20.5 C
Kocaeli
Cumartesi, Eylül 27, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1227

Bir Tahliye ve Basınımız

Mehmet Ali Ağca’nın tahliyesiyle basın bir kere daha kötü bir imtihan verdi. Bu tahliye gayet tabii haber niteliği taşıyordu. Ancak, birçok ciddi konuya ve şahsa gerekli ilgiyi göstermeyen basının bu aşırı tavrı dikkatlerden kaçmadı. Türkiye’de haber niteliği olabilmek için adam mı öldürmek, yoksa dağa mı çıkmak gerekiyor?

Basının bir başka kötü imtihanı da AB konusunda toplumu yanıltması ve yanlış bilgilendirmesi olmuştur. En son kötü bir örnek de; yazılı ve görüntülü basının değişik hesaplar uğruna iktidar yanlısı bir tavır almasıdır. Bu örnekler, üzücü de olsa Türkiye’deki basının büyük bir oranda demokrasinin basını olmadığı görüşüne bizi götürür.

İdeolojik çatışmaların yoğun olduğu ve terörün zirve yaptığı yıllarda teröristleri birer kahraman olarak gösteren gazetelerimiz de unutulmamıştır. İdeolojik tarafgirlikle haber niteliği olmayan olayların haber yapılmasını unutmadık. Dost ve müttefiklerimiz olayları tırmandırıp 12 Eylül’e zemin hazırladı da;  ideolojik amaçlarla bazı basın mensupları bundan uzak mı durdu? Darbe davetçisi olmadılar mı?

Türkiye’de devrim yapacağını zanneden, ülkeyi geçmişin Suriye’si veya Küba’sı haline sokacak, devrimci ağabeyler tarafından kullanılan bazı aşırı sol militanların ifşaatları ve beyanları dikkate değerdir. “Biz ideolog da değildik; fikir adamı da. Sadece gençlik heyecanıyla düzeni değiştirmek ve devrim yapmak istiyorduk. Basın, bizlerden bazılarını kır veya şehir gerillası uzmanı olarak takdim ediyordu. Bu bizi hayrete düşürmüştü.” şeklindeki açıklamalar tazeliğini koruyor. Üniversite bahçesinde olay çıkmayınca neyi haber yapacağız diye üzülerek ayrılan muhabirleri de unutmadık. Şiddete ve teröre alkış tutup kamu düzenini korumakla görevli emniyet güçlerini “fruko” diye aşağılayanları da…

1970’li yılların sonları dikkat çekici olaylara sahne olmuştur. Soğuk Harp şartlarının yoğunlaştığı ve iki süper gücün farklı coğrafyalarda üstünlük savaşı verdiği bu dönemde; Sovyetlerin ilerlemesini durdurabilmek ve yeni mevziler kazanabilmek için ABD’nin atakları vardı. Yeşil Kuşak hareketi ile Müslüman ülkeler, Sovyetler Birliği’nin ideolojisi olan komünizme karşı kullanılıyordu. Afganistan dahil birçok yerde fiili veya fiili olmayan Rus işgalleri ve etkinliği vardı. Bunları kırabilmek için ABD güdümlü darbeler yaptırılıyordu. Türkiye’de karşı görüşlere mensup aydınlar öldürülüyor; olaylar tırmandırılıyordu. Polonya’da Sovyet karşıtı Leh Walesa yönetiminde işçi hareketleri etkiliydi. Polonyalı bir Papanın Müslüman bir Türk tarafından suikaste uğraması Doğu Bloku’nun önünü açacaktı. Bundan dolayı Ağca, Doğu Bloku servisleri tarafından kullanıldı. Ayrıca, Abdi İpekçi öldürüldü. Türkiye 12 Eylül’e getirildi. 12 Eylülle ABD’nin Ortadoğu’da önünün açılması, bugün açılım projeleriyle ve siyasi harita değişiklikleriyle sürdürülüyor.

Tek patron haline gelen ABD, Dünyada çekinmeden, korkmadan, hukuk tanımaz, olmadık adımlar atıyor. Demokrasi olmayan yerlere sözde demokrasi götürüyor! Önü açılmış milli devletler çözülmeye zorlanıyor; milli direnç kırılıyor; farklılıklar kutsallaştırılmaya çalışılarak etnik ayrımcılık ve etnik çatışma kışkırtılıyor. Vatandaşlık bilinci ve Türk Milletine mensubiyet şuuru hedef alınıyor. Hazreti Ali’siz Alevilik, Kur’anı ve hadisleri dışlayan Hazreti Muhammed’siz İslâm, Türk’süz Anadolu ve Atatürk’süz Türkiye tezgâhları kuruluyor. Milli ve dini geleneklerle çatışan, onları yıkmakla uğraşan sözde muhafazakârlar ortaya çıkıyor. Muhafazakârlığın DNA’sı değişiyor. Milli kimlikle, milli devletle kavgalı, dini gelenekleri reddeden, neoliberal güdümlü, hesaplaşma peşindeki muhafazakâr kadrolaşma, Devlete karşı alternatif egemenlik arayışına çıkıyor.

Avrupa’da Türk düşmanlığı İslâm düşmanlığı şeklinde yürütülmektedir. Bizde ise; bazı sapıklar sözde İslâm adına Türklüklerini ifadeden kaçınmaktadırlar. Irkçılığı reddeder gibi görünerek Türk’e karşı ırkçılık yapmaktadırlar. Batı’da sürekli olarak fikir, düşünce, din ve vicdan hürriyeti ile ilgili acı gerçekler ortaya çıktıkça gerçekleri anlar hale geliyoruz. Geçenlerde Hollanda’da bir internet haber sitesinde “Türkiye’nin dış politikaları” hakkında köşe yazısı yazan bir Türk genci “Türkler Ermenilere soykırım yapmamıştır.” başlıklı yazısı yüzünden işinden olmuştur. Bu örnekler çoktur ve uyarıcıdır.     

Eskiden Bir Biz Vardı, Şimdi O Biz Nerede?

“Elimden doğruca, güzelce, iyice bir yazı mı çıkıyor? İğreniyorum! Hâlâ bu memlekette doğru, güzel ve iyi olanı savunma gayretimden, bu gayretin boşluğunu anlayamamak enayiliğinden iğreniyorum!
Olanlar ortadayken, hep bugünü yarına erteleyici ve gelmeyecek bir istikbale ısmarlayıcı “cek” ve “cak” edatlarından iğreniyorum!
Lirik şiirin babası Pindaros şöyle der : ‘Meğer bütün bir ömür katırlara saman yerine çiçek sunmuşum!’ Ben de aynı meraret duygusuyla güneşi cepte kaybetmiş bir topluma bu sırrı anlatamamanın sefaletinden iğreniyorum!
Dudaklarla kalpler arasındaki mesafeden, her akşam başına yorganı çeker çekmez uyuyuveren nefs muhasebesi yoksunu eyyamgüder politikacıdan, tecrit kampı ve iman zindanı haline getirdikleri camilere hissizce girip çıkan marka Müslümanlarından iğreniyorum! Gördüğü şeyi nasıl görebildiğini izahtan âcizken gözüyle görmediği için Allah’ı inkâr eden maddeciden iğreniyorum!
Hâsılı, dil adına dilden, ev adına elden, vatan adına vatandan ve köy, köylü, şehir, şehirli, gazete, dergi, kitap, mektep, talebe, muallim, polis, memur, kanun, nizam, kadın, erkek, dost, ahbap ne varsa bunların gerçekleri adına hepsinden iğreniyorum!
Ötesi var mı?…
Ağlayamayan, anlayamayan, içini kanatamayan, yumruğunu sıkamayan insandan, Allahın Kur’anda ‘Belhüm adâl-hayvandan aşağı’ diye andığı iki ayaklılardan iğreniyorum!”

Merhum Necip Fazıl’ın 30 yıllık yazısındaki duyguyla doldum unutmaya durduğum Irak manzaralarından birini görünce. 19 yıl önce bugün başlamıştı Bağdat bombardımanı ve biz havaî fişek gösterisi gibi CNN’nin gâvurundan terâcim temaşa eylemiştik.

Bilanço; 2 milyon şehit, 4 milyon yetim, 6 milyon evsiz.. Yarım milyon tecavüz, 1 milyon sakat, milyonlarca muhacir.. Zulmü İsrail yapınca; ‘Bütün stad ayağa!’, Amerika yapınca; ‘Sessuzluk, sessuzluk’..

Tam 3 yıl önce ‘Irak Bir Turnusol Kâğıdı’ diye yazı yazmış ve bombaları 3’e ayırmışız: Suskunluk bombası, vurdumduymazlık bombası ve bencillik bombası. Biri birinden sağır, biri birinden ağır. Bazı bünyelerin böbrek taşı gibi bomba yapma özelliği vardır. Hani WASP çocuklar boyayıp imzalar ya hediye kolisi gönderirmiş gibi akranlarına. Hani bazılarına da şeker, çikolata, oyuncak görüntüsü verirler ya büyük adamların oyunlarında çocuk kanı görmek isteyenler. Bizim bombalarımızın tamamında da milletimin her bir ferdinin milyon milyon fotokopisi vardır. İçinde o bombaların; aile albümü vardır, mısır cipsi vardır, çerez kabukları vardır, TV dizileri vardır, futbol maçları vardır, ‘aşkım’ muhabbetleri vardır, geğirti ve geviş getirme vardı

 Y. Frank’ın ezgili dizeleriyle:

“İnsanlar ölüyor

Katilleri kurbanlarından

Keskin, kana susamış kalemiyle ayıran zaman

Seni katillerin yanına koyacak”

‘Ente mevlâna fensurna ale’l-kavmi’l-kâfirîn!’ Âmin!

Bedrettin, İnsanlığın Ayıbı

Gazetelerde okuduk, haberlerde dinledik: İstanbul, Haliç Köprüsü’nü temizleyen işçiler, refüjlerde, işkence görmüş beş yaşındaki çocuğun baygın bedeni ile karşılaşmışlar bir gecenin yeni başlayan sabahında. Onu önce bir paket zannetmişler, yaklaştıklarında inilti sesleri duymuş işçiler. Yüzü bir hayli patlak, bir parmağı kırık, boğazından boğulmak üzere sıkılmış haldeymiş zavallı çocuk. Muhtemelen köprüden atılmayı denenmiş; ancak atanlar ya insafa gelip atmamışlar ya da bunu başaramamışlar. Hastanede tedavi edildikten sonra öğrenilmiş ki, Bedrettin, dilenmesi için Adana’dan getirilmiş. Ona bu işkenceyi yapan, diğer dilenci arkadaşlarıymış; dilenme mekanlarını paylaşamamışlarmış. Bedrettin’in diğer kardeşleri de dilenciymiş, babaları onları zorla dilendiriyormuş; çocuklarının dilenmeleri ile servet edinmiş. Devlet, Bedrettin’i ve diğer kardeşlerini ailesinden alacakmış.

Yine gazetelerden okudum. Yetkililere göre kırk bir bin Bedrettin varmış, yani dilenen sokak çocuğu… Yaşadığımız kent, İzmit’te de rastlıyorum böyle çocuklara. Camı silmek için bazen arabanın önüne atıyorlar kendilerini, bazen de doğrudan para istiyorlar. Mendil satanların sayısı, eskiye oranla bir hayli azaldı.

Ülkemizde sektör haline gelmiş dilencilik. Bu sektörden geçinenler, servet edinenler var. Şüphesiz, ihtiyaç sahibi insanlar da vardır aralarında. Bunları seçmek çok zor. Suiistimale pek açık bir konu. Düşünüyorum bazen; insanlar niçin dilenir, dilenenlerin bulunduğu bir ülkede diğer insanlara düşen görev nedir?

Dilenmek, alan el olmaktır. Veren el olmak varken, alan el olmak; edilgenliği, başkalarına yük olmayı, beceriksizliği, insanlık adına herhangi bir şey üretmemeyi, parazitliği baştan kabul etmektir. İyi niyetle yaklaştığımızda, belki bir çaresizliğin sonucudur dilenmek. Ancak, kırk bir bin, çocuğun sokakları bir çaresizlik sonucu işgal ettiğini düşünmek, fazlaca saflıktır. Dilenmeye alışmış insan, sürekli ezik olacaktır, toplumdan uzaklaşacak, hatta dışlanacaktır. Gözü başkasının elinde ya da cebinde olan bir insan tipi… Ne kadar acı! Bu insanlar içimizden biri. Biz istemesek de onlar var.

Bir toplumda dilenenler niçin mevcuttur? Bu gerçeğe bir de madalyonun diğer yüzünden bakmak gerekir. Dilenciliği toplum üretir. Bulunduğumuz ailede dünyaya gelmek hiçbirimizin elinde değil. Kişi, doğduğu ailenin kültürüyle dünyayı algılamaya çalışır. Her aile, hem bir çatı hem bir penceredir doğan her birey için. Ailenin kazandırdığı format, elbisesi olur çocukların. Öncelikle format kazandıran aileleri gözden geçirmek gerekir. Bu da öncelikle devletin, bu amaçla kurulmuş vakıf ve derneklerin, varlık sahibi insanların görevi olmalıdır. Toplumsal sorumluluk sahibi birey ve kurumlar, insan yetiştirme merkezi kabul edilen aileyi güçlendirmek için çalışmalıdırlar. Ülkemizde, dilencilik açısından ateş bacayı sarmıştır. Bu toplumsal yara gittikçe büyüyecek, bir gün herkesi bir şekilde etkileyecektir. Dilenciye üç beş kuruş verdim ya da çocuktan bir mendil aldım, görevimi yaptım diyerek vicdanları tatmin etmekle dilencilik ortadan kalkmaz, bilakis teşvik edilir. Öncelikle kişi veya kurum olarak bu tür insanlara pirim vermemeliyiz. Dilenciliği ortaya çıkaran, teşvik eden nedenleri ortadan kaldıracak projeler geliştirmeliyiz. Bunun için yasal, ekonomik, polisiye, ahlaki tedbirler alınmalıdır.

İnancımızda sorumluluk bireysel, sorunları çözmek ise kurumsaldır. Bireysel sorumluluklarımızı ancak kurumlarla yerine getirebiliriz. Bu da örgütlenmeyi gerektirir. Nedense, birey olarak, hep eşyaya hizmet ediyoruz. Dünyalık hiçbir eksiğimiz kalmasın istiyoruz. Bizi kurtaracak olan yaşam tarzı bu değildir. İnsanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olandır, algılamasıyla kurulacak bir yaşantı, iki dünyamızın saadet nedeni olacaktır. Muhtaç veya yanlışlık içindeki bir insana yardım etmek, görevimizdir, varlık nedenimizdir. Eşyaya hizmet edenler, öldüler ve unutuldular, insana hizmet edenler bedenen ölseler de insanlık vicdanında yaşıyorlar.

Niçin yaşadığımızı bir daha sorgulayalım. Yaşamak için mi, yaşatmak için mi? Yaşatmak için yaşayanların çok olduğu bir toplumda, dilencilik yaşamaz. Bedrettin, hepimizin ayıbıdır.

Başımıza Gelenler

Yıl 1970’lerin ortaları. Memleketimizin her zaman olduğu gibi büyük sıkıntıları var.

Siyaset ve devlet mekanizması, halkına karşı yürütülen fiziki ve psikolojik operasyonları anlamak ve savuşturmak konusunda bir acziyet içerisinde. Böyle olması da Türkiye ve Türkler üzerinde emelleri olanların arzu ettiği bir durum.

Bunun en amil sebebi; insanların geçmişte yaşananlar hakkında bir bilince sahip olmayışları ve bu nedenle ne yaptığını bilmez bir şekilde hareket etmeleridir.

O dönemde iş yine Türk milletinin haysiyetli evlatlarının başına düşmüş, onlarda akılları yettiğince çeşitli direnç mekanizmaları oluşturmaya başlamıştır.

Bunlardan biri de genç nesli olup biten ve geçmişte yaşananlar konusunda bilgi sahibi yapmak olmuştur.

İşte o dönemde elime bir kitap tutuşturuldu ve okumam tavsiye edildi. Kitabın adı “Başımıza Gelenler” yazarı da Mehmet Arif Bey…

Mehmet Arif Bey, 93 Harbi’de olarak anılan 1877 – 1878 Osmanlı – Rus Savaşında, Anadolu Orduları Başkomutanlığına getirilen Müşir Ahmet Muhtar Paşa’nın özel katipliğini yapmış ve savaşın sonuna kadar cephede bulunmuş, olayları bizzat içinde bulunarak yaşamıştır.

Mehmet Arif Bey kitabında çok önemli tespitler yaparken bunların yanında bu eseri niçin yazdığını da özellikle belirtmiştir.

“İçinde yaşadığımız yüz yıl da uğradığımız siyasi felaket ve musibetlerin bizden sonrakilerinde başına gelebileceğini düşünerek görüp geçirdiğimiz zorluklardan, belalardan ve sebeplerden gelecek nesilleri haberdar etmemiz, üzerimize düşen bir vatan borcudur. Susmaksa her gün biraz daha değişerek önem kazanan dünya durumu karşısında ya af olunmaz bir hata veya vatan hakkında işlenmiş bir ihanet olur. Öyle ise karınca kararınca milletime hizmet etmiş olmak için yazdım” diyor.

Bu gün çoğunluğumuzun bu eserden ve tarihte başımıza gelenlerden haberi yok. Ama Türk milletine hakaret eden yazar çizer takımının Orhan Pamuk örneğinde olduğu gibi eserlerini bilmeyenimiz yok. Ne yaman çelişki değil mi?

Mehmet Arif Bey’in ibretle dikkate almamız gereken  diğer bir tespiti de ” … kolumuzu kanadımızı kırıp, nefesimizi kesen belimizi büken şeyin; devlet adamlarımızın çoğunun tarih bilgilerinin noksan oluşu ve yaşananlardan ders çıkartmayışları, buna karşılık bize düşmanlık edenlerin her ferdinin kendi milli tarihini bütün incelikleriyle bilmesi, bağlanması ve inanmasıdır.”

Geçtiğimiz günlerde yakalanan bir uyuşturucu baronunun soy isimlerini değiştirttiği aile bireylerine yeni soy ismi olarak “Bedirhanoğlu” nu tercih ettirmesi bu manada çok dikkat çekicidir. Bunun gibi binlerce örnek bulunabilir.

“Başımıza Gelenler” isimli eserden sizlere bahsetmemin asıl nedeni Kürt Galip’in torunu olmakla övünen ünlü CHP eski genel sekreter yardımcısı ve parti meclisi üyesi, Deniz Baykal’ın sadık adamı Mehmet Sevigen’in, Amerikancı ve bölücü cemaatin gazetesine verdiği röportajda dile getirdiği “MHP’de DTP kadar tehlikelidir” iddiasıdır.

Mehmet Sevigen aslında bu açıklaması ile CHP’nin MHP’ye bakışını da ortaya koymuştur. Sevigen; cemaatin gazetesine böyle bir açıklama yapmak sureti ile kendi partisi ile birlikte AKP ve eski DTP yeni DBP’de bulunan ve birlikte hareket edebilecekleri insanlarla MHP konusunda aynı şeyleri düşündüğünü açığa vurmuştur. Bu bana hiç yabancı olmayan ama belki sizlere tuhaf gelebilecek bir yakınlaşmadır.

Sevigen gibi düşünenler tarafından MHP’nin iktidar olması hiçbir zaman istenmez. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti Türk Milliyetçileri tarafından kurulmuştur. Öyleyse ister MHP çatısı altında ya da münferiden hiçbir zaman Türk Milliyetçileri iktidar olmamalıdır!

Bir millet kendisini kimin yönettiğine veya yönetmeye talip olduğuna dikkat etmez ve emaneti teslim ettikleri cevherin aslisini araştırmazsa başına gelecek her şeyi yaşamaya layık olur.

Sözde sosyal demokrat olan bir partinin değişmez derebeyinin , terör örgütü ile özdeşleşmiş ve bu sebeple Anayasa Mahkemesince kapatılan bir partiyi; ülkem – vatanım – bayrağım – milletim diyen insanların oluşturduğu bir parti olan MHP ile bir tutması ve bunu Amerikancı, bölücü ve Kürtçü bir cemaatin gazetesinde yapması yemeğin aynı kaptan yenildiğinin açık bir göstergesidir.

Bunun için sizlere ilk okuduğum tarihin üzerinden 30 yılı aşkın bir süre geçmiş olmasına rağmen kanaatimce ilk günkü tazeliğini koruyan Mehmet Arif Beyin “Başımıza Gelenler” adlı eserini okumanızı tavsiye ediyorum.

Yoksa balık hafızalı insanlar olarak tekrar tekrar aynı yeme yakalanırız.

Osmanlı – Türk Devletinin yıkılışını en iyi gözlemleyenlerden biri de o dönemin devlet adamlarından biri  olan Mahmut Muhtar Paşa’dır.

Paşa; Ruzname-i Harp (Balkan Savaşı Günlüğü) adlı eserinde, Rumeli’nin kaybedilişini anlatır.

“…İlerlemek ve ferahlamak ancak hakikatleri bilmek ve tecrübelerden faydalanmakla olur. Son savaşta (Balkan Savaşı) milli yaşayışımız ve devletin devamı ile şiddetle ilgisi olan tecrübelerin sonucu bütün gerçeğiyle ortaya konursa zihinlerin aydınlatılmasına ve inceden inceye düşünülerek durumumuzun düzeltilmesine sebep olur.” demektedir.

Şimdi herkese soruyorum,  Balkanlardan gelip anavatana yerleşmiş milyonlarca insanımıza soruyorum: Niye Balkanlardaki toprakları kolayca terk ettiniz? Evi, barkı, tarlayı velhasıl malı mülkü niye kazma kürek savunmadınız? Niye “Ya istiklal ya ölüm” diye direnmediniz? Neden güzelim Türk şehri Selanik’i tek kurşun atmadan teslim ettiniz? Bu konularda zihinleriniz aydınlık mı? Vatan terk etmek ve vatanı savunmamak bu kadar kolay mı?

Mondros Mütarekesinden sonra  galip devletlerin kuvvetleri İstanbul’u işgal ederken onların bayraklarını sallayan sözde Ahmetleri, Mehmetleri biliyormusunuz? veya size bunları anlatan oldu mu? Yoksa aynı baskıyı görünce geçmişte kötü bir sınav vermiş olan Ali Kemalleri mi taklit edeceğiz?

Amma çok soru sordum. Çünkü bana göre bir çok şeyin farkında değiliz.

Bunun nedeni zihinlerimizin kontrol altında tutuluyor olmasıdır. Bir dizginlerimizi salsalar dev uyanacak. Adamlar enayi değiller ya….

Eğitim sisteminizi 2. Dünya Savaşının sona erişi ile yönlendirmeye almışlar. Yazılı ve görsel basın ellerinde. Sizlere istedikleri yanlışı doğru diye yutturuyorlar. Sevigen demiyor mu ” MHP’de DTP kadar tehlikelidir” diye hem de dini bütün insanların gazetesinde. Bu doğru olmayacakta ne doğru olacak!!!

Sovyetler döneminde Ruslar, 1940’lı yılların sonunda ” kişisel zihne müdahale” konusunda çoktan çalışmaya başlamış ve bu konunun önemini gören ABD, Kanada ve İngiltere 01 Haziran 1951’de Montreal’de en üst düzey askerleri, haber alma elemanları ve tanınmış psikologlardan oluşan bir grubu toplayarak karşıt projeler için düğmeye basmışlardır.

Üzerinden 60 yıl geçen bu “kişisel zihne müdahale” çalışmalarının günümüzde ulaştığı noktayı ve bizim ülkemizde vücud bulan yöntemlerini düşünmek bile istemiyorum.

Bu nedenle Mehmet Sevigen’in cemaat gazetesinde MHP ile ilgili değerlendirmesini çok manidar buluyorum.

Bir yandan geçmişi görmemiz ve ibret almamız engelleniyor diğer yandan günümüz ve geleceğimiz aynı mihraklar tarafından ama farklı kılıflarda şekillendirilmeye çalışılıyor.

Tıpkı İsrail ile yaşanan tirajı komik olaylar gibi. Bir yandan Musevi lobisinin desteği ile iktidara gel ve iktidarda kal diğer yandan İsrail ile bir kayıkçı kavgası yap ve Müslüman Türk Milleti ile İslam Dünyasının kalbini çal…

Bu danışıklı dövüş; kontrol altına alınmış zihinlerinizde prim yapıyorsa alın size farklı bir bakış açısı. Umarım üzerinde düşünürsünüz.

İnsafsızca

Güvenirsen kalmazsın kuşkuda
Uçmaz pencereden huzurun
Solmasın gülüm! Yaprakların
Battığında dikenleri yüreğine

Hissizleşirsen kaybolur duyguların
Çıkmaz yürekten sevgiler
Kırılmasın gülüm! Yaprakların
Kopardığında elleri sevinçleri

Anlamazsan yitirirsin güzellikleri
Eksik olur yüzünden gülücükler
Kopmasın gülüm! Dalların
Uğradığında insafsızca iftiraya

Bürokratik Yargı İktidarının Mahremiyetinin İfşası

0

Yargı camiasındaki tartışmalar ve çekişmeler gittikçe artmaktadır. Son tartışma yargı mensuplarının biri birlerini dinlemeye almaları ile alevlendi. Mafya, asker, polis, üniversite, bürokrasi, basın ve sivil toplum örgütü ayakları ile müşahhaslaşan malum Ergenekon davası, yargı bürokrasisini de kendi içinde parçaladı. Yargı mensuplarının biri birlerini dinlemeye almalarına sebep oldu. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, Danıştay, Yargıtay ve malum davanın yetkili mahkemesinin üyeleri, basında yer alan haberlere bakılırsa, bu dinlemelere takılan yargı mensupları arasında yer almaktadır.

Öte taraftan yargı kuruluşlarının temsilcileri bu dinlemelere şiddetle karşı olduklarını açıkladılar. Bunu insan haklarına aykırı bulduklarını belirttiler. Dinlemelerin yargıyı sindirme amacıyla yapıldığını söylediler. Bir yargı mensubunun tüzel bir kişilik olduğu anlamına gelecek açıklamalar yaptılar. Tüzel birer örgüt olan yargı kurumlarının dinlenmesinin, yargı bağımsızlığını zedelediğini ve bu uygulamanın kuvvetler ayrılığı ilkesine aykırı olduğunu belirttiler.

Bu makalede dinleme, tele kulak, fiziki ve teknik takip olarak adlandırılan bu tecessüsleri, ifşa edilen karşılıklı suçlamalar ve dedikodular bağlamında değil; “yargı bürokrasisinin iktidarı”  üzerindeki etkisi bağlamında değerlendireceğim.. Çünkü bu dinlemelerin mevcut yasalara uygunluğu sorunu başka bir tartışmadır. Dinlemelerin yargı bürokrasisinin iktidarı yani jüristokrasi üzerindeki etkisi başka bir konudur. Birinci konu fazlasıyla tartışılmaktadır. Bu bağlamda kimisi dinlemelerin içeriği, kimisi de yargı mensuplarının dinlenmesinin anlamı üzerinde durmaktadır. Bundan dolayı ben ikinci konu üstünde duracağım.

Bürokratik örgütlerin kuruluş amaçlarından bağımsız bir iktidar alanı yarattıkları ve bu alanı kendi lehlerine olacak şekilde, sürekli şişirdikleri, konuyla ilgilenenlerin bildiği bir husustur. Bürokratik örgütlerin bu özelliği hakkında Batı’da ve ülkemizde bir çok araştırmanın yapıldığı da bilinmektedir. Bürokratik örgüt mensuplarının teknokrasi ve zümre hakimiyeti sıfatıyla kurulu siyasi yönetimleri hakimiyetleri altına aldıkları da bilinen bir husustur. Kanunlara rağmen kendi hakimiyet alanlarını şişirdikleri ve kamu idaresini özel çıkarlarına alet ettikleri bir vakıa olarak bilinmektedir.

Ancak yargı sisteminin bürokratik bir örgütün parçası olduğu, maalesef gözden kaçmaktadır.  “Jüristokrasi” olarak tanımlanan bu bürokratik iktidarın mahzurları konusunda Fransız ihtilalı yıllarından bu yana çeşitli eleştiriler de yapılmaktadır. Kafka’nın hukuki süreçlerle ilgili olan “Dava” adlı romanı; yargı bürokrasisi ve iktidarının uyguladığı hukuki retoriklerin bunaltıcı, bıktırıcı ve taciz edici uygulamalarını ve bürokratik uzantılarını, ilginç temsillerle anlatır. Yargı bürokrasisinin hüküm vermeyi sürece yayan retorikleri, bilindiği gibi, kamusal disiplinin zedelenmesine yol açmaktadır. (Bir yanılsamadan dolayı buna adaletin gecikmesi diyorlar) Bu bıktırıcı retorikler ve bürokratik işleyişler, suçlu ve suçsuz farkı gözetilmeksizin şikayete ve ihbara konu olan herkes için  aynı düzeyde geçerlidir.  Bu durumun tipik örneği ise yıllarca devam eden ve birçoğu, davalıların ölümü ile kapanan dava dosyalarıdır.

Son zamanlarda yargı mensupları ve kurumlarının malum Ergenekon davası ve uzantıları ile ilgili olarak kendi meslektaşlarını izlemeye almaları ve meslektaşları hakkında tecessüste bulunmaları, yargı bürokrasisinin kurulu iktidarını, doğrudan etkileyecek bir aşamaya geldi. Çünkü yargı bürokrasisinin failleri, yani yargı mensupları,  bağlı oldukları iç tüzük ve hukuk usulü gibi retoriklere bağlı kalmıyorlar. Aralarındaki güvensizliği, husumeti ve biri birlerine karşı besledikleri önyargıları, ifşa ediyorlar, “medyatik iktidarın” en önemli malzemesi olarak görselleştiriyorlar. Medyatik pazarın malzemesi haline getiriyorlar. Gazetelere ve önemli basın kuruluşlarına, bazen gizlice, bazen de açıkça malzeme veriyorlar. Yargı mensuplarının birçoğu gazetelere filmlerdeki kurgulara benzer pozlar vermektedir. Slogan ifadelerle açıklamalar yapmaktadır.

Yargının birçok önemli ilkesi vardır. Bu ilkelerden en önemlisi ise bilindiği gibi, “açıklıktır”. İlk çağdan bu yana yargılamanın açık olması, bütün hukuk sistemlerinin en temel ilkesi olmuştur. Modern yargı sistemlerinde de bu ilke benimsenmiştir. Ancak modern “yargı bürokrasisinin” kendi içyapısı, yargının şeffaflığını ortadan kaldıracak derecede sistemi retoriklere boğmuştur. Birçok davada yargı retorikleri sistemi anlaşılmaz kılmıştır. Davalılar ne olup biteceğini anlamakta zorluk çekmektedir. Şeffaflığın ortadan kalkması ilkin bu şekilde gerçekleşti. Yani yargı, baktığı davaların seyrini bile şeffaf bir şekilde sunmakta aciz kalmaktadır.

Ancak esas önemli olan taraf, yargı bürokrasisinin örgütsel yapısındaki kapalılıktır. Hangi savcının veya hâkimin hangi özelliklere ve yeterliliklere göre terfi edeceği, yeterince belli değildir. Kendi içinde büyük ihtimalle tamamen siyasi, ideolojik, hısımlık ve kişisel ilişkiler bağlamında seyreden bu terfi işlemleri, yargı mensuplarını iktidar ve çevre arayışlarının parçası haline getirmektedir.  Yargı mensupları kurumsallaşan bürokratik ağlar içerisinde, kurguda rasyonel, ancak uygulamada tamamen kişisel tercihlere bağlı olarak statülerini korumaya çalışmaktadırlar. Bu kurumsal yapı, yargı mensupları arasında kadrolaşma ve karşılıklı çıkarları koruma güdüsünü de beslemektedir.

Yargı kararlarının şeffaf olması için, yargı mensuplarının bağlı oldukları bürokratik düzenin de şeffaf olması gerekir. Ancak ortaya çıkan tartışmaların seyrine baktığımızda, yargının üst düzey kurumlarının temsilcileri, şeffaflıktan ziyade, yargı bağımsızlığı ve yargı gücüne vurgu yapmaktadırlar. Türk milleti adına görev yapan ve karar veren bir bürokratik kurumun iç işleyişi neden kapalı olur?

Mahremiyet resmi ve kamuya ait görevlerle ilgili değildir. Çünkü bu görevler kamu adına yapılmaktadır. Mahremiyet ve gizlilik özel hayatla ilgilidir. Teknik takip ve dinleme konusunda karar verme konusunda yetkili olan yargıçlar, resmi görevi olmayan kişilerin dinlenmesi konusunda rahat karar verirken, kendi meslektaşları için gizli yollarla karar vermek zorunda kalıyorlar. Dinlemenin sonuçlarını medya üzerinden değerlendirmeye alıyorlar. Yargı mensupları ile ilgili teknik takiplerin basında yer alması bir taraftan üstü örtülen şeffaflığın yeniden gündeme gelmesini sağlarken, diğer taraftan “yargı bürokrasisinin gizli iktidarını” da sorgulanır duruma getirmektedir. Yargılamayı medyatik iktidarın kontrolüne ve yönetimine bırakmaktadır.

Yargı bağımsızlığı ve kuvvetler ayrılığı ilkesine vurgu yaparak yargı kurumlarının dinlenmesine ve teknik takibe alınmasına karşı çıkan yargı kurumu yetkilileri, bu çıkışları ile aslında sözünü ettiğim bu kapalı “yargı bürokrasisinin iktidarını” korumaya çalışıyorlar. Yargı bağımsızlığından kasıt, hukuk ilkelerinin bağımsızlığıdır. Yargı kararlarının her kese eşit seviyede uygulanmasıdır. Buna yargı bürokrasisinin mensupları da dahildir. Yargı bürokrasisinin bağımsızlığı değildir. Yargı gücünden kasıt ise yargı kararlarının uygulanmasına her kesin kendi rızalığı ile veya devletin cebir kullanması ile uymak zorunda olmasıdır. Yoksa yargı bürokrasisinin oligarşik bir kuvvet olarak, kendi başına buyruk olması değildir.

Yargı mensuplarının kendi meslektaşlarını teknik takibe alması, aslında demokrasi ve şeffaf bir hukuk düzeni için yararlı bir tartışmayı da başlatmıştır. Bu tartışma, gizli tutulan güvensiz bürokratik yargı sisteminin üstünü de açmaktadır. Resmi ve yasal statülerin arkasına saklanarak eş dost kayırmalarını da engelleyici bir ortam inşa etmektedir. Dinlemeler sanıldığı gibi siyasi iktidarla bağlantılı olacak bir tartışma değildir. Yargı bürokrasisinin iktidar alanını daha da genişletmek isteyenler, konuyu siyasi iktidarla bağlantılı olarak ele alıyorlar. Çünkü eskiden beri bir teamül olarak yargı bürokrasisi, kendini siyasi iktidardan bağımsız ve onunla eşit bir güç olarak görmektedir.

Yargı mensuplarının, bizzat yargıçların verdiği kararlara bağlı olarak izlenmesi ve dinlenmesi, yargının bağımsızlığı ile alakalı değildir. Yargının bağımsızlığı demek, yargı bürokrasisinin bağımsızlığı demek değildir. Yargının uygulamakla yükümlü olduğu yasaların bağımsızlığı demektir. Yargının yasaların arkasına saklanarak, bir siyasal güç alanına dönüşmesi, kilisenin kendini tanrı yerine kaim kılmasına benzemektedir. Dinlemeler ve bunların ifşası, inşa edilen bu yargı bürokrasisinin ve iktidarının mahremiyetini açıklığa çıkarmaktadır.

 

 

 

 

 

Kaprislerimiz ve İnatlarımız Gençlerimizi Üzmesin

Bazı uygulamaları kabul etmek zorunda kalıyoruz. İçimize sinmese de, yasalara saygılı olmak gerekiyor. Örneğin, üniversiteye giriş sınavlarında uygulanan yöntem. Düz lise mezunlarıyla, meslek lisesi mezunları arasında yaratılan eşitsizlik gibi.

Eski yıllarda böyle bir ayırım yoktu. Bütün aday öğrenciler eşit koşullarda sınava girerler ve başarıları ölçüsünde üniversitelere yerleştirilirlerdi.

Bu yöntem Temmuz 1999 yılında bazılarının gördüğü lüzum üzerine değiştirildi. Oysa bütün çağdaş ülkelerde, o gün de bugün de üniversiteye girişler, öğrencilerin eşit koşullarda katıldıkları sınavlarda gösterdikleri başarılara göre değerlendirilir. Doğru olan da budur.

Oysa 21 Temmuz 1999 tarihinde, YÖK yetkilileri yaptıkları değişikliklerle, üniversitelere girmek isteyen adaylar arasında, eşit puan sistemli sınav uygulamasına son vermişlerdir.

Öngördükleri yeni sınav kuralları ise, meslek lisesi mezunlarına negatif ayrımcılık getirerek, üniversitelere girişlerini zorlaştırıyordu.

Danıştay nezdinde yapılan itirazlar ise, “yetki YÖK yönetimine aittir” gerekçesiyle geri çevriliyordu.

Bu arada pek çok uzman, yazar ve bilim insanı tarafından eleştirilen bu uygulamanın esas nedeninin, imam hatip lisesi mezunlarının ilâhiyat fakültesi dışındaki fakültelere girmelerinin önlenmesi olduğu ifade ediliyordu.

Kararın haksızlığı, eşitsizliği ve ayrımcılığı hakkında çok sayıda görüşlerin ortaya konulmasına rağmen uygulama uzun bir süre değiştirilmedi.

Öğrenci velileri, çocuklarını, üniversitelere girebilmesinde önemli avantaj sağlayan bu ayrıcalık nedeniyle, düz liselere göndermeye özen gösterdiler.

Günümüzde ise bu uygulamaların sonucunda, düz liselerde yaklaşık iki milyona yakın öğrenci eğitim ve öğretim görürken, meslek liselerinde ise bir milyon civarında öğrencinin bulunduğu ifade edilmektedir. Oysa çağdaş batı ülkelerinde ise bu durumun tam tersi bir sonuç görülmektedir.

Bu deformasyonu gören YÖK yönetimi, yeni bir görüşle, üniversiteye giriş sınavlarında uygulanmakta olan, ayrımcılıklı kat sayı uygulamasına son verdi(Temmuz 2009).

Üniversitelere girebilmek için sınava katılacak olan öğrencilerin, nereden mezun olduklarına bakılmaksızın, sınavdaki başarısı ölçüsünde yüksek öğrenim programlarına yerleştirileceklerini öngören kararını açıkladı.

YÖK yönetiminin yeni uygulamasına, Danıştay “durdurma” kararı verdi. Karar büyük tartışmalarını beraberinde getirdi. Daha önce  “yetki YÖK yönetimine aittir” yorumunu yapan Danıştay Dairesi bu defa yürütmeyi durduruyordu.

Bu karar pek çok ilgililer, yazarlar, bilim insanları tarafından, hukuka aykırı olduğu gerekçesiyle eleştirilmektedir. Uygulamanın durdurulmasının esas nedeninin, imam hatip lisesi mezunlarının üniversitelere girişlerinin engellenmesini isteyen bir ideolojik görüşten kaynaklandığı yaygın olarak vurgulanmakta, yazılmakta ve söylenmektedir.

Türkiye’de, üniversite sınavları için hazırlanan öğrencilerin % 65’i düz liselerde, % 35’i ise meslek liselerinde okumaktadırlar. Korkulan ve endişe duyulan imam hatip liselilerinin oranı ise % 4’tir. Ve bu çocuklar Milli Eğitim Bakanlığı’nın okullarında belli bir eğitim ve öğretimi yine bakanlığın atadığı öğretmenlerin elinden görmektedirler. Hepsi bizim çocuklarımızdır.

Yaşanmakta olan bu sorun, aklıselimle çözümlenmelidir. Ayrımcılıklarla, haksızlıklarla ve engellemelerle bir yere varmak olanaklı değildir.

Geleceğimiz olduklarını her fırsatta söylediğimiz gençlerimize karşı, vicdanlarında yaşamları boyu olumsuz iz bırakacak,  yanlı davranışlardan vazgeçmeliyiz. Gençlerimizi evrensel hukukun, temel hak ve özgürlüklerine uyumlu, eşit koşullara uygun bir ortamda yetiştirmeliyiz.

 

Başbakan Seçim İstiyor

Türkiye’de seçimi en çok kim ister diye sorarsanız bana, hiç tereddütsüz Başbakan R.Tayyip Erdoğan derim. Zira, bizleri umutsuzluğa düşüren tablonun tamamını en yakından gören O.

Ekonomideki kötü gidişten bahsederken, bizler yalnızca TUİK’in kamuoyuna açıkladığı rakamlardan yola çıkıyoruz. Ya açıklanmayanlar? Buzulun görünmeyen, kamuoyundan gizlenen gerçek yüzünü Başbakan’dan daha iyi kim bilebilir ki?

Bakın AKP’nin ilk hükümete geldiği 2002 yılından bu yana takribi 50 milyar dolar tutarında bir özelleştirme yapıldı. Üstelik bu özelleştirilmeler yapılırken yerli sermaye yabancı sermaye falan da gözetilmeden milli şirketler, oldu sırayla uluslararası şirket. İlk aklıma gelenleri sayayım hemen size.

2002’de Türk Telekom Türk müydü?

– Türk’tü.

AKP Hükümeti bunu Araplara sattı değil mi?

Telsimi İngilizlere, Ada bank’ı Kuveytlilere, Kuşadası Limanı’nı İsraillilere, araç muayene işini Almanlara, İzmir Limanını Hong Kongluya, Avea yı ve MNG Bank’ı Lübnanlıya, TGRT yi Amerikalıya, Süper FM’i Kanadalıya sattılar mı?

– Sattılar.

Çok değil, 2002’de bunlar Türk müydü?

– Türk’tü.

Ya şimdi?

Şimdi bunların hepsi yabancıların elinde. 

AKP iktidarında özelleştirmeyle sattıkları fabrika, tersane, tesis, liman, arsa, bina sayısı kaç, biliyor musunuz?

Özelleştirme İdaresi’nin web sayfasında yazılı bunlar.

– 721 adet.

Bir Allah’ın kulu çıksın buraya, desin ki bana; “AKP,  sekiz yıla yaklaşan iktidarında bir tane fabrika yaptı.”

Bir tane yaptı mı, bir tane?

– Hayır.

50 milyar dolar özelleştirmeden gelen para.

300 milyar dolar borçlandılar.

500 milyar dolar da 7 yılda vergi yoluyla toplanılan para.

Etti mi size 850 milyar dolar.

Şimdi soruyorum ne yapıldı bu parayla?

Var mı bilen?

Kaynaklar peşkeş çekilmese, mirasyedi gibi çarçur edilmese, bu kadar para ile bu ülkenin fakiri fukarası mı kalır?

Bir torba kömür peşinde, 2 paket makarna peşinde koşan garip gurebası mı kalır?

Bu ülkede 10 milyon yeşil kartlı var, 9 milyon emekli var, 5 milyon asgari ücretli var, 6 milyon işsiz var.

Bunlar mı zenginleşti?

BAĞ-KUR primini ödeyemeyen esnaf mı, ürünü dalda kalan çiftçi mi zenginleşti?

Kim zenginleşti?

Bunun cevabını maalesef Başbakan da biliyor, dert havuzunda çırpınan Türk Milleti de…

**

Gerçi Sayın Başbakan, mağdur olan Tekel işçileri hakkında konuşurken; “Ben, Devlet’in malı deniz, yemeyen domuz diyenlere fırsat vermem” diyordu demesine ama kazın ayağı hiç öyle değil.

Başbakan Yardımcısı Sayın Cemil Çiçek’in oğlunun da yönetim kurulu üyesi olduğu şimdi Sigara A.ş olan Tekel’i kaça sattılar biliyor musunuz?

– 292 milyon dolara. 

Peki, alanlar çok kısa bir süre sonra kaça sattılar?

– 920 milyon dolar.

Aradaki 628 milyon dolar tutarındaki devletin denizini hangi domuz yedi sizce?

**

Dünyanın en iyi beş ekonomistinden biri olarak gösterilen Harvard Üniversitesi profesörü Kenneth Rogoff geçen haftalarda BBC’de bir açık oturuma katıldı. İşte size Rogoff’un, Başbakan’ın Türk Milleti’nin duymasını istemediği şok sözler!

Türkiye kriz yokmuş gibi davranıyor ama kriz giderek daha etkili olmaya başladı. 2001 krizinden farklı olarak uçuruma yuvarlanan Türkiye’nin çevresinde tutunabileceği bir dal da yok, çünkü herkes kendi derdinde.”

**

Ekonomideki fotoğraf böyle iken, yapılanlar herkes tarafından alenen bilinirken,  bu ülkeyi yönetme iddiasında olmak artık gülünç kaçıyor.

Türkiye’nin kanayan yarasını iyileştireceğim diye başladığı “Kürt”, olmadı “Demokratik Açılım” , aslı “Kuzey Irak Açılımı” olan “açılım safsatası” sebebiyle, ülkemiz insanlarını bir arada tutan ne kadar değer varsa hepsinin alaşağı edildiği proje fiyasko oldu.

Ermeni Meselesi’ni çözerim diye başladığı “Ermeni Açılımı” nın başımıza açtığı sıkıntılar yetmezmiş gibi, şimdi de İsrail ile gerginlik meselesi başımıza çıktı.

Soruyorum size, Başbakan seçime gitmeyip de ne yapacak Allah aşkına.

Türkiye’nin baş aşağı gittiğini O da görüyor ve seçimi en çok O istiyor.

 

Feodalizmin Devlete İsyanı: Dersim Olayları… (1)

 

“Açılım-saçılım-kaçınım” sıtmasına yakalanan siyasi irade; önce ucu açık olarak “açılacak”, sonra etrafa bulaşacak şekilde “saçılacak“, o da yetmeyecek çareyi “kaçınmak” ta ya da “kaçmakta” bulacak varsayımı ortalıkta söylenmekte…

Konuyu nasıl “evirip-çevirip” sunacağı telaşı içindeyken, yeniden rapor vermek ve yeniden “destur” alarak uygulamalar yapmak için gayretle çalışan bir irade, çırpındıkça karanlığa batmakta…

Tam bu konuların tartışıldığı bir günde, devlete silah çeken, isyan eden her kim olursa olsun, “onların anaları ağlayacak mı, ağlamayacak mı” seçeneklerine bakılmaksızın bugünkü isyancıların başının ezilmesi gereğine dikkat çekme noktasında, yanlış örnek bile olsa, tarihi bir olayı gündeme getiren bir politikacının sözleri etrafında “ateş çemberi” oluşturuldu…

Maazallah eğer bu isyan Gazi Paşa’nın döneminde değil de Demokrat Parti döneminde olsaydı, şimdiye kadar kaç kez “idam” fermanı imzalanırdı, bilinmez! Nedir işin aslı astarı; kimse bunu araştırmadan, anlamadan, dinlemeden konuşuyor, yazıyor çiziyor…

Evet, nedir bu “Dersim” olayı?

İşte bu yazımızın ana konusu “Dersim İsyanı” olacak…

Siyasi arenada sürüp giden “Dersim” kavgasında kim ne diyor, doğru mu söylüyor, yalan-yanlış mı söylüyor sorusuna yanıt aramayacağız; kimin haklı-haksız olduğuna da bakmayacağız; öncelikli olarak “Dersim” isyanını ve onun öncüsü “Seyit Rıza“yı anlamak ve tanımak gerekiyor, onu anlamaya, amaçlarını anlatmaya çalışacağız…

Yakın tarihimizde olmuş bir isyanın nedenleri ve sonuçlarını bilmeden birileri hakkında karar vermek, onları yargılamak doğru olmadığı kanaatiyle konu araştırıldı, birçok yönüyle irdelendi…

Olayı objektif olarak değerlendirebilmenin tek yolunun, her olayda olduğu gibi, Dersim olaylarını da kendi zaman dilimi ve şartlarında değerlendirmeyi ilke edindik. Bu yazı bu ilke çerçevesinde değerlendirilip okunmalıdır. Eğer 1937-38 yılların devlet anlayışı ve Dersim isyanı bugününün şartları, fikri ve siyasi atmosferi ile değerlendirilirse, baştan itibaren yanlışa düşülmüş olur. Bunu hatırlatalım…

İsyan Öncesi Genel Durum…

Altı yüzyıllık Osmanlı İmparatorluğunun hiç bir döneminde Anadolu’nun bu bölgesi “devlet otoritesi” kontrolüne girmemiştir. Yüzyıllarca feodalitenin özgün bir yapısı olan aşiret esasına göre “egemen alan” ve “manevi ocak” şeklinde tezahür etmiş, “çoklu kişisel özerklik” bağlamında egemen olan bir yönetimle varlığını sürdürmüş olan Dersim Bölgesi çok farklı özelliklere sahiptir.

Tanzimat Fermanıyla birlikte, İstanbul hükümeti bölgeye zaman zaman müdahil olmak istemiş, fakat hiç bir şekilde devlet otoritesini tesis edememiştir. Sonuçta, kendi haline bırakılmış…

Merkezi yönetimin müdahil olmasına karşı Dersim feodalizmi sıkça isyanlar çıkarmış; bunlar genel hatlarıyla “Dersim Ayaklanmaları” olarak bilinir. Bu ayaklanmaların tarihleri sırasıyla; 1847, 1877-78, 1885, 1892, 1893-95, 1907, 1911, 1916 olarak tarihlendirilebilir.

Dersim, Osmanlı Devleti sınırları içinde adeta “çoklu kişisel özerklik” yansıtan bir bölge olarak yaşamını sürdürmüş. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla bu özerk yapısını kaybetmiştir. Aşiretlik, seyitlik, şeyhlik, manevi ocaklık, ağalık, derebeylik lakaplarının yaygın olduğu bölgede devlet otoritesine kaymalar başlayınca (özellikle güçlüler tarafından ezilen zayıf aşiretler ve fukara halk devlete sığınmaya başlamış) buna itirazlar olmuştur. Feodal yönetim biçiminin tehlikeye düşmesine karşı çıkılmış; vergi vermek, askere gitmek, devlete tabi olmak gibi çeşitli devlet otoritesini kendilerine uygun bulmamışlar ve her fırsatta isyan etmişlerdir.

Bölgede meydana gelen isyanlar kısmen de olsa bastırılmış olsa de sorun hiç bir şekilde çözülmemiştir. Cumhuriyet idaresi bu sorunu kökten çözmeye karar vermiş. Ve 25 Aralık 1935 tarihinde, 2884 sayılı “Tunceli Vilayeti’nin İdaresi Hakkında Kanun çıkarıldı. Bu yasanın detayları ve ana hedefleri aşağıda “yol haritası” şeklinde verilmiştir.

Öncelikli olarak bölgeye, dördüncü genel müfettiş sıfatını da alan, otoriter bir general-vali atanması yapılır. İdari, askeri ve hukuki anlamda geniş yetkileri olan asker vali korgeneral Abdullah Alpdoğan olur. Vali Alpdoğan’ın çok sert ve otoriter biri olması da dikkat çekicidir.

Tunceli İl Yasasının çıkmasıyla bir ıslahat programı uygulanmaya konuldu. Ve bu ıslahat hareketleriyle birlikte 1937 başlarında, Dersim’de yeni isyanlar başladı. Yine bölgede hükümet otoritesi kurulamadı. Dersim’deki bu hareketliliğe paralel olarak Suriye sınırına yakın bölgelerde de benzer olaylar görülmeye başlandı.

Bunlardan biri de Hatay’ın bağımsızlıkla sonuçlanmasıyla isyancılara moral, umut verdi. Hatay’a bağımsızlık tanıyan “Milletler Cemiyeti” (Birleşmiş Milletler) yeni olayları gündeme getirdi.

Suriye sınırındaki bu isyanların arkasında, başta Fransa ve Fransa’nın mandası altındaki Suriye’nin olduğu ve onlar tarafından kışkırtıldığı şüphesi güç kazandı. İşte bu sırada Dersim’de de devam eden isyanların kontrol altına alınmamasının ardındaki gerçeği, Başbakan İsmet İnönü, Dersim bölgesinin ıslahı için uygulanan reform programının amacına bir türlü ulaşamadığını ve bu isyanın arkasında İngiltere’nin olduğunu TBMM de açıkladı.

İsyanın Sebepleri ve Dersim’i Islah Yol Haritası…

Osmanlı döneminde bile “Tımar” sistemine dâhil edilemeyen feodal yapının temsilcileri var Dersim’de… Onların şöyle kategorize etmek mümkün; şeyhler, ağalar, seyitler, mirler, aşiret reisleri ve başıboş eşkıyalar…

Diğer bir anlatımla feodal güçler “her şey” olmuşlar; yargılamayı da, cezayı da kendileri vermişler, hem hâkim hem de savcı olmuşlar. Vergiyi de kendileri toplayıp paylaşmışlar, gençleri askere yollamamışlar, kendi egemenlikleri için fedai olarak kullanmışlar, yani muhafızlık, haydutluk için insan gücü olarak kullanmışlar. Çetelerden oluşmuş eşkıyalar topluluğundan ibaret bir feodal güç oluşmuş…

Kısacası modern çağın derebeyleri…

Peki, bu insanlar neden isyan ediyorlar?

Sebep gayet basit, bu yöreye devlet otoritesinin gelmesini istemiyorlar.

Bu çağdışı düzenin yerine medeni bir yapının getirilme isteği, onların feodal itibarını sarsacağı için Devlet’i istemiyorlar…

Bu isyanın sebeplerini, Türkiye cumhuriyeti belgelerinin dışında bir kaynaktan okuyalım: “Komünist Enternasyonalin” belgelerinde (1937) şöyle yazıyor;”Feodal unsurlar, Kemalist parti tarafından gerçekleştirilen reformlara rağmen, bugüne kadar ülkenin bu sapa bölgesinde barınmayı başarmışlardır… İsyanın arifesinde tapu kadastro idaresi, feodal aşiret reislerinin elinde bulunan halka ait malların incelenmesi ve saptanmasına ilişkin hükümet önlemlerini uygulamaya başlamıştı. Bu durumda feodalizm, kendi yasadışı egemenliğinin iktisadi temellerini yitirme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunu hissetti. İşte, özellikle bu önlem, isyana yol açan neden olmuştur.”

Yıl 1935… Cumhuriyet hükümetinin başında başbakan olarak Garp Cephesi komutanı İsmet Paşa var… Ekonomik ve sosyal boyutlu büyük projeler Gazi Paşa’nın kontrolünde yürütülüyor; ülkeyi ekonomik, sosyal ve eğitsel olarak kalkındırmak, ana hedeftir… Bu projelerden biri de 1935 yılında İsmet Paşa’nın hazırladığı Dersim projesidir. Proje Dersim isyanından yaklaşık iki yıl önce konuşulmaya başlandı. 

Dersimle ilgili bu projeye bakıldığında neleri görüyoruz, neler varmış, amaçları, hedefleri nelermiş; bu projede neler yer alıyordu? Sorularını irdelemek mümkündür. İsmet Paşa’nın bu projesinde yer alan ana konuları özetleyerek belli başlıklar halinde şöyle sunmak mümkündür;

1- Dersim ıslah edilecektir. Bir program dâhilinde önce yöre silahtan arındırılacaktır. Bunun için programın bir ön hazırlığı yapılacak, sonra silahların bırakılması ve teslimi olacaktır. Ardından ekonomik gelişme ve sosyalleşme devam edecektir. Gerekirse zorunlu iskân uygulanacaktır. 

2- Programa göre yörede yerleşik devlete kafa tutan feodalitenin tüm unsurların silahsızlandırılması ve bunun için gerekli hazırlıkların yapılması için üç sene süreye ihtiyaç vardır.

3- Dersim vilayeti yeniden teşkilatlandırılacak, devlete ait kurumlar-resmi daireler tesis edilecek, vali yetkisinde başarılı bir kolordu kumandanı vali olarak atanacak, üniformalı muvazzaf subaylar (zabitler) kaza kaymakamları olacaktır. Devlet dairelerinde çalışan memurlardan hiç biri yerli olmayacaktır.

4- 1935 ve 1936 yılları imar programı kapsamında ilin tüm yolları, köprüleri ve karakolları yapılacaktır. Bu imar işleri 1937 ilkbaharına kadar bitirilecek ve bu tarihten itibaren bir askeri kuvvet valiliğin emrine verilecektir. 

5- Tüm bu hazırlıklar tamamlandıktan sonra, Dersim’e verilecek şeklin safhası başlayacaktır. Bütün bu düşünceler gizlidir.

Dersim ıslah plânı olarak da anlayacağımız plânın ana hatları bunları kapsıyordu. Bir anlamda devleti tanımayan ve baş kaldıran Dersim’in “medenileştirme” işinin yol haritası böyleydi.

1935 yılından itibaren Dersim’de hızlı ve köklü bir imar faaliyeti başladı. Önce yollar, köprüler yapıldı; ardından askeri karargâh binaları, lojmanlar ve karakollar inşa edildi. Bunların anlamı şuydu; Dersim’e devlet gelecek, feodal sistem yıkılacak!

Karakol ve askeri karargâhların inşaatını fark eden Dersimli aşiretler isyan plânlarını hazırladılar. İtiraz ettikleri husus, askeri karakolların inşası idi. Çünkü karakollar aracıyla kontroller yapılacaktı. Bunun anlamı da devletin mutlaka bir askeri harekâta başlayacağı yönündeki kanaat idi. Bir askeri harekâtın başlaması feodal sistemin çökmesi demekti. Harekâtın başlayacağını sezdiler ve isyan bayrağını çektiler…

Yıl 1936… Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılışını Gazi Mustafa Kemal Atatürk yapacaktır… Herkesin Gazi Paşa’nın neler konuşacağını merak etmektedir. Nitekim beklenen de olur; Dersim’e askeri bir harekâtın yapılacağını, Mustafa Kemal, TBMM açış konuşmasında gereken sinyali verir. Bu konuşmayla adeta askeri harekât için işaret fişeğini ateşlemişti…  

İşte Atatürk’ün 1936 yılındaki TBMM açılış konuşmasında söyledikleri: “Dâhili iç işlerimizde mühim bir safha varsa o da Dersim meselesidir. Dâhilde bulunan iş bu yarayı, bu korkunç çıbanı ortadan temizleyip koparmak ve kökünden kesmek işi her ne pahasına olursa olsun yapılmalı ve bu hususta en acil kararların alınması için hükümete tam ve geniş salahiyetler verilmelidir.” (M.K. Atatürk, 1936 TBMM Açış Konuşmasından)

Dersim Komutanı ve Faaliyetleri…

Dersim’in ıslahı planı gereğince “kolordu” düzeyinde bir kuvvete komutanlık yapabilecek ve olağanüstü yetkilerle donanmış bir vali-korgeneral atandı. Böylece Dersim’de kurulan askeri karargâh komutanlığına hem asker hem de vali yetkisinde biri getirilmiş oldu. Göreve tayin edilen bu kişi de, Cumhuriyet dönemi isyanlarından “Koçgiri İsyanı”nı kanlı şekilde bastıran “Sakallı Nurettin Paşa“nın damadı olan Korgeneral Abdullah Alpdoğan idi.

Korgeneral Alpdoğan, 1937 başında, Dersim’e komşu il olan bugünkü Elazığ bölgesine karargâh kurar. Dersim yöresinde kendi başına buyruk yaşayan ve devlete tabi olmak istemeyen aşiret liderleriyle görüşmelere başlar. Bu aşiretlerin belli başlıları şunlardır: “Yusufhan, Demenan, Haydaran, Şıh Hesenan, Kalan, Karakoçan, Kevan, Lolan, Keçelan, Kozan, Bahtiyar” olmak üzere…

Bu aşiretlerden başka bir tane daha vardır, “Abasan Aşireti”… Bu aşiretin özelliği, reislerin adının Seyit Rıza olmasıydı; kendisinin peygamber soyundan geldiği, bu nedenle de “Seyit” lakabını alarak kendisine “Seyit Rıza” denilmesi aşireti özellikli kılıyordu. 

(Not: Peygamber ailesine mensup olan kişiler “ehlibeyt” olarak bilinir. Peygamber soyundan günümüze intikal eden nesiller ise “seyit” olarak anılır. Peygamber torunu Hüseyin, Kerbela’da yakınlarıyla birlikte katledildikten sonra, Ondan gelen soy “seyit” olarak anıldı. Bugün de Anadolu’da seyit olduğunu iddia eden pek çok insana rastlamak mümkündür. Bunların çoğu sahte seyitlerdir. Seyitlik devlet tasdikinden geçmiş şecerelerle belirlenir. Özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da, “seyitlik payesi” kişiye toplumda farklı ve çok önemli bir mevki, konum, itibar kazandırır. Çünkü kendini peygamberin vekili olarak tanıttır, cahil vatandaş da buna inanır ve katıksız “biat” eder. Böylece “seyitlik” unvanıyla bir tür feodalite oluşur. Özellikli din motifi kullanılarak çok etkin olan aşiretler Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da çok itibar görürler. Hem seyitlik, hem ağalık, hem de aşiret payelerine sahip olanın sınırsız gücü var demektir. Tabii ki tüm bu payelerin hepsi aynı kişide bulunmayabilir; bir iki tanesi bile yeter feodal güç olmaya, insanları sömürmeye, gerektiğinde isyan çıkarmaya… R.D.).

Korgeneral Alpdoğan’ın aşiret reislerine yaptığı teklifler şunlardır;

1-Devlete tabi olun.

2-Dersim’e yönelik yapılacak ıslahatı engellemeyin.

3-Bunları kan dökmeden barış yoluyla sağlayalım.

4- Eğer karşı gelirseniz çok fazla kardeşkanı akabilir.

Der ve aşiretlerden bu konuda devlete yardımcı olmaları için gayret beklediğini belirtir. Tabii ki bu son uyarı aynı zamanda tehdit niteliğinde bir söylem olmadığı da kimse iddia edemezdi…

Dersim bölgesi feodalizmini devletin kontrolüne almak için bir yasanın hazırlandığını yukarıda belirttik. Yasanın tam adı şöyledir: “Tunceli (Tunçeli) Vilayeti’nin İdaresi Hakkında Kanunki bu yasa 2884 sayıyı taşıyordu. Bu yasa kısa ifade ile “Tunceli (Tunçeli) Islahat Kanunu” olarak bilinen kanun olup, 1935 yılın 25 Aralığında kabul edilir, 1936 Ocağında yürürlüğe girer.

“Tunceli İl Kanunu” Neden Gerekliydi?

1935’e kadar Dersim yöresinde devleti temsil eden herhangi bir kurum olmamış. Bu durum Tanzimat döneminde yapılan yeni teşkilatlanma sırasında da göz ardı edilmiş, daha doğrusu yok sayılmış Dersim. İşte “Tunceli İl Kanunu”, bu yöreye devlet gücünü götürmek için çıkarılmış bir kanun…

Cumhuriyetle birlikte birçok alanda reformlar yapılıyor, illerde, ilçelerde, bucaklarda (nahiye) yeni idari sistemler kuruluyordu. Dersim öteden beri asayişsizliğin, başıboşluğun, feodal unsurların egemen olduğu bir bölge… O güne kadar bu yöredeki sıkıntılar sadece askeri önlemlerle çözülmeye çalışılmış; ekonomik, sosyal, eğitsel, kültürel hiçbir yatırım yapılmamış… 

Cumhuriyet idaresi buna kesin çözüm aramakta ve sorunu ıslahatlar, imarlar yaparak temelde hal etmek istemiştir. Zaten yasanın ruhuna bakıldığı zaman, bölgenin ıslahı ve imarı için gerekli alt yapının sağlanmasını amaçlayan bir programın varlığı fark edilir.

Yöre halkının sefaletini azaltmak, feodal unsurların elinden kurtarmak için, bölgeyi her yönüyle kalkındıracak şekilde yeniden organize etme planı… Eğitim kurumlarıyla, yol-köprü-su-sağlık kuruluşlarıyla vatandaşa hizmet götürme projesi.

“Tunceli İl Kanunu” çıkarılırken Dersim’de herhangi bir isyan yoktur, var olan bir isyanı bastırmak için çıkarılmış bir kanun değildir. Bölgeyi kalkındırmak, insanlara aş, iş, emniyet sağlamak için çıkarılmış bir kanundur.

Eğer ekonomik ve sosyal yönden bölge kalkınırsa, güvenlik sorunun çözülmesi mümkün görülmüş, ekonomik ve sosyal kalkınma ile yörenin isyan potansiyelinin azalacağı düşünülmüş ve bu amaçlara uygun bir il kanunu. Kısaca “Tunceli İl Kanunu” demek, yöreye uygulanacak topyekûn bir kalkınma hamlesi programı demektir…

Bu kalkındırma programına paralel olarak güvenliği sağlamak için bölgeye kurulan askeri müfettişliğin (Dördüncü Umumi Müfettişlik) başına Korgeneral Abdullah Alpdoğan getirilmiş. Aslında, işi, “sulh” ve “salah” ile hal etmekten yana bir asker. Fakat bir o kadar da sertlikte karalı.

Onun için, önce Dersim yöresindeki aşiret reislerini bir araya toplar ve bu yöreye uygulanacak kalkınma programının ana hatlarını anlatır. İnsanların nasıl rahata kavuşacağını, ulaşımın nasıl sağlanacağını, çocukların ve gençlerin nasıl eğitileceğini anlatır; sağlık hizmetinin, yol-köprü-su gibi alt yapıların neler sağlayacağını, sonuçta yöre halkının nasıl refaha kavuşacağını detaylarıyla, örnekleriyle anlatır…

Aşiret reisleri, Elazığ merkezinde kurulu askeri müfettişlikte itiraz etmemişler bu anlatılanlara, hatta memnun gibi olmuşlar, en azından öyle görünmüşler. Bazıları uzun beyaz sakallarını sıvazlayarak söylenenleri, çok içten olmasa bile “tasdik” ettiklerini mırıltı ile ikrar etmişler.

İlginçtir, aşiret liderleri Elazığ’dan Dersim’e dönerken geçtikleri yollarda ne kadar köprü varsa yakıp yıkmışlar. Yakmışlar diyorum, çünkü cumhuriyetin ilk yıllarında ne yeteri kadar çimento ne de demir vardı. Dolayısıyla Anadolu’nun hemen her yerinde yapılan köprülerin çoğu ahşaptandı. Büyük kalaslardan yapılmış köprülerdi.

Dersim İsyanını Kim Destekliyordu?

Cumhuriyet döneminde ve öncesinde Doğu ve Güneydoğu’daki isyanların içinde iki tanesi önemlidir: Şeyh Sait ile Dersim isyanları. Şeyh Sait ayaklanmasının arkasında İngiltere’nin olduğu biliniyordu. Çünkü İngiltere’nin amacı, Türkiye’nin içerden çıkarılan isyanlarla uğraşırken, Musul üzerindeki isteklerini Türkiye’ye kabul ettirmekti.

İngilizlerin Ortadoğu petrolleri hakkında siyasetleri tarih boyunca hiç değişmedi. Her zaman Irak petrollerini kendi denetiminde olmasını istemiştir. Bunun için de halkın hassas olduğu bazı argümanlar icat etmiş, ajanları aracılığıyla halkı isyana teşvik etmiştir. Örneğin “Din elden gidiyor” görünümü vererek başlatılan isyanlar gibi… Şeyh Sait İsyanı gibi…

Her dönemde İngiliz emperyalizmi de amacına ulaşmıştır. Çünkü Ortadoğu’da ve Anadolu’da en hassas olan konuların başında “din” ve “etnik milliyetçilik” kimlikleri kaşınmış, kanatılmış ve toplumda devlete karşı isyan hazırlanmıştır.

Cumhuriyetin bu zor yıllarında sadece feodalizm ve Batı emperyalizm etkeni yoktu, diğer tarafta Moskova rejimi de tetikteydi. Komünistler Mustafa Kemal’in kurduğu cumhuriyeti çok benimsediklerinden dolayı değil, Batı emperyalizmine karşı savaş kazandığı için itibarlıydı, onun için de cumhuriyetin ilanından hemen sonra çıkan Şeyh Sait isyanına (1925 ) Moskova destek vermedi…

Bunun belgeleri “Komünist Enternasyonal” arşivlerinde saklıdır. Komünistlerin bu şekilde davranmalarının sebebi ise şöyle ifade edilmiştir: “Mustafa Kemal, genel olarak ulusal kurtuluş hareketini temsil etmekte ve Türkiye’nin demokratlaşması ve feodal kalıntılar ile Müslüman din adamlarının etkisinden kurtarılması için çalışmaktadır. Kemal’e karşı, ilk olarak emperyalizm, ikinci olarak feodal ağalar, üçüncü olarak din adamları ve dördüncü olarak liman şehirlerinin yabancı sermayeye bağlı ticaret burjuvazisi mücadele etmektedir.”

“Komünist Enternasyonal” tarafından yapılan bu tespit son derece isabetlidir. Bazı hususları, kimlikler farklı gösterilmek istense de, bugün için de geçerli sayılabilecek derecede açık gerçeklerdir.

Dersim tarihi, pek çok isyanlarla doludur, bunların tarihleri yukarıda verildi. Bu isyanlar Padişahlara, Meşrutiyete, Jön Türk hareketine karşı yapılmıştır. En son da Cumhuriyet yönetimine karşı yaptıkları Dersim isyandır…

Osmanlıyı paylaşan emperyalistler arasında pay kavgası devam ediyordu, paylarından pek memnun değillerdi, “sana çok oldu bana az oldu” diye… Bunlardan biri de İngiltere idi. Türkiye Cumhuriyeti ile imzalanan Lozan antlaşması gereğince Musul ve Kerkük statüleri, özellikle bu bölgelerde çıkan petrol kaynakları üzerindeki hisseleri için kesin çözüm olmamıştı. Musul konusu özellikle İngiltere ile tartışmalıydı. İşte tam bu sırada İngilizler ellerini güçlendirmek için bir “iç sorunun kaşınması” plânını yaptılar. Musul’u elde tutmak istiyorlardı. Pazarlık konusu yaratmak için Dersim isyanını provoke ettiler. İşte size son derece ilginç bir hatıradan alıntı (belge niteliğinde). Bu ifadeleri okuyucularıma-kamuoyuna ibretlik belge olarak sunuyorum.

(Not: Bir hatıranın hatırlattıkları: Mehmet Akif Ersoy’dan naklen bir olayı burada anımsatmakta yarar vardır. “Mısır’ın İngilizler tarafından işgali sırasında bir İngiliz subayına Kahire’de sordum; “Siz bu ülkeyi çok az bir askeri birlikle yönetiyorsunuz. Bir başka ülke Mısır’ı işgal etmeye kalksa bu kadar az askerle ne yaparsınız?” Bunun üzerine İngiliz subay bana; “Hangi ülke işgal edecek?” dedi. Ben de; “Osmanlılar buraya 40 bin askerle gelseler sizler bin, iki bin askerle bunlara karşı koyabilir misiniz?” deyince İngiliz subay; “Osmanlı’nın başına içeride öyle gaileler açmışız ki, değil 40 bin asker, 400 askerle bile gelecek durumları yoktur” dedi.) M. Akif’ten alınan bu anı, bize, bir gerçeğin bizzat İngilizlerin ağzından itirafını kanıtlamaktadır. Düşmanı ve kuklalarını başka yerde aramaya gerek var mı? Dersim isyanı da diğer önceki isyanlar gibi iş-aş için değil; geri kalmışlık için değil; kimlik, kültürlerin yaşanmamasından dolayı değildir. Feodalizmin devamını ve sürekli “çıban” olma özelliğini korumasını isteyen emperyalizmin desteğiyle çıkarılmış isyanlardır.R.D.)

Seyit Rıza’nın İngilizlere Mektubu…

Bu mektup, Ankara’daki İngiliz Elçiliği’nde görevli Percy Loraine tarafından İngiliz Dışişleri Bakanı Anthony Eden’a yollanır. Mektup numarası 309, tarihi 22 Mayıs 1937dir. Mektupta, Kürtlerin Türk kuvvetlerine büyük hasar verdikleri özellikle belirtiliyor. 

“Büyük Britanya Dışişleri Bakanlığına,

Sayın Bakan,

Yıllardan beri, Türk Hükümeti Kürt halkını asimile etmeye çalışıyor ve bu amaçla halkı eziyor, Kürtçe yayınları ve gazeteleri yasaklıyor, anadilini konuşan insanlara işkence ediyor ve sistematik olarak insanları Kürdistan’ın bereketli topraklarından söküp, Anadolu’nun çorak bölgelerine göçe zorluyor ve birçoğu oralarda telef oluyor.  

Türk Hükümeti son olarak, hükümetle yapılan anlaşma gereği, bu işkencelerin dışında tutulan Dersim’e de girmeye çalıştı. Bu olay karşısında Kürtler, uzak sürgün yollarında yok olmaktansa, 1930′da Ararat Tepesi’nde, Zilan ve Beyazıt vadisinde yaptıkları gibi, kendilerini savunmak üzere silaha sarıldılar. Üç aydan beri ülkemi, acımasız bir savaş kırıp geçiriyor. Savaş araçları bakımından eşitsizliğe rağmen ve bombardıman uçaklarının yangın bombaları, zehirli gaz bombaları atmalarına rağmen, ben ve arkadaşlarım Türk ordusunu başarısızlığa uğrattık. Direncimiz karşısında Türk uçakları köyleri bombalıyor, ateşe veriyor, savunmasız kadın ve çocukları öldürüyor ve böylelikle Türk Hükümeti, başarısızlığının intikamını tüm Kürdistan’da işkence yaparak almak istiyor. Hapisler, ağzına kadar masum Kürtlerle doludur. Aydınlar kurşuna diziliyor, asılıyor veya Türkiye’nin ücra köşelerine sürgüne gönderiliyor. Ülkelerinde bulunan 3 milyon Kürt, barış içinde yaşamak, özgür, kendi ırkını, dilini, geleceğini, kültürünü ve uygarlığını korumak istiyor; benim sesimle ekselanslarınızdan maruz bulunduğu zulüm ve adaletsizliğe son vermek için, Kürt halkını hükümetinizin yüksek ahlakî etkisinden yararlandırmanızı diliyor. Sayın Bakan, en derin saygılarımızı sunmaktan onur duyarım….

Seyit Rıza

Dersim Başkomutanı 

(İrdeleme-yorum: İngiliz Dış İşleri Bakanlığına mektup yazıp kendini “Dersim Başkomutanı” olarak tanıtan Seyit Rıza’ya mümkün olsaydı da şu soru sorulsaydı; “peygamber soyunun varisi olarak kendinize yakıştırdığınız “seyitlik” unvanını kullanarak toplumu felakete sürüklemek ve Hıristiyan bir devletin himayesini isteyerek kendi devletine, dindaşlarına karşı isyan etmek, “seyitlik” payesine uyar mı, yakışır mı? Eğer bundan bir manevi destek ve haz duyuluyorsa, o peygamber size duacı, şefaatçi, olur mu?”

Tabii ki böyle bir soru sorma şansımız yok…

Türk milletinin çok kötü kaderi mi var, nedir?

Dış düşmanlar kadar iç düşmanlarla uğraşılmıştır.

Emperyalizmin oyunlarına alet olan mutlaka iç hainler her dönemde bulunmuştur. Neden emperyalist güçlerin oyununa gelinir, bu pek bilinmez. İnsanların yaklaşımı son derece önemli; peşinde sürüklenilen kişinin ne olduğu veya olmadığı anlaşılmadan gelip geçici kişilerin peşine takılarak meçhule doğru giden bir akıbete sürüklenirler. Devletin başında Atatürk gibi bir lider varken ona isyan edeceksin, bu da yetmeyecek gidip İngiliz’le işbirliği yapacaksın ve böylece isyan kozu kullanılarak, Musul ve Kerkük pazarlık konusu yapıp kaybettireceksin. 

Atatürk’ün kurduğu cumhuriyete karşı gelenler emperyalizmin kucağına oturmayı yeğliyor. Bunu anlamak epeyce zordur. “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir” diyen bir lider var, hürriyeti, akıl ve bilim yolunu telkin ediyor. Mazlum dünya milletlerine örnek, kurtarıcı lider olmuş fakat hâlâ Anadolu’daki ayrılıkçılar, feodalitenin artıkları bunun farkında değiller…

Akıl midenin ve nefsin emrine girdikçe yanlış riski kaçınılmazdır.

Bunun sonunda emperyalizme köle olmak vardır.

Bir lider eğer halkına güveniyorsa, inanıyorsa, onun refahını ve huzurunu düşünüyorsa önce hürriyetini yani istiklâlini istemelidir. Halkının milli ve manevi değerlerine saygılı olan bir lider “emperyalizme en derin saygılarını sunmaktan onur duyan” biri olabilir mi? Kurtuluş savaşı örneği varken önünde, Atatürk gibi olağanüstü bir deha varken örnek olarak, emperyalistlerin oyununa gelip onların merhametine sığınır mı bir lider?! Üstelik de kendini bir bölgenin “başkomutanı” olarak tanımlayarak… Öyle olsaydı, emperyalist güçlere “saygı sunmayı onur sayma” onursuzluğunu gösterenler gibi Gazi Mutsa Kemal mandacılığı kabul ederdi, ama hiçbir mandayı kabul etmemiştir ve ” ya istiklal ya ölüm” demiş, bir başka seçeneğe yer vermemiştir…

Ömür Uzadı, Türkiye Yaşlı İnsanlar Ülkesi Oluyor

Dünya Sağlık Örgütü’nün 2007 yılı rakamlarına göre, Türkiye’de ortalama insan ömrü, 7 senede 4 yıl artarak, erkeklerde 71’e, kadınlarda ise 76’ya çıkmış.

“İstatistiklere göre, San Marino’lu erkeklerin ortalama 81 yıl yaşaması beklenirken, Japon kadınlar için ömür beklentisi 86 yıl. 39 yıl ile Sierra Leoneli erkekler dünyadaki hemcinsleri arasında en düşük ömür beklentisine sahip olurken, kadınlar için sıralamanın dibinde 42 yıl ile Afgan kadınlar yer alıyor.”

Çocukluğumuzu yaşadığımız yıllarda 60 yaş civarında vefat edenler için “dünyada yaşayacağı kadar yaşamış insan” gözüyle bakılır ve “zamanlı ölüm” kategorisinde değerlendirilirdi. 50’li yaşların üstünde olanlara yaşlı gözüyle bakılırdı. Şimdi bu yaşlardaki insanlarımızın çoğu (hayat şartlarındaki iyileşmeler ve tıptaki gelişmeler sayesinde) dinç ve sağlıklı. Böyle olunca da orta yaş kategorisinde kabul ediliyorlar. 21. Yüzyılın başından bu yana 60’lı yaşlarda vefat edenler için “daha yaşaması gereken yaşta ve erken ölüm” gözüyle bakılmakta, 70’li yaşlar bile “zamanlı ölüm” olarak değerlendirilmek için erken bulunmakta.

Diğer taraftan özellikle Türkiye’nin Batısında yıllardan beri sürdürülen “nüfus planlaması” çalışmaları, 2 çocuklu aile modelinin ideal aile olarak zihinlere kazınması ve hızlı şehirleşme sebepleriyle nüfus artış oranımız hızla düşmekte.  

Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu’nun açıklamasına göre, “Marmara ve Ege’de nüfus dengesi eksiye düşmeye başladı. Nüfus artışında Güneydoğu Anadolu birinci, Doğu Anadolu ikinci sırada. Nüfus artış hızı kısa sürede 4.8’den, 2.2’ye geriledi. 6 yıl içinde bu noktaya geldik. 2’nin altı nüfusun geriye dönüşü demektir. Düşüş hızı Fransa, Almanya ve Yunanistan’ın 30 yılda yaşadığına denk geliyor.”

Çalışmalara göre, Türkiye nüfusu 20-25 yıl daha artacak ancak hiçbir zaman 100 milyonu bulmayacak. 2050 yılında nüfusun 88 milyon 986 bin olması bekleniyor. 2047 yılından itibaren ise nüfus gerilemeye başlayacak.

Bu gelişmelerin birey olarak hepimizi ilgilendiren tarafı olduğu gibi, ülkemizin sosyal, siyasi, ekonomik, eğitim, sağlık gibi alanlarında köklü değişmelere yol açacağı aşikâr.

Birey olarak, mesela 40′ lı veya 50’li yaşlardaysanız daha 30 yıl kadar (bazılarınızın daha da çok) yaşama ihtimalinizin yüksek olduğunu bilerek, hayat planlamanızı yapmak durumundasınız. Daha erken ölme ihtimalinizi bir tarafa bırakıp, gerçekten böyle uzun bir ömür yaşamanız halinde, şimdiye kadar (çocukluk ve delikanlılık dönemi dışında) bir yetişkin olarak yaşadığınızdan daha uzun yıllar yaşayacaksınız.

Bu yılların bir bölümü sağlığınızın hâlâ iyi, bilgi ve tecrübenizin yüksek olduğu verimli bir dönem olacak. Bu yıllara çokça söylendiği gibi “ikinci bahar” olarak bakabilmek mümkündür. Yeter ki bu dönemi nasıl geçirmek konusunda doğru bir seçim yapmak becerisini gösterebilelim. Ama nasıl bir tercih en doğru seçimdir?

Bu dönemde çalışmaya devam etmek mecburiyetinde olanlar için tercih şansı olmayabilir. Peki, çalışmadan hayatını idame ettirmek imkânına sahip olanlar, bir sahil kasabasında münzevi bir hayatı seçerlerse tercihleri ne kadar doğru veya yanlış olur? Bunun aksine hayat mücadelesini devam ettirenler, iş hayatından kopmayan ve hatta yeni bir işkolunda veya yeni sosyal ortamlarda yepyeni bir tarz-ı hayat seçenlere “yanlış yaptı” demek hakkına sahip miyiz?

Emeklilik döneminde bir sahil kentinde yaşamayı ve resim yapmayı tercih eden Kenan Evren’in tercihi mi doğru, yoksa Ankara’da kalarak bilgi ve tecrübesini dostlarıyla paylaşmayı ve siyasetten kopmamayı tercih eden Süleyman Demirel’in tercihi mi doğrudur? Galiba bu konuda tek bir doğru yok. Herkesin kendi şartları, mizacı ve meşrebine uygun bir tercihte bulunması halinde doğru seçimi yapmış olacaklarını düşünüyorum.

Emeklilik çağında çalışmayı tercih eden de, bir sahil kenti veya doğduğu memleketinde yaşamayı seçenler de, yurt ve dünya gezileri yapanlar da, ev-cami veya ev- kahvehane arası bir hayat tarzı tercihlerinde bulunanların da mutlu ve huzurlu olanları olduğu gibi, psikolojik çöküntüye girenleri de olabiliyor. Ama oranları arasında ciddi farklar olduğu kanaatindeyim.

“İkinci bahardan” sonraki kalan ömrümüzün diğer bölümü ise yaşlı, hastalıklarla boğuşan ve belki de bakıma muhtaç geçirilecek bir zaman dilimi olacak. Bu dönemin “üçüncü bahar” olarak adlandırılması fazla iyimserlik olur. İlla ki bahar sıfatını kullanacaksak bu döneme herhalde “ömrümüzün sonbaharı” demek daha uygun olur.

Bu dönemlerde insanları dinç ve hayata bağlı olarak tutan en önemli faktörün “işe yarama duygusu” olduğunu sanıyorum. Bu işe yarama duygusu iş, hizmet veya değer üretebilme yeteneğinin devam ettiğine kendisinin ve çevresinin inandığı bir ortamın oluşması ile sağlanabiliyor.

İş hayatından kopmuş olduğu halde, yaşlı ve tecrübeli bir kişi olarak fikri sorulan, nasihati dinlenilen ve saygı gören kişilerde “işe yaramama” gibi olumsuz duygular yerleşmiyor. Bu rolü üstlenen yaşlıların da huzurlu ve mutlu bir ömür sürdürebildiğini gözlemliyorum.

Bu dönemlerini bile şiir gibi yaşayan bilge kişilere imreniyorum. Kişiliği, bilgi, görgü ve tecrübesiyle saygı gören, danışılan ve hem de başkasına muhtaç olmadan hayatını sürdüren… Allah’ın verdiği nimetlerin tadını çıkaran ve bu nimetlerin şükrünü eda etme gayretini hiç eksiltmeyen olgun/kâmil insanlardan olabilmek… Ne kadar az insana nasip olabiliyor.

Çocukları, torunları, dostları ve akrabalarıyla bir sevgi ortamında yaşlanabilmek imkânına sahip bilge kişilerin, ömürlerinin sonbaharları belki de hayatlarının en mutlu dönemi olabilir. Hepimize böyle bir yaşlılık döneminin nasip olmasını diliyorum.

Nüfus artışının durması, nüfus artış hızındaki bölgelerarası fark ve yaş ortalaması yükselen/ yaşlı bir nüfus olmanın ülkemizde ne gibi değişimlere ve meselelere yol açacağını ise ayrı bir yazı konusu yapacağız.