18.8 C
Kocaeli
Çarşamba, Ekim 1, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1152

Sen Kimsin be Adam!?

Kıbrıs’ta bir grup Türk, 28 Ocak’ta yaptıkları mitingde; Türkiye buradan çek git” dedi.

Bunlar, “Annan Planına EVET” diyenler!

O plana başka kimler “EVET” diyordu?

En başta AKP iktidarı!

Başbakan Erdoğan.

Ha, bir de Kıbrıslı Nakşibendi Şeyhi Kıbrısi! “Hayır demek Şeytanla işbirliği yapmaktır!” diyordu, sözde din adamı!..

Peki, bugün “Türkiye buradan çek git” diyenler neden “Evet” dediler?

Avrupa Birliği vatandaşı olmak, Avrupa’da iş bulmak için.

Çoğu, 1974 sonrası dünyaya gelen gençler.

O tarihe kadar “Megalo-İdea” uğruna bir çok kez Yunan faşistlerinin Türklere yönelik katliamlarını yaşamamış insanlar.

Peki, onlara karşı Başbakanımızın tepkisi ne oldu?

“Sen kimsin be adam? Ülkemizden beslenenlerin bu yola girmesi manidardır!”

Başbakanın bu tepkiyi göstermeden önce, o “Monşerler!” diye kendince küçümsediği dış siyaset uzmanlarına danışması gerekmez miydi?

–  Kim bu mitingi yapanlar? Kıbrıs halkının tamamını mı temsil ediyorlar? Maksatları ne?

Başbakan buna gerek duymadı, hiddetle tepki gösterdi!

Şimdi, Kıbrıslı Türklerin tamamını incitti, yaraladı!

Çünkü, sözlerinde açık bir aşağılama var!

Türkiye Kıbrıs’a ekonomik yardım yapıyor. Bu doğru.

Peki, yalnızca Kıbrıslılara iyilik olsun diye mi yapıyor?

Kıbrıs’ı tamamen Yunanlıların, Amerikalı ve İngiliz üslerinin kontrolüne bırakmak, Türkiye için hayati bir önem taşıyor.

Yani, Türkiye Kıbrıs’a mecbur!

Daha da ötesi, sayın Başbakan; “Kıbrıslı Türkleri, kapılarının önlerine birkaç torba erzak, bir ton yağlı kömür koyarak köleleştirdiğiniz insancıklara” benzetemezsiniz!

O mitingde Türkiye’ye salya sümük tepki gösteren bir avuç insana bakarak o sözleri sarfederseniz, onuruyla yaşayan Kıbrıslı Türkleri de incitirsiniz!

Nitekim, incindiklerini de söylüyorlar!..

Şimdi, bu satırları okuyanlara bir sorum olacak;

Siyasetçi ile DEVLET ADAMI arasında ne fark vardır?”

 

 

Yeni Bir Anayasa

Anayasalar ulaşılamaz, değiştirilemez ilahi kanunlar değildir. İhtiyaç duyuldukça mutlaka değiştirilebilir.

21. yüzyılda gönül ister ki Türkiye Cumhuriyeti Devleti anayasa meselesini halletmiş bir devlet olmalıydı. Ne var ki 150 yıldır bu memleket hep anayasa ve hukuk tartışması ile meşgul edilmiş ve bu güne kadar da bir netice alınamamıştır.

1808 senedi ittifak, 1839 Gülhane hattı Hümayunu, 1876 Kanunuesasîsi, 1921 ve 1924 teşkilatı esasiye kanunları 1961 ve 1982 Anayasaları bu Anayasalarda da zaman zaman büyük değişiklikler yapılarak yamalı bohçaya dönüştürülmüştür.

150 sene içerisinde ABD tek anayasa ile yönetilmiş İngilizlerin ise hiç yazılı anayasaları olmamıştır. Batı demokrasileri şu veya bu şekilde anayasa problemlerini halletmiş durumdadırlar. Acaba bizim bu sorunu halledemeyişimizin sebebi nedir? Bize göre temelde bir yanlışlık vardır. Bu yanlışlığı hep birlikte bulmak zorundayız. Anayasalarımız halktan gelen bir hareketle değil yukarıdan gelen bir zorlama ile oluşturulmuştur.

1961 ve 1982 Anayasaları millet iradesi dışında yapılmıştır. Gerçi her iki anayasanın başlangıç kısmında ” Milletin çağrısıyla ” ihtilal yapıldığı yazılı ise de böyle bir çağrı duymadık. Madem millet çağırmış neden gündüz ışığında değil de gecenin zifiri karanlığında gelmiştir.

12 Mart 1971 öncesi Sayın Demirel 1961 Anayasası için “Bu anayasa ile devlet yönetilemez” diyordu. 12 Mart 1971 ara rejimi Başbakanı Nihat Erim 1961 Anayasası için “Bu anayasa LÜKS” deyimini kullanmıştır.

1982 Anayasası için dönemin Yargıtay 1. Başkanı ” Bu anayasa imalat hatalarıyla doludur. Türkiye 21. yüzyıla bu anayasa ile girmemelidir” demiştir.

Şu halde bu milletin bedenine uygun bir elbiseyi yapacak onun ölçülerini iyi bilen bir terziye ihtiyacı vardır.

Gerek 1961 Anayasası gerek 1982 Anayasası ölçü alınmadan dikilmiş, sonra vatandaşa giydirilmiş bir elbisedir. Elbisenin bünyeye uyup uymadığına bakılmamış. Ancak elbise giydirildikten sonra vatandaşa sorulmuştur. 1982 Anayasasını halk yüzde 92 oyla kabul etmiştir. Ancak tartışmasız hatta aleyhte konuşmanın suç teşkil ettiği bir ortamda oylama yapılmış ve Cumhurbaşkanlığı seçimi de bu oylama içine alınmıştır. Çünkü Sayın Evren ayrı bir oylama yapılmasını istememiştir. Böyle bir ortamda elbette ki sağlıklı bir sonuç alınamazdı.

1961 Anayasası için bol elbise içinde oynamaya başladık yakıştırması yapılırken, 1982 Anayasası için de dar elbise içinde kıpırdayamaz olduk deniyordu.

Öyleyse yeni bir Anayasa hazırlanırken yeni Anayasanın hazırlanma şartları, kimler tarafından hazırlanması gerektiği, bütün sivil toplum kuruluşlarının görüşlerinin alınıp alınmayacağı ve yeni Anayasanın özelliklerinin neler olması gerektiği, Anayasada bulunması gereken ve bulunmaması gereken konular ve hükümlerin neler olduğu, ideal bir Anayasanın genel hatlarının nasıl olması gerektiği ortaya konmalıdır.

Mesela; Cumhurbaşkanlığı, YÖK, RTÜK, Özgürlükler, Devletin bölünmez bütünlüğü, terör, Türk Bayrağı, Türk Dili, Sendikalar, Yargı bağımsızlığı, Kuvvetler ayrılığı gibi önemli konular yeni Anayasada nasıl düzenlenecek bunları Milli Mutabakatlar ışığında düşünmek gerekmektedir.

Yolsuzluğun, çetelerin, kanunsuzlukların, adalet dağıtımının gecikmesinin hatta adaletin bağımsız olmadığının sık sık konuşulduğu ülkemizde yargının tüm yaptıklarını işe yaramaz hale getirmek olarak algılanabilecek bu tablo akla şu soruyu getiriyor. Yaptığı her şey yasamanın siyasal omurgalı müdahaleleriyle yıkılan veya ters yüz edilen bir yargı, hangi şevk ve azimle iş yapacak sonuç üretecektir?

Tarihten şunu öğreniyoruz ki ekonomik ve siyasi gelişmelerini hızlı, dengeli ve sağlıklı biçimde yapamayan toplumlarda siyasi rejim ve demokrasi sık sık kesintiye uğramaktadır. Hazırlanacak Anayasanın toplumun hemen hemen bütün kesimlerinin geniş bir mutabakatı alındıktan sonra ortaya çıkartılması düşünülmelidir.

Ayrıntıya inmemeli, birinci sınıf bir demokrasinin çerçevesini kurmalı, temel hak ve özgürlükler güvence altına alınmalı, ancak bu özgürlüklerin devletin bölünmez bütünlüğüne zarar verecek şekilde kullanılması da kesinlikle önlenmelidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilkelerinden ve üniter yapısından taviz verilmemelidir.

88 yıldır çağdaş uygarlığın peşinde koşuyoruz, ama yakalayamadık. Acaba neden yakalayamadık? Kesinlikle kovalamıyoruz buna iyi bakmak lazım. 88 yıl az bir zaman değil ama çağdaş uygarlığa ne kadar yaklaştık? Bu zaman içerisinde ekonomik imkânları ve şartları ne kadar doğru kullandık, ne kadar israf ettik?

Politika kartları doğru oynamayı gerektirir. Ülkenin coğrafyasını değiştirmeye çalışanlar var. Ülkenin doğal kaynaklarının doğru kullanılması gerekir.

Yeteri kadar iyi yetişmiş insanı olmayan mevcut yetişmiş insanını da değerlendirmesini bilmeyen bir ülkenin dışarı da düşman aramasına gerek yoktur.

 

 

 

 

Tunus I.Çinko; Mısır Tombala

Halk hareketlerini tarih boyu severim. Hele 21. yüzyıldakileri..

Sam Emice Ak Saray’dan düğmeye basıyor; Tunus, Arnavutluk, Yemen, Mısır ampul aydınlığında elektrikleniyor.

Ne demiş Muazzez Abacı:

“Gözlerim Medeniyetler İttifakıyla barıştı sanma
BOP geldi geleli yorgun sayılır”

Rahmetli Atatürk 900 yıllık kabuğu kırarcasına kozayı kelebek yaparak millet tohumunu ekmişti Anadolu’nun bağrına. Ve iki dönemden sonra geçilmeye durulacaktı demokrasi diyarına.         

Tıpkısının tersi millî mucizeye kontra attı Amerika. Yeşil Kuşak / Ilımlı İslâm denemesi – I : “Siz oylarınızla halifeliği bile geri getirebilirsiniz.” (Menderes). Deneme – II : “1 koyup 3 alacağız” (Özal). Ve 3 ; işi bitirdik; BOP‘a Eşbaşkanı sandıkta seçtik (2002).

Erbakan Hoca bunu bildiğinden işi gücü bırakıp parti kurdu. 28 Şubat‘ta ne diyordu: Kanlı mı olacak, kansız mı?

Elhak Hocam kansız bir geçiş oldu. Ne Tunus gibi oldu, ne Mısır. Bir de Irak‘a bakalım, ibret alalım.

Soros ve Project Democracy eylemcileri Ukrayna‘da, Gürcistan‘da vs. çok açık düşmüşlerdi, Bana Avar fâş etti. Şimdi Tunus ve Yemen bayrakları moda.

Elin oğlu (Madam Eli and Ceyar) sendikalar, STK‘lar üzerinden laik ve çağdaş Tunus’u bi güzel arşınlıyor, polis olup vatandaşlarını kurşunluyor.

Tunus‘ta, Yemen‘de, Mısır‘da stepneler hazır değilse düğmeye basılmazdı. Zeynelabidin, A.Salih, Mübarek, Berişa out; Gannuşî, E.Rama, Baradey in.

3 örnekte de halk – ordu elele / genel greve; polis tukaka.. Eh, bayağı da çok sivil hareketler bunlar. ABD der ki “Bu memlekete İslâmcılık gelecekse onu da biz getiririz light nitekim

Davutoğlu‘nu severim, çok da gayret ediyor. Ne var ki gâvur satrançta bir hamle yapıyor Kuzey Afrika‘da kale, fil, vezir yekten düşüyor.  Bir hamle yapıyor; Rusya, Hindistan ve Çin‘in arasına dalıyor. Bir hamle yapıyor; Arap dünyasına diz çöktürüyor, enerjisini emiyor. Asıl ‘Stratejik Derinlik‘ bu.

Gelelim fasulyenin faydalarına. Halkımız toptan ve mazi boyu gazla çalıştığı için sahtesi bile motora ivme verebiliyor. Keloğlan‘dan, Kemal Sunal‘a bakarsınız kahramanlarımız biraz da saftiriktir.

Akıllı Kahire‘yi, Süveyş‘i, İsmailiye‘yi dolaşana kadar biz Beyazıt Camii‘nden Cuma çıkışı Filistin‘e varırız.

Allah’ın şanslı kullarıyız. Öyle ki bana çıkar diye korkumdan millî piyango bileti bile almıyorum. Hele hele yılbaşı tombalalarından çok tırsarım. 1. çinko, 2. çinko, 3. çinko; Tombala !

“Karamba karambita! Çiko‘nun bıyıkları adına!” Yine mi yeni bir yıla girmiştik?  Daha kaç hafta olmuştu?

Ah Zagor ah, baltalı ilah (!) .

“Hareket”E Geçmek Lazım

Türkiye’nin her zaman olduğu gibi sayısı net olarak tespit edilemese de neredeyse sonsuz problemi var.

Bu problemler daima olmuştur ve olmaya da devam edecektir.

Önemli olan, bu problemleri çözerek sayısını azaltmak, yeni problemler yaratmamak ve bu şekilde Türk Milletinin refahını ve huzurunu temin etmektir.

Ancak bir kader haline gelmeye başlamış olan yönetim zafiyeti halkımızı sıkıntı içinde yaşatmakta ve hem kendisi hem de gelecek nesiller için endişe duymasına vesile olmaktadır.

Problemlerin çözümsüz kalmasının ana sebebi siyasi olduğu gibi bu problemlerden kurtuluş formülü de yine siyasi olacaktır.

Bu sebeple önümüzdeki Haziran ayında yapılması muhtemel seçimlerde milletçe karşılaştığımız problemlere değişik çözüm önerileri getiren siyasi partiler, Türk halkının önüne çıkarak yetki ve görev isteyecektir.

Siyasi partilerin, karşılaştığımız sorunlara karşı çözüm önerilerini halkımıza anlatabilmeleri ve kendilerini tanıtabilmeleri, demokrasinin sağlıklı işlemesi bakımında çok elzemdir.

Bu noktada fevkalade büyük bir sorun vardır. Siyasi partilerin kendilerini halkımıza anlatabilecekleri en önemli araç; yazılı ve görsel medyadır.

Fakat Türk medyası dediğimiz televizyon, gazete, dergi, internet sitelerinin bir çoğu diğer devletlerin ve küresel güçlerin eline geçmiştir. Bu devletler ve küresel güçler, Türkiye’de kendi menfaatlerini tatmin edecek bir iktidar görmek istediklerinden, Türk halkını seçimlerle ilgili olarak istedikleri şekilde yönlendirmeye çalışmaktadır.

Bunun en son tezahürü MHP’nin 28 Ocak 2011 Cuma günü açıklanan “Seçim Beyannamesi”‘nde sonra yaşanmıştır.

MHP lideri Devlet Bahçeli’nin açıkladığı seçim beyannamesi, üzerinde durulması ve medyada en azından tartışılması gereken ve Türk halkının bütün sosyal katmanlarına önemli teklifler içeren ve bununla beraber somut vaadlerin kaynaklarını da gösteren bir çalışmadır.

Sözde kürt sorununu, iflah olmaz AB’ye giriş sevdasını, etnik mikro milliyetçilik hastalığını; önceden listesi yapılarak belirlenmiş kadrolu  konuklarla, binlerce kez Türk halkının önüne getirerek, adeta halkın bu konularda öğürmesine sebep olan televizyoncular ile burnunda halka takılı olan bir çok köşe yazarı; her nedense MHP’nin, Türk halkının refah ve huzuruna ilişkin tekliflerini tartışmaması çok dikkat çekicidir.

Türk Milleti; medya, kamuoyu şirketleri, dini yapılanmalar, küresel güçler ve onların yerli temsilcileri ile ikna edilmek ve bir meçhule sürüklenmek isteniyor. Başbakan Erdoğan dahi bunu erkekçe ifade ederek, milli meselelerde her geçen gün kendisi ile aynı çizgiye gelen CHP ile birlikte iki partili bir siyaset arzuladığını ifade etmiştir.

Peki meclis dışına itilmeye çalışılan MHP ne diyor? Niçin ısrarla tasfiye edilmek isteniyor? Neden basın MHP’ye yer vermiyor? Ve bu MHP ne yapmaya çalışıyor? Hiç mi merak etmiyoruz?

MHP genel olarak; PKK ve her türlü terörün kazınacağını, adalette reform yapılacağını, milletvekili dokunulmazlığının kaldırılacağını, 2019 yılında milli gelirin 19 bin dolara yükseltileceğini, çalışan sayısının yeni istihdam yaratarak 28 milyona çıkarılacağını, küçük esnafa sahip çıkılacağını, dil konusunda Türkçe’den başka hiçbir dile geçit verilmeyeceğini, ihtiyaç sahibi her aileye 300 TL. yardım yapılacağını, asgari ücretin vergi dışı bırakılarak net 825 TL’ye çıkarılacağını, Hilalkart ile vatandaşın sadaka kültüründen kurtulacağını, emekliye her yıl Eylül ayında kışa hazırlık olarak bir maaş ikramiye verileceğini, öğretmenlere, akademik araştırma yapanlara her ay 310 TL civarında bir maddi destek sağlayacağını ve toplumumuzun işçi, memur, üniversite öğrencisi, asker, polis, emekli, dul ve yetim, engelli, sporcu gibi değişik sosyal katmanlarına cumhuriyet tarihinde görülmemiş desteklerin verileceğini ve de her şeyden öte devletin üniter yapısı ile milli birliğin her ne surette olursa olsun korunacağına dair açıklamaları, üzerinde çok tartışılması gereken konulardır.

MHP’nin Türk milletine teklif ettiği,  somut vaadlerin, toplam tutarı 73 milyar TL’dir. Türkiye’nin 2009 yılına ait gayri safi milli hasılasının 1.026 trilyon olduğu düşünüldüğünde, bu rakamın hiçte hayalci olmayıp tam aksine gerçeklere uygun olduğu görülmektedir. Kısaca MHP; Türk milletine ait olan parayı yine çok onurlu bir şekilde ve insanlarımızı hiçbir ayırıma tabi tutmaksızın yine Türk milletine vermeyi taahhüt etmektedir.

MHP lideri Devlet Bahçeli’nin ve MHP’nin bu güne kadar verdiği sözleri tutmadaki tutarlılığı ve kararlılığı göz önüne alındığında, Türk milleti en azından bu seçim beyannamesinde yer alan konuları bırakın desteklemeyi öncelikle ve ivedilikle, konuşmalı ve tartışmalıdır. Tabii ki bunlardan haberiniz olursa!!!

Türk milleti, kendisine bir an önce sahip çıkmalıdır. Çünkü kendisinden başka dostu yoktur. MHP’de, Türk milletinin sesi olmaya çalışmaktadır. Beğenirsiniz, beğenmezsiniz fakat MHP ne diyor ve MHP’ye karşı kim ne yapmaya çalışıyor öğrenmelisiniz ve bilmelisiniz. Önemli olan MHP değil, Türk milletinin varlığıdır.

Bu sebeple ben “hareket”e geçiyor ve sizleri de bir an önce “hareket”e geçmeye çağırıyorum. İş başa düşmüştür. “Ne Mutlu Türküm Diyene” gururuyla hareket eden herkes gözünü ve kulağını dört açmalıdır. Ben Kars’ta Ani’ye giderek “gerekirse Anadolu’yu yeniden fethederiz” diyen ve Milli Misak’ın 91. Yıldönümünde seçim beyannamesini açıklayarak “milletin devleti ile bölünmez bir bütün” olduğunu bir kez daha anlamlı bir şekilde dosta ve düşmana vurgulayan ve Türk Milletine korkma “Milliyetçi Hareket var” diye Devlet Bahçeli’yi ve MHP’yi dikkatle izliyorum.

 

Demokratikleşmenin Sınırındaki AK Parti

0

AK Parti’nin kullandığı dil, son zamanlarda liberal, ulusalcı ve bölücü sol çevreler tarafından yoğun bir şekilde eleştirilmektedir. Partinin liberalizmden saptığı, özgürlükleri kısıtlamaya çalıştığı, kişisel arzulara ilişkin yaşam alanlarını daralttığı, demokratik ve küresel değerleri ifade eden sembolleri tahfif ettiği iddia edilmektedir. Bu değerler yerine muhafazakâr, dini, milli ve tarihi metaforlara, saplantılara ve önyargılara ilişkin değerleri yerleştirmeye çalıştığı söylenmektedir.

AK Parti’nin  “söz ve eylemleriyle demokratikleşmenin sınırına geldiğini” iddia eden Ahmet İnsel’in Radikal’de çıkan son yazısı bu eleştirilerin tipik örneklerinden birisidir.  İnsel ve yukarıda adları geçen çevreler, Kars’taki heykeli, alkolizme karşı hükümetin almak istediği tedbirleri, İslam ülkeleriyle kurulan sıcak ilişkileri ve Başbakan Erdoğan’ın milli birlik ve beraberlik konusunda aldığı tutumu eleştirmektedirler. Bu yöndeki çabaları demokratikleşmeye aykırı bulmaktadırlar.

AK Parti’nin kurucu değerlerine ve yaşatıcı kitlelerine göndermelerde bulunmaktadırlar. AK Parti’nin kurucu değerleriyle Demokrat Parti’nin, Milli Görüş çizgisindeki partilerin,  dindar çevrelerin, muhafazakâr ve klasik manada sağ yelpazede yer aldığı varsayılan grupların temel inançlarını, fikirlerini ve tutumlarını kastetmektedirler. Onlara göre bu grupların samimi bir şekilde demokrat olmaları beklenemez.  Ak Parti çizgisindeki muhafazakâr çevrelerin demokrat olma iddiaları sahici değildir. Bu amaçla atılan adımlar ve yapılan yasal düzenlemeler ise içeriksiz sahte gösterilerdir.

AK Parti eleştirisi adıyla ortaya çıkan bu iddialar iki önemli temele dayanmaktadır. Bunlardan birincisi,  milli birlik(Tek devlet, tek millet, tek bayrak) siyaseti ile demokratikleşme siyaseti karşıt eğilimler olarak görülmektedir. İkincisi ise dindar, muhafazakâr ve milli birlikten yana olan kesimlerin demokratikleşme konusundaki söylemlerini sahici bulmuyorlar.

Liberal, ulusal ve ayrılıkçı sol grupların muhafazakarlar/gelenekten gelenler hakkında bu şekilde düşünmesinin çok farklı nedenleri vardır. Bu nedenlerden bir kısmı siyasi rekabet sürecinde ortaya çıkan kıskançlıklar ve grupsal değerlerle alakalıdır. Bilindiği gibi, partizan kıskançlıkların doğasının ideolojik temeli yoktur. Bunlar sırf muhalefet olsun diye gösterilen tepkilerdir.  Ancak yukarıda iki madde şeklinde verilen tepki biçimlerinin arakasında doktriner ve ideolojik bir tavır da vardır. Bu ideolojinin üstünde durmak gerekir.

Gerçekten milli birlik ve demokratikleşme, karşıt değerler midir? Liberal sol çevreler, demokratlığı milli birliğin ve kardeşliğin karşıtı olarak görürler. Ulusalcı sol çevreler ise demokratlığı laikliğe bağlı geleneksel inançlara karşı ve ulusal birliğin tamlayanı olarak görüyorlar.  Demokrasi tarihi ile milli devletlerin tarihini bu manada karşılaştırabiliriz. Bu tarihe bakıldığında milletleşme süreci ile demokratikleşme sürecinin karşılıklı olarak gerçekleştiğini görmekteyiz. Demokrasi tarihi ile milli devletin tarihi biri birini tamamlayan iki önemli süreçtir. Yani milli devlet demokrasinin varlığının önemli şartlarından kabul edilir. Fransız ihtilalında kullanılan sloganlar bu durumun basit örneklerindendir.  Kardeşlik, dayanışma, hürriyet ve eşitlik bu ihtilalin sloganlarıydı.

Bu durumun örneklerini iki farklı tecrübeyle gösterebiliriz. Almanya ve Fransa ikilisinin milletleşmesi ile demokrasileri şekli bakımdan olmasa da amaçları, siyasetleri ve toplumdan beklentileri bakımından benzer nitelikler taşırlar. Bu ülkelerin demokratik anlayışları, farklılıkları ortadan kaldırmaya, vatandaşların tümünü, etnik ve kültürel kökenleri farklı da olsa entegre etmeye dayanır. Farklı kültürlerin varlığı vatandaşların kültürel eşitliğine aykırı kabul edilir. Bundan dolayı laik bilimsel değerler, demokratik hakların kullanımı için herkese benimsetilmeli anlayışı benimsenmiştir.

Öte taraftan İngiltere ve ABD örneğine bakıldığında kültürel farklılıkların kısmen de olsa kabulü ve tanınırlığı gibi bir durum söz konusudur. Ancak bu tanınırlık onların hoş karşılanması ve eşit görülmesi anlamına gelmez. Birinci grup ülkeler, farklı olanı yani ecnebiyi içine almayı, kendinden saymayı, kendisine dönüştürmeyi hedef alır. İkinci grup ülkelerde ise ecnebiyi, yani kökeni yabancı kabul edilen grupları, kültürel ve sosyal olarak dışlamayı ve hukuki olarak vatandaşlık statüsünde tutmayı temel alır. Hakim kültür, kendi üstünlüğüne duyduğu inançtan dolayı, ecnebiyi içselleştirmeyi ve entegre etmeyi hoş görmez. Bu durumu, kendisinin bozulması, daha doğrusu kötü bir cinsle aşılanması olarak görür.

Ancak her iki gelenekte de millet önemli bir kavramdır. Ülke vatandaşlarının ortak çatısıdır. Demokrasi bu çatının siyasi işlerliğini, yani yönetim sürecine katılmayı sağlayan bir değerdir, uygulamadır. Grupsal haklar milli birlik bağlamında ele alınır ve düzenlenir.

Sonuç olarak AK Parti’nin milli birlik ve kardeşlik konusunda yaptığı politika, demokratikleşmenin sınırları gibi bir sorunsal inşa etmiyor. Tam aksine demokratikleşmeyi besleyen ve batılı manada temellendiren bir süreçtir. Demokratik haklar, yeni edinilen alışkanlıklara dayalı grup hakları(Alkoliklerin, feministlerin, eğlence gruplarının, lezbiyenlerin ve geylerin durumu) ile ilgili olur, veya tarihsel ve mekansal bir kültüre dayalı olur(Aleviler, Çerkezler, Kürtler, Sünni ve Şii tarikatlar, vb.) fark etmez.

Kaldı ki Türkiye’de tarihsel ve mekansal temeli olan grupların tanınırlığı, Batıdaki gibi de değildir. Hoşgörü ve kardeşlik değerleri üstüne kuruludur. Bu grupların tümü milli devletin paydaşlarıdır, tamamlayıcı unsurlarıdır. Resmi olarak bu durum mevcut olmasa bile kültürel olarak bu durum böyledir.  Bundan dolayı milli birlik vurgusu demokratikleşmenin önünde bir engel değildir.

 

 

Profesör’ün Hatası!

Osman ile Kerim, son dersten çıkmış, yurtların yolunu tutmuşlardı. Bir süre hiç konuşmadan iki yanı ağaçlı yoldan yürüdüler. Osman daha fazla dayanamadı:

“Hiç konuşmuyorsun, ne oldu bugün sana?”

“………………”

“Her zaman, ileri geri laflar ederdin. Hiç böyle suskun yürüdüğümüz oldu mu şimdiye kadar?”

Kerim hırçınlaştı:

“Ne çok konuşuyorsun!”

“Bir bu eksikti. Şimdi de beni mi paylıyorsun?”

“Özür dilerim, seni kırmak istemedim.”

“Seni hiç böyle durgun ve düşünceli görmemiştim.”

Bu şekilde konuşa konuşa yurtlara yaklaşmışlardı. Zaten yurtlar, fakülte binalarından en fazla on dakika uzaklıkta yükselen, beşer katlı altı bloktan ibaret olup, etrafları ağaçlarla çevriliydi. Önlerinde ise bir sürü banklar vardı. Boş buldukları birine oturdular. Bir iki dakika, gelip geçeni seyrettiler. Sonra, Kerim anlatmaya başladı:

“İnkılap Tarihi dersimize giren Prof. Kamil Bey, dersten sonra, odasına uğramamı istedi.”

“Eeeeee…?”

“Eeeeesi, ben de gittim.”

“Sonra?”

“Az kalsın gitmeyecektim!”

“Niye?”

“Canım sıkıştırmasana, anlatıyorum işte.”

“Tamam tamam, anlat bakalım.”

“Dersten sonra, hem yürüyor, hem de kendi kendime aktarıp kotarıyordum: ‘Acaba profesör, odasına gelmemi niçin istemişti? Neden başkasını değil de beni çağırmıştı? Halbuki dersi aksatacak bir şey yaptığımı hatırlamıyordum. Gerçi arka sıralarda bazı konuşmalar olmuştu ama, ben ağzımı bile açmamıştım. Öyleyse niye ben?’ diye düşünürken, bir öğrenciye çarptım. Onun ‘Önüne baksana kör müsün?’ demesine aldırış etmeden yürüdüm.         

Birinci kata inmiştim. Köşeyi döndüm. Hoca odalarının bulunduğu kısma doğru ilerlerken; tekrar sınıftaki durumu gözden geçirdim. Bir hatam olup olmadığını hatırlamaya çalıştım ama, bir şey bulamadım.

“İşte, nihayet odasının önündeydim. Biraz sonra içeri girecektim. Fakat bir an durakladım! ‘Yoksa girmesem mi?’ Diye kararsızlık geçirdim! ‘Girer girmez alacak beni karşısına, verip veriştirecek!’ diye kafamda öyle hayaller kurdum ki, ister istemez kaşlarım çatıldı. Ciddileştim. Aslında, ne yapacağımı bilemiyordum! İçimi bir ateş bastı…

Sinirden olacak, tir tir titriyordum. ‘Hele bir bağırıp çağırsın…Biraz zor ya…

Yine de ben bilirim nasıl karşılık vereceğimi.’ Diye söyleniyordum!

“Belki kızgınlığı bununla da geçmeyecek, Dekanlığa bile bildirecekti beni…

‘Hay çağırmaz olaydı. Çattık be…

En iyisi geri döneyim. Yoksa iş daha da kötü olacak!’ dedim kendi kendime. Tam buna karar vermiştim ki, birkaç arkadaş önümde belirmesin mi? ‘Hey ne arıyorsun burada?’ diye sordular. ‘Hiç, hoca çağırmıştı da,’ demek zorunda kaldım. Artık, ne pahasına olursa olsun, odasına girmeliydim. Kapıya parmaklarımın tersiyle tık tık sesi çıkaracak şekilde vurdum ve yavaşça içeri süzüldüm. ‘Hocam, beni istemiştiniz.’ dedim.

“Masasında oturan Prof. Kamil Bey, başını kaldırarak gülümsedi: ‘Hoş geldin.’ Dedi.

Sonra sandalyeyi göstererek: ‘Otur evladım.’ Deyince çok şaşırdım. Ama, hiç istifimi bozmadım. ‘Nasılsa biraz sonra yüzünü asar, ses tonunu değiştirir. Ben bilmez miyim hiç?’

diye tetikte beklerken, profesör, sevgi dolu bir sesle: ‘Otursana oğlum.’ Demez mi! ‘Sana, bir hususu sormak için çağırdım.’ Adeta kekeleyerek: ‘Bana mı, bir hususu mu?’ dedim.

“Profesör, şaşkın bakışlarım arasında devam etti: ‘Bak oğlum! Dikkat ettim her dersimde, bana bakarak alayımsı bir eda ile gülümsüyorsun! Sanki benimle dalga geçiyor gibisin!

Her halde diyorum; ders anlatırken, farkında olmadan; ya uygunsuz bir söz sarf ediyor veya gülünç bir davranışta bulunuyorum ki, seni alaylı bir gülümsemek alıyor! İster istemez müstehziyane bir hale bürünüyorsun!’ Ben, renkten renge girerken, o devam ediyordu: ‘Eğer seni bu duruma düşürmek zorunda bırakan sözümü yahut hareketimi söylersen çok memnun olurum. Bir daha da onları yapmamaya çalışırım.

Tabii, sen de bu nahoş / hoş olmayan tavırdan kurtulmuş olursun. Öyle değil mi benim efendi oğlum?’

“Ne ummuş ne bulmuştum. Keşke yer yarılsaydı da içine girseydim. Ne diyebilirdim ki, çünkü ne uygunsuz bir sözü, ne de tuhaf bir davranışı vardı. Hatası, kusuru olan biri varsa, o da bendim! Profesör’ün ciddi bir şekilde ders anlatışını gördükçe  -o yardımcı derse kayıtsızlığımdan olacak-  sık sık alaylı bir gülüşten kendimi alamıyordum. Demek ki, bu hareketim hocamın gözünden kaçmamış.”

“Pekiiii, sonra ne oldu?”

“Ne mi oldu? Tabii ki, verecek bir cevap bulamadım. Ne diyebilirdim ki? ‘Şey efendim!’ diye kekeleyip durdum!…

Senin anlayacağın, profesör bana büyük bir ders vermişti. Beni dövseydi, hakaretler etseydi, hatta Dekanlığa verseydi, bu kadar tesir etmezdi. Artık bundan sonra, bütün hocalarıma karşı saygılı olacağıma dair, kendi kendime söz verdim.”

“Demek suskunluğunun sebebi buydu.”

“Evet arkadaşım…”

O günden sonra, o üniversite talebesi; o yardımcı dersi verip geçtiği ve o hocayla artık alakası kalmadığı halde; o profesörü nerde görse, hatta karşı kaldırımda bile olsa; hemen kendisine çeki düzen verir, ceketinin düğmelerini ilikler ve başıyla hocasını selamlar; saygısını her yerde ve her zaman gösterir oldu.

 

 

 

 

 

Yazana Plaket Vermeye Devam Ediyoruz

0

Kocaeli Aydınlar Ocağı, yazarlarına plaket takdim etmeye devam ediyor [123]. Ev ziyareti konseptinde organize edilen bu toplantıların üçüncüsünü emekli Kocaeli İl Müftüsü Hikmet Kutlu Hocamızın evinde gerçekleştirdik.

Kocaeli Aydınlar Ocağımız web sitesinin faaliyete geçtiği Kasım 2006’dan bu yana 4 yıldan fazla zaman geçti. İçerik ağırlıklı internet sitelerinin bir çoğunun en fazla 2-3 yıl ömrü olduğu düşünülürse, sizlerin katkıları ile hep beraber inşa ettiğimiz bu çalışmanın ilk günkü heyecanla 5. yılında da devam ediyor olmasından dolayı çok mutluyuz. Gönüllü, İstikrarlı Kültür Çalışması sloganıyla 26 yıldır devam eden Aydınlar Ocağı çalışmasına yakışacak bir iş çıkarmaya gayret ediyoruz.

Böylesine güzel bir çalışmayı anlamlı yapan katkıların en başında sitemize katkı veren yazar, çizer ve şairlerimizin ürettiği özgün ve zengin içerik geliyor. Sayıları her geçen gün artan 120’den fazla yazar, çizer ve şairimizin ürettiği 2000’den fazla içerik web sitemiz üzerinden dünyanın 80’den fazla ülkesine, ülkemizin de her bir şehrine ulaşıyor. Web sitemizin ziyaretçileri, her hafta yeni bir karikatür, her gün 2-3 tane yeni yazı ile karşılaşıyor. Her hafta değişik etkinlik haberlerimizi okuyorlar.

Ocağımız yöneticileri bize bu gururu yaşatan yazarlarımızı gruplar halinde ev toplantılarında bir araya getiriyorlar, web sitemizin arayüzünü hatırlatan güzel plaketleri de yazarlarımıza takdim ediyorlar. Faaliyetin konsepti ile birlikte, web sitemizin arayüzünü hatırlatan sıradışı plaket tasarımı da çok beğeniliyor.

Üçüncüsünü gerçekleştirdiğimiz bu toplantılar sırasında web üzerinden sunduğumuz servislerin meydana getirdiği faydalara, insanların sosyal ve kültürel hayatlarında yaptığı değişikliklere, gençlerin kariyerlerine, çalışmalarımıza katılanların hayata bakış biçimlerine kattığı olumlu katkılara şahit oldum [1, 2].

Kocaeli’nin ekonomik ve siyasi hayatında iz bırakmış insanların yıllar sonra unutulduklarında bile Ocağımız bünyesinde katıldıkları faaliyetler münasebetiyle internette hatıralarını yaşatıyoruz. İnternetin olmadığı dönemlerde katıldıkları faaliyetleri ve yaptıkları çalışmaları web sitemizde gören bir çok insan doğrudan yöneticilerimize ya da ulaşabildiği üyelerimize, yakınlarımıza memnuniyetlerini iletiyorlar. Hatta bu değerli insanların bir çoğu internette sadece bizim sitemizde yer alıyor. Ev toplantılarında bu memnuniyet ifadelerinden haberdar oldukça Aydınlar Ocağı çalışmasının henüz ölçemediğimiz bir çok faydasına şehadet ediyoruz, daha fazla çalışmak için motivasyonumuz yükseliyor.

Emekli Kocaeli İl Müftüsü Hikmet Kutlu Hocamız, ülkemizin bir çok yerinde güzel çalışmalar yapmış, değerli bir büyüğümüz. İsmi ile müsemma bir insan. Hikmetli sözleriyle, güzel ve akıcı sohbetiyle keyifli bir gece geçirmemize vesile oldular.

Misafirperverlikleri için de ayrıca teşekkür etmek isterim. Hocam alınmasın, bu teşekkürdeki en büyük hisse Rabia yengemizin. Hocamızın damadı Makina Mühendisi Murat Çakar da ziyaretimiz boyunca operasyonu kusursuz yönetti, hiç bir aksaklığa mahal vermedi.

Teşekkür plaketlerini Hikmet Kutlu Hocamıza Başkanımız Ahsen Okyar, Kavakçılık Enstitüsü Müdürü Dr. Faruk Şakir Özay‘a Başkan Vekilimiz Selçuk Arslan, Kültür Dershanesi Kurucusu Ali Aydemir‘e Genel Sekreterimiz Hasan Uzunhasanoğlu, KOÜ İİBF Öğrencisi Mehmet Beyhan‘a Bilgisayar Programlama Uzmanı Yunus Özen, Gölcük İlçe Milli Eğitim Müdürü Ahmet Demir‘e Başkan Vekilimiz Selçuk Arslan takdim ettiler.

Hikmet Kutlu Hocamız, Türk fikir hayatının unulmaz ismi Mahir İz Hocamız ile geçen yıllarının hatıralarını bizlerle paylaştı. Ocağımız web sitesi KAO TV bölümünde bu hatıraları da yayınladık, arzu edenler izleyebilirler.

Hocamızın başarılı meslek hayatında bir çok plaket ve ödüllerinden seçme yaparak oluşturduğu müze misali çalışma odasını da görme şansımız oldu. Ayrıca hocamızın evi Kocaeli’yi, körfezimizi çok stratejik bir noktadan görüyor. Bir bahane ile yeni bi toplantıda tekrar bu eve misafir olmak istediğimizi yöneticilerimize ilettik.

Yıllarını eğitim camiasına adamış Gölcük İlçe Milli Eğitim Müdürü Ahmet Demir ve Kültür Dershanesi Kurucusu Ali Aydemir aramızda olunca eğitim konuşuldu, gençlerin eğitilmesi ve iş dünyasına hazırlanması hususunda güzel sohbetler yapıldı. Web sitemizde yer alan eğitim yazılarının ne kadar fazla ilgilisi olduğunu duyunca eğitimci hocalarımız daha fazla eğitim yazısı yazmaya karar verdiler. Henüz üniversitede öğrenci olmasına rağmen gençlere dönük bir çok faaliyetin içinde yer alan KOÜ İİBF Öğrencisi Mehmet Beyhan da konuşulanları ilgiyle takip etti.

Kavakçılık Enstitüsü Müdürü Dr. Faruk Şakir Özay, web sitemize çalıştığı alanla ilgili kıymetli bilgiler aktaran, bilgi ağırlıklı yazılarıyla öne çıkan bir yazarımız. Ağaç yetiştirmekle ilgili takıldığımız soruları da kendisini yakalamışken sorma imkânı bulduk. Ali Aydemir Hocam ve Hikmet Kutlu Hocam daha spesifik konularda da bilgi aldılar. Bir sonraki ziyaretimizde Müftü Hocamın bahçesini daha güzel görürsek bu durumun Şakir Özay Bey’in katkısı ile olduğunu bileceğiz.

15 Aralık 2010 tarihinde faaliyete geçen blogunu gün geçtikçe zenginleştiren Başkanımız Ahsen Okyar, üzerinde blog adresinin ve eposta adresinin yer aldığı yeni kartvizitini katılımcılara takdim etti. Blog sahibi olmak ve kartvizitinde blog adresini de yazmak bugünlerde iş dünyasına girmeye hazırlanan yeni mezun gençlerde bile yeni yeni görmeye başladığımız bir trend. Her yönüyle bizlere örnek olmak gibi büyük bir sorumluluğu var büyüklerimizin ama bu kadarını beklemiyorduk açıkcası. Toplantının genç katılımcılarının blog nedir, biz de böyle yapsak cevaz varmı diye Müftü Hocamdan fetva almaya çalışmaları gözden kaçmadı.

Biz böyle teknlojiden, yenilikten bahsedince Müftü Hocam da her sabah haberleri bilgisayarından takip ettiğini, bilgisayarı daha fazla kullanmaya çalıştığı bilgisini bizlerle paylaştı. Musa Ordu Abimizden sonra Hikmet Kutlu Hocamızı da sırt çantası ve içinde dizüstü bilgisayarıyla yolda görürseniz şaşırmayınız.

Genel Sekreterimiz Hasan Uzunhasanoğlu, bu toplantılarda mutad olduğu üzre not defterini çıkardı ve yazarlarımızın karnelerini herkesin huzurunda okudu, sonraki dönemle ilgili beklentilerini sıraladı. Başkan Vekilimiz Selçuk Arslan’ın aramızda bulunmasından da güç alıp daha rahat ve etkili atışlar yaparak yazarlarımız üzerindeki editör baskısını hissettirdi diye düşünüyorum.

Bu minval üzere yazarlarımıza plaket takdim ettiğimiz ev toplantılarımız sürecek. www.kocaeliaydinlarocagi.org.tr adresimizi her gün ziyaret etmenizi istirham ediyoruz. http://twitter.com/kocaeliaydinlar adresinden twitlediğimizi biliyor muydunuz?

Demokraside Yozlaşma ve Dönüştürme

Son yıllarda temel kuruluş ve kurumların, hatta ülke yönetimine talip siyasi partilerin bir değiştirme ve dönüştürme sürecine sokulduklarını görüyoruz. İktidarların istenen yörüngeye sokulması, dışarının istediği şekilde bir dönüşüme tabi tutulması yeterli görülmemektedir. Bunun yanısıra Türkiye’yi Türkiye yapan kurumlar üzerinde sivil-asker ayırmaksızın hesaplar yapılmakta ve bunlar değiştirilmeye zorlanmaktadır. Bu süreç, çoğu kimse tarafından da fark edilemeden uygulanmaktadır. Son 10-15 sene Türkiye’de olup bitenler gözden geçirilirse; sistemli bir şekilde ülkenin çıkarlarını koruyamaz hale sokulduğumuz görülmektedir.

İş sadece bununla da kalmamaktadır. Türkiye, dış patentli reçetelerle gerçek demokrasiye yabancılaştırılmakta, Anayasasıyla oynanmakta, sosyal yapısı etnikleştirilerek paramparça hale getirilmektedir. Parçalanma demokratikleşme diye yutturulmaktadır. Halk neye ve neden rey verdiğini fark edememektedir. Devleti milli mücadeleyle ağır bedel ödeyerek kuran milli irade sahipsiz kalmaktadır. Adeta Devletin egemenlik haklarını paylaştırmak için müşteri aranmaktadır.

Demokrasinin ağır aksak yürüyen basını bile neredeyse ortadan kalkmış; tenkit edilen CHP’nin tek parti dönemindeki şartlar ortaya çıkmıştır. Baskı, sindirme, şantaj ve yargısız infazlar sürüp gitmektedir. Tutuklamaların cezaya dönüştüğü bir yerde hukuk devletinden bahsedilebilir mi? Kamu görevlilerinin devletin görevlisi olmaktan çıkıp partinin temsilcilerine dönüşmesinin demokrasiyle ne ilgisi vardır? Bazı vali ve kaymakamların ilçe ve il başkanları gibi davranmasının hukuk devletiyle ve demokrasiyle nasıl bir ilişkisi olabilir?

Türkiye, küreselleştirilmenin şartlarına uygun emperyal demokrasinin uygulandığı bir ülke konumuna sokulmaya çalışılmaktadır. Böyle bir yapıda demokrasinin bütün kurum ve kuralları şeklen işler görülmesine rağmen; fonksiyonel anlamda anlam yitiren, şekil değiştiren örnekler ortaya çıkmaktadır. Kurumların isimleri ve dış görüntüleriyle iç yapıları farklılaşmaktadır.

Yargının taraf haline getirilmesi, ancak parti devletlerinde geçerli olabilir. Yıllardır Türkiye’de kısır ve çirkin bir mücadele vardır. Cumhuriyet sonrası Türkiye’de milli mutabakatlar tam anlamıyla kurulamadığından ve güçlendirilemediğinden kolay kamplaşmalar ortaya çıkabilmekte; kısır siyasi tartışma ve çalkantılar nesiller boyu devam etmektedir.

Bir dönem, siyasi iktidarları, seçilmişleri vesayet altına almaya çalışan, üzerlerinde baskı kuran kurum ve çevreler bir başka ifadeyle; seçilmeyip tayin edilenlerden şikayetçi olurken; günümüzde bu ters işleyemeye başlamış; bu defa bir rövanş alma tutkusu içinde siyasi iktidar dünün egemen siyasi güç odakları üzerinde hakimiyet kurmaya çalışır hale gelmiştir. Bu kısır döngü içinde ülke, içerde ve dışarıda çıkarlarını koruyamaz hale gelmiş, asıl gündem maddeleri ve tehlikeler göz ardı edilmiş, kısır verimsiz konularla uğraşılır olmuştur.

Her iki sapma da ülkenin geleceğine yapılan en büyük yanlıştır. Biz çocuklarımıza böyle iki farklı yönde işleyen bir kısır döngüyü ve iç çatışmaları, kamplaşmaları miras olarak bırakmak istemiyoruz. Bu siyasi yapı, aydınları ve ülkesine hizmet etmek isteyenleri siyasetten soğutmakta ve demokratik sistemle yabancılaştırmaktadır. Siyasi mücadele, sağ-sol bloklar arasında olmaktan çıkmış, teslimiyetçi ve küreselci güçlerle Türkiye’yi Türkiye yapan değerleri savunanlar arasında olmaktadır.

12 Haziran’da halkın önüne konacak sandık, demokrasiye yabancılaşmış bir sandık olmaya namzettir. Halk ne olup bittiğinin farkında değildir; basın yoluyla birçok şey fark ettirilememektedir. Bu çelişki, demokrasimizi tıkamakta; iktidarların sandıktan gelip sandıktan gitmesini de zorlaştırmaktadır.

Halk fark etmese de, iktidarın kendisine rey verenlerle yabancılaşan çizgisinin dışında; CHP de siyasi küresel çıkarlara uygun olarak dönüştürülmekte, geleneksel çizgisi kaybolmaktadır. Parti, temel çizgisiyle çelişen bölücü ve etnik ırkçı, hakikatleri araştırma komisyonu kurulmasını teklif edenlerle doldurulmuştur. Bazıları TSK’ya silah bırakma teklifi yapabilmektedir. Askerle uğraşma demokratikleşme zannedilmektedir. Oysa TSK ile uğraşanlar başka ülkelere askerlik yapmaktadırlar.

Parti içi demokrasi dışlanmaktadır. CHP, AKP çizgisinin dıştan etkilenen bir başka versiyonu gibidir. Kala kala tek ümit MHP olmakta ve onunla da uğraşılmakta, iktidar listelerinde devşirilen sürpriz milletvekili adaylarından bahsedilmektedir.  

Batı’da Panik

 

“2007 yılının başında ABD derin devleti bağlantılı düşünce kuruluşları, uzun süreli bir hazırlıktan sonra, Türkiye’de basın üzerinden ‘Türk diye bir ırk yoktur’ kampanyası başlattı!

“The Wall Street Journal gazetesinin 28 Kasım 2006 tarihli sayısında, Huge Pope, Batı’nın stratejik bakışını şöyle sergiliyordu: “Roma İmparatorluğu,’Anadolu’ ve ‘Küçük Asya’ adlarıyla da bilinen, bugünkü Türkiye’yi içine alıyordu. 70 milyon nüfuslu modern Türkiye isim ve dil açısından Türk olabilir ancak genetik açıdan o kadar safkan değil. Orta Asyalı Türklerin Türkiye’ye gelişleri, esasen 13. yüzyılda sona ermiştir. Anadolu’daki eski nüfusa toplamda yaklaşık yüzde 10 katkıları olmuş gibi görünmektedir.”

“İşte bu düşünceyi sözde bilimsel verilerle desteklemek için önce Boğaziçi Üniversitesi’nde bir anket yaptırıldı. Newsweek dergisinin 28 Kasım 2006 tarihli sayısında Owen Matthews bu araştırmayı yazısında kullandı ve Türkiye’de Türk oranını yüzde 20 olarak gösterdi!”

Halbuki bu iddiaların tamamı uydurmaydı! Türkiye’de Türk oranı asgari yüzde 85’tir.

“ABD’de Kaliforniya Üniversitesi’nde yetiştirilmiş İTÜ’lü profesör Timuçin Binder,.. Anadolu’nun 1071 sonrasında Türkleştiği savına karşı çıkıyor. Anadolu’nun 1071’den sonra Türkleştiği iddiası gerçekten doğru değildir. Çünkü Türkler 40 bin yıl denilemese bile en az 8 bin yıldır Anadolu’dadır. Oğuzlar’ın göçünden önce İskitler, Kimmerler, Peçenekler, Kumanlar Anadolu’da yerleşik hayata geçmişlerdir. Birkaç gündür açıkladığımız Hakkari – Bişkek kaya resimleri benzerliği de Orta Asya Türkleri ile Türkiye Türkleri arasında en az 8 bin yıllık birlikteliğin fotoğrafıdır…

“Orta Asya’dan gelenlerin… saf Türkler olduğunu, Anadolu’ya vurdukları 24 Oğuz boyunun damgaları ve halen yaşayan isimleri ile biliyoruz. Üstelik 13. asırda Süryani tarihçi Mihael, göçleri anlatırken ‘Yeryüzü Türkleri taşımaya yetmiyordu’ der. Bugün de ezici çoğunlukturlar.

“Türklüğün bir geni olmadığı iddia edilemez ama aynı zamanda bir kültürel kimlik olduğu doğrudur. Öyle ki başlangıçta Türklük, Kök Tengri’ye inananların ortak adı idi. Sonradan etnosun adı haline geldi. Tabii bu binlerce yıl önce cereyan etti.

 “Türkiye Türkleri, ağırlıklı olarak Azerbaycan, İran ve Türkmenistan Türkleri ile ortak kan bağına sahiptir. Çünkü hepsi Oğuz kökenlidir. Yunanlılar, Ürdünlüler, İranlılar, Süryaniler ile akrabalık tezi ise ispatlanmaya muhtaçtır. Türklerle en çok karışan Kürtler’in, İranlılardan ve Yunanlılardan bile uzak sayılmasının da hiçbir bilimsel temeli yoktur. Bölücü emellere uydurma bilimsel veri üretmek anlamını taşır. Üstelik Kürtlerin büyük kısmı zaten Kürtleşmiş Türkmenlerdir. Karakeçililer gibi!

“Karakeçililer Kayı boyundandır. (Ve bugün Türkçeyi unutmuş gibidirler!) ( Arslan Bulut, Yeniçağ, 11 Aralık 2007 )

 “Kurtuluş Savaşı’nın Anadolu’daki görünümünü yaşanmış anılardan oluşan ‘İkinci Ergenekon’ adlı kitabında anlatan Osman Coşkun, kızı Yıldız Hanım’a da anılarını belirtmekten kaçınmamış. O anılarda tarih kitaplarının çoğunda yer almayan önemli bilgiler de mevcut. Bunlardan biri de Yıldız Hanım’ın röportajımız esnasında söylediği, Anadolu’daki Rumların çoğunun Türk kökenine dayandığı iddiasıdır. Yıldız Coşkun, babası Osman Bey’in Türk nüfuzunun az olduğu Develi’de yaşayan Rumların kökeninin Orta Asya’ya dayandığını ve sonradan Hıristiyanlığı kabul ettiklerini belirtti. ” ( Son Ergenekon ve Ermeni Mezalimi, Gülçin Günay, H. O. Tercüman, 25 Şubat 2008, s: 12 )

 “Dikkat ederseniz bize ırkçılık suçlaması yöneltenler, Türklüğün genetik yapısı veya DNA’sı ile uğraşmaktadır! Yanlış verilerle, Anadolu’nun Türk vatanı olmadığını ispatlamaya çalışmaktadırlar. Çünkü asıl ırkçı kendileridir.

“Niçin böyle bir zamanlama seçtiler biliyor musunuz? TRT’de yayınlanan Servet Somuncuoğlu’nun ‘Karlı Dağların Ardındaki Sır’ belgeseli, bütün planlarını altüst etti de ondan! ” (Arslan Bulut, Yeniçağ, 11 Aralık 2007)

 “Laslo Rasonyı  (1899 Liptoszentmiklos – 1984 Macaristan) Türk tarihi üzerine metodik çalışmasıyla tanınan ünlü bir Macar Türkolog’udur. Onun Türk Tarihi üzerine bir hayli eseri vardır. Bunlardan en ünlüsü ‘Tarihte Türklük’ adını taşımaktadır. Yazar bu kitabın önsözünde: ‘ Batılı milletlerin ortaya çıkışlarından daha önce Türklük, dünyamızın en büyük sahnesini teşkil eden Eurasia’nın her çağında ve her köşesinde büyük bir rol oynamıştır.” der.

“Bu ifadeye göre, 10 bin yıllık bir zaman öncesine kadar Türklerin ayak izlerine rastlanmaktadır. Çünkü kaynaklar Buzul Çağı’nın bundan 10 bin yıl önce sona erdiğini söylemektedir. Yazar, Türklerin, ‘Ural – Altay’ kavimlerinden olduğunu söyler, ardından şunları yazar: “Sözü edilen bölge, bu suretle dünya tarihinin en büyük cihangirlerinin meskeni olmuştur. Birçok büyük devletlerin kurucuları ve çeşitli Türk kavimleri bu bölgede yetişerek doğu, batı ve güneye akın etmişlerdir. Türklüğün Anayurdu da burası idi.’ ” (Muhsin İlyas Subaşı, Erciyes, Şubat 2008, s: 5)

 

Bu Ne Biçim Yüzyıl?

Uzunca bir süre sürdürülen reklamlardan sonra, Kanunî Sultan Süleyman ile Hürrem Sultan’ın ön planda yer aldığı “Muhteşem Yüzyıl” isimli televizyon dizisi gösterime girdi.

Cihan tarihinin en kudretli hükümdarlarından X. Osmanlı Padişahı Sultan Süleyman’ın tahta çıkışı ile Ukrayna’dan esir edilerek saraya sunulan Rus kızı Alexsandra Rokzalan’ın aynı tarihlerde sarayda buluşmalarıyla dizi başlıyor.

Tarih 1520’dir. 1495 doğumlu Sultan Süleyman henüz 25 yaşındadır. 1503 doğumlu Rokzalan ise 17 yaşındadır (*). Bu konuya aşağıda tekrar değineceğim.

Her ne kadar olaylar günümüzden beş yüz yıl önceki sürece ait olsa da, elimizde o döneme ait yoğun ve ciddi bilgiler, belgeler bulunmaktadır. Çok sayıda bilimsel araştırmaların yanı sıra, yüzlerce değerli yazarlarımızın, tarihçilerimizin ve san’atkârlarımızın eserleri kütüphanelerimizde, müzelerimizde ve hatta dış ülkelerin de kütüphane ve müzelerinde bulunmaktadır.

Hiç kuşku yok ki, Osmanlı İmparatorluğu dönemi ulusumuzun en önemli, en haşmetli, en onurlu ve en ihtişamlı tarihi dönemlerinden biridir.

Bu çok bilinen tarihi geçmişimizden alınan kesitleri ekrana taşırken, senaryolarının yazılması ve yönetilmesi özel, ciddi bir çalışma ve titiz bir araştırma gerektirmektedir.

Bu nedenle ekrana gelen dizinin olumlu olumsuz pek çok eleştirisi olacaktır. Zaten olmaktadır da. Tenkitleri dikkatle takip etmek, değerlendirmek ve ikazlardan yararlanmak lâzımdır.

Tarihimiz hepimizindir. Birileri tarafından hoyratça ve aslına uymayan fantaziler ve magazin uslûplu sahnelerle, istismâr edilmemelidir.

Konu bilimsel yönden irdelenmeye muhtaç görünmektedir. Bu işi en iyi şekilde yapacak, çok değerli tarihçilerimiz vardır.

Yalnız, bana ters gelen bir durum var.

Yazımın üçüncü paragrafında yazdığım gibi, Sultan Süleyman 25 yaşındadır. İnce yapılı ve uzun boyludur. Yüzü aydınlık ve Osmanoğulları hânedanı profiline uygun, şahin burunludur. Hareketleri âhenkli, zarif bir delikanlıdır (*). Dizi de rolü üstlenen kişi ise, 45 yaşlarında, kalın gövdeli, kara fırça sakallı, saçları dökülmüş, bir san’atçıdır.

Gene kayıtlara göre, 17 yaşındaki Rokzalan narin, minyon, cana yakın, çocuksu, sevimli bir genç kızdır(*). Dizi de ise, rolü üstlenen hanım san’atçı, yaşı genç kızlığı çoktan geride bırakmış,  otuz yaşına yakın görünümlü, irice yapılı bir aktristtir.

Demek istediğim, en azından  gösterimdeki dizide Sultan Süleyman’ı ve Rokzalan’ı oynayan san’atçıların yaşları açısından gayri gerçek bir durum söz konusu olmuştur.

Büyük tarihi olayları dramatize etmek kolay bir iş değildir. Ancak yapımına  çok özen gösterilerek ve  konunun uzmanlarından oluşan bir ekibin yardımlarından ve görüşlerinden istifâde etmek suretiyle, aslına en uygun şekilde izleyiciye sunulması gerekmektedir.    

(*) ALTINAY, A. Refik, Kadınlar Saltanatı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, C.I.

(*) Tercüman Gençlik Yayınları, Padişahlar Ansiklopedisi.