16.6 C
Kocaeli
Cumartesi, Eylül 27, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1222

Diyalog ve Küreselleştirme

Avrupa Kültür Başkenti İstanbul 2010 kapsamında IV.  Türk Dünyası Sinema Günleri’nin açılışı dolayısıyla yapılan güzel faaliyetler dolayısıyla İ.Ü. Avrasya Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Hayati Tüfekçioğlu’nu  ve bu faaliyetlere destek veren kuruluşları kutluyoruz.

Önümüzdeki hafta  27 Şubat 2010 Cumartesi günü saat 14:00’de Aydınlar Ocağı’nın “Dinlerarası Diyalog” konulu açık oturumunu şimdiden sizlere duyuruyoruz.

Türkiye’nin çözüm bekleyen birçok sorunu vardır. Bunlara zaman zaman temas ediyoruz. Ama asıl sorun; Türkiye’ye makas değiştirtici,  devletin yapısını yeniden şekillendirici,  milli mücadeleyi yapan ve Türk devletini, Cumhuriyeti  kuran milli irade ile çelişen  gayretlerdir. Türkiye Türkiye olmaktan çıkması halinde, diğer sorunların çözülüp çözülmediği de fazla bir anlam taşımaz.

Küreselleştirmenin inanç dünyaları üzerinde oynadığı oyun; diyalog adı altında toplumları ve kurumları yozlaştırma ve eşgüdüm, kontrol altına alabilmektir. Devlet kurumlarının içerden ele geçirilmesi, geçirilemediği takdirde; alternatif kurum ve egemenlik alanlarının yaratılması esastır. Farklı sermaye grupları üzerinde egemenlik kurma, iktisadi ambargolar yolu ile toplumu sindirme ve hedeflenen yöne çekmek dikkat çeker hale gelmiştir. Diyalog; dini olmaktan ziyade; siyasi amaçlı ve Vatikan patentli, küresel güce hizmet eden ve onunla uzlaşmış bir siyasi harekettir. Sivil toplum kuruluşlarından partilere kadar bir çok kuruluş ele geçirilmeye çalışılmaktadır.

Farklı dinlere mensup bilim adamlarının ve aydınların zaman zaman bir araya gelerek inananların sorunlarını, Dünyamızın değişik meselelerini  konuşmalarından ve temaslarından endişe edilecek bir şey yoktur. Ancak, amaç bu değildir. “Biz onlara yaklaşalım ki onları etkileyelim” şeklindeki ütopik  ve aşırı iyimser yaklaşım yolu ile belirli bir cemaate mensup bazılarının Hıristiyanlaştığını veya üç dinli, üç peygamberli hale geldiğini  maalesef görüyoruz. Bu da diyalogun bir devşirme ve dönüştürme hareketi olduğunu ortaya koyuyor. En son ve en mütekâmil din olan İslâm’ın diğer dinlerden takviyeye   ihtiyacı var mı? Diyalog birbirini kabul eden taraflar arasında olur.

*        *          *

Bazıları “Efendim adam sadece Müslüman’ım dedi;  başka bir şeye ihtiyaç duymadı. Ne mutlu..” deme yanlışını gösteriyor. Bu ifade; Arap, İran ve Pakistan gibi ülkelerle ilişkilerimizde belki söylenebilir. Ortak birliktelik ortaya konulabilir. Ülkemizde, maksatlı bir şekilde belirli bir din dairesine yani ümmete mensup olmakla, belirli bir kültüre, milliyete ve milli kimliğe sahip olmak sürekli karıştırılıyor. Bunlar birbirine rakip değil; birbirini tamamlar. Milliyetini, milli kimliğini, Türklüğünü inkâr eden; milli egemenlik ve bağımsızlığından da rahatlıkla vazgeçebilir. Milli çıkarlarını koruyamaz ve meşruiyeti de dışarıda aramaktan rahatsız olmaz.

Dış ticarette Müslüman Müslüman’a malını bedava mı veriyor? Milletleşmenin önüne farklılıklar engelini koyanlar, aynı din dairesi içindeki farklılıkları neden göremezler? Farklı milletlerin İslâm’ı yaşama üslubu bile farklıdır. Bu anormal bir şey midir? Milliyeti ve milletleşmeyi ve millet gerçeğini inkâr; dün de bugün de emperyalizmin arayıp da bulamayacağı bir bakış tarzıdır. Bugün Avrupa’da yabancı kaynaklı nüfusa milli kimliği yerine, Avrupa kimliği dayatılıyor. Dayatanlar ise; kendi milli kimliklerinden asla vazgeçmiyor. Hatta o milli kimlik içinde yabancı kaynaklı nüfusu eritmeye çalışıyor. Belçikalı, Hollandalı veya Alman Müslüman ol telkinleri var. Fransız vatandaşlığı konusunda yabancılara iyi Fransızca konuşmak ve Fransa’ya uyum sağlayabilme mecburiyeti getiriliyor. Bunlar başkadır veya farklıdır denmiyor.

Bir dönem iki süper güç de Türk yerine Orta Asya Müslümanlarından bahsediyordu. AB üyesi Yunanistan’da, Batı Trakya’da Türk ismi yasaklanmıştır. Türklüğü ret, Türk Milletine mensubiyeti ve vatandaşlığı reddir. Balkanlar’da, Kafkaslar’da ve Avrasya’da Türkiye’nin önünü kesmede vasıta olmaktır. Anlaşılan bazılarını fena kullanıyorlar.

Hacim Kütle Meselesi -1

0

Ülkemizin içerisinde bulunduğu hukuk krizinden bir an önce çıkması temennisiyle…
Bilindiği üzere hacim bir maddenin dış görüntüsü kütle ise ağırlığıdır.
Hacim kapladığı yeri kütle ise değerini ifade eder.
Bu mevzu maddeler için olduğu gibi insanlar, kurumlar, cemaatler, esasen devletler için de geçerli ve önemlidir.
Kütle ticarette
Siyasette
Sosyal hayatta da çok önemlidir.
Hacim kabuk kütle özdür.
Hacim beden kütle ruhtur.
Kütle saygınlıktır, güçtür, itibardır, otoritedir.
Kütle içeriği itibariyle hem adalet hem de zulümdür.
Bu mevzuya biraz sonra döneceğim.
Peygamberimiz (sav ) bir hadisinde zaman gelecek ki müslümanlar rüzgârın önündeki yaprak gibi olacaklardır. Buyurmuştur.
Yanındakiler Ya Resulallah o zaman müslümanların sayısı çok mu az olacak diye sorunca hayır bilakis sayıları çok olacak ama bir işe yaramayacaklar cevabını vermiştir.
Buna kemiyet keyfiyet meselesi dense de özü itibariyle bu hacim kütle meselesidir.
Bunu fert bazında düşünürseniz konuşmanız gerektiği yerde konuşur susmanız gerektiği yerde susarsanız söylediklerinizle yaptıklarınız birbirini bütünlerse sözünüz dinlenir görüşleriniz önemsenir artık saygın bir kişilik kazanırsınız buda sizin kütlenizdir.
Lüzumlu lüzumsuz konuşmalar gerekli gereksiz davranışlar insanı önemsiz hale getirir burada kütle ortadan kalkar o zaman hacimde bir mana ifade etmez boşuna yer işgal etmiş olursunuz.
Mezuniyet yıllığında şöyle bir cümle kullanmıştım.
‘ Dinle kişinin kelamını sonra söyle gramını’
Çalışmayan kafa vücuda ağırlık yapmaktan başka bir işe yaramazsa kütlesiz hacimlerde boşlukta yer kaplamaktan yani kuru kalabalıktan öteye geçemezler buna sürü psikolojisi de denir.
Bugün gerek fert gerek cemaat gerekse uluslararası arenada müslümanların kütlelerinin hacimleriyle eşit orantılı olmadığı aşikârdır.
Hatta kütleleri hacimleri yanında çok küçük kalır.
Olur, mu öyle şey demeyiniz.
Bakınız nasıl olduğunu göreceksiniz.
Nüfusumuzun kahir ekseriyeti müslümandır.
Ayrıca birçokta İslami cemaat ve de tarikatlar mevcuttur.
Bunların en büyüğünün Diyanet İşleri Başkanlığı olduğu aşikârdır.
Memleketin en ücra köylerinde ve varoşlarında camisi ve görevlisi vardır.
100 binin üzerinde personele sahiptir.
Böyle iken ülke nüfusunda % 1 e bile denk gelmeyen masonik zihniyet kadar devlet yönetiminde etkili olamıyorlarsa burada hacimle kütlenin eşit orantılı olduğunu söyleyebilirmişsiniz.
Fert ve cemaat bazında müslümanların hacimleriyle kütleleri eşit orantılı olsaydı.
 Güzelim ülkemizde; 28 Şubat, başörtü ve katsayı zulmü olabilir miydi?  İnançlarından dolayı birçok memurun diploma denkliği iptal edilip işlerine son verilebilir miydi?
Ya sürgünler,
Televizyonlarda televole programları,  eşlerini aldatan diziler en çok izleniyor, baldır bacak basan kasap reyonu gibi gazete ve dergiler en çok satıyorsa inançlarına hakaret edip değerleriyle alay eden bir neşriyatı alıp evine götüren müslümanlar da ne kadar kütle olur varın siz hesap edin.
Bu gün Müslümanların kütleleri hacimleri yanında devede kulak bile değildir.
Kütle birazda şuur meselesidir ABD’yi, İsrail’i, terörü lanet, mazlumlarla dayanışma mitingleri yapar yürüyüşler düzenlersiniz binlerce on binler yüz binlerce insan (müslüman ) toplanır bir iki saat eser gürler slogan atar yorulur.
 Sonra aç bir kola,  yak bir parliament yâ da marlboro.
Ne kadar tesiriniz olur.
Sizi kim ciddiye alır.
Kahrol demekle düşman kahrolmuyor ki…
Şuurlu ve krizsiz yarınlarda buluşmak temennisiyle…                  Devam edecek…

Erdoğan’ın Engeli Maratonu

Başbakan Erdoğan’ın bir tek hedefi var.  Cumhurbaşkanlığı makamına oturmak. Zira Cumhurbaşkanlığı makamının getireceği dokunulmazlığa çok ihtiyacı var Başbakan’ın.

Bunun için de Anayasa değişikliği yapacak AKP. Daha doğrusu Başbakan Erdoğan yapacak bu değişiklikleri. Bir taraftan hazırlıklar sürüyor, ancak diğer taraftan endişe ile birlikte hangi maddelerin nasıl değiştirileceği konusunda kafa karışıklığı mevcut. 
 
Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı makamına oturması için aşması gereken bir kaç engel görülüyor. Birinci engel, “kardeşim” diyerek 1 numaralı koltuğu armağan ettiği mesajını verdiği, Abdullah Gül.  
 
Başbakan Erdoğan da biliyor ki; Gül, 5 yıllık görev süresi sonrasında bir dönem daha cumhurbaşkanlığı yapmak isteyecektir. Bunun için Başbakan Erdoğan, kardeşi ile yarışmak zorunda kalacak.  
 
Yapılacak Anayasa değişikliğinde Cumhurbaşkanı’nı halk seçerse, ilk turda Erdoğan, Gül ve diğer adaylar yarışacak. Bu durumda AKP’nin yüzde 30’ların da altına düşen oyu, ikiye bölünecek demektir. Bu durumda ikisinden birinin fedakârlık yapması gerekecek.  
 
Gül fedakârlık yapsa bile, Erdoğan’ın aday olduktan sonra aşması gereken başka engeller var.

Yüzde 51’i bulması mümkün değil. İlk turda yüzde 30’lar düzeyinde oy alıp, ikinci tura kalması halinde ikinci turda ne olur?

Karşısındaki aday kim olursa olsun, yüzde 70’lik AKP ve Erdoğan’a tepkili olanların, Erdoğan’ın ikinci turdaki rakibine oy vermesi kaçınılmaz bir durum.  
 
Erdoğan da bunu bildiği için bu kadar yara bere almasına rağmen açılımdan bir türlü vazgeçemiyor. Bu açılım marifeti ile Doğu ve Güneydoğu’daki bölücü oylarını önce cepte görmek istiyor.  
 
Toplumun artık ikiye bölündüğü bu ortamda Erdoğan’a hiçbir surette karşısında yer alan cenahtan oy gelmesi mümkün değil. Tek bir yolu kaldığını düşünüyor Başbakan Erdoğan. O da, demokratik açılımı, saçılmaya başlasa da, daha da açıp, Doğu ve Güneydoğudaki bölücü oylarını kapabilmek… 
 
Cumhurbaşkanlığı seçimi, Anayasa değişikliği ile yeniden Meclis’e bırakılırsa bu kez başka engeller ortaya çıkıyor Erdoğan için.  

Her ne kadar seçimin Meclis tarafından yapılması ile meydan Erdoğan’ın olacak gibi görünse de, Erdoğan’ın aşması gereken bir genel seçim var. Seçimde yine iktidar ve çoğunluk partisi olmak için de Doğu ve Güneydoğu’da bulunan bölücü oylarını cepte bilmesi gerekiyor. Bunun için, ülkeye ve partisine verdiği tahribatı görüp vazgeçmek istese de, açılımdan bir türlü vazgeçemiyor.  
 
Anayasa değişikliği için de, paketin içinde “dokunulmazlıkların kaldırılmasını dahil etmeden evet demem diyen Baykal’ı, Meclis çatısı altında partili milletvekillerini dövme girişiminde bulunduğu MHP Lideri Bahçeli’yi,  açılımda İmralı Canisi’ni serbest bırakacak maddeler de yer verilmesini isteyen Demirtaş’ı aşmak zorunda. Bütün bunların yanında Anayasa Mahkemesi ve ‘kardeşi‘ Gül’ü de ‘ikna’ edebilmeli… 
 
Bir de yapılacak Anayasa değişikliklerinin“kişiye özel” olduğuna ve aslında “demokratik bir sivil anayasa yapmakla ilgisi bulunmadığına” ilişkin kamuoyunda yerleşik yargıyı nasıl yıkacak?

Bu konudaki eleştirilerin karşısında kendini nasıl savunacak?

İşi oldukça zor Erdoğan’ın.

Hatta imkânsız. 

Rövanş – I

Çanakkale şehidi Bağdatlı Hamit
Yine Bağdat’ta yine mücahit
Füzeye benziyor diye minareleri
Biricik oğlu ve iki torunu
Avlusunda bombalandı İmam- Âzam Câmii’nin
Kerkük’e kaçarken torunları ve gelini
Etrafı Amerikan devriyeleriyle çevrildi
Üçüne de vurulduktan sonra militan süsü verildi
Ki henüz yedi yaşındaydı üçüncüsü
Üçüncü kuşak militan adayıydı
Hep dinlerdi babaannesinden
Çanakkale’yi, Yemen’i, Büyükdedesini
Babası dayılarından hoyrat okur o dinlerdi
Şehitlerin tekrar şehit olma isteklerini
Ve Türklerin birgün geri geleceklerini
Anlatır dururlardı o da dinlerdi
Karnına ve boğazına saplanan üç mermi
Döke döke bitirmişti kanını
Canı çekiliyor gök dökülüyordu
Hamit Dede ve silah arkadaşlarının
Birer birer yanına geldiğini gördü
Boyabatlı Emin, Urfalı Celil, Hemşinli Hafız
Henüz kınaları bile taze
Kemâl adı bile savaştan kalmaydı
Güç bela soluk almaktaydı
Bir an kendini çok yalnız hissetti
‘Torunlarınız nerde torunlarınız? ‘ dedi
Ve teslim etti nefesini
Sonra sözler Habur Sınırına gitti
Oradan Gelibolu’ya, Şehitlik’e aksetti;
“Torunlarınız nerede torunlarınız? “

Rövanş – II

“Maraba Çanakkale ! Ha, ha, ha…”

Hasretin Sesi

Hasretin büyüyor gözümde
Sanki hiç kavuşmayacakmışız
Öyle diyor bana içimdeki ses
Susturuyorum hemen o sesi 

Söylesene doğru mu? bu sözler
Sana da fısıldıyor mu? o ses
Kavuşmayacaksın diyor mu?
Hasret kavuruyor mu? seni de

Hayır hayır! Senin umurunda değil
Ses falan duymuyorsun sen
Hepsi benim aptallığım
Anlamalıyım ve o sesi durdurmalıyım

Balyoz’un İdeolojisi

0

Türkiye, darbe girişimlerini konuşmaya ve tartışmaya her zamanki gibi devam ediyor. Ancak tartışmalar darbe korkularını ortadan kaldırmıyor. Bir çıkış yolu da ortaya koymuyor. Halkın oyları ne darbelere ne de darbe korkularına çözüm olmuyor. Demokratik seçimler ne kadar güçlü iktidar ortaya çıkarsa da sonuç değişmiyor. Darbe planları, girişimleri ve simülasyonları yapılmaya, konuşulmaya ve tartışılmaya devam ediyor.

Bu yazıda 4-6 Mart 2003 yılında resmi adıyla Birinci Ordu Plan Semineri olarak adlandırılan, içeriği bakımından ise, hazırlıkları son aşamaya gelmiş, ancak gerçekleşme imkânı bulamamış olan Balyoz darbe planının veya senaryosunun ideolojisi üzerinde duracağım. İdeolojiyi, bir girişimde bulunmayı besleyen duygu, kültür ve zihniyet anlamına kullanmaktayım. Yani Balyoz darbe planını veya senaryosunu hazırlayan grubun zihniyeti, inançları, kültürel dünyaları ve amaçlarını ortaya koymaya çalışacağım.

Balyoz darbe planında, camilerin bombalanması, cemaatin toplu olarak Irak’ta benzerlerine her gün şahit olduğumuz biçimlerle öldürülmesi, Türk ordusu içindeki bir çok subayın faşist ve dinci iddiasıyla tutuklanması ve bertaraf edilmesi, bir çok gazetecinin tutuklanması ve benzeri bir çok ürkütücü, dehşet verici ayrıntı yer almaktadır. Bu ayrıntılarla ilgili bir çok eleştiri yapılmaktadır.  Bu ayrıntıların insan hakları, milli birlik ve beraberlikle ilgisi zaten yoktur. Bundan dolayı ben bunlar üzerinde durmayacağım. Bu plan ister gerçek bir darbe planı olsun, isterse bir senaryo veya uydurulan bir yalanın gerçeğe dönüşen simülasyonu olsun fark etmez. Artık bir gerçek olarak karşımızdadır, bizi ürkütmektedir.

Balyoz darbe planı ile ilgili olarak ortaya çıkan tartışmaları üçe ayırmak mümkündür.  Birincisi planı hazırlayanlar, bunun bir darbe planı olmadığını, bir muhayyel senaryo yani simülasyon olduğunu iddia etmektedirler. Bu bir oyundur diyorlar. Planın resmi bir görüş ve uygulama olmadığını söylemektedirler.

İkincisi, planın içeriğine, ayrıntılarına ve yansımalarına bakıldığında bunun bir oyun olmadığı anlaşılmaktadır. Kamuoyu da bu kanaattedir. Çünkü halk 12. Eylül darbesinin şartlarının da bu şekilde hazırlandığına inanmaktadır. Şimdi yaşları 45’in üzerinde olan ülkücülerin ve marksistlerin ileri gelenlerinin bir çoğu oyuna getirildiklerini düşünüyorlar. 12 Eylül darbesini yapan subayların darbe yapmak için kendilerini kullandıklarını ifade ediyorlar.

Üçüncüsü daha önce adları basında yer alan,  Ayışığı, Yakamoz, Sarıkız, Eldiven ve Kafes darbe planları gibi, sahipsiz bırakılan bir plan değildir. Planın altında imzası bulunanlar, imzalarını kabul ediyorlar, ancak kamuoyunun sandığı gibi, bunun bir darbe planı olmadığını, bir senaryo olduğunu iddia ediyorlar. Plan ister gerçek olsun isterse uydurulan bir yalanın simülasyonu yani göstergesi olsun fark etmez. Yukarıda belirtmiştik. Artık bir gerçeğe dönüşmüştür. Üstelik bu palanların benzerleri şu anda bir çok islam ülkesinde uygulanmaya devam etmektedir.

Bu planı hazırlayanlar hangi örnekleri düşünerek böyle bir planı hazırladıklarını açıkça belirtmediler. Ancak planın içeriğine bakıldığında aklımıza bazı uygulamalar ve örnekler gelmektedir. Bu örneklerden birincisi bu plan, Cezayir’de islami partilerin seçimle iktidara gelmeleri üzerine, Cezayir ordusunun ülkedeki islami gruplara saldırmasına benzer şartlar düşünülerek hazırlanmış gibi bir görüntü vermektedir. Konuya bu açıdan bakıldığında AK Partinin iktidara gelmesi, Cezayir’de İslami Selamet Cephesinin iktidara gelmesi gibi düşünülmüştür. Cezayir ordusu, emperyal değerlerin ve ilkelerin bekçiliğini yapma sıfatıyla, bilindiği gibi ülkede ihtilal yaptı. İktidarı güç kullanarak ele geçirdi. İslami Selamet Cephesi’nin bir çok mensubunu kurşuna dizdi. Sokak çatışmalarıyla öldürdü. Balyoz darbe planı bir yönüyle bunları çağrıştırmaktadır.

İkincisi, Balyoz darbe planı, Nato’nun soğuk savaş sonrası konseptine uygun olarak, müslüman kimlikleriyle kendilerini ifade eden grupları ve halkı bertaraf etme ve ortadan kaldırma amaçları doğrultusunda hazırlanmış olabilir. Bilindiği gibi, Nato, medeniyetler çatışması tezini esas alarak, Batı değerlerini dünyada egemen kılmak amacıyla müslümanlara saldırmayı resmi bir konsept olarak uygulamaya koydu. Ancak Nato’nun karşısında örgütlü ve resmi bir devlet ve kuvvet mevcut değildir. Bir çok İslam ülkesi resmi anlamda Batı değerlerini benimsemiş bulunmaktadır. Dolayısıyla savaş müslüman halkla yapılacaktır. Dindar gruplarla yapılacaktır. Bundan dolayı yönlendirmelerle, psikolojik savaş teknikleri ile dindar halkı sokaklara döküp öldürme yolları denenecektir. Balyoz darbe planındaki kurgulara bakıldığında sanki ABD’nin Irakta yaptıkları düşünülerek bu eylem planı hazırlanmıştır.

Üçüncüsü, ikinci maddede belirtilen amaç doğrultusunda, İşgalci ABD kuvvetlerinin doğrudan veya dolaylı olarak Irak, Pakistan ve Afganistan’da gerçekleştirdiği cami bombalamaları ve kitlesel kıyımlar düşünülerek hazırlanmıştır.

Dördüncüsü, otuzbir mart vakıası olarak bilinen ve 1908’de İkinci Abdülhamid’in devrilmesi ile sonuçlanan darbe planı şartları düşünülerek hazırlanan bir plandır da denebilir. Plan bu özellikleri ile 27 Mayıs ve 12 Eylül darbelerini hazırlayan şartlara benzemiyor. Daha çok Cezayir iç savaşı ve  31 Mart ihtilali şartları düşünülerek hazırlanmış gibi bir görüntü vermektedir. Aynı zamanda Amerika’nın Irak, Pakistan ve Afganistan’da müslümanlara yaptığı saldırıları da çağrıştırmaktadır. 

Balyoz darbe planı veya planlayıcıların adlandırmasıyla senaryosu, bilindiği gibi, her şeyden önce, ülkedeki kurulu yasal düzeni güç kullanarak değiştirmeyi amaçlayan bir plandır. Emasya protokolünün Türk Silahlı Kuvvetlerine böyle bir yetkiyi verdiği söylenmektedir. Ancak hiçbir protokol ve iç yönetmelik anayasadan daha üstün olamaz. Ülkenin yasal düzenini güç kullanarak değiştirmeyi planlayan bir planın Cumhuriyetin kurucu ilkeleri ile ve anayasal yetkiyle alakası da kurulamaz. Bilindiği gibi, daha önce yapılan 27 Mayıs ve 12 Eylül darbeleri de mevcut anayasal düzeni lağv etmişlerdi. Her ikisi de yeni bir anayasa hazırlamıştı. Dolayısıyla Balyoz darbe planının anayasal bir yetkiye dayalı olarak hazırlandığını mantıken savunma imkanı yoktur.

Balyoz darbe planının hangi ideolojik referansa dayalı olarak hazırlandığı da açıkça belirtilmiş değildir. Laik rejimi korumak ve yeniden temellendirmek amacıyla hazırlandığı ifade edilmektedir. Ancak Planın uygulama aşamalarına bakıldığında islami grupların yanı sıra, milliyetçi liberal ve laik grupların da hedeflendiği görülmektedir. Balyozun ideolojisinin anlamı da bu duruma bağlı olarak gittikçe karmaşıklaşmaktadır. Küresel düzeni hedeflediği de görülmektedir. Laikliğin küresel düzene karşı olmayı gerektiren bir özelliği bilindiği gibi yoktur. Bilakis laiklik küresel ekonomik düzeni besleyen bir değerdir. Bu bakımdan Balyoz’un ideolojisi, laikliğin dolaşımdaki anlamıyla da uyuşmamaktadır.

Planın Türk Silahlı Kuvvetleri’nin resmi görüşü doğrultusunda hazırlandığı de tam olarak açıklığa kavuşmuş değildir. Ancak planları hazırlayanların Türk Silahlı Kuvvetleri’nin komuta kademesindeki subaylar oldukları belli olmuştur. Emekli subayların beyanatlarına ve Genel Kurmay Başkanının açıklamalarına bakılırsa, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin cami bombalamak, insanları toplama kamplarında toplayarak işkence altında tutmak ve kendi uçağını düşürmek gibi bir planı olamaz. Gerçekten bu plan Genel Kurmay Başkanı Sayın Başbuğ’un açıkladığı gibi bir senaryo ise, bu kadar tartışmadan sonra kimlerin camileri bombalayacağı varsayılarak bu plan hazırlanmıştır? Hangi düşman kuvvetlerinin planlarına karşı, böyle bir senaryo hazırlanmıştır. Bunu açıklamaları gerekir. Şu ana kadar bu konuda bir açıklama da yapılmadı. Halkın kendi ordusuna olan güveni de bu suskunluktan dolayı sarsılmaya devam etmektedir.

Balyoz darbe planı, yukarıda belirtildiği gibi, acaba Nato’nun yeni saldırı planları esas alınarak mı hazırlandı? Nato kuvvetlerinin son yıllarda ABD’nin öncülüğünde, Balyoz eylem planında yer alan saldırılara benzer eylemleri Irak, Pakistan ve Afganistan’da gerçekleştirdikleri bilinmektedir. ABD’denin istihbarat kuruluşlarının İslam ülkelerinde müslümanları biri biriyle çatıştıracak provaktif cinayetler işlediklerini her gün izlemekteyiz. İntihar saldırısı şeklinde gerçekleşen bu vahşi eylemlerden dolayı her gün onlarca müslüman ABD’nin işgal ettiği ülkelerde öldürülmektedir.

Balyoz darbe planını besleyen duygulardan birisi de iktidar hevesi olabilir. Bilindiği gibi iktidar hırsı ve hakimiyet kurma arzusunun gerçek manada mutlaka güçlü bir felsefi temele dayanması gerekmiyor. Politikacılar iktidara gelmek için bir çok dini, ahlaki, milli ve insani değeri araçsallaştırırlar. Bunu kitleleri ikna etmek için yaparlar. Ancak darbeciler veya eşkiyalar, sadece silahlarına, güçlerine ve hiyerarşik örgütsel kuvvetlerine güvendikleri için, ideolojik beslemeden ziyade, saldırı stratejileri üstünde dururlar. Hakimiyetlerini bu yolla kurmaya çalışırlar. Balyoz darbe planı bu yönüyle çok ayrıntılı ipuçlarını araştırmacılara sunmaktadır. Çünkü yapılacak her şey çok iyi hesaplanmıştır.

 

 

Bir Umuttur Yaşamak

0

Anne karnında, kordon denen bağla alırız ilk gıdamızı. Annemizin yediği her şey, bizim yediğimizdir. Sonra dünyaya açılır kapımız. Kordondan kurtulmuşuzdur. Belli bir bilince ulaşırız, bizi hayata bağlayan kordonun adı, umut olur bu defa. Umut; ışığımızdır, gıdamızdır, gücümüzdür artık. Umutsuz bir hayat, canlı ceset olmaktır.

Karınca, kışın rahat edeceği umuduyla çalışır bütün yaz, öğrenci iyi not alma umuduyla bağlanır derslerine, anne ve babalar iyi bir insan olabilmesi için emek verirler çocuklarına. Hasta, iyileşme umuduyla bekler sıkıntılı gecelerin sabahını. Balıkçı ağlarını doldurabilme umuduyla “Vira, bismillah!” der. Bütün koşuşturmaların temelinde yatan dinamo, umuttur.

Hiçbir iş adamı, zarar etmek amacıyla yatırım yapmaz. Hiçbir muhacir, daha zor bir hayat için göç etmez. Hiçbir hasta, daha kötü olmak için ilaç içmez. Hep bir iyiye yönelme, güzele ulaşma, mükemmele kavuşma vardır içimizde. Bunun adı, umuttur.

Sevgi, aşk, nefret, intikam gibi pek çok duygu barındırırız bedenimizde. Bunların içinde en üretkeni umuttur. Sevgiyi, aşkı umutla yaşatırız. Aldığımız nefeste, attığımız adımda, tükettiğimiz gıdada hep bir umut vardır. Bir şeyleri yaşatmak veya yaşamak umuduyla yaparız bunların hepsini. Umut bittiğinde, bütün dinamikler, kendiliğinden sonlanır. Umut, enerji kaynağımızdır.

Umut; bizi arzumuza, idealimize intikal ettiren sihirli bir güçtür. Ayakta kalmak isteyen kişiler, yıkılmamak ve yarınlarda da yaşamak isteyen toplumlar öncelikle umutlarını sürekli beslemelidirler. Beslendikçe güçlenir her değer. Umut da böyle.

Atalarımızın, önlerine koydukları hedeflere ulaşma umuduyla yaşadıklarını, Orta Asya’dan kalkıp Viyana’lara kadar uzandıklarını, gittikleri her yere insan olma örnekliğini taşıdıklarını, oralarda medeniyet tesis ettiklerini, huzuru sağladıklarını söylemek mümkün olduğu halde, bugünkü insanımızın aynı umut içinde olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. “Ben doğmadan ölmüşüm.” felsefesi, içimizdeki umudu söndüren güçlü bir kurt olarak yaşatılıyor, besleniyor.

Yaşadığım kentin bilmediğim yerleri de varmış. Geçen akşam, ilginç bir yer gördüm. Harabe görünümlü bir binanın içinden yüksek müzik sesleri geliyordu. Şöyle bir göz attım kirli camlardan içeriye. İnsanlar, mum ışığında baş başa vermiş bir şeyler yudumluyorlardı. Cinsiyet ayrımı yoktu masalarda. Bazıları da kapı dışarı çıkmış, sigara içiyordu. Sigara yasağı olmasaydı, eminim, duman altı olacaktı hepsi. “O gürültü ve loş ortam, insana ne verebilir yaşama sevinci adına?” diye düşündüm, bir cevap veremedim kendime. Orta yaşın biraz altındaki bu insanlar, hem zamanlarını yitiriyorlar hem umutlarını tüketmişler göründü bana. Bulundukları ortam, insana bezginlik, kırgınlık veriyordu sanki. Umudu besleyen değil, tüketen bir ortam. Bu tür mekanların, kentimizde fazlaca bulunduğunu öğrendim daha sonra. Yazık, insanımıza yazık!

Karıncanın hikayesini biliriz: Hacca gitmeye niyetlenmiştir. Derler ki: “Sen bu ayakla mı varacaksın hacca?” Karıncanın cevabı: “Hiç olmazsa yolunda ölürüm.” olur. Umut, zaferi değil, seferi emreder bize. Ancak, zafer için sefere niyet şarttır, yani umut…

Karamsarlık, umudun düşmanıdır. Yarasanın, ışıktan rencide olması gibi, karamsarlık, hiç sevmez umudu. Birinin olduğu yerde, diğeri barınamaz. Karamsarlık, yalnız kötüyü görmek değil, iyiyi de kötü yorumlamaktır. Yıkıcı bir virüstür o, içimizde. Kötümserlik, inancımızda da yasaklanmıştır. İnançlı insan, korku ile ümit arasında, korkudan çok ümide yakın olmalıdır. Tövbe kapısı zaten bunun için vardır ve sürekli açıktır. Bu kapının kapandığını düşünmek, küfürdür.

Umut gıdasıyla beslenerek menzil-i maksuda yürüyen gençliğe

Vatanın Sahibi Değil, Kiracısı Olmak!

0

Kemalizm bir ideoloji değil, doktrindir…
Kemalizm’in en büyük başarısı, devlet eliyle Anadolu birliğini temin etmesidir. Anadolu’da yaşamanın ilk şartı olan birlik ve beraberliktir.
Mustafa Kemal bunu sağlamıştır.
Herkesin şu soruya yanıt vermesi gerekir; bu topraklarda yaşamak istiyorlar mı istemiyorlar mı?
Evet, herkes diyorum; Türkler, Kürtler, Araplar, Boşnaklar, Çerkezler, Rumlar, Ermeniler, Yahudiler.
Türk vatandaşı olarak yaşamak istiyor muyuz?
Bunun cevabı önemlidir.
Eğer evet ise, o zamana herkes birlikte, bir arada birbirine tahammül ederek, bu topraklarda yaşamayı öğrenecektir..
İşte Kemalizm bunu sağlamıştır..
Şimdilerde bu birlik ve birliktelik çözülmeye çalışılmaktadır.
Türk’ü de Kürt’ü de, Çerkez’i de, Abaza’sı da, Boşnak’ı da, Arap’ı da bu toprakların sahibi olarak birlik içinde yaşamayı benimseyecek ve yaşayacaktır.
Bunun başka alternatifi yok..
Bu topraklarda yaşamanın ilk ve son şartı birlik ve bütünlük içinde olmaktır.
Bunu istemeyen olabilir.
O zaman başka alternatifler üretmeleri gerekecektir.
“Ben şurada yaşayacağım ama benim dediklerim olacak” diyemez hiç kimse..
Atatürk ve arkadaşları Kurtuluş Savaşını yapmasaydı ne olurdu?
“Her şey olabilirdi, hiç bir şey olabilirdi” diyecekler çıkabilir.
Ancak şunu unutmamak gerekir ki varsayımlarla tarih olmaz, oluşmaz da…
Tarih, öyle tecelli etmesi gerektiği için, öyle olması gerektiği için tarih olmuştur..
Kurtuluş Savaşı olması gerektiği için olmuştur.
Anadolu medeniyetler mezarlığıdır…
Atatürk olmasaydı bir mezarlık daha olurdu Anadolu’da!
Ön-Türkler altı bin yıl önce, bilinen günümüz Türkleri ise bin yıldan beri Anadolu’dadır.
İlelebet kalacaklar mı?
Kalabilmeleri için toprağa tutunmaları gerek, kök salmaları gerekir..
Balkanlarda, Arabistan’da, Afrika’da, Avrupa’da tutunamadıkları için, toprağın sahibi olamadıkları için, kök salamadıkları için kalamamışlardır..
Yüzyıl önce Türkler Arabistan’daydı, Balkanlardaydı, ama şimdi yoklar orada!
Bin yıl sonra Anadolu’da olabilecek miyiz?
Bilen olur mu, garantisi var mı?
Yok..
Bir yerde kalıcı olabilmek için toprağa tutunmak gerek..
Toprağa tutunup kök salamıyorsa, bir ağacın bitkinin orada kalıcı olması mümkün değildir..
Toprağa tutunmanın ilk şartı da ekonomik üretkenliktir, ürettiğinin paylaşımıdır ve birlikte yaşamaktır…
Üretim-paylaşım-birlikte yaşama fikri, düşüncesi, zihniyeti oluşmamışsa bir toplumda, o toplumun o topraklarda kalıcı olması mümkün değildir.
Çok çarpıcı bir örnek verelim; İspanya’da kurulan Endülüs Devleti’nin Arap’ları eğer orada üretip-paylaşıp-birlikte yaşamayı başarabilselerdi, o zaman, o toprağın sahibi ya da ortağı olarak tutunmuş olacaklardı; bunu başaramadıkları için bugün Granada bölgesinde sadece 1-2 tarihi saray vardır; toprağa tutunmuş olsalardı, en azından bu 1-2 saraylar yerine binlerce Arap olurdu.
Benzer bir olayı Türkler için söylemek mümkün; işte Arabistan, işte Ürdün, işte Irak, işte Balkanlar, işte Avrupa…
Demek ki torağa tutunmadan kalıcı olunamıyor, bu gerçeğin iyi anlaşılması gerekir…
Peki diyelim ki toprağa tutundunuz, yani üretip paylaşıp birlikte yaşamaya devam ettiğiniz bir yurdunuz var; örneğin Anadolu…
Yüzyıllardan beri Türkler bu topraklara tutunmuş ve birlikte yaşıyor.
Peki, âlâ bu toprakların üzerinde neleri var; fabrikaları var, tarlaları var, çiftlikleri var; limanları, hava alanları, ticaret merkezleri vs. her ne arasanız var..
Bunlar bu toprağın sahipleri tarafından zaman içinde yapılmış, oluşturulmuş, emek ürünü, katma değer yaratılmış kurumlardır..
Bunları teker teker başkasını, örneğin yabancıları, “kâr” getirmek amacıyla ortak edersek, ya da kar etmiyor diye yabancıya satarsak, sonuçta “seninmiş gibi görünen” kurumlar başkalarının eline geçer!
Sen zan edersin ki onlar senin, aslında senden çıkmış, sen malın sahibi değilsin artık; kiracı durumuna düşmüşsün demektir!
Yeni sahipleri dese ki; “haydi bakalım senin miadın doldu, buraların sahibi benim” derse ne yapabilirsin?
Şöyle bir örnek verelim; bir ofisiniz var, orada çalışıyorsunuz; ofisi satmışsınız ama bunun farkında değilsiniz, yeni sahipleri müsaade ettikleri sürece orda çalışma şansınız var; eğer insaflı iseler sizin bilgisayar fişinizi çekmez, elektriğinizi, telefonunuzu kesmezler…
Şimdi bakalım Türkiye’ye; yüz sene sonra hangi kurum Türklere ait olarak kalabilecek?
TELEKOM mu?
Bankalar mı?
Limanlar mı?
Ormanlar mı?
Fabrikalar mı?
Mega-marketler mi?
Çünkü artık siz üretmiyorsunuz, sadece tüketiyorsunuz…
Tüketen toplum, kiracı toplumdur…
Eninde sonunda bulunduğu yerden atılacaktır…
Sonuç şudur; bu toprakların efendisi mi yoksa kiracısı mı olmak istiyorsunuz?
Her şeyi sattınız, fakat ofisin sizin olduğunu sanıyorsunuz.
Sadece kiracı olabilirsiniz orada…
Üretmeyen devlet, üretmeyen millet kiracı olur yurtlarında…
Akıbetimiz buna doğru mu, değil mi?
Düşünelim!

Hukuk Devletine Darbe

Mübarek(!) “Aziz Valentin Günü“nde (nam-ı diğer “sevgililer günü“nde) okuduğum bir haber beni çok sarstı. Bu günün ruhuma üflemesiyle(!) neşvü nema bulan coşkun duygular yok oldu. Hâlbuki okuduğum “herkesin bildiği bir bilinmeyeni bildiren” cinsten bir haberdi.

Arslan Bulut‘un köşe yazısında yer aldığı şekliyle haber aynen şöyle: Diyarbakır eski milletvekili Hatip Dicle, 19 Ekim 2009’da Habur’dan giriş yapan ve büyük törenlerle karşılanan 34 PKK’lının geri dönüş sürecinin önemli ayrıntılarını, yargılandığı davanın duruşmasında açıkladı. Dicle, kapatılan DTP’nin Genel Başkanı Ahmet Türk‘ün 15 Ekim 2009’da İçişleri Bakanı Beşir Atalay ile görüştüğünü söyledi ve bu görüşmede Bakan Atalay’ın ‘Müsteşarımı Diyarbakır’a gönderdim. Hâkim ve savcılar ayarlandı, gelen PKK’lılar geldikleri gibi geçecekler’ dediğini söyledi.

Habur’dan giren PKK’lıların hiçbir pişmanlık göstermedikleri, örgüt üniformasıyla geldikleri ve “önderimiz Öcalan’ın talimatıyla geldik” demelerine rağmen, serbest bırakılmalarının arkasında siyasi iradenin/devlet politikasının olduğu herkes tarafından öngörülebilir bir husustu. Fakat bir Bakan’ın ağzından “hâkimler ve savcıların ayarlandığını” söylemesi, “devletin temelinin adalet olduğuna” inanan ve  “hukuk devleti” kavramını yüce bir ideal olarak gören bir vatandaşın rüyasında görse hayra yormayacağı bir durumdu.

Bu yargılamanın millet vicdanında kabul görmediği, bu olaydan sonra “Kürt/Demokrasi açılımının” açılamaz hale gelmesinden ve anketlerde AKP oylarında görülen hızlı aşınmadan belliydi. Millet bu olayın müsebbibi olarak iktidarı görüyor ve yargının bu şekilde itibarına ağır bir darbe vurulduğunu hissediyordu. (Devletin saygınlığına, milletin haysiyetine verilen zarar da ayrı bir bahis konusudur.)

Bu ortam olmasına ve diğer her şeye rağmen “bağımsız yargıya” olan güven ve saygımızın tesiriyle “hâkimler ve savcıların ayarlanabildiği” bir düzenin var olduğuna inanmak istemiyorduk.

İçişleri Bakanı Atalay bu haberi yalanladı. Keşke olaylar Bakanın yalanlamasına inanmamızı kolaylaştıracak şekilde gelişseydi. Zira İçişleri Bakanının “hâkim ve savcıları ayarlayabildiğini” kabullenmek, teröristlere özel seyyar bir mahkeme kurulmasından da, yargılamadaki sanıkların açık beyanlarına rağmen, varsayılan (iyi)niyetlerini dikkate alan tuhaflıkları sineye çekmekten de daha zor.

Ergenekon Davasında” Başbakan Erdoğan savcı, ana muhalefet lideri Deniz Baykal avukat rolünü üstlenmek istemişlerdi. Bu davada örgüt üyesi olmakla suçlanarak tutuklanan çok sayıda tanınmış insan var. Fakat henüz örgütün varlığı da, sanıkların üyelikleri de iddia aşamasında. Bu davanın yargılaması sürecinde ne ile suçlandığını bilmeden bir iki yıldan beri tutuklu bulunan vatandaşlarımız var.

Bir yanda “Ergenekon Davasında” örgütün varlığını ve üyeliğini inkâr eden, eline silah almamış insanların uzun süren tutuklulukları söz konusu. Diğer taraftan terör örgütü üyeliği açık olan PKK’lıların, “gerillayız, önder Öcalan’ın talimatıyla geldik” dedikleri ve pişmanlıktan söz etmedikleri halde hiç tutuklanmadıkları gibi, serbestçe siyasi toplantılara katılabilmelerini adil bulmak ta, halka anlatmak ta kolay değildir.

Öte yandan Başbakan pek de haksız sayılmayacak bir şekilde yakınıyor: Yüzde 47 oyla iktidara geleceksin, halkın yüzde 47’si sana inanacak, sana güvenecek ve sana gelip oyunu verecek. Parlamentonun, milletvekillerinin yüzde 65’ini oluşturacaksın. Böyle bir millet iradesiyle iş başına gelmiş olacaksın… İstediğin anayasa değişikliklerini yapamayacak, hatta türban yasağını kaldıramayacak, İmam Hatip okulları ve Meslek Liselerinin katsayı meselesini çözemeyeceksin. Başbakan, bu yakınmanın sonunda “yargı vesayetinden” “hâkimler hükümetinden” bahsediyor ve Yargının Türkiye’nin demokratikleşmesi yolunda bir engel oluşturduğunu ifade ediyor.

Millet iradesiyle iş başına gelmiş olanların türban, katsayı gibi suni problemleri çözebilmesini isteyen, aynı zamanda da sivil ve askeri yargı ayrımının kalkması, askeri harcamaların da Sayıştay denetimine tabi olması, Askerin siyasetteki ağırlığının azalması gibi taleplere olumlu bakan yurttaşların sayısı, bugünkü zıt taraflardan çok fazladır. Bu vatandaşlar “kişi hak ve hürriyetlerine” yönelik usulsüz dinleme ve takiplerden, mahrem bilgilerin basın yoluyla deşifre edilmesinden, yargı sürecinde yürütülen yandaş medya yayınlarından da; dini inançlarından dolayı okuyamayanların durumundan, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ortaya çıkan 367 gibi garabetlerden de rahatsızdır.

Çoğunluğu teşkil eden bu vatandaşların Hükümetin talepleri konusunda endişe içinde olduğunu ve yukarıda bahsettiğimiz haberden sonra bu endişelerinin artacağını düşünüyorum. Endişe şudur: Hükümet istediği Anayasa değişikliklerini yapmayı başarır da, Yüksek Yargı organları üzerinde de diğer yargı organlarında olduğu gibi “yargı mensupları / hâkimler ve savcılar üzerinde ayarlama” yapabilecek duruma gelirse halimiz nice olur?

Habur ve Silivri yargılamasındaki kamu vicdanını yaralayan uygulamalar, Hükümetin gücünün yargı tarafından dizginlenmesi zaruretini daha çok hissettirdi. Yüksek yargının zaman zaman “haddini aştığı” ve “vahim hatalar” yaptığına dair bir kanaat olmasına rağmen bu böyle.

Hükümet “yargı, demokrasi önünde engel” demeden önce, demokrasinin olmazsa olmaz kuralı “kuvvetler ayrılığı” ile “yargının bağımsızlığı” ilkelerine saygılı olmak ve buna uygun düzenlemeler yapmak durumundadır.

Gölge

Konya motorlusunun
Azık kokan kompartımanlarında
Havasız salkım saçak yolculuklarım aklıma gelir
Her istasyonda
Düdük ve selam
Eksprese yol verme mecburiyeti olan trene
Anca yeten harçlığım
Hele sülüs şaşkını acemi askerlerle birlikte
Gelmeyen teskere gibi uzayan
Mart,Temmuz ve Kasım günleri
Her defasında aynı yolu
Daha geç,daha geç gidişlerim
Oysa şimdi
İmrendiğim o ekspreslerin modası geçti
Magıruz otobüslerin
Motor gürültüsü unutuldu
Çay eşliğinde kraker çıtırdatarak
‘Ehli keyf turizmin sayın yolcuları’
Yine de
Yoruldum
Ömrüm yollarda geçti sanki
Okul diye gurbet
Askerlik diye
Ekmek diye
İş diye
Ve bu yaşımda
Hala yollardayım
Hayat sürüyor
Ve bitmiyorsa yolculuk
Yola vuran gölgeler gibi olsa ömür
Güneşle beraber
Uzasa ardım sıra..