıkmak ve engellerini ortadan kaldırmak için belediyelerle koordineli olarak “Engelli Kenti” kurmak, burada yapılacak ilköğretim okulunda okumaları ve bulundurulacak özel eğitim merkezinde rehabilite edilmeleri ve açılacak meslek edindirme kurslarında meslek sahibi olmaları ve topluma kazandırılmalarını sağlamak, engellileri hafta içinde sabah evinden alıp-akşam evine bırakarak ailelerine katkıda bulunmak, ailesi olmayanların ise bu merkezde bulunacak engelli sığınma evinde sürekli kalmalarını sağlamak,

– TOKİ ve belediyelerle koordineli olarak muhtaç durumdaki insanları ölünceye kadar kira vermeden kullanmak fakat tapusu belediyede kalmak şartıyla, dar gelirlileri ise uzun vade-uygun ödeme koşullarıyla “Sosyal Konut” sahibi yapmak,

– Kırsal kesimde yaşayan, tarım-hayvancılık-balıkçılık ve arıcılıkla uğraşan dar gelirli vatandaşlarımızı; Belediye ve Tarım İl Müdürlükleriyle koordineli olarak desteklemek, organik tarım ile seracılığı teşvik etmek, ücretsiz gübre dağıtarak toprağın verimini artırmak, yani tarım sektörü teşvik ve desteklenerek işsiz ve muhtaç durumda olan nüfusun daha da artmasını önlemek,

– Yerli reel sektörün kentsel istihdamı artıracak, üretim ve ihracata dayalı projelerini teşvik ve desteklemek, yeni iş sahaları açılmasına katkı sağlamak,

– Küçük esnafın her zaman yanında olmak, “cazip kredi imkânları” sağlayarak desteklemek,

– Kadının evde üretim yapmasını ve aile bütçesine katkıda bulunmasını teşvik ve desteklemek, bu maksatla “Mikro Kredi” uygulamasını geliştirmek,

– Toplu nikah ve sünnet törenleriyle muhtaç insanlarımıza destek olmak, evlenme yardımı yaparak gençlerimizin aile kurmasını teşvik ve desteklemek,

– Muhtaç durumdaki anne adaylarına doğum öncesi ve sonrası “sağlık ve beslenme desteği” sunmak,

– Belediyelerle koordineli olarak “Ama İnsanlar” için kurulacak merkezlerde özel refakatçi köpek yetiştirmek ve onların hizmetine sunmak,

– Şehit Aileleri ve Gazilerin her zaman yanında olmak ve tüm ihtiyaçlarıyla yakından ilgilenmek,

– Lise ve üniversitede okuyan yoksul aile çocuklarına burs vermek,

– Üniversite öğrencilerine daha ucuz ve kaliteli yurt imkanı sağlamak, muhtaç durumda olanlara ücretsiz faydalandırmak,

– Doğal afetlerde zarar gören tüm insanlara devletin ilgili kuruluşlarıyla birlikte yardımcı olmak,

Bu vakıflar kimsesiz ve muhtaç insanlar için şehrin uygun bir yerinde iki katlı ve U Şeklinde bir yardım merkezi inşa edebilir. Bu merkezin üst katında; yaşlılar, sahipsiz kadınlar ve öksüz çocuklar için barınma yeri, alt katında ise; hem üst katta kalanların hem de şehirde kayıt altına alınmış fakir-fukaranın ücretsiz olarak faydalanacağı tesisler bulunmalıdır. Burada; üç öğün yemek yenilebilecek bir aşevi, oturulup çay-kahve-meşrubat içilebilecek açık ve kapalı mekanlar, gıda ve temizlik ürünleri dağıtılan bir market, yeni-eski giyim malzemeleri dağıtılan bir mağaza, odun-kömür dağıtılan bir merkez, ufak tahlillerin yapılabildiği gelişmiş bir sağlık ocağı, eczane, terzi, berber, kuaför, saraç vb. insanların ihtiyaç duyduğu tüm tesisler bulunmalıdır. U Şeklinin açık olan kısmına; Cami, ilköğretim okulu, mezarlık, içinde oturma yerleri ve çocuk parkı bulunan bir yeşil alan inşa edilmelidir. Bu mekanda hem tesiste yaşayan insanlar ibadet edebilmeli, hem de defin ve mezarlık işleri yapılabilmelidir. Burada yaşayan kimsesiz çocuklar Cami’nin Kur’an Kursuna gönderilerek iyi ahlaklı yetiştirilmeli, ilk öğretim okulunda eğitilerek topluma kazandırılmalıdır. Bu çocuklara burs verilerek lise ve üniversiteye gönderilmeleri ve meslek sahibi olmaları da sağlanmalıdır. Elbette vakfa gelen gıda-temizlik-yiyecek-içecek-giyecek-yakacak-ilaç vb. tüm yardım malzemelerinin 24 saat esasına göre kayıt altına alınarak teslim alınabileceği, depolanabileceği, alt kattaki reyonlara konularak insanlara her zaman ulaştırılabileceği ciddi ve şeffaf bir mekanizma kurulmalıdır. Hayırsever insanların kurbanlarını hijyen bir şekilde kestirebilecekleri ve bağışlayabilecekleri bir sistem de bulunmalıdır. Bu merkezde sadece vakıf yöneticisi, cami hocası ve sağlık ocağı doktoru gibi resmi şahıslar bulunmalı, diğer tüm işler burada yaşayan insanlar tarafından yürütülmelidir.

Tüm bunlar hayal falan değildir. Bütün olay hayır yapmayı seven toplumumuzun yardımlarını toplayıp ihtiyaç sahiplerine ulaştıracak ciddi bir vakıf kurmaktır. Kamuoyuna iyi anlatılırsa, varlıklı kesimler muhakkak yardımcı olacaklardır. Çünkü özellikle büyük şehirlerde insanlar yardım edecek yer ve insan bulamamakta, kurban kesip dağıtamamaktadır. İnsanlar verdikleri tüm yardımların bu vakıf aracılığıyla gerçek ihtiyaç sahiplerine hiçbir yolsuzluk olmadan düzgün ulaşacağına inanırlarsa, Cenab-ı ALLAH’ın da izniyle sistem fevkalade işleyecektir.

SONUÇ:

Devlet hangi sebeple olursa olsun; hizmeti her yere adil olarak götürmez, tüm kesimlere inmez, halkın tamamını sevgiyle kucaklamaz, toplumun sıkıntılarını gidermez, milletle arasına duvar örer ve yukarıda zikredilen imkânları sunmada eksik veya yavaş kalırsa; meydana gelen boşluğu birileri doldurur, istenmeyen bazı tehlikeli görüşler taraftar kazanır ve insanları kendi menfaatleri için kullanır. Toplumun sefalete mahkum edilen bazı birey ve kesimleri de şimdi olduğu gibi iç ve dış şer odaklarınca çeşitli vaatler ve sözde yardım kampanyalarıyla istismar edilir, tuzağa düşürülerek terör ve suç örgütlerinin uşağı olur ve “kendi devletine ve milletine karşı gelen, silah çeken, bölücülük yapan, nifak tohumları eken” tanınmaz bir hale gelir. Bu örgütlerle mücadele etmenin devlete maliyetine, güvenlik ve adli sisteme harcanan bedel ile ağzına kadar dolu olan hapishanelerin gideri de eklenirse, muhtaç insanlarımıza harcanacak miktardan çok daha fazla olduğu görülür.

Selçuklu ve Osmanlı Devletleri döneminde Batılıların Güneş Ülkesi dediği ve herkesin canından-malından ve namusunda emin olduğu Türk-İslam Medeniyetimize ne olmuştur. Geldiğimiz nokta vahimdir ve alınması gereken sosyal önlemleri, siyasi ve iktisadi tedbirlerden ayırmak imkânsızdır. T.C. Devleti 1914 şartlarına benzer karanlık bir ortama sürüklenmekte, içerden ve dışarıdan kuşatma altına alınmaktadır. 1000 yıldır sevgiyle yoğurduğumuz kardeşliğimiz zedelenmekte, milli ve manevi değerlerimiz tahrip edilmekte, asırlardan beri sahip olduğumuz varlıklarımız peşkeş çekilmekte, devletin bekası ile milletin devamı tehlikeye girmektedir. Yine yabancı güçler ve onların emrindeki yerli işbirlikçiler iş başındadır. Bizim kaybedecek vatanımız, indirecek bayrağımız ve susturacak ezanımız yoktur. Türk-Kürt, Alevi-Sünni, Sağ-Sol, Laik-Anti Laik, İnanan-İnanmayan diye çatışarak kaybedecek vaktimizde. Halkımızı kendi ülkesine karşı kışkırtanlara verilecek en iyi cevap; ne olursa olsun birbirimizi sevmek, ekmeğimizi paylaşarak dayanışma içine girmek, birlik ve beraberlik içinde oynanan çirkin oyunu bozmak, dirlik ve düzeni tesis ederek tarih sahnesinde yeniden şahlanmak ve bölgemizde lider ülke olmaktır.

Bu topraklarda kurduğumuz Türk-İslam Medeniyeti; Türk Kültürü, Asya Kültürü ve İslam İnancı üzerine inşa edilmiş ve İmam-ı Azam Ebu Hanefiler, İmam Maturidiler, Hoca Ahmet Yeseviler, Mevlana Celalettin Rumiler, Hacı Bektaşi Veliler, Hacı Bayram Veliler, Yunus Emreler, Şeyh Edibaliler, İmam Gazaliler’in geliştirdiği, nakli ve aklı birlikte değerlendiren tasavvuf inancıyla şekillenmiştir. Batı kültürü ben merkezli ve materyalist, Türk Kültürü ise biz merkezli ve insanidir. Dolayısıyla 7000 yıldır tarih sahnesinde var olmuş ve Büyük Devletler kurmuş Necip Türk Milleti’nin, bizi yok etmeye çalışan Batı Medeniyetine ve İttifakına ihtiyacı yoktur. Sadece titreyip kendimize gelmeli, refah ve huzur içinde yaşamak için el ele vererek gayret etmeliyiz.

Devlet olmak kolay değildir. Bu konuları ekonominin yönetimi teslim edilen İMF veya dünyaya aynı gözlükle bakmaya çalıştığımız ABD-AB düşünmeyecektir. Oturulan o yüce koltuklar ve kullanılan devlet imkânları çözüm üretmek, çare bulmak içindir. Ülkenin birikmiş meseleleri iktidarıyla-muhalefetiyle, hükümetiyle-bürokrasiyle ortak akılla ve katılımcı bir yönetim anlayışıyla dürüst ve samimi olarak adil bir biçimde çözülmeli, kalkınmanın ancak; o ülkenin tüm maddi ve manevi kaynaklarının verimli bir şekilde kullanılması ve milli hasılanın büyütülerek hakça paylaştırılması ile mümkün olacağı gerçeği asla unutulmamalıdır. Ülkemizin yeraltı ve yerüstü zenginlikleri ile doğal güzelliklerinden yeterince faydalanılmalı ve Türk Milleti dünyanın en güzel ve verimli coğrafyasında aslında en zor olana yani terör ve sefalete mahkûm edilmemelidir.

Devlet erkanı; insanın Cenab-ı ALLAH’ın ruhundan üfleyerek yarattığı kâinatın en kutsal varlığı olduğuna gönülden inanmalı, makamların geçici hizmetin ise baki olduğunu idrak etmeli, kubbede hoş seda bırakmak ve hayırla yad edilmek için “Halka Hizmet, Hakk’a Hizmet” anlayışıyla hareket etmeli, Yunus’un “Yaratılanı sev Yaratandan ötürü” özdeyişini kavramalı, kibirli ve mağrur olmamalı, yalandan ve talandan uzak durmalı, kendi menfaatlerini değil milletin menfaatlerini düşünmeli, kadroları yandaş ve hısım-akrabalara değil ehil insanlara vermeli, kıt kaynakları tüyü bitmemiş yetimin hakkını gözeterek kullanmalı, kapılarını ve gönüllerini herkese-her zaman açık tutmalı, halkımıza samimi olarak her konuda yardımcı olmalı, devlet kapısına gelen insanları güler yüzle karşılamalı, sabırla-toleransla ve hoşgörüyle yaklaşmalı ve tüm imkânları kullanarak isteklerine cevap vermeye çalışmalı, halkı üzmek için değil mutlu etmek için var olmalı, halkıyla el-ele, omuz-omuza vererek tüm zorlukları aşmalı, onunla beraber gülmeli-onunla beraber ağlamalı, ülkenin kaynaklarını yabancılara peşkeş çekmemeli ve asırlardan beri bu topraklarda yaşayan insanların menfaati için kullanmalı, her türlü inanç-düşünce ve teşebbüs hürriyetine saygılı olmalı ve devlet-millet kavgasını sona erdirerek cumhuriyetin ilkeleriyle milletin değerlerini buluşturmalıdır.

T.C. Devleti’nin hedefi “Bizi-çocuklarımızı ve torunlarımızı aydınlık yarınlara taşımak için büyük bir şevk ve heyecan içinde çalışmak, hizmeti her bölgeye adil bir şekilde götürmek, ülkemizi tüm bireylerin sevgiyle kucaklandığı insanı merkeze alan temiz-İlkeli-şeffaf ve katılımcı bir yönetim anlayışı ve ortak akılla yönetmek, insanların tamamını karnı tok-sırtı pek olan, ailesinin geçimini sağlayacak bir işi ve başını sokacak bir evi bulunan mutlu bireyler haline getirmek, çarpık kentleşme-altyapı-trafik-işsizlik-yoksulluk-yolsuzluk-asayiş gibi ciddi meseleleri en kısa sürede çözmek, adaleti tesis etmek, iç ve dış güvenliği sağlamak, halkımıza içinde sağlık ve huzur içinde yaşayacağı modern ve çağdaş kentler sunmak,  Türk Milleti’ne beşikten-mezara kadar insana yakışan bir devlet hizmeti vermek ve T.C. Devleti’ni muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkartarak bölgenin ve dünyanın parlayan yıldızı yapmak” olmalıdır.

Müslüman-Türk Milleti’ni halen yöneten ve ilerde yönetmeye heves eden herkes Şeyh Edibali’nin Osman Gazi’ye vasiyetini “Ey Oğul, beysin; bundan sonra öfke bize, uygarlık sana; güceniklik bize, gönül alma sana; suçlama bize, kutlamak sana; acizlik, yanılgı bize, hoş görmek sana; geçimsizlik, çatışmalar, anlaşmazlık bize, adalet sana; kötü söz, şom ağız, haksız yorum bize, bağışlama sana. Ey Oğul, bundan sonra bölmek bize, bütünlemek sana; üşengeçlik bize, uyarmak gayretlendirmek sana. Ey Oğul, sabretmesini bil, vaktinden önce çiçek açma. Şunu da unutma! İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın. Yükün ağır, işin çetin, gücün kula bağlı. Allah yardımcın olsun.” iyi incelemeli ve gerekli dersleri alarak bu makamlara talip olmalıdır.