30.8 C
Kocaeli
Pazar, Temmuz 6, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1315

Hesaplaşma Yanlışı Ve Irkçılık

0

17 Ağustos 1999 Depreminin üzerinden sekiz sene geçti. Ancak, Genel Seçimlerde siyasetçilere ve özellikle de iktidar partisine beş senedir ne gibi tedbirler aldınız diye pek soran olmadı. Demek ki, bu son derece önemli deprem konusu da diğer milli davalar gibi pek önemsenmiyor. Var mı, yok mu, türban ve türbanlı eş hikâyeleri ortada dolaşıyor.


Laiklik Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkelerinden birisidir. Ancak, Türkiye Cumhuriyeti sadece laiklik üzerine kurulmamıştır. Her konuyu buraya çekmek birçok önemli hayati meselenin gözardı edilmesini doğurmaktadır. Yerli yersiz her şeyi laikliğe bağlama ve laiklik üzerine süren kısır tartışmalar, siyasi tercihleri de yanlış etkilemiştir. Cumhuriyetin akıllı dostlara ihtiyacı olduğunu hep söylüyoruz. Yasal bazı şartlara bağlı kalmakla beraber; bizi esas ilgilendiren belirli makamlara gelecek kişilerin zihniyetleridir. Bizim Sayın Gül’ü içimize sindiremememizin sebebi, bizzat Sayın Gül’ün beyanlarıdır ve Türkiye’ye karşı ihanet cephesi kuran milli ve üniter devleti reddeden çevrelere verdiği destektir. Türkiye ile hesaplaşma peşine düşenlerle aynı çizgiye düşmesidir. Bizim için önemli taraf budur.


Cumhurbaşkanı adayı olarak partilerle yaptığı görüşme kapsamında, DTP’ye yapılan ziyarette, terörle mücadelede kararlılığı zedeleyecek yanlışlarda ısrar edilmiştir. Sayın Gül, terörü daha fazla demokrasiyle çözeceğini zannetmektedir. İspanya’dan da mı ders almıyoruz? Terör örgütünün demokrasi ile yakından uzaktan bir ilgisi yoktur. Dün kültürel haklardan bahsedenler bugün ayrı egemenlik, Anayasada tanınma peşindedirler. Hayali AB üyeliği yolunda birçok kültürel hak kabul edildi. Yasalar yumuşatıldı. Ama onların hedefi kültürel haklar değildi. Ayrı bir egemenlik peşinde olmak, ülkenin toprak bütünlüğüne kastetmek, hangi ülkede demokrasi ile bağdaşır? Hangi demokrasi ülkeyi daha iyi bölebilmenin reçetesidir? Terör örgütünün isteklerine silâhla değil de; silâhsız kavuşması, bugün olduğu gibi örgütün siyasallaştırılması neyi değiştirir ki? Eğer mevcut Anayasanın temel ilkelerinden yana iseniz; apayrı bir Türkiye hedefleyenlere karşı tavır alırsınız. Atatürksüz ve Türksüz Anadolu plânlarına hoşgörü ile bakmazsınız. Bu görüşte olanları el üstünde tutup Başbakanlıktaki Komisyonda görev vererek ödüllendirmezsiniz. Tek taraflı ve dış destekli olarak Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlenip daha sonra yeri değiştirilen Ermeni Konferansı’na anlaşılmaz bir destek vermezsiniz. Ülkenize ve Silâhlı Kuvvetlerinize yönelen dış saldırı ve hakaretlere siyasetçi olarak siz cevap verirsiniz. Milli kimlik konusunda hassas olursunuz. Sayın Gül’ün basında da yer aldığı gibi; birçok yerde yaptığı konuşma, Atatürk’ün Çankayası’na Cumhurbaşkanı adayı olmakla çelişmektedir.


Son günlerde yine el üstünde tutulan ve mevcut iktidarca da desteklenen malûm koro, hedef olarak Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu’nu seçmiştir. Kendisine kin besleyen, sözde Ermeni Soykırımının kabul edilmesinden yana olan malûm şahıs ve çevreler, adeta Halaçoğlu’na karşı yargısız infaza yeltenmişlerdir. Bunların sorunu Halaçoğlu değil; Türkiye’dir. Bir toplantıda bazı Ermenilerin tehcirden kurtulmak ve Anadolu’da kalmak için kendilerini Kürt Alevi olarak gösterdikleri açıklaması, “Kürt Aleviler Ermeni dönmesidir” diye çarpıtılmıştır. Halaçoğlu’nu hedef alanlar ve ırkçılıkla suçlayanlar, Türk’e karşı ırkçılık yapanlardır. Kürt ırkçılığına hoşgörü ile bakanlar, bunu demokratik talep olarak görenler, kültürel değil; biyolojik esaslara göre köken arayanlar ırkçılığın âlâsını yapmaktadırlar.


Bazı Türkmen aşiretlerinin zamanla Kürtleştiği bilinen bir gerçektir ve yeni bir buluş değildir. Rahmetli Prof. Dr. Mehmet Eröz ve Prof. Dr. Orhan Türkdoğan bu konuda güzel eserler vermişlerdir. Bugün bazı Türkmen Köyleri Kırmançça konuşmaktadır. Prof. Dr. Zeki Velidi Togan’ın “Umumi Türk Tarihine Giriş” adlı eserinde Avşar Türkmenlerinin bir kısmının Kürtleştiği ortaya konmaktadır. Aynı görüş, Prof. Dr. Fuat Köprülü’nün İslâm Ansiklopedisi’ndeki “Avşar” maddesinde de yer almaktadır.


NOT: 30 Ağustos 2007 Perşembe günü Edirnekapı Şehitliği’nde saat 15:00’de buluşalım. Şehitlere çok şey borçlu olduğumuzu unutmayalım ve sahip çıkalım.

Azınlığın Çoğunluğa Tahakkümü

Bu yazımda belki diğer yazarlar gibi Cumhurbaşkanlığı ile alakalı bir yazı yazıp gına gelmiş vaziyetinize tuz basmış olacağım için üzgünüm. Şimdiden verdiğim rahatsızlık için özür dilerim.


İnsan bazen sabır sınırlarının zorlandığını gördükçe sinirlerini teskin etmek için çeşitli yollara başvuruyor. Kimi tenhada bağırıp çağırıyor. Kimi birilerine sataşıyor. Kimi ya sabır çekiyor. Bunun için dualar okuyor.


Kimide benim gibi kağıda kaleme sarılıyor. Aklına gelen her türlü cümleyi kâğıda aktarıyor. Deşarj olduktan sonra o kağıtların hepsini imha ediyor. Bu durumda kaç kişi var bilmiyorum ama en azından var olan bir ben olduğumu biliyorum.


Gelelim konumuza;


Bu güne kadar Cumhurbaşkanlığı makamına kimler çıkmadı ki. Asker, sivil, bürokrat, her kesimden birileri cumhurbaşkanı oldu. Fakat son zamanda ne olduysa Dışişleri Bakanlığı yapmış, Başbakanlık yapmış, Üniversite mezunu birkaç lisan bilen, mazisinde hırsızlık, dolandırıcılık, yüz kızartıcı suçlar olmayan bir cumhuriyet vatandaşı köşke çıkmaya liyakatli bulunmuyor. Kim tarafından diyecek olursanız, cevabım %20 tarafından. Bir çok televizyon kanalında olmazın gerekçeleri sıralanıyor. Söz birliği etmişçesine yazarlardan önce aba altından sopa gösterileri yapılıyor, daha sonra ricalarda bulunuluyor. Akıllarınca insanların yumuşak karnını zorluyorlar. Bu azınlığın çoğunluğa tahakkümüdür.


Sayın CHP lideri zaman zaman biz hanımı türbanlı olan Cumhurbaşkanı olamaz demiyoruz diyorsa da, iş icraata gelince nedense beyin altı merkezlerini okuyabilen mütehassıs kesiliveriyor. Ona, vatandaş kahir ekseriyetle “Sayın Baykal artık sen BAYGİT’sin. Düş bu partinin sırtından” diyorsa da, anlaşılan Sayın Tayip Erdoğan la anlaşma yapmış.”Ne yapıp yapıp gelecek sefer seni %77 lerle iktidara getirmeden koltuğu terk etmeyeceğim.”diyor. Bazen insanı düşmanı bile başarılı yapar. Böyle düşman dostlar başına.


Yazarın biri “türban şeriatın emridir. Şeriat: bin dört yüz yıl önce inmiş, asla değiştirilemeyen, asla itiraz istemeyen, asla aksi düşünülemeyen yasalardan oluşur.


Şeriatçı: türbanı-tesettürü vazgeçilmez sayıyorsa, onun dünyasında gizli gizli daha nice vazgeçilmezler vardır.”


Sanki bunları söyleyen Müslüman değil. Bilmiyorum belki öyledir ama bu sözler insanı şüpheye düşürüyor.


Ak partiye oy taşıyanda bu tür sözler değil mi?


Bir de kamusal alan diye tutturmuşlar. Tarifini bile yapmaktan çekiniyorlar. Zira asıl hedef belli. Yollar, hastaneler, okullar, karakollar, mahkemeler, askerlik şubeleri, belediyeler, valilik ve birimleri hepsi kamusal alan. Bu demektir ki ileride buralarda da başı kapalı dolaşmak yasaklanabilir. İleride” hiçbir memurun eşinin başı kapalı olmayacak” denebilir. Zira ortada tarif yok. Neresi yasak, Kimlere yasak belli değil. Ağzı olan, eli kalem tutan kamusal alan belirliyor. Anayasa her türlü yoruma açık. Anayasayı yapanlar bile bazı konularda açıklama yapamıyorlar.


Bence bu seçim artık bu tür aymazlıklara bir çözüm getirecektir. Zaten halkta birilerine dersini verdi. Bu aziz millet “Bırakın bu saçmalıkları. Bizim böyle bir sorunumuz yok. Demokrasinin sahibi biziz. Kimse bizim yerimize demokrasi havarisi geçinmesin. Demokrasi adına tahakküme yeltenmesin. Bazı mahfillere mesaj atanlara biz oyumuzla haddini bildiririz”. demiştir.


Sayın Abdullah Gül Cumhurbaşkanı olacaktır. Ülkede beklenen kaos olmayacaktır. Ömrü olursa bu ülkede görevi sona erene kadar liyakatli bir cumhurbaşkanı olarak sine-i millette yerini alacaktır.


“Türbanlı eş bir kimliktir… O kimlik; Cumhuriyeti istemez..Laikliği beğenmez.. Atatürk ü sevmez..” Bu sözleri söyleyenlere hayret ediyorum.


Bu sözlerin dayandığı bir örnek varmı? Yok. Ama o günün devrimcilerine, bu günün Atatürkçülerine bir örnek var. Devrimciler; 70li yılların başında Üniversitelerde Atatürk’ü Lenin’e benzetmediler mi? Atatürk’e burjuva demediler mi?” Komünizm görüldüğü yerde ezilmelidir.”dediği için Atatürk’e iftiralar etmediler mi?


Komünizme methiyeler düzen onlar değil miydi? Moskova’yı kapı komşusu yapan onlar değil miydi? Rusya çöktükten sonra onlar şimdi Atatürkçü oldu. Kalkıp başkalarına çamur atıyorlar. Bu ne pişkinlik.


Cumhurbaşkanlığını son kale olarak tanımlayanlar Sayın Gül Cumhurbaşkanı seçilirse kalelerine bir gol mü yemiş olacaklar? Hiç sanmam. Çünkü türbanlıların böyle bir iddiası yok. Onlar sadece en azından türbansızlar kadar özgürlük arıyorlar. Buna da hakları var.


Hiç kimsenin merakı olmasın. Türkiye Cumhuriyete devam edecek. Herkes hürriyetinden taviz vermeyecek. Ülke modern konumundan hiçbir şey kaybetmeyecektir. Herkes eskisi gibi işine gücüne bakacaktır.


Sayın Abdullah Gül Cumhurbaşkanlığına yakışacaktır.


Milletimize, Devletimize, Ülkemize, sevenlerine, hatta sevmeyenlerine bile hayırlı uğurlu olsun.

Malazgirt Zaferi’nin 936.Yıl Dönümü

0

Vatan olarak üzerinde yaşadığımız, dört bir yanı şehit kanıyla sulanmış bu toprakları bizlere emanet eden atalarımızın ağustos ayında zafersiz bir günü neredeyse yok gibidir.


26 Ağustos 1071 Malazgirt, 27Ağustos 1389 Kosova, 23 Ağustos 1514 Çaldıran Zaferi, 30 Ağustos 1922 Başkumandanlık Zaferi bunlardan bir kaçıdır.


Büyük Selçuklu Devleti Sultanı Alparslan ile Bizans İmparatoru Romen Diojen arasında Malazgirt Ovasında meydana gelen muharebe milli, dini, siyasi, askeri neticeleri ve Türk-İslam tarihinin en büyük zaferlerinden biri olması bakımından önemlidir.


Alparslan’ın bu savaştaki amacı Anadolu’nun kapılarının bir daha kapanmamak üzere açmaktı. Bu savaşta mağlup olurlarsa, yeniden Orta Asya içlerine çekileceklerdi.


26 Ağustos 1071 Cuma günü, Alparslan beyazlar içerinde sanki kefen giymişçesine askerlerine şu hitapta bulundu:


“Ey askerlerim ! işte atımın kuyruğunu bağladım. Bir er gibi savaşacağım. Eğer şehit olursam bu beyaz elbise kefenim olsun. O zaman ruhum göklere yükselecektir.”


Zafere inanmış bir komutan ancak bu kadar veciz konuşabilirdi.


O gün, Cuma namazından sonra başlayan muharebede Sultan Alparslan fevkalade bir savaş taktiği uyguladı. “Bozkır Çevirme Hareketiyle” Türk ordusu hilal şeklinde yayıldı. Türk süvarileri sağdan, soldan ok hücumuyla yoklamaya başladılar. Türk süvarileri hücumlarının boşa gittiğini anlayınca, geri çekilirmiş gibi yaparak geri döndüler. (Sahte Ric’at) Bunun üzerine Bizans ordusu Türkleri takibe başladı. Romen Diojen pusuya düştüğünü geç fark etti. Ama ordusu büyük bir bozguna uğramıştı.


Türk Milletinin yeni yurt edinmesini sağlayan, Malazgirt Zaferi’nden sonra, 15 yıl içinde Anadolu ele geçirildi. Bu zaferle Anadolu’nun tapusu Türklerin eline geçti. Bu bakımdan Malazgirt Zaferi Türk ve Dünya tarihinde bir dönüm noktası oldu.


Alparslan Türk çocuklarına, içinde gururla yaşanır ve uğrunda zevkle ölünür Anadolu’yu “Vatan” diye armağan ediyordu.1071’den sonra milletimiz yeni bir üslup ve medeniyeti, Avrupa’ya mertlikle vakarla tanıtacaktı.


Türk ve İslam tarihinin son 900 yıllık kaderini çizen insanlar, Alparslan ve Malazgirt’te savaşan o mübarek ordudur. Bu savaş sonrası tarihin gidişatı değişmiş, Türk tarihi, İslam tarihi olmuştur.


Asla ummadıkları Malazgirt bozgunu Hıristiyan Batı’yı öyle bir korkutmuştur ki; bu zaferden üç yıl sonra Papa 7. Gregoire Dünya Hıristiyanlarına “Türklere karşı silahlanın” çağrısını yapmıştı. Bin küsur yıl boyunca devam eden ve hala bitmeyen Haçlı Seferleri,


işte bu Anadolu’nun fethinin verdiği acılardandır.


Günümüzde ABD Başkanı George Bush’un Irak işgalinde bahsettiği Haçlı Seferi düşüncesi bu muharebenin Batı Dünyasındaki acılarının sonucudur.


Türk ve İslam Dünyası o mübarek Cuma sabahı, tekbirlerle hücuma kalkan Alparslan’a ve ardındaki şanlı ordusuna daima müteşekkirdir…

Manda Söğüt Dalına Yuva Yapar mı? Ekonomide Kriz İhtimali

0

Kastamonu’nun Tosya ilçesinden derlenen “Manda yuva yapmış söğüt dalına” diye başlayan türküyü çoğunuz hatırlarsınız. İTÜ Türk Müziği Devlet Konservatuarı’ndan Kastamonulu akademisyen İrfan Kurt bu yöre türküsünü makale konusu yaptı. İlk anda çok manasız gibi gelen bu türkünün sözlerinin sanılanın aksine saçma olmadığı gibi olağanüstü, sıra dışı olayları da anlatmadığını, böyle anlaşılmasının bilgisizlik sonucu olduğunu ortaya koydu.


Manda yuva yapmış söğüt dalına- Aman aman
Yavrusunu sinek kapmış gördün mü, amanin yandım.


Bu ifadelerin gerçek anlamını işin uzmanı bakınız nasıl açıklıyor:


“Türkünün derlendiği Tosya, bilindiği gibi pirinci ile ünlüdür. Çeltik tarlalarının sürülmesinde kullanılan manda, yaz sıcağında serinlemek için az kıllı olan derisini çamura bular. Bunun için de göletlerin kenarlarında bulunan ve dalları da suyun içine kadar uzanan salkım söğütlerin gölgesine yatar. İşte mandanın söğüt dalına yuva yapması budur. “Yavrusunu sinek kapması” yavrunun sinek tarafından ısırılmasıdır. Çünkü yörede kapmak sözcüğü alıp götürmek değil, ısırmak anlamı taşıyor.”


* * *


Konusunun uzmanı olan ekonomistler, Türkiye’nin ekonomik durumunu izah ederken ekonomimizin temel özelliğini ve uygulanan politikaların ana hatlarını şöyle ortaya koyuyorlar:


Türkiye’nin ithal ettiği mal ve hizmetler, ihraç ettiklerinden daima fazla olmaktadır. Bu durumda döviz gelirleri ile döviz giderleri arasında oluşan ve adına cari açık denilen bir fark oluşmaktadır. Bu ikisi arasındaki açığı kapatmak için sıcak paraya ihtiyaç duyulmaktadır.


“Sıcak para Hisse senedi satın almak için, Hazine bonosu ve tahvili satın almak için, bankalardan faiz almak için gelen dövize deniliyor. Sıcak para hareket kabiliyeti bulunan, bağlandığı yerden her an çözülebilecek paradır.”


Cari açık belli bir oranı aştığında ise sıcak parayı getirenler bu ülkenin riskinin büyüdüğünü, yani borçlarını ödeyemeyeceğini düşünerek getirdikleri sıcak parayı daha az riskli ülkelere kaydırırlar. “Daha önce satın aldığı hisse senedini, bonoyu, tahvili satar, bankadan mevduatını alır. YTL’den dövize döner, dövizini alır, çeker gider.”


”Soğuk para hareket kabiliyeti olmayan paradır. Örneğin fabrikaya, arsaya bağlanan paradır.”


”Sıcak para içeri aktığında ekonomi büyür, akış ters döndüğünde yavaşlar. Eğer kaçış büyük ve ani olursa sonuç 2001’deki gibi büyük bir devalüasyon ve krizdir.AKP’nin birinci iktidar dönemine rastlayan beş sene içinde sıcak para Türkiye’yi hayal kırıklığına uğratmadı.” Uluslararası finansman bolluğu ve dışarıdaki düşük faizler, içerideki istikrar ve yüksek faizle birleşince Türkiye’ye sıcak para akışı rekor düzeylere çıktı.


”Yabancı yatırımcıların halen İstanbul Menkul Kıymetler Borsası ve Hazine tahvillerine bağlı yaklaşık 90 milyarı var.”


”Son bir yılda 12 aylık dönemde Türkiye’ye 50.2 milyar dolar sıcak para girişi oldu.” Bu kadar parayı çekebilmek için çok yüksek faiz ödedik. Sadece faiz yüksek değil. Buna ek olarak izlenen yüksek faiz politikası nedeniyle, döviz fiyatı da devamlı ucuzladığı için, döviz getirerek bozduranın, parasını YTL cinsi faize yatıranın getirisi (reel faizi ) daha da artıyor.


Türkiye’ye gelen sıcak para, dünyanın en yüksek oranlı gelirini Türkiye’den kazandığı için geliyor. Ancak bu kazancın Türk halkının sırtından ödendiğini de unutmamak gerekiyor.


ABD’de konut finansmanı piyasasında göze alınan aşırı risklerin gerçekleşmeye başlamasıyla, oluşan likidite sıkışıklığı ve sermaye akışkanlığı problemi, Türkiye’nin ekonomisinin ne kadar kırılgan bir yapıda olduğunu hatırlattı. Uluslar arası sermayenin en riskli ülkelerden gördüğü Türkiye’den, ani ve önemli miktarda sıcak para çekmeye başlaması adeta direkten döndü. Bereket, başta ABD Merkez Bankası (FED) olmak üzere diğer gelişmiş ülke Merkez Bankaları piyasalara para akıtarak ve faizlerle oynayarak gelmekte olan fırtınayı şimdilik durdurdu.


Ancak tehlike henüz geçmiş değil. Dışarıdan kaynaklanacak böyle bir kriz dalgasına dayanmak için Türkiye’nin yeterli hareket alanı da yok.


Türkiye’de son 5 yılda ekonomik mucize yaratıldığını söyleyenler, mandanın söğüt ağacının tepesine yuva yaptığına, sineğin mandayı havaya kaldırdığına inanmamızı sağlamış olabilirler.


Ancak bilim adamlarının gerçekçi açıklamaları ve son dalgada yaşananlardan sonra ekonomimizin kırılgan durumunu ve yaşanması muhtemel risklerin ne olduğunu daha iyi anlıyoruz. Açıkçası bir kriz ihtimali ile ürperiyoruz.


Umalım ve dileyelim ki ABD bu dalgayı krize dönüştürmeden yönetebilsin. Yoksa milletçe yukarıdaki türkünün nakaratını söyleyebiliriz:


Amanin amanin amanin yandım


Tiridine tiridine tiridine bandım
Bedava mı sandın para verip aldım.


Not: Ekonomik açıklamalar için Güngör Uras ve Metin Münir’de yararlanılmıştır.

Koalisyonlar Dönemi

0

İkinci Dünya Savaşı sonrası, teorikte “Soğuk Savaş” dönemi olarak bilinen ancak pratiğe bakıldığında ABD’nin kendi coğrafyası dışında Kıta Avrupa’sı, Ortadoğu ve Balkanların bir kısmında mutlak güç olarak ortaya çıktığı bir dönemin adıdır.


Kısaca SSCB’nin bu bölgelere hediyesi ABD gücüdür. Dünya siyaset arenasının iki kutuplu bir güçle yönetimi şeklinde de bu dönemi ifade edebiliriz.


SSCB’nin dağıldığında ve soğuk savaş dönemi bittiğinde çoğu stratejistler ABD’yi süper güç ilan edip bu gücü elinde bulundurması için ileriye yönelik çeşitli senaryolar üretmişlerdir. Dolayısıyla çift kutuplu dünyadan tek kutuplu dünya düzenine geçiş, ABD’nin mutlak hakimiyetinin zaferi olarak görülen SSCB’nin dağılması ile ortaya çıkmaya başlayan ve “koalisyonlar dönemi” adı verebileceğimiz bir dönemi ifade etmektedir.


Mukayese amacıyla bakıldığında diyebiliriz ki çift kutuplu dünya düzeni içinde her ülkenin belli bir taraf belirlemesi zorunluluğu olduğu için, aynı taraf devletlerinin birbirlerini sorgulaması süreci söz konusu olmamaktaydı. Çünkü her iki taraf için karşılarında bir “öteki” mevcuttu. Fakat dünyada tek güç olarak ABD kalınca bu sefer ABD politikaları sorgulanmaya başlanmıştır.


Aynı şekilde, koalisyon döneminin somut örneklerinden biri olarak, özellikle AB(Avrupa Birliği) kurucu üyelerinden Almanya ve Fransa’nın ABD’nin kıta Avrupa’sına müdahale etmesini tepkiyle karşılaması neticesinde AB’yi ABD karşısında bir diğer güç olarak ortaya koyma çabaları dünya politikalarını takip edenler için aşikar bir durumdur.


Bunun yanında Rusya Federasyonu da kısa sürede toparlanarak, geleceğin enerji gücü olan Avrasya topraklarında ABD ve AB’nin yayılmacı siyasetini engellemek ve karşılarına diğer bir güç olarak çıkmak amacıyla 1996’da Çin, Kırgızistan, Kazakistan ve Tacikistan’ın katılımıyla Şanghay İşbirliği Örgütünü (ŞİÖ) kurmuştur.


ABD’nin dışarıdan gözlemci sıfatıyla katıldığı AB’ne ileride rakip olabilecek Karadeniz’e kıyısı olan devletlerin katıldığı Karadeniz Ekonomik İşbirliği (KEİ) platformu da yukarıda izah etmeye çalıştığım “koalisyonlar dönemi”ni destekler nitelikli olaylardan biridir.


Sevgili okuyucular, tarihe bakıldığında tüm önemli olayların arkasında yatan nedenlerin başında genel olarak ekonomik çıkarların yattığı görülür. Dolayısıyla bugün de benzer ekonomik çıkarlar sebebiyle savaşlar ve çeşitli örgütlenmeler meydana gelmektedir.


Nitekim 1980’li yılların sonu 90‘lı yılların başlarından itibaren dünyada dikkat çekilen enerji ve su kaynaklarının hızlı tüketimi sorunu, dünya devletlerinin dikkatini Avrasya ve Ortadoğu topraklarına çevirmiştir.


Soğuk Savaş döneminde bu topraklar iki devletin kontrolünde iken SSCB’nin dağılması bu topraklara hakim güç olmak isteyen başka devletleri de ortaya çıkarmıştır. Ancak ABD kendi gücünün sorgusuz sualsiz kabulü için bir “öteki” yaratmasının bilincinde olarak 11 Eylül olaylarını bu yönde kullanmış, öteki sorununu “terör” olarak belirlemiştir. Ardından açıklanan “Bush Doktrini” ile bundan böyle istediği zaman, istediği yere, gerekirse NATO’nun desteğiyle, mümkün olmazsa tek başına güç kullanabileceğini ilan etmiştir. Bu bağlamda Bush Doktrini, ABD yönetiminin dünyaya “tek güç benim” mantığıyla yaklaşması bakımından önem arz eder.


Netice itibariyle çizdiğimiz tablodan, dünya arenasında kıyasıya bir rekabet kavgasının hüküm sürdüğü, yeni dünya düzeninde “ben de varım” mücadelesinin had safhada olduğu anlaşılmaktadır.


Ne var ki tüm bu olanların yanında ülkemizin pasif bir politika izleyip “bekleyelim görelim sonra tavır koyarız” mantığında olması güçler dengesi içerisinde bir piyon vazifesi göreceği anlamına gelmektedir ki tedbir alınmadığı takdirde bu durumun yaratacağı acı sonuçları derinden yaşayacağımız kaçınılmaz görünmektedir. Diliyorum geç kalmadan doğru politikalar üretme şansını yakalarız. Saygılarımla!…

Baş Kim?

0

— Üstadım, bir öykücük okudum, bizim ev haline pek uyuyor.


— Anlat bakılım, neymiş öykücük?


— Bilge kişiye sorarlar: “Bir evin başı erkek midir, kadın mıdır?” diye. Bilge kişi cevaplar: “Tabii ki erkektir.” Devam eder: “ Kadın, ailede boyundur; erkek baştır. Boyun, başı ne yana isterse çevirir.” Üstadım, birebir annemle babam arasındaki ilişkiyi anlatıyor.


— Kertenkele, dediğin doğru, cevap, hoşuna gitmiş olabilir. Ben, burada güzel bir terdit sanatından başka incelik göremiyorum. Boyun dâhil, bedenin bütün uzuvlarını kumanda eden beyin nerede bulunuyor?


— Üstadım yine bir sıfır öndesiniz. Hatamı anladım, ben “baş”ı sadece görünür yönüyle düşünmüşüm. Terdit sanatı nedir Üstadım?


— Bilge kişinin verdiği cevaba dikkat et. Sorulan soruya verdiği cevabın gerekçesini beklenmedik şekilde izah ediyor. Şair: “Dünyanın en ağır işçisi benim / Gün yirmi dört saat / Seni düşünüyorum.” derken siz okuyucu olarak başka bir gerekçe bekliyorsunuz; ama o bir latife yaparak “Seni düşünüyorum.” diyor. Sizin tahmin edemeyeceğiniz bir neden ortaya koyuyor. Buna edebiyatta “terdit” sanatı denir. Ömer Seyfettin’in hikâyelerinde buna sık rastlanır.


— Üstadım, siz bana terdit sanatını izah ederken, baş-beyin ilişkisindeki mecaz-ı mürsel sanatını görmediğimi sanmayın.


— Aferin, aslında doğada pek çok ilişki suyun damlasına benzemesi kadar birbirine yakındır. Doğanın somut yasaları ile soyut yasaları arasında büyük benzerlik vardır. İnsanlar arasındaki ilişkiler, soyut yasalara dayanır. Genellikle bunlar yazılmamış kurallardır, insanın fıtratından çıkan, kendiliğinden oluşmuş yasalardır. Her insanın ve cinsin bir diğeriyle ilişki şekli zaman içinde kendiliğinden oluşur. Bu ilişkileri yazılı hale getirmek, beyhude bir uğraştır. Doğum ve ölüm, iki temel yasa. Paylaşma, dayanışma, üreme vb, diğer yasalardır. Bir varlık, oluş nedenini bir başka varlığa borçludur; ancak kendi içinde bağımsız olmakla birlikte bir bütünün parçasıdır. Her varlık, mikro ve makro derecesinde bir değerdir. Şu üzüm, şu elma, şu armut… Sen bunları son şekliyle tanırsın. Armudu ağaçta taşıyan, onu besleyen nedir? Elmanın, üzümün olgunlaşıncaya kadar hamallığını yapan, işi bitince kendiliğinden kuruyan, bu varlıkları gün yüzüne çıkaran sapları değil midir? Üzümü, elmayı, armudu meyve olarak yerken onun hiç sapını düşünmeyiz; sapın değerini ancak meyve bilir. Bilge kişinin, seni tebessüm ettiren cevabı aslında bir başka hakikati vurguluyor. Somut olarak görünen ilişkilerin arka planında başka bir soyut ilişki vardır. Meyveyi değerli kılan tadıdır, vitaminidir; meyveyi taşıyan dalıdır, sapıdır; dal ve meyve birbirlerine karşı değer üstünlüğü iddia edemezler. Ziraatçı ya da botanikçi gözüyle bakarsak, her meyve kökünden itibaren, toprağı da dâhil olmak üzere, dal ve yapraklarıyla bir bütündür. Hiçbiri bir diğerinden üstün değildir, hepsinin ayrı bir görevi vardır. Her uzvun görevini kusursuz yapmasıyla üründe mükemmeliyete ulaşılabilir. Nedense insanlar, iş bölümünde üstlenilen görevi bir ayrıcalık kabul ediyorlar, bir üstünlük yarışına giriyorlar. Bu algılama; kişilerin, doğayı, insanı, evrendeki yasaların mantığını anlamadığını gösterir. Bu, cahilliktir. Cahil insan da hiçbir zaman bilmenin hazzını duyamaz, mutluluk ikliminin havasını teneffüs edemez.


— Üstadım, boyun, baş; armut, sap; botanik, ziraat; evren, yasa… dediniz; o kadar çok karıştırdınız ki; bir şey anlamadım, kafam iyice bulandı!


— Bilirsin, sular bulanmadan durulmaz.


— Üstadım, siz hep böyle yapıyorsunuz. Sadist duygularınızı benim üzerimde tatmin ediyorsunuz. Size, esprili bulduğumu söylediğim bir öykücük anlattım, beni başka yerlere sürüklediniz.


— Eee, Kertenkele, kaderimiz bu. Neron olsaydım, sadist duygularımı tatmin için Roma’yı yakardım. İyi ki Neron değilim. Bak, bana dünyanın en güzel sözcüğünü söylüyorsun, “Üstadım” diyorsun. Teşekkürler sana”.


— Ben de teşekkür ederim Üstadım. Size durulmuş bir kafa ile döneceğim.

Renksiz Anayasa ve Osmanlıcılık

0

Türkiye’de dikkat çekici şeyler oluyor. Çeşitli kelime ve kavram oyunları neticede bir yerde birleşiyor: Milli mücadele ile kurulan Cumhuriyetimizi ve milli devletimizi tasfiye etmek.


Henüz Meclis Başkanı ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılmadan 22 Temmuz 2007 Genel Seçimleri ardından hemen Anayasa tartışmaları açılmıştır. Aslında, bu tartışmanın açılmasının temelinde bazılarının Türkiye’yi Türkiye yapan değerlerle açık bir mutabakatsızlığı yatıyor.


Anayasa yıllardır tartışılıyor. Bu tartışmanın çoğu kere bir kısır döngü şeklinde sürmesi, bir bakıma bazı hukukçularımıza sosyal bir boyut kazandıramamaktan kaynaklanıyor. Hukuk, toplumun gerçeklerini ve yapıyı dışlayarak ona uymayan yeni bir elbise giydirmek değildir. Topluma tepeden bakarak ona şekil biçmek değildir. Yasaların fonksiyonel olabilmesi saha çalışmalarıyla ve toplumu tanımakla gerçekleşebilir. Bu da Anayasa başta olmak üzere, yasaların sürekli tartışılmasını doğurur. Biz bugün böyle bir ortamı yaşıyoruz. Tarihe bir bütün olarak bakamadığımızdan ve toplumu işleyen ve dönen bir çark, sürekli bir canlı bir organizma olarak düşünemediğimizden, yaşanılan döneme göre tepki anayasaları yapıyoruz. Daha sonra da onları beğenmez hale geliyoruz. Çünkü Sosyoloji ile Hukuk arasındaki ilişkiyi kurmuyoruz.


Şimdi sosyal boyutu ve kültürel yapıyı ihmal etmemizin bedelini ödüyoruz. Tabii işin işine bir de küreselleştirme, önü açılan milli devletlerin küresel güç ve bloklarla çatışması ve Dünyanın yeniden şekillendirilmesi girince; bu defa demokratikleşme ve hürriyetler milli devletlere karşı bir silah olarak kullanılıyor. Dış destekli iç unsurlar görülüyor. Tabii amaç; mili ve üniter devleti değiştirmek, milli kimliği çok kimlikli hale getirmek, yapınıza uysun uymasın çok kültürlülüğü esas almaktır.


Aslında, zaman zaman yeni Osmanlıcılık tartışmaları ve Anayasanın değiştirilerek devletin yapısının bozulma çabaları birbirinden ayrı değildir. Dün Osmanlı düşmanlığı yapanlar, Osmanlıyı hain ilân edenler, eğer bugün Osmanlıya sığınarak Türk ve Türkiye düşmanlığı yapabiliyorlarsa ve bunu Anayasaya taşımak istiyorlarsa; bu sebepsiz değildir. Acaba bugün Türkiye’ye Osmanlı siyasi coğrafyası mı teklif ediliyor?


Sürekli değiştirilen 1982 Anayasasının adeta ortadan kaldırılması anlamına gelen, temel maddelerini reddeden, bazı dış çevreler gibi Atatürksüz Türkiye özlemini taşıyan bir öğretim üyesinin ikinci sıradan AKP listelerinde milletvekili yapılması partinin siyasi bir tercihidir. Bu görüşlere karşı olanların da bu parti içinde bulunması ne anlam ifade eder ki?


Türkiye 22 Temmuz 2007 Seçimleriyle demokrasiye yeni geçen bir ülke değildir. Türkiye’de demokrasi tartışmalarını iki asırlık bir süre içinde ele almak mümkündür. Renksiz Anayasa teklifleriyle öyle bir hava veriliyor ki; sanki son Genel Seçimler sonrası Türkiye sivilleşebilmiştir. Renksiz Anayasa temel ilkelerden yoksun, prensipleri ve ideolojisi olmayan bir anayasadır. Bu anayasa belirsizliklerle dolu ve mutabakatlara açık olmayan bir anayasadır. Normatif ve objektif bir takım hukuk kurallarıyla ve hukuki değerler sistemiyle yetinildiği, devletin kuruluş niteliklerinin ve varlığının gerekçelerinin dışlandığı bir yozlaştırmadır. Böyle bir teklifle Anayasanın değiştirilemez temel maddeleri ve nitelikleri hedef alınmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin temel yapısı ve kuruluş felsefesi dışlanmaktadır. Atatürkçülük, laiklik, milliyetçilik, sosyal hukuk devleti, devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu, Türk milletinin bağımsızlığı ve bütünlüğü, ülkenin bölünmezliği, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, fert ve toplum menfaatlerinin dengelenmesi, resmi dil, milli kimlik, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk milletinin olması, kanun önünde eşitlik, hak ve hürriyetlerin devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak amacıyla kullanılamayacağı, dil-ırk-din ve mezhep ayırımının yaratılamayacağı gibi Türkiye’ye özgü ve itibari maddeler dışlanarak hazırlanacak bir Anayasa Türk milleti için fonksiyonel bir değer taşımaz.


Bu liberalleşme de değildir. En liberal ülkelerin anayasalarında dahi devletin kuruluş felsefesi, korunacak ve korunması gereken değerler sistemi vardır. Devletin varlığının dayandığı prensipler esas alınmıştır. Bunlar değiştirilmez. Renksiz bir Anayasa AB güdümüne ve dayatmalarına uyan ısmarlama bir anayasadır.

17 Ağustos 1999 Saat: 03.02

0

17 Ağustos 1999, O gün Kocaeli, Sakarya, Yalova ve İstanbul başta olmak üzere, Marmara Bölgesinde meydana gelen asrın felaketin de on binlerce insanımızı kaybettik.

Zamanın durduğu, saatlerin akrep ve yelkovanların donduğu, 45 saniye geride kaldığında, gecenin karanlığı yüzyılın felaketinin izlerini taşıyordu.

Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte yaşanan acının ve depremin yıkım gücünün akıl almaz boyutları ortaya çıktı.

Hala gözlerimin önünde o yıkım manzaraları ” Oğlum” diyen annenin feryadı “Babacığım sana ne oldu” diyen evladın haykırışları hala kulaklarımda. Hiçbir şey yapamamanın çaresizliği… Gerçekten büyük bir sabırla imtihandı.

O geceyi yaşayan insanların, hafızalardan bu tabloları silip atması mümkün değil. Aslında hatırladıkça birçok ibreti de almamız gerekiyor.

Kocaeli depremi, ardında yıkık binalar ve yaşamların yanı sıra hasarlı ruhlar da bıraktı.17 Ağustos gecesini yaşayanlar bu psikolojik tramvayı hala yaşıyor. Bugün hala, yüksek binaların üst katına çıkarken, insanlar tedirginlik içerisinde. Deprem öncesine göre insanlar bugün daha çok asabi.

O sabah genç, yaşlı, erkek, kadın, zengin, fakir demeden bütün Türkiye gönüllü olarak deprem bölgesine koştu. Gösterilen toplumsal gayret, felaketin büyüklüğü karşısında yaşanan acıları dindirmeye yetmemiş olsa da, yaralı yüreklere, iyi günde de, kötü günde de hep bir arada olabilmenin güzelliğini tattırdı.

Marmara depreminden sonra Türk tarihinin en büyük sosyal yardımlaşma kampanyasının yaşandığı ise, su götürmez bir gerçek. Deprem sabahı Adana’dan gelen ekmeği, Ayvalık’tan gelen zeytini, Ezine’den gelen peynirin tadını, kokusunu hala unutmuş değilim. Şu soruyu kendi kendime sormuşumdur. Bu insanlar nasıl oluyor da bu yardımları bu kadar kısa bir zamanda deprem bölgesine ulaştırdılar? Türkiye’nin dört bir yanından yardımlaşma duyguları için seferber oldular.

Böyle bir felaketi yaşayan insanların direncini arttıran en önemli etken ise bütün olumsuzluklara rağmen, yaşatılmaya çalışılan manevi değerler oldu. Dinimizin vermiş olduğu o sabır, metanet duyguları içinden çıkılmaz zor durum karşısında, toplumu motive etti.

Depremden çok kısa bir süre sonra, iş yerleri açılmaya, insanlar günlük hayata, sokağa çıkmaya başladılar. Birbirini kısa bir süre de olsa göremeyen hemşerilerimiz veyahut birbirlerinin öldüğünü zanneden insanlarımız İnönü Caddesinde, Fethiye Caddesinde komşularını, dostlarını gördüklerinde sarılıp ağlamaya başlıyorlardı. Bu tablo karşısında en katı gönüller bile dumura uğradı.

Felaketten sonra, birçok vatandaşımız memleketlerine döndüler. Ama gerçek İzmitliler, gerçek Kocaelililer bu bölgeyi terk etmedi. Naylon brandaların, derme-çatma çadırların altında yaşadılar. Çoluk-çocuk perişan bir halde canım İzmit’ imde hayatlarına devam ettiler. Bu memleket onların omuzlarında yükseldi. Yine o parlak günlerine Allah’a şükürler olsun tekrar kavuştu.

Depremlerin meydana gelmesi hususunda insan olarak aciziz. Türkiye’nin bir deprem ülkesi olduğu da bir gerçek… Ama depremin sonuçlarını en az kayıp ve üzüntüyle atlatabilmemiz için önlemler almalıyız.

Bu bölgede deprem sonrasında yapılan kötü güçlendirmeler büyük bir problem arz etmektedir. Okullar, hastaneler hala risk altındadır.

Konuyla ilgili devletimizin bütün birimlerine ve belediyelerimize önemli görevler düşmektedir. Yukarıda zikrettiğimiz acıları tekrar yaşamamamız için radikal önlemler alınmalıdır. Bu sayede ibret alırsak daha az kayıplarla bu felaketlerden çıkış yolunu bulabiliriz.

Bu vesileyle büyük felakette hayatlarını kaybeden deprem şehitlerine Allah’tan rahmet diliyorum. Mekânlarınız Cennet olsun. Kederli ailelere de Sabr-ı Cemil niyaz ediyorum.

Sokakta Yaşayan Kalmasın

Gün geçmiyor ki bir gazetede bu tür haberlerle karşılaşmayalım. Her Türk vatandaşının Anayasal olarak barınma hakkı olduğuna göre, barınma imkanı olmayana da barınak temin etmek devletin görevidir.

Devletin yetkili kurumları kısa zamanda muhtaç barındırma evleri, hatta barınma bölgeleri oluşturmalıdır. Belli kriterler koyup, fakirlik ölçeği belli bir seviyede olan insanlar bu evlere yerleştirilmelidir.

Sadece derneklerin münferit olarak el uzatması ile bu sorunun çözümü mümkün değildir. Vatandaş olarak kabul edilen, sınırlarımız içinde yaşama hakkı tanınan, askerlik yaptırılan, oy kullandırılan her vatandaş, devletin himayesi altındadır. Yaşaması için gerekli asgari yaşam gereçleri devlet tarafından karşılanmalıdır. Şehirlerin yaşam konforuna kavuşması bir ihtiyaçtır. Güzel gözükmesi de bir ihtiyaçtır.

Bu güzelliklerin içinde vicdanları sızlatacak ölçüde mağdur insanların yaşıyor olması da o ölçüde bir eksikliktir. Ortak yaşam felsefesi budur. Varlıklı olanın memnun olduğu, yokluk içinde olanın ezildiği bir düzen sağlıklı işleyen bir düzen değildir. Tabii ki herkese eşit bir yaşam sunulamaz. Böyle bir talepte imkansız bir taleptir.

Yaratıcımız dahi herkesin imkanını eşit yaratmamıştır. Herkes eşit olmuş olsa idi insanların bir birlerine hizmet edebilmesi mümkün olmazdı. Düzen aksar,çalışma azmi yok olurdu. Ben asla eşitliği savunmuyorum. Sadece herkesin yaşama hakkı olduğunu, bu yaşam koşullarının da asgari ölçeğini devletin mutlaka sağlaması gerektiğini düşünüyorum.

Aş evleri çok önemli bir hizmetti. Darülaceze çok önemli bir hizmetti.

Sokağa atılmış kadınlar sığınma evi çok önemli bir hizmetti. Kimsesiz çocuklar evi, kimsesiz genç kızlar evi, Sahipsiz sokak çocukları yaşam evi, sakat insanlar yaşam evi, seyahat esnasında sokakta kalmış insanların barınma evi gibi örneklerini çoğalttığımız bir çok sosyal hizmetlerin gerçekleştirilmesine ihtiyaç var.

Sosyal hizmetler il müdürlüğü sanırım bu işler için var. Var ama bütçesi sınırlı. Yetki alanları sınırlı. Kadrosu sınırlı. Aslında bu kurumun yasal düzenlemeler ile imkan yetki ve sınırları ile kadroları genişletilse sokakta kimse kalmaz. Herkese yaşayacağı bir mekan temin edilir. Bu kurum istismar edilse bile yinede gerçek ihtiyaç sahiplerine verebilecekleri sosyal hizmet anlayışını yerine oturtacaktır.

Ülkenin imkanları genişlerken, yaşam lüksü artarken, sokaklardaki bu manzaralar insanın vicdanını incitiyor.

Ziyanı yok bizim refahımız daha az sağlansın fakat bu tür insanlar artık şehir yaşamında gözümüze batmasın. Onları da barındıralım ve karınlarını doyuralım.

Bu durum beni çok rahatsız ediyor.

Eşyayı Yerine Koymak Lazım

0

— Üstadım, Yusuf Bey, geçen gün, bir dost meclisinde, Veteriner Kamil Bey’e Kangal cinsi köpeğinin kaybolduğunu, gazeteye ilan verdiğini, ilan sonunda köpeğinin bulunduğunu, köpeğin bir süre sonra tekrar kaybolduğunu söyleyerek şimdi ne yapabileceğini, köpeğin kendiliğinden dönme ihtimalinin olup olmadığını sordu. Ben de “Gazeteye tekrar ilan verirseniz, dönebilir.” dedim. Kamil Bey, ona: “Köpeği şımarttınız mı?” diye sordu. “Şımarttık, ona en güzel yiyecekler aldık, onu hep severdik.” cevabını alınca, Kamil Bey: “Dönmez.” dedi. Ben, köpeğin niye dönmeyeceğini anlayabilmiş değilim.

— Kertenkele, balık nerede yaşar?

— Denizde…

— Portakal, nerede yetişir?

— Ilıman iklimin egemen olduğu yerlerde…

Sorularımızı çoğaltabiliriz. Her canlının yetiştiği, fıtratına uygun bulduğu ortamlar vardır. Bir canlıya fıtratının dışında bir ortam sunarsanız, o canlı orada barınamaz. Altın kafeste yaşamak belki başkaları için ayrıcalıktır; ama bülbül için değil. O, “Ah, vatanım!” diyerek dikenli, kıraç dağları tercih eder. Köpeğin de insan ilişkilerinde bir ölçüsü vardır. Şımartmak, pastalar vermek; ona iyilik yapmak değil, onun fıtratını bozmaktır. Fıtratına uygun olmayan, beklentileri ile uyuşmayan bir ortama köpek niçin gelsin? Köpek, köpektir; kedi, kedidir. Aslanla koyunun, köstebekle karganın mutlu olabileceği ortamlar aynı olabilir mi? Fareyi görmek ve yakalamak kediyi mutlu eder; ama köpeği mutlu etmez. Köpeğin kemik sıyırarak elde ettiği saadet, bir kedi için geçerli değildir.

— Üstadım, “Ata et, ite ot vermişler, ikisi de aç kalmış.” diye bir söz duymuştum.

— Tebrikler Kertenkele, müthiş bir aliterasyon örneği!

— Aliterasyon? O ne demek üstadım?

— Aynı sessiz harfi kullanarak bir ahenk oluşturdun. Sözün anlamı güzel, bir de aynı sessiz harfi tekrarlayarak sözü daha da güzelleştirdin. Kertenkele, sen keşfedilmemiş bir maden dağıymışsın!

— Üstadım, benimle yeterince kafa buldunuz.

— Biz konumuza gelelim. Bir tarihte okuduğum öykücükte çocuk, sattığı toz şekeri terazide çok hassas tartan bakkal babasına: “Babacığım, birazcık fazla versen ne olur?” der. Bunun üzerine bakkal: “Çok veren, az da verir; önemli olan ölçüye uygun vermektir.” der. İlişkilerde ölçüye uygun hareket etmek gerekir. Nişangâhta 11’i vurması istenen bir atıcı ustalığını göstermek adına 12’yi vurmuşsa, iyi bir atıcı değildir. 12 vurmakla 10’u vurmak arasında fark yoktur. Her iki atış da hatalıdır. Çocuklarımızı sevgi adına şımartmak, yapması gereken işleri acıma adına onlara yaptırmamak, hak etmedikleri armağanları sunmak yapılan bir iyilik midir? Taş yerinde ağırdır, der atalarımız. Yerini ve niteliğini değiştirir, orijinini bozarsan varlığa haksızlık etmiş olursunuz. Görevimiz, eşyanın orijinini değiştirmek değil, onun taşıdığı özelliklere göre hareket etmektir.

— Buldum, buldum!

— Ne oldu Kertenkele?

— Bazı siyasi partilerin yıllarca uğraştıkları halde niçin bir türlü seçimleri kazanamadıklarını şimdi anladım.

— Kertenkele, senin zeki olduğunu hep söylerdim. Biraz düşünme tembelliğin var. Demokrasilerde seçimi kazanmak için oyların çoğunluğunu almak gerekir. Bizim ülkemiz, mozaik; çoğul yapısı var. Çoğulculuktan uzaklaşanlar, çoğulculuğu görmezden gelenler çoğunluğa ulaşamazlar, seçimleri de kazanamazlar.

— Üstadım, siz de aliterasyon yaparak çok veciz konuştunuz.

— Bir de insanları tanımak lazım. İnsanlar; ateş, su, hava ve toprak olmak üzere dört tabiatlıdır. Bu varlıkların özelliklerini iyi bilirsen, insan tiplerini de daha iyi anlarsın. Mesela, ben senin hava tabiatlı olduğunu biliyorum.

— Üstadım, bana şimdi iltifat mı, hakaret mi ettiniz?

— Gerçeği söyledim. Ne demiştik? Eşyayı yerine koymak lazım.