13.8 C
Kocaeli
Çarşamba, Ekim 1, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1150

Dr. M. Şefik Postalcıoğlu’nu evde yakaladık

0

Yazarlarımıza plaket takdim ettiğimiz ev toplantılarının dördüncüsünü Dr. M. Şefik Postalcıoğlu’nun evinde gerçekleştirdik. Toplantıya kendisi de katıldı.

Kocaeli Aydınlar Ocağı web sitesinde yazan, çizen, emeği geçen her kim olursa ona plaket takdim etme hususunda azim ve kararlılığımız sürüyor. Bu gidişin sonunu ben hiç iyi görmüyorum. Ocak Yöneticilerimiz böyle bir karar aldılar almasına ama, işin içinden nasıl çıkacağız bilemiyorum. Yazan, çizen sayısı sürekli artıyor. Geçtiğimiz toplantıdan bu güne kadar 2 tane yeni yazar aramıza katıldı. Bugün itibariyle toplam 122 kişi.

Yukarıda izah etmeye çalıştığım formatta gerçekleşen toplantılarımızdan dördüncüsünde bize Dr. M. Şefik Postalcıoğlu ev sahipliği yaptı. Şefik Bey, doktor olması münasebetiyle günün her saatinde acil bir vaka için işe gidebiliyor. Genelde de bizim bu tür ziyaretlerimizde ya evde bulunamaz ya da sonradan intikal edermiş. Bu vesile ile aslında Zeynep Ablamız ev sahipliği yapıyor dememiz icap ediyormuş. Şefik Bey toplantının başlarında bir yerlerde toplantıya dahil olarak geleneğin biraz dışına çıktı. O yüzden yukarıda “toplantıya kendisi de katıldı” deme ihtiyacı duydum.

Şefik Bey, Kocaeli Devlet Hastanesinin başhekimliğini de yapmış, hekim kimliğinin yanında idareci olarak da başarılı hizmetler ifa etmiş. Bugünlerde Tahsin Özbek Hastanesinde çalışıyor. Neşesi, çalışma azmi ve kişiliği ile bizlere örnek olmaya devam ediyor. Bütün bunların yanında Türk Müziğine de yıllarını vermiş bir büyüğümüz. Kocaeli İl Kültür Müdürlüğü Türk Sanat Müziği korosunu yıllar önce kurmuş ve halen başkanlığını yürütüyor. Kocaeli Afyonkarahisarlılar Derneği’nin de kurucusu ve başkanı.

Böylesine çok yönlü bir insan olunca sohbetinden de büyük keyif alıyorsunuz. Ocağımız web sitesinde yazıları ile yer almasının yanında sitemize şarkıları ve türküleri ile de renk katıyor.

Kocaeli Aydınlar Ocağı 26. şeref yaşını kutluyor. Büyük özverilerle bugünlere kadar gelen çalışmanın ilk yıllarına şahit olmuş, kuruluşunda yer almış bir çok büyüğümüzden muhtelif zamanlarda bilgi aldım. Hatta imkan oldukça video kayıtlarını aldım. Ocağımız web sitesinden izleyebilirsiniz. İmkanların kısıtlı olduğu zamanlarda büyük fedakarlıklarla insanlara bir hizmeti gönüllü olarak sunmaya çalışmışlar. Kocaeli Aydınlar Ocağı İlim ve İstişare Kurulu üyesi e. Bahçecik Belediye Başkanı İbrahim Gencer de bahsettiğim çileyi çekenlerden. Ahsen Bey ile Ocağın kuruluşundan önce de birlikte çalışmış, kuruluşunda yer almış, bugün de katkı vermeye devam ediyor. Yakalamışken anlattırdım, videosunu çektim.

İbrahim Bey geçtiğimiz dönemin siyasetçilerinde görmeye alışık olduğumuz şekliyle insan ilişkilerini, sıcak teması seven bir yapıya sahip. Teknolojinin bu sıcak ilişkiyi azaltacağına dair bir kanaati var. O yüzden faaliyetlerimize katkı vermekle birlikte bizim yeni nesil iletişim araçları ile yaptığımız, internet orijinli çalışmalarımızdan uzak duruyor, mesela sitemize yazı yazmıyor. Teknolojinin iletişim imkanlarını azaltmak yerine artırdığını görünce kanaatini değiştiren bazı siyasilerin hayatında meydana gelen değişiklikleri görmüş, teknolojinin sağladığı imkanları fark etmiş, uzak duranların akıbetini de görmüş. Hem yazı yazmaya hem de bilgisayarla arasını düzeltmeye karar vermiş. Biz aracı olduk. Yolunu yönetimini anlattık, işin raconunu tarif ettik. Başlayacak, söz verdi. Siz de şahitsiniz.

Kocaeli Aydınlar Ocağı faaliyetlerine yaklaşık 4.5 senedir katılıyorum. İlk katılacağım faaliyet öncesi Başkanımız Ahsen Beyle bürosunda görüştüğümüzde “toplantılarda herkes tanımadığı birisinin yanına oturmalı”, “çağımızda networking önemli”, “yanınızdakilerle tanışın”  gibi o gün her yerde duyamayacağımız bilgece tavsiyelerde bulunmuştu. Zaten tanıdığım bir kaç kişi var, onların da yanına oturma şansımızı kaybedince, biz gencecik iki eğitimci olarak gittik boş bir yere oturduk. Sonra Aygutşat Selçuk Bey ve eşi geldiler. Biz önceden aldığımız taktik doğrultusunda hemen tanıştık, kartvizitlerini aldık. Aygutşat Bey emekli yarbaymış, emlak işleri ile uğraşıyormuş.

Aradan yıllar geçti, köprünün altından çok sular aktı. Aygutşat Bey sitemizde yazı da yazmaya başladı. Sayfalarca süren değerlendirmeler yazıyor. Bunun yanında toplu konutlardan ev alacaklar için yazdığı bir yazı var ki, sitemizin çok okunan yazıları arasında.

Aygutşat Bey bugünlerde tatlı bir telaş içinde. Önümüzdeki seçimlerde aday olup TBMM’de Kocaeli’yi temsil etmek üzere yola çıkmış, tanıtım faaliyetlerini sürdürüyor. Allah çıktığı yolda muvaffak etsin.

Dünya meşgaleleri bizi o kadar meşgul ediyor ki, zamanın ne kadar hızlı aktığını fark edemiyoruz bile. Hele Kocaeli Aydınlar Ocağı gibi büyük bir ailenin fertlerinin birbirlerini görmeleri, üye ve gönül dostlarının hayatlarında meydana gelen değişiklikleri takip etmeleri bütün teknolojik imkanlara rağmen güç oluyor.

Gübretaş İdari İşler ve İnsan Kaynakları Şefi Gökalp İlhan’ın evine geçtiğimiz senelerde bir ziyaret yapmıştık. O ziyaretten aklımda kalan küçük bir oğlu olduğu idi. Gökalp Bey toplantıya 4 kişilik geniş ailesi ile katıldı. Oğlan ilköğretime başlamış. Geçtiğimiz zaman zarfında dünyaya gelen kız da neredeyse yakınlarına isimleri ile hitap edebilecek yaşa gelmiş. Allah bağışlasın, vatana – millete, ailesine faydalı sağlıklı evlatlar olmayı nasip etsin.

Geçtiğimiz yıl Ekim ayında katıldığımız Aydınlar Ocağı Dernekleri 35. Büyük Şurasına katılan Kocaeli kafilesinde ilk defa görüştüğüm kişilerden birisi de Nuri Ertan İrfanoğlu. Nuri Abi ve eşi Filiz Yenge, olgun yaşlarına rağmen gezi boyunca en kolay organize olan ve uyum sağlayan aile oldular. Toplantıda Sinop Seyahati hatıralarımızı tazeledik. Sinop Seyahatimiz ile ilgili de web sitemizde ayrıntılı bir yazı yazmıştım. Arzu edenler detaylarını o yazıda bulabilirler.

Fevziye Camii Müezzin Kayyımı Ahmet Görgün Küçük Hocam ile de efsanevi karadeniz seyahatimizde birlikteydik. O seyahatte tanıştığımız Ahmet Hocam ile sonrasında pek çok defa birlikte olduk. Başkanımız Ahsen Bey’in de dünürü aynı zamanda. Ahmet Hocam hedef kitlesi ile günün 5 vakti birlikte olduğu için ilmini irticalen topluma aktarmayı tercih ediyor. Yazı yazmayı sevmiyor galiba.

İl dışı gezilerimizde ulaşım operasyonunu kolaylaştırmasının yanında, neşeli tavrı ile de dikkat çeken Çetin Mut, Ocağımızın Denetim Kurulu Üyesi, sitemizin de yazarı. Toplantıda yan yana oturduk. Olup bitenlerin bir kritiğini yaptık.

Genel Sekreterimiz Hasan Uzunhasanoğlu, mutad yoklamasını yaptı. Bu toplantıda hazır bulunan her yazarın sitemizde hayat hikayesi varmış. O konuda tam not aldılar. Devamlı yazılmıyor olması biraz puan kaybettirdi ama toplantı sonrasında edindiğim intiba eksiklerini telafi edecekleri yönündeydi.

İSU Yönetim Kurulu Üyesi Dr. Halil İbrahim Kahraman da toplantıya ilerleyen aşamalarında dahil oldu. Cuma akşamı yapacağımız konferans sağlıkla ilgili olunca, Dr. İbrahim Bey bize bazı ön bilgiler verdi.

Yazarlarımıza teşekkür plaketlerini MHP Milletvekili Aday Adayı Aygutşat Selçuk’a E. Bahçecik Belediye Başkanı İbrahim Gencer, Dr. M. Şefik Postalcıoğlu’na Ziraat Mühendisi Hasan Uzunhasanoğlu, Makina Mühendisi Çetin Mut’a İSU Yönetim Kurulu üyesi Dr. Halil İbrahim Kahraman, Gübretaş İnsan Kaynakları Şefi Gökalp İlhan’a Makina Mühendisi Nuri Ertan İrfanoğlu takdim ettiler.

Toplantı sonrasında Şefik Abiden Afyon hakkında da biraz bilgi aldım. Zira ertesi sabah tatil ve ziyaret amacıyla Afyon’a doğru yola çıkacaktım. Hem Afyon hem de yolculuk hakkında tavsiyelerde bulundu.

Afyon, Konya’dan sonra ikinci sıradaki mevlevi merkezi durumundaymış. Hatta Şefik Abinin anne tarafı mevlevi imiş. Ziyaretinde bulunup hayır duasını almakla iyi yapmışız.

Bir ev toplantısı da böyle geçti. Yazarlarımızla bir araya gelip yüz yüze görüşmek, onların deneyimlerini dinlemek, yazdıkları yazılar hakkında gelen geribildirimleri birlikte değerlendirmek çok keyifli olmakla birlikte kanaatimce çok faydalı da oluyor.

Günde ortalama 500 kişi tarafından zyaret edilip 850 sayfa görüntülemesi yapılan www.kocaeliaydinlarocagi.org.tr sitemizde artık şirketinizin, girişiminizin reklâmını yayınlayabilme imkanına sahip olduğunuzu biliyor muydunuz?

Rahmetli Kabaklı Hoca’nın Bir Sorusu Üzerine

Edebiyatçı, yazar ve fikir adamı kıymetli büyüğümüz Ahmet Kabaklı Hocamız vefat edeli 10 yıl oluyor. 1924 Harput doğumlu olan Kabaklı Hoca, uzun yıllar Tercüman Gazetesi’nde “Gün Işığında” adlı köşesinde makaleler yayımlamıştı. 1961 yılında başlayan Tercüman köşe yazarlığı uzun yıllar sürdü. O zamanki Tercüman son yıllarda yayın hayatına son veren Tercüman’dan çok farklıydı. Bizim neslimiz Kabaklı Hoca ve onun aynı gazetede köşe yazarı arkadaşı olan Ergun Göze’nin yazılarıyla büyüdü. Her iki değerli büyüğümüzü saygı ve rahmetle anarız.

Elazığ’da Harput Aydınlar Ocağımızın ev sahipliğinde düzenlediği Aydınlar Ocakları’nın 33. Şura’sında gerek rahmetli Kabaklı Hoca, gerek rahmetli Ergun Göze rahmetle anılmışlardır. Kabaklı Hoca 1978 yılında Türk Edebiyatı Vakfı’nı kurmuştu. Kendisi Aydınlar Ocağı İlim İstişare Kurulu Başkanlığını da yürütmüştü. Hoca’ya Aydınlar Ocağı tarafından Atatürk Kültür Merkezi’nde yapılan bir törenle “Şeyh-ül Muharririn” ünvanı verilmişti. Bu husus çoğu kere gözden uzak tutulur. Rahmetli Kabaklı yazan, eser veren ve çalışan herkesi teşvik ederdi. Bir İlim İstişare Kurulu toplantısında bizlere bir soru yöneltmişti: “Türk Dünyası’ndan ve diğer bölgelerden bize heyecanla yaklaşanlar, daha sonra neden bizden uzaklaşır?” Bu soruyu hep düşünmemizi istemişti.

Rahmetli Kabaklı için Türk Edebiyatı Vakfı’nın düzenlediği vefa ve anma toplantıları yapıldı. Davetiyeyi alınca ister istemez toplantıda oturum başkanlığı ve konuşma yapacak olanlara gözüm takılıverdi. Maalesef, Hocanın fikir çizgisiyle bugün hiç uyuşmayan bir hanımın oturum başkanı yapıldığını hayretle gördüm ve doğrusu üzüldüm. Bu konuda fazla bir yorum da yapmak istemiyorum.   

2007 yılı UNESCO tarafından Mevlâna Yılı olarak kabul edilmişti.  Bu vesileyle Mevlâna ile hümanizm arasında ilişki kurularak Mevlâna’yı sözde tanıtıcı faaliyetler yapıldı. Bu faaliyetlerde Mevlâna’yı hümanist diye takdim edenler olmuştu. Bir yabancının Mevlâna’da hümanizmi araması yadırganacak bir şey değildir; ama Müslüman bir Türk aydınının Mevlâna’da hümanizm araması önemli bir çelişkidir.

Rahmetli Ahmet Kabaklı da bu noktaya eğilmiş ve Mevlâna’nın hümanizme ihtiyacı olmadığını bir yazısında belirtmişti. (Tercüman, 31 Aralık 1982) Böyle bir yaklaşım, Mevlâna’ya dindışılık yükler ki; bu da İslâm’la ters düşer. Çünkü; Batı’daki hümanizm Ortaçağ karanlığına ve kiliseye karşı insan aklını, insanı ve dindışılığı öne çıkaran bir akımdır. Mevlâna’nın da nasiplendiği İslâm ise, insan sevgisine dayanır, bütün müminleri kardeş sayar,  İslâm dininden olmayanlara da iyi muamele edilmesini ister. Doğuştan elde edilen statüyü değil; takvayı esas alır. Bu konu bugün de tartışılabilmektedir.

Rahmetli Kabaklı’nın Aydınlar Ocağı İlim İstişare Kurulu Toplantısı’nda bize yönelttiği sorunun cevabını günümüzde yaşanan bir olayda bulabiliriz. Bize yaklaşanlar ve ümit olarak görenler yaşadığımız çelişkileri gördükçe hayretlerini gizleyemiyorlar. Türk Dünyası ve Türk Toplulukları Genel Müdürlüğü kurduk. Ülkeyi yönetenler ne gariptir ki; bir taraftan Türk kimliğini tartışmaya açar ve dışlayıp anayasalardan çıkarmayı düşünürken, diğer taraftan bir genel müdürlük kurma ihtiyacını duymuşlardır.  

1 Nisan 2011 tarihinde Kosova’da nüfus sayımı yapılacaktır. Bu sayımda Türk nüfus üzerinde yoğun bir baskı olduğu ve bir kimlik zorlamasının bulunduğu bilinmektedir. Türklerin çeşitli gerekçelerle Arnavut nüfus içinde gösterilme çabaları vardır. Bütün bunlara rağmen; Türk Dünyası ve dış Türklerle ilgili Bursalı Bakan, bir toplantıda Arnavut giysileri içinde poz verme ihtiyacını duyar. Bu çelişki yüzlerce çelişkiden sadece birisidir. Ama, düşündürücüdür. İşte, bu gibi yanlışlar ve çelişkiler bize dışarıdan bakışı değiştirmekte, Türkiye’yi ümit olmaktan çıkarmaktadır.   

Aziz Valentin’li Mevlid Kandili Kutlaması

Prof. Dr. Mehmet Aydın siyasetçi kimliğinden önce, saygın bir ilahiyatçı bilim adamıdır. 19 Ekim 1996 da, (9 Eylül Ü. İlahiyat Fak. Dekanı olarak) Kocaeli Aydınlar Ocağı‘nın davetiyle yaptığı (benim de ‘moderatör’ olarak yönettiğim) Kocaeli’deki konferansında bir hatırasını anlatmıştı. Aklımda kaldığı kadar aktarmaya çalışacağım.

“Hali vakti yerinde, oldukça mütedeyyin, bir Hacı arkadaşım var. Bu arkadaşın oğlu O’nun istediği tarz bir hayat yaşamıyor, eğlence ve alkole düşkün biri. Arkadaşım Hacı Bey, oğlunun içki içmesinden ve yaşadığı hayatından o kadar kızgındır ki, devamlı eşine dostuna oğlundan şikâyetlerini aktarıyor, hakkını helal etmediğini anlatıyor.”

“Arkadaşımın bu oğlu, bir gün körkütük sarhoş bir halde eve dönerken sık sık yere düşüyormuş. Çünkü yol çevresindeki arsadan bir metre civarında yüksek. Yol ile arsayı birleştiren şarampol tabir edilen meyilli bir kısım vardır. Sarhoş genç, düz yoldan gitmiyor, zaten dengesi bozuk olduğu halde bu meyilli kısımda yürümeye çalıştığı için düşüyormuş.”

Sarhoş genci düştüğü yerden kaldıran çevredeki esnaf niye düz yoldan gitmediğini sorar. Genç adam yolun kenarında bulunan caminin minaresinin yola düşen gölgesini göstererek, öyle bir cevap verir ki herkes şaşırır kalır:  “Bu sarhoş halimle minarenin gölgesine basamam.

Prof. Dr. Mehmet Aydın, bu hikâyeyi duyduktan sonra arkadaşına şu sözleri söylediğini ifade etmişti: “Ey Hacı, eğer bu oğlun hakkında bir daha kötü söz söylersen seninle arkadaşlık etmem, ben sana hakkımı helal etmem.”

Genç adam dinen yasak olan bir fiili yaptığını bilmektedir. Yaşadığı hayat tarzına rağmen, dinin sembolü olarak gördüğü minarenin gölgesine sarhoş olarak basmaktan alıkoyan bir iman pırıltısı göstermektedir. Bu gence karşı, İlahiyatçı Profesörün saygısı da aynı derece ilginç ve önemli olsa gerektir.

*******

Sevgililer Günü, son senelerde gittikçe geniş kesimlerin kutladığı özel günler arasına girdi. Bir yandan işin ticari yönünü değerlendirmek isteyen ticari firmaların ve de medyanın katkıları, diğer taraftan insanların sevgilerini ifade vesilesi sayması bu günü hayatımızın bir parçası haline getirmekte. Bu günü kutlamayanlarımız bile mağaza ve TV reklamlarının etkisiyle olaya bigâne kalamamakta.

Roma Katolik Kilisesi’nin inanışına dayanan sevgililer günü, Valentine ismindeki bir din adamının adına ilan edilen bir bayram günü olarak ortaya çıkmıştır. Bu sebeple bazı toplumlarda “Aziz Valentin Günü” (İngilizce: St. Valentine’s Day) olarak bilinir.”

Birçok Müslüman ülkede bu günün kutlanması yasaklanmış, bir Hıristiyan âdetinin benimsenmesi eleştirilmiştir. Türkiye’de ise yazar Hıncal Uluç’un “Sevgililer Günü” olarak kutlanmasına öncülük ettiği bu günün benimsetilmesinde çok fazla zorluk çekilmedi. Önce “sosyetik” zümrede benimsenen bu adet, varoşlara kadar yayıldı.

Bu sene, Sevgililer Günü olarak kutlanan 14 Şubat günü, aynı zamanda İslam Peygamberi Hazreti Muhammed’in (SAV) doğum günü olarak kutladığımız Mevlid Kandili.

TV programlarında verilen mesajlara göre, Sevgililer Gününde sevgilisine hediye almak, baş başa bir yemek yemek ve birlikte şarap veya diğer alkollü içkilerden içmek bu günün kutlamasının raconu imiş. Şimdi hem bu racona uygun kutlama yapmak isteyen, ama Mevlid Kandilinde içki içmeyi saygısızlık olarak gören insanlarımız Sevgililer Günü kutlamasını bir gün önceye aldılar.

İşte bu davranışları sergileyen kesim benim çok dikkatimi çekiyor.

******

Gayrimüslim vatandaşlarımızı bir tarafa bırakırsak, Müslüman kimlikli Türk insanını dört grupta değerlendirmemiz mümkün.

  • a- Dindar ve İslam’ın emir ve yasaklarına uyarak yaşamaya çalışanlar.
  • b- Dinin gereklerine göre yaşamayan, pek ibadet etmeyen, içki içen ama temelde dini inancı olan, din kurallarına ve dinin gereklerini yaşayanlara saygı duyan, bazen Cuma ve cenaze namazları kılan, dini bayramları ve kandilleri de, yılbaşı ve sevgililer gününü de kutlayanlar.
  • c- Dini inancı zayıf veya hiç olmayan, ancak “inancını yaşama hakkı” kapsamında dini hayatı yaşayanlara da, dinsizlere de saygı gösterenler.
  • d- Dini inancı zayıf veya hiç olmayan ve dini hayatı yaşayanlara da saygı ve sevgi duymayanlar.

İlk grupta olan dindar kesimle, b ve c grubunda yer alan zümrelerin bir sevgi saygı bağı içerisinde olması çok kolaydır. Türk toplumunun huzuru, birlik ve dirliği için bu zümreler arası duygudaşlığın (empatinin) çok önemli olduğunu düşünüyorum.

Sayıları çok az olan d grubu ile diğer grupların da en azından “din ve inanç özgürlüğüne saygı” kapsamında, birlikte yaşama yollarını bulması gerekmekte.

******

  • Yine O’nun ayetlerindendir ki, sizin için nefislerinizden kendilerine ısınırsınız diye eşler yaratmış, aranıza bir sevgi ve merhamet koymuştur. Şüphesiz ki bunda düşünecek bir kavim için nice ibretler vardır. (Kur’an-ı Kerim 30:21)
  • Hediye sevgi sembolüdür. Sevgili Peygamberimiz de bazen, aile bireylerine hediye vererek onları sevindirirdi. Hediyeleşme konusunda da ümmetini teşvik ederdi. O, aile içerisinde en büyük hediyenin sevgi olduğunu belirtmiştir.”
  • Eşlerinize karşı makul ve meşru davranın. Onlara evlilik bağı içinde maddi veya manevi zarar vermekten uzak durunuz.” (Hadis-i Şerif)
  • “Kişi, eşinin ellerini avucuna alıp yüzüne bakar, eşi de ellerini tutarsa, o esnada birbiriyle bakışmaları Allah’ın her ikisine rahmet nazarıyla bakmasına vesile olur. Onların parmaklarının arasından günahları dökülür.” (Hadis-i Şerif)

Mevlid Kandiliniz mübarek olsun.

Almanya’ya Göçün 50.Yılı

Türk milleti, ruhundaki bilinmez nedenlerden dolayı göç etmeye devam ediyor. Bu göçlerin en önemlilerinden biri son yüzyılda çalışmak üzere Almanya’ya gönderdiğimiz insanlarımızdır. 2011 yılı bu insanların yaptığı göçün ellinci yılıdır.

Ne yazık k;i her zaman olduğu gibi merkez coğrafyadan etrafa dağılan diğer Türklere gösteremediğimiz ilgi gibi bu kardeşlerimize de gereken ilgiyi gösteremedik. Türkleri yalnız bırakma anlayışımız Almanya’ya gönderdiklerimiz içinde aynen zuhur etti.

Bu sebeple üçüncü ve dördüncü nesiller için “Türkalman” tabiri kullanılıyor. Her halde beşinci ve altıncı nesillerde “Almanya’da Türk’ü arada bulasın” olacak.

Tarihin her döneminde gösterdiğimiz “ihanet yönlendirmeli gafleti” Almanya’nın insafına terk ettiğimiz Türklere de gösteriyoruz.

Almanya’da bazı Türkler, Almanya’nın en güzel ve en etkili 50 kadınından biri olarak gösterilen Nazan Eckes örneğinde olduğu gibi uyum sağlama adına isim, soy isim değişikliğine gidiyor. Ve Türklerin yaşadığı bir çok ülkede olduğu gibi Türkçe ile yaşamayı terk ediyor. Ben bunu Amerika’da yaşayan Türklerde görmüştüm. Coşkun çok milliyetçi bir adamdı ama kartvizitinde adını Jush yapıvermişti.

Yine Nazan Eckes devam ediyor “hiç Türk sevgilim olmadı” diye.

Bu söz bana Rodos’un Türklerden arındırılmasında düştüğümüz durumu hatırlattı. Rodos’ta Müslüman Türk kadınları, adadaki İtalyan ve Rumlarla fingirdeşip evlilik yaparken, buna karşılık Ortodoks  din adamları rum kızlarının Türklerle ve İtalyanlarla bırakın evlilik yapmasını, arkadaş bile olmalarını yasaklıyor ve kiliseden aforoz etmekle tehdit ediyordu. Sonuç; Rodos’ta müslüman Türk varlığı  120 binden 3000 kişiye geriledi. Kalanları da Allah’a emanet etmiş durumdayız. Böyle giderse Almanya’daki üç milyon Türk’ün varlığı ne olur, gerisini siz düşünün.

Oysa ki Almanyalı Türkler; halen kendi geldikleri veya anne ve babalarının ya da nine ve dedelerinin geldiği anayurtlarındaki gelişmeleri büyük bir ilgiyle izliyor. Henüz bağ kopmuş değil. Ama bu bağ kopsun diye Alman devletinin büyük bir gayreti ve Türk hükümetlerinin de bu çorbaya attığı tuz var.

Anlaşılan o ki; Türkler, bundan böyle Almanya’da yaşayacaklar. Ancak Türk olduklarını unutmadan ve hiçbir baskı görmeden, din ve kültürlerini muhafaza ederek yaşamalılar. Böyle bir yaşam tarzı kabul edilenlerin aksine hıristiyan Alman toplumuna zenginlik katacaktır.

Türklerin, Almanya’ya uyumu bu ölçüler gözetilerek sağlanmalıdır. Almanya’daki Türk varlığının idamesi dünya coğrafyasının üzerine yayılmış olan Türk milleti ve Türkiye Cumhuriyeti için büyük önemler taşır.

Türkiye’ye bu konuda düşen en önemli görevlerden biri günümüze kadar “gurbetçi, Almancı, döviz kapısı” olarak gördüğü ve henüz Türklüğünle gurur duyarak yaşayan bu  insanlarına sahip çıkmaktır. Almanya’da bu gün her konuda yetişmiş, eğitimli, müteşebbis ve aydın özellikli milyonlarca Türk vardır. Kalbimiz bu Türklerin Almanya’ya göçünün 50. Yılında onlarla birlikte atıyor.

Ontoloji ve Bilişim Üzerine 1

İnsanın, İnsanlığın, ülkelerin zamanla, yıllarla, sayılarla ifade ettikleri dönüm noktaları vardır. Birinci yılım, 10. Yıl 50.yıl, 100 yazım. Benimde KAO yazacağım 100. Yazı. Nasıl bir yazı yazsam diye düşünürken “Soyut Düşünce” konusunda yazdığım yazı aklıma geldi o yazı dizisini tamamlayamadım. Onu da tamamlayacak Ontoloji üzerine bir yazı yazıyım dedim. Soyut düşünme, Analitik düşünme, olaylara Ontolojik olarak yaklaşma konusunda, toplum olarak çok başarılı olduğumuz söylenemez.

Bu tip düşünme tarzları bize ne kazandırır. Hayatı daha iyi okumayı, bilim yapma yeteneğimizin artması ve diğer bir çok yetimizin artmasında çok yardımcı olacaktır.

Antik Yunan, Orta cağ, doğu, batı, İslami düşünce sistemlerine bakıldığında bilgilenme ve algılama biçimlerinin felsefi değerlendirmelerin çok yüksek olduğunu görüyoruz. Bugünün düşünürleri de referans olarak o döneme ait eserlere atıf yapmaktalar. Bende bazen çok eski dönmelere ait kitapları okurken kullandıkları cümle kalıpları, düşüncelerin açıklayış şekillerine, hayretle ve hayranlıkla bakmışımdır.

Ancak bilgi üstü bir çağda teknolojik imkanların artması haberleşme ve ulaşım hızlarındaki baş döndürücü hız ile birlikte bilgilenme ve algılama biçimlerinin zaman ve mekanla olan ontolojik ve epistemolojik ilişkinin yönünün nereye gittiği ne gibi değişikliklere uğrayacağının araştırılması gerekiyor. Ayrıca bu değişimin sonuçları hakkında doğru değerlendirmeler yapmak gerekir.

Antik yunan düşünce sistemi Aristocu yaklaşımı kabul eder. Bu da kozmolojik bütünlük içinde metafizik yaklaşıma dayanır. Varlık ve oluş soruları teolojik bir algılama ile sunulur. Değişim günümüze göre ağır ağır olurken bu çağın hiç öyle olmadığı gözlenmektedir. Mekan ve zaman kavramları iç içe geçmiş ve farklılaşmıştır. Mekan artık izafi duruma geçmiştir. Zamanı da farklı ve çoklu işlerle uğraşabilmektedir.

Klasik ontolojik yaklaşımla şimdiki ontolojik yaklaşımlar arasında ciddi farklar olduğu gibi gelecekte de ciddi farklar olacağını görmekteyim. Geriye gidip değişimleri gözleyebiliyor ve bazı çıkarımlar çıkarabiliyoruz. Ancak gelecek ile ilgili değişim çok hızlı olacağa benzer ve aralarında ciddi geçirgenlikler olup geriye bakıldığında belki değişim noktaları bile zor ayırt edilecektir.

Televizyon, elektronik medya, sosyal paylaşım siteleri ile birlikte özel ve toplumsal alan birbirine karışmıştır. Toplum mekan-zaman madde bağlantısını kurmakta zorlanmaktadır. Çevre ile merkez ortadan kalkmıştır. Siz oturduğunuz yerden yeni çevreler edinmekte ve ilişki biçimlerinin çeşitliliği arttıkça da farklı yeni çevreler edinmektesiniz. Çevre ile merkez arasında bu şekilde ayrım kalmamaktadır. Dolayısı ile klasik ontoloji, varlığın bulunduğu çevre olarak ifade ettiği mekan anlayışı yıkılmış gözükmektedir.

Bakıldığında dijital devrimle birlikte sesli ve görüntülü haberleşmenin yaygınlaşması neticesinde aynı anda bir çok yerde olabilme/görünebilme mümkün olmaktadır. Artık beden mesafe kat etmeden aynı anda iki veya daha fazla mekanda görünme ve sesli iletişim kurma becerisine sahip. Cep telefonları, medya araçları, video konferans, sosyal siteler sayesinde bazen de kalabalık bir gurupla iletişime geçmek mümkün olmaktadır.

Bütün bu baş döndürücü gelişmeler aslına baktığınızda birçok alışkanlıklarımızı, iş yapış şekillerimizi ve birçok konuda geçmişten gelen algılarımızda özellikle mekan, çevre, zaman, mahremiyet, diğer bir çok konuda değişikliğe sebep olacak. Aynı zamanda belirsizlik ve farklılaşma ile karşı karşıya kalacağız. Dolayısı ile klasik ontoloji yaklaşımın yerine yeni bir ontolojik yaklaşımla hayatın her yönüne bakmamız gerekmektedir.

Hayat yepyeni anlayış, görüş, iş yapış, haberleşme, paylaşım, aile ilişkileri, öğrenme, akraba ilişkileri, yaşamsal ritüeller, sosyal ritüeller, inanca dayalı ritüellerde ciddi değişimlere uğrayacak küresel ve teknolojik yaklaşımla birlikte değişim hızlı ve kaçınılmaz olacaktır. Sizce Bu değişimde bizler yerli ritüeller geliştirebilecek miyiz? Yoksa Küresel yapı bizi içine mi alacak?

 

Belalılar Koğuşu

0

Gardiyan, demir parmaklıklı kapıyı açtı. Kerim’i sırtından hızla içeriye doğru itti:

“Geç bakalım, bu koğuşta kalacaksın!”

İlk hissettiği, rutubet kokusu oldu. Birkaç adım attıktan sonra:

“Selamün aleyküm.” deyince, yarım yamalak “Ve aleyküm selam.” diye karşılık verdiler.

Atıldığı yer, dar, uzun ve loştu. Kapıdan girince, solda üçlü ranzalar vardı. Duvarın tavana bitiştiği yerde ise, ufak bir pencere görünüyordu. Duvarlar isten kararmıştı. Saçı sakalı birbirine karışmış mahkumların kimi yatıyor, kimi oturmuş,  sigara içiyordu. Kerim, nasıl bir yere atıldığını düşünürken, ranzalardan:

“Bir kurban daha!”

“İcabına bakarız!” gibi çirkin laflar atıldı.

Sonra buz gibi gözler üstünde gezindi. Garip bir ürküntü duydu. İçinden “Ya sabır!” dedi. Ranzasına doğru yürüdü. Beş altı adım yaklaşmıştı ki, şırakkk diye bir bıçak; önündeki bozuk betona saplanma mücadelesi verdi. Birkaç saniye titredikten sonra, devrildi. İrkilerek durdu. Başını kaldırdı. Alttan üçüncü ranzada bağdaş kurmuş, mahkumla göz göze geldi. Ceketi omuzunda, elleri dizlerinde, öylece bakıyordu. İri gövdeli, çil yüzlüydü. Nefret dolu bakışları, Kerim’i yiyecek gibiydi. Ranzadan atladığı gibi, önünde dikiliverdi. Eğilerek bıçağı aldı. Kerim’in göğsüne doğrultarak:

“Dur bakalım ahbap!”

Beklemediği bu engelleme, şaşırttı Kerim’i:

“Ranzama.” dedi yavaşça.

Bıçaklı mahkumun tepesi atmıştı bir defa:

“Ne sandın burayı, sahipsiz mi? Deli Bekir’den izin almak yok mu? Bu koğuştan ben sorumluyum ben! Anladın mı?”

“…………………”

“İznim olmadan, kimse gıkını çıkaramaz! Yakarım alimallah, hadi bas git! Üç gün cezalısın! Betonda yat da, aklın başına gelsin!”

İçinden bir “Lahavle” çekti. Anlaşılan ranzaya gitmeye izin yoktu. Çaresiz geri döndü. Kapının sağ tarafını mekan tuttu. Ceketini yere serip uzandı. Zaten ayakta duracak mecali kalmamıştı. Başı sağ eli üstünde, derin bir uykuya daldı. Atılan alaylı kahkahalar;  kulaklarında hala yankılanıp duruyordu.

Üç gün boyunca, kimse onunla konuşmadı! Kimse yüzüne bakmadı! Gündüz uzaktan uzağa, soğuk bir şekilde seyrettiler. Gece olunca da, sarıldılar battaniyelerine, sırtlarını dönüp ona, horul horul uyudular.

Üçüncü günün yatsı sonrasıydı. Yine namazını kılmış, sırtını duvara dayamış, kendi halinde oturuyordu. Gözünün önüne mahkemedeki duruşma geldi. Elini şakağına götürerek, neyle suçlandığını düşündü:

“Cebimde bir çakı bile taşımayan ben, devleti yıkma çabası içindeymişim!”

Acı bir gülümsemeyle söylediklerini hatırladı:

“Muhterem Hakim bey!” demişti; şehadet parmağını kaldırarak: “Bir tek gayem vardır. O da mezara yaklaştığım son anlarımda; İslam memleketi olan bu vatanda, gençlere iman şuuru vermek. Çünkü, milletimizin düşmanları çok. Bir ülkeyi işgal etmenin yolu ise, gençlerin kafalarını fetihten geçer. Zira kafaları fethedilen insanların ülkesini ele geçirmek gayet kolaydır. Bunun içindir ki, istila devletleri sömürge yapacakları kıt’alara ordularından evvel, kültürlerini gönderiyorlar. Örf, adet ve imanlarından mahrum edilmiş gençlerin, yabancı

ideolojilere daha kolay ve çabuk kapılacakları malumunuzdur. Kardeş kavgası ise, düşmana en iyi fırsattır. Ben gençlerimizin vatansever ve devletine bağlı, imanlı birer genç olarak yetişmelerini istiyorum. Beni serbest bırakın. Onların ıslahına, memleketimin insanına iman hizmetinde bulunayım.” demiş ve şöyle devam etmişti:

“Kaldı ki, devlet; kalbe bakmaz, ele bakar. Benim ne düşündüğümün değil, asıl ne yaptığımın, devleti ilgilendirmesi gerekir. Sayın Hakim bey, vatan millet aleyhine bir suçum olmadığı malum. Sadece yapabilir edebilir diye itham edilmeme gelince, bu takdirde herkesi hapse koymak lazım.” der demez Hakim, kaşlarını çatarak:

“Sen! Ne demek istiyorsun?” diye çıkışınca, sükunetle şu cevabı vermişti:

“Çünkü herkes katil olabilir. Herkes yangın çıkarabilir. Yani yapabilir edebilir diye suçlamak doğruysa, herkesi hapsetmek gerekmez mi? Kabul edersiniz ki, herkesin katil olma ihtimali var, ama katletmedikçe kimse hapse atılmıyor.”

Bu savunmasına rağmen, on beş ay hüküm giymişti. Artık düşünmek istemiyordu. Boş gözlerle tavana bakıyor, bir an zihnini boş tutmak istiyordu. Fakat nafile, elinde değildi ki, yine günler öncesinde buldu kendini. O akşam namazından sonra, her zaman okudukları tefsir kitabı için, apar topar karakola götürüldükleri, sorguya çekildikleri, sonunda arkadaşlarının bırakılıp, kendisinin mahkemeye çıkarıldığı, bir bir gözünün önünden geçti. O yüzden burada olduğunu düşündü.

Dördüncü günü, yine sabah namazını kılmış, duasını yapmış; seccade olarak kullandığı ceketinin üzerinde sağ yanı üzerine uzanmış, sağ elini şakağı altına koymuş. Biraz kestirmek istemişti. Bir süre sonra, kuşluk vakti uykusundan uyanınca şaşırdı! Çünkü ayak ucunda biri dikiliyordu! Bu, Deli Bekir’den başkası değildi! Yanına çömeldi:

“Günaydın arkadaş, nasılsın?” dedi sırıtarak.

“Çok şükür iyiyim.”

Deli Bekir, argo bir ifadeyle:

“Ne iyisi beee, belin bıkının uyuşmadı mı? ” demesiyle, ranzalardan bir kahkaha tufanı koptu:

“İyiymiş!”

“Düpedüz alay ediyor bizimle!”

Kerim, bu şamataya aldırmadan:

“O’ndan gelene razıyım. Lutfu da hoştur O’nun, kahrı da.”

Deli Bekir sertleşerek:

“Kimden bahsediyorsun?”

Kerim gayet sakin, sağ elini kaldırarak:

“Seni beni herkesi ve her şeyi yaratan Yüce Allah’tan.”

“Bak birader, ben, koğuşun en belalısıyım. Yani onların reisleriyim. İznim olmadan kimse istediğini yapamaz burada!”

“……………………..”

Eğildi, çenesini tutarak:

“Ben adamın dişlerini söker, kaburgalarını birbirine geçiririm!”

Genç mahkum, sükunetini yine muhafaza etti.

“Diyeceğim o ki, ya benim suyumda gidersin veya leşin çıkar buradan!”

“……………………..”

“Gördüğün gibi, gardiyanlar buraya giremezler! Çünkü, sağ çıkamayacaklarını bilirler! Anlıyorsun değil mi?”

“Evet.”

“Yemekleri bile, kapıdaki, ufacık delikten uzatıyorlar. (Dizini dürterek ) dinliyorsun değil mi?”

“Evet.”

 “Başta ben, ömür boyu hapisiz! Belalılar Koğuşu derler buraya. Onlar da en az benim kadar belalıdırlar! Ha sinek öldürmüşüz ha insan, hiç fark etmez! Bunun için kodesi boyladık ya! (Ranzadakilere dönerek) öyle değil mi arkadaşlar?”

Başlarını sallayarak:

“Evet.”

“Tabii.” Gibi tasdik sesleri yükseldi.

Durdu, nefeslendi biraz.. Sonra:

“Şimdi iyi dinle!”

Kerim, bayağı meraklandı. Biraz daha doğruldu. Duvara iyice yaslandı. Deli Bekir de

bağdaş kurup oturdu betona ve karşılıklı konuşmasına şöyle devam etti:

“Üç gündür dikiz ediyoruz seni! Hiçbir vakti kaçırmıyor, namazını kılıyorsun. Belli ki hocasın.”

“Evet.”

“Bir sorum var.”

“Sor bakalım.”

Deli Bekir, beklenmeyen bir ciddiyetle sürdürdü konuşmasını. Ranzadakiler de gelip halka oldular çevresinde. Eliyle kendini göstererek, hüzünlü bir sesle:

“Dünyam batmış batacağı kadar, fakat düşünmeden edemiyorum. Zihnimi kurcalayan bir soru var. Kulaklarımda çınlıyor hep!. Aklım rahat bırakmıyor ki, hayattan lezzet alayım. Daima ölümü düşündürüyor. Sürekli, ölüm sonrasını hatırlatıyor ve getirip önüme dikiyor. Ölümden sonra ya ebedi Cennet veya ebedi Cehennem varmış. Ölüm yeni bir hayatın başlangıcıymış. Oysa ben, birkaç kişinin katiliyim. Çoklarını da yaraladım derken, bir çocuk safiyetini aldı. Şimdi soruyorum. Benim için en ufak bir kurtuluş ümidi var mı? Yoksa hiç çıkmamak üzere mi gireceğim Cehenneme?”

Kerim, tatlı tatlı gülümsedi. Sağ elini onun sol dizine koyarak:

“Ey hapis musibetimde, benim yeni kardeşim dedi. Mademki Allah var. Elbette idam, yokluk ve hiçlik, inanan insanın dünyasında yoktur. Ancak inanmayan insanın dünyası yokluk, hiçlik ve ayrılıklarla doludur. Bu sualin bile, sende inancın var olduğunu gösteriyor.”

Mahkumlar da çıt çıkarmadan dinliyorlardı. Deli Bekir’in ise, bu sözler üzerine yüzü aydınlanmaya başlıyor, asık çehresi gittikçe mütebessim bir hal alıyordu. Kerim konuşmasına devam etti:

“Kimin için Allah var. Onun için her şey vardır. Kimin için Allah yoksa, onun için hiçbir şey yoktur. Bak kardeşim, tam bir içtenlikle pişman olur, eski haline dönmemek üzere tövbe eder; farzları yerine getirir, büyük günahlardan kaçınırsan; Allah seni affedebilir. Tabii dediğim gibi, farz ibadetleri yapmak şartiyle. İşte o zaman Cennetine koyabilir.”

Deli Bekir’in gözleri heyecandan fal taşı gibi açılarak:

“Koyabilir mi dedin?”

Gülümsedi Kerim hoca:

“Elbette koyabilir. Söyle bakalım, denizden bir kova su alsan eksilir mi?”

“Hayır.”

“Bir kova su katsan taşar mı? “

“Hayır.”

“Aynen bunun gibi, Allah’ın seni affetmesi rahmetini azaltmaz..”

Hala, kulaklarına inanamıyordu:

“Yani ümit var diyorsun ha?”

Güven verici bir sesle:

“Evet kardeşim.”

Sevinçle Kerim’in elini kaptığı gibi öpmeğe başladı. Arada bir alnına götürdü durdu.

Kerim:

“Dur yapma!” diyerek, güç bela elini kurtarabildi. Diğer mahkumlar da şaştılar bu işe. Biri:

“Geçmiş olsun hocam.” deyince, bu defa şaşıran Kerim hoca oldu.

Deli Bekir, bu “Geçmiş olsun.” Sözünü açıklamak zorunda kaldı:

“Arkadaş haklı hocam, hayatın, vereceğin cevaba bağlıydı! Beklemediğim bir cevap

alsaydım, işin bitikti! (Kerim’in hayreti, dinledikçe artıyordu.) Senden önce kime sordumsa, ‘senin için ümit yok!’ dediler. ‘Hiç mi kurtuluş çarem yok?’ dedim. ‘Hiç!’ dediler. ‘Öyleyse,  alın bakalım’ dedim ve giriştim. Yer misin, yemez misin? Hepsini komalık ettim! Bazılarını elimden zor aldılar. Nasılsa kaybedecek bir şeyim yoktu! Hapisse zaten hapistik! İdamsa, zaten sonumuz ölüm değil mi? Diye geçiriyordum içimden. Şimdi anladın mı verdiğin cevabın önemini? Sana da hayat hakkı tanımayacaktım! Seni de diğerlerinden farksız sandım! O yüzden üç gün, yüzüne baktırmadım! Kimseyi seninle konuşturmadım! Sonra, adet yerini bulsun diye sana da sordum. İyi ki sormuşum. “

Tekrar ellerine sarıldı:

“Affet bizi hocam, hakkında yanıldık. Sana zulmettik!”dedi ve aniden kalktı yerinden. Mahkumlara döndü. Eliyle yarım bir daire çizerek gürler gibi bir sesle:

“Heytttt bre mahpuslar!”

Herkes, reisin sağı solu belli olmaz diyerek, ranzalarına doğru gerilediler. Ve tam bir dikkat kesildiler.

“İndirin bütün yatakları! Yığın duvarın dibine üst üste!”

Bön bön birbirlerine bakan mahkumlar, denileni hemen yaptılar.

“Üç gece, Kerim hoca yatakların üstünde, bizler ise, betonda yatacağız!”

Kerim hoca tam ağzını açacaktı ki, bir şey demesine fırsat vermeden Deli Bekir; bu sefer koğuşun en uzak köşesini işaret ederek:

“Çabuk musluğun önüne bir battaniye gerin!”

Sebebini bilmedikleri emri anında yerine getirdiler. Bu şaşkınlığı henüz üzerlerinden atmamışlardı ki, üçüncü bir emirle sarsıldılar:

“Çabuk sıra olun bakalım!”

Son bir emir, koğuşta yankılandı:

“Herkes boy abdesti alacak!”

Beşinci günü, ikindi vaktiydi. Koğuştan yükselen sesler, herkesi telaşlandırdı. Bütün güvenlik personeli: “İsyan var! İsyan!” diyerek alarm zillerini çaldılar! Askerler, eller tetikte, süngüler takılı, yine isyan ettiklerinden emin oldukları Belalılar Koğuşu’na doğru koşuştular! Kapıya geldiklerinde, bir de ne görsünler! Kerim hoca önde, bütün mahkumlar arkasında saf tutarak namazlarını kılmışlar, dualarını yapmışlar, büyük ve içten gelen bir coşkuyla:

“Ya cemilü Ya Allah! Ya Kerimü Ya Allah!” diyerek, namaz tesbihatını  hep birlikte ifa etmiyorlar mı?

 

 

 

Prof. Dr. Ali Osman Özcan Röportajının İkinci Bölümünde Huzur Arayanlara Hoşgörü ve Sevgi Tavsiye Ediyor

Oğuz Çetinoğlu: Ahlâk, dinin koyduğu kuralların bir bölümüdür. Diğer taraftan ‘etik’ kelimesi, ahlak kavramının derinliğini ve enginliğini ihtiva etmekten çok uzaktır.
Ahlak kelimesinin yerine ‘etik’ kelimesini dayatanlar, din kavramından soyutlanmış bir ahlak anlayışını mı yerleştirmeye çalışıyorlar? Böyle bir ahlak anlayışı topluma, muhtaç olduğu güven ve huzur ortamını sağlamakta yeterli olabilir mi?

Prof. Dr. Ali Osman Özcan: Muhterem Oğuz Bey, dünyanın en büyük ahlakçıları arasında, Türk ahlakçıları en başta gelirler. Lakin Mehmet Ali Aynî Bey’in ‘Türk Ahlakçıları’ adlı kitabını bilen ve okuyan kaç kişi sayabilirsiniz? Oradaki isimleri kaçımız biliyor? Fakat Yahudi, Hıristiyan, Budist, Taoist, Şintoist, Jainist, Lamaist vb. din ve mezheplerin ahlakçılarını, yani büyüklerini sorarsanız, sizlere birkaç tane isim sayabilirler. Ayrıca hangi ideoloji, hangi ahlakî değeri insanlığa kazandırmıştır? Bunu da sormamız gerekir. İdeolojilerin insanlığa kazandırdığı herhangi bir ahlakî değer yoktur. Mesela ülkemizdeki özgürlük kavramı bile Yahudi-Hıristiyan (Tevrat-İncil) dünya görüşünün özgürlük anlayışının içeriğini yansıtmaktadır. Dinimizin, yani İslam dininin özgürlük kavramını tartışan, İslam’ın özgür insanını tanımlayan kaç makale veya kitap gösterebilirsiniz? Bu yüzden kendi hayat damarlarını kesip intihara giden bir insana benzemekteyiz.

Oğuz Çetinoğlu: Laik sistemde maneviyat boşluğunun devlet kurumları tarafından giderilmesi yadırganıyor. Toplum dinamikleri, maneviyat önderleri veya sivil toplum kuruluşlarının gayretleri ise ‘irtica’ veya daha hafif bir suçlama ile ‘mahalle baskısı’ olarak algılanıyor. Çözüm için tavsiyeleriniz var mı?
Prof. Dr. Ali Osman Özcan: Bu soru insanı köşeye sıkıştırıcı bir soru. Ancak yanıt vermeden de edemeyeceğim.
Öncelikle laik sistemi veya çağdaşlık kelimelerini, ideolojik anlamda kullanmaktan kaçınmak gerekir. ‘İrtica’ kelimesine baktığımızda Batı kültürünün daha fazla irticaya yatkın olduğunu, bu kelimenin milletimize dış güçler tarafından dayatıldığını bilmemiz gerekir.
‘Mahalle baskısı’ deyiminin içeriğine gelince; mahalledeki cami imamı, bir Yahudi haham veya bir kilise papazı kadar mahallesindeki camiye gelenleri tanımaz. ‘Mahalle baskısı’ deyimi, bir çeşit ait olma, mensup olma bilincinin dışlaşmasıdır. Eğer bu kelime ile bir âdet olgusuna vurgu yapılıyorsa, köylerde insanlar birbirini çok iyi tanımaktadırlar. Birbirini tanımamak, görmezden gelmek köy toplumlarında ayıplanır. ‘Mahalle baskısından şehirlerde söz etmek biraz işi abartmak, mübalağaya kaçmak demektir. Bir küçük azınlığın egemen kültürel değerlere saldırısı olarak da bu terimleri yorumlamak mümkündür. Herkesin Türk kültürünü içten benimsediğini söyleyemeyiz. Tanzimat ve Islahat Fermanları’ndan sonra içimizdeki azınlıkların veya kendilerini azınlık hissedenlerin Osmanlı vatandaşlarından daha fazla hukukî haklar elde ettiği gerçeği gözden uzak tutulmamalıdır.
Oğuz Çetinoğlu: Herhangi bir kişi veya olayın ya karşısında veya kayıtsız şartsız yanında olmak… Bir anlamda kamplaşmak… Toplumda sıkça görülen bir davranış bozukluğu. Genlerimizden mi kaynaklanıyor? Çözüm mümkün mü? Toplumda farklı düşünenler elbette olacak. Farklılıklara rağmen hoşgörü desteğinde birlikte yaşamayı yeterli ölçüde biliyor muyuz? Farklı görüştekilerin birbirlerini dışlamak yerine anlamaya çalışmaları çözüm olabilir mi?
Prof. Dr. Ali Osman Özcan: Gene bir tuzak soru ile karşı karşıya olduğumu belirtmek isterim. ‘Mutlak hürriyet’ adına özerk olmadan, hür olduğunu zannedip millî bünyemizdeki değer değişmeleri sonucu bu tür yakınmacı davranışları görmek, sık karşılaşılan bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Milletin gelecekle ilgili ülküleri kırpılıp kesilip koparılıp yok edildiğinde, her kafadan ayrı sesler çıkacağı bir gerçektir.
Ülküleri olan milletler çok çabuk toparlanabilirler. Mesela; İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika Birleşik Devletleri, Almanya ve Japonya 1946’da kurulan İsrail devletleri örnek olarak verilebilir. Bütün bu devletlerin ortak özellikleri, vatandaşlarına gelecekle ilgili umut ve ülküler vermelerindedir. Bizde ise çağı atlama, çağın ötesine geçme kavramları 1990’lı yıllarda telaffuz edilirken ondan sonra çağı yakalama kavramı zihinlere şırınga edilmiştir.
Çağı atlamak, çağın ötesine geçmek başka, çağı yakalamak başkadır. ‘Çağı yakalamak’ deyimi, çağın gerisinde olmayı millete benimsetmek ve milleti umutsuz, ülküsüz kılmaktır. Bir eve girdiğinizde, bir köy kahvesine vardığınızda birbirleriyle kavga eden insanlar görürseniz onlar hakkında ne düşünürsünüz? Dersiniz ki bunlar arasında fikir birliği yok. Bunlar birbirini yiyor. Bunlardan hiçbir şey olmaz.
Yine ‘Türk milleti mi? Bir illet…’ diye konuşanları gördüğünüzde, kamplaşmaların varlığı dikkatinizi çeker. Oysa partileşme süreci, demokrasi adına bir çeşit kamplaşmadır. Yukarıda söylediğiniz ‘aydın’ kelimesiyle ilgili olarak şunu ekleyebilirim: Türkiye’de elliden fazla siyasî parti vardır. Bütün bu siyasî partilerin seçkin kadroları ‘aydın’ denilen insanlardan oluşmaktadır. Bu partilerin Türk milletinin geleceği ile ilgili ortak planlarının ve programlarının olduğunu söylemek mümkün değildir. Dolayısıyla elliden fazla bir kamplaşma olgusu söz konusudur. Plansız, programsız aydınlar, millî bekamız için milletimizin alarm zilleri olarak düşünülebilir mi? Çünkü aydınlar bir milletin alarm zilleridir. Bozuk alarm zillerinden ne beklenebilir?
Bu açıdan millî bekamızda milletin geleceği ile ilgili ortak plan ve program yapacak olan bir aydın kütlesine ihtiyacımız vardır. Devletin kurumları arasındaki işbirliği, yardımlaşma ve dayanışma olguları için milletin alarm zilleri olan aydınların, milletin geleceği ile ilgili ortak proje, plan ve programları uygulamalarından geçtiği de unutulmamalıdır.
Acı tecrübelerimizden biliyoruz ki sağ düşünce-sol düşünce diye olmayan bir düşünce biçimi yüzünden bile milletimiz kamplara ayrılabilmiştir. Halen de millî aynılıklarımız, benzerliklerimiz bir tarafa bırakılarak; millî zenginliklerimiz, çeşitliliklerimiz bir tarafa itilerek; ‘farklılıklar zenginliklerimizdir’ diye kamplaşmalara yol açılarak zihinler uyuşturulmaya çalışılmaktadır. Başka kültürlerin kültürümüz üzerindeki hıncı, hışmı, hasımlığı, rakipliği, düşmanlığı bilinmeden, fikir özgürlüğü adına, kâr-zarar hesabı yapılmadan her fikir, mikrop, virüs, parazit ve basil olup olmadığı kontrol edilmeden değer sistemimize aşılanmaya çalışılmaktadır.
Oğuz Çetinoğlu: Bu olumsuzluklar; hoşgörü noksanlığından, uzlaşma kültürünün yetersizliğinden kaynaklanıyor olabilir mi? Dışlamak yerine anlamaya çalışmak suretiyle, farklılıklara rağmen birlikte yaşama düşüncesiyle daha huzurlu bir toplum oluşturulamaz mı?
Prof. Dr. Ali Osman Özcan:
Muhterem Oğuz Ağabeyim, hoşgörü kavramına baktığımız zaman; bizim kültürümüzdeki hoşgörü anlayışı, diğer kültürlerden çok farklıdır. Örneğin Yunus Emre ‘Yaratılanı hoş gör Yaratan’dan ötürü’ derken, yaratılan canlı cansız her şeye sevgi ile yaklaşılması gerektiğini dile getirmiştir. Batı kültüründe ‘hoşgörü’ karşılığı olarak kullanılan ‘tolerans’ kelimesi; birisine, bir şeye katlanmak, dayanmak, tahammül etmek anlamlarına gelir.
Birisini hoş görmek, müsamaha göstermek, kendi kültürel değerlerimiz içinde zaten mevcuttur. İnsan davranışlarında üç nitelik vardır. Bu davranışlarda niyet, mutlaka aranır. Ancak iyi niyet, kötü niyet, art niyet vb. türde niyetlerden söz etmekteyiz. Herkes kendi davranışına, mutlaka, mantıklı-mantıksız, akıllıca-akılsızca gerekçeler gösterir. Nihayet her davranışın bir isteklilik düzeyi; yani motivasyon ve iradî yönü vardır. Hoş göremeyeceğimiz, hoş görüldüğü takdirde varlığımızı tehlikeye atan, ortadan kaldırıcı görüşlere ‘evet’ diyemeyeceğimiz de kesindir.
Mesela kültürümüzde nefsini ve neslini koruma kavramları vardır. Kendimize ve kendimizden olanlara hoş görü adına saldıranlara, yok etmek isteyenlere hoş görü gösterebilir miyiz? Bu alan, gene ahlak alanıyla ilişkilidir. Farklı görüştekilerin birbirlerini dışlamak yerine anlamaya çalışmaları, gayet güzel bir düşüncedir. Keşke öyle olsa. Ancak güçlü olanların ve kötü niyetlilerin, iyi niyetli olanları zarara uğratacağı da gözden kaçırılmamalıdır.
Farklı görüşte olmak başka, farklı inançta olmak başkadır. Ancak farklı görüş ve inançlarını başkalarına zorla kabul ettirmeye çalışmak da ahlak açısından sorgulanmaya değer bir konudur. Kültürümüzde meşveret, müşâvere etmek, görüşmelerde bulunmak vb. türde bir sürü sosyal içerikli kelime ve deyimler vardır. Bunların adını bile bilmeyenlerin tartışmaları da bizleri yanıltmamalıdır. Şahsî, toplumla ilgili olarak ve millî menfaatlerimiz ile vatanımızı almak isteyenlere hoş görü göstermek; hoş görü mü, acizlik mi, hainlik midir? Farklı görüşte olmak başka; öteki olanın, düşman olanın çıkarlarını gizleyerek ‘farklı görüş’ diye ortaya atmak başkadır. Burada gene birlikte, bir arada, beraber yaşamayı mümkün kılacak ahlakî değerlerin hayata katılması olgusu karşımızda durmaktadır.
Oğuz Çetinoğlu: Çok teşekkür ederim Hocam. Doyurucu, aydınlatıcı cevaplar aldım. Sağolun.
Prof. Dr. Ali Osman Özcan:
Görüşlerimi açıklama fırsatı verdiğiniz için size ve Gazeteniz Önce Vatan’a ben de teşekkür ederim.
Prof. Dr. ALİ OSMAN ÖZCAN’ın ÖZGEÇMİŞİ
Zonguldak’ta doğdu. Merkeze bağlı Saka Köyü İlkokulu’nda 1957-1958 öğretim yılında ilköğrenimini tamamladı. 1961-1962 öğretim yılında Kozlu Ortaokulu’ndan mezun oldu. 1962-1963 öğretim yılında Devlet Parasız Yatılı sınavını kazanarak Bolu Erkek İlköğretmen okuluna girdi. 1964-1965 öğretim yılında okul birincisi olarak mezun oldu. 1965-1966 öğretim yılından 1970 yılına kadar değişik yerlerde bil-fiil ilkokul öğretmenliği ve müdürlüğü yaptı. 1966-1967 öğretim yılında askerliğini Ankara Zırhlı Birlikler Okulu ve Er Eğitim Tugayı Okuma-Yazma Okulu’nda tamamladı.
1969-1970 Öğretim yılında Zonguldak Mehmet Çelikel Lisesini dışarıdan bitirip 1970-1971 öğretim yılında üniversite imtihanını kazanarak İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Pedagoji Bölümü’ne kaydını yaptırdı. 1973-1974 öğretim yılında mezun oldu. 1974-1975 öğretim yılında Karabük Demir-Çelik Lisesi Felsefe Öğretmenliğine tâyin edildi.
1975-1976 öğretim yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Pedagoji Bölümü Kütüphanesi’nde memur olarak çalışmaya başladı. 1976-1977 öğretim yılında öğretim görevlisi oldu ve doktora giriş sınavını kazandı. 1977 yılında üç ay Federal Almanya’da meslek okulları ile ilgili çalışma yaptı. 1979 yılında ‘Ülkemiz İçin İsabetli Bir Mesleğe Yöneltme Denemesi’ adlı doktora tezi ile Ph.D. (Dr). unvanını aldı. 1982-1983 öğretim yılında İnönü Üniversitesi Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak çalışmaya başladı.
1985-1986 öğretim yılında Uludağ Üniversitesi Eğitim Fakültesi Eğitim Bölümüne Yardımcı Doçent olarak tâyin edildi. Bölüm Başkan Yardımcılığı yaptı. 1987-1988 öğretim yılında Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Eğitim Yüksekokulu’nda Yardımcı Doçent olarak göreve başladı.
16.10.1989’da Doçentlik bilim sınavını başararak Eğitimin Psikolojik Temelleri Ana Bilim Dalında ‘Doçent’ unvanını aldı. 1990-1994 yıllarında Deniz Harp Okulu’nda Psikoloji-Liderlik dersleri verdi. 1992-1993 eğitim-öğretim yılında Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi ve Beden Eğitimi ve Spor Bölümü’nde görevli olarak Bölüm Başkan Yardımcılığı ve Sınıf Öğretmenliği Bölümü’nde Bölüm Başkan Yardımcılığı görevlerinde bulundu. Yine bu dönemde Marmara Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksek Okulu’nda Öğretmenlik Bölümü Başkanlığı yaptı. 6 Eylül 1994 tarihinde Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Sınıf Öğretmenliği Bölüm Başkanlığı’na tâyin edildi.
Şubat 1995’te Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Sınıf Öğretmenliği Bölümündeki profesör kadrosuna tâyin edilerek profesör oldu. 10.05.1996 tarihinde Dumlupınar Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Dekanlığı’nda görevlendirildi. 12.12.1997 tarihinde dekanlık görevinden istifa etti. Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi’nde Öğretim üyesi olarak çalıştı. Halen Trakya Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde Eğitim Bilimleri dersleri vermektedir.
Ufuk Ötesi Gazetesi, Çağa Ferman Gazetesi, Yesevi Dergisi, Elektrik Teknikerleri Dergisinde yayın danışmanı ve yazar olarak çalışmaktadır. 500’den fazla yayınlanmış yazısı ve makalesi vardır. Bunlar; Yeni Düşünce Dergisi, Yeni Malatya Gazetesi, Ufuk Ötesi Gazetesi, Ortadoğu Gazetesi, Çağa Ferman Gazetesi, Toplum-Bilim Dergisi, Kurultay Gazetesi, Yesevi Dergisi, Özel Güvenlik Dergisi (Private Securty), Okumuş Adam Dergisi, Türk Yurdu Dergisi, Sur Dergisi, Kubbealtı Akademi Dergisi, Somuncubaba Dergisi, Türk Edebiyatı Dergisi, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, Kuleli Askerî Lisesi Dergisi, Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Dergisi, adlı dergilerde ve gazetelerde yayınlanmış ve yayınlanmaktadır. İnternet ortamında www.ulkucu.org sitesi ile www.sanatalemi.net sitelerinde yazıları yayınlanmıştır.
Millî ve Milletler Arası Türkoloji Kongreleri ve Eğitim Bilimleri kongrelerinde bildiriler sundu ve yayınlandı. Marmara ve İnönü Üniversitelerinde 28 doktora 78 yüksek lisans tezi yürüttü ve tamamlattı. Öğrencilerinden profesör olup dekanlık yapanlar vardır. Eğitim ve Öğretimle ilgili olarak yurt içi ve yurt dışında yüzden fazla konferans ve seminer verdi. Futbol Federasyonu, Avcılık ve Atıcılık Federasyonu ile Boks Federasyonu hakem seminerlerinde görev aldı. Malatya İşitme Engelliler Okulu Öğretmenlerine Hizmet İçi Eğitim Kursu, Bursa Millî Eğitim Müdürlüğüne bağlı Eğitilebilir-Öğretilebilir İş Okullarında görevli öğretmenlerin eğitimi için on haftalık seminer, İstanbul Harp Akademileri ve Hava Harp Okulunda seminerler verdi. İstanbul Ülkü Ocaklarında Üniversite temsilcilerine sosyal psikoloji ve liderlik konusunda altı haftalık seminer verdi. İstanbul Pendik ve Kayışdağı MHP binalarında Türk-İslam kültürü üzerine konferanslar verdi. Kadıköy Türk Ocağı ve Türk Dünyası Araştırmaları Vakfında Eğitim-Öğretim ile ilgili konferanslar verdi. Bakü Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Lisesi, Türkiye Diyanet Vakfı Lisesi ve Milli Eğitim Bakanlığı Lisesi Öğretmenlerine on beş günlük hizmet içi eğitim semineri (Öğretimde Disiplin, Etkinlik ve Verimlilik) vermek üzere 2006 yılı Eylül ayında Azerbaycan’da bulundum. TRT 2 radyosu, TRT televizyonu, TV 5, Mesaj TV’de eğitim-öğretim ile ilgili programlara katıldı.
Üyesi olduğu sivil toplum kuruluşları; Aydınlar Ocağı İlim İstişare Kurulu Üyeliği, Türk Dünyası ve Akraba Toplulukları Hizmet Derneği Başkan Yardımcılığı, Basın Birliği Derneği Üyeliği, İstanbul Gazeteciler Derneği Üyeliği, Kadıköy Türk Ocağı Üyeliği, Türkiye Yazarlar Birliği olarak sıralanabilir.
Prof. Dr. Ali Osman Özcan, Almanca ve Osmanlıca bilmektedir.
Prof. Dr. ALİ OSMAN ÖZCAN’ın yayınlanmış kitapları:
01-ÜLKEMİZ İÇİN İSABETLİ OLABİLECEK BİR MESLEĞE YÖNELTME DENEMESİ.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayını. İstanbul, 1985
02- ÇOCUK NASIL ÖĞRENİR? Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Yayını. Ankara,1992.
03- SPOR PSİKOLOJİSİ. Alfa Basım Yayım Dağıtım. İstanbul, 1994 (Sigurd Baumann’dan tercüme)
04- ÖĞRETMENLİĞİN İÇ YÜZÜ. TDAV Yayını. İstanbul, 1999
05- ALGIDAN YORUMA YARATICI DÜŞÜNCE. Avcıol Basım Yayım. İstanbul, 2000
06- İNSAN İLİŞKİLERİNDE BAŞARIYA GİDEN YOL. Ayku Yayınları. İstanbul, 2002.
07- MERAKI HAPSETMEK. Ufuk Ötesi Yayınları. İstanbul, 2003.
08- İLETİŞİMİN RENGİ. Ufuk Ötesi Yayınları. İstanbul, 2004.
09- KUMDAN HALAT YAPMAK. Yesevi Yayıncılık. İstanbul, 2004.
10- ŞEYTANLA EKMEK BÖLÜŞMEK. Ufuk Ötesi Yayınları. İstanbul, 2005.
11- KİMLİKTEKİ KİM. Ufuk Ötesi Yayınları. İstanbul, 2007.
12- TAŞDEVRİ ÇAĞDAŞLARI. Ufuk Ötesi Yayınları. İstanbul, 2008.
13- DÖNÜŞÜM ÇİZGİLERİ. Bilge Karınca Yayınları. İstanbul, 2009.

 

Türkiye’de Muhafazakarlık Battı

Türkiye’nin de içinde bulunduğu coğrafya, Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında adını koymakta zorlandığımız güçler tarafından yeniden düzenleniyor.

Bu düzenleme; sözde kalmaya mahkum bir “devrim” tanımlaması adı altında, halk kullanılarak ama yine halkı daha da köleleştirmek için yapılıyor.

Kendisini geçmiş tarihlerde müteaddit defa BOP’un eşbaşkanı olarak ilan etmiş olan Başbakan Erdoğan’da, bahsettiği eş başkanlığın ne anlama geldiğini tarif etme çabasına düştü.

Erdoğan’a göre olayın tarifi;  “BOP, Türkiye’deki kadar hiçbir yerde yanlış anlaşılmadı. Kılıçdaroğlu bana “Obama’nın eş başkanı” diyor. Ama projede üç ülke; Türkiye, İtalya ve Yemen eşbaşkandı. Ama proje doğmadan öldü. Bize düşen bu projede, kadın hakları ve demokratikleşme idi. Proje ilerleseydi kazanımlar sağlasaydık fena mı olurdu? Cumhuriyet tarihinde suçu hep Batıya attılar. Siyonistler şöyle yaptı, böyle yaptı. Sen ne yaptın? Gardını alsana. Sen adam değil misin? Senin gardın düşmüş. O geldi vurdu, bu geldi”dir.

Erdoğan’ın bu sözleri, kendisinin de içinden çıktığı ve devamlı mağduriyet esası üzerine siyaset yapan, siz adına milli görüş mü, ümmetçilik mi, ılımlı siyasal İslamcılık mı, yoksa muhafazakarlık mı dersiniz bilmem ama, ne derseniz deyin bir siyasal anlayışın batışının ifadesidir.

Osmanlı – Türk Devletinin son dönemlerinden itibaren müslüman Türk halkı,  siyonistler ve masonlar üzerinden devamlı bir evham yaratılmak suretiyle korkutulmuştur.

Siyonistler ve masonlar elbette vardır. Bir emelleri de bulunmaktadır. Ancak müslüman Türklerin bu vesile ile korkutularak, birilerinin iktidarına taş döşenmesi aksine yine Türk milletine bu gün olduğu gibi, çok zarar vermiştir.

Aslında Başbakan Erdoğan’ı, Allah şaşırtmaktadır. Kendisi de iktidar olurken kullandığı ve sıkıntıları siyonistlere ve masonlara yıkarak sorumluluktan kurtulmak anlayışının, yanlış olduğunu bu sözleri ile açıkça ifade etmektedir. Doğrusu budur. Ancak bu güne kadar Adnan Menderes’ten bu yana bütün merkez sağ ve şimdi de siyasal İslamcı iktidarlar; iktidara gelmek ve iktidarda kalmak için korkulmaması gereken bu unsurları, halka karşı bir korku unsuru olarak kullanmışlardır.

Şu bir gerçektir ki; Türkiye’de gerçek mütedeyyin müslümanlar ve milliyetçiler Mustafa Kemal Atatürk dönemi dışında iktidar olamamıştır. Eğer müslüman Türkler iktidar olsalardı, siyonistler ve masonlar ülkemizde bu kadar etkili olamaz ve Mustafa Kemal ile dönemi bu kadar tahrif edilemezdi.

Başbakan Erdoğan’ın ifadeleri ile benim kısaca muhafazakarlık diye tarif ettiğim siyasal düşüncenin miadı Erdoğan’ın bu açıklamasından sonra bana göre sona ermiştir.

Onca yıldır iktidar ol ama her türlü musibeti siyonistlere ve masonlara bağla, olmaz böyle bir şey. Başbakan’ın dediği gibi “sen ne yaptın?”. İsterseniz ben söyleyeyim: mütedeyyin müslüman Türk milletini korkutarak iktidar olmaktan başka hiç bir şey yapmadılar.

Erdoğan’ın sorusunun muhatabı; yıllardır mağduriyeti oynayan, halkın dini ve milli duygularını istismar eden, etnik ve mikro milliyetçiliği Türk’e karşı bünyesinde canlı tutan ve altmış yıldır değişik partilerle iktidar olmuş muhafazakarlar ile sözde milliyetçilerdir. Onun için bu muhafazakarların üzerinden örtüyü çekip alan ve kendiside aynı çizgide siyaset yapan Erdoğan’a teşekkür ediyorum.

Sıra yağlı kemik peşinde koşan sahte milliyetçilerin deşifresine gelmiştir. Çünkü Türk milleti tarihi bir tuzağın içine çekilmiştir ve bu tuzağın içinden doğru bilgiyle aydınlatılarak düzlüğe çıkarılmalıdır.

 

 

Ortadoğu Neden Önemli

Bizler öğrencilerimize tarih yazı ile başlar diye ders verirdik. Oysa, insanlık tarihi çok öncelere dayanır. İnsanlık tarihinin, kırk bin yıl öncesinden başladığı ile ilgili görüş ve araştırmalar ağırlık kazanmaktadır.

Yazı dört bin yıl önce bulunmuş olabilir. Ama yazının icadından önce de bilinen devirler yaşanmıştır. Yontma taş, Cilalı taş ve Maden devirlerini yansıtan insanlık tarihi ilgili eserler günümüze kadar gelmiştir. 12 binyıl öncesi ise hep tartışma konusu olmuştur. Araştırmaya incelemeye açık bir dönemdir. Ama insanların da var olduğu bir gerçektir.

 

Amerika kıtasındaki İnka’ların o günkü şartlarda sarp ve yüksek dağlardaki yaptıkları eserlerin sırrı bugün bile çözülebilmiş değildir.

 

Mısır piramitlerinin de gizemini koruduğu herkes tarafından bilinen bir gerçektir..

 

Afrikada Büyük sahra çölündeki kazılarda çıkan iskeletlerin, soğuk iklim hayvanlarına ait olduğunu görüyoruz. Aynı zamanda da Sibirya’da çıkarılan kazılardaki  hayvan iskeletlerin ise, çöl ve sıcak iklim  hayvanlarına ait olduğu da bir gerçektir. Bu gerçekler de bizleri düşündürmeli ve araştırmaya – incelemeye yönlendirmelidir.

 

Amerikan yerlilerinin özellikle KIZILDERİLİLER’in, Orta Asya kökenli olduğu ispatlanmış bir gerçektir. Ancak nasıl ve ne zaman gittiği  tartışılmakta ve araştırılmaktadır.

 

Bunlar ve diğer  birçok şey tartışıladursun  bizler bildiğimiz net veriler ışığında yeryüzünde insanların nerede yaşadıklarını çok iyi biliyoruz. Bu yerler; Orta Asya, Çin, Hind Yarımadası, Dicle-Fırat Havzası, Anadolu, Ege’nin iki yakası ve Nil dolaylarıdır.

 

Kısaca; ağırlıklı olarak insanlık tarihinin en yoğun hayat bulduğu ve uygarlıklarını sergilediği yer ORTADOĞU’dur.

 

Bugün yeryüzünde etkili olan üç dinin merkezi de ORTADOĞU’dur. Müslümanların, Hıristiyanların ve Yahudilerin de kutsal şehir ve mabedleri bu bölgededir. Hele KUDÜS her üç dinin de kutsal şehridir.

ORTADOĞU aynı zamanda orta iklim kuşağında petrolü, doğalgazı ve altın olmak üzere birçok madenin çıkarıldığı bir bölgedir. Stratejik yapısı, denizlerle kucaklaşması, kıtaları birbirine bağlamasıyla çok önemli bir toprak parçasıdır, ORTADOĞU.

 

ORTADOĞU ağırlıklı olarak Arap halkının yoğun yaşadığı bir bölgedir. Araplar, Kuzey Afrika’yı aşıp, İspanya’da da çok önemli ve güçlü devletler de kurmuşlardır. ENDÜLÜS EMEVİ DEVLETİ de o devirde Avrupa’nın  en medeni ve uygar ülkesi olmuştur. Yine bu dönemlerde Araplarca İstanbul bile kuşatılmış, alınamamışsa da günümüze kadar gelen izler bırakmışlardır.

 

Seyhun- Ceyhun ırmakları civarında Türklerle buluşan Araplar, Endonezya ve Malezya’ya kadarda inanışlarını götürmüşler ve bu bölgede inandığı değerler hayat bulmuştur.

Ama, o günkü Araplar…

Daha sonra Osmanlı Devletinin çözülmesi sonrasında İngiliz ağırlıklı bir politika ile ORTADOĞU’da cetvelle ülke haritaları çizildi. Halkına ters kişi ve aşiretler yönetimlerin başına getirildi. O gün, bu gündür de Arapların iki yakası biraraya gelmedi.

Son yüzyıl içinde de halkıyla kavga eden, kendi ülkesi menfaatlerinden önce, bilerek veya bilmeyerek  A.B.D., İsrail, İngiliz menfaatleri doğrultusunda hareket eden yönetimler sürüp geldi. Özellikle, Mısır ve Ürdün İsrail’i korumakla sanki görevlendirilmiş ülkelerdir. Mısır bu görevini her şeye rağmen sürdürmeye devam etmektedir. Ama her şeyin bir ömrü vardır. İnsanlar nasıl doğar, büyür, gelişir ve yaşlanır ve ölürse; sistemler, rejimler ve devletlerde böyledir.

Yalnız bir farkla…

İnsana, insanca değer veren sistemler uzun yaşar; Osmanlı, Roma ve Bizans gibi… İnsana değer vermeyen, kan, kin ve nefret ve de beddua üzerine kurulmuş rejimler ve devletler çabuk ölür, kaybolur; Hitler hareketi, Sovyetler Birliği yönetimi gibi…

Nihayet yıllar geçti, şartlar değişti. Dünya’da durumla şekillenmeye başladı. O herkesin ağzından düşmeyen AVRUPA, 10-15 yıldan beri gerileme dönemine girdi. Nüfus gerilemesi, korkunç borçları, kurumlarda çözülme, yenilenmeyen altyapıları ve geleceğe umutsuzca bakan insanlarıyla Avrupa; Yunanı, İspanyolu, İtalyanı ve kısaca tüm topluluklarıyla geri sayıma geçen koca kıta…

A.B.D ve İsrail’de duraklama dönemine girmiş bulunmaktadır. Tüm Dünya siyasetini yönlendirmede ve ekonomisini şekillendirmekte olan bu birleşik güçte büyük sıkıntılar yaşanmaktadır. Ve Dünya yeni şekillenme ve düzenlenmeye doğru gitmektedir.Bu gerçek görülmeli ve bilinmelidir.

Tabii ki, yeni olağanüstü olaylar olmaz ve Dünya’da dengeleri alt üst edecek olağanüstü gelişmeler yaşanmazsa, TÜRKİYE şanslı bir zaman dilimini yaşamaya devam edecektir.

İşte, sözünü baştan beri ettiğimiz ORTADOĞU ülkeleri de çökme ve çözülme dönemlerini yaşamaya başladılar bile. Bunun belirtilerini günümüzde de görmekteyiz.

Ortadoğu ülkelerindeki bu çökme ve çözülme büyük ihtimalle ABD’nin kontrolünde değişimini sürdürecektir. Bu değişim bile Arap aleminin lehine. Dünya’yı dizayn etmeye çalışan ABD’nin aleyhine olacaktır.

Tüm bu değişimlerden, Arapların demokrasiyi hazmetmeleri, kendi kültür ve değerlerini ve de geleceklerini kendilerinin belirlemeleri, Batı Ülkeleri’ni de, İsrail’i de çok tedirgin edecektir.

Mısır’ın sarsıldığı yerde İsrail’in titremesi doğaldır. Ortadoğu’da yanan ateş, her kesimi ve Dünya’nın her yerini etkiler. Onun için Ortadoğu’da barışa, huzura giden yollar tıkanmamalı. Patlamaya hazır barajlar, zarar vermeden kanallar açarak boşaltılmalı, araziler sulanmalı ve bereket gelmesine çalışılmalıdır.

Akıl ve mantık da zaten bunu gerektirmektedir.

Önü Kesilen ve Avutulan Türkiye

Ortadoğu’da olup bitenler ibretle izlenmelidir. Tek patron haline gelen küresel gücün bu bölgede milli devletler üzerindeki şekillendirici rolü daha da netlik kazanmaktadır. Tunus ve Mısır’la başlayan daha sonra Yemen’e sıçrayan, bir bakıma uyanış hareketleri, aslında bu toplumların kendi iç dinamikleriyle ortaya çıkmış değildir. Sosyal hareketlerin sosyolojisinde sivil toplum kesiminin gelişmesi gibi, değişik demokratik tepki hareketleri de o ülkenin sosyal gelişme çizgisiyle atbaşı gider.

Görüldüğü kadarıyla Büyük Ortadoğu Projesinin birer parçası olan bu ülkelerde Batı ve küresel güç emrinde kullandığı emir kullarını yenilemek ihtiyacı duymuştur. Bir başka ifadeyle, daha önce görevlendirilmiş, kullanılmış “garsonlar” zorla emekli edilmektedir. Kontrol altına alınmış olan Ortadoğu’da dün İngiliz, bugün ABD çıkarlarına hizmet eden, Müslüman’ı devşiren, ılımlılaştırıp tepkisizleştiren, ülkesini savunamaz hale sokan, İslâm’ı yozlaştıran, Batıya boyun eğmeyi fazilet kabul ettiren politika hızlı bir şekilde uygulanmaktadır.

Mısır’ı farklı değerlendirmek gerekir. Mısır, stratejik konumu itibariyle Afrika ve Ortadoğu’nun önemli bir kapısıdır. Bu kapı üzerinde egemen olan güç veya güçler, Ortadoğu’yu ve İslam ülkelerini daha kolay kontrol altına alabilir. Mısır, diğer Arap ve İslam ülkelerine göre daha fazla gelişmiş, aydını ve bürokrasisi (önemli oranda Hıristiyan) daha güçlü, ancak Batı ve İsrail yanlı tutumuyla zaman zaman tepki çekmiş bir ülkedir. Bu ülke, Filistin’e götürülmek istenen yardımlara malum tünelde izin vermeyen ve dolayısıyla İsrail yanlısı bir politika izlemeyi ABD’ye hoş görünmek için uygulamıştır.

Diğer taraftan, Mısır ABD’nin çeşitli yardımlarına da mahzar olmuş bir ülkedir. Mısır’da Mübarek’e “artık iktidarın çok uzadı, eskidin, git” diyenler geri adım atmak ve yeni dengeleri hesaba katmak zorunda kalmışlardır. Mübarek sonrası ne olacağı belli değildir. Ordunun aslında taraf olmasına rağmen, tarafsız görünümü dikkatlerden kaçmamaktadır. Radikal dinci, Müslüman Kardeşler ve İran, Mısır üzerinde etkili olabilir. Başta ABD olmak üzere, Batı kolay kolay Mübarek’ten vazgeçer görünmemektedir. Halkın yoksullaştırılmış oluşu, emperyal güçler için önemli değildir.  İç savaş Mısır’ın Batı tarafından tam teslim alınmasıdır.

Türkiye Ortadoğu’da olup bitenleri tribünden izleyemez“, “Ortadoğu’daki gelişmeler bizi yakından ilgilendirir” diyen siyasetçiler, ABD politikalarına rağmen, Ortadoğu’da acaba milli bir politika oluşturabilecekler mi?  Yıpranan ve itibar kaybeden Batı, ABD ve İsrail’e karşı zaman zaman kamuoyunda hoş da karşılanan çıkışlara rağmen, sonradan tam tersi icraatlar yapan siyasi irade, Batı tarafından cepte keklik görülmektedir. Sorunlar tribünlere oynamakla çözülemiyor.

Gazetemizin iktisat sayfasında yazıları çıkan İ.Ü İktisat Fakültesi’nin eski dekanı ve milletvekili Prof. Dr. Sayın Esfender Korkmaz’ın yazıları dikkatle takip edilmeli, hatta saklanmalıdır. Bazı çevrelerin özellikle basının çoğunluğu tarafından toz kondurulmayan iktisadi durumumuz, gerçekte çok iyimser bir şalla örtülmüştür. Bir çok sektör üretimi düşünemez, istihdam yaratamaz hale sokulmuş, iç ve dış paslaşmalarla gelir dağılımı daha da bozulmuş, halk yoksullaşmıştır.

İhracat % 11 arttı diyenler, ithalatın % 32 oranında arttığını gizlemektedirler. İthalatta yatırım mallarının payı % 16 iken, ara malı ve hammadde ithalatının payı % 71’dir. Ara malı üreten iktisadi kuruluşlar birer birer kapanmış ve kapanmaktadır. Türkiye pamuk, deri, iplik gibi ara malı ve hammaddeyi maalesef ithal etmektedir. Sarımsak bile Çin’den gelmektedir.

Bu ithalata dayalı büyüme suni bir büyümedir ve çok sınırlı bir kesimi zengin yapar.

Geçenlerde bir vesileyle Çukurova’da bulundum. Eski pamuk tarlalarını aradım. Tekstil sektörü son 3-4 senedir çok zor durumda. Kısa vadeli spekülatif hareketler olan sıcak para, ekonomiden siyasete kadar etkili hale geldi. Rusya’nın IMF ile yaptığı pazarlığı bile yapamıyoruz. Nişasta bazlı şeker ithalatı şeker pancarı üretimine büyük darbe vuruyor. Dünyada şeker ihracatında ilk 4 sırada bulunan Türkiye, şimdi çok gerilerde… Bu şeker ithalatı kimlere yarıyor?

Son 10 yılda ikiye katlanan, kanser riski yüksek olan bu tüketim şekli kimseyi harekete geçirmiyor. Üretmeyen ama ithal eden, dış ticaret açığı katlanarak büyüyen, sıcak paranın at oynattığı, gelir dağılımının ve yoksullaşmanın arttığı bir  Türkiye, 12 Haziran’da genel seçime gidiyor. Vatandaşa içinde bulunduğu durum fark ettirilmemek için  her araç kullanılıyor. İktidar yanlısı bir avuç insanın soyduğu bir ülkede demokrasiyi konuşmak oldukça lükstür.