7.8 C
Kocaeli
Pazar, Eylül 21, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1316

Yeter

Yakında mutfaklarımızda bıçak kullanmanın yasak olmasını isteyenler
çıkarsa şaşırmamak gerek. Zira öyle potansiyel tehlikeler ortaya
atılıyor ki, şaşırmamak elde değil. Bunlardan biri başörtüsü.

Birilerine göre başörtüsü serbest bırakılırsa öyle kötü hadiseler olacak ki sormayın.

Başbakanın İspanyadaki beyanatlarından sonra yeniden gündeme gelen
başörtüsü sorunundan sonra bir okuyucumuz telefonla arayarak önceki
sayımızda Türkiye de yaşanan bu olayları İslamiyet’in ilk günlerindeki
Arabistan da yaşananlarla olan benzerliği ifademizin ne kadar haklı
olduğunu söyledi.

Gerçekten son olaylar ülkemizdeki demokrasi kültürünün ne halde
olduğunu gösteriyor. He ne kadar demokrasi ile yönetiliyor olsak dahi
utanılacak durumdayız. Bu ülkenin aydınlarının yaptığını en cahilleri
yapmıyor. Askeri müdahaleler sonrası demokrasinin askıya alınmasına
bırakın en küçük tepkiyi, ülkenin üniversite profesörleri müdahaleyi
destekler yürüyüşler yapmışlardı. Bugün de aynı şekilde en kutsal
haklar en aydın geçinenler tarafından halkımızdan esirgenmeye
çalışılmaktadır. En son örnek en yüksek yargı organımızın başsavcısı
kendi alanına girmeyen bir konuda fikir yürütmekte sakınca görmemiş,
iktidar partisi ile bu konuda destek veren MHP’yi tehdit etmiştir.

Bilindiği gibi ülkemizde kuvetler ayrılığı vardır. Bu kuvvetler
kendi sahalarında görevli olup, başka alanlara müdahale hakkına sahip
değillerdir. Yargının görevi yasama organının çıkardığı yasaları
uygulamaktır. Kendisi yasa çıkaramaz. Kendi kafasına göre karar
verecekse kanun çıkarmaya, dolayısıyla kanun yapan meclise ne hacet var?

İşin asıl vahim yani yargı yasamaya müdahale edince buna en çok
itiraz edecek olan yasama organları olması gerekirken yasama organını
oluşturan siyasi partilerden ikisi kendilerine yapılan müdahaleyi
desteklemişlerdir. Bu siyasi partiler en azından çıkıp bizde
başörtüsüne karşıyız fakat bu konuda karar sizin değil bizimdir
demeleri gerekirdi. Bu nasıl demokrasi anlayışı anlamak mümkün değil.

MHP’nin bu konudaki tavrı sevindirici olmuştur. Muhalefet her şeye
itiraz değildir. Yanlışa hayır, doğruya evettir. Bahçelinin cevabı
diğerlerine örnek olsun.

Demokratik Örgütler

Önümde gazetelerde tam sayfa çıkan bir ilân var: “Kıbrıs’ta çözümü
destekliyoruz.” İlân, KKTC’de Annan Raporu’nun halk oyuna sunulmasında
önce yayınlanmış. Annan Raporu’na “evet” denilmesi isteniyor. Sözde
Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’nin eşit ortaklığından bahsediliyor. Bu
Birleşik Kıbrıs’ın bütün sorunları çözeceğinden dem vuruluyor. Bu
bildiri ve açıklamayı yayınlayanlara bakıyorum da sağdan ve soldan
devşirilen birçok ünlü kuruluş var. Tabiî bir de küresel sermayeden
beklenti dolayısıyla bu bildiriyi imzalayanlar söz konusu. İş Dünyası
Vakfı, MÜSİAD, TÜSİAD ve TESEV ilk göze çarpan imzalardan.

Annan Planı’na evetin sonuçları bugün ortadadır. Brüksel
rüzgarlarına kapılanlar kral çıplağı oynuyor. Baskılarla verdirilen
evet oyları bırakın sorunları çözmeyi; KKTC yönetiminin hükümranlık
haklarından vazgeçtiği anlamına getirilmiştir. Nerede Sayın Rauf
Denktaş’ın muhalifleri? Kısaca rezil oldular. Tabiî Türkiye’yi
yönettiğini zannedenler de… Şimdi halâ bu birleştirilmiş hayali
Kıbrıs çözümüne bel bağlayanlara orta oyunu oynattırılıyor. Kıbrıs
Türklerinin Hıristiyanlaştırılma, Rumlaştırılma kısaca devşirilme
çabaları sürdürülüyor. Bunları başta Sayın Rauf Denktaş olmak üzere;
çeşitli yayın organlarındaki milli endişe sahibi haysiyetli kalemlerden
öğrenebiliyoruz. Meselâ, Tercüman’da Sayın Emete Gözügüzellli’nin uzun
süre devam eden Kıbrıs Mektupları dikkat çekiyor. “Barış için adımlar”
adında adada bir “barış gurubu” yaratıldığını görüyoruz. “İki Toplumlu
Kıbrıs Dansçılar Grubu” İstanbul’da sözde iki toplumlu gösteriler
yapıyorlar. Kıbrıs Türk gençleri barışa hizmet yutturmacasıyla Rum
Patrikhanesi’ni ziyarete götürülüyorlar. Dinlerarası diyalog tezgahları
ile devşirilme yolunda Hıristiyanlığa yaklaştırıldılar. Bazıları eşit
çok dinli kılındılar.

Anlaşılan 2008 yılı Kıbrıs ve Türkiye için önemli bir yıl olacak.
Bundan dolayı birden türban konusu yine ısıtılıp önümüze getirildi.
Kıbrıs’ta olacakları örtebilmek, 301. maddedeki haysiyet kırıcı
değişiklikleri yapabilmek, sözde sivil ve yeni olduğu iddia edilen
milli kimliği reddeden anayasa taslağını, yabancılara ve azınlıklara
imtiyazlar, feodal beylikler yaratacak olan Vakıflar Yasasını gözden
kaçırabilmek için türban tartıştırılmalıydı. Anlaşılan bunlar da niyeti
örtmeyince sıra Ergenekon’dan terör örgütü çıkarmaya geldi. Şimdi
gündem Ergenekon ve türban… Önümüzdeki günlerde bu iki başlık da
pehlivan tefrikası gibi uzayıp gidebilir. Anlaşılan Türkiye hızlı
demokratikleşiyor!

Bir ara Bernard Lewis “siz emperyal bir demokrasiyi kabul etmezseniz
Haçlı seferi başlatırız” demişti. Şimdi bu emperyal demokrasi Türkiye
üzerinde esiyor. Biz de Washington ve Brüksel’i tatmin edebilmek için
elimizden gelen cambazlığı yapıyoruz. İran’la, Rusya ile Türk
Cumhuriyetleri ile son dönemde şartların zorladığı gelişen ilişkiler
birden eski istikametine geri döndü. Bir el bize kulvar değiştirtti.
Ardından Irak’ın Kuzey’ine operasyonlar düzenledik. İran bize soğudu ve
doğal gaz sevkiyatı tehlikeye girdi. Rus Genelkurmay Başkanı Ankara’ya
yapacağı geziyi iptal etti. Türkiye tam pazarlık gücünü kazanma yolunda
mesafe alırken işler ters döndü.

Sayın Özcan Yeniçeri’nin belirttiği gibi; medeniyetler arası çatışma
tezi, medeniyetler içi çatışmaya dönüştürülüverdi. Ortadoğu’da
Şii-Sünni çatışmaları kışkırtılırken; Türkiye Sünni cephenin önüne
konulmak istendi. Bu konuda mesafe de alındı. Türkiye Ortadoğu’da sıcak
çatışma ve gelişmelere taraf olmaktan kaçınmalı diyen, Şiilere karşı
daha fazla Batı etkisinde olan Sünnilerin kalkanı yapıldığına işaret
eden Giresun Üniversitesi Rektörüne komut verildi: “Otur yerine be
adam, işine bak” Bu zarif ve nazik uyarıyı alanlar zaten hep yerinde
oturuyordu. Bunu aslında düşünmesi gerekenler sürekli ayakta topluma
seslenmeyip, terslenenler olmalıydı. Aslında sorun; Şii-Sünni çatışması
değil; onları çatıştırarak emperyal sözde demokrasiyi Ortadoğu’da hakim
kılmak isteyenlerdir. Etnik çatıştırmaları ve mezhep düşmanlıklarını
kullanmak isteyenler de…

Bir Yönetim Tekniği Olarak Korku

Güvensizlik esasına dayanan bir yapılanma içindeki sosyal organizasyonlarda korku bir yönetim tekniği olarak kullanılmaktadır. (Sosyal
organizasyonlardan kastımız şirket, aile, siyasi partiler, sendikalar,
resmi ve özel kuruluşlar ile tüm sivil toplum örgütleridir.)

Otoriter bir yönetici çoğu zaman eline geçirdiği yönetme yetkisini, yönettikleri üzerinde korku yaratan bir güce çevirir.

Korku
yaratan gücün örneklerini çokça görüyoruz. Bu bazen, devlet erkini
hasbelkader ele geçirmiş bir Bakanın, alanında isim yapmış bir bilim
adamını herkesin içinde paylamasıyla tezahür eder. Bazen aile
fertlerini korkudan tir tir titreten bir babanın davranışı olarak
dikkatimizi çeker. Bazen de hakaretten, işten atmaya varan ceza
yöntemlerini uygulayan ceberut bir patronda örneğini görürüz.

Bu yöntemin sadece ahlaki açıdan sakıncalı olmadığı, aynı zamanda ekonomik bir yönetim tarzı da olmadığı artık genel kabul gören görüş. Korkunun yönetim tarzı olarak kullanılması aynı zamanda motivasyon (isteklendirme) açısından da yanlıştır.

Hürriyet
Gazetesinin İK Ekinde yer alan bir yazıda bildiriliyor.
“L’Expansion.com sitesinin yaptığı araştırmaya göre uzmanlar hemfikir: Sevilme-takdir beklentisi, cezalandırılma-eleştirilme korkusundan daha itici ve yapıcı bir güç.”

Mesela bir şirketteki korkudan bahsederken ifade etmek istediğimiz korku türü, “psikolojik“.
“İstenen satış rakamına ulaşamamaktan korkan pazarlamacının, işsiz
kalma endişesi duyan sekreterin, arkadaşları tarafından dışlanan
grafikçinin, patronun karşısında yapacağı sunumun beğenilmeyeceğini
düşünen yöneticinin korkusu.”

“Başarısızlık, eleştirilmek,
dışlanmak, mahcup olmak; çalışma hayatında korkmak için sebep çok. Ve
korku, işyerinde yaşadığımız duygular arasında en güçlü, en etkili ve
en toksik olanı. İşyerinde yaşanan korku çeşitlerini üç ana kategoride toplayabiliriz: sosyal yargı korkusu (topluluk önünde konuşmak, mülakat vs), başarısız olma korkusu ve belirsizlik korkusu. (işsizlik, iş değiştirme, taşınma)

Benzer durumun kamu veya özel diğer kurumlarda da olduğu muhakkak.

Mensuplarının bu ve benzeri korkuları yaşadığı bir kurumda verimlilik
mümkün müdür? Yukarıda bahsettiğimiz insan tabiatından kaynaklanan bazı
korku türleri, bazen “bireyin enerjisini harekete geçiren ve belleğini
güçlendiren bir yakıt” bile olabilir. Yeter ki, “kişi korkusuyla
barışmayı;  korkmaktan korkmamayı ve utanmamayı” becerebilsin.

Ancak yönetici ile mensupların birbirlerine güven duymaması sonucu, bir yönetim tarzı olarak korkunun kullanıldığı kurumlarda sürekli verimliliği sağlamak mümkün değildir.
 “Sakat bir atı kırbaçlayarak bir süre koşmasını sağlayabilirsiniz,
ancak uzun bir süre değil.” Birinci sınıf jokeylere bakınız. Onlar
kırbaç kullanmak yerine, atıyla adeta bir bütün olarak, duygularını
paylaşarak onları yönetirler.

Peki ya ailede, eşler arasında bir güvensizlik
söz konusu ise.. Eşlerin birbirini izlemesi, şüphelerini haklı
çıkaracak deliller bulmaya çalışması ve her fırsatta güvensizliğin dışa
vurulduğu çatışmalar başlar. Taraflardan biri diğerini korkutmak
suretiyle gücünü göstermeye çalışır. Dövme, eve kapatma, fiziksel ve
psikolojik baskılar, “ben de seni aldatırım” türü şantajlar..

Ailede çocuklar ile ana-baba arasında da güven duygusu oluşmadığında yine genellikle başvurulan yol korkutmaktır. Korkutmak suretiyle çocuklarını istediği gibi eğitebilen, davranışlarını yönetebilen bir baba veya anne gördünüz mü?

Kurumlarda güvenilirliği sağlamak için öncü rol oynayan insanlara bakınız. İster resmen kurumun başında bulunsun, isterse resmi sıfatı olmamasına rağmen davranış ve tutumlarıyla, liderlik yapan kişilerin en önemli vasfının dürüstlük olduğunu görürsünüz.

Güvenilir olanlar, güven duyabilecekleri ilişkiler yaratırlar.

Sevgi
ile verenler, “bir mümin imanı ile” içinde bulunduğu kuruma kendini
“adamış” olanlar sıradan yöneticiler değildir. Onlar liderdir. Sıradan yöneticilerin başvurduğu korku ile yönetme tarzına başvurmazlar.

Alternatif Enerji Kaynağı Olarak Bor

0

Günümüzde enerji gereksiniminin %80’i fosil yakıtlarından (petrol,
doğal gaz ve kömür) karşılanıyor. Ancak fosil yakıtların giderek artan
miktarlarda kullanımı yerel, bölgesel ve küresel ölçeklerde çevre
kirliliğine neden oluyor. Fosil yakıtlar çıkarılmalarından
taşınmalarına, işlenmelerine ve son kullanımlarına kadar geçen tüm
süreçlerde çevre üzerinde pek çok olumsuz etkiye sahipti. En önemli
etkiyse yanma şeklinde olan son kullanım sırasında görülüyor. Bunlar
yanma ürünü olan CO2, SO2, NO2, hidrokarbonlar, kül, katran vb.
bileşikler. Ayrıca atmosferik tepkimelerle fotokimyasal oksidanlar,
asit aerosolleri gibi ikincil kirleticilerin de oluşumuna neden olur.
Fosil yakıtlarla ilgili bir diğer darboğaz da, gittikçe azalıyor
olmaları. Petrol ve doğal gazın bilinen rezervleri 8x1021J ve bugünkü
tüketim hızıyla 40 yıl sonra bitmesi bekleniyor. Kömür rezervleri daha
çok (20x1021J bilinen 150x1021J olası) ama bunlar›n da çevresel
etkileri daha olumsuz. Bu nedenlerle bol bulunan ve çevreye olumsuz
etkileri daha az olan yeni enerji kaynaklarına yönelmek zorunlu hale
geliyor. Fosil yakıtların çevreye verdikleri zararlardan ve
rezervlerinin azalmasından dolayı yeni enerji kaynaklarına ihtiyaç
duyulmakta, enerji ihtiyacını karşılayabilecek yeni kaynaklar
aranmaktadır. Aranan bu yeni enerji kaynaklarının temiz ve
yenilenebilir olması üzerinde durulan bir konudur. Yenilenebilir
kaynaklı enerji üretimi süreci karbon bağımsız olması, diğer bir
ifadeyle atmosfer kirliliğine sebep olmaması nedeniyle bu kaynaklar
temiz enerji olarak sıfatlandırılmaktadırlar.  Yenilenebilir enerji
kaynakları arasında hidrolik enerji, jeotermal enerji, biokütle
enerjisi, deniz kökenli enerji, rüzgâr enerjisi sayılabilir. Ancak bu
kaynaklar son kullanım için uygun değildir. Bir “ara enerji taşıyıcıya”
gereksinim vardır. Hidrojen, ara enerji taşıyıcı olarak kullanıldığında
bor devreye girer. Kuvvetli indirgen özelliğe sahip bir bor bileşiği
olan sodyum bor hidrür (NaBH4), günümüzde kağıt hamurunun ağartılması›,
çözeltilerden değerli metallerin (alt›n, gümüş vb.) geri kazanılması,
at›k sulardan ağ›r metallerin (kadmiyum, cıva vb.) giderilmesi,
vitamin, antibiyotik vb. bazı organik kimyasallar›n üretilmesi gibi pek
çok alanda ticari olarak kullan›l›yor. Sodyum bor hidrür, bir katalizör
varlığında su ile tepkimeye girerek hidrojen gazı üretme özelliğine
sahip.

21.yüzyılın en güçlü ve çevre uyumu açısından alternatifi
hâlihazırda olmayan, özellikle yakıt pili sistemlerinde, temiz bir
enerji yakıtı olarak hidrojen karşımıza çıkmaktadır. Fakat hidrojen
temininde kullanılabilecek her yenilenebilir ve temiz enerji kaynağının
farklı çevresel etkilere ve sorunlara neden olmayacağı söylenemez. Bu
noktada karşımıza hem NaBH4 (sodyum bor hidrür bileşiği) ile hidrojen
kaynağı olabilen hem de kendinden enerji elde edilebilen elementler
arasında birinci sırada yer alan bor elementi çıkmaktadır. Bor gerek
hidrojen temininde kullanılabilen gerekse kendinden enerji elde
edilebilen temiz ve yenilenebilir bir enerji kaynağı olarak şimdiden
geleceğin petrolü unvanını kazanmıştır. Bor bu nedenle önemini
                                                         ticari önemle
durulmaktadır. Bunlar;

  • hidrojen taşıyıcısı olarak bor mineralinden faydalanma,
  • hidrojenden daha iyi bir enerji hammaddesi olması,
  •  füzyon reaktörlerinde yakıt olarak bor kullanımı.

olarak sayılabilir. Yakıt pilleri üzerinde yapılan çalışmalar bor
mineralini ön plana çıkarmış ve ticari olarak kullanılabilirliği üst
seviyede kanıtlanmıştır. Bor’un belli koşullar sağlandığı zaman yüksek
derecede patlama ve yanıcılık özelliği gösterdiği ve bu reaksiyonun
ekzotermik bir tepkimedir. Aynı zamanda gaz emisyonu da olmamaktadır.
Bu özellikler sağlanarak A.B.D.’de bor sıvı bileşikleri askeri jet
yakıtı olarak kullanılabilmektedir.

Normal şartlar altında patlama, tutuşma, yanma ve infilak etme gibi
riskleri olmadığı için güvenlidir, bor yakıtlarının hidrojen gibi kalın
bir tank içinde soğutularak tutulmasına da gerek yoktur. İplik
yapısıyla makara üzerinden sistemi besleyebilir. Bu özellik taşıma ve
saklama kolaylığı sağlar. Bor 200 oC altında sertleşmektedir. Böylece
hidrokarbon bir tankta toplanabilmekte veya preslenerek külçeler
şeklinde saklanabilmektedir. Bor diğer alternatif enerji kaynakları
olan hidrojen, lityum, karbon, magnezyum ve alüminyum ile
karşılaştırıldığı zaman 1 GJ enerji elde etmek için oksitlenmesi
gereken yakıt miktarı açısından 18,30 kg, yakıt hacmi açısından 7,82 l,
kül miktarı açısından 58,92 kg, kül hacmi açısından 23,1 l, yakıt tank
hacmi açısından 139,9 l ve yakıt tüketimi açısından bor  yakıt hacim
32,3 l miktar 54,9 kg, atık bor hacmi 97,6 l, miktar 176,8 kg ile
optimize edilmiş gibi en verimli sonuçları vermektedir.  Nitekim 1 L
hidrojende 8.03 MJ enerji varken, bu 1 L borda 92.77 MJ değere ulaşır. 
Bu da borun hidrojenle kıyaslandığında hiç şüphesiz daha üstün olduğunu
gösterir.

Günümüzde Bor ürünleri tıp ve cam, kimya ve deterjan, seramik ve
polimerik maddeler, metalürji ve inşaat, gıda ve tarım gibi alanlara ek
olarak uzay ve hava araçları, askeri araçlar, füzeler, radarlar,
iletişim teknolojileri, nano teknolojiler ve enerji olmak üzere birçok
alanda kullanılmaktadır. Örneğin, Bor’un kimi özel bileşikleri, bilgi
teknolojilerinde kullanılan süper iletkenler ve mikroçiplerde
kullanılarak bunların verimi ve kullanışlılığı arttırılmaktadır,
elektrokimyasal enerjiyi elektrik enerjisine çeviren yakıt pillerinde
sodyum bor hidrürün suyla tepkimeye girmesi sonucu açığa çıkan hidrojen
kullanılabilmektedir. En yaygın olarak kullanıldığı cam sanayinde camın
ısıyla genleşmesini önemli ölçüde indirgemekte; titreşim, yüksek ısı ve
ısı şokuna karşı dayanıklılık sağlamakta ve böylece camın genel olarak
dayanıklılığını arttırmaktadır. Bu tip uygulamalara örnek olarak
evlerde kullanılmakta olan borcamlar verilebilir. Bor bu etkilerinin
yanı sıra cam eriğinin viskozitesini azaltarak daha akışkan olmasını
sağlamaktadır.  Bor fiberler plastiklerde, alüminyum ve titanyuma
oranla altı kat daha fazla sertlik ve yoğunluk oranı sağlamaktadır.
Yüksek sıcaklığa karşı dayanıklı, esnek, hafif ve kolay üretilebilen
borlu malzemeler bugün spor malzemelerinde, tekstil (kurşun geçirmez
kumaşlar), izolasyon, otomotiv sanayi gibi pek çok alanda
kullanılmaktadır. Boraks bileşiği suyun yüzey gerilimini azaltarak kir
parçacıklarının uzaklaştırılmasını sağlarken, düşük de olsa kimi
organik maddeler ile reaksiyona girip ester oluşturarak, dezenfektan
olarak da kullanılabilmektedir. Bu özelliklerden dolayı sabun gibi pek
çok temizlik maddelerinde kullanım alanına sahiptir. Örneğin, sodyum
per borat, aktif bir oksijen kaynağı olduğundan etkili bir ağartıcı
olup çamaşır beyazlatıcısı olarak değerlendirilmektedir. Son yıllarda,
bileşiklerinin (borik asit, boraks, pentahidra gibi) yangın geciktirici
özelliklerinden dolayı, bor düşük maliyetli selülozik yalıtım
malzemesinde kullanılmaya başlandı. Bu malzemeler sadece yangına karşı
dayanıklılığın yanında bakterilere karşı zehirleyici, sıçanların,
farelerin ve böceklerin iştahlarını kapatıcı bir nitelik sağlamaktadır.
Nötron emme gücünün fazla olması onu tek kılan başka bir özelliğidir.
Nükleer santrallerde, radyoaktif maddenin bölünmesi ısının açığa
çıkmasına, alfa ve beta parçacıkları, gama ışınları ve nötronların
oluşmasına yol açar. Nötronlara karşı kalkan görevi görecek malzemeler
arasında en etkili olanları bor, hidrojen, lityum, polietilen ve sudur.
Ancak bunların çoğu ikincil gama ışınlarının oluşmasına neden olurken
nötronları emme özelliğiyle bor, çok hafif bir gama ışını ve kolay
emilebilen bir alfa ışını üretir. Metallerle boritleri oluşturan bor
oldukça sert olmasından dolayı aşındırıcı ve ışık kıran olarak da
kullanılır. Ayrıca demir-çelik endüstrisinde florit yerine kolemanit de
kullanılabilmektedir.

Bor minerallerinin önemli olmasının nedeni hiç kuşkusuz içerdikleri
bor elementinin kimi özellikleriyle ilişkilidir. Bor elementi,
periyodik tabloda “B” simgesiyle gösteriliyor; atom numarası 5, atom
ağırlığı 10,81, yoğunluğu 2,84 gr/cm3, ergime noktası 2200°C ve kaynama
noktası 2250°C, siyah renkte, metalle ametal arası özelliklere sahip,
metalik bir iletkenden çok, bir yarı iletkendir. Doğada tek başına
bulunmuyor,  oksijenle bağ kurmaya yatkın olduğundan pek çok değişik
oksijen bileşimi oluşturuyor. Değişik molekül yapılarına sahip olabilen
bu bor-oksijen bileşiklerine “borat” deniyor. Borun bu özelliğinden
dolayı doğada pek çok, yaklaşık olarak 230 değişik bor minerali
bulunuyor. Doğada pek çok değişik bor minerali bulunmasına rağmen
büyük, ekonomik değere sahip rezervler oluşturdukları yerler sayılıdır
Bir borat rezervinin ekonomik değere sahip olması, bor oksit içeriğine
bağlı. Ticari açıdan yaklaşıldığında özellikle şu bor mineralleri önem
kazanmakta: boraks ve kernit (bir sodyum borat), üleksit ve probertit
(bir sodyum-kalsiyum borat), kolemanit ve pandermit (bir kalsiyum
borat), hidroborasit(bir kalsiyum-magnezyum borat) ve doğal bir borik
asit ürünü olan sassolit’tir. Ülkemizin Batı Anadolu bölgesi, bor
minerallerinin büyük ve ekonomik değere sahip yataklar oluşturduğu
yerlerden birisi. Bu yataklar önemli bor minerallerinden kolemanit,
boraks ve üleksit minerallerini içeriyor. Önemli borat yataklarının
bulunduğu diğer yerlerse ABD; Güney Amerika’da Arjantin, Boliviya, Peru
ve Şili; Çin ve Rusya. Batı Anadolu’daki dünyanın en büyük boraks
cevherini Eskişehir’in Seyitgazi ilçesin Kırka bucağında çıkarılmakta.
Dünyadaki toplam boraks rezervinin büyük bir bölümünü içinde barındıran
bu cevher, Eti Holding A.Ş.’nin bağlı ortaklıklarından Eti Bor A.Ş.
tarafından işletiliyor. Açık ocak yöntemiyle çıkarılan bu dev boraks
madeni, kirli beyaz renkte dir. Burada boraks cevherinin üç değişlik
tiptedir. Camsı, bileşik (kil, kum gibi başka malzemelerle karışık) ve
tabakalı yapıda bulunmaktadır.

Türkiye, dünya bor rezervinin %63’üne sahip ve dünyanın ham bor
ihtiyacının %95’ini karşılamaktadır. Türkiye’nin sahip olduğu bor
madenleri tek başına 400 yıl yetebilecekken en yakın takipçimiz olan
ABD ve Rusya’nın bor madenleri 77 yıl yetebilecek kapasitededir. Fakat
1.2 milyar dolarlık dünya bor pazarından elde edilen gelir %20-22
civarındadır. Uluslararası madencilik şirketi Rio Tinto’nun alt
kuruluşu olan US Borax’ın pazar payı ise %70 civarındadır. Oysa Eti
Holding ile US Borax dünya bor pazarının %75 ine sahiptirler.

Rezerv Yeri

Rezervler (milyon ton cevher)

Rezervler (milyon ton B2O3 )

Bigadiç

935

330

Emet

545

200

Kestelek

7

3

Kırka

520

140

TOPLAM

2007

673

Bor’un enerji elde etmek için içten yanmalı motorlarda
kullanılmasının yanı sıra yakıt pillerinde ve akülerde kullanılmasıyla
birlikte füzyon reaksiyonlarında da kullanılması geleceğin petrolü
olduğunu göstermektedir. Sadece geleceğin petrolü olmakla kalmayan ve
aynı zamanda çevreye zarar vermeyen, atıklarının geri dönüşümlü olarak
katalizörlerin ise tekrar tekrar kullanılabildiği, çevreye zararlı
emisyonlarının olmayışı, az hacim kaplaması, yanmaya ve patlamaya karşı
direncinden dolayı güvenilir bir yakıt oluşu şüphe götürmezdir. Kyoto
protokolü ve İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi için yaratılmış bir
enerji kaynağıdır. Bor verimli ve temiz bir yakıt olduğu gerçeğini
kesinlikle ortaya koymaktadır. Borun bu etkili özellikleri ve ileride
kazanacağı stratejik önem dikkate alınmalı, onu en iyi şekilde
kullanmalıyız.

Kaynaklar

  1. Bilim ve Teknik, Mayıs 2002
  2. http://www.antimai.org/cv/mcinki2.htm
  3. İ.Ü.Müh. Fak.Maden Müh. Böl, Doç. Dr. Şafak G. ÖZKAN Cevher  Hazırlama Anabilim Dalı Bşk
  4. http://www.ekonomibu.com/haber_detay.php?id=782
  5. http://www.izto.org.tr/NR/rdonlyres/EB28D26B-CA4C-4848-8BC7-BB3697837B04/1984/BOR.pdf
  6. Yıldırım
    PEHLİVAN, Merve ÇETİNKAYA, BOR VE TEMİZ ENERJİ Üniversite Öğrencileri
    Çevre Sorunları Konferansı  14-16 Nisan 2003 Fatih Üniversitesi –
    İSTANBUL

Orta Çağ’da Türk-İslam Düşünürlerinin Devlet Anlayışları

0

Orta Çağ gerek İslamiyet açısından gerek Hıristiyanlık açısından olsun her iki din bakımından da son derece verimli bir çağdır.

Kiliselerin otoritelerinin artması, feodal yapıların güçlenerek
merkezi otoriteleri sarması ve kralların gelişen bu gidişat karşısında
bir şey yapamamaları kiliseler etkisindeki feodal devletleri ortaya
çıkarmıştır. 1000’li yıllarda papaların kralların önlerinde haçlı
seferlerine katılmaları bunun en güzel örneğidir. Aynı şekilde haçlı
seferlerinin ne amaçla düzenlendiklerine bakarsak yine kilisenin büyük
etkisini görürüz…

İslamiyet’in yayılmaya başladığı dönemlerde, gerek peygamber gerek
halifeler döneminde yapılan her tür iş, din çerçevesindedir ve din
yaşamda ilk sırayı almıştır. Ülkelerin yönetimlerini ellerinde
bulunduranlar, halifenin etkisindeki sultanlardır yada halife olabilmiş
sultanlardır. Anlaşılacağı gibi belli bir hiyerarşi içerisinde halife
en üst sıradadır…

Türklerin Müslüman olmaları Çin’e karşı Abbasi Halifesi’nden yardım
istemeleri ve 751 Talas Savaşı’nda Çinlilere karşı beraber
savaşmalarıyla başlamıştır ve ilk meyvesini kurulan ilk Müslüman-Türk
devleti Karahanlılar’la vermiştir. İslamiyet’in kabulüyle gelen bu yeni
yönetim anlayışı tamamen dininin etkisindedir ki bu durum o dönemde
yetişmiş alimlerle de anlaşılabilir.
İslam dininin getirmiş olduğu bu yeni yönetim anlayışını üç ana ekole
ayrılmıştır. Bunlardan ilki dini ağırlıkta olan, İslam ile gelen fıkıh,
kelam anlayışı üzerinde yoğunlaşmış olan “Fıkıhçı-Kelamcı Ekol”dür.
Yöneticisine “halife” ismini veren bu ekol içerisinde Gazali, Maverdi,
İbn Teymiye gibi birçok alimi barındırmaktadır.

Yunan felsefinin de etkisiyle yeni bir anlayış kazanan, İslam ile bu
felsefeyi bir araya getirmeye çalışan, yöneticisini “reis” olarak
tanımlayan “Felasife (Müslüman Felsefeciler) Ekolü”dür. Farabi ve İbn
Rüşd bu ekolün öncüleridir.

Diğer iki ekolden farklı olarak, yönetimin içerisinde bulunanların
oluşturduğu, yöneticinin ve iyi yönetimin nasıl olması gerektiğinden
çok mevcut durumlarının ne olduğunu; onlara tavsiye, öneri biraz da
övgüde bulunan, diğer ekollere nazaran dinin etkisi daha az olan,
yöneticiyi “sultan veya padişah” olarak niteleyen “Siyasetname
Ekolü”nün en önemli temsilcisi Selçuklu veziri Nizamülmülk’tür.

Temel olarak her üç ekolde de öne çıkan şey “adalet”tir ve adalet
Orta Çağ Türk-İslam dünyasında en önemli kavramdır. “Melik inkar ve
küfürle ile ayakta kalabilirse de zulüm ile ayakta kalamaz” diyen
Nizamülmülk, adaletin o dönemlerde ne derece önemli olduğunu
belirtmiştir. Aynı şekilde “erdemli kentin” gerçekleşmesi için Farabi,
adaleti şart koşmuştur. Her ikisinden de farksız düşünmeyen Gazali de,
iyi bir yönetimi gerçekleştirebilecek olan adaletin sağlanabilmesi için
yöneticiye 10 önemli öğütte bulunmuştur…

Özetle; Ortaçağ dinin etkisindeki yönetimlere şahitlik yapmıştır.
Devletin temel görevleri olan “adaleti sağlama, güvenliği sağlama ve
halkın refahını artırma”ya “dini ve dünyevi işleri koruyup geliştirme”
de eklenmiştir. Tüm bu görevlerin gerçekleşmesini sağlayabilmenin
temelinde adalet olduğu, bu dönemde yaşamış alimlerin kesişme
noktalarıdır…

12 Nisan 2006
Kocaeli Aydınlar Ocağı
“35. Söz Sırası Gençlerde Programı”

Lüks Hayat!

Geçen haftaki yazımda sizlere genel olarak bahsetmiştim; ülkemizde
“sosyete” olarak tabir edilen ve Batı tarzına yakın yaşam stilini
benimsemiş, lüks markaları kullanan, toplumun az bir kesimini oluşturan
sosyal tabaka bugün belki de modernleşmenin yeni tezahürü olarak zengin
muhafazakâr kesimde de yer bulmaktadır.

Tabii muhafazakar kesimdeki sosyetiklik Doğu tandanslarına yakın
hatta denilebilir ki Arap sosyetesine uygun bir biçim seyretmektedir.
Arap dünyasındaki sosyetik tiplere baktığımızda çoğunun Batı
eğitiminden geçip şekil olarak geleneksel Arap kültürünü yaşattıkları
hepimizce malum olan bir durumdur.

Aynı şekilde ülkemizdeki yeni sosyetik muhafazakar kesimin de
eğitimini Batıdan alıp şeklen Doğulu olarak yaşadığı görülmektedir.
Bilinen lüks markaları kullanan bu kesimin yaşadığı lüks yaşam ise
diğer sosyete mensuplarından kendilerini ayıran en önemli fark olan
temsil ettikleri “İslami kimliğe” ters düşmektedir.

Çünkü İslam sosyal bir dindir ve İslamiyet’te toplumdaki sosyal
tabakalar arası uyuma çok önem verilmiştir. Zekat ibadeti bunun en açık
delilidir. Hele bizim gibi gelişmekte olan toplumlarda gelir seviyesi
düşer, alt ve üst tabakalar arasındaki fark gittikçe artarken bir
kesimin en azı 850 Euro olan ayakkabı giymesi hem dinen hem de ileride
toplumda sosyal patlama yaratma ihtimalinden dolayı sakıncalıdır.

Nitekim geçmişte Batı ve Doğu toplumlarında yukarıda izah ettiğim
sebeplerden kaynaklanan birçok olay meydana gelmiştir. Ne var ki bizim
geçmişimize bakıldığında yöneten kısmın lüks tüketimine dair halk
arasında bir isyan çıkmamıştır. Çünkü bizim örfümüz gereği de gösteriş
son derece ayıp sayılmıştır.

Söz konusu örfün bir yansıması olarak dönemin Batı ve Doğu
saraylarıyla Topkapı sarayı kıyaslandığında Topkapı sarayının ne kadar
sade olduğu malumdur. Mesela Fransa’daki Versay Sarayı veya Rusya’daki
Kremlin sarayı yanında bizim saraylar son derece sade kalmaktadır. Aynı
şekilde kılık kıyafette de ecdatta aynı sadelik mevcuttur. Yani bizler
için önemli olan “şekil” değil “öz”dür.

Bir diğer örnek olarak, çok enteresandır, eski Türklerde (hatta bu
ritüeli Osman Bey’in de yaptırdığı söylenir) yılın belli zamanında
yöneticiler evlerini halka açarak halkın buradan istediği şeyi almasına
müsaade ederlermiş. Yani bir nevi göz hakkı gibi algılanabilecek bu
uygulama yönetenin halka bakış açısını yansıtması bakımından ayrı bir
önem arz eder.

Bugün dünyadaki sermayenin serbestçe dolaşması her ülkede yeni
sınıfların oluşmasına, zengin ve fakir arasındaki uçurumun giderek
artmasına sebebiyet vermektedir. Nitekim yapılan araştırmalar 21.
yüzyılın önemli sorunlarından biri olarak bahsettiğimiz durumu
belirtmektedir.

Diğer taraftan günümüzde iletişim ağının yaygınlığı toplumları lüks
tüketime hızla yöneltmekte; bu durum özellikle gelişmemiş ve gelişmekte
olan toplumlarda çeşitli yönlerde cereyan eden sosyal hareketliliklerin
ortaya çıkmasına sebebiyet vermektedir.  

Umarım milletimiz geçmişine sahip çıkarak örfünde yer alan “sadelik”
temelli anlayışına ve dininde bulunan “israf” prensibine özen gösterir.
Çünkü bugünkü durum geçmişte yaşanmamış fakat gelecekte yaşanabilecek
toplumsal kaosun habercisi niteliği taşımaktadır.

İyi haftalar!… 

Dostan Dosta

Dost; yanımızdan hiçbir zaman ayrılmasını istemediğimiz kimsedir.
Çünkü, en çok onunla birlikte olmaktan mutlu oluruz. Dostumuzla
birlikte gülmekten, dostumuzla birlikte ağlamaktan, onunla bir şeyleri
paylaşmaktan büyük haz alırız. Onunla paylaşırız en değerli şeylerimizi
ve ona açıklarız en önemli sırlarımızı.

Hepimizin bu hayatta, birçok dostu vardır ve bu dostlarımıza değer
biçemeyiz hiçbirimiz. Bir de bir dost gibi değer verdiğimiz, nesneler
vardır. Mesela kitaplar.. hani deriz ya ‘’En iyi dost kitaptır’’
diye. Bazen bir dosttan da öte değer veririz kitaplara. Çünkü, ondan
öğreniriz bilgiyi, birikimi ve ondan öğrendiklerimizle hayata anlam
katarız. Bazen geçmişe yolculuk yaparız onunla, bazen gelecek için
hayal kurarız, bazen heyecanlanır,bazen de düşünürüz. Kısacası hayatla
ilgili ne varsa bulabiliriz kitaplarda. Bunun için de ‘’dost’’ deriz
kitaplara. 

Bu yazımla, değerli dostum dediğim kitaplardan dost hakkında
edindiklerimle, yine dost olarak bildiğim siz değerli okuyuculara,
birkaç söz hatırlatmak isterim.

Dostlarınla öyle yaşa ki, düşman olduğunda hakkında söz
söyleyecek sözleri olmasın. Düşmanlarınla öyle yaşa ki, dost olduğunda
yüzün kızarmasın.

Değer verdiğin insan sana değer vermiyorsa, bırak kendi değerleriyle kalsın.

İnsanlar gelmeleriyle yalnızlıklarını dağıtanları severler, gitmeleriyle kendilerini yalnız bırakanlara aşık olurlar.

Güzel günde dost çoktur. Dar günde kaç tane dostun yanında ise işte o kadar gerçek dostun vardır…

Dostlar ırmak gibidir. Kiminin suyu az, kiminin çok… kiminde ellerin ıslanır yalnızca, kiminde ruhun yıkanır boydan boya.

Bugün senin için bir başkasını terk eden; yarın bir başkası için seni terk eder.

Bir gün sıcaklığınla ısınabileceğin bir dost bulabilirsen
seni kovsa da yanından ayrılma. Eğer soğukluğu ile sana esiyorsa, sana
sarılsa da bırak onu üşümek istemiyorsan.

İnsan sahte para yapar ama daha çok, para sahte insan yapar.

Eğer bir gün sevmek istersen önce kendini sev. Daha sonra
istersen beni. Ama beni; beni sever gibi değil kendini sever gibi
sevmelisin. Çünkü ben seni öyle sevdim.

Geldiğin zaman boşlukları dolduran değil, gittiğin zaman yeri doldurulamayan ol.

Hayatın en güzel anı her şeyden vazgeçtiğiniz zaman sizi hayat bağlayan biri olduğunu düşündüğünüz andır.
 
Başkaları
ile ilgilenirsen, iki ay içinde birçok dostlar kazanabilirsin,
başkalarının seninle ilgilenmesini beklersen iki yılda bile tek dost
kazanamazsın.

Sevgili dostlarım! Dostlukları taze tutmak ve aynı zamanda yeni
dostlarda kazanmak lazım. Yeni dostluklar edinmeniz dileklerimle
saygılar sunarım.

Sayın Sirmen’in Mücadelesi

“Sefa Sirmen’in İl başkanlığı Büyük şehir yarışının startıdır.” Ben böyle düşünüyorum.

Bu düşüncemden hareketle gerek Sayın Sefa Sirmen’in İl başkanlığını,
gerekse yerel seçim mücadelesini kendi kafamda seslendirmek ve
yorumlarımı sizinle paylaşmak istiyorum.

Önce şunu söylemeliyim ki sayın Sefa Sirmen İl başkanı olmaya mecbur
edilmiştir. Aslında yerel seçimlere yakın bir zamanda gücünü bölmeyi
hiçbir siyasetçi istemez. Akıllı kaptan ise  gelecek fırtınayı kuşların
kanat çırpışından anlar. Sefa bey de on ikiye beş kala kazık
yiyeceğini, hem de sivrilttiği kazıkların kendisine batacağını
anlamıştır. Ben inanıyorum ki CHP’nin bazı kaşarlılarının Sefa Sirmen’i
aday yapmaya niyeti yoktu. Bazıları da iktidar karşısında yegane
mücadele verebilecek kişinin de Sefa Sirmen olacağını çok iyi
biliyordu. Çift taraflılar hariç mücadele bu iki gurup arasında geçti.
Sayın Sirmen adaylığı ile bir taşla iki kuş vurmuş oldu. Birinci
yaptığı hiç kimseye müdana etmeden kendi göbeğini kendisinin
kesmesidir. İkinci yaptığı ise çıkacağı zorlu mücadele yürüyüşünde
arkasındaki Brütüsleri görmesidir.

Sayın Erenkaya’nın Belediye Başkanı olduğu dönemde Ben ANAP’tan
rakibi idim. Açıkça söyleyebilirim ki; şayet sayın Sefa Sirmen
Büyükşehir Belediye Başkan adayı olmasa idi, sayın Hikmet Erenkaya’nın
Saraybahçe’yi kazanabilmesi mümkün değildi. Sayın Erenkaya’nın siyasi
istikbalinin mimarı Sayın Sefa Sirmen’dir.Buna rağmen sayın Sirmen’in
karşılaştığı tablo siyasetin bir cilvesidir. Bu sözlerim Sayın Fikret
Toker içinde geçerlidir.

Eğer Sefa Sirmen’i tanıyorsam biliyorum ki o bunları hafızasına depo
etmesine rağmen yürüyüşünde hiç dert etmeyecektir. “Siyasette mücadele
vardır, fakat düşmanlık yoktur.” düsturunu özümsemiş az insanlardan
biridir. Bu yönünü yaşayarak öğrenmiş bir kişiyim.

Sefa Sirmen için İl başkanlığı zaruretten alınması gereken bir kale
olmasına rağmen, çıkacağı yolculukta bu kale onu hedefe taşımaya
yetmeyecektir. Önünde iki zorlu mücadele vardır.

Birincisi kendi partisinden genel merkez bazında gelecek çelmeleri
aşmak için verilecek mücadele. İkincisi yorucu ve o derece sıkıntılı
yolculukta yanında taşıyacağı güvenilir yandaşları iyi tespit etmek
için verilecek mücadele. Bu mücadele İl başkanlığı mücadelesinden
zordur. Çünkü bu mücadele oy ile olmamaktadır. Demokratik bir mücadele
değildir. Profesyonellere karşı verilecek bir mücadeledir. Çünkü “genel
başkanlığı gündeme gelmiş bir adam tehlikeli adamdır. Önü kesilmesi
lazımdır.” argümanı işletilmeye başlatılacaktır.

Bütün bu oyunların sahneye konmasından sonra Sayın Sirmen CHP den
Büyükşehir Belediye Başkan adayı olursa 2.0 galip olacaktır. Sayın Sefa
Sirmen in çıkışı Ak Parti den sayın İbrahim Karaosmanoğlu’nun 
adaylığını zorunlu hale getirmiştir.

Asıl mücadele ise bundan sonra başlayacaktır. Karşısında hükümetin
gücü ile donanmış bir iktidar belediye başkanı. Yine karşısında
iktidarın gücünü sonuna kadar kullanabilecek bir iktidar partisi yerel
teşkilat kadroları. Aynı şekilde iktidarla göreve gelmiş bir kısım
bürokrat ve teknokratlar. Aynı şekilde iktidara oy vermiş bir kitle.
Kim ne derse desin iktidarın parasal gücü ile yapılmış yerel hizmetler.

Bütün bunlara rağmen şayet sayın Sefa Sirmen seçimi kazanırsa seçimin skoru 1-0 değildir.

O zaman seçimin skoru 10-0 olacaktır. İktidar gücüne sahip olup ta
seçim kaybedenin kazanan adayın değil elini ayaklarını bile öpmekten
başka yapacağı bir şey yoktur.

Bu bakımdan bu seçim çok zorlu geçecektir. Başka adaylar çıksa bile
onlar çaya çerezden başka bir şey değildir. Bu konuda daha çok
konuşacağız. Her ikisine o gün karşı karşıya gelebilirlerse şimdiden
başarılar diliyorum.

Paralı Yüksek Öğretim

Türkiye ne çekmişse; hep ülkesini tanımayan, ülkesine dışarıdan
bakan bazı aydınlardan çekmiştir. Bu yabancılaşmış çevreler sürekli
Türkiye’yi kendisine uymayan bir kalıba oturtmaya çalışmışlardır.
Neticesi hüsran da olsa; bunda ısrar etmişlerdir. Bazı siyasiler ve
değişik çevreler de değişik şey söyleyen bu kişilerin peşine
takılmışlar; söylediklerinde bir hikmet var zannetmişlerdir.
Siyasetçiler ve bürokratlar, on kere düşünüp bir kere dikkatli konuşmak
durumundadırlar.

Günümüzde tartışılan “paralı yüksek öğretim” de gerekli incelenme yapılmadan ve tartışılmadan Sayın YÖK Başkanı tarafından ortaya konulmuştur. Eğitim bir sektör gözüyle
görülür. Eğitim, bir ülkenin ihtiyaç duyduğu insangücü kaynağının
farklı mesleklerde ve alanlarda nitelik ve nicelik olarak
yetiştirildiği bir sektördür. Kısaca, eğitim ve eğitime ayırılan
kaynaklar eğer iyi bir eğitim plânlaması yapılmışsa; farklı mesleklerde insangücü arz ve talep tablosu (açık ve fazlalıklar) dikkate alınmışsa; eğitim-istihdam ilişkileri kurulmuşsa; beyin göçünü önleyen kanallar açılmışsa; eğitim en yüksek hasıla sağlayan, artı hasıla sağlayan bir alandır. Bu açıdan baktığımızda, eğitimin yatırım fonksiyonunu
ihmal edemeyiz. Eğitime önemli bir yatırım gözüyle bakmak demek; onu
sadece bir maliyet unsuru ve basit bir harcama olarak görmemek
demektir. Bu doğru yaklaşım eğitim hizmeti sağlayan devlete patron, hizmetten faydalananlara da müşteri gözüyle bakma yanlışından bizi uzaklaştırır.

Diğer taraftan, eğitim sektörü sadece ferdi hasıla
yaratan bir alan da değildir. Ferde meslek ve gelir sağlayıcı bir
faydası olmakla beraber; topluma ve üçüncü şahıslara dönük ferdin
katkılarını ve yaratıcılığını da ortaya çıkarır. Bu bakımdan, kamu
harcamalarının ferdi harcamalarla mukayese dahi edilemeyecek olması,
ferdi hasılanın sosyal hasıladan daha yüksek
olacağını ilk anda bize düşündürtse de; fert topluma dönük faydalar
sağlamakta, hatta vergi mükellefi olarak kamuya dönük gelir akımı
doğurmaktadır.

Eğitimde fırsat eşitliği
sağlamak, alt ve orta tabaka çocuklarına eğitim yoluyla sosyal
hareketliliğe uğratmak ve eğitim hizmeti vermek, kamuya Anayasaca
yüklenmiş bir sorumluluktur. Devlet eğitim, sağlık ve ulaştırma dahil
sosyal sorumluluklardan kendini dışlayamaz. Dışlarsa da devlet olmaz;
tüccar olur. Böyle bir anlayış bizim geleneklerimize de aykırıdır.
Kaldı ki; 5000 dolar olduğu ileri sürülen fert başına düşen milli gelir
ortadadır. Türkiye, fert başına düşen milli gelirin 20.000 hatta 40.000
dolar olduğu ülkeleri taklit edemez. Ancak, son yıllarda iktidarın bazı
kamu hizmetlerini özel sektörün bir kısmına ve bazı belediyelere
devrettiği görülmektedir. Son dönemde eğitime yapılan sabit sermaye
yatırımı kamuda %5,5 azalırken, özel sektör yatırımlarında kamu
destekli olarak %26 artmıştır.  Türkiye’de eğitim ve sağlık, vatandaşın istismar edileceği bir pazar olmamalıdır. Türkiye, sosyal devlet
özelliğini yitiriyor. Ülke gerçekleri karşısında paralı yüksek öğretim,
dar ve ufuksuz bir bakıştır. Yüksek öğretimde birçok yerde öğrencinize
milli kimliği olan Türklüğünü hissettiremiyorsunuz ve veremiyorsunuz. Eğitim ve kültür politikalarında mutabakatlarınız net değildir. Türkiye, kararsız toplum manzarası gösteriyor. Gençler, “Sadece kendini düşün ve kurtar, ülkeyi kurtarmak sana mı kaldı”
gibi sorumsuzluk örneği telkinlerle karşı karşıyadır. Milli endişe
sahibi aydınlar yerine meşru-gayrimeşru fark etmeden sadece kazanıp
harcamayı düşünen bir zihniyet yerleşiyor. Muhafazakârlık dahil birçok
değerin içi boşalıyor. Para eden bilgi, para etmeyen bilgi ayırımları
yapılıyor.

YÖK’ün uğraşacağı ve çözeceği
başka önemli sorunlar vardır. Bütçeden eğitime ayırılan pay çok azdır.
Yabancı dille eğitim-öğretim sorun deposudur. Türkçe’ye saygısızlık
yaygındır. Devlet üniversitelerinin içi boşalmaktadır. Maaşlar alay
edilecek düzeydedir. Kaliteli mezunlar asistanlığa talip olmamaktadır.
Kütüphane, mediko-sosyal, internet ağı hizmetleri iyileştirilmelidir.
Köklü geleneği olan üniversitelere mali kaynak aktarılmalıdır.
Çalışanlara kurum kimliği (aidiyet) verilememesi, verimi düşürmektedir.
Teknik cihaz, malzeme kullanımı ve bakımı sorunları vardır. Çalışan
teknokent, dershane, rehberlik, sosyal tesis eksikliği vardır. Akademik
ve idari kadrolar için gerçek performans ölçümleri ve buna göre
ödüllendirme yetersizdir.  

Küresel Köleliğin Gönüllü Halkaları

Kölelik ne İslam öncesi ne de sonrası Türk tarihinde yoktur.
İslamiyet de hitap ettiği toplumlardaki köleliği tedricen kaldırma
yoluna gitmiştir. Ne var ki adı Müslüman kendi kavmiyetçi devletler
eski alışkanlıklarını kolay bırakamadılar.

Birde kronik köleciler ve sınıfçılar var; sıfatıyla müsemma ‘Vahşi Batı’.
Onlar Kabilimsi bir medeniyetin torunları olarak hayatı sınıf
çatışmalarıyla bir algıladılar ve köleliği kendi ruhlarından tüm
insanlığa yaymaya çalıştılar.

Siz 1776 Amerikan Bağımsızlık Kongresi’nde veya 1789 İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde kölelik karşıtı, eşitlikçi ve doğuştan özgürlükçü yaklaşımlar deklare edildi diye 19, 20 ve 21.yy’larda ona uyulacağını mı zannetmiştiniz?

1950’lere kadar siyahlar beyazlarla aynı otobüse
bile binemiyordu. Çok şükür şimdi arka tarafta da olsa aynı vasıtada
yer alabiliyorlar. 1990’lara kadar her siyasi
futbolcu Wembley’de ıslıklanmıyor muydu? Hala da maymun taklidi
yapılmıyor mu? Bir siyahın (Barack Obama) Amerikan Başkanlığı tepki
doğurmuyor mu?

Bilincinize yediremediğiniz kuralları yazdınız diye secde edecek
değiliz. Yada tersinden; sizde zaten var olan değerleri Tanzimat’la (1839) ilan ettiniz diye “Günaydın” diyecek pozisyonlara da düşmek istemeyiz. Aynı filmi (İ.Şaban filmi değil) her yüzyılda bir yemek durumunda hiç değiliz.

Kavramların karşılıkları dünyanın dört bir tarafında aynı mı? Oyunu
kuranlar kavramlardan kaos üreterek mi sonuç almaya çalışıyor? Ben
çağrışımlarıma güvenerek “Demokrasi: işgal, Özgürlük: kölelik, Barış:
şiddet, Adalet: dayatma, Eşitlik:seçkincilik, Teknoloji: put” diye
karşılıklasam kimlerle ortak dil kurmuş olacağım? Ve nereye kadar?

Asıl mesele şu: Kavramlar bize ait değil ve hafızasızız. Kamuoyu
organizatörlerinin oluşturduğu gündemlerin peşinde gidiyoruz. Bir o
yana, bir bu yana..

Edilgenlik, pasifizasyon, seyir ve izleyicilik insanoğlunun
sürüleştiğinin bir göstergesi. Ne de olsa çoban (kovboy) koyun gütmeyi
sever. Televizyon gibi bir hipnoz kutusu, futbol-magazin gibi bir
süresiz oyuncak ve tüm beğenilerini inşa ettiğiniz halde “zevkler ve renkler tartışılmaz” repliğiyle özgür olduğunu sanan milyonlarca küresel köle.

Bir elektro-şok.. Bir sosyolojik kırılma.. Yada olağanüstü
gelişmeler.. Yoksa yazarak, paylaşarak, tartışarak bir çıkış
bulacağımız çok da olası değil.

E, sonuç: ‘Söylesem faydası yok, sussam gönül razı değil.’