16.8 C
Kocaeli
Pazartesi, Temmuz 7, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1313

Öküz Altında Buzağı Aramak

Bize hasmı diye merak ediyorum. Nedense söz konusu başkaları
olduğunda öküz altında buzağı aramaya bayılırız. Bu arada kendi
buzağılarımızı da başkalarının ortaya çıkarmasından da asla
hoşlanmayız. Ayrıca başkalarının başarılarını bir türlü hazmedemeyiz.
Ayağı tökezlediğinde keyiften dört köşe oluruz. Hele hele fikri yapısı
bizden farklı ise daha beter olması için sabırsızlanırız. Önce
yakıştırırız. Tutmazsa iftiraya dönüştürürüz. Oda tutmazsa başkasından
duymuştum deyip kıvırırız. Şayet o kişi iyi bir mevkie gelmişse zaman
içinde onun en önde giden yalakası oluruz.

Bu sözlere ne gerek vardı. Bir şeylere mi kızdınız diyebilirsiniz. Evet bir şeylere kızıyorum.

Bazılarınız bilir. Ben aynı zamanda Kızılay İzmit şube başkanıyım.
Daha önce 7 yıl başkan vekilliği yapmıştım. 3 yıldır da başkanlık
yapıyorum. Asıl mesleğim inşaat mühendisliği. İnşaat işleri yapar
inşaat malzemesi satarım. Devlet ihalelerine girmem. Devletle hiçbir
işim olmaz. Şube başkanı olduktan sonra işimle ilişiğimi kestim. Benim
işimi çocuklarım yapıyor. Ben sabah dokuzdan akşam on sekiz e kadar
mesaimin tamamını Kızılay’a veriyorum. Yönetim kurulu üyelerimizle
beraber işimizi tamamen ücretsiz yapmaktayız. 30 hekim 75 personel den
meydana gelen bir sistemi günlük 600 hastası ile birlikte yönetmenin
kolay olmadığını sizler takdir edersiniz. Telefonum 24 saat açıktır.
Tıp merkezi gece de evimden internet aracılığı ile takip edilmektedir.
Kan hizmetleri bana bağlı olmadığı halde bu konuda da elimden geleni
yapmaktayım. Kızılay da çalışan hiçbir akrabam yoktur. Benim ve yönetim
kurulu üyelerimden hiç birisinin akrabası dahi Kızılay a mal satamaz ve
Kızılay’ın malını satın alamaz. Şayet öz geçmişimi merak ederseniz,
Google’a girip adımı yazdığınızda özgeçmişimi bulabilirsiz. İşte bu
kadar göz önündeyim. 5+5 olmak üzere iki dönem Belediye meclis üyeliği
yaptım. İzmit Belediye meclis üyeliği yaptığım İlk beş yılın üzerinden
18 yıl geçti. İlk beş yılda belediye başkan vekilliğinden, encümen
başkanlığına, imar komisyonu başkanlığından, İmar affı komitesi
başkanlığına kadar rantın bol olduğu yetkili ve sorumlu makamlarda
bulundum. Çok şükür hiçbir yanlışım olmadı. Olsa idi şimdiye kadar
çoktan manşet olurdu.

Kendimi methetmeye hiç ihtiyacım yok. Fakat bazen gerekiyor. Çünkü
Kızılay İzmit şubesi giderek büyüyüp rantı artmaya başlayınca ağzı
sulananların iftiraları da başladı. Bunları bunun için yazıyorum.
Tanıyan tanıyor da tanımayan bir miktar bilgi edinsin diye. Gerisini
ise araştıran bulur.

Yıllardır yaptığımız gıda kampanyasını bu sene biraz daha
genişlettik. Halkın katkılarını “GÜNDE 1 YTL” sloganı ile talep ettik.
Halkımız çok ilgi gösterdi. Tabiî ki Düşmanlarımızda hasetlendi.
Bazılarının ideolojisi ile uyuşmuyorum. 59 yaşımdayım. Bu saatten sonra
bazılarına göre şekillenecek halim yok. Dün ne isem bugünde oyum. Fikri
yapımla ve duruşumla ortadayım. Esnemeye de niyetim yok. Bazılarına da
ortadaki ranttan pay aktarmıyorum. Bu bakımdan onların tepkisini
çekiyorum. Şunu bilsinler ki bu kazanımlar da tüyü bitmemiş yetimin
hakkı var. Hakkı olmayana asla verilmez. Hiç bir parti, hiçbir siyasi
kuruluş yandaşımız olmaz. Herkese eşit mesafede oluruz. Herkesten
yardım talep ederiz. Herkese, ihtiyacı olduğunda Kızılay ölçeğinde
hizmet sunarız. Kimsenin dinine, diline, rengine, siyasetine bakmayız.
Memleketine, milliyetine göre ayırımcılıkta bulunmayız.

Yaptığımız yardımlarımızı açık ve şeffaf yaparız. Listelerimizin bir
kısmını yönetiminde bulunduğumuz Sosyal yardımlaşma vakfının
araştırılmış listelerinden seçerek hazırlarız. Ayrıca bize müracaat
edenlerin hakkında yaptığımız araştırmada uygun görülenlerle
listelerimizi çoğaltırız. Bize yardım edenlere yaptıkları yardımın kime
ulaştırıldığını yazılı olarak teşekkür yazımızla birlikte bildiririz.

Kafasında soru işareti belirenler her zaman Kızılay’a gelip akıllarına takılan sorulara cevap alabilirler.

Halkımız mütereddit olmakta haklıdır. Niceleri sivil toplum
yöneticiliğinden ihya olmuştur. Sırtında ceketi yokken müthiş
servetlerin sahibi olmuştur. Bu gibi kişilerde geçmişi bilindiği halde
toplumdan saygı görmüştür. Kayırılmışlardır. Mevkileri yükselmiştir.
Halkımız sütten ağzı yanınca yoğurdu üfleyerek içmekte haklıdır.

Durum bundan ibarettir. Erkekçe ortaya çıkmayan, kapı arkasında
dedikodu yapıp ortalığı bulandırmaya çalışanlara ve bu asılsız
dedikoduları duyup şüphelenenlere duyurulur.

Okuyorum, Ayrıcalıklıyım

0

—Üstadım, mutluluğum artarken bir yandan da insanlara acıyorum ve öfkeleniyorum.

—Kertenkele, ne oldu yine?

— Elime bir kitap geçti, okudukça okudum; mutlu oldum. İnsanlar
niçin okumaz, vaktini orada burada hay huy ile geçirirler, diye de
öfkelendim.

—Sana ben sanal senaryolara dayanan, pembe dizi olarak bilinen romanları yasaklamamış mıydım?

— Üstadım, beni güldürmeyiniz. Siz bana yine kertenkele deyiniz; ama
ben artık sınıf atladım. Okuduğum kitaptan çok az insanın bildiği
gerçekleri öğrendim.

—Anlat bakayım, neymiş onlar?

— Üstadım, öğrendiğime göre, İslam medeniyetinin zirvesi kabul
edilen Endülüs’ün yıkılmasından sonra Gırnata’da engizisyon mahkemesi
kararı ile bir milyon kitap yakılmış. Bununla ilgili olarak daha sonra
Fransız fizikçi P. Cuirie: “Endülüs’ten bize otuz kitap kaldı; atomu
parçalayabildik. Eğer yakılan kitabın yarısı kalsaydı çoktan uzayda
galaksiler arasında geziniyor olacaktık.” demiş. O tarihlerde
Avrupa’nın hiçbir ülkesinin kütüphanesinde bin yazma eser yokken
Kardinal Ximenes seksen bin, Kral Ferdinand ile Kraliçe Isabella beş
yüz bin eseri yaktırmış ya da yok etmiş.

— Kertenkele, sen kendi türün içinde değil, türler arası sınıf
atlayacağa benziyorsun. Darwin sağ olsaydı teorilerini her halde senin
üzerinden kurardı.

—Üstadım, siz yine beni hafife alıyorsunuz. Siz kabul etmeseniz de üzüm üzüme baka baka ağaracak.

—O söz, “Üzüm üzüme baka baka kararır.” değil miydi?

—Üstadım, sizden ders alan hiç kararır mı?

— Kertenkele, öğrenmenin vermiş olduğu haz, bitmeyen bir süreçtir.
Yöntemi; gezmek, seyretmek, dinlemek, okumak, ne olursa olsun, öğrenme
hazzı ancak öğrenenlerin hissedebileceği; fakat tanımlayamayacağı bir
hazdır. Okumak ise bu yolların en kolayı ve en yararlısıdır. Beni
yıllar öncesine götürdün. Biz, arkadaşlarımızla haftada bir buluşur,
adına “kültür dersi” dediğimiz okuma saatleri düzenlerdik. Okuma
sırasında “Ben bunları öğrenmekle ne kadar şanslıyım; ancak şu an benim
yaşımda olup da sokaklarda gezenler bundan mahrum, onlara ne yazık.”
diye düşünürdüm. Görüyorum ki sen de aynı şeyleri yaşıyorsun. Okuma
hazzı insanı paylaşmaya zorlar. Bu, lezzetli bir meyveyi evladı ile
paylaşmak isteyen, paylaşamamaktan rahatsızlık duyan annenin isteği
gibidir. Paylaşıldıkça artan bir lezzet, ne yararlı bir lezzet, değil
mi?

— Üstadım, size kızma hakkım yok; ama bana, az önce “Türler arası
sınıf atlayacağa benziyorsunuz.” dediniz. Bu iğnelemenizle neyi
kastettiniz?

— Okudukça beyninin, kalbinin bir işe yaradığını, bir değer olduğunu
anlıyorsun. İşleyen bir beyin ve duyarlı bir yürekle “insan olmak” ne
güzelmiş diyorsun, değil mi? Peki, okumasaydın, kendince, bu yorumları
yapabilecek miydin?

— Üstadım, beni hangi canlı türü içinde gördüğünüzü artık
önemsemiyorum. Okumak, bu sayede ilimde, irfanda yükselmek çok güzel.
Bütün türdeşlerime okumayı ısrarla öneriyorum.

— Kertenkele, Mevlana, babasının ardından yürüyüp Nişabur’dan
ayrılırken devrin bilginlerinden Attar hayretini şu sözlerle ifade
ediyor: “Suphanallah! Bir deniz, bir ırmağın peşine düşmüş gidiyor.”
Bir deniz de niçin sen olmayasın?

—Üstadım, ırmaklar denize akar; ama her deniz varlığını ırmağa borçludur. Sizin yanınızda damla olmak bile ayrıcalıktır.

Çalışan Aileler ve Çocuklarıyla İlgilenmeleri

0

Genelde çalışan ailelerde yoğunluk hep kadınların üstünde
kalmaktadır. Yoğun iş performansıyla gün içinde yorulan anne eve gelip
tabiri caizse günün yorgunluğunu atmak üzere bacaklarını uzatıp
dinlenmesi gerekirken evde ev işlerini kendini bekler bulmakta. Annenin
yapması gereken bu işlerle uğraşırken haklı olarak günün yorgunluğu ile
eve gelen baba bacaklarını uzatarak dinlenmek üzere yerini almalıdır ki
yarınki işine dinç ve dinlenmiş olarak dönebilsin. Kısaca senaryosunu
çizdiğimiz bu tablo da farkında isek çocuklar hiç rol almadılar. Neden?

Acaba ailenin çocukları mı yok veya çocuklarına ayıracakları zamanı mı?

Bu sorunun cevabını hepimiz biliyoruz. Ancak toplum olarak ihmale gelmemesi gereken en önemli unsuru ihmal etmekteyiz.

Günümüz şartların da ebeveynlerin her ikisinin de çalışan
bireylerden olması toplumumuzun bazı değerlerinin değişimini gündeme
getirmektedir. Bu arada ebeveynler çocuklarına zaman ayırabilmek için
uğraşı vermelerine karşın bunu tam manası ile yerine getiremedikleri de
aşikârdır.

Anne–babalar çocukla yeterli zaman geçiremediklerinde suçluluk
duyabilirler; çalışan annelerde bu duygu daha yoğun yaşanabilir. Bunun
sebebi ise yaşadığımız kültürde çocuğun ve ailede yaşayan diğer
fertlerin bakımının ve evle ilgili diğer işlerin yürütülmesinin hala
sadece kadının sorumluluğu gibi görülmesidir. Bu sorumlulukla baş başa
kalan anne işindeki başarı ve kariyerini kaybetmekle karşı karşıya
kalmakta anne üzerinde aşırı baskı ve strese yol açmaktadır.

Burada görülen baskı ve stresin hafifletilmesi veya tamamen ortadan
kaldırılabilmesi için ailede anneye yardımcı unsurların ortaya çıkarak
annenin yükünün azaltılmasıdır. Ama asıl sorun bunlar yapılmak
istenirken evdeki çocuğun durumunu ele almak gerekmektedir. Çocuğun
ilgi alanları ve çocukla ilgilenmek annenin üzerinde bırakılmamalıdır.
Hem iş hem aile yaşantısının sorumlulukları çok fazladır; ama
atlanmaması gereken, kişinin bütün işi tek başına yapmak zorunda
olmadığı ve kalan bütün boş vaktini tamamıyla çocuğa adamasının gerekli
olmadığıdır. Çocuğa değerli bir zaman aralığı bıraktığını
hissettirebilmektir.

Anne evde bu konumu ile yalnız bırakılmamalı annenin evdeki işleri
paylaşılmalıdır. Babalar genelde çocuklarına pahalı hediyeler alarak
çocukları ile ilgili işleri çözdüklerine onlarla ilgilendiklerine
inanmaktadırlar. Ebeveyn çocuğa rehberlik etmeli gözlemlemeli ama aynı
zamanda çocuğun kendi kararları vermesine de izin vermelidir. Çocukla
beraber vakit geçirildiği zaman, küçük projeler düşünülmeli ve anlık
bulunan aktivitelerin günlük hayatta da uygulanmaya başlanması aile içi
iletişimi arttıran temel unsurlardandır. Evde bir işle meşgulken ya da
televizyon izlerken aynı zamanda çocukla ilgilenmeye çalışmak onunla
değerli zaman dilimi geçirmek anlamına gelmez; doyurucu etkileşim
değeri taşımaz. Örneğin; kurabiye yaparken onu da bu işin içine dahil
etmek ya da çocuğun yaş dönemine uygun bir televizyon programı hakkında
duygu ve düşüncelerini konuşmak o zamanı daha verimli kılabilir.
Birlikte yapılan bir alışverişi dahi değerli zaman dilimine sokmak
mümkün olabilir; eksiklerin tespitinde ve malzemelerin alımında etkin
rol üstlendiğinde kendini önemli hisseder ve anne-babayla paylaşım
ihtiyacını giderir.

Çocuğu için vakit ayıramayan “”çok meşgul”” aileler, çocuğun
kendisini önemsiz, değersiz hissetmesine ve ebeveynin diğer işlerinin
kendisinden daha öncelikli olduğunu düşünmesine yol açabilir. Kaliteli
zaman geçirmenin amacı, çocuğun anne-babası için ne kadar önemli
olduğunu hissetmesidir.

Çocukla beraber yapılabilecek sınırsız aktiviteler vardır. Önemli
olan bu değerli zamanı çocukla beraber keyifli bir hale getirmek ve
çocuğun bu zamandan maksimum düzeyde verim ve keyif almasını sağlamaya
çalışmaktır. Anne-babaların hata yapmaktan korkmamaları, hata
yaptıklarını hissettikleri zaman çocuğu da bir birey yerine koyarak
telafi etmek için çaba göstermeleri, kendi anne-babalık içgüdülerine
güvenerek bu zamanı değerlendirmeleri bu zamanı daha da etkin kılar.

Kaliteli zaman geçirmek çocuklar sadece küçükken değil büyüdükleri
zaman da psiko-sosyal ve duygusal gelişimleri açısından büyük önem
taşımaktadır.

Hoş geldin Ramazan

0

Dua

Ey doğruların en doğrusu.
Adaletlilerin en adaletlisi.
Merhametlilerin en merhametlisi.
Temiz olanların en temizi,
Dürüst olanların en dürüstü.
Ey gökleri yoktan var eden
Gizlilikleri bilen, belaları defeden,
Ölüleri dirilten, bereketler indiren,
Sevabı sonsuz, cezası da şiddetli olan Allah’ım!
Bizi kabrin karanlığından,
mahşer gününün dehşetinden,
sorgunun heybetinden,
cehennemin ateşinden kurtar.
Bize mağfiret eyle, günahlarımızı bağışla
dualarımızı, ibadetlerimizi ve tövbelerimizi kabul eyle

Oruç

Oruç tutmak; İslam dininin beş temel esasından biridir.Ancak
sıralamaya bakarsak namaz oruçtan öncelikli ve de önemlidir. İslamı
istilahta oruç; “Fecr-i sadıktan güneşin batışına kadar, yemekten,
içmekten, cinsi arzulardan ve orucu bozan diğer şeylerden Allah(cc) ya
kulluk niyeti ile nefsi men etmeye” verilen isimdir. Malum olduğu üzere
ibadetler üç kısımdır.

  1. Mal ile yapılan ibadet ( zekat-sadaka ).
  2. Hem mal hem de beden ile yapılan ibadet ( hac-umre ).
  3. Yalnız beden ile yapılan ibadet ( namaz ve oruç).

Dolayısıyla oruç şartlarını taşıyan her Müslüman için farzı aynıdır.

Farz-ı ayn ve farzı kifayeyi kısaca açıklayalım.

Farz-ı ayn: Mükellef olan her müslümanın bizzat kendisinin yapmak
zorunda olduğu ibadetlerdir. Vakit namazları, oruç tutmak vb. Terki
günahı gerektirir; inkarı insanı dinden çıkarır.

Farz-ı kifaye: Bazı Müslümanların yapmasıyla yapmayanlar üzerinden
sorumluluğun düştüğü ibadetlerdir. Cenaze namazı kılmak, hafızlık
yapmak vb. Cenaze namazını kılan sevabını alır kılmayan ise günahkar
olmaz.

Peygamberimiz(sav) bir hadisinde “ Bir kişi başka bir kişi için oruç tutamaz, yine başka bir kişi için namaz kılamaz.

K. Kerimde de “ Ey iman edenler oruç sizden öncekilere ( ümmetlere )
farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki oruç sayesinde
korunursunuz.” (Bakara 183)

Peygamberimiz (sav) bir hadisinde oruçla ilgili olarak şöyle buyurur;

“Ramazan ayı gelince cennet kapıları açılır, cehennem kapıları
kapanır ve şeytanlar bağlanır.”(Muslim)
Bilindiği üzere şeytan Hz. Adem’ e secde etmediği için lanetlenmiş
Allah(cc)ın rahmetinden kovulmuştur. Bunun için Hz. Adem ve onun
soyundan gelenlere düşman olmuştur. Şeytan bizim için rahmetten
kovulunca bize düşman olmasından daha doğal bir şey olmaz. Fakat bizim
şeytana yakın olmamızdan onu memnun edecek işler yapmamızdan, onun
peşine takılıp gitmemizden daha yanlış ne olabilir ki. Dünyada insan
düşmanından uzak durur, düşmanının bulunduğu semtte bulunmaz. Onunla
aynı mekanı paylaşmaz ki ondan zarar görmesin doğru olan da budur. Aynı
hassasiyeti ebedi düşmanımız olan şeytan içinde göstermemiz gerekmez mi
?

Aylar içerisinde ramazan ayının ayrı bir önemi vardır. Günler
içerisinde Cuma gününün, geceler içerisinde kadir gecesinin, insanlar
içerisinde sevgili Peygamberimizin nasıl müstesna bir yeri varsa, aylar
içerisinde de ramazan ayının apayrı bir yeri vardır. Ramazan ayı
ayların sultanıdır. Rahmet, mağfiret ve bereket ayıdır. Ona bu özelliği
kazandıran K.Kerim’in bu ayda inmeye başlamasıdır. Oruçta ramazan ayına
mahsus bir ibadettir.

Bu mübarek ramazan ayını merhaba diyerek karşılamış bulunuyoruz. Ona hoş geldin ramazan diyoruz.

Cenab-ı hak bu mübarek ayı her türlü haram ve günahlardan uzak ibadetlerle dopdolu yaşayarak uğurlamayı nasip eylesin.

Nefis ve şeytan oruç tutanın emrinde, oruç tutmayanlarsa onların emrindedir. Nefis ve şeytanın oyuncağı olurlar.

Peygamberımiz(sav) bir hadisinde:

Kim inanarak ve sevabını Allah tan umarak oruç tutarsa geçmiş günahları bağışlanır.

Kul hakkı bu günahlar kapsamında değildir. Allah(cc) ‘ın affetmediği
günahların başında kul hakkı gelir. Kul hakkının affedilmesi için kimin
bizde hakkı varsa o kişiye gidip ona hakkını ödemeli sonra helalleş
ilmelidir. Hak sahibine hakkını vermeden helallik istemek helallaşma
olmaz. İnsanlara maddi manevi ne gibi zarar vermiş isek onları açık
açık söylemeli, mümkünse maddi zararları tazmin etmeli sonra helallik
dilemeli. Bunu takibende tevbe ederek Allah(cc)’ dan af dilemeli.

Kul hakkı geniş bir kavramdır. Sadece maddi konularla sınırlı
değildir. Manevi ve sosyal konularda bu kapsam içerisindedir. Gıybet
etmek, iftira atmak, dedikodu yapmak, alay etmek, dalga geçmek,
muhatabı küçümsemek, insanları hor ve hakir görmek, yaptığın işin
hakkını vermemek vb.

Oruç tutan Müslüman gün boyunca aç ve susuz kalmakla şehevi istek ve
arzularını terk etmektedir. Bu vesile ile toplumda ki açların,
susuzların, çıplakların halini daha iyi anlama imkanı bulmaktadır. Tok
açın halinden anlamaz. Açlığın ve susuzluğun ne olduğunu bilmek için aç
ve susuz kalmak gerekir. Nasrettin hocanın ifadesiyle ağaçtan düşenin
halinden ağaçtan düşen anlar. İşte oruçla Müslüman bunu bizzat
yaşamaktadır.

Toplumdaki fakir- fukaranın, garip- gurabanın mahrumiyet ve mağduriyetini anlayarak onlara yardım elini uzatır.

Teravih

Ramazan ayında teravih namazı kılmak da sünnettır. Sünnet de iki
kısımdır. Sünneti müekkede ve sünneti gayri müekkede. Teravih namazı
sünneti müekkededir.

Teravih namazı tek başına da cemaat ile de kılınabilir. Yirmi rekat
kılınabileceği gibi sekiz rekatta kılınabilir. İki rekatta bir selam
verilebileceği gibi dört rekatta bir selam verilir. Yaygın olanı dört
rekatta bir selam vermektir. iki rekatta bir selam vermek daha
sevaptır. Teravih namazının ilk oturuşunda tehiyyat ile beraber salli
barik de okunur. 3. rekata sübhaneke ile başlanır. Tıpkı ikindinin
sünneti ile yatsı namazının ilk sünneti gibi

Sahur

Ramazanda dikkat dilecek bir hususta sahura kalkmaktır. Sahura kalkmak müstehaptır.

Peygamberımiz(sav) bir hadisinde:

“Sahur yemeği yiyiniz, çünkü sahur yemeğinde bolluk ve bereket vardır.

Sahuru biraz izah edelim…

  1. Sahura imsaka yakın kalkılmalı
  2. Sabah namazı mutlaka kılınmalı
  3. Az da olsa yemeli, içmeli
  4. Sahura erken kalkılırsa sabah namazı tehlikeye girer. Oruç tutup da
    sabah namazını kılmamak müslümana yakışan bir durum değildir.
  5. Ezan Ellahu Ekber ile oruç açılır, Ellahu Ekber ile başlanır.
    Ezanın sonuna kadar yenmez.
    Oruç içerisinde riya olmayan tek ibadettir. Bunun içinde nefse zor
    gelir. Sevabı da çok büyüktür. Oruç tutanlar cennete REYYAN kapısından
    girerler.

Bir ayette Allah(cc) buyuruyor ki: İnsanoğlunun her ameli kendisi
içindir. Ancak oruç müstesna. O benim içindir. Onun sevabını ben
vereceğim. Oruç günahlara karşı kalkandır. Biriniz oruçlu iken çirkin
ya da cahilce söz söylemesin. Şayet biri diğerine söver veya sataşırsa
ben oruçluyum desin.

Muhammed’in canını kudret elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki
oruçlunun ağız kokusu kıyamet gününde Allah katında misk kokusundan
daha güzeldir. Oruçlu için iki sevinç anı vardır. Biri orucunu açtığı
zamanki sevinç, diğeri oruçlu olarak rabbine kavuştuğu andaki sevinç.

Bir başka hadiste Peygamberımiz(sav) “ Oruç insanı cehennem
ateşinden koruyan bir kalkandır. Tıpkı sizi harpte ölüme karşı muhafaza
eden kalkan gibi

Oruç hicri takvime göre tutulduğu için her yıl on, on bir gün öne
gelir. Dolayısıyla insan bazen -30 derecede bazen de +40 derecede oruç
tutar. Bunun anlamı şudur: Yarabbi dondurucu soğukta da kavurucu
sıcakta da emrine hazırım demektir.

Orucun açlık ve susuzluktan çıkıp oruç olması için şu hadise dikkat
edelim:
Her kim ki yalanı, yalan ile iş yapmayı ve cehaleti bırakmazsa,
Allah’ın onun yemesini ve içmesini terk etmesine ihtiyacı yoktur. (
feteva 223)

Oruçtan beklenen manevi faydayı elde edebilmek için, orucu midemizle
beraber dilimize, gözümüze, kulaklarımıza ve duygularımıza da
tutturmamız gerekir.

Harama bakmamak suretiyle gözümüze, yalan, gıybet, iftira ve
dedikodudan uzak durmak suretiyle dilimize ve kulağımıza içimizi
kinden, nefretten, hasetten, fesattan, kıskançlık ve düşmanlıklardan
temizlemek suretiyle de duyularımıza oruç tutturmalıyız, yada orucu bu
şekilde tutmalıyız. Aksi takdirde boşuna aç ve susuz kalmış oluruz.

Cenab-ı hak ramazan ayını nefsimiz, neslimiz ve tüm insanlık için hayırlara vesile kılsın.(AMİN)

“Türkler Boykot Yapamaz”(!) mış

Bir; çünkü Türkler enayidir, kendi aleyhlerine olan bir durumun
karını-zararını ayırt edebilme kabiliyetine sahip değillerdir. İki; iyi
biliyoruz ki Türklerin en büyük rakibi Türklerdir. Klasik olarak
birileri derhal;

“Ne boykotu! Her şeyimiz zaten onların.”

Yahu, bizimkilerin de doğru-dürüst bir şeyi yok ki!

“Bizim milletimize gelmez abi, sonuç almaz.”

diyecekler diye iyi biliyorlar, hatta sözle destek verenlerin bir
kısmının fiili alışkanlıkla boykot kırıcılığı yapacaklarını da iyi
biliyorlar.

Biz de iyi biliyoruz ki Marlboro`dan, Coca-Cola`dan, Mc.Donalds`tan,
Levi’s`ten vs. marka göz kamaşmasından kolay vazgeçemeyeceğiz.
Ülkücülerimiz de, Solcularımızda, Liberallerimiz de, Dincilerimiz de
çoğunlukla Mevlana`nın tarif ettiği gibi : “Ben ne insanlar gördüm,
üzerlerinde ideoloji yok. Ben ne ideolojiler gördüm, içinde insan yok.”
Söz, sanırım aşağı yukarı böyle..Bütün mesele de biraz şöyle ; uğruna
ölünecek dava mı kalmadı, ölecek dava adamı mı? Bence ‘b’ şıkkı..

“Ruhun mu ateş yoksa o gözler mi alevden,
Bilmem ki bu yürek nasıl korla tutuştu?”

diyen bağrıyanıklar yerine; ‘Canım, ne olacak ki bundan’cılar,
‘bizim milletten bir şey olmaz abi’ciler ve boş ver bu işleri, kim
aday, ondan bahset’çiler yarışıyor.

Ört ki ölem ! Çıkışı kendimiz kapatmışsınız bir de kaybolduk
diyorsunuz. Hem ölmekten korkuyor hem de can çekişiyorsunuz. “Ölümden
korkanlar intihar etsin” der Atsız. “Allah`tan korkan Amerika`dan
korkmaz” diyor Gökkubbe Dergisi. Nihat Genç de “Allah`ın 99 ismine
Amerika ne zaman eklendi?” diye soruyor dindar geçinenlere.

Ödümüz kopuyor Avrupa`ya, Amerika`ya laf, mallarına halel gelecek
diye. Reislerimiz Marlboro tüttürmeye devam etsinler; ‘her zaman Türk`e
göre, Türk için’. Devrimcilerimiz bar ve metres sosyalizmine devam
etsinler; üretimden gelen güçlerini kullanarak. Muhafazakarlarımız hem
İsa`nın hem Musa`nın kapitalistlerine secde etmeye devam etsinler
‘Büyük şeytan Amerika’, Lanet sana Yahudi’ replikleriyle.

Bir de Atatürkçülerimiz var; Emperyalizmle uğraşacağına
başörtüsüyle, İmam-Hatip`lerle uğraşanlar ve laikliği içki içmek
zannedenler. Çok yaşa sen ülkem ve ülkem insanı.

İSTER MERMİ OLSUN İSTER OY PUSULASI ;
İYİ NİŞAN ALMALI İNSAN, KUKLAYI DEĞİL KUKLAYICIYI VURMALI.

Malcom X`in ruhaniyeti de şahittir ki Dünyayı Şer Üçgeni yönetiyor:
ABD, İngiltere ve İsrail. Dünyayı kana, ateşe boyayan bu Küresel Çete.
Ülkeleri terörist damgasıyla damgalayabilecek kalıp atölyeleri ve
terörist imalathaneleri de var. Bile bile lades diyoruz bunlara bile
bile BOYKOT. Hemi de 365 gün 6 saat. Bir yıl dişimizi sıksak, üçlü
sacayaktan biri kesin çatlayacak.

Evanjelik Kıyametçiler, Masonik Kraliyetçiler ve Semitik
Siyonistlerledir dünyanın kavgası. Yani Küreselleşmeyle. Yeni
sömürgecilik, neo kolonyalizmdir küreselleşme. Global Köyün
Gladyatörleri de Bush-Blair-Olmert değil, Rockefeller, Morgan, Soros,
Ford, Rotschild`lerdir. De olsun, boykot olsun. Adam gibi adamların
boykotu da adam gibidir. İlla bahane gerekmez.

İki keçiden biri daha keçidir. Gandi, İngiliz sömürgeciliğini Pasif
Direnişle yıktı. Yok, biz koyunsak uçurumdan peşpeşe atlama modasına
uyalım ki dedikleri doğrulansın. Şu çılgın Türkler, boykot-moykot
yapamaz (!) Oysa bu; Türklere aptal demeye çıkar. Katiline aşık kurban
tipi.

Haydi, Kürşad`ın narasıyla indik boykota diyelim. Vur memur vur,
2023`ü kur. Amerika “the end”, sıra Çin`de. Ezeli rekabette
21.yy.randevusu. Yer Asya, zemin petrol ve gazla kaplı. Şahitsiniz;
Amerikan kapitalizminin kanı çekildi. Akınımız var yine Çin Seddi`ne.
Cesaret yiğidim cesaret, yıkılsın esaret.

Allah aksiyonumuzu arttırsın ve bizi geleceğimize bağışlasın.

Güven Meselesi

Çok bilinen bir söz vardır: “İnanmak başarmanın yarısıdır.”

Geçmişimize baktığımızda ülkemizin bulunduğu en zor şartlarda dahi
insanımızın hem kendine hem de devlete karşı bir güven duyduğu görülür
ki bu durum o dönemde ülkemizi ziyarete gelenlerin yazdıkları eserlerde
dahi mevcuttur. Mesela ünlü Türk sempatizanı Pierre Loti ve askeri
eğitim için ülkemize davet edilen Kont Monteagu’nun eserlerinde bu tarz
yorumlara rastlanmaktadır.

Günümüze geldiğimizde ise insanımızın bırakın devleti kendisine bile güven duymadığı apaçık ortadır.

Peki, yazılarımda her zaman bahsettiğim gibi, milletler tarihi için
kısa bir dönem olan yüzyıl gibi bir zamanda nasıl oldu da milletimiz
böyle büyük bir revizyona uğradı?

Milleti iyi yönde veya kötü yönde revize eden en önemli unsur
eğitimdir. Bu noktadan hareketle Osmanlı eğitim sisteminde yetişen
kişilerin kimliklerini iyi özümsediği görülmektedir. Bu kimlik önceden
“Osmanlılık” olarak yerleştirilmiş daha sonradan milliyetçi akımlara
binaen bu kimliğe “Türklük şuuru” da eklenmiştir.

Nitekim yine yazılarımda hep bahsettiğim gibi son dönem Osmanlı
bürokrat ve askerlerine baktığımızda yukarıda izah etmeye çalıştığım
kimlik meselesinin kendilerinde ne denli oturmuş olduğu, ülke
parçalanma sürecine girdiğinde dahi gittikleri toplantılarda
kendilerine gösterilen “saygı”dan da belli olmaktadır.

Maalesef günümüzde yapılan toplantılara katılanların bu tarz bir “saygı” görmedikleri ise hepimizce aşikardır.

Kanaatimce ülkemizdeki eğitim sisteminin gelgitleri sebebiyle henüz
tam bir program belirleyememesi ve bunun neticesinde beş yılda bir
okullardaki sistemin değişmesi, gençlerimizi güven bunalımına sokan en
önemli faktördür.

Tabii bunun yanında eğitim sistemimiz içinde yabancı dille eğitimin
anaokullarına kadar inmesi, henüz anadilini tam konuşamayan çocuğa
yabancı dil öğretilmesi ve bu durumu her kesimin teşvik etmesi
neticesinde kendisine ve ülkesine güvenen, kimliğine sahip bir nesilden
ziyade, kendi kimliğini çok fazla önemsemeyen, “dünya vatandaşı”
özelliklerine sahip bir neslin ortaya çıkacağı aşikar bir durumdur.

Nitekim en son geçen hafta Ankara’da 600 kilo patlayıcı yüklü bir
minibüsün bulunup imha edilmesi neticesinde güvenlik güçlerimizle
hepimizin gurur duyması gerekirken, olayın “acaba CIA bilgi verdi de
öyle mi önlem alındı!” şeklinde yorumlanması, milletimizin kendisine ve
devletine dair duyduğu güvenin geldiği noktayı açıklaması bakımından
önem arz etmektedir.

Sevgili okuyucular, tarih boyunca milletlerin birbirlerine nüfuz
etme çabalarının en etkili yöntemi, o milleti “kimliksizleştirme”
propagandasıdır. Bu yöntem bir devleti savaş yapmadan ele geçirmenin en
güzel yoludur. Bu sebeple, özellikle son dönemlerde “globalizm” adı
altında milletlere dünyadaki “hakim kültürü” empoze etme çabaları son
hızla devam ederken, bizim bu düzene karşı durmamızın yegane yolu ise
kimliğimize sahip çıkıp kendimize ve devletimize her ne olursa olsun
güven duymamızdır.

Güvenli ve mutlu yarınlara hep beraber ulaşmak dileğiyle, saygılar sunarım.

12 Eylül 1980 Darbesi Kime Hizmet Etti?

0

12 Eylül 1980, günlerden Cuma… Türkiye Radyoları, saat tam 03:59’da
İstiklal Marşıyla yayına girdi. Marş bitince birden Harbiye Marşı
çalınmaya başlandı. Ardından tok sesli bir erkek spikerin “Milli
Güvenlik Kurulunun bir numaralı bildirisi” şeklinde anonsu duyuldu.

Daha sonra Genel Kurmay Başkanı Kenan Evren’in “Aziz Türk Milleti”
hitabıyla yönetime MGK tarafından, el konulduğunu belirten konuşması
kulaklarda yankılandı. Birazdan ülkemizde darbe dönemlerinin unutulmaz
solisti Hasan Mutlucan’dan serhat türküleriyle başlayan seremoni,
marşlarla devam etti.

Hakkında birçok kitaplar yazıldı. Bu dönemi anlatan filmler çekildi.
Paneller, açık oturumlar, protestolar düzenlendi. Ama şu bir gerçek ki;
karşı tarafı suçlayarak, herkes kendi fikriyatına göre darbeyi
değerlendirdi.

Değerlendirmelerin ana teması, ne olursa olsun bu darbenin Türk
Demokrasisine, Türk Devlet Geleneğine verdiği zararlar konusunda bütün
vicdanlar hemfikirdir.

“Kardeşin kardeşi öldürdüğü ve ülkenin derin bir bunalım yaşadığı”
iddia edilerek yapılan darbe için o günden bu yana çeşitli senaryolar
üretildi.

Solcular, 12 Eylül darbesinin sağcıların işi olduğunu öne sürerek,
yapılanları sürekli eleştirdi. Sağcılar ise bu darbeden en çok zarar
gören grup oldu. Kimse bu darbenin Türkiye’deki ideolojik grupların
menfaatine değil de; asıl amacın küresel güçlerin çıkarlarına hizmet
etmek maksadıyla olduğu gerçeğini göremedi.

12 Eylül darbesi günümüzde yapılan bazı araştırmalara göre ABD’nin
merkezi haber alma örgütü CIA tarafından ” güzelce organize edilen” bir
darbedir.

Yunanistan’da yönetimdeki darbeci “Albaylar Cuntası” 1973’te
NATO’nun askeri kanadından çekilme kararı aldı. Bu NATO açısından büyük
bir zafiyet demekti. Soğuk savaş yıllarıydı ve Sovyetler Birliği Batı
için önemli bir tehditti. Yunanistan’ın ayrılmasıyla birlikte, NATO’nun
savunma kanadında bir çatlak oluşmuştu. Türkiye’nin 1974’de Kıbrıs’a
düzenlediği Barış Harekatı Atina’daki cuntanın sonu oldu.

Yenilgi, Yunanistan’a demokrasiyi getirdi. Albaylar görevi sivil
iktidara devretmek zorunda kaldı. ABD baskısıyla Atina’daki Karamanlis
yönetimi NATO’ya dönme kararı aldı. Türkiye ise Yunanistan’ın birliğe
dönmesini kabul etmedi. Süleyman Demirel de, Bülent Ecevit de ABD’nin
bu isteğine şiddetle karşı çıktılar.

Netice de ABD açısından sorun 12 Eylül 1980 darbesiyle çözüldü Bu o
kadar açıktır ki; darbe sonrası dönemin ABD Başkanı Jimy Carter tiyatro
seyrederken bir Beyaz Saray görevlisi yanına geliyor “bizim çocuklar
Türkiye’de yönetime el koydular” diyor. Bu vakıa birçok CIA belgesinde
ve basında yer almıştır. Darbedeki ABD bağlantısını en iyi şekilde
gösteren bir delildir.

Netekim Kenan Evren darbe sonrasında, dönemin Dış İşleri Bakanı
İlter Türkmen’e talimat vererek Türkiye’nin hiçbir karşılık almadan
Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönmesine onay vermiştir.

Darbenin ertesi günü yani 13 Eylül de, sanki hiçbir şey olmamış gibi
bütün terör olayları, cinayetler son bulmuştur. Bu bile olayın ne kadar
muammalı olduğunu gösteren bir tarihi gerçektir.

Kanlı Çorum ve Kahramanmaraş olaylarının arkasında CIA bağlantısı
olduğuyla ilgili ciddi belgelere ulaşılmış, bu kanlı olaylarla ilgili
birçok soru da, cevapsız kalmıştır.

Babı-ı ali Baskını, 27 Mayıs, 12 Mart, 12Eylül, 28 Şubat, 27Nisan
isimleri ne olursa olsun bu müdahaleler sonuçları itibariyle, bu
millete hizmet etmemiştir. Bu memleketin önünü tıkamış ve Türk
Milletinin çocukları bundan zararlı çıkmıştır.

Allah bu ülkeye bir daha darbe yaşatmasın.

Aydın Sorumluluğu

Can Dündar, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün hayat hikâyesini
anlatırken, AKP milletvekili İrfan Gündüz’den dinlediği bir anıyı da
aktardı:

«Bir gün Üstad Necip Fazıl, Abdullah Gül, ben ve bir kaç arkadaş
ikindi namazı için Sultanahmet Camii’ne gittik. Üstad dışında hepimizin
üstünde tiril tiril gömlekler, İspanyol paça pantolonlarımız. Üstad
namazdan sonra ellerini havaya kaldırarak, “Şükürler olsun. Bu
kubbelerin altı böyle züppelerle dolmadıkça Türkiye’nin kurtuluşu
yoktur” dedi.»

Bilemiyorum, Necip Fazıl sağ olsaydı, o zaman “kubbelerin altında”
görmekten mutlu olduğu gençlerden birinin, Türkiye Cumhuriyeti
Cumhurbaşkanı olmasını nasıl karşılardı?

Ancak biliyoruz ki, “Üstad” sağlığında kişileri ve olayları, unvan
ve makamlardan etkilenmeden, sadece belirli değerleri esas alan ve
çoklarına da aykırı gelen farklı bir zaviyeden değerlendirirdi.

Muhtemeldir ki, üzerinde emeğinin geçtiği bir kişinin Cumhurbaşkanı
olmasından mutlu olur, ancak O’nun ve arkadaşlarının iyi ve doğru
işlerine tam destek verirken, yapacakları hatalara, milli menfaatlere
ve yüce değerlere aykırı gördüğü icraata karşı en sert muhalefeti
yapardı. Bir dönem destek verdiği Erbakan’ın ve partisinin tavır ve
politikalarına karşı en ağır eleştirileri yapmaktan geri kalmadığı
hatırlardadır.

*************************************

Necip Fazıl, meşhur “Çile” şiirinde, “fikir çilesinin” şiddetini
anlatırken bu çileyi çekenleri “beyninde zehirli kıymık taşıyan” kişi
olarak tarif ediyor.

Gördüm ki, ateşte, cımbızda yokmuş,
Fikir çilesinden büyük işkence.

…….

Camdan keskin, kıldan ince kılıcın,
Bir zehirli kıymık gibi, beynimde.

Bilmiyorum, “aydın” olmanın tarifini bu kadar veciz anlatan başka
bir söz var mı? Çünkü aydın gerçekten fikir çilesine talip olan,
kimsenin dert etmediği konuları dert edinen, milyonlar içinde tek
farklı fikre sahip olsa bile bu fikrini savunabilen kişidir.

Aydın, kendisinin kuş sütü eksik olmayan sofralarda doyma imkânı
varken dahi, açlar ve yoksullar için fikir çilesi çekendir. Eğitimde
fırsat eşitsizliğine kahrolan, en temel sağlık hizmetlerinden
yararlanamayan insanlarımızın bu halinden dertlenendir. Dünyanın en
berbat şehircilik uygulamalarını yaşamamızın ıstırabını, işsiz
gençlerimizin dramını yaşayan ve bütün bu olumsuzluklara çare
arayandır.

Oysaki bu kadar geniş “ilgi alanında” gezinen, bu zekâ dolu beyinler, küçücük “etki alanlarının” çaresizliğinde kıvranırlar:

Söyleyin, söyleyin, ben miyim yoksa,
Arzı boynuzunda taşıyan öküz?
Belâ mimarının seçtiği arsa;
Hayattan muhacir, eşyadan öksüz?

Ben ki, toz kanatlı bir kelebeğim,
Minicik gövdeme yüklü Kafdağı,

Gerçek aydının gözü yazar, şair, profesör gibi unvanlar veya çeşitli
idari ve siyasi payelerde değildir. O’nun gözü ve gönlü daha ötelerde
ve daha yücelerdedir:

Ver cüceye, onun olsun şairlik,
Şimdi gözüm, büyük sanatkârlıkta.

************************************

Halkımızın önemli bir kesimi, “kubbelerin altını dolduran” dünün
gençlerinin, bugün iktidarda olmasından mutludur. Bu mutluluğun yapılan
her icraatı körü körüne desteklemeye sevk eden bir duygu olmamasını
diliyorum. Kubbelerin altına gelmeyenlerin de, sadece bu özellikleri
sebebiyle, her icraata karşı çıkmaması gerektiğini de vurgulamak
istiyorum.

Özellikle aydınlarımızın olumlu icraatı desteklemek ve
cesaretlendirmek; ancak olumsuz icraata karşı, “bize yakındır”
gerekçesine sığınmadan, gerekli muhalefeti yapmak görevi vardır. Çünkü
aydın, kişilerin ve grupların taraftarı değil, fikirlerin ve değerlerin
savunucusudur.

Aydınların görevini hakkıyla yapılması, hem milletimizin ve hem de iktidarda olanların yararına olacaktır.

Kumanda Bilekte mi, Yürekte mi?

0

“Durun kalabalıklar; bu cadde çıkmaz sokak!” diyen şairin gür sesi
kulaklarımda çınlıyor, beynimde zonkluyor zaman zaman. Hangi sokak
nereye çıkar, onu bilmiyorum. Beni bir sokağa yönlendirecek kumandayı
bileğime mi yüreğime mi versem? Bilek ve yürek caddelerine açılan
sokakların adları ne? Cennet ve Cehennem hangi sokağın bitiminde?

Herkes bilek mevsimini yaşıyor, yürek mevsimini unuttuk. Dirilişe,
uyanışa, temizliğe muhtaç, yürekler. Bunun için susmak gerek, sancı
gerek, uykusuzluk gerek. Yürekler ancak ıstırapla güçlenir, açlıkla
terbiye edilir, tefekkürle dirilir. Kanaat, cömertlik, tevazu, korku,
ümit; yürek sokağının sakinleridir, yürek mevsiminin meyveleridir.

Bilek sokağında daha fazla kazanmak var, daha fazla üretmek var,
daha fazla yığmak, tüketmek var. Güç; gözde, kulakta, bilekte,
sermayede. Bileğinin gücü, cebinin şişkinliği oranında adamsın. Bu
sokakta her şey siyasi ve ekonomik rant için. En güçlü, en büyük benim;
gerisi bana payanda olduğu kadar değerlidir. Edindiğim arkadaş,
okuduğum kitap bana sosyal bir imaj kazandırmıyorsa, kazancımı
artırmıyorsa, mevki sağlamıyorsa, beyhude meşguliyettir. Bas tepesine
gitsin!

Öyleyse, kumanda bilekte mi yürekte mi olmalı? “Yürek Devleti”
isimli bir kitap okumuştum bir zamanlar. Harika bir isim, “Yürek
Devleti.” Nasıl bir yürek, sorusunun cevabı verilmişti uzun uzun.
Olanlar değil, olması gerekenler anlatılıyordu kitapta. Temiz çevre,
inançlı insanlar, güzellik arayışı, bugünü yarına bırakmama,
yaptıklarında ibadet şuuruna sahip olma, az yeme, az uyuma, az konuşma,
laf değil iş üretme, varlık bilinciyle hareket etme, neslini koruma…
yürek devletinin ilkeleri arasında yer alıyordu. Nerede o yürek
devleti? Bileği güçlü olanlar devletin sahibi şimdi. Para, kadın,
yanlış ideoloji, sadist ve egoist duygular, uyuşturucu, ihtiras
artırıyor bileklerin gücünü. Bunlar, zulmün adına barış diyorlar,
demokrasi diyorlar, laiklik diyorlar. Böylece, bir değeri ifade eden
kavramların içini boşaltıyorlar, kötü örneği oluyorlar.

Yürek devletinin ilk işi, azgın nefsi terbiye etmek. Nefsin
zayıflaması, yüreğin güçlenmesi demek. Aralarında ters orantı mevcut.
Birine karşı birini beslemek gerekiyor. Birinin galibiyeti diğerinin
mağlubiyetini doğuruyor. Bu bağlamda, içinde yaşamak istediğiniz devlet
tercihiniz önemli. Bilek devleti mi, yürek devleti mi? Aşkla, sabırla,
tevekkülle, maddi ve manevi ibadetlerle, cömertlikle yüreğimizi
beslersek, bilek devletinin azaları olan gözümüzü, kulağımızı, elimizi
bütün kötülüklerden koruruz. Zihnimiz fitne üretmez, elimiz yasak işe
uzanmaz, kulağımız dedikoduya açılmaz, gözümüz günaha bakmaz. Beş
duyumuzun tamamı güçlü kalbimizin emrinde olur. Seyit Çavuş, yüreğini
güçlendirmesiydi, inancını beslemesiydi Çanakkale Savaşı’nda 250 kg
ağırlığındaki top mermisini kaldırabilir miydi? İnandı ve bileğini
yüreğinin emrine vererek tarih yazdı, bizi bugünlere taşıdı.

Oruç mevsimi Ramazan, yürek devletini kurma zamanı. Açlıkla
nefsimizi terbiye etmek, bileğimizi yüreğimizin kumandasına vermek, ne
güzel. Yoksullara yardım etmek, bağışta bulunmak, kazancını paylaşmak,
yokluktan yakınmamak, şükrünü bilmek, varlık nedenini sorgulamak; bu
mevsimde kazanacağımız meziyetler olmalı. Unutmayalım, görünür özelliği
açlık olan oruç, hem bedenlere hem ruhlara hem beyinlere hem yüreklere
hem toplumlara şifadır.

Kuşatma Hareketi

Her gün karşılaştığımız acı ve çirkin o kadar örnek var ki… Bunlar
Türkiye’nin nereden nereye getirildiğinin işaretleridir. Bir DTP’li
milletvekili PKK’lıları “kardeşlerimiz” olarak isimlendiriyor. Onlara
terörist denemez diyor.

Sayın Cumhurbaşkanı Gül, davetiyesini “Türkiye Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül” olarak yazdırıyor. Kısaca muhafazakârlık görüntüsü
altında geleneklere karşı çıkıyor. Cumhurbaşkanının ünvanından
“Cumhuriyet” adeta buharlaşıp uçuyor. Sayın Gül mozaikten bahsediyor.

Bir ünvanlı yazar kitabında açıkça şunları yazıyor: “Kürt sorunu,
çok-etnikli bir imparatorluğun yirminci yüzyılın başlarında tescil
edilen çöküşünden doğmuş, … gasp edilen bu hakkın yeniden ele
geçirilmesi, diğer bir deyişle, yeni bir ulus-devlet kurma imkânının
kazanılmasıdır.” Kitap İletişim Yayınları dizisinden çıkmış. Bu
örnekleri çoğaltmak mümkün. Bazıları buna Türkiye’nin demokratikleşmesi
veya modernleşmesi de diyebilir. Ancak, hiçbir ciddi Batılı ülkede
böyle bir modernleşme ve demokratikleşmenin izine bile rastlanmıyor.
Tam tersine farklılıklar reddediliyor. Kültürel çoğulculuk ancak kendi
dışlarında düşünülebiliyor. Genelde hedef alınan coğrafyalarda…

Bir ara basına da yansımıştı. Belçika’da doktora yapan bir Türk
öğrenciye tez hocası açıkça ihtar eder: “Tezinde Ermeni soykırımı
iddialarına yer vermemezlik yapma! Aksini kabul edemem. Çünkü benim
meclisimden bu doğrultuda karar çıkmıştır.” İspanya’da ETA’nın siyasi
kolu Batasuna Partisini ve örgütü öven takibata uğrar, yargılanır ve
hapse girer.

“Oryantalizm” isimli bir kitap yazan Edward Said, “Oryantalizm
Doğunun Batılılaştırılmasının tezidir.” diyor. Bir bakıma Batının
Doğuyu elindeki üstün güç ve malzeme ile kuşatmasıdır. Bu sadece
keşfetme değildir. Bu kuşatma, bugün küreselleşme olarak kullanılıyor
ve ülkelerin ekonomik kaynakları talan ediliyor. Sosyal ve etnik
yapılarına Batının çıkarlarına uygun şekil veriliyor. Üniter milli
devlet ufalanıyor. Alternatif mahalli egemenlik alanları yaratılıyor.
Dünkü sağdan ve soldan birçok aydın devşirilerek ülkesine karşı
kullanılıyor.

Türkiye’de bu amaçla Yerel Yönetimler Temel Yasa Tasarısı ve Anayasa
değişikliği gibi konular kullanılıyor. Bir ara TCK’nun 301. Maddesiyle
uğraşılmıştı. Basından elde ettiğimiz bilgilere göre; Sivil Anayasada
Türklük daha kapsamlı ve geniş düşünülmeliymiş. Acaba 1982 Anayasasının
66. Maddesinde Türklük kapsamsız ve dar mı düşünülmüş? Hangi Anayasada
ırkçılığa özenilmiş? Tam tersine 1982 Anayasası kültürel Türklüğü
dışlayarak vatandaşlarımızı hukuken Türk sayma (vatandaşlık bağı)
peşine düşmüş. Biz Anayasada yazıyor diye Türk olmadık. Her şeyden
evvel Türklüğümüz hukuki değil; hem kültüreldir ve hem de soya dayanır.
Kendini Türk olarak hisseden hiç kimseye “Sen Türk değilsin” de
diyemeyiz. Kültürel Türklüğümüz Anayasada da ifade edilebilir.

Türkçe “Devletin resmi dili”dir. Bu ifadeden “devlet”i atarak Türkçe’yi gecekondu ve mahalli dillere ortak edemeyiz.

Anayasanın değiştirilemez ve değiştirilmesi dahi teklif edilemez
maddeleri ile oynamayınız. Sırtınızı bir yerlere de dayamayınız. Bu
önemli konuda da STK’na önemli görevler düşmektedir. Yasalar içinde
milli tepkiyi ve direnişi ortaya koymak vatandaş olmanın gereğidir.
Kısaca adam olmaktır. Bundan önce TCK’nun 301. Maddesiyle ilgili
Ankara’da ve İstanbul’da yapılan geniş katılımlı basın toplantıları
etkili olmuştur. Türkiye’den yana olan, dışarıdan yönlendirilmeyen
kuruluşlar gereğini yapmalıdırlar. Her şart altında ve dönemde
demokratik ve yasal mücadele sürdürülmelidir. STK’nın yapacağı çok iş
vardır.

Eğer demokratikleşme ve insan hakları konularında bir şeyler
yapacaksak, Türkiye’yi yönetenlere karşı ülkeyi savunurken; artık
Avrupa ülkelerinin ayrılmaz birer etnik parçası haline gelen yurt
dışındaki vatandaşlarımızın Türkçelerine getirilen yasaklarla
uğraşalım. Avrupa’da ayağa kalkan yabancı düşmanlığı ve ırkçılıkla
mücadele edelim. Bir Nijeryalının İstanbul’da ölümü ile ilgilendiğimiz
kadar Londra’da öldürülen ve 21 gün cenazesi ailesine teslim edilmeyen
Evren Anıl ile de ilgilenelim.