6.8 C
Kocaeli
Pazar, Eylül 21, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1315

Adanmışlık Ruhu

Japonlar der ki “Türkler her zaman bir Süper Güç`tür. Bunu Türkler hariç herkes bilir”. Kâinatın Kullanma Kılavuzu da diyor ki “Bir topluluk kendi yaşantısını değiştirmedikçe Allah da onlar üzerindeki inayetini değiştirmez”. Bizim derdimiz ve arayışımız bu sırra mazhar olmak üzere olmalıdır.

Bu zamana değin kelam babında, problemi tespit ederken hep ortaya
çözüm adına bir şeyler koymaya da çalıştık. Yankı bulur-bulmaz, ama
sorumluluğumuz budur. Bir küresel açmazla karşı karşıya kalmak adına onu karşılayabilecek bir davranış modeli geliştirmek üzerine de söyleyecek sözümüz olmalı.

Milletleri idealler yaşatır. Ve idealler de hareket enerjisi isterler. Biz enerjimizi ya birbirimize ya da spor-magazin gibi süreli oyuncaklara teksif ediyoruz. Oysa tek kurtuluşumuz idealizm ve adanmışlık. Düşlediğimiz ve temsil ettiğimiz değerlerin prototipi, numunesi olmak zorundayız. Ki bizi öldürmeye gelen de bizde dirilsin.

İddiamız şu: %100 yerli ve %100 milli bu yapı bu çıkışın mümessili olabilir. Sendikacılık bizim medeniyetimizin yitik malıdır. Ahilik geleneğimiz, lonca müesseselerimiz bunun 800 yıllık ispatı. Bugünkü manada sendikacılık ecnebi bir kavram gibi görülebilir, ama değil. 80 öncesinde
işçi sendikalarının hem sonuç aldığını hem de ideolojik kavgalara
yataklık ettiğini biliyoruz. 80 öncesinden bağımsız, ihtilal sonrası
kurulan ve tutan tek sivil ağaç Türkiye Kamu – Sen ve onun çekirdeği Türk Eğitim – Sen’dir.

Bazı sendika ve siyasi yapıların küresel esintilerle kıblesini şaşırdığı hatta çıkış gayesini inkâr eder bir noktaya geldiği noktada biz yetkiyi aldık. Hem de AKP döneminde, hem de kendini örgütçü sanan Eğitim – Sen’den. 146 bin kişilik dev bir koroyuz. İrademizin ve teşkilatçılığımızın ispata ihtiyacı yok. İhtiyacımız olan hedef büyütmedir.

Yani diyoruz ki; kendimizi dünya ölçeğinde bir alternatif olarak dizayn edelim. 4–5
senede bir genel seçimlerin beklentileri ve hayal kırıklıklarını
yaşamak yerine, aksiyoner olarak, bu eğitim ordusunu kamusal manada
alternatif haline getirelim. Eğitimde müesseseleşelim,
yeni istihdam alanları açalım, geleceğin kadrolarını gerçek manada
şekillendirelim. Bu konuda dini teşekküller kadar cesaret gösterelim.

Dünyayı Şer Üçgeni ( Amerika, İngiltere ve İsrail )’nin yönetmesinden bıkmadık mı? Irak’ta
yanıbaşımızda yapılanlara karşı ne yapabildik? Hani kardeşliğimiz, hani
Türklüğümüz, hani Müslümanlığımız? Yarın sıra belki bizde, belki
amcaoğlumuzda. Bu evangelist sapkınları, bu Tanrıyı Kıyamete zorladıklarını ifade eden hasta ruhları ekarte etmeliyiz. Çok Uluslu Şirketler,
değer adına ne varsa metalaştırıyor ve tüketiyor. Ne düşündüğümüze ve
neyi sevip – sevmeyeceğimize bile onlar karar veriyor. Afrikalılardan
tek farkımız; bizimki gönüllü kölelik.

Bu akıl tutulması ve toplu hipnoza karşı, tıkanan beyin damarlarımızı, algılarımızı açacak tek ilaç adanmışlık ruhudur. Literatüre yeni yeni giren, adına “Gönüllü Kerizlik” diyebileceğimiz bir inanmışlığı hayatımızın yörüngesine oturtmalıyız. İnsan zihni nelerle meşgul olursa onda uzmanlaşıyor. Biz, bize Bizans’tan geçen hile, dolap, entrika ve ayak oyunlarına meydan verirsek şikâyet ettiğimiz şeye dönüşürüz. Bilerek ve isteyerek, ısrarla ve inatla, iyiniyetimizden ve dava aşkımızdan Nuh’un Gemisi misali filikalar üretmek durumundayız.

İnönü demişti ki “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye orada yerini alır”. Atatürk olsaydı; Türkiye yeni bir dünya kurar, başka milletler gelir, orada yerini alır
derdi. Türk Eğitim Sen’deki açılımın zincirleme reaksiyon olarak iç ve
dış siyasi dengelere varıncaya dek bir değişim sürecini
başlatabileceğini unutmamak gerek. Kelebek Etkisi teoreminde olduğu gibi..

Dünyanın tek umudu biziz. Bu umudu boşa çıkaramayız. Sürekli iman tazeleme ikliminde tıpkı İnebolu Sandalcılar Cemiyeti gibi, ‘kurtuluş artık vazifemizdir’ deme kararında olmak gerek. Nihayetinde biz seferle yükümlüyüz, zaferle değil.

Ve inşaallah şairin dediği gibi;

YİNE BİR DAĞ GİBİ  BİR DEV GİBİ DOĞRULACAĞIZ
YENİ BİR RUH DOĞACAK TOPRAĞIMIZDAN
TANIYACAK BİZİ DÜNYA YENİDEN
2023’LERE ADANAN BAYRAĞIMIZDAN

Rabb’im bu milleti geleceğine bağışlasın..

Obezlik, Kaç Türlü?

0

Bugünlerde obez sözcüğünün sık kullanıldığını görüyorum. Gün
geçmiyor ki, televizyon kanallarında kadınlarla ya da sağlıkla ilgili
programlarda obez sözcüğü kullanılmasın, obeziteden bahsedilmesin.
İngilizce “obese” kelimesinden gelen obezite”, vücutta
depolanan yağ miktarının çok fazla olması diye tanımlanıyor. Obezite
vücudun fiziksel yapısına uymayacak ölçülerde aşırı derecede yağ
depolanması sonucunda oluşuyormuş.

Obezlik, bir sağlık problemi. Dünyada, özellikle Amerika’da,
insanlar hızla obezleşiyormuş. Bu ülkede, üç çocuktan biri,
yetişkinlerde ise 10 kişiden 6’sı obezmiş, her yıl 300 bin kişi
obezlikten ölüyormuş, bu hastalıktan dolayı 100 milyar Dolar
harcanıyormuş. Obezliğin tedavisi için harcanan para yoksul ülkelere
yardım olarak verilse, dünyada fakir kalmazmış.

Obezliğin nedeni olarak aşırı yeme ve hareketsizlik gösteriliyor.
Obezlik, çağımızın hastalığıymış. Kalp ve damar hastalıkları, insan
ömründe kısalma, yüksek şeker, yüksek tansiyon, zor doğum, kısırlık,
varis, kas zayıflığı, fıtık vb. pek çok hastalıkta obezite etkili
faktörmüş.

Günümüzde obezlik, insan vücudunda fiziksel çirkinliğe yol açan, bir
biyolojik hastalık olarak algılanıyor. İşin derinine inerek sözcüğün
anlam sahasını genişletirsek, hemen herkesin değişik ölçülerde obez
olduğunu söyleyebiliriz. İnsan anatomisiyle ilgisi yok benim demek
istediğim obezliğin. Bitmeyen bir iştahla mal mülk ediniyoruz.
Yığıyoruz üst üste bunları. Biriktiriyoruz, hayatımız sonsuzmuş gibi.
Sonra da biriktirdiklerimizin bir işe yaramadığını görüyoruz, atmaya
kıyamadığımız için altında ezilmeye başlıyoruz biriktirip
yığdıklarımızın. Tam bir hamal durumundayız. Ne farkımız kaldı şimdi
bir obezden. O, fazla yağlarının hamallığını yapıyor, biz bir
tamahkârlık eseri olarak biriktirdiklerimizin… Sonra da öfleyip
püflüyoruz. Bazılarımız, hedef gözetmeden ölçüsüzce kitap okuyor.
Edindiği bilgilerin belki hayatında hiçbir yararı olmayacak. Ayaklı
kütüphane denecek kendisine. Öğrenme iştahı, yararsız bilgi çöplüğüne
dönüştürecek onun kafasını. Bu da obezliğin bir türü. Sosyalleşme ya da
popülerlik adına pek çok kimseyle tanışıyoruz, onlar tarafından
biliniyoruz. Bilinmek, zevk veriyor bize. İnsanlar etrafımızda pervane
oluyor, sayısız iltifatlar ediyor. Her birimiz, bol mesaj, tebrik
telefonları, mektupları alabiliriz yılın belli günlerinde. Çok kişi
tarafından tanınır olma zevkiyle kanatlanırsınız adeta. Şişersiniz bir
balon gibi. Bu kadar bilinir olmanın ağır bir yük, gereksiz bir arzu
olduğunu anlarsınız başınıza bir olay geldiğinde. Artık, siz bir sosyal
obezsiniz. Bu denli insan tarafından bilinir olmanın ne kadar gereksiz
olduğunu dillendirmek zorunda kalabilirsiniz. Sürekli yükselme, yüksek
makamlarda bulunma arzusu da bir tür obezliktir. Bulunduğunuz makamın
hakkını veremezseniz, oturduğunuz koltuğun size ne kadar ağır
geldiğini, sizi ne kadar yorduğunu anlarsızın. Bunun adı, bürokratik
obezliktir. Yaşadıkça yaşamak isteriz. Ölüm, başkaları içindir, hiç
yakıştıramayız kendimize. Günler, aylar, yıllar bitmesin isteriz. Doğan
her günün getirdiği sıkıntıya katlanırız ölmemek için. Yığarız saatleri
basamak basamak. Yığdıkça direncimizi kaybederiz, günlerin altında
eziliriz. Hamalı oluruz gece ve gündüzün. Namerde muhtaç, dosta rezil
oluruz fazla yaşama obezliğimiz yüzünden. Ölümün, bir temizlik olduğunu
kabullenemeyiz bize sıra geldiği halde.

Obezliği, aşırılık duygusu doğuruyor. Aşırı yiyip aşırı dinlenenler
bedensel obezliğe saplanıyorlar. Yararsız bilgi, entelektüel obezliği;
gereksiz arkadaşlıklar, sosyal obezliği; tamahkârlık, servet
obezliğini; ölüm korkusu, yaşama obezliğini; hâkimiyet duygusu, makam
obezliğini doğuruyor. Bu sonuçlar da bizde zamanla, gerilime,
bıkkınlığa, küskünlüğe, bunamaya, güvensizliğe, erken yaşlanmaya yol
açıyor. Bunun tersi, özveri, paylaşma, ölçülü ve dengeli çalışma,
cömertlik, hoşgörüdür. Bu duyguların geliştirilmesi, hayatı bizim için
hafifletecek, kendisinden zevk alınır hale getirecek, bize insan
olmanın hazzını hissettirecektir.

Hayatımızdaki çok yönlü obezliğe karşı sürekli diyet, düzenli ve ölçülü spor gerekiyor.

Siyasi İpek

Demokrasi ve özgürlük. Sanırım dünyada en sık kullanılan kelimelerin
başında gelir. Öyle ki bu kelimeleri kullananları siyasi veya etnik
olarak sınıflandırmak da mümkün değil. Her kesim, her alanda hovardaca
kullanır bu sihirli kelimeleri.

Kullanılma maksadı mı? İşte bu noktada siyasi farklılık ta, siyasi düşünce de önem kazanır.

Özellikle özgürlük; her nedense siyasi görüşe göre veya inanç
durumuna göre farklı farklı anlamlara bürünür. Bu kelimenin anlamı;
menfaate göre değişir, ego’ya göre değişir, inanca göre, tutulan siyasi
partiye göre değişir. Değişir de değişir. Hatta, özellikle birtakım
özel TV’ler de halkımızı dini konularda aydınlatan(!) İslamcı
yazarların taraftarı olmaya göre bile değişir.

Ve Türban

İşte bu konuda bir kesim insanların siyasi düşünceleri, inancın
önünde gelir. Bu kesim için siyasi liderin görüşü, Ayeti Kerime ve
Sünnet’ten daha önemlidir…

Zira sistemsizliğin sistem olduğu ülkemizde sapla saman o kadar biri
birine karıştırıldı ki, Allah’ın kanunlarına ve Resulullah (sav)
Efendimizin sünnetine itibar etmek, en hafif tanımıyla ayıp sayılır
oldu. Zira anayasamızda yer bulan laiklik o kadar çarpıtıldı ki,
İslam’a çıkan her yolun önüne set olarak kullanılmaya çalışılıyor. İşin
kötüsü bu düşüncedeki art niyetliler oldukça da başarılılar, oldukça
etkinler! O kadar ki, Türbana “tehdit unsuru” kılıfı giydirmek için
amansızca bir çaba içine girdiler.

Hiç beklenmedik bir partimizi kullanarak Kur’an eğitimini bitirmeyi
bile başaran bu unsurlar, 14 asırlık dini ve kültürel bir uygulama olan
örtünmeden duydukları rahatsızlığın gerçek sahiplerinin kendileri
olduğunu da sanmıyorum. Ama bu yola zorlayan gücün arkasındaki
unsurların kimler olduğu konusunda da çok emin değilim.

Öyle ya, % 80 oranında ezici bir çoğunluğun istemesine rağmen bir türlü çözüme ulaşılamadı.
Çözüm sağlanırsa ne olur? En azından başını kapatanla, kapatmayanların biri birine saygısı artar.

Çünkü suni husumet ortadan kalkmış olur. Peki, bu kimin işine gelmez? Malum…

Şuna kesinlikle inanıyorum ki, Turban denilen o bir metre karelik ipek siyasi değildir. Ancak “Turban Siyasi Simgedir” cümlesi tamamen siyasidir.

Gelelim türbanla ilgili mecliste yapılan çözüm çalışmalarına; Malum
bu konuda iktidar partisi AKP ile muhalefet partilerinden MHP arasında
kısmen de olsa bir düşünce birlikteliği oluştu. Bu önce bizleri oldukça
heyecanlandırdı. Ancak heyecanımız tabiri caizse kursağımızda kaldı.

Zira örtünme şekli sosyetemizi (!) sarmayacak ve sadece üniversite
öğrencileri için geçerli olacak ve zat-ı muhteremlerin tarifine uygun
olarak yapılacakmış.

Peki, İmam Hatip Lisesinde okuyacak olanlar, (dayatılmış şekliyle
olsa da) neden bu serbestlikten faydalanmasın bir, ikincisi okumasına
izin verilen kızlarımıza neden kamuda çalışma izni verilmesin?

Öyle ya, okurken başını kapatacak, okul bitince ise, Kamu’da iş kapıları kapanacak!

Bu resmen perhiz-turşu uyuşmazlığıdır.

Ayrıca anlaşılmayan bir başka konu da şudur: AİHM’e yapılan
başvurular sonucunda Başörtü veya Türban yasağının Avrupa tarafından da
onaylandığı, dolayısıyla bunun bir insan hakkı ihlali olmadığı,
laikliğin gereği olduğu söyleniyor. Böylece yasağın devam etmesi
gerektiği savunuluyor.     

Ancak bizde okuldan uzaklaştırılan başörtülü kız öğrenciler,
Avrupa’nın bütün üniversitelerinde başörtüleriyle okuyabilmekte, okul
sonrası yine başörtüleriyle görev yapabilmektedirler. Avusturya’ da tıp
fakültesini bitirip doktorluk yapan kızımız buna bir örnektir.

Bu Laiklik nasıl bir şeyse, bizde başörtüsü ile bozuluyor da, Avrupa da bozulmuyor.

Şimdi her kesime düşen görev; el ele verip, hiç kimseyi rencide
etmeyecek, hiç kimsenin hakkını gasp etmeyecek şekilde Laikliğin
tanımını yeniden yazmaktır…

Zira bu ve benzeri birçok sıkıntının en büyük müsebbibi, herkese göre değişen laiklik tanımında gizlidir.

Biz Avrasyalıyız

Uzun zamandır, bir Avrupalılaşma teranesi tutturmuş gidiyoruz. Her
akla gelen konu Avrupalılığa monte edilmek isteniyor. Sanki Avrupalı
mükemmel. Sanki Avrupalı bütün problemlerini çözmüş. Bizde onlarla
entegre olursak, sanki bütün sorunlarımız halledilecek.

Halbuki Avrupalı Avrupa da bulamadığı bazı değerler için Asya
yollarında arayış içinde. Aynı arayış Asyalıda da var. Demek ki her iki
kıtaya mensup olanların bir birinden farklılıkları var ve bu
farklılıklar bazen diğerine cazip geliyor.

Biz coğrafi olarak hem Avrupa da hem de Asya da varız. Giderek yaşam
tarzımızda  böyle şekilleniyor. Her iki kıtanın yaşam felsefesinde ve
kültüründe farklı güzellikler var. Yüz yıllardan beri Türk milletinin
de yerleşmiş kültür yapısı ve yaşam felsefesi var. Zaman ilerledikçe ve
dünyadaki gerek iletişim, gerekse teknolojik gelişim arttıkça yaşam
biçimi ve düşünce yapısı değişmektedir. Milletleri ayakta tutan dili ve
kültürü ile dini ve örfüdür.

Biz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları olarak Avrupa’dan müspet manada
öğrenecek çok şeyimiz vardır. Aynı şekilde Asya’dan da alacağımız
değerler vardır. Bütün bunların sentezini yaparak ileri refah
seviyesine ulaşacak metotları üretmemiz ve ürettiklerimizi de
geliştirmemiz gerekir.

Gerek ekonomik açıdan, gerekse özgürlükler açısından her iki kıtadan
da öğreneceğimiz çok şeyler vardır. Bazı siyasi holiganların gerici
tavır ve düşünceleri yüzünden ülkemizi geri bırakmaya kimsenin hakkı
yoktur. Bir birine benzer konularda çifte standart oluşturarak sanki
ülke de büyük bir felaket yaşanacakmış gibi vaveyla koparmak tamamen
geri kafalılığın eseridir..

Bu millet sessizdir. Dolduruşa gelmeyecek kadar aydındır. Ne
istediğini de zamanı geldiğinde gayet net bir şekilde ifade etmektedir.
Bunun açık delili seçimler ve referandumdur. Milletle adeta cenk
edercesine, milletin örfi değerlerine ve dini tercihlerine kota koymak
sadece milletin intikamına hedef olmaktan öte bir anlam taşımamaktadır.

Bir zamanlar Sayın rahmetli Turgut Özal’ın kafa yapısına karşı
çıkarak Başbakanlığına ve ardından Cumhurbaşkanlığına muhalefet
edenler, aynı nedenlerle Sayın Tayip Erdoğan’ın Başbakanlığına ve Sayın
Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığına itiraz etmişlerdir. Bu karşı çıkış
sadece ve sadece Muhafazakar bir düşünce yapısının Ülke siyasetine
hakim oluyor endişesinden kaynaklanmıştır. Bu temele dayalı bir karşı
çıkışta gelenek ve göreneklerine bağlı millet yapımızın tepkisine sebep
olmuş, temelinde muhafazakar insanlarında var olduğu bir CHP
kitlesinden çok ciddi manada oy kayması ile sonuçlanmıştır.

Bir yıla yakındır söylenen sözler ve yazılan yazılar, tarih
sayfalarında bir milletin kendini inkar eden fertlerinin de olduğunu
ortaya koyacak ibret vesikaları olacaktır.
Bu milletin tavrı
öteden beri bellidir. Bu millet yerine göre başını örtene de sahip
çıkmakta, mini etekle mabede girene de sesini çıkarmamaktadır.

Bu millet yerine göre Avrupalıdır. Yerine göre de Asyalıdır. Biz
gerek coğrafi konumumuz itibari ile, gerekse idari yapılanmamız itibari
ile her iki kültürün iyi taraflarını sahiplenerek kendi kültür
potamızda eritmek sureti ile yeni bir Avrasya kültürünü ortaya
koyabiliriz.

Gelişimimiz için buna ihtiyacımız var. İlahi değerlerimiz kıyamete
kadar değişikliğe uğramadan benliğimizde ve beynimizde bize yol
göstereceğine göre, gelişen ve globalleşen dünyada revize olabilecek
şeyler bizim düzenlediğimiz değişebilir kurallarımızdır.

Gerek ilim ve fende, gerekse sosyal ve içtimai hayatta denenmiş,
neticelerinden memnun kalınmış değerleri elde etmemiz bizim için
başlıca hedef olmalıdır. Biz millet olarak bu hedefe ulaşmak için suni
kavgalarda uzak tamamen akla ve mantığa dayanan samimi düşüncelerle
yola çıkanlara destek vermekle bir adım daha öne çıkabiliriz.

Biz ne tamamen Avrupalı olabilir, nede tamamen Asyalı kalabiliriz. Biz iki akımın senteziyiz.

Biz her iki kıtaya da yakışan Avrasyalı’yız.

Kader Anlayışımız

Allah(cc) Evren’i ve içindeki canlı ve cansız olan her şeyi yarattı.
Onların varlıklarını devam ettirmeleri içinde bazı kurallar koydu. Hiç
bir şey tesadüfen olmamıştır. Tesadüfen olan işlerde mükemmellik olmaz,
mükemmel olan işlerde tesadüfen olmaz.

Allahu Teala Kamer süresinin 49. ayetinde “Biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık” buyuruyor.

Güneş’in ve Ay’ın Dünya’ya uzaklıkları, dünyanın kendi ve Güneş’in
ekseni etrafında dönmesi, mevsimlerin, gece ve gündüzün meydana
gelmesi, günlerin uzayıp kısalması, gezegenler ve yıldızlar arasındaki
çekme ve itme kuvvetlerinin varlığı ve ayarı yer yüzünce çekim
kuvvetinin varlığı uzayda ise olmaması bu ve benzeri hususlar tesadüf
değil, Cenab-ı Hak’kın kader programı dahilinde gerçekleşen hususlardır.

Kader sadece insanlar için değil, diğer canlılar ve cansızlar içinde
söz konusudur. Dünya’da bir kader programı dahilinde varlığını
sürdürmektedir. Cenab-ı Hak’kın kendisi için koyduğu kuralların dışına
çıkamaz. Yasin suresinin 37. ayetinde Allah (cc) “… Güneş’te kendisi
için belirlenen yerde (yörüngede) akar (döner) işte bu aziz ve alim
olan Allah’ın takdiridir…” buyurulur. Her iş bir bilgi, hesap ve
düşüncenin neticesidir. Sıradan bir bilgi ve akılla anlaşılması da
mümkün değildir.

Diğer canlılar içinde aynı kader programı geçerlidir. Onlarda
Cenab-ı Hak’kın koyduğu program dahilinde hayatlarını devam ettirirler.
Bazıları av olacaktır, bazıları avcı…

Balıklarda diğer canlılar gibi senede bir yada bir kaç tane yavru yapsalardı ne olurdu acaba?

Her şey varlığını kader programı dahilinde bir ölçü ve dengeye göre
devam ettirmektedir. İnsanoğlu için kader nedir? sorusuna gelince;

Kader Allah (cc)’ın Ezeli ilmi ve kendi iradesi ile bizler için
takdir ettiği, insan iradesinin hiç bir şekilde etkili olmadığı
hususlardır. Burada bazı sorular akla gelir. Yaşadığımız her şey
kaderimiz midir? değil midir ? Kaderimizse bunda bizim sorumluluğumuz
var mıdır ? Sevap ve günah kavramları neyin neticesidir. Her şey
kaderimiz değil de hangileri kaderdir?

Öncelikle şunu iyi bilmek gerekir ki her şey kader değildir. Fakat
bir başımıza gelen her türlü sıkıntıyı, acıyı ve üzüntüyü kadere havale
etmeyi alışkanlık haline getirmişizdir. Şura suresinin 30. ayetinde
“Başına gelen herhangi bir musibet kendi ellerinizle
işledikleriniz(hatalar) yüzündendir…” buyrulur. Yine bakara suresinin
195. ayetinde “… Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız…”
buyurulmaktadır. Bu ayetler insanların tedbirli olmaları, tehlikelere
karşı önlem almaları gerektiğini emretmektedirler.

Öyleyse insanlar için kader olan hususlar nelerdir?

1-  İnsanın cinsiyeti

2-  Anne- babası

3-  Ömrü

4-  Rızkı

5-  Rengi, dili, ırkı

6-  Nerede ve ne zaman öleceği, genetik yapısı gibi hususlar kaderdir.

Tabi afetlerde kader olarak kabul edilir. Dikkat edilirse bunlarda
insanın cuzi iradesinin hiç bir etkisi yoktur. Tamamen Allah (cc)’ın
takdirine bağlıdır. Bunlarda insan için bir sorumlulukta (sevap-günah)
yoktur. Hiç kimse dünyaya gelmeden kendi cinsiyetini kendisi
belirleyemez. Anne- babasını, ömrünü, rızkını, rengini kendi
belirleyemez. Eğer bunlar insanın iradesine bağlı olsaydı hiç kimse
ölmek istemezdi. Ya da genç yaşta ölmek istemezdi.

Bir çok anne baba şu anki evlatlarını, bir çok evlatta şu anki anne
babasını istemezdi. Görüldüğü gibi insanın bu gibi konularda yapacağı
pek bir şey yok, kadere razı olmaktan başka.

Bunların dışında kalan hususlar ise insanoğlunun cuzi iradesiyle
yaptığı işlerdir. İyilik yapan her insan kendi iradesiyle yapar.
Kötülük yapan her insanda kendi iradesiyle kötülük yapar. Sevap ve
günahlarda bu serbestliğin neticesidir.

İçki içmek, kumar oynamak, adam öldürmek bazı insanlar için kader
olsaydı onları yapmak zorunda oldukları için günahkar olmamaları
gerekirdi. Namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmekte bazı insanlar için
kader olsaydı yapanlarda sevap almamaları gerekirdi. Dolayısıyla cennet
ve cehenneme lüzum kalmazdı.

Kendi hatalarımızı kadere yüklemek bizi sorumluluktan kurtarmaz.

Vergi Ödemeyi Etkileyen Ekonomik Faktörler

Vergi Ödemeyi Etkileyen Ekonomik Faktörler

Mükellefler vergilerin ilk başladığı anlardan itibaren vergiye karşı
tepki göstererek vergi ödemekten kaçınmışlardır. Mükelleflerin bu
şekilde vergilerini ödememesi yani vergi kaçırması, devletin en önemli
gelir kaynağında azalma meydana getirmekte ve ekonomide olumsuz bir
etki yaratmaktadır.

Gelir Seviyesi

Türk Vergi Sisteminde, 1982 anayasasında da belirtildiği üzere
“herkes kamu giderlerini karşılamak için mali gücüne göre vergi
vermekle yükümlüdür.” Türkiye’ de gelir dağılımında aşırı bir
adaletsizlik söz konusu olduğundan, alt gelirli gruplar, yaşam
standartlarını yükseltmek amacıyla ek işlerde kayıtsız şekilde
çalışmakta bu da kayıtlı ekonomiden kayıtsız ekonomiye doğru bir geçiş
süreci başlatmaktadır.

Gelir Kaynağı

Ücret gelirleri kaynakta vergilendirildiğinden yani stopaj usulü
vergi kesildiğinden vergi kaçırma olanağı bulunmamaktadır. Ancak basit
usule tabi mükelleflerin, vergilemeye esas teşkil eden gelirlerini,
çeşitli harcama kalemlerini masraf olarak göstererek kendi beyanına
göre vermesi vergi kaçırma olanağını artırmaktadır.

Vergi Oranları

Türkiye’de rafineri fiyatı üzerinden yapılan hesaplamaya göre,
akaryakıt için ödenen her 100 YTL’ nin yaklaşık 65 YTL’ si devlete KDV
ve ÖTV olarak ödenmektedir. Türk Vergi Sistemine, iş dünyası açısından
bakıldığında, iş gücü üzerindeki vergi, sigorta ve benzeri
yükümlülüklerden dolayı, işverenler kayıtdışı ekonomideki avantajlardan
yararlanma çabası içine girmektedir. Öyleki asgari ücretli bir işçinin
işveren üzerindeki toplam maliyetinin % 22 oranındaki kısmını vergi,
sigorta ve benzeri yükümlülükler oluşturmaktadır.2008 yılının ilk 6 ayı
için belirlenen asgari ücret brut 608 YTL. Bir asgari ücretlinin,
işverene maliyeti ise 739 YTL’ dir.

Vergi Sisteminin Adil Olmadığı İnancı

Türk Vergi Sisteminin adaletli olmadığını, bir yandan asgari
ücretlilerin normal tarife üzerinden vergilendirilirken diğer yandan
hazine bonosu ve devlet tahvillerinden 260.000 YTL’ye kadar elde edilen
faiz, alım ve satım karından vergi alınmaması ortaya koymaktadır.
Ayrıca 2006 yılında toplam vergi gelirleri içinde dolaysız vergilerin
oranı yüzde 31, dolaylı vergilerin oranı yüzde 69 olarak gerçekleşmiş
yani vergi adaleti sağlanamamış, daha çok ÖTV ve KDV üzerinden vergi
toplanırken özellikle ticari kazanç üzerinden yeterince vergi
toplanamamıştır.

Vergi Afları

Türkiye’de vergi idaresinde iyileştirme gerçekleştirilmeden, vergi
sistemi değiştirilmeden yapılan vergi afları, son 40 yılda artış
göstermiş ve özellikle 1980 yılından itibaren her üç yıl için bir vergi
affı düşecek şekilde vergi ve sigorta prim afları çıkartılmıştır. Bu
nedenle mükelleflerin, vergi aflarının devamlı olacağına karşı inancı
artırmakta, vergisini zamanında ödeyen mükelleflerin
cezalandırıldığını, ödemeyenlerin ise ödüllendirildiğini düşündürerek
mükelleflerin vergi ödemesini olumsuz yönde etkilemektedir.

Vergi Denetimi ve Ceza Oranı

Türkiye’de vergi denetimi oranı, mevcut mükellef sayısının her yıl
ortalama %4’ü olarak gerçekleştiğinden verimli ve etkin bir vergi
denetimi yapıldığı söylenemez.

Sonuç

Türk Vergi Sisteminde vergi kaçakçılığını önleyerek vergi
gelirlerini artırmak için, ekonomik büyümeyi destekleyecek, vergi
adaletini sağlayacak, vergi tabanını genişletecek, kayıt dışı ekonomiyi
önleyecek, vergi mevzuatını basit, anlaşılması ve uygulanması kolay
hale getirecek, Türkiye’yi uluslararası vergi rekabetinde üstün bir
konuma getirecek kapsamlı bir vergi reformunun acil olarak yapılması
gerektiğini düşünüyorum.

Ayrıca sistemdeki ana vergiler yeniden düzenlenerek bunlara ek
olarak, vatandaşların eğitilmesinden, toplanan vergilerin yerinde
harcandığına ilişkin güvenin tesis edilmesine kadar, vergi sistemine
olan inancın yerleştirilmesinden etkili bir denetimin, ödüllendirmenin
ve caydırıcı mekanizmaların kurulmasına kadar birçok köklü reformun
gerçekleştirilmesi gerekmektedir.

Bu reformlar sonucunda inanıyorum ki Türk Vergi Sistemi, vergi
kaçakçılığını önleyerek ve vergi gelirlerini yükselterek, kamu
harcamalarına kaynak sağlama olan mali işlevini yerine getirecek ve
gelir dağılımındaki eşitsizlikleri azaltarak ekonomik istikrarın
sağlanmasını gerçekleştirecektir.

Hukuk Devleti Yıpratılmamalı

Yunan Başbakanının gelişi yine kafaları karıştırdı. Türkiye ile
Yunanistan’ın birbirinin haklarına saygılı olarak iyi ilişkiler içinde
bulunması hem bölge, hem de iki ülke için faydalıdır. Ancak,
Patrikhanenin ekümenik yani Lozan’da olduğu gibi sadece Türkiye’deki
Rum Ortodokslarını değil; dünya Ortodoksluğunu temsil eder hale
gelmesi, çekirdek bir Bizans devletinin kurulması, bir Vatikanlaşma
değil de nedir? Suriçi Marmara Devleti’nin kabulü sürecinde miyiz?
İstanbul Suriçi’nde oynanan oyunları ve istimlâkleri iyi takip etmek
durumundayız.

Yunan Başbakanı’nın ziyaretinde Ruhban Okulu ve Azınlık Vakıflarının
mallarına sahip kılınması da gündeme geldi. Başkalarının ısrarla
Patrikhane’ye ekümenik demeleri bizim de bunu kabul
gerekçemiz olabilir mi? Bu konuda henüz tecrübesiz Dışişleri
Bakanımızın beyanlarını yadırgıyoruz. Rum Fener Patrikhane’sine Büyük
Atatürk de olumlu bakmamıştır. Tarih boyu Türkiye’ye karşı fitne-fesat
ve bozgunculuk örneği sergileyen bir kurumu savunmak ve onu ekümenik
ilân etmek ile Türkiye’nin çıkarları arasında nasıl bir bağ
kurulabilir? İstanbul’un İngilizcesi Konstantinapol mu? Birçok dış
gezisinde Türkiye düşmanlığını dile getiren, sözde bu Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşına “Hazretleri” kelimesine acaba layık mı? Bütün
bunlara karşılık Türk-Ortodoks Kilisesi üzerinde neden oyunlar oynanır
ve bu yolla kime hizmet edilir? Acaba Yunan Başbakanının ziyareti ile
tarih boyu Türkiye’den yana olmuş Türk-Ortodoks Kilisesine basında
yüklenilmesi bir tesadüf müdür?

Türkiye’de garip şeyler oluyor. Güdümlü bir medya çoğunluğu, halkı
aydınlatmadığı gibi; yanlış da yönlendiriyor. Türkiye Brüksel
zincirlerinden kurtulmadığı takdirde doğru adımlar atamaz, attırılmaz.

Demokrasi düşünce, din ve vicdan özgürlüğüne dayanan açık bir
rejimdir. Demokrasi farklı görüşlere ve isteklere müsamaha eden bir
sistem olduğu kadar; sınırları da belirler. Farklı görüş ve istekler
rejim içinde kaldığı müddetçe korunurlar. Hak ve hürriyetler hiçbir
ciddi devlette sınırsız olmadığı gibi; yanlışlar, yolsuzluklar, milli
menfaatleri hiçe sayıcı uygulamalar karşısında susmak, riyakârlık
yapmak, yasal tepki koymamak da demokrasi ile uyuşmaz. Demokrasilerde
egemen olan parti devleti değil; hukuk devletidir.
Hukuk herkese lâzımdır. Hukuk devletine uymak vatandaş ve yürütmenin
olgunluğudur ve demokrasi terbiyesine dayanır. Demokrasi ile yönetilmek
buna uygun belirli bir olgunluk seviyesine ulaşmak ve demokrasiyi
hazmetmek, sosyal gelişmişliğin de bir göstergesidir.

Türk Milleti demokrasiye layık bir toplumdur. Çok partili hayata
geçtiğimizden itibaren üç askeri müdahaleye, bir iki sivil müdahaleye
maruz kalmamıza rağmen; oldukça mesafe aldık. Ülkeyi tekrar tek parti
döneminin despot şartlarına çevirmek gelişme değil; gerilemedir. Seçilmişler ve tayin edilmişler arasında olduğu gibi; yargı, yasama ve yürütme güçleri arasındaki ahenk oldukça bozulmuştur. Bu yetki tecavüzlerine sebep olmaktadır. Basın dışı amaçlar için kullanılan basın
da yargının görevini yüklenemez. Yargı üzerinde baskı kurmamalıdır.
Yargısız infazlar ve hayali senaryolara dayalı linç girişimleri
demokrasi terbiyesinin ve olgunluğunun kazanılmadığını gösterir.

Aydınların ve değişik grupların görüşlerinin iktidar yanlısı ve karşıtı gibi sığ ve basit tasnif edildiği bir ortam demokrasi ile çelişir. Bu taktirde, iktidarlar tenkitten rahatsız olurlar. 12
Eylül sonrası siyasetsizleştirilen, siyasi kurumları depreme uğrayan
bir Türkiye gerçeğinde bunun doğurduğu boşluktan ders alınmalıdır
.
Ülkeyi tepkisiz bir toplum olmaktan kurtarmak ve vatandaşlık
görevlerini yerine getirmek, gerekirse milli tepkiyi yasalar içinde
ortaya koymak vatandaş olmakla eşdeğerdir. Bu yasal milli tepkiler ve
tenkitler aslında ülkeyi yönetenlerin de lehinedir; dışa karşı pazarlık
gücünü arttıran demokrasinin nefes alışlarıdır. Aslında demokrat olmak
da kolay değildir. Sizin de rahatsız olduğunuz şeylerden başkalarını da
rahatsız etmemelisiniz.

Türbanı oy için istismar edip din ve vicdan hürriyetinden çok siyasi
bir tercih olduğunu ifade edenler; hak ve hürriyetlerin nasıl
sınırlandırıldığını, gazete ve TV’lerden gazetecilerin neden
çıkarıldığını, tutuklananların aylardır neden mahkemeye dahi
çıkarılmadıklarına, türbanın hangi tavizleri örttüğüne cevap bulmak
zorundadırlar.

Kurtlar Vadisi Hayal Ürünü mü?

Televizyonların en yüksek reyting alan dizisi “Kurtlar Vadisi”
neden bu başarıyı sağladı? Bu soruya verilebilecek birçok cevaptan
birisi şu olabilir: Türkiye’nin pek bilinmeyen ama varlığı kuvvetli bir
şekilde hissedilen çeteler, mafya, yerli ve yabancı istihbarat
örgütleri, derin devlet, kirli ve kanlı paralar ile bu para
mekanizmasının buluşturduğu kirli ilişkiler
hakkında ipuçları vermesidir.

Sadece “Kurtlar Vadisi” veya “Sağır Oda”
gibi dizi filmlerin verdiği kültürle bakanların bile dikkatini çeken,
bu filmlerde geçen olayların benzerlerinin yaşandığına dair gelişmeler
olmaktadır. TV ve gazetelerin bu olayları veriş tarzı ile adaletin tecellisi arasındaki farklılık, aynı zamanda sürecin sisli puslu karakteri, karmaşıklığı kafaları bulandırmaktadır..

Seyircinin şuuraltına kuvvetli bir uyaranla adeta kazınan bu olaylar, anlatılanların “tamamen hayal mahsulü” olmadığına dair bir inancı yerleştirmekte, ancak olayların tahlil edilip berraklaşmasına yetmemektedir.

Susurluk Olayı”
olarak tanımlanan ilişkiler ağında medyada estirilen rüzgâra uygun
hukuki bir sonuç çıkmadığı gibi, kamu vicdanında değerlendirilmesi
sonucunda da ortak bir kanaat oluşamadı.

Bilindiği gibi, DYP Şanlıurfa milletvekili Bucak Aşireti lideri Sedat Edip Bucak, Polis Okulu Müdürü Hüseyin Kocadağ ile Mehmet Özbay sahte kimlikli Abdullah Çatlı’nın bulunduğu aracın yaptığı kazada sadece Sedat Edip Bucak
sağ kurtulabilmişti. Kazadan sadece dakikalar sonra ölenlerden Mehmet
Özbey kimlikli kişinin, “Derin Devletin yargısız infazlarını” yapmakla
suçlanan Abdullah Çatlı olduğunun medyada yer alması bile olayın çok
boyutluluğunu gösteriyordu.

Çatlı’yı
gerçek kimliğiyle tanıyan kim veya hangi grup bu bilgiyi bu kadar kısa
zamanda nasıl ve neden servis edebilmişti? Güneydoğu’da terör örgütü
ile mücadele konusunda devlete çok önemli destek veren Bucak Aşiretinin
liderinin etkisiz hale getirilmesi kime hangi yararı sağlayacaktı?

Sade vatandaşlar olarak bizler bu ve benzeri onlarca soruyu soracak fırsatı bulamadan, kendimizi “aydınlık için bir dakika karanlık” sloganının peşine takılmış, ışıklarımızı kapatıp açmakla meşgul bulmuştuk.

Olayın üzerinde medyadan
aldığı bilgilere istinaden düşünen insanlarımızdan bir kısmı, olaya
karışanları yasadışı bir çete örgütlenmesi kapsamında oluşturulan kirli
ilişkiler ağı olarak nitelendirdi. Diğer kısmı ise, devletimizin terör
örgütü ve onun destekçisi olan yeraltı dünyasındaki finansör ve
destekçilerine karşı oluşturduğu bir gizli örgütlenme olarak
algılayarak, bu ilişkiler ağını anlayışla karşılamış ve hatta bu
mücadeleyi yapan insanları fedakâr kahramanlar olarak takdir etmiş ve sevmişti.

“Terör örgütüne finans
ve silah desteği sağladığı iddia edilen kumarhaneler kralını öldüren
silahta A. Çatlı’nın parmak izinin bulunduğu” iddiası doğruysa bu
durumu siz nasıl değerlendirirdiniz?

Ne dersiniz, “Kurtlar
Vadisi” dizisinin kahramanı “Polat Alemdar” bir kahraman mıydı, yoksa
yasadışı bir çetenin eli kanlı lideri miydi?

****************************************************

Son “Ergenekon Operasyonunda” tutuklanan Emekli Tuğgeneral Veli Küçük için adı her geçtiğinde medyada şu bilgiler verilmekte:
“3 Kasım 1996’da Susurluk’taki kazada ölen Abdullah Çatlı’nın, ölmeden
önce telefonla son görüştüğü kişiler arasında Kocaeli İl Jandarma Alay
Komutanlığı’nda görevli Albay Veli Küçük de vardı. Küçük, 1990’da
JİTEM’in başındaki albaydı. Küçük’ün Kocaeli İl Jandarma Alay Komutanlığı yaptığı dönemde, bölgede birçok faili meçhul cinayet işlendi. Sapanca-Hendek-Düzce üçgeninde Behçet Cantürk, Enis Karaduman, Hacı Karay ve Savaş Buldan faili meçhul cinayetlere kurban gitti. (Bu
kişilerin de terör örgütüne finans ve silah desteği sağladığı iddia
ediliyordu.) Jandarma Genel Komutanlığı, Küçük ile ilgili iddiaları
araştırmak üzere üç generalden oluşan bir komisyon kurdu. Generaller
heyeti, araştırma sonucu Küçük ile ilgili suç unsuruna rastlamadı.”

Olay adalete intikal
etmiş olduğundan bizim vatandaş olarak doğruları öğrenebileceğimizi
ümit etmekten başka yapabileceğimiz bir şey yok. Ancak muhtemeldir ki,
bundan önceki benzeri birçok operasyonda olduğu gibi, yine sade
vatandaşlar olarak gerçeği tam olarak bilemeyeceğiz. Çünkü bu türlü
operasyonlarda devlet içindeki farklı grupların çatışmasından, yabancı
istihbaratların yönlendirmelerine kadar çok çeşitli etkenlerin
yönlendirici olabildiği bilinmektedir.

Ama bu olaylarda beni asıl ilgilendiren kamu vicdanında yargılanmasının sonucudur.

Dünyada çeşitli
ülkelerde 50’li yıllarda faaliyete başlayıp etkili olan ancak 80’li
yıllarda tasfiye edilmiş “Gladyo” benzeri gizli örgütlenmeler içinde
miyiz?

Yoksa devletin etkili olmadığı alanlarda “mahallenin namusunu korumayı kendilerine vazife edinmiş eski tür kabadayı” anlayışına sahip insanların inisiyatif kullanması mı söz konusu?

Belki de bazılarının iddia etiği gibi böyle bir örgütlenme yok, Türk Milletinin içinde bulunduğu hassas durumda yükselen “antiemperyalist, anti amerikancı” milliyetçi/ulusçu duyguların frenlenmesi; bu duyguları zinde tutmak isteyenleri etkisiz hale getirme operasyonu ile karşı karşıyayız?

Yine kafalarımız karıştı. Dileyelim ki ülkemiz karışmasın.

Sokağa Bırakılanların Günahı Kimin?

0

Ülkemizde her yıl sokağa terk edilen yaklaşık beş yüz çocukla ilgili
birkaç haber: “Kocaeli’nde otoyol turnikesine bırakılan bir haftalık
bebek hastanede tedavi görüyor.” “Muğla’da domates kasasının içine terk
edilen talihsiz bebeğe ‘Umut’ adı verildi.” “Kayseri’de tarlaya atılan
bebek, tedavinin ardından çocuk yuvasına teslim edildi.” “Hakkâri’de
mayın arayan askerler, yol kenarına bırakılan bebeği donmaktan
kurtardı.” Son bir trajik olayın haberi: “İzmir’in Karşıyaka ilçesinde
önceki gün sabah koşusu için parka giden vatandaşlar çimlerin üzerine
atılmış bir bebekle karşılaştı. Soğuktan vücudu moraran bir aylık masum
bebek, polisler tarafından hastaneye kaldırıldı; ama bütün çabalara
rağmen kurtarılamadı.” Gazeteler, çocukların sokağa bırakılma nedeni
olarak da aile değerlerinin zayıflamasını, evlilik dışı ilişkilerin
artmasını ve geçim kaygısını gösteriyor.

Konuyu haber yapan gazete, yetkililerin görüşlerine başvurmuş.
Yetkili kişi, bu tür çocuklar için koruma ve barınma evlerinin
kurulduğundan, çocukların mağdur olmayacaklarından bahsediyor. Ateş
olan yerden dumanın, çürümüş yerden pis kokunun çıkması doğaldır.
Bakıyorum, yetkililer pis koku ve dumanla uğraşıyorlar. Bu mantık ne
dumanı ne pis kokuyu bitirir. Yangın alevini, çürümüşlüğü görmemek, ya
kolaylarına ya da işlerine geliyor. Belki fincancı katırlarını
ürkütmekten korkuyorlar. Öyle ya gerçekleri söylerlerse birilerinin
alınganlığı artar, rantları elden gider. Yaşasın kokuşmuş düzen!
Yaşasın toplumu, sosyal hayatımızı yakan ateş!

Bir kadın, doğurduğu çocuğunu niçin sokağa bırakır? Hangi duygudur
ki onun analık duygusunu bastırarak masum çocuğu terk edilmişliğe iter?
Duyguların en yücesi kabul edilen analık duygusunu tahrip eden bu
korkunun adı, günah korkusudur, işlenen günahın deşifre edilmesi
endişesidir. Hâlbuki “Günaha yaklaşmayınız.” emrine göre bir yaşam
tesis edilse, sorunun ana kaynaklarından biri kurutulmuş olacaktır.
Aile içindeki geçimsizlik, sorunun etkenlerinden biri olabilir.
Kadının, kocasından intikam alma duygusu, bir anlık gözü dönmüşlük onu
yanlışa düşürebilir. Ancak, gelecek endişesinin ya da çocuğunu
besleyemeyecek kadar yoksul olma halinin günahsız bir yavruyu sokağa
atma sebebi olabileceğini düşünemiyorum, kabullenemiyorum. Bu gerekçe,
ya duygu sömürüsüne dayalı suç bastırma ya da sevgiden yoksun kalbin
kendini haklı gösterme çabasıdır.

Karşıt cins gençler arasında aşırı bir yakınlaşma gözlüyorum.
İlişkilerdeki kontrolsüzlük, medyanın ve bu ilişkileri rant aracı
yaparak sektör oluşturanların tahriki ile istenmeyen sosyal yaralara
yol açabiliyor. Bu konuda gençlerimiz iyi eğitilmeli,
bilgilendirilmeli, fıtratları doğrultusunda onların sosyal hayata
katılımları sağlanmalıdır. İnsan fıtratı dışında kurulan toplumsal,
siyasi, ekonomik düzenlerin kokuşması kaçınılmazdır. İnancımızın
öğretileri, tarihimizde oluşturduğumuz gelenekler, biyolojinin ve
psikolojinin verileri ile oluşturulacak standartlar, cesaretle
seslendirilmeli ve uygulamaya konmalıdır.

Rahmetli babamın, biz gurbette yaşarken doğan kızımı görmeye
geldiğinde “Cennet meyvesi” diyerek sevdiğini hatırlıyorum. Yeni doğan
bir çocuğa “cennet meyvesi” gözüyle bakmak, ne güzel bir bakış açısı.
Ona o gözle bakan göz güzel, söyleyen dil güzel, seven kalp güzel,
bütün bunların temelinde yatan inanç güzel. Güzel inançtan yoksun
kalpler, sevgisizliği; sevgisizlik, değersizliği; değersizlik,
kokuşmuşluğu doğuruyor. Koku salan bu arazi ıslah edilmeli, berrak
sularla bereketlenmeli, nadide güller tarihimizdeki kokusuyla ruhumuzu
mest etmeli, gönüllerimize rayihalar sunmalıdır.

İş işi geçtikten sonra alınacak tedbirler sadra şifa olmayacaktır.
Hiç yaşamamış olmak, neslimize kötü miras bırakmaktan daha iyidir.

Ayağını Yorganına Göre Uzat

Hükümet adım adım tıp merkezlerini kapatmak istiyor. Bu konuda
hükümeti zorlayan etkin güç ise özel hastaneler. Özel hastaneler büyük
yatırım yaptıklarını, yatırımlarını amorti edemediklerini, poliklinik
hizmetlerini tıp merkezleri ve özel poliklinikler sağladığından rantın
ciddi bir bölümünün buralara gittiğini savunuyorlar.

Acımasız rant ekonomisi olan bu günün küresel ekonomi anlayışından
baktığınızda göreceğiniz tablo tabii ki bu olacaktır. Türkiye AB
sevdası içinde giderek bu emperyalist sistemin içine çekilmekte,
fakirin  yaşam alanı bulamadığı acımasız bir sisteme monte olmaya
çalışmaktadır. İşte bu zulüm sisteminin getirdiği güçlü sermayenin
maddesel eziciliği sağlık alanında da kendini belli etmeye başlamıştır.
Devlet hastanelerinin özelleştirilmeye çalışılması, sağlık
merkezlerinin kapatılması, tıp merkezlerinin sınırlandırılarak zaman
içinde bitirilmesi tamamen büyük sermayeli özel hastane
yatırımcılarının talebidir. Hükümet te bu talebe sıcak bakmaktadır.

Büyük hastane yatırımcıları amacına ulaşırsa ne olacaktır?.

Olacak olan şudur. Cebinde ciddi parası olan sağlık hizmetlerinden
yararlanacak, parası olmayan otlardan istifade etmeye çalışacaktır.
Ortaya gayri resmi şifacılar çıkacaktır. Ameliyat söz konusu olduğunda
istenecek olan astronomik rakamların karşılanamaması sebebiyle ölüm
oranları artacaktır. Çünkü az sayıdaki büyük sermayeli yatırımcıların
anlaşmaları kolaydır. Bu boyuttaki yatırımcıların rekabet ahlakı
yoktur. Onlar belli kurallarda çarçabuk anlaşabilirler. Olan sağlığı
bozulan halka olur. Zaten modernlik adına konforun götürdüğü refah ve
saadetle boşluğu dolduran stres ve sıkıntı insanların sağlığını giderek
daha çok bozmaktadır. Bir taraftan zamanın konforuna ulaşma çabaları,
diğer taraftan küçüğü yok et sisteminin geniş kesim üzerindeki kabusu
insanların bir çoğunun hasta olmasına sebep olmaktadır. Bu hastalıklara
geniş manada sistem hastalıkları da denilebilir. Bu sistem hastalıkları
fakir-zengin tüm kesimi kapsayan hastalıklardır. Zengin parası ile
hastalığının çaresini bulabiliyor ise, fakir veya orta gelirli de kendi
boyutunda bir sağlık kurumundan bu hizmeti alabilmelidir.

Çokluk ta rekabet vardır. Denetlemekten aciz kalınan bir yönetim
sisteminde kapatarak çözüm aramak kolaycılıktır. Halkın geniş kesimine
yapılabilecek en büyük zulümdür.

Orta gelirli kesimin sağlık hizmeti alabildiği bir sektörü yok edemezsiniz.

Hele hele bir çok fakire ücretsiz sağlık hizmeti sağlayan, az
gelirlilere modern ve kaliteli hizmet sunan Kızılay Tıp merkezlerinin
bu hizmetlerini hiçbir şekilde aksatamazsınız. Fakir halkı acımasız
sermayenin önüne atamazsınız. Onları ölüme terk edemezsiniz.

1000 inin üzerinde özel sağlık kuruluşu kapatılmakla karşı
karşıyadır. 80.000 civarında çalışan sokakta kalacaktır. Bu sağlık
kuruluşları sayesinde ekmek yiyen 100.000 lerce insan aç kalacaktır.

Bakkalları, marketleri kapatarak insanları süper ve hiper
marketlerin kucağına attığınız gibi, sağlık merkezlerini kapatarak
insanları büyük hastanelerin insafına teslim edemezsiniz.

Çaresiz insanların hastane paralarını ödeyememekten dolayı hapishanelerde çürümesinin vebali sizin üzerinize olur.

Sayın Bakan

Büyük devletlerin büyük çözümleri saadet getirmiyor. Öyle olsa idi.
En mutlu ülke onlar olurlardı. Bazı alanlarda küçük çözümlerle de mutlu
olunabilir. Büyük devletlerin ekonomik seviyesine gelmeden onların
sistemlerini kopya etmek,e mekli ikramiyesi ile lüks araba almaya
benzer. Bizim çok güzel bir sözümüz var

AYAĞINI YORGANINA GÖRE UZAT.

Bence bu söz  göz ardı edilmemeli.