11.8 C
Kocaeli
Pazar, Eylül 21, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1313

Irak’ın Kuzeyinde

0

Ayrılıkçı terör örgütünü çökertmek için on bin Mehmetçik Irak’ın kuzeyinde
Çeyrek asırdır on binlerce insanımızın ölümüne ve Türk ekonomisinde
ciddi tahribata yol açan terör örgütüne gözdağı vermede… Çetin kış
şartlarında düşmana korku, dosta güven vermekte…

İlk gelen haberlerde düşman 44 ölü ve çok sayıda yaralı verirken, 5 Mehmetçik şehit… (Harekâtın 3. gününde ölen terörist sayısı 112 ye, şehit sayımız ise 15’e çıktı.) TV yayınına telefonla katılan bir asker annesi şehitlerin isminin açıklanmasını istiyor. Programa katılan uzmanlar “Genelkurmay’ın şehit ailelerine ulaşmıştır, bu haber size gelmediğine göre siz müsterih olun” cevabını veriyor. Acaba o anne, acaba bizler müsterih olabilir miyiz? Çünkü orada bulunan “bütün Mehmetçikler bizim evladımız” diye gönüllerimiz feryat etmekte…

Namık Kemal Zeybek’in benzetmesiyle söyleyelim. “Türklük Karadeniz gibi. Karadeniz binlerce yıldır var. Karadeniz’i besleyen suların hepsi Karadeniz’dir, Karadeniz’i terk eden sular ise artık Karadeniz değildir.
Türk’ün şanlı tarihiyle ve temiz soyu ile bu denize katılan herkesin
övünmek hakkıdır. Bu denizi terk eden ise bu hakkı kaybetmekte…”

İçinde
bulunduğu kültür, medeniyet ve ortak tarih ikliminden kopmak için,
kardeşlerine karşı insanlık tarihinin en kalleş yöntemini, terörü uygulayanlar… Tarih boyunca ortak düşmanlarımız olan devletlerin maşası olanlar
Çanakkale’de, Balkanlarda, Kafkaslarda ve diğer cephelerde şehit olup,
yan yana yatanların evlatlarını düşman haline getirenler…
Mehmetçik’imizin tokadı ile sendelemekte…

Bilmekteyiz ki Güneydoğu’daki halkımız yine aynı denizin parçasıdır. Ancak yine farkındayız ki, Türkiye bu bölgedeki nehirlerin üzerine GAP Projesi kapsamında kurduğu fiziki barajlarla buradan yurtdışına akışları kontrol altına alırken, Türklük denizinden dışarıya akan kültürel ve duygusal nehirlere manevi barajlar koyamadı. Bu ihmalin sonucu olarak, Mehmetçik -20 derece soğukta Irak’ın Kuzeyindeki dağlarda çarpışmakta…

İnsanımız bir yandan çeyrek asırlık beladan kurtuluş ümidiyle sevinmekte. Diğer yandan ABD bu harekâta destek verdiğine göre “ya
sınırlı bir harekâtla belanın kökü kazınamayacak veya bu destek
karşılığı ABD bizi daha büyük sıkıntılara sokacak” endişesi içinde… Bütün iş askeri başarıyı siyasi başarıya dönüştürebilecek politik maharette…

Harekâtın
boyutu ve 150.000 askerimizin de sınırda yığınakta beklemesi sadece
PKK’nın etkisizleştirilmesi değil, Irak’ın kuzeyinde belli bir güce
ulaşan, boyundan büyük laflar eden Barzani’nin de daha etkisiz hale gelmesini sağlayabilir. Harekâta
destek veren ABD, hem Türklerin yeniden dostluğunu kazanmakta ve hem de
petrol konusunda haddini aşmakta olan Barzani’nin kulağını çekmekte…

En az bu kadar önemli bir husus ise, TSK’nın sınır ötesi kara harekâtı, (gerçekleştirilen nüfus kaydırmaları akabinde, referandumla bir Kürt şehri yapılmak istenen) Kerkük için, Türk nüfusun haklarını da koruyan bir özel statü imkânı sağlamaya zemin teşkil edebilir…  Irak’ta yaşayan Türklerin makûs talihi dönebilir ümidiyle gönüllerimiz bir serçe kanadı gibi pır pır çarpmakta…

Gün birlik günüdür. Dileyelim ki “türban üzerinden koparılan fırtınayı” dindirebilelim. Dileyelim ki Anayasa Mahkememiz Vakıflar Kanununu sınır ötesi harekâtın ruhuna uygun olarak yorumlayıp iptal edebilsin. Dileyelim ki Hükümet özelleştirmeleri yabancılaşmaya dönüştüren tavrına son verebilsin. Bu ülkenin varlıklarına -sadece Mehmetçik değil- iktidarı ve muhalefeti ile bütün partilerimiz, bütün aydınlarımız ve halkımız sahip çıkabilsin. Ne dersiniz acaba gönül çok mu istemekte?

İşin sırrı basit. Gönülden, ta içimizden “ne mutlu Türk’üm” diyebilmekte..

Söyleyiş Güzelliği

0

Şairlerin söz ustalığına bayılıyorum. Bazen öyle güzel şeyler
söylüyorlar ki söyleyişlerindeki sihir, sizi bulunduğunuz yerden
alıyor, başka dünyalara götürüyor. O sihir, hiç düşünmediklerinizi size
düşündürüyor, söyletiyor. Sözlerden aldığınız pozitif güçle hayata
farklı gözle bakabiliyor, değerlerinize değer katabiliyorsunuz. Sözü
içerik ve biçim yönüyle incelediğinizde, olağanüstü bir kurgu,
matematik, buluş ve derinlikle karşılaşıyorsunuz.

Söyleyiş güzelliği yönüyle ayrıcalıklı olma hakkı kazanan dizelere
“berceste mısra” deniyor. Yahya Kemal’in “Bu dil, ağzımda annemin
sütüdür.” dizesi bu türdendir. Yine “Ne ararsan bulunur derde devadan
gayrı”, “Erişir menzil-i maksuda aheste giden.” cümleleri birer marsa-i
bercestedir.

“Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi / Olmaya devlet
cihanda bir nefes sıhhat gibi.” beytini ilkokulun 4. sınıfından beri
bilir, zaman zaman tekrarlarım. Duyduğumuz pek çok cümleyi unuttuğumuz
halde bu tür söyleyişleri niçin unutmayız? Söyleyişteki güzellik,
söylenenin güncelliğini koruması, o sözü kalıcı hale getirip asırlarca
yaşatabiliyor.

Bugünlerde iki şiir kitabını dönüşümlü olarak belli aralıklarla
okuyorum. Kitapların biri Orhan Veli’ye, diğeri Necip Fazıl’a ait.
Orhan Veli’nin “Cımbızlı Şiir”inde bazı kadınları iğneleyen  “Ne atom
bombası / Ne Londra Konferansı / Bir elinde cımbız / Bir elinde ayna /
Umurunda mı dünya!” dizelerini hemen hepimiz duymuşuzdur. Bu dizeleri
kolay kolay da unutmayız. Söyleyişteki ahenk, akustik yapı, bakış
açısı, bizi kadınlara kızmaktan alıkoyar, hatta tebessüm ettirir.
Zaten, şairin görevi, en olumsuzda dahi olumluyu, karanlıkta aydınlığı,
çirkinde güzeli görmek, onu en güzel söyleyişle bize sunmak değil
midir? Orhan Veli’nin şiirlerinin birinde geçen “Yüzkarası değil, kömür
karası / Böyle kazanılır ekmek parası” dizelerini de pek sevmişim.
Günlerdir bunları mırıldanıyorum. Kolayca yazılacakmış gibi görünen
dizelerdeki aliterasyon, söyleyişi etkili kılıyor. Aynı kelimenin
gerçek ve mecaz anlamlarının birlikte kullanılması, dize sonlarındaki
kafiye, kişiye söyleyiş zevki veriyor. İçerik de cümleye kalıcılık
sağlıyor.

Eskiler, sözlerinde ve düşüncelerinde tutarsızlık, algılamasında
zayıflık bulunan kimselere “matematiği zayıf” derlermiş. Benim gözümde
Necip Fazıl matematiği en güçlü şairlerden biridir. Onun dizelerindeki
simetri, düşüncelerindeki analitik kendisine hayranlığımı sağlıyor.
Zaman zaman “Bir düşünce ancak bu kadar güzel anlatılır.” dediğimi
hatırlıyorum. Söyleyişindeki mükemmellik, beni başka şiirler okumaktan
alıkoymuş, dakikalarca düşünmeye sevk etmiştir. Her biri üç heceden
oluşan “İşte iz / Geliniz / Toprak post / Allah dost” dizelerindeki
ritim, kafiye, söyleyiş güzelliği ve kolaylığı tam bir şairlik
mucizesidir. Hele, üç hece ile dize oluşturmak her şairin
becerebileceği bir iş değildir. Bu, bir kafa ve gönül işidir.

İşlediğiniz konuyu ele aldığınız yön de şiiri kalıcı, etkili kılan
unsurlardan biridir. Ölüm, Mevlana’nın, Yunus Emre’nin, Yahya Kemal’in
ve Necip Fazıl’ın dizelerinde korkulan gerçek olmaktan çıkar. Onun
için, onların ölümle ilgili dizeleri hafızalardan hiç çıkmaz: “Ölüm,
ölene bayram, bayrama sevinmek var; / Oh ne güzel, bayramda tahta ata
binmek var.” dizelerini okuyan, ölüme sadece tebessüm eder. “Ölüm güzel
şey, budur perde ardından haber / Hiç güzel olmasaydı ölür müydü
Peygamber?” dizelerini okuyan ise, ölümü belki de özlemle bekler.

Sözün mimarı kabul ettiğimiz şairler, edebi sanatlara da sıkça
başvururlar. Bundaki amaçları anlatımı etkili, canlı kılmaktır, manaya
derinlik katmaktır, az sözle çok şey anlatmaktır. Bunu bir okuyucu
olarak anlamak da belli bir düzeyi gerektirir. Kazanılan her düzey,
anlamak için yapılan her çaba okuyana ayrı bir haz verir. Bu, kişiyi
şımartan değil, olgunlaştıran hazdır, yücelten hazdır. Geniş sözcük
hazinesine sahip olmak, sanat değeri taşıyan eserler okumak,
okuduklarımızı neden sonuç ilişkisine göre analiz etmek, belli bir
olgunluğa gelmiş, birikimi fazla insanlarla bir ve beraber olmak;
güzellikleri keşfetmemizi sağlayacak, öğrenmekten ve keşfetmekten
aldığımız hazzı artıracaktır.

Güzellikleri keşfedip idrak etmek için, bu yolda ter dökenleri ve onların güzelliklerini tanımak gerek.

Ödül

AKP yöneticileri Deniz Baykal’ı yılın politikacısı seçip ona ödül
vermeyi düşündüler mi acaba? En son başörtüsüyle ilgili çıkan yasa
karşısında tutum ve davranışları ile şimdi de başörtüsünü engellemek
için Anayasa Mahkemesine müracaat edeceklerini söylemesinden sonra
AKP’nin gönlünde ayrı bir taht kurar herhalde.

Bir zamanlar müslümanlarla gayri müslimlerin birlikte yaşadığı bir
memlekette çirkin sesli bir müezzin varmış. Orada yaşayan müslümanlar
onun orada ezan okumasını istemezken, o ille de çıkar ve o çirkin
sesiyle ezan okumaya devam edermiş. Müslümanlar onun bu hareketinden
dolayı onu sevmeyip dışlarken günün birinde adamın biri büyük hediye
paketleriyle onu ziyaret etmek için arayınca, oradakiler ona
hediyelerin nedenini sorunca hediyeyi getiren cevap verir. Derki ben
müslüman değilim benim güzel ve genç bir kızım var o müslümanlığa
sempati duyuyordu ve neredeyse müslüman olmuştu. Fakat bir gün bu
müezzinin ezan okuyuşunu duyunca bunun ne olduğunu kardeşine sordu. O
da bu çağrının müslümanları ibadete davet olduğunu söyleyince ona
inanmadı başkalarına sordu onlardan da aynı cevabı alınca müslüman
olmaktan vazgeçti.

Bizim ona bütün yalvarmalarımıza rağmen müslümanlıktan vazgeçmeyen
kızım bu müezzin sayesinde müslüman olmaktan kurtuldu. Oysa biz ondan
ümidi kesmiştik ben ve annesi üzüntüden yataklara düşmüştük. Bizi bu
durumdan kurtaran bu insana şükran duyup hediye vermeyelim de kime
hediye verelim. Biz onun sayesinde huzur bulduk bu hediyeler ona az
bile ömür boyu köle olsam azdır dedi.

Sayın Baykal sözleri ile inançlı insanları üzmüş adeta bu şekilde
düşünenleri bizden gitsin AKP’ ye veya başka partileri desteklesin
demek istemiştir.

Böyle bir muhalefet lideri rakipleri tarafından ödüllendirilmez mi?…

Eyvah! Kadınlar Geliyor

Hepimizin bildiği gibi ülkemizin son dönem gündemini oluşturan en
önemli konu “başörtüsü” konusudur. Konu hakkında olumlu olumsuz çeşitli
yorumlar gündeme gelirken sizlere bu hafta konunun kanaatimce
buzdağının altındaki sebebini aktarmak istiyorum.

Değerli okuyucular, sadece Türkiye’de değil dünyada da erkeklerin
kural koyduğu bir düzende yaşamaktayız. Ancak geçen zaman içerisinde
kadınlar, her başarılı erkeğin arkasında var olan kadından ziyade
başarının gerçek sahibi olma yolunda çetin bir mücadeleye girmiştir. Bu
mücadele kadınların bulundukları ülkelere ve kültürlere göre farklılık
göstermektedir.

Biz Türklerde kadın imajı toplumda her zaman erkeğin yanında yer
alan ve toplumda yaptırım gücü olan bir saygınlık unsuru olarak
görülmüştür. Nihayetinde toplumların dinamik yapısından ve çeşitli
kültürlerden etkilenmesi sonucu gelinen nokta itibariyle toplumumuzda
kadın, batı kültürünün kadını bir “meta” olarak görme anlayışı ile doğu
kültürünün kadını  “kafes arkasına” itme anlayışı arasında sıkışıp
kalmıştır.

Toplumda kadının sıkıştığı bu mevcut ikili sistemi bozan en büyük
adımı Anadolu kadını atmıştır.  Daha önce tarlada vb. işlerde alt
kademede çalışarak üretime katkıda bulunan Anadolu kadınları artık
kızlarını okutarak üst kademeye yani “yönetici sınıfına” talip
olmuşlardır.

Bu durum toplumumuzda kanaatimce yeni bir kadın hareketinin
başlangıcıdır. Çünkü bu harekette kadın küreselleşen dünyada, herkesin
“aynılaştırıldığı” bir sistemde bu sisteme bir başkaldırı olarak
geleneğe ve maneviyata verdiği önemi belirtmek amacıyla “başörtü”
takmış; Bunun yanında doğu kültürünün kadını ikinci plana atmasına bir
başkaldırı olarak da toplumsal hayatta kendini erkek ile eşit seviyeye
getirmiştir.

Bu gün ülkemizde verilen mücadele Anadolu kadınını tekrar eski
günlerine götürme mücadelesidir. Zira ülke üretiminde alt kademede
çalışan bir kadının başörtüsü kimseyi rahatsız etmemekte fakat aynı
kadın avukatsa doktorsa birçok kesimi rahatsız etmektedir. Bu sebeple
ülkemiz içerisinde mevcut her iki kültür grubuna mensup şahıslar için
birinci hedef eğitimli başörtülü Anadolu kızını evine geri sokup
yönetimden uzaklaştırmaktır.

Halbuki Yüce Önder Atatürk Türk toplumunda kadının kendi kültüründe
var olan yere yeniden gelebilmesi için gelişmiş birçok ülkeden daha
önce kadına seçme ve seçilme hakkını vermiştir. Ayrıca Anadolu kadının
toplumda söz sahibi olması için eğitimi yaygınlaştırarak kadınların da
eğitim alma hakkını hızlandırmıştır. Kısaca diyebiliriz ki bugün
yaşadığımız kadın hareketinin temelleri 1920’lerde atılmıştır.

Tarihimize baktığımızda birçok fikir hareketinin ve sosyal olayın
dışarıdan empoze edilerek ülkemizde yer bulmasına binaen belki de
tarihimizde ilk defa toplumumuzda kendi iç dinamiklerinden doğan bir
sosyal hareket Anadolu kadının sayesinde oluşmuştur. Dolayısıyla bu
oluşumun bir noktaya tıkayarak yok edileceğini farz etmek son derece
yanlıştır. Yani mesele başörtüsünden ziyade yönetimi kadınlara
bırakmama mücadelesidir.

Son söz olarak şunu söylemek isterim ki; dünyada çok hafif olmasına
rağmen tahribatı en yüksek element ‘su’dur. Zira su devamlı vurduğu bir
noktada en sert cisim olan mermeri bile tahrip edebilmektedir. Büyükler
“kadınlar su gibidir” derler. Hedefi su gibi her daim vururlar…

İyi haftalar!… 

Kar mı Güzel?

0

Kar yağıyor Kocaeli’nde lapa lapa. Sarhoş titreyişle temas ediyor
bahçedeki her bir çiçeğe. Sallanan serviler ve bodur meyve ağaçları
eşlik ediyor yağan karın raksına. Nefis ötesi bir manzara, enfes…
Çiçekler güzel, kar güzel, karlara bürünmüş ağaçlar güzel! Yağan karın
gölgesinde sıcacık odada yenen yemekler güzel, içilen çay güzel.
Doyumsuz bir haz veriyor bu lezzet armonisi. Bütün uzuvların eşliğinde
algılanan ve tadılan bu güzellik, hiç bitmesin istiyor ruhum. Sonsuza
dek bu hazzı yaşamak ne güzel, ne büyük ayrıcalık!

Güzel olan ne? Yağan kar mı, açan çiçek mi, karın nağmelerine eşlik
eden rüzgâr mı? Lezzetli olan ne? Yenen yemek mi, içilen çay mı? Harika
olan ne? Karın ruhuma verdiği dinginlik mi, doğadaki ahenk mi,
bulutların arkasındaki güneşin tebessümü mü?

Hiçbir şeyin kendiliğinden güzel, lezzetli, harika olmadığını
düşünüyorum. Ortada bir güzellik, bir lezzet, bir harikalık varsa bunun
iki tarafı vardır: Bir, güzeli güzel kılan; ikincisi, güzele güzel
diyebilen. Ruh terbiyesinden, gönül zenginliğinden yoksun insanların
dışında kalanların, herkesin güzel, harika, lezzetli dediğinin tersini
diyeceklerini sanmıyorum. Burada bir sorun yok. Yanlışımız, güzeli,
lezzeti, harikalığı eşyanın kendisinde görmek, kendisinden bilmek.
Hangi eşyadır ki, güzel ya da çirkin bütün nitelikleri kendi iradesiyle
kendisinde toplayabilsin? Bu nitelikleri, eşyanın kendisinden bilmek,
eşyayı yaratıcı, üretici, yüksek irade sahibi görmektir. Bu, hem
eşyanın kendisine hem de bu nitelikleri bahşedene haksızlıktır,
zulümdür.

Eşiniz ya da bir sevdiğiniz önünüze yemek getirdiği zaman size
“Güzel olmuş mu?” diye sorar. Bilinmek ister, beğenilmek ister, övülmek
ister. Bu onun hakkıdır. Çocuklarımı yemeğe davet ederken: “Anneniz
yine çok güzel yemekler yapmış, gelin hep beraber yiyelim.” derim.
Çamaşırlarımı değiştirip temizlerini giydiğimde  “Çamaşırlar tertemiz.”
demek
yerine eşime “Ellerine sağlık, çok güzel yıkamışsın.”
demeyi tercih ederim. İki tarafta da memnuniyet ve iştiyak oluşturur bu
bakış açısına bağlı bu cümleler. Bu cümleleri işitmek emek sahibinin
hakkıdır, söylemek de değerbilir kişilerin görevidir.

Eskiler: “Her fiilin, bir faili vardır.” derlermiş. Ortada bir güzel
varsa bir de güzeli yapan var. Güzel olan eserse, onun müessirini
bilmek gerek. Güzel bir tabloyu seyrettiğimizde bunu kimin yaptığını,
güzel bir musiki parçası dinlediğimizde bunu kimin bestelediğini, güzel
bir şiir okuduğumuzda bunu kimin yazdığını merak eder, soruşturup
öğreniriz. “Bunların her biri kendiliğinden olmuştur.” demeyiz. Bu,
genlere işlenen bir emrin gereğidir. Ancak bir eser olan doğanın
niteliklerini vurgularken, bu niteliklerin müessirini ifadede cimri
davranıyoruz. Bu da bizi Yaratan’a karşı mesafeli kılıyor. Eser
sahibini görmezden gelmekle, kendimizi kör, sağır, cahil yapıyoruz.
Fıtratımızı zorluyor, doğayla barışık olmaktan çıkıyoruz. Hâlbuki insan
da doğa da bir yaratıktır. Buluştuğumuz ortak nokta, Yaratan’dır.
Yaratan’da buluşmak, eşya dünyasında barışık yaşamaktır.

Dil, inancımızın, düşüncelerimizin aracıdır. Cümlelerimizi, aktarmak
istediğimiz düşünceye göre formatlarız. Olaylara, eşyaya, olgulara
bakışımız değişirse bunları dillendirmek de değişecektir. “Çiçek
güzeldir.” yerine, “Çiçek güzel yaratılmıştır.” denecektir.

Güzelliği, lezzeti, harikalığı algılamak ayrıcalık; bunları yaratanı idrak etmek, irfandır.

AKP, CHP ve MHP’nin Gerçek Yüzleri Ortaya Çıkıyor

Son bir ayın gündemini oluşturan iki önemli gelişme, TBMM de temsil edilen üç büyük partimizin siyasal kimliklerini
daha net anlamamızı sağladı. Bazıları da partilerimizin bu netleşen
kimlik tanımlamalarından oldukça şaşırmış görünüyor. Çünkü bunlar liberal, muhafazakâr, sosyal demokrat, milliyetçi gibi tanımlamaların, teorik kitabi anlamlarını bu partilerimize uygulayarak kafalarında birer şablon oluşturmuşlardı.

Bu kavramların bir tekini kullanarak adı geçen partilerimizi tarif etmek yeterli olmamakta. AKP sadece muhafazakâr bir partidir diyemediğimiz gibi, sadece liberal bir partidir diyenler de kendilerini aldatmaktadır.

CHP’nin
sosyal demokrat olup olmadığı eski mensupları ve Sosyalist
Entarnasyonal’de tartışılıyor. O’nun ulusalcı/milliyetçi bir çizgide
olduğu iddia ediliyor. Peki, Atatürk’ün kurduğu partinin milliyetçi
olması yadırganacak bir durum mudur?

Medyanın köşe
başlarını tutmuş eski devrimci neo-liberaller, MHP’nin milliyetçi
çizgisini faşist bir milliyetçilik bağlamında anlamakta. Bu yüzden,
MHP’nin Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesinde AKP’ye destek
vermesini, son seçimlerde tezahür eden halkın iradesine saygısı ile
açıklayamadılar. Ve bunun demokratik bir tavır olduğunu kabul etmekte
zorlandılar. MHP’nin milliyetçi olması, demokrat, sosyal adaletçi veya
liberal olmasına engel midir?

Üniversitelerde Başörtüsü/Türban Serbestliği

Yaklaşık 30 senedir devam eden bu meselenin çözümünde AKP ve MHP anlaştılar.  Bu iki partimiz bireylerin kendi kılık kıyafetlerini tercih hakkına saygı gösterilmesi, konunun demokrasi ve insan hakları kapsamında ele alınmasının gerektiğini ifade ettiler. Oysa CHP olayı, özgürlüklerin genişletilmesi, yasakların azaltılması kapsamında değil, laik devlet sistemine yönelik bir tehdit olarak algıladı.

Bu tavırların sebebini her üç partinin kökenlerinde aramak gerekir. AKP ve MHP’nin tabanları gelenek ve inançlarına bağlı, bu değerlerin oluşturduğu hayat tarzına saygı gösterilmesini isteyen kitlelerdir. CHP
ise devlet erkini, “halk için halka rağmen” anlayışıyla, milleti
şekillendirmek için kullanan seçkinci bir anlayışın devamı.

CHP’nin başörtüsü kapsamında gerilimi artıran söz ve tavırlarının arkasında seçilmeden iktidar olma avantajlarının elden gitmekte olduğunu görmenin paniği yatıyor.  Başbakan Tayyip Erdoğan’ın öfkeli açıklamalarında ise bir rövanş alma duygusunun patlaması seziliyor. Her iki duygu patlaması da Türkiye için tehlikeli olaylara yol açabilir.
Olayı vatandaşlarımızın hak ve özgürlüklerini genişleten bir gelişme
olarak sükûnetle değerlendirip, hakkın kötüye kullanılmasına dair
gerekli tedbirleri almak, samimi endişesi olanları rahatlatmak gerekir.

Vakıflar Yasası

Geçen hafta içinde TBMM’de kabul edilen yeni Vakıflar Kanunu cemaat vakıflarına sınırsız; mülk edinme, içeriden dışarıdan ayni ve nakdi yardım alma, dilediği kişi ve kuruluşlara verme, işletme ve şirket kurma, üye kaydetme, her yerde örgütlenme gibi imtiyazlar tanıyor. Öyle ki, vakıflar egemen siyasi derneklere dönüşüyor, Patrikhane de İstanbul’da imparator konumuna getiriliyor. Ayrıca bu yasa ABD-AB-Yunanistan bastırdığı için çıkarılıyor.” (Sadi Somuncuoğlu)
CHP’nin bu kanun hakkındaki görüşleri de aynı çerçevede. Deniz Baykal partisinin görüşlerini şöyle açıklıyor: “Bütün mesele, azınlık cemaatine bir hükmi şahsiyet kazandırarak,
giderek o hükmi şahsiyete siyasal ve bir süre sonrada uluslararası
nitelikte bir kimlik kazandırma sürecidir. Bir cemaat kimliğini
geliştirip, cemaat kimliğine dayalı yeni hak taleplerini ortaya koyma girişimidir. Yabancı vakıflar hiçbir şekilde vergi vermeyecekler. Yabancılar gelip Türkiye’de vakıf kurabilecek, sınırsız mal alabilecek, sınırsız toprak alabilecek, dışarıdan yardım alabilecek, ticaret yapabilecek, inşaat yapabilecek, nerede rant varsa para kazanabilecek vakıf olarak…”

“Dünyanın
neresinde, böyle bir vakıflar düzenlemesi var?! Yunanistan’da bir Türk
vatandaşı gidip bir vakıf kurabilir mi? O, bir vakıfta yönetici
olabilir mi? O vakıf sınırsız mal sahibi olabilir mi? Yunanistan’da,
adalarda istediği gibi şube açabilir mi, temsilcilik koyabilir mi?”

MHP lideri Devlet Bahçeli’de CHP ile benzer görüşte:
“AKP hükümeti Avrupa Birliği ile teslimiyet-mahkûmiyet ilişkisini
sürdürmektedir. Avrupa Birliği’nin dayatmalarına boyun eğerek, Türkiye’nin başına çok büyük dertler açacak bir teslimiyet belgesi olan azınlık vakıfları yasasının
Meclis’ten geçirilmesinde hala inat ve ısrar etmeyi, bırakın Türk
milletine anlatmayı, AKP yöneticileri ile Meclis grubunun içlerine
nasıl sindirebildikleri merak konusudur.”

CHP ve MHP’nin milliyetçi köklerinin gereği olarak yeni azınlık vakıfları yasasına karşı
çıkması elbette normaldir. AKP’ye oy veren vatandaş kitlesinin büyük
çoğunluğu da vatan ve milliyet sevgisinde farklı değildir; adı geçen
kanunun detaylarını bilmeleri halinde bu kanuna aynı şiddette karşı
çıkacaklarından eminim.
Ancak bütün bunları bilmelerine rağmen, AKP
yöneticilerinin Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli olan Lozan Hükümlerini,
gayrimüslimler lehine değiştirmek için bu kadar istekli olmalarının
altında yatan ne olabilir? Aldıkları % 46.5 oya rağmen meşruiyeti dışarıda aramak mı; yoksa bugünün bıçak sırtındaki ekonomik dengelerinin her an bozulması tehdidini bertaraf edebilmek için yarınlarımızı feda etmek mi? Her ne sebep olursa olsun, AKP’nin şekillenmekte olan siyasi kimliğinin bu kısmı endişe vericidir.
Azınlık
Vakıflarını düzenleyen kanun hükümleri Türkiye’nin geleceği açısından
da, laikliğe aykırılık açısından da türbandan daha önemsiz değildir.

Sayın Sezer Komsuoğlu Yanlış Yapmadı

Barışı, özgürlüğü, demokrasiyi, insan haklarını savunanlar, her
fırsatta ülkeyi başkalarının gerdiğini iddia edenler son günlerde
türban konusunda bu iddiaları ile tam tezat icraatlara teşebbüs
ettiler. Kimi ihtilalden söz etti. Kimi “türbanlı sınıfa girerse ona
eksik not veririm.” dedi. Kimi cüppesini aldı yürüdü. Kimi hakarete
varacak şekilde köşesinde yazılar yazdı. Kimi de ağzına ne geldi ise
kürsülerde ve meydanlarda söyledi. Millet ise her zamanki gibi sessizce
dinledi.

Bazıları her nedense kendilerini ülkenin tek efendisi zannediyor.
“Ben  nasıl düşünürsem diğerleri de öyle düşünmeli” diye kendisine bir
görev tanımlamış. Aksine bir icraatta bulunanı hemen aforoz etmeye
başlıyorlar. Kimi Yazarlar,”.. sana yakıştıramadım. Senin kocanı iyi
tanırdım.” vs. diye başlayan bir sitem zinciri yürütüyor. Kimi
derneklerde sanki cumhuriyeti onlar kurmuş gibi, her hareketi
cumhuriyet değerleri ile irtibatlandırarak insanları baskı altına
almaya çalışıyorlar.

Üniversite Rektörümüz Sayın Prof. Dr. Sezer Komsuoğlu’nu hepimiz
tanırız. Bende tanırım. Kendisi ile siyasi görüşümüz uyuşmaz.

Yaptığını yanlış bulmuyorum. Lüzumsuz yere insanları birbirine
düşman etmeye çalışan bazı aklı evvellerin yolundan gitmek yerine
itidali tercih etmiş, kapı nöbetçilerine “probleme sebebiyet vermeyin.”
demiş. Bu davranış yanlış bir davranış değildir. Türbanlıyı öncelikli
 içeri almak sureti ile birilerine yaranma gayreti asla değildir. Buna
da hiç ihtiyacı yoktur.

Hayret ediyorum. Son zamanlarda gerek sağda, gerekse solda dostlar
ne çabuk düşman oluveriyorlar. Anlayıp dinlemeden hüküm veriyorlar.

Sayın Sezer Komsuoğlu’nun yaptığına benim sahip çıkmama ihtiyacı
yok. Benimde böyle bir adetim yoktur. Şimdiye kadar gerek kocasının,
gerek kendisinin yaptıkları icraatları hiç gündeme getirmedim.
Biliyorum ki burası bir Üniversite. Yaptıklarının bir sebebi vardır.
İçinde ben olmadığım için bazıları bana garip gelebilir. Belki işin
içeriğini bilsem ve onların yerinde olsam bende aynısını yapardım.
Onlar kendi görüş penceresinden yorumlarlar, ben kendi görüş
penceremden yorumlarım. İşte bu düşünce farklılıkları ülkemizin
zenginliğidir.

Şu kısa zamanda yaşanan hücumu görünce gayri ihtiyarı bu satırları yazma ihtiyacı duydum.

Başı örtülü olanları şimdi içeri almamasını da yadırgamıyorum. Yasa
hukuki prosedür içerisinde tatbik edilebilecek şekilde safhalardan
geçtikten sonra uygulanabilir hale gelecektir.

Şayet yasa herhangi bir şekilde geri dönmez de tatbik edilmeye
başlanırsa, merak etmeyin kavga çıkmaz. (şayet bazılarının tahrik edici
yazıları devam etmez ise). Kimse kimseyi ne zorla kapatabilir, nede
zorla açtırabilir. Artık aileler bile çocuklarına zorla bir şeyi
dayatamıyor.

Gençlik önceki kuşak gibi boyun bükmüyor. Sorguluyor. Araştırıyor.
Az bir kısmı dolduruşa geliyorsa da çoğunluk sükunetle okumasına devam
ediyor. Bir kaç kasıtlı yazılmış, düzmece mektuplara sığınarak vaveyla
koparanlar olmasa ortam daha da yumuşayacaktır.

Değerli Dostlar

Bu Ülkede huzurlu yaşamak mümkün. Birbirimizin huzurunu bozmaya hakkımız yoktur.

Alışveriş ederken bu dükkan alevi dükkanı, şu dükkan sünni dükkanı mı diyoruz? Hayır.

Bu dükkan sahibi solcudur. Şu dükkan sahibi sağcıdır mı diyoruz? Hayır.

Bu memur solcudur, işimizi şu sağcıya yaptıralım mı diyoruz? Hayır.

Şu vatan evladı sağcıdır. belki gericidir askere almayalım mı diyoruz? Hayır.

Çıkan gazeteleri sadece solcular mı alıyor? Hayır.

Solcu gazetelerde sadece solcular mı yazıyor? Hayır.

O halde derdimiz nedir?

Bizim derdimiz yok ama bazılarının derdi var. Onların derdi artık
kırk yıldır süren ve sadece kendilerine çalışan çarkın değişmeye
başlamasıdır.. Çünkü bu tür gelişimler olursa bazıları yerlerinde
tutunamayacaklar. Sadece siyasi söylemlerle makamların işgal edildiği
düzen ortadan kalkacaktır. Zaten “Ülke sömürülüyor.” diye feryat
edenler, asıl ülkeyi sömürenlerdir. Yan gelip yatıp yapılan her şeyi
eleştirerek mevkilerini korumaya çalışanlardır. Devletten geçinip
devlete saldıranlardır.

Yavuz hırsız ev sahibini bastırıyor.

Milletimiz asla aptal değildir. Dinle alakası olmayanın din
fetvacılığına soyunmasını yemiyor. Milliyetçilikle alakası olmayanın
milliyetçilik taslamasını yemiyor.

Ülke idare etmesini bilmeyenlerinde yaptığı komik ve kışkırtıcı
hamlelerini kimse yemiyor. Milletin çoğunluğuna karşı yapılan her
hareket ileride alınacak seçim neticelerini yarıya indirecektir.
Rüzgara karşı su dökülmez. Dökenler sadece kendini ıslatmakla kalır.

İnsanları doğru iş yapmaktan alıkoyacak şekilde ürkütmeyin.

Millete inanın. Milletin sözüne kulak verin. Yoksa her seçimde tekrar tekrar hezimete uğramaya devam edersiniz..

Başörtüsü

Başörtüsü meselesi ülkemizin başına örtü oldu. Yıllardır onunla
uğraşıyoruz. Bakın 1998 yılında bu gazetenin sütunlarına neler
yazmışız. Aradan tam 10 yıl geçti, baksanıza hiç bir şey değişmemiş.

10 Eylül 1998

Üniversitelere kayıtların başlaması ile birlikte başörtüsü meselesi
yine gündeme geldi. Geçen yıl demokrat tavrıyla bütün üniversitelere
örnek olan Kocaeli Üniversitesi ne yazık ki ilimizde çıkan bazı
gazetelerde yazı yazan eski tüfeklerin tahrikiyle ülkemiz
üniversitelerindeki despotizme ayak uydurdu.

Geçtiğimiz yıllarda başörtülüsü, başı açığı, saçlısı, sakallısı
birlikte huzurlu bir şekilde eğitime devam ederken üniversitemize
fesatçılar el attılar ve muratlarına da erdiler, bu yıl başörtülü
öğrenciler derslere giremeyecek.

Hatırlanacağı gibi 1989 yılında “Yüksek Öğretim Kurumlarında
dershane, laboratuar, klinik, poliklinik ve koridorlarında çağdaş
kıyafet ve görünümünde bulunmak zorunludur. Dini inanç sebebiyle boyun
ve saçların örtü veya türbanla kapatılması serbesttir.” Şeklinde ek bir
kanun çıkartılmasına rağmen devrin Cumhurbaşkanı Anayasa Mahkemesine
müracaat ederek bu kanunu iptal ettirmişti.

Ancak Anayasa Mahkemesi bu kararı alırken karara itiraz eden mahkeme
üyelerinden Mehmet Çınarlı karara muhalefet ederken sebebini şöyle
açıklıyordu:

Atatürk kadının örtünmesi hususunda ne söylemiş ve ne yapmış?
Kitapları karıştırdığımız zaman 1923 yılında söylediği şu sözlerle
karşılaşıyoruz, “Dinin icabı olan tesettür, kısaca ifade etmek lazım
gelirse, denebilir ki kadınlara külfet getirmeyecek ve adaba muhalif
olmayacak şekilde olmalıdır. Örtünme şekli kadını hayatından,
mevcudiyetinden tecrit edecek bir şekilde olmalıdır.

Tesettür Şeri kadınlar için mucibi müşkilat olmayacak kadınların
içtimai hayatlarında iktisadiyete hayati maişette ve hayati ilimde
erkeklerle teşriki faaliyet etmesine mani bulunmayacak bir şekli
basittedir. Bu şekli basit içtimai hayatımızın ahlak ve adabına mugayir
değildir” diyerek karara karşı çıkmıştır.

Atatürk’ün yukarıda sözlerini incelediğimizde onun örtünmeyi dinin
gereği olarak kabul ettiği ancak örtünmesinin kadını hayatından,
varlığından somutlamayacak gerek sosyal ve ekonomik faaliyetlerle
gerekse de bilim ve çalışma hayatında geçimlerini temin konusunda
erkeklerle işbirliğine mani olmayacak şekilde sade olmasını istediği
anlaşılmaktadır.

Kendi eşinin başörtüsüne dokunmayan ve diğer kadınların giyimine de
karışmayan Atatürk’ün icraatıyla şimdi Atatürkçü geçinenlerin
yaptıklarının çalıştığı onun ilke ve inkılaplarının bekçisiyiz
diyenlerin doğru söylemedikleri daha iyi anlaşılıyor.

Her fırsatta batıyı örnek aldıklarını söyleyen zihniyetin bu
davranışı onların ne denli çifte standartçı olduğunu göstermesi
bakımından ibret vericidir.

Batı demokrasilerinde insanlar giyim kuşamlarında serbesttir. Devlet
vatandaşlarının kılık kıyafetiyle ilgilenmez aksine serbestliği
sağlayan yasalar koyar.

Giyinme şekli kişilerin zevkidir. Devletin düzeniyle ne alakası olabilir.

Türk Devleti din ve vicdan hürriyetlerini garanti altına alan uluslararası sözleşmelere imza koyarak taahhütlere girmiştir.

Bu safhadan sonra yapılanlar Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde ele
alınacak bir kaç devrim yobazı yüzünden ülkemiz mahkum olacaktır.

Bunu yapanların üniversite gibi ilim ocaklarının başında olması ise daha büyük talihsizlik.

Başörtüsü ya da Türban

0

Eğitim öğretim hakkı dini, dili, rengi, ırkı ve cinsiyeti ne olursa
olsun her insan için doğuştan gelen hayat hakkı gibi en temel haklardan
birisidir.

Eğitim ve öğretim o kadar önemli bir husustur ki peygamber (sav)’e gelen ilk vahiy bununla ilgilidir.

O günkü toplumsal yapıya bakacak olursak her türlü ahlaksızlık,
zulüm, vurgun ve soygun zirve yapmışken gelen ilk ayetinde bunlarla
ilgili olması gerekirdi. Oysa ilk ayet “Yaradan Rabbinin adıyla oku”
olmuştur.

Burada iki husus dikkat çekmektedir.

1- Önemine binayen okumak ( eğitim öğretim ) din ve dünya ilimlerini öğrenmek dinimizin ilk emri.

2- Okurken Allah’ı unutma ki öğrendiğinle kendine ve topluma faydalı olasın.

Allah(cc)’nin adı unutularak, yasaklanarak yada terk edilerek
yapılan okuma insanlığa fayda huzur getirmez, getirmemiştir de.
İnsanlarda sevap yada günah kavramı olmayınca her şeyi dünyadan ibaret
zanneder, amacına ulaşmak için her işi mubah görür.

Cehalet her kötülüğün anasıdır. İslam dini cehaleti ortadan
kaldırmak için ilk emri oku olarak bildirmiştir. Ama müslüman
toplumlarda cehaleti sempatik hale getirmek için: Bilerek bir yanlış
yaparsan iki günah bilmeden yaparsan bir günah alırsın gibi safsatalar
müslümanlar arasında bilinçli olarak yayılmıştır. Maalesef doğru olan
bunun tam tersidir. Öğrenmediğin için bir günah, yanlış yaptığın için
başka bir günah söz konusudur. Diğerinde ise insan öğrenerek
sorumluluğunun birini yerine getirmiştir. Sadece yanlış yapmasının
günahı vardır. Cehalet her zaman hataya açıktır ama bilgili insan kolay
kolay hata yapmaz.

İnsanlar okurken eğitim öğrenim haklarını kullanırken
inançlarına uygun bir hareket yada giyim kuşam içerisinde olmalarından
daha tabii ne olabilir ki?

Okumayı emreden ayet “Yaradan Rabbinin adıyla oku” buyuruyor.
Siz ayetin bir kısmına yasak getiriyorsunuz, ambargo koyuyorsunuz.
Allah’ın istediği gibi değil de benim istediğim şekilde oku diyorsunuz.

Allah’ın kulları üzerindeki yetki ve tasarruf hakkını kendinize
ait gibi görüyorsunuz. Birisinin yetkisini kullanan kendisini onun (
yerinde ) gibi görmüş olmaz mı ?

Çeyrek asrı aşkın bir zamandır üniversitelerde anlamsız kılık
kıyafet yasağı sürmektedir. Üniversiteler yasaklara harcadığı zamanı ve
enerjiyi bilime, teknolojiye harcasalardı daha akıllıca olmazmıydı?
Bizde ülke olarak bugünkünden çok daha ileri bir konumda belkide muasır
medeniyet seviyesine ulaşmış bir konumda olurduk.

Mollalar diye aşağıladığımız, önemsemediğimiz İran bile bugün uzaya
uydu gönderdi, nükleer silahlar üretmeyi başardı, uzun menzilli füzeler
üretebiliyor. Biz ise nelerle uğraşıyoruz?

Tanklarımızın tamir, bakım ve modernizasyonunu İsrail şirketlerine
yaptırıyoruz, Amerikan istihbaratı ile terörle mücadele etmeye
çalışıyoruz. Kızlarımız başlarını çenenin altında çatal iğne ile mi,
toplu iğne ile mi yoksa düğüm atarak mı bağlasınların tartışmasını
yapıyoruz. 18-20 yaşına gelmiş bir insanın neyi giyeceğine, nasıl
giyeceğine başkalarının karar vermesi kadar ayıp ve utanç verici bir
durum olabilir mi?

Merak ediyorum kölelerin ve cariyelerin kılık kıyafetine
efendileri karışır mıydı? Asırlar öncesi kölelere bile reva görülmeyen
muameleyi 21. asırda inancı ile okumak isteyen kız çocuklarına yapmak
ne kadar medeni bir davranıştır?

Üniversitelerde ki başörtüsü meselesi medyanın en güncel meselesi.
Hemen hemen herkes bu konuda bir çok şey söyledi ve yazdı. Kimin ne
dediğini burada tekrarlamanın gereği yok. Müslümanlar (İnananlar ) İçin
bu dini bir emirdir. İnanmayanlar için hiçbir anlam ifade etmeyebilir.
Başkalarını bunun dinin emri olduğunu ikna etmeye gerek duymamalıyız.
Onlarda fevkalade neyin ne olduğunu biliyorlar. İnanmayanı inandırmak
bizim görevimiz değil ki. Herkes cennete giderse cehennemin ne anlamı
kalır?

İnsanın kalbi kararmış, vicdanı kirlenmiş, gözünü hırs, kin ve
nefret bürümüşse yapacak bir şey yoktur.  İnançsızlığın mantığı olmaz.
Salih (a.s)’ın kavmi kendisine Eğer gerçekten peygambersen şu kayanın
dibinden bir deve çıkar o zaman sana inanırız.” demişlerdi.

Dikkat ederseniz teklif Salih(a.s)’dan değil kavminden gelmiştir.
Normal akılla düşünülürse kayanın dibinden devenin çıkması mümkün mü?
değil… Öyleyse bunu gerçekleştiremeyecek mahcup olacak peygamberlik
davasından vazgeçecek. Ama Cenab-ı Hakk’ın buna da gücü yeter. Kayadan
deve çıktı. İnanmaları gerekmiyor mu? Evet, gerekiyor ama inanmadılar.

İnsanlar inanıp inanmamakta serbesttirler. İnancın kurallarını
belirleme hakkı ve yetkisine sahip değillerdir. İnanan insanların
inancın gereği olan tesettürden dolayı üniversite eğitimi almalarına
engel olma hakkı yoktur. İnsanlar inanıyorsa bu 7 gün 24 saat için
geçerlidir.

Almanya ve Japonya ikinci Dünya savaşından kesin ve ağır bir
mağlubiyetle çıktılar ama bugün dünyanın ekonomik ve teknolojik
bakımdan hatırı sayılır ülkeleri arasındalar. Onların sanayileşmeye ve
kalkınmaya harcadıkları zaman ve enerjiyi, biz kendi insanımızla
onların inançlarıyla tarihiyle, kılık kıyafetiyle didişmeye harcadık.
Bugün gerçek manada Japonya’da kişi başına düşen milli gelir 30 – 40
bin doların üzerindedir. Bizde ise 7 bin dolara yaklaştığı haber
bültenlerinde söylenmeye başladı. Bunun büyük bir kalkınma ve gelişme
olduğu vurgulandı. Milli gelir kişi başına 7 bin dolar 10 sene öncesine
göre sevindirici bir durum.

Yıllardır irticayla yattınız, türbanla uyandınız. Rüyalarınızda
kabus gördünüz hayatı hem kendinize hem de başkalarına zehir ettiniz.
Kendi vatandaşınızı düşman gördünüz. Sizin gibi düşünmeyen, yaşamayan
herkesi öcü gördünüz. Asırlardır insanlığa medeniyet götürmüş ecdadın
torunlarının kurduğu bu cennet vatanı dışarıda küçük duruma düşürdünüz.

Rahmetli Özal’ın iktidarda olduğu 80’li yıllarda Bulgaristan
hükümeti Türk azınlığa baskı yapıyor, erkeklerin sünnet olmalarını
yasaklıyordu. Yasakların kalkması için görüşmeler yapmak üzere
Türkiye’den bir heyet Bulgaristan’a gittiler. Görüşmeler esnasında
Bulgar heyeti “Biz kendi ırkımızdan, kendi dinimizden olmayan azınlığa
sünneti yasaklıyoruz. Siz ise kendi dininizden, kendi ırkınızdan olan,
kendi insanınıza farzları yasaklıyorsunuz. Sonra gelip buradaki
Türk’lerin üzerindeki yasakları kaldırmaya uğraşıyorsunuz. Siz önce
kendi ülkenizdeki yasakları kaldırın derler.” Çaresiz bizim heyet geri
döner. Bu mahcubiyet üzerine sınırlar açılır. Bulgar Türkleri ülkemize
gelirler, umduklarını bulamayınca bir çoğu geri döner.

Tarih boyunca bizim ecdadımız gayrimüslimlere tanıdığı hakkı biz
kendi insanımızdan esirgemeyelim. Hak ve özgürlükler herkes içindir.

Başörtüsü ya da türban adına ne derseniz diyin “tesettür” dinin emri olmakla beraber laikliğin de gereğidir.

Zulümle abad olunmaz bu kadar zulüm ve haksızlık yetmeli artık
bu mesele tamamıyla ülke gündeminden çıkmalı. Biliniz ki zorla başını
açtırdığınız insanlar sizi kapanmaya zorlamayacaklardır.

Başörtüsü dinin emri olduğu gibi affetmek, bağışlamak da dinimizin emridir.

Yasaksız, baskısız, mutlu ve huzurlu yarınlar dileğiyle…

Çorapsız Ayaklar

0

Bir çift çıplak ayak karşıladı beni şehrin bilinmez bir köşesinde, o
soğuk ayazlı günde, küçük ayaklar direniyordu yaşamaya inat ede ede
açlığa sefalete. Yaşıyordu, yaşamaya devam ediyordu.

Çoraplar onun hayatının hangi köşesindeydi kimbilir?

Yaşantılarımızın
alışılagelmiş giysisi bu minik ayakların, hayatının hangi köşesinde
kalmıştı? Alıp sarıp sarmalamak geliyor içimden, korumak, bebekler,
oyuncaklar, şekerler, çoraplarrr…

Para ile ilgili kurulan
cümleler geliyor aklıma paran varsa her şey var, para para para, ye
kürküm ye dememiş mi Nasrettin hoca, çocuklarımız aç, ocaklarımız
boşken yiyen kürkler…

Bugün çok çalışıp ellerinin nasır
tutmasının bedeli 480 Ytl olduğu başını sokacak bir fareli köyün
evlerinin, harabelerinin en az 250 Ytl olduğu, ölümle yaşam arasında
gelip gitmenin farz olduğu yaşamlara mahkum edilenler, şans mı desek
kader mi?

İş bulup çalışsın, okuyup adam olsun, kötülüklerin
göbeğinde iyi kalsın, kötü alışkanlıkları olmasın, varoşlarda büyüyüp
yine büyük adam oldu hikayesinin içinde yer alsın.

Altmış
yaşında karşımda ağlayan adam, her şeyini kaybeden, onurunu gururunu
görüyorum gözyaşlarında, imkansızlığın esaretine zincirlenmiş
yaşlılığında güven olmak istiyorum, minik çıplak ayaklarına çorap olmak
istiyorum.

Bu yaşantıların sokağından ayrılırken, her
adımda karanlıkta geride kalanlar, kazandıklarımı, gönlümü, her şeyimi
orda bırakıyorum, kalabalıklarla dönmek üzere…!