11.8 C
Kocaeli
Cuma, Eylül 26, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1245

Farklılıkların Zenginlik Olabilmesi

Bize yabancı olan etnik fitnenin adeta zihinlere zorla sokulmaya çalışıldığı bir dönemden geçiyoruz. Üstelik bu son derece yanlış ve tehlikeli politika, resmi kanal tarafından kullanılmaktadır. Ondan sonra da insanları birbirine ötekileştiren ve kamplaştıran bu çarpık anlayış ihanet olarak suçlandığında; bazıları rahatsız olmaktadır. Bu rahatsızlığı anlamak mümkün değildir. Hangi ciddi bir devlette milli kimlik örtülmek istenir; vatandaşlar arasında eşitlik prensibi bir tarafa atılarak bazı vatandaşlara ayrıcalık tanınabilir? Böyle bir uygulama Anayasanın 10. Maddesine uyuyor mu?

Sorunu kaynağında çözemedik. Sorunun çözümünün kaynağı Irak’ın kuzeyidir. Belki de bize çözdürmediler. Bir taraftan Irak’ın toprak bütünlüğünden bahsettik; diğer taraftan Irak’ın kuzeyindeki yönetimi tanımaya dönük ilişkiler kurduk. Böyle bir çelişki anlaşılabilir değildir. Kürt olarak bilinen vatandaşlarımızı sanki onların temsilcisiymiş gibi PKK ve DTP’ye doğru yönlendirdik. Yanlış beyan ve politikalarla böyle bir yolu açtık. Eğitim ve öğretimi karıştırdığımız gibi; bölüm ve araştırma merkezini birbirine karıştırarak YÖK tarafından Kürt Dili ve Edebiyatı Enstitülerinin kurulması istendi. Genlerine kadar sömürgecilik işlemiş olan yabancıları bile tahrik ederek üstümüze gelmelerine sebep olduk. Uluslararası Azınlık Hakları grubunca küstahça hazırlanan ve ırkçılık kokan Rapor, bunun son örneğidir.

Gurur, haysiyet ve itibar kırıcı örneklerle sık sık karşı karşıya getiriliyoruz. Irkçı ve insan haklarını ayaklar altına almış bazı Batılı çevrelerden dini azınlıklarımız konusunda öğreneceğimiz hiçbir şey olmadığını iktidar mensupları dile getirmekten bile çekinmediler. Malum Raporda Milli Eğitimin Temel İlkelerine, Atatürk‘e, “Milli And” ve Anayasamızın 3. Maddesine saldırılmakta; yeni azınlıklar yaratmamız istenmektedir. Bu çirkin ve üzücü gelişmelerden sorumlu olması gerekenler, bunlara gerekli tepkiyi zamanında göstermeyen ve dün Anadolu’dan kovduğumuz işgalcileri cesaretlendiren yöneticilerimizdir. Ülkesini dışarıda yabancılara şikâyet eden bazı bakanlardan da utanır ve tiksinir hale geldik.

Bir ülkede farklılıkların zenginlik olabilmesi ve zenginliğe yol açabilmesi için; o ülkede etnik taassub ve ırkçılığın yapılmaması, milli kimliğin reddedilmemesi, hâkim kültürün gözardı edilmemesi gerekir. “Ne Mutlu Türküm Diyene” ifadesinin bile bazı neseb-i gayri sahih çevrelerce kabullenilemediği bir ortamda, farklılıklar zenginlik değil; ancak çatışma kaynağı olabilir. Cumhurbaşkanının sık sık farklılıkların zenginlik yaratacağı ifadesi ülkemizdeki gelişmeler bakımından hiçbir anlam taşımamaktadır.

Zihinlere etnik ayrımcılığın aşılanması Türkiye’yi çok önemli sorunlarla karşı karşıya bırakır. Kardeşlikler, arkadaşlıklar, meslektaşlıklar, komşuluk ilişkileri, birbirine açık olan kız alıp vermeler, ticaret hayatı bundan büyük zarar görecektir. Bugüne kadar etnik mülahazalar kendini Türk olarak hissedenler tarafından hesaba katılmamış hususlardır. Özellikle kız alıp vermelerde bu görülmektedir. Ancak, bu herhalde uygun görülmemektedir ki; etnik taassub hortlatılmaktadır. Bu ülkeye kastı olanlar, Cumhuriyetten ve milli devletten öç almak peşinde olanlar, hüsrana uğrayacaklardır.

Bir konu var ki; oldukça düşündürücüdür. Bazı aklı evvellere göre; “Efendim bazıları Türk değilim; ben Kürdüm diyor. Bu durumda açılım yapmak gerek.” gibi safsatalar ortada dolaşmaktadır. Almanya, Fransa gibi birçok ülkede ben başkayım, Alman değilim; Fransız değilim diyebilecek olanlarla bu ülkeler süper gücün hakemliğinde açılım pazarlığı mı yapmaktadırlar?

Devletin görevi, yeni azınlıklar ve yeni resmi diller mi yaratmaktır? İktidarların görevi, egemenliği paylaşmak ve birilerine devretmek için etnisite arayışlarına çıkmak mıdır? İktidarlara birlik ve bütünlüğü korumasınlar diye mi rey veriliyor? Bir ülkenin bölünmesi önce zihinlerde, farklılıkların taassub haline getirilmesi yobazlığı ile olur.

Bölünmeyi sadece siyasi haritalarda arayanlar, gaflet ve delalet içinde olanlardır.

Açılım açılım diye tepinenler, halk ve vatandaş değil; Kürtleri kullanıp onların üzerinden servet sahibi olan bazı siyasiler, bazı belediye başkanları ve göbeği dışarıya bağlı olanlardır. Maalesef, ülkeyi yönetenler, yanlış ve defolu fikir dönmesi danışmanların elinde oyuncak haline gelmektedirler. İşin üzücü tarafı, tek başına iktidar olmuş bir iktidarın koalisyon dönemlerini mumla aratır hale gelmesidir.

Değer Bilmezlik

Bu ülke insanının, adına “değer bilmezlik” diyebileceğimiz ciddi bir kompleksinin olduğunu hiç düşündük mü? İnsanımız ne kendinin ne çevresinin ne de yaşadığı coğrafyanın tam anlamıyla değerini biliyor. Değerini bildiğimiz için uğrunda hamaset yaptıklarımızın temelinde de ya ucuz kahramanlık duygusu ya da bencillik yatıyor. Sağduyuya dayalı değer bilme bilincinden, maalesef, yoksunuz. Bu durum, bizi “insani gelişmişlik”te, dünya ülkeleri arasında alt sıralara düşürüyor.

Size iki yaman çelişkiden ve bir sonuçtan söz etmek istiyorum. Gazetelerden okumuş, haberlerden dinlemişsinizdir. Diyarbakır’ın Lice ilçesinde bir köyde, bahçesinde hayvanlarını otlatan Ceylan isimli 14 yaşındaki kıza nereden geldiği belli olmayan bir noktadan sekiz kiloluk havan topu isabet ediyor ve kız parçalanarak ölüyor. Olayla, resmi makamlar birkaç saat ilgilenmiyor, aile perişan oluyor, ölen öldüğü ile kalıyor. Bu vahşetle ilgili, neden ve nasıl soruları henüz cevabını bulmuş değil. Ülkemizde buna benzer olayların daha önce çok kez yaşandığını hatırlatmak isterim. Bir de şu gazete haberini birlikte okuyalım: “Aydın’ın Kuşadası ilçesinde 4 yıl önce Kadınlar Denizi Plajı hattında çalışan minibüse konan bombanın patlatılması sonucu hayatını kaybeden İngiliz Helyn Bennett’in ailesine ve yaralananların yakınlarına 2 milyon 190 bin lira tazminat ödenmesi kararı verildi. Aynı patlamada mağdur olan Türklere ise hiçbir şey verilmedi.”

Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) ”2009 İnsani Gelişme Endeksi” yayımlamış. Bununla ilgili gazete haberini okuyalım: “Rapora göre, Norveç, ”dünyanın yaşamak için en iyi ülke” kategorisini korurken, Nijer, 182 ülke arasında ”en kötüsü” olarak belirlendi. Türkiye ise “insani gelişim kategorisi”nde 79. sırada bulunuyor. İnsani Gelişim Endeksi, Türkiye’nin, yüksek gelir düzeyine rağmen hala eğitim ve sağlık hizmetleri alanlarında yapması gerekenler olduğunu işaret ediyor. ”Yüksek İnsani Gelişim” kategorisinde yer alan Bulgaristan, Romanya ve Makedonya gibi 18 ülke, daha düşük gelir seviyelerine rağmen Türkiye’den üst sıralarda bulunuyor. Bunun, Türkiye’nin yüksek gelir düzeyini insani gelişime dönüştürmek için daha fazla çaba harcaması gerektiğine dikkat çektiği ifade ediliyor.”

İki yanlıştan bir doğru çıkmaz. Doğru ve güzel iş, doğru niyetin ve düşüncenin sonucudur. “O bizim oğlandır, ondan bir zarar gelmez.” düşüncesiyle kendi insanını önemsememek ne kadar yanlışsa “O gavur bizden daha kıymetlidir, onun kıymetini bilelim ya da şerrinden emin olmak için ona sus payı verilim.” kompleksine sahip olmak da o kadar yanlıştır. Son bir buçuk asırdır sürdürülen eğitim sistemiyle bizde oluşturulan bu kompleks, birbirimize karşı bir değer bilmezlik oluşturmuştur. “Bizden adam olmaz, biz bir işe yaramayız.” inancı, bilinçaltımıza iyice yerleştirilmiştir. Yabancı hayranlığı, özgüvensizlik; bunun doğal sonucudur. Kendine güvenmeyen insan, fertleri birbirine güvenmeyen toplum bir eser ortaya koyamaz. Özgüven eksikliğinin olduğu toplumlarda iyimserlikten, adaletten, azimden, gayretten, yaratıcılıktan, özgürlükten, insan haklarından söz edemezsiniz. Coğrafya olarak dünyanın en şanslı bölgesinde yer almanıza rağmen “insani gelişmişlik” perspektifinden bakıldığında gelebileceğiniz nokta, doğaldır ki, yetmiş dokuzunculuk olacaktır. Ben bu tabloyu içime sindiremiyorum. Bu tablo kanıma dokunuyor.

Serdar ve hakim olarak bilinen, Horasandaki dini ve siyasi hareketin başına geçerek Emevileri deviren ve Abbasileri tahta çıkaran komutan olarak tarihte yer alan, soyu ve bilge insan Ebu Müslim Horasani şöyle der: “Onlar zararlarından emin oldukları için dostlarını uzak tuttular. Kendilerine bağlamak ve kazanmak için de düşmanlarını yakınlaştırdılar. Yakınlaştırılan düşman dost olmadı; ama uzaklaştırılan dost düşman oldu. Herkes düşman safında birleşince yıkılmaları mukadder oldu.”

Önce kendi değerimizi bilmek zorundayız, sonra kendi insanımızın… Eldeki bir, geleceğini ümit ettiğimiz ikiden her zaman daha iyidir. Horasani gibi bilgeler yetiştiren bir kültürün mirasçıları bizler, niçin bir değer bilmezlik içindeyiz? Bunu anlayamıyorum. Hemen her camiada gördüğüm bu hastalığı tedavi etmek zorundayız. Harici virüslerin, bu hastalığımızdan beslenmesine izin vermemeliyiz.

“İnsani gelişmişlik”te tercih edilen ülke sıralamasında birinci olmak için, işe, değerimizi, değerlerimizi bilmek ve bildirmekle başlayalım. .

Davet

Gece, gündüz çalıştın.
Mala, mülke karıştın.
Ak, pak oldun kırıştın.
Haydi yalvar Mevla’ya

Tamah etme Dünya’ya

Dünya malı geçici,
Var mı kıymet bilici,
Deseler de gerici,
Haydi yalvar Mevla’ya.

Tamah etme Dünya’ya

Dönmek için köşeyi,
Dikip durdun şişeyi,
Kaybetmeden her şeyi,
Haydi yalvar Mevla’ya.

Tamah etme Dünya’ya

Fayda yoktur malından,
Evladından karından,
Emin olma yarından,
Haydi yalvar Mevla’ya

Tamah etme Dünya’ya

Boşa yaşama yazık,
Şimdiden doldur azık,
Kimse çakmıyor kazık,
Haydi yalvar Mevla’ya.

Tamah etme Dünya’ya

Hırsa kapılıp durma,
Kul’un gönlünü kırma,
Kafi gelir bir hurma
Haydi yalvar Mevla’ya.

Tamah etme Dünya’ya

Felah’ı bulmak gerek,
Bulmayı bilmek gerek,
Çokça çalışmak gerek,
Haydi yalvar Mevla’ya.

Tamah etme Dünya’ya

Dünyayı hepten itme.
Vazifeyi terk etme.
Münzevi olup gitme.
Haydi yalvar Mevla’ya

Tamah etme Dünya’ya

Aslın,neslin İnsan’sın.
Maymun diyen utansın.
Cinsi cinsine kalsın.
Haydi yalvar Mevla’ya

Tamah etme Dünya’ya

Yaşamın sonu belli,
Yaşın olduysa elli,
Taşınmadan kefenli,
Haydi yalvar Mevla’ya

Tamah etme Dünya’ya

İbadeti terk etme,
Sakın iftira etme,
Umudunu tüketme,
Haydi yalvar Mevla’ya

Tamah etme Dünya’ya

Görmek istersen Cennet,
Etme zalime minnet,
Kendini hayra vakfet,
Haydi yalvar Mevla’ya

Tamah etme Dünya’ya

Zaman akıp gidiyor.
Ömür çabuk bitiyor.
Ölüm ani geliyor.
Haydi yalvar Mevla’ya

Tamah etme Dünya’ya

Sözün özü ak olur.
Yalan diyen yok olur.
Akıl veren çok olur.
Haydi yalvar Mevla’ya

Tamah etme Dünya’ya

Temel verir nasihat,
Var onda çok kabahat,
Gelmeden vakit saat,
Yalvaralım Mevla’ya
Kanmayalım Dünya’ya

Osmanlıcılık Yapılacak; Yap!

Benden duymuş olmayın ama Amerika‘nın biri Kırmızı Başlıklı Kız‘a bir dizide rol teklif etmiş. Senaryoya göre K.Başlıklı Kız‘la hain kurt işbirliği yaparak Babaanne‘yi ortadan kaldırmışlar ve K.B.Kız‘ı Babaanne kılığına sokmuşlar. Böylece Babaanne‘nin mal varlığı ve terekesini bir güzel yemişler. Sonra da geviş getirmişler.

İnsan balçık ve telaştan yaratıldı. Nankörlük, Kabil‘in Habil‘i öldürüp de yerinin almak istemesiyle başladı. Ki biz Habil‘in torunlarıyız, yani ‘iyi adamlar‘ız.

Beni İsrail, Hz.Musa‘dan sonra Tevrat‘ı işkembesine göre değiştirdi ve hesapta onun yerini aldı. Roma, 3 asır sistematik zulme tabi tuttuğu Hıristiyanlığın canına okuduktan sonra bayraktarlığını üstlendi. Hz.İsa‘yı adam yerine koymayanlar birden onun Ulûhiyet davasına yelken açtılar.

İslâm‘ın 2 büyük düşmanından biri Ebu Süfyan, elinden sabun köpüğü gibi kayan feodal iktidarı geri almak için hasbelkader Müslüman oldu ve oğlu Muaviye‘yle siyasî ihtilâl yaptı.  Torunu Yezid hem Ehl-i Beyt’e hem de halis sahabelere dünyayı zindan etti. Ama İslâm âlimleri Emevilere hala 1 ictihad sevabı vermeye devam etiler.

Osmanlı, 3 asır ihlâsla 3 asır iflasla hüküm sürdü. Sonrasında 6 asrına birden sövenler oldu, sövdürmedik. 28 Şubat’ın cafcaflı müfettişler sürecinde bile II.Abdülhamit‘in başını yere eğdirmedik. Oysa Osmanlı kendini çoktan tüketmişti. Atatürk’ün yaptığı yenilikleri uzatmalar oynansa bir akîl padişah da yapmak durumundaydı.

Osmanlı Hâkimiyet Arması‘nın ve açılımını tanıtmak ocak – bucak birkaç yılımızı aldı. Evimin bir köşesinde Yavuz’un küpesiz resmini kutsal bir okul gereci gibi saklamak da bu sorumluluğun bir parçasıydı. Ama oraya kadar.

Şimdilerde hanedancılık oynamak isteyen yeni mürteciler var. Falan efendi, filân beyzâde, feşmekân sultan.. Dedikodu tarihi programlar, saray vakanüvisleri, tribün tarihçileri..

Sosyetenin bile aklının ermeyeceği asalet – masalet payelendirmeleri.. Neredeyse ayaklarını yıkayıp suyunu içecekler. Beyler; İslam saltanat – maltanat tanımaz. Ve babadan oğula (yada damada) şeyhlik, sultanlık, ağalık dini değil dünyevîdir. Irsî damardan hırsî iktidara..

Osmanoğulları‘ının iyisini de gördük, kötüsünü de. Seyyid denilen soydan doğru da çıkar eğri de. Çamurdan olsun Bahçecik’li olsun, denemez. Üstünlük takva ileyse bir soya mensup diye bu ambalajlı törenler niye?

Hep şunu savunduk: İslâm Konferansı Örgütü nezdinde 46 ülke ortak bir komisyonla Kutsal Topraklar‘daki Hac işini organize etmeli. Mekke ve Medine, Saudia America‘nın inisiyatifine bırakılamayacak kadar tayyip beldelerdir.

Ama iş, İngilizlerin yapamadığını Amerika‘nın yapmasına gelirse; Washington‘dan başımıza bir Halife takdirine gelirse; namusumuza el uzatılmış sayarız. Hele hele Osmanlıcılığı da yürüyüş kararı gibi Bay Obama‘nın emriyle yapacaksak sokağa çıkmayalım daha iyi.

İyi akşamlar Kırmız Başlıklı Kızcağız; her nerede ve ne şekilde oynatılıyorsan!

Türklerde hayvan sevgisi ve oluşturulacak bütünsel bakış açımız

Türkler Orta Asya’da eski çağlardan beri çevre, doğa ve hayvanlarla ilişkiler bugünün ölçütlerine göre bile çok ileride olduğu görülmektedir. Dünyada ilk ehlileştirilen hayvan köpektir. Avrasya bölgesinde ehlileştirildiği söylenir. Türkler hepinizin bildiği gibi 12 hayvanlı takvimi kullanmışlardır. Hayvanların bir kısmının ehlileşmesini sağlamışlardır. Özellikle At Türkler’de özel bir yer işgal etmişlerdir. Kaşkarlı Mahmut “At Türk’ün kanadıdır” demiştir.

Aslında insanlık gelişimini ve bu günlere kadar sağlıklı bir şekilde gelmesini, köpeklere borçludur. Eski çağlardan beri eğer köpek ilk ehlileşen hayvan olmasaydı, çevreden gelen tehditlerden hiç birisinden haberdar olamayan insanoğlu ciddi risklerle karşı karşıya kalacak, önceden bilemediği risk ve tehditlerin çoğunu bertaraf edemeyecekti. İnsanoğlunun atların evcilleştirilmesi ile birlikte ciddi olarak hareket kabiliyeti artmış, yaşam kalitesini de artırmıştır. Kediler kemirgenlere karşı insanları korumuş, bulaşıcı hastalıkları engellemiştir. Güvercinlerle haberleşme sağlanmış iletişimin artmasına vesile olmuştur. Bu örnekleri daha da artırabiliriz  Bu pencereden baktığımızda da özellikle köpeklere karşı bir vefa borcumuz var. İlkçağlarda doğa ile iç içe yaşayan insanları kameralar, güvenlik görevlileri, farklı savunma amaçlı araç ve gereçler korumuyordu.

Eski Türklerde Tanrıya at kurban etme anlayışı hakimdir. İnceledim bazı kabileler bildiğimiz anlamda bazı ruhlar için atları kurban etmişler, ancak Tanrı için kurban anlayışları ise farklıdır. Atı önce damgalamışlar ondan sonra özgür bırakmışlardır. Özgür bırakılan bu atlara dokunulmazlık sağlamışlar, bu atlara kimsenin binmesini ve dokunmasını yasaklanmışlardır. Bu tip atlara da “töğünlük at” denilir. Atın sahibi savaşta öldüyse atı hiçbir zaman feda edilmez, sadece kuyruğundan bir kısım keserek kesilen kuyruğu mezara koyarlardı. Ayrıca atlar öldüğünde genellikle mezarlara gömmüşlerdir. Ciddi at mezarlarına ve mezar başlıklarına Orta Asya’da rastlıyoruz.

Türkler İslam’la müşerref olduğunda ve yakın tarihe doğru gelindiğinde, Selçuklu ve Osmanlıda hayvanlarla ilgili olarak neler var diye baktığımızda ise, hem vakıflar yoluyla hem de kişisel olarak hayvanlara olan yaklaşımın çok medeni olduğunu görüyoruz. Buna karşın aynı dönemlerde diğer ülkelere bakıldığında ise hayvanlara ve insanlara yapılan davranışların zulüm ölçeğinde olduğunu hepimiz çok iyi biliyoruz.

İslam insana bütünsel bir bakış açısı ve bu bakış açısına uygun davranış kalıplarının oluşmasını sağlar. Bütünsel bakış açısıdır ki Selçuklu’larda ticaret yolları arasında hem insanların hem de hayvanların ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde kervansaraylar oluşmasına sebep olmuştur. Bu büyük konaklama yerlerinde insan ayırımı (din, dil, ırk) yapılmadan her kese eşit muamele edilmiştir. Osmanlıda hepimizn bildiği gibi Hayvanlarla olan irtibat ve anlayış daha kurumsallaşmıştır. Kedi hastanesinden, Leylekrin kırılan ayaklarının tedavisinin yapıldığı kliniklere, kuşlarla ilgili yapılanlar ve diğer hayvanlara olan yaklaşımlara bakıldığında; yüksek bir medeniyetten ve anlayıştan bahsedebiliriz. Hayata dair her şey, Kuran ve sünnet ve güzel adet, gelenek ve göreneklerle süslenerek gelmiştir.

Kızılcıhamam Zımmiler köyünde, kış mevsimlerinde dağdaki geyiklere ot ve tuz vermek için bir organizasyonun olduğundan, bu görevi yapan kişiye de “Geyikçi” denildiğinden bahseder (http://www.muzaffereker.com/Kizilcahamam/dinihayat/yabanabadvakif.htm) Bu gelenek hala o bölgede ve Türkiye’nin çeşitli yerlerinde devam etmektedir. Vakıflar sadece şehirlerde kurulmamıştır. İhtiyaca göre köylerde bile bir çok vakıf kurulmuştur. Sosyal hayatın medeni bir biçimde gelişmesi ve sürdürülmesi vakıf medeniyeti diye bahsedilen olgunun gelişimi ile ilgilidir. Devlet, enerjisini büyük işlere harcarken sosyal hayatı da hayırsever vatandaş ve organizasyonların kurdukları vakıflara bırakmıştır.

Kuranda bir ayet var çok sarsıcı “Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve (gökyüzünde) iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa hepsi ancak sizin gibi topluluklardır. Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Nihayet (hepsi) toplanıp Rablerinin huzuruna getirilecekler.” (En’am, 38)  Bu ayet söz söylemenin bittiği yerdir. Hayvanlarla ilgili bir çok ayet var. Bizim bu ayetleri iyi algılayabilip davranış haline dönüştürebilmemiz için O dönemdeki İnsan-hayvan, İnsan-çevre, insan-insan ilişkilerine iyi bakmamız lazım.

Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v) hayvanlarla ilgili nakledilen sadece bir olaydan bahsedeceğim. Sahabeden bir zat elindeki Kuru ekmeği bir köpeğe uzatıyor. Köpek ekmeğe doğru hamle yaptığında sahabe elini çekiyor ve ekmeği köpeğe vermiyor. Bu hadiseyi gören peygamberimiz. Yapılan davranışın çok yanlış olduğunu yapılan bu davranışın köpeği aldatmak olduğundan bahsediyor. Bu davranışın öbür dünyadaki karşılığının da bu kandırmacılığı yapan zatın, öbür dünyada cennetin kapısına kadar getirilip, sonrada cehennemin kapısından içeri sokulacağı şeklindedir.(Kutübu sitte aldatma bölümü; İmam suyuti camial kebir aynı bölüm: Ravi Sait bin Vakkas ebu sait hudri ..)

Çünkü R.S.A.V. “Aldatan bizden değildir… Emanete ihanet eden bizden değildir” buyuruyor. (Kutübi sitte)

Belki sadece şakalaşma amacı ile bile olsa bir köpeği kandırmanın ne kadar kötü bir davranış olduğunu bu örnekte görüyoruz. Günümüzde İnsanların, bazı kurumların, belediyelerin yöneticilerin hayvanlara yaptıkları zulmün karşılığını düşünemiyorum bile.

Bizim tüm hayat ile anlayışımızı yeniden gözden geçirip, insan-çevre, insan-hayvan, insan-doğa kısaca tüm ilişkilerimizi ve bu ilişkilerdeki davranışlarımızı bize verilmek istenen bütünsel bakış açısını iyi algılayıp, bu bakış açısına göre hayat anlayışımızı içselleştirirsek, toplumsal olaylardaki tüm problemlerimizi asgariye indirmiş olacağız. Bütünsel bakış açısıyla, her canlı ile olan ilişkilerimiz daha medeni bir seviyede gelişeceğine inanıyorum..

 

 

Amellere Kıymet Kazandıran Şey; Niyet ve İhlas

Yüce Rabbimiz, insanları, kendisini tanısın ve ibadet etsin diye yaratmıştır. Ancak bu surette insan, sorumluluktan kurtulacak, dünya ve ahirette mutluluğa erecektir. Yalnız bu sorumluluklar yerine getirilirken temel kriter, niyet ve ihlastır. Yapılan işte karşılık, niyet ve ihlasa  göre verilmektedir.

Yapılan ibadet ve güzel amelde niyet, sadece Allah’ın rızasını kazanmak, Allah Teâlâ’nın farzlarını yerine ge­tirmek, haramlarından sakınmak olmalıdır.

Sadece insanların takdir ve teveccühünü kazanmak veya hem Allahın rızasını hem de insanların takdirini kazanmak düşüncesiyle yapılan ibadet ve amellerin Allah katında hiçbir kıymeti yoktur.

Rabbü’l Alemin, Kur’an-ı Kerim’de “Halbuki onlara, dini yalnız O’na has kılarak ve hanifler olarak Allah’a kulluk etmeleri, namaz kılmaları ve zekât vermeleri emrolunmuştu. Sağlam din de işte budur.” (Beyyine, 5) buyurarak müslümanlardan dinin, yalnızca, ihlasla, samimiyetle yaşananının kabul edileceğini bildirmiştir.

Allah Rasûlü Sallallahu Aleyhi Ve Sellem de şöyle buyurmuş­tur:

“Ameller niyetlere göredir ve her amel edene niyetine göre karşılık vardır.”  (Buhari, Müslim, Ebu Davud, Trimizi)

“Nice güzel görünüşlü ameller, bozuk niyet sebebiyle reddedilir…”

“Nice kimseler yataklarında öldükleri hâlde, niyetlerinden dolayı şehidlik mertebesini kazanırlar.” (Ahmet b. Hanbel)

“Kim bir borcu vermemek niyetiyle alırsa o kimse hırsızdır.”

Allah Rasûlü Aleyhissalatü Vesselam Tebuk seferine çıkarken beraberindeki ashâbına şöyle demiştir:

“Bazı kimseler, özürlerinden dolayı Medine’de kaldılar. Bunlar, attığımız adımların, yaptığımız masrafların, çektiğimiz sıkıntı ve açlığın sevabına ortaktırlar. Çünkü onlar da samimî olarak bizimle birlikte çıkmak isterlerdi.” (Buharî, Ebu Dâvûd)

Günahların hükmü ise niyete göre değişmez. Haram hiçbir suretle helâl olmaz.

Seleften bir zat şöyle demiştir

“Mübâh işlerimde (oturup kalkmak, yemek içmek gibi yapılmasında sevap, terkinde günah olmayan işler), hatta yemek, içmek, uyumak gibi zorunlu hâllerimde de ibadet niyeti getirmekten hoşlanıyorum.” Çünkü, ibadet niyetiyle bütün mübâh işler, zorunlu hâller ve sıradan âdetler ibadete dönüşürler… Mubahlar sevap depolarıdır. Himmeti ve maksadı ahiret olan kimseler, bunları ibadet niyetiyle sevap hazineleri hâline getirme fırsatını kaçırmazlar.”

Bu konuda son devrin büyüklerinden Abdülhakim Hüseyni  Hz. de şöyle demiştir:

“Bir kimse, -memur, işçi, patron her kim olursa olsun- sabah evinden çıkmaya hazırlanırken içinden şöyle bir niyet etse ;

‘Ya rabbi sen rezzakı mutlaksın, tüm yaratıklarının rızkını verirsin. Ancak rızık aramayı üzerimize vacip kılmışsın. Ya rabbi işte senin bu emrini yerine getirmek için evimden çıkıyorum.’

O kişi, akşam evine dönünceye kadar sürekli camide namaz kılan kişinin ecri gibi sevap alır.”

Hikmet ehli bir zat demiştir ki; Gösteriş ve sohbet uğruna ibadet eden kimse, para kesesine çakıl taşı doldurarak pazara çıkan kimseye benzer. Kendisini görenler “Bu adamın ne dolu kesesi var” derler. Ama bir şey almak istese, kesesindeki çakıl taşlarına karşılık kendisine kimse bir şey vermez.

İhlasta ölçüyü gösteren çok önemli bir hadisi şerif:

Ukbe bin Müslim bir ara Medine’de kalabalık arasında birine rastlar. Kim olduğunu sorunca, Ebu Hureyre olduğunu öğrenir. Yaklaşıp “Allah aşkına, bana bir hadis naklet.” der.

Ebu Hureyre Hazretleri “Otur da nakledeyim.” der. Ebu Hureyre Radiyallahu Anh bir süre hüngür hüngür ağladıktan sonra bayılır. Kendine gelince “Tamam nakledeceğim.” der. Fakat yine hüngür hüngür ağlamaya başlar. Uzunca bir süre sonra susar ve şu hadisi şerifi nakleder:

“Resûlullah Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz buyurdular ki:

“Kıyamet günü ilk çağrılacaklar, Kurânı ezberleyen biri, Allah yolunda öldürülen biri ve bir de çok malı olan biridir.

Allah Teâlâ Hazretleri Kurân okuyana:

“Ben, Resûlüme inzal buyurduğum şeyi sana öğretmedim mi?” diye soracak. Adam: “Evet yâ Rabbi!” diyecek.

“Bildiklerinle ne amelde bulundun?” diye Rabb Teâlâ tekrar soracak.

Adam: “Ben onu gündüz ve gece boyunca okurdum” diyecek.

Allâhu Teâlâ Hazretleri: “Yalan söylüyorsun!” diyecek.

Melekler de ona: “Yalan söylüyorsun!” diye çıkışacaklar.

Allahu Teâlâ Hazretleri ona: “Bilakis sen, “Falanca Kur’an okuyor” densin diye okudun ve bu da söylendi” der.

Sonra, mal sahibi getirilir. Allah Teâlâ Hazretleri:

“Ben sana bolca mal vermedim mi? Hatta o kadar bol verdim ki, kimseye muhtaç olmadın?” der. Zengin adam, “Evet yâ Rabbi” der.

“Sana verdiğimle ne amelde bulundun?” diye Rabb Teâlâ sorar.

Adam: “Sıla-i rahimde bulunur ve tasadduk ederdim” der.

Allâhu Teâlâ Hazretleri:”Hayır, bilakis sen: ‘Falanca cömerttir’ desinler diye bunu yaptın ve bu da denildi” der.

Sonra Allah yolunda öldürülen getirilir. Allah Teâlâ Hazretleri:

“Niçin öldürüldün?” diye sorar.

Adam: “Senin yolunda cihadla emrolundum. Ben de öldürülünceye kadar savaştım” der.

Hakk Teâlâ ona: “Yalan söylüyorsun!” der. Ona melekler de:”Yalan söylüyorsun!” diye çıkışırlar.

Allah Teâlâ Hazretleri ona tekrar: “Hayır, bilakis sen: ‘Falanca cesurdur’ desinler diye düşündün ve bu da söylendi” buyurur.

Sonra (Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Ebû Hüreyre’nin dizine vurup): “Ey Ebû Hüreyre! Bu üç kimse, Kıyamet günü, cehennemin, aleyhlerinde kabaracağı Allah’ın ilk üç mahlûkudur!” dedi.

“Şüfey der ki: “Ben Ebû Hüreyre’den aldığım bu hadisi, Hz. Muâviye’ye haber verdim. Bunun üzerine: “Böylelerine bu muâmele yapılırsa, insanların geri kalanlarına neler yapılır?” dedi ve Hz. Muâviye şiddetli bir ağlayışla ağlamaya başladı, öyle ki helak olacağını zannettim. Derken bir müddet sonra kendine geldi, yüzündeki (gözyaşlarını) sildi. Ve şunları söyledi:

“Allah ve Onun Resûlü doğru söylediler:

‘Dünya hayatını ve onun zinetini isteyenlere, orada işlediklerinin karşılığını tastamam veririz. Onlar orada bir eksikliğe de uğratılmazlar. İşte âhirette onlara ateşten başka bir şey yoktur. İşledikleri şeyler orada boşa gitmiştir. Zâten yapmakta oldukları da bâtıldır’ (Hûd 15-16). [Müslim, İmâret 152, (1905); Tirmizî, Zühd 48, (2383); Nesâî, Cihâd 22, (6, 23, 24).]

Amellerin sevapları gibi, kalbi etkilemeleri de bu ölçüye göredir.

Bütünüyle hâlis olan ameller, kalbin nuru­nu çoğaltır ve ondaki Allah ve ahiret sevgisini arttırır.

Bütünüyle dünyevî ve nefsanî gaye ve maksatlara dayanan ameller ise, kalbin ışığını söndürür ve ondaki yüce duygu­ları öldürüp süflî duyguları canlandırır.

Hiç şüphe yoktur ki, dünyanın helâlına talip olmak meşrudur. Ancak, Allah Teâlâ için yapılan amelleri buna âlet etmek câiz değildir.

Bu sebeple, ihlâs sahibi kimseler, yaptıkları amel­lerden dünyaya ait bir fayda temin etmeyi düşünmek şöy­le dursun, iradeleri dışında hasıl olan bu kabil faydalara üzülürler ve bu faydaların ahiretteki sevabın yerine geçme ihtimalinden korkarlar.

Çünkü kıyâmet gününde bazı kim­selere şöyle denir:

“Siz nimetlerinizi dünya hayatınızda tükettiniz ve on­larla safa sürdünüz. Bugün size sadece hakaret ve azap vardır…” (Ahkâf, 20)

Mü’minin tavrı :

Mü’min, her hal-ü kârda kendisini riya tehlikesi kar­şısında görür, bu tehlikeye karşı dikkatli ve uyanık davra­nır ve buna rağmen, kendi nefsini riyakârlıkla, amelini de riya karışmış olmakla itham eder.

Ancak, o, ortada yeterli delil bulunmadıkça ve özellikle kendisini ilgilendirmeyen konularda başka mü’minleri riyakârlıkla itham etmeye kalkışmaz. Çünkü bu türlü bir itham doğru değilse iftiradır; doğru ise, ortada ciddî bir delil bulunmadığı için su-i zandır. Bunların ikisi de günahtır.

Onun için, mü’min kendi nefsinin kötülük­lerini, başkalarının ise iyiliklerini görür. Münafık ise tam aksine sürekli kendisini temize çıkarır, başkalarını itham eder.

Riya sayılmayan Durumlar:

Bir gün sahabilerden biri Peygamber Aleyhissalatü Vesselam Efendimize gelerek “Ya Rasulallah, ben bir amel işliyorum. Fakat onu gizli tutmama rağmen açığa çıkıyor, duyuluyor. Duyulunca da bu durum hoşuma gidiyor. Bu amelden dolayı sevap kazanabiliyor muyum?

Peygamber Aleyhissalatü Vesselam Efendimiz bu soruya şöyle cevap veriyor: “Sana bu amelin karşılığında 2 sevap var. Biri o güzel ameli işlediğinden dolayı, biri de başkalarına örnek olduğundan dolayı.”

Allah, insanların kalplerini ihlasla amel edenlere çevirir.

Rabbül Alemin, bizlere amellerimizi ihlas ve güzel niyetle taçlandırmayı nasip etsin. Amin.

TBMM Başkanı Suç mu İşleyecek?

0

Konumuz DTP Milletvekillerinden birkaçı ile ilgili yargılama sürecinde yaşanan kriz. Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesince çağrılan bazı DTP milletvekilleri duruşmaya katılmayacaklarını belirtmişler, TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin’de “…bu mecliste hiç kimseye bir tek milletvekili dahi teslim etmem” demiştir. Yargılamanın devamı açısından 29 Aralık 2009 tarihindeki duruşmaya zorla getirilmeleri kararı alınmış. Yargılanma konularıda; Yasama dokunulmazlığı kapsamında olmayan nitelikteki suçlar.
Anayasamızın 14. maddesi birinci fıkrasında “Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve lâik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz” denilmektedir.
Anayasamız 83. Maddesinin 2. fıkrasında: “Seçimden önce veya sonra bir suç işlediği ileri sürülen bir milletvekili,Meclisin kararı olmadıkça tutulamaz,sorguya çekilemez,tutuklanamaz ve yargılanamaz. Ağır cezayı gerektiren suçüstü hali ve seçimden önce soruşturmasına başlanılmış olmak kaydıyla Anayasanın 14. maddesindeki durumlar bu hükmün dışındadır…” hükmü vardır. 
Yargıtay 9. Ceza Dairesinin 2007/9370 esas, 2008/617 karar ve 15 Ekim 2008 tarihli kararlarında, 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası’nın 7/2. maddesinde tanımlanan “terör örgütünün propagandasını yapmak” suçunun, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 14. maddesinde öngörülen “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmaya yönelik suçlardan olduğu” na karar vermiştir. Bu kararla birlikte, birkaç DTP milletvekilinin işledikleri suç  yasama dokunulmazlığı muafiyeti dışındadır.
Anayasamız 14. maddesinde belirtilen; “Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı” PKK yandaşı bir tavırla ve açılım cesaretiyle ortaya koyan ve dolayısıyla suç işleyen milletvekili kimlikli hainler, devlete meydan okuyorlar.
İktidar mensupları da açılım sevdasına bu meydan okumalara göz yumarak onların suçlarına ortak olmak için ellerinden gelen her şeyi  yapıyorlar. Devlete meydan okuma fiiline ortak oluyorlar.
Mesela Mehmet Ali Şahin… Ne yazık ki, Mehmet Ali Şahin bu memlekette TBMM Başkanı. Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nin bölücü milletvekilleri ile ilgili ihzar kararını dikkate almıyor. Söylediği bir cümle var ki, gerçekten düşündürücü. Cümle aynen şöyle: “İçişleri Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü ne yapar bilmem. Ama Meclis Başkanı olarak bu mecliste hiç kimseye bir tek milletvekili dahi teslim etmem.”  Bu cümle Mehmet Ali Şahin’in alenen suç işlemeye aday olduğunun ve hatta suç işlediğinin göstergesidir. Şimdi çok basit bir mantık kurgusuyla düşünelim;  “teslim etmemek” ne demek? Ortada hukuka aykırı bir fiil var,hukuk devleti olmanın gereği olarak bu fiil hukuki bir yaptırım gerektirmektedir.
 
Yasama dokunulmazlığı kapsamında bir fiil için,milletvekilleri açısından  müeyyideyi uygulama, milletvekilliği bitene kadar askıya alınır. Bu yasal bir haktır. Ancak işlenen suç dokunulmazlık zırhını deliyorsa, bu durumda yargılamayı tehir etmek veya sayın meclis başkanı gibi hukuk dışı bir tavır sergileyerek “hukuka rağmen” dediğim dedik mantığı hiç bir anlam ifade etmez.Bu tür tavırlar ancak totaliter devlet geleneklerinde olabilir. Bu söylemlerde söyleyenlerin gelecek için düşündüklerinin ifadesidir.   
 
 

Düşünmek Lazım

Fikirsiz zikir sahipleri boş teneke gibidir. Fikirsiz zikir, gürültüdür. Fikir, belli bir disiplinle, usulle zikredilirse insanın değerine değer katar. Dün akşam, TV’deki iki kanala takıldım. Birinde iki fikir sahibi, sözde allame bir konuyu horoz dövüşünden farksız bir usulle tartıştılar. Tartışmadılar, dövüştüler. İkisi de birbirinin açığını aradı, yanlışlarını ıslak havlu gibi yüzlerine vurdu. Onları dinleyenlerin kazancı, gerilimden başka bir şey olmadı. Diğer kanalda orta yaşlı iki bey, filmlerden alıntılar yaparak bir konuyu tartıştı, konuşurken nezaketi elden bırakmadı, katılmadıkları düşüncelerini temellendirmekten kaçınmadı. Örneklemeleri benim için doyurucu olmasa da üslupları beğenimi kazandı. Ben de onlarla birlikte düşündüm, zihin jimnastiği yaptım. Onları dinlemek için ayırdığım zamanı kazanç saydım.

Önceki gün, bir öğrencimle sohbet ederken ağzımdan “İnsanı diğer canlılardan ayrıcalıklı kılan, düşünmesi, düşüncelerini inanç haline getirip uğrunda mücadele etmesidir.” cümlesinin çıktığını hatırlıyorum. Yine bir gün sınıfta dadaizm hakkında bilgi verirken “Dadaizm, kuralcılığa karşıdır, hatta Dadaistler, sanatta, sosyal hayatta anarşizmi savunurlar, kuralsızlığın kural haline gelmesi ihtimalinden dolayı dadaizme bile karşıdırlar.” deyince bir öğrencim “Bu ekol tam bana göre.” demişti. O öğrencim, günlük yaşamayı seven, sorumluluk almaktan kaçınan, derse geliş ve dersten gidişlerinde disiplini olmayan, babasıyla akşamları karşılıklı içki içtiğini bana ve arkadaşlarına övünerek anlatan biriydi. Bir minibüste gördüğüm “Akıllı olup milleti taşıyacağına deli ol, millet seni taşısın.” cümlesi, tam da onun yaşam tarzını özetliyordu.

Bazı şirketlerin ömürleri uzun, bazılarınınki kısadır. Bazı insanlar ölünceye kadar yaşar, bazıları öldükten sonra da… Bedene yönelik gıdalar kişiyi yaşadığı sürece ayakta tutar, kalbe ve akla yönelik gıdalar o insanı tarihe altın harflerle yazar. Bizde yok; ama dünyada, ömrü asırlarla ifade edilecek şirketler var. Bazı peygamberler tek başına milletti; milletleriyle hala yaşıyorlar. Kurumları ve kişileri uzun soluklu yaşatan, onların zikir sahibi olmadan fikir sahibi olmasıdır. Buna, bizde kurumlar için “ar-ge” deniyor. Araştırma ve geliştirme birimi. Batı’da ise “think-thank” deniyor.

“Arge”, zekanın akla dönüşmesidir, aklın eylemsizlikten kurtulup değer kazanmasıdır. Argenin merkez eylemi, düşünmedir. Düşünmeyle ortaya çıkan düşünce, insanı diğer canlılardan ve düşünen insanı, diğer insanlardan farkı kılar. Düşünenle düşünmeyen bir olmaz. Düşünmeyen insan, tepkiseldir; hisleriyle hareket eder, onun ortaya koyduğu eylemler kısa ömürlüdür, değersizdir. Tepkisel insan kendisiyle barışık değildir, çelişkilidir. Bir istikamet sahibi değildir o. “Kıblesi olmayan insan” denebilir ona. Onun en fazla yaşadığı duygu, pişmanlıktır.

Yemek, içmek, oynamak, sevmek; kolaydır. Bedeninizin bir bölgesine zevk olarak döner bu eylemler. Alınan zevkler, kişinin iştihanı artırır, eylemin tekrarını ihtiyaç haline getirir. Düşünmek zordur; kişiyi gerer, uykusuz bırakır; midesinde ağrı, kalbinde çarpıntı, beyninde zonklama hisseder insan. Yorgunluktur, elde ettiğiniz. Düşünme eyleminin, hemen somut sonucunu da göremezsiniz. Hayal kırıklığına uğramak, yılmak, bezmek; çok kere sizi bekleyen sonuçtur. Ampulü bulmak için dokuz yüz doksan dokuz deney yaptığı halde “Dokuz yüz doksan dokuz yanlış yolun olduğunu anladım, şimdi bininci ihtimali denemek gerekir.” diyebilen Edison gibi sabırlı olmayı gerektirir düşünmek. Hele, bilginin değer ifade etmediği, popülerliğin pirim yaptığı toplumlarda, düşünme eylemi kişide aşağılık duygusu da yaratabilir. Bunun için bir cihattır, düşünmek. Gerçek mücahittir düşünen insan, tefessüh etmiş toplumlarda.

Değerler; düşünerek oluşturulur, davranışla somutlaşır. Davranışlar; karakterimiz olur, ahlakımız olur. Düşünen insandan kimseye zarar gelmez. Düşünmek; insanı eşyanın inceliğine, varlığın sihrine, olayların derinliğine ulaştırır. İnsanın en değerli eylemidir düşünmek. Düşünmeyle kendimizi keşfeder, değerimizi anlarız. Düşünmekten kaçan, korkan insan kendisini, çevresini, neslini, kendisi üzerinde hakkı bulunanları önemsemeyen insandır. Bir düşünme seferberliği başlatmak gerekir ülkemizde. TV’deki kanallar özel programlar yapmalı, okullara düşünme dersleri konmalı, düşünme kulüpleri kurulmalı, insanlara düşünmenin yaşamak için bir gereklilik olduğu kabul ettirilmelidir. Düşünme sistematiği öğretilmeli, özellikle yarının aydını olacak genç beyinlere. Felsefe derslerinde öğretilen düşünme çeşitleri salt bilgi olmaktan çıkarılmalı, doğru düşünmenin uygulamaları yapılmalıdır özel ve resmi eğitim kurumlarında.

Önce kendi “arge”mizi kuralım. Değerimize değer katılım. Düşünme ibadeti son nefesle bitiyor. Descartes ne kadar veciz söylemiş: “Düşünüyorum; o halde varım.” Ben de diyorum ki: “Düşünmek zorundayım; çünkü varım.”

 

PKK Dışarı (mı?)

Geçen hafta sonu Bursa’da oynanan Bursaspor-Diyarbakırspor maçı esnasında tribünlerde dile getirilen bu slogan, sokaktaki barışın dibine atılan bir dinamitin futbol sahalarına da yansıdığının bir işaretiydi.

Bu sloganı atanların büyük bir kısmının niyeti, bölücülere tepki vermek olsa da, toplumsal barışa zarar vereceklerini hesap edemediler belki de.

Kürt olmanın “bölücü-hain” olmakla eşdeğer olmadığını kabul etmezsek, işin başından bu insanlara karşı haksızlık etmiş oluruz.

Hem zaten hain-bölücü olmak için Kürt olmak gerekmiyor ki.. Abaza, Gürcü, Laz, Çerkez, Arnavut, Boşnak, hatta ve hatta Türk olup da hain ve bölücülere hizmet edenlerin resimleri her gün gazetelerin 1. sayfalarında yer alırken, yalnızca Kürt kimliğinden ötürü, birine veya bir topluluğa “hain-bölücü” yaftası yapıştırmak, doğru da değil.

Üstelik PKK neden dışarı olsun?

PKK bir bölücü örgüt. Sempatizanları ve bu örgütün mensupları da, “dışarı” değil, “içeri” girmeleri gerekmez mi?

Siz “dışarı” derseniz, pkk’nın oyununa gelmez misiniz?

Gelirsiniz!.. Hem de iki ayrı açıdan gelirsiniz.

Önce bölücü örgütün istediği gibi, bu kavgayı sokağa taşırsınız. Diğer taraftan da onların genel af taleplerine uygun olarak sloganlaştırdıkları “pkk dışarı” sloganı ile söylem birliği içinde olursunuz.

Hükümetin, “Kürt Açılımı” diye yola çıktığı, açılımdan ziyade Türkiye’yi ayrıştıran bir sürecin, sokağa yansımalarına dikkatinizi çekmek istiyorum.

Bu sürecin buraya kadar gelmesine, bundan sonra varacağı noktaları, “ucu açık” bırakanlara bir ders olması açısından bu maçta tezahür eden olayları önemsiyorum.

ABD dönüşü Sayın Başbakan’ın her ne kadar “Kürt Açılımı” projesinden vazgeçtiğine yönelik işaretler aldıysak da, açılım altında bu ülkeye verdiği dönüşü olmayan bir takım zararları olduğunu da bir kenara not edin derim ben.

Sayın Başbakan’ın başından bu yana içerisini bir türlü doldurmaktan imtina ettiği bu “açılım” sözleri, her şeyden önce, bölücü örgüt mensuplarının, lider kadrosunun, İmralı’nın, dağ kadrosunun, sempatizanlarının ve artık örgütün temsilcisi olduğunu saklamayan parlamentodaki uzantılarının beklentilerini çok yukarılara çekmiştir.

Bu beklenti içinde olanları bundan sonra tatmin etmek maalesef güç olacaktır.

Taleplerinin yerine getirilmemesi de bu cenahı ziyadesi ile hırçınlaştıracak ve toplumsal barışı zedeleyecek birçok olayın müsebbibi haline getirecektir. Şehit cenazelerinin sayılarını arttıracaktır.

Umarım ve dilerim ki; Türkiye’nin hassasiyetleri konusunda, hesapsız kitapsız konuşanlar, bunların üzerinden siyaset yapanlar, gereken dersi alırlar.

Yoksa önümüzde zifiri karanlık günler bizi bekliyor.

12 Eylül öncesinin o karanlık tünelini yaşamış neslin bir temsilcisi olarak diyorum ki;

“Gençler, sakın ha…!  Sakın bu oyuna gelmeyin.. Deniz aşırı ülkelerde tezgahlanan bu oyunun figüranı olmayın”.

Değerlerimiz ve Yozlaşma

Değerlerimizi inancımızdan bağımsız düşünemeyiz. Değerler inançlarında tesiriyle asırlar boyunca oluşmuş bir milleti millet yapan, o milleti ayakta tutan ve diğer milletlerden ayıran milli ve manevi hususiyetlerimiz ve bize ait özelliklerimizdir.

Bu özellikler bizi diğer milletlerden ayıran ve bizi biz yapan değerlerdir.

Bu değerlerimizi bilip, onları koruyup sahiplenirsek var olmaya devam ederiz. Aksi takdirde eriyip yok olmaya mahkûm oluruz. Şunu bilelim ki bu değerlerimizden her gün biraz daha uzaklaşıyoruz. Asimile oluyoruz, işin ilginç tarafı kendi kendimizi asimile ediyoruz.

Değerlerimizden bazıları şunlardır:

1-     Aile
2-     Sevgi-saygı
3-     Dürüst ve güvenilir olmak
4-     Verdiğimiz sözde durmak
5-     Yalan söylememek
6-     Ölçü ve tartıda dürüst olmak
7-     Aldatmamak
8-     Tesettür-Başörtüsü-Türban
9-     Bayrağımız-sancağımız
10-     İstiklal marşımız

Şimdi size bilimsel bir kıssa anlatayım.

Kurbağa:
Bilim adamlarının yapmış oldukları araştırmalarda kurbağalar 20 derecedeki suda yaşayamaz, ölürler. Kurbağanın birisini içerisinde 20 derecedeki su bulunan bir kabın içerisine bırakırlar. Kurbağayı suya bırakır bırakmaz kurbağa şiddetli bir vıraklama sesiyle ve can havliyle zıplayarak dışarı çıkar. Bunu gören bilim adamları kurbağayı alır yaşayabileceği bir sıcaklık derecesi içindeki suya koyarlar. Kurbağa hayatından gayet memnundur. Bilim adamları suyun sıcaklığını her gün bir derece yükselterek sabitlerler. Kurbağa içerisinde bulunduğu ortamın normal olmadığını her gün bir şeylerin değişerek kötüye gittiğini hisseder, hareketleri yavaşlar, hantallaşır ama ilk günkü gibi aşırı tepki göstermez gösteremez. Nihayet suyun sıcaklığı 20 dereceye ulaşır. Kurbağa ortamın her gün kötüye gittiğinin farkındadır ama ısı birer derece birer derece yükseltildiği içinde gittikçe tepkisizleşir ve tepki veremeden ölür. Şimdi bunun konumuzla ne ilgisi var diyorsunuz değil mi? Kısaca izah edeyim.

Aile en kutsal değer değil mi?

Bizim inanç ve kültürümüzde aile nikâhla oluşur. Gelinlikle girilen evden kefenle çıkılır. Şimdi nikâhsız beraberlikler, evlilikten kısa bir zaman sonra boşanmalar, nişan döneminde yüzük atmalar sıradanlaştı. Artık muhafazakâr ailelerde bile sıkça görülür oldu.

Televole ve magazin kültürü gayri meşru ilişkileri yaygınlaştırdı. Babasız dünyaya gelen çocuğun suçu ne? Hanginiz böyle bir durumda yani (babası belirsiz) bir insan olmak isterdiniz?

Önceden tesettürün bir ağırlığı vardı şimdi başörtülü genç kızlar sokak-cadde ve parklarda erkek arkadaşlarıyla sarmaş dolaş gezmekte beis görmüyorlar. Genç ve olgun yaştaki hanımlar ve beyler sokakta dondurma yalayarak dolaşabiliyorlar. Unutmayalım suyun sıcaklığı her gün bir derece daha yükseliyor. Eşini aldatan kadın-erkek ve erkek arkadaşıyla ailesinden haberli-habersiz gayri meşru ilişkiye girerek hamile kalan kız dizisi artık dindar ailelerde bile seyredilir oldu.

Bunları seyreden anne baba, kız erkek o hayatı içselleştiriyor ve onlar gibi olmayı normal görmeye başlıyor. Dikkat edin suyun sıcaklığı her yıl (gün değil) bir derece yükseltilerek toplum yozlaştırılıyor, tepkisiz hale getiriliyor.

Peki sevgi-saygı ne âlemde şimdi bırakalım çocuklarımızın mahallemizde ki büyüklere saygısını kendi anne babalarına, dede ve ninelerine ne kadar saygı duyuyorlar. Peki ya siz sahi büyüklerinize ne kadar saygılısınız?

Önceden bir büyük (anne-baba-dede-nine) içeri girdiğinde saygıdan ayağa kalkılır yer gösterilirdi.

Peki ya şimdi?

Onunla mı saygı olur, bununla mı saygı olur, şununla mı saygı olur?

Peki ya neyle saygı olur?

Bizim kültürümüzde “Bana bir harf öğretenin kölesi olurum.” Anlayışıyla hocalara, eğitimcilere saygı bayraklaştırılmıştı.

Bugün bu saygının ne kadarını okulda bir öğrenci öğretmenine, cemaat imamına, hanımlar eşlerine, komşular birbirlerine gösteriyor.

Unutmayalım ki suyun sıcaklığı her yıl bir derece daha arttırılıyor ve biz de bu durumu normal görüyoruz.

Bu duruma nasıl uyum gösterdiğimizi size şehirli gelin kıssasıyla anlatayım.

Şehirli gelin:

Anadolu’nun bir köyünde büyüyen bir delikanlı üniversite okumak için büyük şehirlerden birine gider. Okul bitince orada tanıştığı bir kızla evlenir. Aradan bir müddet geçer gelin beyinin evini köyünü tanımak ister. Beraberce köye giderler. Hayatında hiç köy görmeyen bu geline görüntü garip gelir haliyle.

Eve varıp merdivenden tırmanmaya başlayınca burnuna çok ağır kokular gelir. Aynı koku evin içerisinde de vardır. (Köyler de evler genellikle iki katlı olur, alt kat dam-kom hayvanlar için üst kat insanlar içindir.)

Gelin bu kokudan rahatsız olunca hafif bir sesle beyine ailesinin bu evde nasıl yaşadığını sorar, evin çok pis olduğundan şikâyet eder.

Güngörmüş kayınvalide olayı (gelinin tavrını) anlayışla karşılar. Gelin şehirde büyüdüğü için köylerdeki damdan komdan habersizdir. O tek bir kom bilir o da internetteki com’dur.

Fakat gelin hanım iyi niyetlidir evi temizleyerek kokuyu gidermek ister. Kayınvalidesine evi temizlemek istediğini söyler, oda meselenin farkında olduğu için olur cevabını verir.

Gelin hanım yatağı, döşeği, yorganı, yastığı, kabı, kaşığı hulasa evde ne varsa hepsini döker, söker yıkar evin köşesini bucağını günlerce ilaçlı suyla temizler bu iş bir hafta on gün sürer.

Her şeyi yerli yerine koyar.

Kayınvalidesine bak anneciğim ev tertemiz oldu koku falan kalmadı der. Kayınvalide eline koluna sağlık kızım çok güzel oldu ev mis gibi oldu der.

Artık gelinin burnu kokuya alıştı, kokuyu duymaz ondan rahatsız olmaz oldu, bağışıklık kazandı. Kokunun kaynağı ev değil evin altındaki hayvanların barınağı (damı-komu)’dır.

Hepinizin yarını bugününüzden güzel olsun. Allah’a emanet olun.