13.8 C
Kocaeli
Cuma, Eylül 26, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1243

Sevda

Bakir sinenin derinlerinden,
Gürül gürül gelir delicesine.
Toplanıp semadan düşerde tek tek,
Sağanak misali çarpar tenine.
Vaadine kapılır içteki can,
Dolaşır bedende durmacasına.
Alınca onayı yürekten,
Tahtını kurduğunda beyne,
Gözler bir başka görüverir.
Özlemin kızdırdığı yerde,
Susuzluktan kururken dudaklar,
Umuttan imbiklenip su oluverir.

Abdullah Gül ve Serj Sarkisyan Nobel Barış Ödülüne Aday!

Bugün 14 Ekim 2009. Bursa’da, Türkiye-Ermenistan Milli Futbol Maçı var… Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan maçı seyretmeye geliyor. 30.000 (otuzbin) polis emniyeti sağlamak için görevlendirilmiş… Ermenistan futbol takımını da 300 (üç yüz) polis koruyacakmış. Yani 11 kişiye 300 kişi… Yaklaşık her futbolcuyu 30 polis koruyacakmış… Vay o futbolcunun haline!

Tribünler de seçilmiş seyirciyle doldurulacakmış. Askeri ve polis okulu öğrencileri sivil kıyafetlerle stadın tribünlerini dolduracakmış… Sadece Bursalı taraftara, milli takım taraftarına 3.000 (üç bin) (eğer doğru ise) bilet ayrılmış. Bu üç bin seyirci de “seçilmiş taraftar” olacakmış, uslu gençlerden, cemaat, tarikat ve de ABC partisinin gençlik kollarından…

Azerbaycan bayrağı ve Kuzey Kıbrıs Türk Devleti Bayrağı yasak denilmiş, ama Ermenistan Bayrağı, Fransız, İngiliz, ABD bayrağı serbest bırakılmış!

Gözünüz aydın Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül…

Sizi kutluyoruz…

Muradınıza erdiniz…

Dört gözle beklediğiniz mevkidaşınız, nihayet teşrif etti, bugün Bursa’da olacak… Muhtemeldir ki önce birlikte “dostluğa” kadeh kaldıracaksınız, yemek yiyeceksiniz… Heyetlere başkanlık edeceksiniz…

Belki de Çankaya’da devlet töreni ile ağırlanacak…

Sonra tribünlerde millete “gülücük” maskesiyle görüneceksiniz…

Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan ile şeref locasında yan yana “ağababalara” mesaj niteliğinde duruşlar sergileyeceksiniz.

Sizin başarınızı alkışlayacaklar ülkeler ötesinden…

Başarınızla övünerek…

Ne güzel bir sonuç değil mi?!

Mevkidaşınız, kimine göre “büyük devlet adamı”, Ermenistan Cumhurbaşkanı da bu sonuçtan çok mutlu olmalı…

Çünkü her istediğini aldı… Verdiği tek dirhemlik şey yok!

Bugün Türk milleti Türkiye-Ermenistan milli maçını heyecanla izleyecek. Aman ha, “olay çıkmasın” diye meraklanacak… Resmi ve sivil herkes tetikte olacak! Ulusal ve uluslararası tam 93 gazeteci, televizyoncu olayı anında takip edecek…

Büyük tarihi bir gün… Ermenistan Cumhurbaşkanı “misafirimiz” diye!

Fakat o cumhurbaşkanı sabahleyin uçağına binmeden, Ağrı Dağına dönerek ve muhtemelen “ey Ararat” diyerek, “sabah milli yeminini” yaparak başladı güne…

Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu içine alan “Batı Ermenistan” hayalini tazeleyerek başladı “dostluk seferine” (!)… Türklerle olan problemleri unutmak ve 95 yıl öncesine dayanan yakın tarihe rağmen yeni ve temiz bir sayfa açmak için “dostluk seferine” (!) başlamış olmalı…

Sizin için de bu sefer son derece önemli olmalı; geceleri uykunuzu bölen şu “Ermeni açılımı” nihayet gerçekleşiyor, Allah’a dualar ederek iki rekât “şükür namazı” da kılmalısınız.

Ne demiştiniz memleketiniz Kayseri’de; hani Ermenistan-Türkiye arasındaki tarihi problemleri “buz dağına” benzetmiştiniz ya, “..Buzdağı hemen ertesi gün erimez” buyurmuştunuz! İstenirse buz dağı da erir, Uludağ’daki kitle karlar da erir… Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan’ın “sıcaklığına” ne dayanır ki!?

Türk milleti olarak, “erimez” dediğiniz buzların eriyip “çağlayan” olması için elinde geleni yapıyor… Vatandaşlar olarak görevimizi kusursuz ifa etmekteyiz; “..hepimiz Ermeniyiz”, “..hepimiz Hırantız”,hepimiz Sarkisyanız”, “karındaşımız Ermeniler..” diyoruz…

Daha ne yapalım ki?

Bu kadar yakın ve sıcak ilgiye karşın, bu kadar emniyet gücüne ne gerek var ki?

Hiç merak etmeyiniz Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül, vatandaş olarak hiç kimse sizi mahcup etmeyecek, “dostunuz” ve de “mevkidaşınız” Serj Sarkisyana, Ermenistan futbol takımına asla ve asla yan gözle bakmaz, bakamaz…

Bugün 14 Ekim 2009, “Yeşil Bursa” Ermenistan Bayraklarıyla süslenmeli! Fakat Azerbaycan Bayrağı hiçbir yere asılmamalı! Her sabah Ağrı Dağına karşı Türkiye’ye… söyleseler de Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan mutlaka çok iyi ağırlanmalı, Türk misafirperverliği en iyi şekilde gösterilmelidir.

Diğer yandan, “Ermeni karındaşlarımızı memnun ve mutlu etmek için” bir zamanların “özürcü” “eksantrik aydınları” toplu halde stadyuma davet edilmeli, onların eline birer Ermeni bayrağı verilmeli ve “ya ya.. şa şa.. Sarkis Sarkis sen çok yaşa..” diye tempo tutturulmalı… Sonra, “hepimiz Ermeni’yiz, hepimiz Sarkisyanız” pankartları açılmalı…

Eeee canım ne buyurmuş Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül; “Niyetler sağlam olunca neticeye ulaşılır… Ona göre davranmak gerekir…

Bugün 14 Ekim 2009, tarihi bir gün…

Dostluk seferine gelmiş bugünün Ermeni temsilcilerine yanlış bir davranışla karşılık verilmemeli. Biz onları hep “karındaş” olarak andık ya… Sonuçta iki “karındaş” milletin futbol takımları maç yapacak. Güney Afrika’da yapılacak Dünya Kupasına katılma ümidini mangalda kebap eden Türk milli takımı, komşusu, tarihi “karındaşı” Ermenistan’a güzel bir galibiyeti armağan etse ne kaybeder ki?

Ermeni karındaşlarımızın üzülmesine razı olmamalıyız. Eh, haydi diyelim ki “dostluk kazansın” o zaman, “beraberlik” de fena sayılmaz. Dış İşleri Bakanlığının bunca başarılı faaliyetine (!) spordan sorumlu bakanlık da gereğini yapmalı, futbolcularımıza ve teknik heyetimize gerekli “sinyalleri” göndermelidir!?

Sonra birileri çıkıp diyorlar ki, siz elinizi veriyorsunuz, karşıdakiler “lütfedip” tutarsa tutacak, yoksa siz el tutmuyorsunuz!?

İyi de, mademki öyle bu “tantanalar” niye?

Dirayetli devlet adamı Serj Sarkisyan protokoller için, “..mademki onaylanmayacaktı neden imzalandı?” diyor… Yerden göğe kadar haklı… Belge imzalıyorsunuz, sonca “cığızlık” yapıp ipe un seriyorsunuz… Neymiş efendim, “Karabağ sorunuymuş…” Yok, efendim, Azeri’leri sakinleştirmek için “İki Devlet Bir Millet” nutuklarıymış…

Geçin beyim geçiniz onları…

Belgede buna bir vurgu var mı?

Yok…

O halde?

İmzaladığın metne bak önce, onlar bağlar sizi…

Serj Sarkisyan böyle bir vaatte bulundu mu?

Hayır…

Bizim Harput’ta bir deyim vardır; “Yeni testi su soğutur.”

Eh, yeni dostluklar peşinde olan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de ortalığı soğutmaya çalışıyor gibi… Sakın ola ki özürcü eksantrik aydınların hilafına, 1973-1985 yılları arasında Ermeni Terör Örgütü Asala tarafından katledilen diplomatımızın şahadetleri Serj Sarkisyan’a hatırlatılmasın… 1914-1915 de devletine isyan ve ihanet eden Ermenilerden de bahsedilmesin… Ama “zorunlu göç” nedeniyle eşkıyalar tarafından soyguna uğrayan Ermeniler için “soykırım” denilsin tabii ki!!!

Değil mi ya canım, yeni dostumuzu kıracak değiliz ya…

Sakın ola ki geçmişin kangren yaraları kaşınmasın…

Ne diplomatlarımızın şehitliği, ne yüz binlerce sivil Müslüman’ın katledilmesi, ne de Karabağ konusu gündeme gelmelidir…

Öyle ya, söz edersek sanki Ermenilerin katlettikleri diplomatlarımız geri mi gelecek!?.. Baksanıza, sadece “niyete de Nobel ödüllü” verilebildiğine göre, cumhurbaşkanları Abdullah Gül ve Serj Sarkisyan bu kadar efor harcadıklarına göre, neden 2010 Nobel Barış Ödülü almasınlar ki?.

Bunu düşünerek “gündemi bulandırmayalım” dersek yanlış olmaz…

Abdullah Gül-Serj Sarkisyan dostluğuVatana millete hayırlı olsun” deyip dua edelim

14 Ekim 2009 tarihi, Abdullah Gül-Serj Sarkisyan dostluğu için bir “milad” olacak!

Serj Sarkisyan bundan böyle Ağrı dağına “Ararat” demeyecek, her sabah ona dönüp “er ya da geç, “Batı Ermenistan” topraklarını geri alacağız” yeminini etmeyecek!?

Milli sınırları tanıyan Kars Antlaşmasını kabul edecek!

Dağlık Karabağ işgaline son verecek!

Peki, biz ne vereceğiz?

Elimizi…

Lütfedip tutarlarsa tutacaklar, sonra kolumuzu kurtarmak için çalışacağız!!!

Başka ne vereceğiz?

Tüm sınır kapıları, hava sahası, deniz sahası, limanlar sonuna kadar açılacak Ermenilere… Ve ekonomik sıkıntı çeken Ermenistan’ı dünya ile kucaklaştıracağız…

Asala tarafından katledilmiş diplomatlarımızı, “iki devlet tek millet” sloganını unutacağız ve hep birlikte “Hepimiz Sarkisyanız” diye bağıracağız!!!

Beğenmediniz mi yoksa?

“Nobel alan cumhurbaşkanımız da var” dedirtmek için buna değmez mi yan?

Bence denemekte yarar var!!!

Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan’dan Abdullah Gül’e bir soru;

Peki ala, Serj Sarkisyan tüm bunlara rağmen, dönüp Abdullah Gül’e dese ki, “Ekselans Gül, siz 15 yıl önce, 1993 yılında, bir cenaze töreni dolayısıyla Türkiye’ye gelen Ermenistan Cumhurbaşkanını gerekçe göstererek, Refah Partisi Milletvekili olarak, zamanın Demirel Hükümeti hakkında gensoru dolayısıyla şöyle konuşmuştunuz;

“Hükümet, bu politikasıyla, geleceğimizi gerçekten ipotek altına almıştır ve öyle ipotek altına almıştır ki, Ermenistan Cumhurbaşkanı Cumhurbaşkanının cenaze merasimine katılma cesaretini göstermiştir. Sizin nasıl bir uzlaşmacı olduğunuzu, Türkiye’nin menfaatleri söz konusu olduğunda, sizin şahin gibi davranmayacağınızı bildiği için, yüzünüzün ne kadar yumuşak olduğunu bildiği için cesaret bulmuş ve Türkiye’ye gelmiştir. Siz bana bir ülke gösterin ki, kardeşleriniz savaş halinde olacak, kardeşleriniz katledilecek ve onlar katledilirken, Bunun müsebbibi Türkiye’dir’ diye demeçler verecek; o kardeşlerimiz katledilirken, Avrupa’nın haritaları bellidir, yerine oturmuştur; fakat Ortadoğu’nun, Asya’nın haritaları nihai şeklini almamıştır’ diye açıklamalar yapacak; Kars’ın, Ermenistan toprağı olduğunu iddia edecek, bütün bunlardan sonra o adam Türkiye’ye gelecek ve siz de elini sıkacaksınız!..”

Şimdi de beni, Türkiye Devleti Cumhurbaşkanı olarak en üst düzeyde ağırlıyorsunuz. Bunun sebebini öğrenebilir miyim?

Sizce Abdullah Gül bu soruya ne cevap vermeli?

Üstadım, Ağabeyim, Dostum, Ergun Göze’ye

Ergun Göze bey, bir vatan ve iman şevkinin abidesi,temiz, masum,dürüst, fikir ve mana    alışverişi hızlı ve bereketli bir müstesna insandı.

Ergun Göze bey büyük hukukçu Avukat Mülazım Ahmet İzzet Efendinin oğlu olarak 1931 yılında Sivas’ta doğdu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini 1957 yılında bitirdi. Arkadaşları ile birlikte 1969’da Babıali yayınevini kurdu. Bir süre serbest avukatlık yaptı. Çok önemli davalarda imzası olan bir insandı.

İlk yazısı, Sivas’ta çıkan hakikat gazetesinde 1949 yılında yayınlandı. Mümtaz Turhan hocanın çıkardığı ‘Öncü’ dergisinde Ahmet Kenan imzasıyla yazılar yazdı. Babıali’de Sabah gazetesinde 1965 yılında başladığı fıkra yazarlığını Tercüman gazetesinde 1969-1989 yılları arasında sürdürdü. Türkiye gazetesinde de uzun süre fıkra yazarlığı yaptı. Son olarak Tercüman gazetesi sahibi değiştikten sonra bir müddet daha fıkra yazarlığına bu gazetede devam etti.

İslam Medeniyeti, Büyük Türkiye, Büyük Doğu ve Köprü gibi dergilerde de yazılar yazdı.

Eserleri: Meşhurların Son Sözleri (1967), Anadolu Sahabeleri (1968) Peyami Safa-Nazım Hikmet kavgası (1969), Köşebaşı (1969), Peyami Safa’dan Seçmeler (1970) Mukayeseli İslam Tarihi Kronolojisi (1971), Dirilen Çöl (1975), İslam’a Selam (1989), Gözümle ve Gönlümle Tanıdıklarım (1989), İslamiyet ve Teknoloji (1991), İslam Davası(1967), Kuran-ı Kerim Mucizesi (1969), İslam ve Demokrasi (1970), Cezayir’de İslam’a Yeniden Doğuş (1973), Soruşturma (1975), İslam’da Dini Düşünce Yapısı…

Bu eserlerin yazarı merhum Göze ağabeyimizle önce yazılarıyla tanıştık. Daha sonra Avukatlık mesleğimizle beraberliğimiz başladı. Birçok meslek sorunlarını onun önderliğinde çözmeye çalıştık.

Ağabey -kardeş ilişkilerimiz ivazsız, garazsız, çok samimi bir şekilde devam etti.Haftada bir gün mutlaka ya kendisi beni çağırır ,’Gel, canım sıkıldı, sohbet edelim derdi.Yahut da ben ‘Ağabey, müsaitsen seninle sohbete geliyorum’ derdim.

Beraber olduğumuzda sohbetimiz sadece Türkiye meseleleri üzerine olurdu. Bir gün masanın üzerinde Tercüman’da yazarken  “ADINI KOYMAK” isimli bir makalesinin fotokopisi dikkatimi çekti. Tarihi 03.08.1983 idi. “Abi bu nedir?” diye sordum.”Bir okurum kütüphanesinde bulduğu bir yazıyı bana gönderdi” dedi.”Bakabilir miyim?” dedim. Yazıyı bana uzattı ve okudum. Ermeni meselelerini anlatıyordu.Yazıyı gönderen kişi, yazının altına şu notu düşmüştü; “Ergun ağabeyim, kütüphanemi karıştırırken bir yazınızı buldum. Aradan 26 yıl geçmiş ve değişen bir şey yok, gösterilen bir çaba da yok, olanlardan ders alan da yok, Ellerinizden öperim.” diyordu. Bu yazısının fotokopisini istedim.

Yine bir gün ziyaretine gitmiştim.Masasının üzerinde çok büyük ebatta bir kitap duruyordu.”Abi bu nedir?” dedim. “Bunu bana Erzurum Üniversitesi Rektöre gönderdi, YÜCE YURTTAN YÜKSELEN SES ALBAYRAK isimli bir kitaptır.” dedi. Aldım, inceledim, kitap Mustafa Kemal Atatürk’ün Erzurum seyahatini, orada karşılanışını anlatıyordu.”Abi bunu nasıl temin edebilirim?” diye sordum. Bana “Benim yeğenim Fahrettin Göze Erzurum Üniversitesi Rektörünün yakın arkadaşıdır. O söylemiş ve Rektör de bana göndermiş. Para ile satılmaz.” dedi. Ben de kendisine “Mesele yok, Sayın Prof. Dr. Fahrettin Göze kardeşimiz bizim Sivas Aydınlar Ocağı başkanımızdır. Onu arar rica ederim. Bana da gönderirler.” dedim. Yanından ayrıldım. Prof. Dr. Fahrettin Göze beyi aradım.”Hemen görüşeceğim” dedi ve üç gün sonra kitabı kargo ile bana gönderdi.

Yazıhanemde otururken bir mesajla acı haberi aldım. İnanamadım. Bir müddet kalakaldım. Müşterek dostlarımızı aradım. Kaderin önüne geçilmiyor, haber doğru çıktı. Sevgili ağabeyimiz Hakka Yürüdü, yolculuğuna bir müddet katıldık, uğurladık.

Mekanın cennet olsun Ergun Ağabey…

Sayın Davutoğlu’ndan Mülhem

Küpünüzün içine pekmez koydunuz, dışına neyin sızmasını beklersiniz? Küpün içine bal koysaydınız dışına bal, turşu koysaydınız dışına turşu sızacaktı.

Dışişleri Bakanımız Sayın Ahmet Davutoğlu’nu ekranlarda gördükçe aklıma bu ilişkilendirme geliyor. Bunun yanında tavukla at benzerliğini, atalarımızın “Yapı taşı yerde kalmaz.” sözünü de hatırlıyorum.

Deneyimli gazeteci Fatih Çekirge, Sayın Davutoğlu’na soruyor: “Suriye ile ilişkilerimizde bir bahar havası yaşanıyor. Neredeyse sınırlar kalktı. Vatandaşlar vizesiz giriş ve çıkış yapabiliyorlar. Bundan on yıl öncesine kadar her an birbiriyle savaşmaya hazır iki ülkeydik. Bu yakınlaşma nasıl sağlandı, bu güven noktasına nasıl gelindi?” Davutoğlu o bilge, özgüveni yüksek, ne yaptığını ve ne yapacağını bilen insan tavrıyla “Bu noktaya gelmek için en az otuz dört kere Suriye’ye gittim.” diye söze başlıyor. Yaşadığı sıkıntıları, gösterdiği sabrı, samimiyeti anlatıyor. Bölgede “sıfır düşmanlık”tan sonra “kuvvetli işbirliği” döneminin başlayacağını söylüyor. “Derin Strateji”sinin gereği bu. Müthiş bir politika! Davutoğlu, tarihin, Türk milletine yüklediği sorumluk idrakiyle bazen aynı gün birkaç ülkeye gidiyor. Bölgede, birbirlerine güvenmedikleri için düşmanlık noktasına gelen ülkeler yakınlaşmaya başladı. Bu yakınlaşmalar da Davutoğlu’nun eseri.

Sayın Davutoğlu’nu nereden tanıdığımı, onunla ne kadar tanıştığımızı anlatmak ve onun hakkında biyografik bilgiler vermek bu yazının konusu değil. Onun; müşfik yapısından, olaylara yaklaşım tarzından hareketle söylenecekler daha önemli. Tarihte iz bırakan insanlar her zaman yetişmiyor, kolay yetişmiyor. Kişinin yapısıyla çevre faktörü, insanın yetişmesinde önemli ve müşterek etken. İyi elbise için iyi kumaş olmak gerekiyor. İnsan için kuvetli seciye, yüksek ahlak sahibi, sağlam tezgahlarda dokunmuş olmak anlamına geliyor bu. Kendini bir işe adamak, o işte başarılı olmak için olmazsa olmaz şart. Adanmışlık bir anda olmuyor. İnsan, bunu daha çocuk yaşlarında hedefine koymalı. O ideal doğrultusunda yıldızlara doğru yürümelidir. İdealiniz büyükse ve bunda samimiyseniz yaptığınız küçük bir yumurtayı duyurmak için bütün mahalleyi ayağa kaldırma ihtiyacı duymuyorsunuz. Davutoğlu, aynı ülkeye otuzdan fazla kez gidiyor; ama bu haberler medyada on kere bile yer almıyor. Karda yürüyüp izini belli etmemekle ancak menzil-i maksuda ulaşılabiliniyor.

“Yapı taşı yerde kalmaz.” demiş atalarımız nitelikli olmanın önemini vurgulamak için. Nitelikli her değer her zaman yerini bulmuyor; ama bir yerde bir değer ifade etmek için nitelikli olmak gerekiyor. Bir de niteliği fark eden ve onu aktif hale getiren iktidar … Davutoğlu’nu, onun talep etmemesine rağmen, bu noktaya getiren kişi, ondaki yetkinliği, samimiyeti, dinamizmi, geniş ufukluluğu fark eden Sayın Cumhurbaşkanı olmuştur. Altının kıymetini en fazla, sarraf biliyor.

Dünyaya gelen bir şekilde yaşıyor. Yaşayanların kimisi küfleniyor, kimisi yıpranıyor. Tarihi, yıprananlar şekillendiriyor, yazıyor. Küflenenler grubunda yer almak, ne acı. Bunlar, “Doğmadan ölmüşüm.” diyenler. On yıllardır Atatürkçülük adına “Yurtta sulh, cihanda sulh!” diyenlerin, ülkemiz adına ne tür dış politikalar ürettiklerine bakıyorum. Üretilen, sadece düşmanlık. Çevremizde bir dost ülke yok. “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur.” sözünü çocukluğumuzdan beri bize ezberlettiler, görüyorum ki Türk’ü Türk’e yedirmişler. İçerde bile birbirimize düşman edilmişiz. “Kardeşlik” kelimesi, sadece sözlüklerde kalmış. Sonunda yıpranmak da olsa, küflü politikalardan kurtulmayı millet olarak ne kadar özlemişiz.

Atalarımız “Söz gümüşse sükût, altındır.” demiş; ama bugün yerli yerinde konuşmak lazım. Oturmak yerine yürümeyi, yürümek yerine koşmayı tercih etmemiz lazım. Tarihin, Yaratan’ın bize verdiği bu görevi idrak edip gereğini yerine getirme aşkı duyan kişilerin varlığı beni fazlasıyla heyecanlandırıyor, sevindiriyor. İş üretenler, çözümsüzlüğe boğulmayıp çözüm peşinde koşunlar, karanlıklara küfretmek kolaycılığı yerine mum yakmayı tercih edenler, inanıyorum ki kubbede hoş bir seda bırakacaklar.

Sabırla koruk, helva oluyor. “Bütün meziyetim, samimiyetimdir.” diyen şairdeki hasbilik gıdamız olsun. Yürüyene yollar açılıyor. Duvarın önü de bizim, arakası da. Yıkmasını bilen usta için duvarlar engel değil!

Hak Aşkı

Hayatım sürpriz dolu olmalı
Tek düzelik bana göre olmalı
Koyun gibi güdülmekle geçmemeli ömrüm
Kalbim sevgiyle dolu olmalı

Düşüncelerim sisli buğulu olmamalı
Allah’a iman bana göre olmalı
Asi gibi yaşayarak geçmemeli ömrüm
Kalbim İslam dolu olmalı

Duygularım nefret dolu olmamalı
Sevmek bana göre olmalı
Kin duyarak geçmemeli ömrüm
İçim huzur dolu olmalı

Hayatım hoşgörü dolu olmalı
Dar kalıplar bana göre olmamalı
İnsanları inciterek geçmemeli ömrüm
Yüreğim anlayış dolu olmalı

Sevgilerim sınırlı olmamalı
Sınır ötesi bana göre olmalı
İnsanları dışlamakla geçmemeli ömrüm
Kalbim hak aşkıyla dolu olmalı

Sevgi İmtihanı

Çok sevdiğiniz insanların birkaç dakikalık zaman diliminde sonsuzluk âlemine göç edişine bilmem şahit oldunuz mu?

Sapasağlam olduğunu gördüğünüz ve biraz önce sohbet ettiğiniz sevdiğinizi, sizi şok edecek kadar kısa bir zaman diliminde kaybettiğinizde hissettiklerinizi, ben de hayatımda yaşayanlardanım. Böyle bir anı yaşayanların duygularını tam olarak anlatabilmesinin imkânsızlığını biliyorum.

Fakat en sevdiği insanları bu dünyada bırakıp gidenlerin ne hissettiklerini bu kadar dahi anlamanın mümkün olmadığını sanıyorum. Düşünün ki size ecel gelmiş, bu dünyaya bağlayan kablolara enerji sağlayan şalter inmektedir. Gideceğiniz yeri mi, bıraktıklarınızı mı düşünürsünüz? Bunu önceden tahmin edebilmek mümkün olamadığı gibi, gidenlerin ne hissettiklerini anlatması da söz konusu olamayacaktır.

Geride bırakılanlar, Yahya Kemal’in “Sessiz Gemi” şiirindeki mısralarıyla, “Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden/ Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden” tesellisi aramak zorundalar.

Bazı tarikatlarda, özellikle Nakşibendîlikte, tavsiye edilen ve hatta “tarikat yolunda zikirden önemlidir” diye tarif edilen bir tefekkür şekli var: “Ölüm rabıtası“.  Bırakıp gidenlerin halini anlamak için, “Rabita-i Mevt” olarak da anılan bu tefekkürün faydası olabilir mi bilemiyorum.

“Ölüm Rabıtası” denilen tefekkürün esası, “ciddi bir yoğunlaşma haline girerek, öldüğünüzü ve o andan itibaren olacak şeyleri hayal etmenizdir. Öldüğünüzü, yakınlarınızın ağladığını, sonra cenaze işlerine başladıklarını, cesedinizin defnedilmeden önce yıkandığını, kefenlendiğini, sonra tabutla camiye götürüldüğünü, cenaze namazınızın kılındığını, sonra kazılmış kabir çukuruna götürüldüğünüzü, kabre yerleştirildiğinizi, sonra insanların üstünüze toprak attıklarını filan düşünürsünüz.”

Böyle bir tecrübeyi tam bir konsantrasyon haliyle yaşayabilmek çok çetin bir iş olsa gerektir.

Bir ara trafikte seyreden araçlarda ölümlü kaza olması halinde yaşanan sıkıntıları düşünerek, yasal düzenlemeyle araçlarda ceset torbası bulundurmayı zorunlu yapmak istenmişti. Araç sahiplerinden çok ciddi bir tepki gelince vazgeçildi. İnsanlar kendilerini içinde düşündükleri ceset torbalarını taşımak istememiş ve şiddetli tepki göstermişlerdi.

Demek ki insanlar ölümü kendilerine yakıştırmak istemiyorlar. Herkesten de Hazreti Mevlana olgunluğu ile ölümü şeb-i arus (düğün gecesi) olarak karşılamasını bekleyemeyiz. O halde “ölüm rabıtası” denen tefekkür şeklini tam anlamıyla yapabilecek insan sayısı muhtemelen son derece sınırlıdır.

Şimdi de bambaşka bir kültürün içinden gelen Stephen Covey’in, çok sevdiğim “Etkili İnsanların 7 Alışkanlığı”  adlı kitabından bir bölüm aktarmak istiyorum:

“Hayalinizde sevdiğiniz birinin cenazesine gittiğinizi canlandırın. Cenaze evine gidiyorsunuz. Binaya girerken çiçekleri fark ediyorsunuz. İlerledikçe dostlarınızın ve aile üyelerinin yüzlerini görüyorsunuz. Oradaki insanların yüreğinden taşan ve bir kaybın neden olduğu o paylaşılan hüznü, ölen kişiyi hayattayken tanımış olmanın sevincini hissediyorsunuz.”

Ve eklenen yakıcı soru: Yukarıda hayalinizde canlandırdığınız cenaze töreninde ölen siz olsaydınız? Kendi ölümünüzü hayal ettiniz mi hiç?

Biliyorum bu konu birçoklarımız için çok sevimsiz, hatta tahammül edilemez özellikte. “Ama biliyoruz ki elbet bir gün olacak. (‘Her canlı ölümü tadacaktır.’) Ya geride bıraktıklarınız?  Devam edelim hayale. Hayal bu ya bir serbest kürsü oluşturuluyor ve hayatınızın en önemli kişilerinden  bazıları bu kürsüye davet ediliyor. Ama yine hayal bu ya, konuşmacılar çok samimi ve dürüstçe duygularını ifade edecekler.”

“Törende dört kişi konuşacak. İlk konuşmacı aileniz ya da akrabalarınız arasından birisi. Çocuklar, erkek ve kız kardeşler, yeğenler, teyzeler, halalar, amcalar, dayılar, kuzenler, anneanne, babaanne ve dedeler.. Hepsi de ülkenin dört bir yanından sizin cenaze töreninize katılmaya gelmişler. İkinci konuşmacı kişiliğiniz hakkında bilgi verebilecek dostlarınızdan biri. Üçüncü konuşmacı iş yerinizden ya da sizin mesleğinizden biri. Dördüncüsü ise hizmet verdiğiniz toplumsal bir kurumdan”

“Şimdi iyice düşünün: Bu konuşmacıların her birinin sizinle ve hayatınızla ilgili neler söylemelerini isterdiniz? Sizi nasıl bir eş, anne ya da baba olarak yansıtmalarını arzu ederdiniz? Nasıl bir oğul ya da kız ya da kuzen? Nasıl bir dost? Nasıl bir iş arkadaşı? Sizde nasıl bir karakter görmüş olmalarını tercih ederdiniz? Ne tür katkılarınızı, ne tür başarılarınızı hatırlamalarını isterdiniz? Onların hayatlarında ne tür bir değişiklik yapmış olmayı arzu ederdiniz? “

Yazar bu soruyu aktardıktan sonra kendi “başarılı olmak” konusundaki fikrini beyan ediyor: “Hakkınızda neler söylenmesini istediğinizi dikkatlice düşünürseniz, kendi başarı tanımınızı bulursunuz.”

Görüldüğü gibi Stephen Covey ile “ölüm rabıtası“nı tavsiye eden tarikatlar dünyada yaşadığımız bir ömrün, kendimiz tarafından objektif değerlendirilebilmesi için, benzer ve etkili bir metot tavsiye ediyor. Ancak tarikatların ana hedefi dünyada işlenen günahları azaltmak, sevapları çoğaltmak suretiyle ahirette daha iyi bir konumda olmak iken, Covey sanki dünyevi bir başarıdan söz ediyormuş gibi.

Fakat biraz düşününce görülecektir ki, Covey’in bahsettiği tarzda bir dünyevi başarıyı yakalayan insan, esasen Allah’ın kutsal kitabında belirttiği kâmil insan vasıflarını taşımaktadır. Bu vasıfları taşıyan insanın Allah’a karşı kusurları varsa takdiri yalnızca O’na ait olduğuna göre, Covey’in tavsiyelerini de İslam tasavvufundan mahiyet itibariyle çok farklı saymayabiliriz diye düşünüyorum.

Bu “sevimsiz” konuyu yazmama sebep, geçirdiğim bir sağlık problemi. Kısa süren ama sevdiklerimi endişelendirip başımda toplayan bu olay esnasında, bir yandan yukarıda tavsiye edilen tefekkürü yapmam ve diğer yandan yakınlarımın bana olan sevgi derecesini (hem onların ve hem de benim) anlamamız için bir ilahi fırsat sundu.

Böyle bir tecrübenin heyecanını hazmedemeyeceğim ölçüde artırmamak için, yakın akrabalarım haricinde bilgi vermedim. Çok şükür kendimi iyi hissettiğim bir anda sizlerle paylaşıyorum.

Allah’tan hepimiz için sağlıklı, huzurlu bir ömür ve kâmil insan vasıfları nasip etmesini diliyorum.

‘Yine de Şahlanıyor Aman!’

“Kişi bile sözün demini
Demeye sözün kemini
Şu cihan cehennemini
Dokuz uçmağ ede bir söz”

Türk Milleti‘ndenim, İslâm Ümmeti‘ndenim, Dünya Medeniyeti‘ndenim. Hayatımı bir ideale adamışım. Varsa sermayem budur.

Devletimin terakki, milletimin beka davası partilerin – pırtıların, ideolojilerin –mideolojilerin çok üstündedir. En çok hesap en yakından sorulur.

Tarihçinin tarihe not düşme alışkanlığı bağlamında 2019‘a hitaben derim ki ‘Bozuk saat bile günde 2 kere doğruyu gösterir‘.

Van Ümit: Suriye sınırındaki barikatların ve vizenin kaldırılması Türkiye Cumhuriyeti‘nin tarihî misyonuna ve gelecek kurgusuna yapılmış bir güzel atıftır. Devamen muhakkak Ovacık Sınır Kapısı açılarak Türkmenlere sunî teneffüs yapılmalıdır.,

Tu Ümit: ‘Halkımız istiyor‘ diye İsrail‘in ortak tatbikattan çıkarılması. Davosvari şov dahi olsa neticede diplomasiden milletin sinesine yol olur.

Yahudîlerden aldığımız Üstün Cesaret Madalyası, insansız savaş uçağı anlaşmalarımız, GAP‘taki ortak yatırımlarımız, Manavgat ve Çoruh‘da sattıklarımız, Kuzey Irak‘ı ‘Kürdisrail‘ yaptığımız bir yana hareketin iyisi berekettir.

Akabinde ve detayında ‘Stratejik Derinlik‘in yazarı Ahmet Davutoğlu‘nun Filistin‘de, Gazze‘de olan bitenden kendini her gün sorumlu görmesine şapka çıkarıyorum.

Mademki şapkasız konuşulabiliyor ve bizim istemediğimiz bir tatbikat yapılmayabiliyor öyleyse salvoları sancak tarafından gönderiyorum:

1. Irak’ta Müslüman kardeşimi yıllardır gözümün içine baka baka ve yanıbaşımda milyon milyon öldüren, milyon milyon sakat bırakan, milyon milyon milyon tecavüz eden Coni’lerden ve işbirlikçilerinden nefret ediyorum. Bu konuda Hükümetimizin öncülüğünde dinî teşekküllerimizin de katkı vereceği bir ‘Buğz Kampanyası‘ düzenleyebilir misiniz?

2. Afganistan’a da aynı uğursuzlukları taşıyan Müttefik şer güçlerin öldüreceği, sakat bırakacağı her mü’min ve mü’mine için ciddi manada vebal alıyoruz. TRT -1‘den canlı olarak ‘Afganistan nire, Vaşington nire‘ konulu şiir okuma yarışmaları yapabilir miyiz?

3. 5 bin yıllık mazisi olan, İslâmiyet‘in 9 asır bayraktarlığını yapmış ve 16 büyük imparatorluk kurmuş olan bir milletin 17. büyük devletinin Yöneticisinin Amerika‘yı suyolu haline getirmesini milletçe istemiyoruz. İllâ mecburiyet varsa Obama’ya selâmını göndersin yeter.

4. ‘İki devlet, bir millet‘ olduğumuz Azerilere ve onların da ay-yıldızlı bayrağına hürmetsizlik ettireceğime kolumu kırarım daha iyi. 73 milyonu 2,5 milyonluk Ermenistan’la eşitlemek Türk Dünyası’nda takımı küme düşürmektir. Bize sorulmadan açılım – maç‘ılım yapılmaması ve sınır kapıları üzerinde zar atılmamasını talep ediyorum.

Cin şişeden çıktı. Ben Alâattin‘e nöbet yazıyorum. İmza; Türk Milleti.

 

Esnek İstihdam(1)

Teknolojik gelişme, küreselleşme ile birlikte üretimdeki artışların olduğunu görüyoruz. Buna karşın yeteri kadar yeni istihtam alanlarının açılmadığı ve var olan işyerlerine de ilave istihtam yapılmadığı da bir gerçek. Dolayısı ile işsizlik oranlarında ciddi artışlar gözlemlenmektedir. “İşsizliğin azalması” için bütün dünyada “esnek istihdam” kullanılım yoluna gidilmeye başlanmıştır.

Dünyadaki “esnek istihdam” uygulamalarına bakıldığında işsizlik oranlarının azaldığını, daha fazla kişinin çalışma hayatına katıldığını özellikle bayan ve öğrenci kesiminin bu çalışma şeklinde daha yoğun ilgisi olduğu gözlenmektedir. Devletler bu yolla işsizlik maaşı (eğer kanun gereği veriyorsa), konut, gıda, ,sağlık ve benzer sosyal yardım harcamalarından tasarruf etmektedirler. İşletmelerde tam gün ağırlıklı çalışanlara göre daha düşük ücret, daha kısa süreli çalışmalardan dolayı işletmeler diğer çalışanların aldıkları sosyal haklar göz ardı edilerek işcilik giderlerinde tasarruf etmiş oluyorlar.

Tarihçesine baktığımızda 1969 ların sonu 1970 yılların başında ekonomik krizlerle ortaya çıkan çalışma şekli , rekabetin artması ile birlikte hız kazanmıştır. Teknoljide başdöndürücü gelişmeler işlerin süreç odaklı yapılması, üretimde bilgisayarlı otomasyona geçiş bu tip çalışma şeklini tetiklemiştir.

İşletmelerin küreselleşen ticaret kavramı içinde ciddi rekabetle karşı karşıya kalmış, dinamik rekabet sistemi içinde “esnek istihdam” konusu daha cazip hale gelmiştir. İşletmeler maliyeti düşürme, stoksuz üretim yapma, atıl işgücü bulundurmama, tam gün istihtamda çalıştırılması olmayan işlerde bu tip işgücünden yararlanma, sanal ortamda çalışan iş gücünden yararlanma, eğitim masraflarını çalışana veya devlete yükleme, gibi nedenlerden “esnek istihdam” yolunu seçmektedirler.

Küreselleşmeyle birlikte rekabet şartları artmış maliyetlerin aşağıya çekilmesi konusunda ciddi baskılar oluşmuş, buna paralel olarak esnek çalışma uygulmalarında artışlar olmuştur. Aslına bakılırsa rekabet şartları nedeniyle maliyetlerin düşürülmesi konusundaki baskılar, işletmelerin esnek çalışma uygulamalarını yaygınlaştırmalarına neden olmuştur.

Ayrıca bilgiye dayalı olan işlerde, işin gereği yüksek iş gücüne ihtiyac duyulur. Yüksek iş gücüne sahip olanlar esnek çalışma şartlarını tercih eder. Bilgi ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler bilgi esaslı işlerin fazlalaşmasına neden olmuştur. Dolayısı ile o işin yapılması için kişinin o ofiste veya işyerinde olmasına gerek yoktur. İşyerini başka ofise veya eve taşıyıp ordan çalışabilir.

Dünyada esnek çalışma uygulamaları arttıkca işyerlerinde yeniden düzenlemeler, yeniden iş süreçlerindeki değişiklikler, iş tanımlarındaki değişiklikler, sürekli şartlara zamana ve mekana göre değişim içindedir.

Ermeni Açılımı: Bir İnceleme ve İrdeleme (3)

“Ermeni açılımı” yazı dizimizin üçüncüsüyle devam ediyoruz.

Ermeni açılımında kim ne kazandı, ne kaybetti?

Şunu kabul etmek gerekir ki, ilkyazımızda tam metnini yayınladığımız bu mutabakat metni ki 10 Ekim günü İsviçre’de imzalanan protokol, incelendiğinde, insan ister istemez şu kanıyı yüksek sesle ifade etme gereğini duyuyor; “bu kadar diplomatik ustalıkla kaleme alınan metinlerle kim ne kazanabilir ki?”

Öyle ya, gerçekten kim ne kazandı ya da kazanacak veya ne kaybetti ne kaybedecek, sorusuna yanıt aramak için olayı farklı boyutlarda irdelemek gerekir, bunu yapmaya çalışalım.

Önce şu soruyu öne alalım; eğer her iki ülkede altı hafta sonra kamuoyundan öngörülen gerekli siyasi uzlaşma çıkmazsa, iki ülkenin meclislerinde onaylanmazsa ne olacak?

Bize göre hiç bir şey olmayacak. “Eski tas eski hamam” örneği devam edecek. Ya da siyasi uzlaşma ve ardından da parlamentolardan onay çıkarsa, o zaman ilişkilerde neler yaşanacak? O da meçhul…

Resmen açıklanan protokol metinlerinde, aslında ne Türkiye, ne de Ermenistan birbirlerine açık bir taahhütte bulunuyor. Bunu anlamak için mutlaka diplomat olmak gerekmiyor. Ancak, dışişlerinde ömür tüketmiş deneyimli diplomatlar, konuya daha farklı yaklaşıyorlar. Satır aralarına yerleştirilmiş diplomatik şifrelerin olduğu ve taraflara yükümlülükler getirdiği, bunu da hassas ifadelerle formülüze edildiğini söylemektedirler.

Metni hazırlayan diplomatların son derece deneyimli oldukları kesin. Bu protokol metinlerine göre, yapılması gereken işlerin kısa ve orta vadeye yayıldığı anlaşılmaktadır.

Protokollerde Türkiye-Ermenistan arasındaki esas sorun zikredilmiyor. “Gölge sorun” niteliğinde bir yansıma var. “Gölgesiyle kavga eden” insanlar gibi protokolde de “gölgesiyle barışanlar” izlenimi ediniliyor. Özetle, sorunun adı konulmadan “gölge sorunu” çözmek için varılan bir mutabakat metni olarak da ifade edilebilir.

Bu mutabakat metnine nasıl ulaşıldı?

Normalde gizli yürütülen görüşmelerin sonucu nasıl oldu da kamuoyuna duyuruldu? Ağababayı memnun etmek ve direktiflerini yerine getirmede öncü olmak için Türkiye-Ermenistan yetkilileri adeta yarıştılar. Türkiye ve Ermenistan arasında “İlişkilerin geliştirilmesi ve diplomatik ilişkilerin kurulması” konusunda vardıkları dört sayfadan oluşan mutabakat metinlerinin, Ermenistan tarafından basına sızdırılması üzerine, Türk Dışişleri Bakanlığı protokol metinlerini kamuoyuna açıklamak mecburiyetinde kaldı. Konu böylece deşifre edilmiş oldu. O günden beri tartışılan protokoller, 10 Ekim 2009 tarihinde yani dün, iki ülkenin dış işleri bakanları tarafından, ağababaların gözetiminde, resmen imzalandı.

Beklentinin anatomisi…

Protokollerin ortaya koyduğu ana fakir şu beklentileri ortaya koyuyor;

1- Ermenilerin isteği doğrultusunda sınır açılacak (mümkündür…???),

2- Sözde Ermeni soykırımı iddialarını araştırmak için tarihçilerden yoksun siyasi bir ortak komisyon kurulacak (ipe un serme komisyonu olacak!!!),

3- Azeri topraklarını işgal eden Ermenistan, uzlaşmaya yanaşacak (nasıl ve ne kadar zaman sonra???),

4- Ermenistan Türkiye’nin milli sınırlarını tanıyacak (hayal ürünü;???!!!),

5- Bağımsızlık bildirisindeki toprak taleplerini değiştirecek (hayal ürünü;???!!!),

6- Bütün ilişkiler her iki ülkenin Dışişleri Bakanları tarafından yürütülüp denetleyecek (sorun olmaz…),

7- Diplomatik temsilcilik veya konsolosluk açılacak (olabilir…).

Peki, ala, ya her şey yolunda gitmezse, tüm bunlar gerçekleşmezse ne olacak?

O zaman “yandı keten helvam, getirin gazoooozzzz…” şarkısını çığırtacaklar ve “açılım aktörleri” kendilerine uygun konum arayacaklardır.

meni çeteleri tarafından katledilen yüz binlerce vatan evladının devam eden soylarının temsilcileri şimdi şu soruyu soruyorlar; hem Türkiye hem de Ermenistan’ın hassas olduğu “sözde soykırım”, “sınırların tanınması”, “Kars Anlaşması”, “Karabağ işgali” gibi temel sorunlar ifade edilmeden, protokolün anlamı var mı?

Bu neyin açılımıdır?

Ermenileri fukaralıktan kurtarma operasyonu mu?

Vatandaş bir şeyi daha merak ediyor; Türkiye ve Ermenistan arasında, gizli üst düzey telefon trafiği” yaşandı mı yaşanmadı mı?

Örneğin Abdullah Gül, bir kaç kez Sarkisyan ile görüştü mü görüşmedi mi?

Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozi bile Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü bu cesaretinden dolayı “tebrik” ettiğine göre!?

Bu sorulara ve sorunlardan hiç birine dokunmadan genel bir şemsiye altında oluşturulan “nostaljik” yaklaşım herkesin dikkatini çekmektedir.

Haydi, İyimser Olalım!

“Protokolün yürürlüğe girmesinden 2 ay içinde ortak sınırın açılması” ifadesi şunu işaret ediyor; Türkiye – Ermenistan sınırı en geç yılbaşına dek açılmış olacaktır. Ticaret başlayacak, geliş-gidişler olacakmış, Ermeniler hayallerinde yaşatıp da dönmeyi düşledikleri “Batı Ermenistan” topraklarına akın akın gelip gezeceklerdir. Belki de farklı isimlerle, örneğin 1915 kriptoları adına, mülk de satın alabileceklerdir.

“İki halk arasında güven tesisi, mevcut sorunların tanımlanması ve tavsiyelerde bulunulması için tarihsel kaynak ve arşivlerin tarafsız bilimsel incelemesini içerecek diyalogun uygulamaya konulması” ifadesi ile ortak tarih komisyonun (yoruma bağlı, kimine göre de siyasi komisyon) “devletlerarası değil, hükümetler arası” kuruluyor olması yanlış temelli atılıyor demektir. Bu komisyonun en büyük eksikliği tarihçilerden değil politikacılardan oluşmasıdır.

“Mevcut ulaştırma, iletişim, enerji altyapısından en iyi şekilde istifade edilmesi, tedbirler alınması” ile nüfus hareketlerine imkân sağlayacaktır.

Acaba bir zamanlar nüfusun %95 Türk olan Erivan’da (İrevan), bugün tek Türk’ün dahi yaşayamadığına göre orada bir Türk kolonisi oluşturabilecek miyiz? Karşılıklı kara ve hava yollarının seferlere başlaması bu göç olayını güçlendirecekmiş!.

“İlgili kurumlar arası ilişkilerin desteklenmesi, uzman ve öğrenci değişimini teşvik etmek yoluyla bilim ve eğitim alanlarında işbirliği ve taraflara ait kültürel mirasın korunması, ortak kültürel projelerin başlatılması” ifadesi ile üniversiteler ve devlet kurumları arasında uzman ve öğrenci değişimine başlanacak, ortak bilim ve kültür komiteleri oluşturulabilecekmiş…

Burada hemen şunu hatırlatalım; Van İsyanı sırasında birçok masum insana mezar olan Van Gölü ve Akdamar Adası üzerindeki Kilise AKP hükümeti tarafından acele olarak onarıldı. Anadolu’daki diğer Ermeni tarihi eserleri de korunacakmış (sanki hiç korunmuyormuş). Karşılığında da Ermenistan’daki Türk tarihi eserleri (sanki Türk eseri kalmış da) özenle korunacakmış!

Türkiye ve Ermenistan arasında diplomatik temsilcilikler açılacak ve karşılıklı vize verilecekmiş.

Serbest ticaret anlaşmaları yapılacakmış.

Hükümetler arası Komisyon ve alt komisyonlar oluşturulacakmış.

Türkiye neler kazanır?

Eğer bu protokoller hayata geçerse ve Ermenistan taahhütlerine sadık ve bağlı kalırsa, bu ülke rijitlikten belli bir noktaya çekildi gibi algılanabilir, milli sınırlarına saygı gösterme taahhüdünde bulunacağı gibi görünüyor.

Uluslar arası antlaşmalardan eğer kast edilen Birleşmiş Milletler Şartı, Helsinki Nihai Senedi, Yeni Avrupa İçin Paris Şartı ise bunların yükümlülüklerine uyacağını belirtilmekte…

Mevcut sınırın uluslararası hukukun ilgili antlaşmalarında tarif edildiği şekliyle kabul ettiği varsayımı var…

Erivan, 1920 Kars Anlaşmasını da tanıyacağını kabul ediyor mu, belli değil…

Ermenistan PKK’yı terörist olarak kabul edecekmiş!?

Ortak bir tarih komisyonu kurulmasını kabul ediyor gibi görüyor, fakat aslında bu tarih komisyonu değil, siyasi bir komisyon… Tarih, tarihçilere bırakılıyormuş gibi gösterilmiş fakat işin aslı öyle değil, bırakılmıyor…

Ermenistan da arşivlerini tarafsız bilimsel incelemelere açacağı taahhüdünde bulunuyor. Bu husus çok anlamlı değil zaten. Göçün vuku bulduğu, olayların olduğu topraklar Anadolu, Osmanlı Devletinin toprakları…

Ermenistan kendi arşivlerinde ne kadar Türk-Kürt Müslüman katlettiklerini mi yazılı olarak korudular?

Yaşadıkları devlete nasıl isyan ve ihanet ettiklerini mi yazdılar?

Dolayısıyla, Ermenistan arşivlerini açmış açmamış, çok anlamlı değil…

Erivan, soykırım iddialarını bırakacakmış.

Buna akıllılar değil, “divaneler” bile gülmez!

Ermenistan ne kazanır?

Ermenistan için hayat damarı demek olan Türk kara sınırı açılacak.

Karşılıklı işbirliği ile uluslararası veto karşılıklı olarak kaldırılacak.

Türkiye, Kars-Tiflis-Bakû demiryolu projesine Ermenistan’ı da alacak.

Türkiye, Ermenistan’ın doğalgaz, petrol ve su gibi dev projelere katılmasını engellemeyecekmiş. Ermenistan’a enerji aktaracak.

Tüm bunlara rağmen Ermenistan, gelinen sonuçtan memnun değildir. Onlara göre tüm bu olanların arkasında Türkiye’nin samimi olmadığı yönünde kanaat vardır. Ermenistan tarafı, Türkiye tarafından “oyunda tutulmak” ithamıyla itham edilerek hedeflerinden sapıldığını iddia etmektedirler.

İşte Ermenistan Dışişleri Bakanlığından yapılan açıklamanın dayandığı tema şöyle; Türkiye ile başlatılan yeni ilişkiler sürecinin amacı, sınırın en geç aralık ayında açılmasıdır. Ancak, bunun pek kolay olmayacağını da dile getirmektedir. Çünkü milliyetçi Taşnak Partisi‘nin konuya bakışı farklı ve Türkiye’ye kuşku ile bakıyor. Örneğin “Armenia Today” ajansına demeç veren Taşnak sözcülerinden Kiro Manoyan şunları söylemiş: “Türkiye şimdiden uzatmaları oynatmaya başladı. 6 haftalık müzakere sürecinin ucunda somut hiçbir söz yok. Türkiye oyunbozan taraf olarak görünmemek için, zaman kazanmak için diplomatik istişare sürecinin başlamasına evet demiştir. Türkler topun ellerinde kalmasını istemiyorlar. 6 hafta sonunda anlaşmaya varılsa bile, protokollerin meclislerin onayına sunulması gerekiyor. Yapılacak oylamanın sonucunun ne olacağını şimdiden tahmin etmek çok zor. Kısaca bizi oyunda tutmaya çalışıyorlar.

Sonuç ve yorum

İmzalanan söz konusu iki protokolde, Kars ve Moskova Antlaşmalarına atıf yapılmaksızın sadece uluslararası anlaşmalara dikkat çekilerek, ülkeler arasındaki sorunların çözüm yolunun “silah değil, diplomatik yollardan, bölgedeki üçüncü ülkelerin içişlerine karışmama, toprak bütünlüğü ve sınırların dokunulmazlığı ilkelerine saygılı olunması” ifadeleri dikkat çekicidir. Bu ifadelerin hedefi Türkiye-Ermenistan ve Azerbaycan-Ermenistan arasındaki sorunlara yönelik olduğu gizlenmiyor. Özellikle Ermenistan tarafından işgal edilen Dağlık Karabağ problemin çözümünde silah yerine diploması öneriliyor ve üçüncü ülke olarak Türkiye’nin evreye girmesini ret ediyor. Peki, R.T.Erdoğan’ın Azerbaycan’a verdiği taahhüt sözü nerede kaldı? Protokoldeki, “Bölgesel ve uluslararası uyuşmazlık ve çatışmaların uluslararası hukuku ve normlar temelinde barışçı şekilde çözümlenmesi” hususundaki taahhütlere dikkat çekildiğinden, Ermenistan’ın Karabağ’dan çekilmesi, işgale son vermesini gündeme getiriyormuş gibi algılanıyor.

İmzalanan diğer protokolde, yani diplomatik ilişkiler protokolünde, “Tarafların toprak bütünlüğü ve sınırların dokunulmazlığı ilkelerine saygılı olacakları ve bu ilkelere saygı gösterilmesini sağlayacakları taahhüdü” ayrıca dikkate değer sayılmalıdır. Bu konudaki kararlılık diplomasi diliyle metinlere çok iyi aktarılmış gibi görünüyor, her türlü şüphe ve müpheme rağmen…

Sonuç olarak, iki ülke arasında imzalanan, bize göre sadece taahhütlerde mutabakat niteliğinde olan, hiçbir uygulama garantisi olmayan protokollerin hayata geçirilmesi çok kolay görünmüyor.

İki tarafı keskin pala gibi duran konularda, Türkiye ne kadar fedakârlık yapmak isterse istesin, karşı tarafın “yeterli” göreceği çok şüpheli. Protokollerin “anlam kazanması” için ancak, Ermenistan’ın milli hedefleri olan 4T’den (tanıma, tazminat, toprak, taahhüt) vazgeçmesi gerekir ki, bunu zaten peşin olarak “ret” ediyor. Aksi, kendini inkâr etmiş demek olacaktır.

O zaman koparılan bu yaygaranın anlamı nedir?

Cevabı vardır tabii ki…

Onu da, bu işe başta soyunan cumhurbaşkanları Gül ve Sarkisyan vermelidir.

 

Küreselleşme İle Tanışma

Tarımdan sanayiye, dış politikadan birçok alana kadar küreselleşmenin  baskı ve yönlendirmesini hissediyoruz. Türkiye için kırılma noktaları ortaya çıktıkça; küreselleşmeyi daha iyi anlıyoruz. Sayın Cumhurbaşkanı’nın TBMM’nin açış konuşmasında “Biz yapmazsak birileri bize bazı şeyleri yaptırabilir” demişti. Buradan hareket edersek; Kafkaslar’da Ermenistan ile antlaşma imzalanmasının arka plânını daha iyi anlıyoruz.

Türkiye’de asıl konuşulması gereken ekonomik sorunlar  yerine;  küresel hedeflere uygun olarak Türk Milleti dışlanarak etnik ölçekte konular tartıştırılıyor. Naisbitt‘in “Global Paradoks” isimli eserinde de belirttiği gibi,  küreselleşme başarılı olacak ise;  ekonomik parçaların ufak olması gerekiyor.  Küresel gücün elindeki çok uluslu şirketlerle rekabet gücüne sahip olmamanız gerekiyor. Sadece ekonomik parçaların değil;  siyasi parçaların da ufak olması için etnik çatıştırmalara yol açacak etnik taassub ve etnik yobazlık kışkırtılıyor.  Önü açılmış milli devletler etnik tuzaklarla karşılaşıyor.

Küreselleşmenin küresel güce göre dünyayı şekillendirme, yeni bir düzen yaratma gayretlerine karşı küreselleştirilmeye farklı yönlerden tenkitler gelmektedir. Aşırı sol ideolojinin kıskacından dünya değişse de kendini kurtaramayanlar ve insanlık tarihini milli menfaat çatışmalarının tarihi olarak göremeyenler, ideolojik bir tavırla sadece kapitalizme karşı olmaları dolayısıyla küreselleşmeye karşı çıkıyorlar. Oysa bir yerde kapitalizmin çarpıklıkları ve vahşi kapitalizme dönüşmesi, tez, anti-tez ilişkileri içinde kendilerine malzeme de yaratıyor. Diğer bir tenkitçi bakış açısı da milliyetçi, yerli bir bakış tarzıdır.

Oysa milli ve yerli düşünülmeden, milliyetçi bir çizgiye sahip olmadan küreselleşmeye karşı çıkışın fazla bir anlamı yoktur. Zaten küreselleşmenin doğurduğu küresel güce her yönden çıkar sağlayan enternasyonal bir bakış tarzına, bir başka enternasyonal, milliliği ve milli çıkarı reddeden bir anlayış ile karşı çıkılamaz.

Küreselleşme, birliği bütünlüğü değil; kültürel çoğulculuğu çokkültürlülüğü ele alarak, milleti değil; ferdi ve parçayı merkez kabul ederek Dünyaya şekil

vermeye çalışıyor. Kıyıda köşede kalmış marjinal bir takım değer ve tercihleri de, hatta sapma davranışları normal kabul ederek bünyeye sokuyor. Bu ortamda,  milletleşme değil; mahalli, parça, etniklik öne çıkıyor. Milletler ufalanıp çeşitlenerek milli direnç kırılmaya ve milletler uysallaştırılmaya çalışılıyor. Kimlikler de benzerliklerden ziyade; farklılıklar üzerine dayandırılarak çok kültürcü politikalar dayatılıyor. Bundan dolayı küreselleşmenin ideolojisi, çok kültürlülük tezleridir diyoruz. Küreselleşmenin bugün ve yarın sebep olacağı en önemli sorun; farklılıkları birlikteliklerin önüne dikerek heterojenliği meşrulaştırırken, farklılıkları topluma kapalı, yeni bir ırkçılığı teşvik ederek sadece parçayı ele alan seviyeye çıkarmasıdır. Bu yolla kendi kendilerini milletten soyutlayan ve ötekileştiren gruplar, bu defa milletin bütünü üzerinde dış destekle de beraber baskı kurmayı deneyeceklerdir. “Dilimizi kabul ettiniz, toprağımızı da kabul edeceksiniz,  biz ayrı milletiz, Anayasa iki milletli, iki dilli yapılmalı” şeklinde devletin egemenlik haklarını paylaşmaya dönük taleplerin arkasında bu anlayış vardır. Farklılıklar siyasi bir talebe dönüştürülmektedir. Milli kimlik ve hâkim kültür reddedilmektedir. Bundan dolayı, ülkeyi yönetenler maalesef Türk yerine Türkiyeliliği bir çözüm zannetmektedirler.

Kanada, Avustralya, ABD gibi çok değişik göçler almış ve çokkültürlü hale gelmiş ülkeler, milli devlet yapısını muhafaza edebilmek için çokkültürlü siyaseti düşünmüşlerdir. Ancak birleştirici olacağı zannedilen çokkültürlülük, ters sonuç vermiştir. Bundan dolayı, bazı ülkelerde farklılıklara imtiyaz tanıma sonucunu doğuran çokkültürlülük çizgisinden milli bir çizgiye dönme ihtiyacı doğmuştur. Birçok ayrıcalık ve tanınan yetkiler geri alınmaktadır.

Avrupa ülkelerinde yabancı kaynaklı nüfusun anadillerde TV ve radyo yayını azaltılmakta, hatta bazı TV’ler devletin dili ile yayına devam etmek zorunda kalmaktadır. 2004 Yılında Türkçe öğreniminin Hollanda’da bütünlüğü bozacağı gerekçesi ile kaldırılmasının sebebi budur. Dünyayı yeniden keşfetmeye gerek yok. Gerçekleri görelim; kulağımıza her fısıldananı mükemmel zannetme yanlışından kurtulalım.

NOT: 25 Ekim 2009 Pazar günü saat 12:00’de Ziya Gökalp’i kabri başında rahmetle anacağız. (Çemberlitaş)