22.7 C
Kocaeli
Pazar, Eylül 21, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1312

Vakıflar Yasası

Geçtiğimiz günlerde vakıflar yasası TBMM’de onaylandı. Yasanın içeriğine baktığımızda görüyoruz ki azınlık vakıflarının daha önce sahip oldukları malların iadesini ve bu vakıfların dışarıdan maddi ve manevi yardım alabilmelerini öngörmektedir. AB’ye girme koşulu olarak öne sürülen ve 2004 yılından itibaren ABD’nin de kabulü noktasında baskısını hızlandırdığı bu yasa taslağında gelecekte ülkemiz için ciddi sorunlar oluşturacak bir çok madde mevcuttur.


Bu yasanın yaratacağı en önemli sorunlardan biri Fener Rum Ortodoks kilisenin ekümenlik yolunda atacağı ciddi adımdır. Çünkü kendileri ve AB hali hazırda 2500’ün üzerinde mülkün iadelerini istemektedir. Bu mülklerin 297’si sur içi İstanbul’da yer almaktadır. Bunun sonucunda Fener Rum Patrikhanesi bir nevi vatikan gibi devlet içinde devlet olma yolunda hızla ilerleyecektir.


Mecliste onaylanan vakıflar yasasının maddelerinin içeriği ise şöyledir:



  • Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün şu günkü hesaplarına göre, Azınlık Vakıflarına iade edilecek mülklerin değeri 150 trilyon liradır.
  • Vakıflar Genel Müdürlüğü Türkiye’de Rum Ortodoks, Ermeni ve Yahudi vakıfları başta olmak üzere toplam 161 Azınlık Vakfı tanımaktadır. 161 vakfın tanınması ve yapılan yasal düzenlemeler sonucu şu ana kadar 364 mülk iade edilmiştir.
  • Tasarının amaç ve kapsamını düzenleyen ilk iki maddesi, hukuki bünyeleri birbirinden tamamen farklı eski ve yeni vakıfları aynı statü içerisine dâhil etmektedir.
  • Tasarıya göre; Vakıf kurmada sermaye sınırlaması, malları edinme amaçlarının belirtilmesi şartı kaldırılıp, bunların başka amaçlarla kullanılabilmesi ve vakıflar arasında mal değişimine imkân verilmektedir.
  • Tasarıyla, yabancılar vakıflarda görev alabilecek, uluslararası kuruluş ve vakıflardan yardım alınıp verilebilecek ve şirket kurulabilecektir.
  • Vakıfların malları haczedilemeyecek ve kamulaştırılamayacak, yöneticileri sadece mahkemelerce görevden alınabilecektir.
  • Vakıflar yabancı kuruluşlardan yardım alabilecektir. Türk kuruluşu sayıldıkları için sınırsız mülk edinebileceklerdir.
  • Tasarıda vakıflara herhangi bir ayrım yapmadan sınırsız şube açma imkânı tanınmaktadır.
  • Tasarıyla yabancılara ülkemizde vakıf kurma hakkı tanınmaktadır.

Yukarıda kısaca aktardığım vakıflar yasası ile ülkemiz kendi bölünmez bütünlüğünü kendi elleriyle baltalamıştır. Tarihe baktığımızda memleketimiz ne zaman ekonomik açıdan Batı’ya bağımlı olsa ve ülke bütünlüğü tehlikeye girse yukarıdaki gibi azınlık haklarına önem veren yasalar çıkarmaktadır. Mesela 19. yüzyılın başlarından itibaren ilan edilen Tanzimat Fermanı da bugünkü gibi Batılıların istekleri doğrultusunda o dönemki yöneticiler tarafından çıkarılan bir nevi anayasadır. O dönem de yapılanların ülke bütünlüğünü korumada ve Batı’ya entegre olmada başarı sağlamadığı hepimizce malumdur.


Tarihte aynı şartlarda aynı olayların aynı sonuçları doğurduğu dikkate alındığında günümüzde mecliste onaylanan vakıflar yasası da geçmişteki sonuçları doğuracağını görmek zor değildir. Millet olarak tarihimizi ne kadar bildiğimiz aradan yüzyıllar geçmesine rağmen aynı hataları yapmamızdan aşikardır. Umarım bu sefer millet olarak uyanık olup devletimize sahip çıkarız.


İyi Haftalar!…

Patlamaya Hazır Bomba: Vakıflar Kanunu

İşbu yazı TBMM’de görüşülen bir yasayı, yeni Vakıflar Yasası’nı protesto etmekten çok Lozan’ın ve Misak-ı Milli sınırlarımızın vazgeçilmezliğini işaretlemek için yazılmıştır.


Zira değiştirilmek istenen, Lozan Antlaşması ve Atatürk Döneminde çıkarılan 2762 sayılı Vakıflar Yasası’dır. Malumunuz; azınlık vakıfları Lozan’da mütekabiliyet esasına göre düzenlenmiştir. Batı Trakya Türkleri daha müftülerini bile seçemezken ve Türk kelimesiyle dernek bile kuramazken biz yeni kanunla azınlık vakıflarının her yönüyle önünü açıyoruz.


10. Cumhurbaşkanınca veto edildiği halde Hükümetin bu konudaki ısrarcılığını ve yasanın çıkması konusundaki azami gayretinin arkasındaki nedenlerin AB ve ABD’nin ısrarlı talepleri olduğunu tahmin ediyoruz. Ülkemizin geleceğini ipotek altına alan ve hükümranlık haklarını tartışmalı hale getirebilecek böylesi bir düzenlemenin hiçbir tarihsel gerekçesi yoktur. Kamuoyu Başörtüsü ile meşgul edilirken asıl tehlike halktan gizlenmiştir.


Sevr‘i adeta geri getiren Vakıflar Yasası ile ilgili Tasarı metnine baktığımızda şu ibretlik gerçeklerle karşılaşmaktayız:



  • Yabancıların misyonerlik faaliyetlerine kurumsal bir kimlik kazandırılmaktadır.
  • Hiçbir makam ve mevkiden izin almadan; mal edinmeleri, Uluslararası işbirliği yapabilmeleri, istedikleri üst kuruluşa üye olmaları sağlanmıştır.
  • Vakıflar yabancı kuruluşlardan yardım alabilecektir. Türk kuruluşu sayıldıkları için sınırsız mülk edinebileceklerdir.
  • En önemli konulardan biri ise vakıflar arasında mal değişiminin önünün açılmasıdır. Azınlık Vakfı olarak tanımlanmış olan 161 vakfın bu anlamda neler yapabileceğini, ne denli güçlü hale gelebileceğini izaha bile gerek yoktur.
  • Vakıfların malları haczedilemeyecek ve kamulaştırılamayacak, yöneticileri sadece mahkemelerce görevden alınabilecektir.
  • Akıl almaz bir diğer husus ise yabancıların vakıflarda görev alabilmelerinin önünün açılmasıdır.

Acaba tüm bunlar Fener Rum Patrikhanesi’nin ekümeniklik hayallerini gerçekleştirmesi için mi yapılmaktadır? Vakıflar yasası bu şekilde yürürlüğe girdiği takdirde Türkiye’de vakıf kurmak isteyen yabancıların pek çoğu da küresel sermayenin önde gelen isimleri olacaktır. Yunan ve Rum lobisinin kışkırtıcı faaliyetleri artarak sürerken, İstanbul’u başkent olarak her zeminde dillendiren Yunanistan’a, bu talebini gerçekleştirmesi için davetiye mi çıkarılmaktadır?


Bu yasa ile Gökçeada ve Bozcaada’nın Yunanistan’a bağlanmasına zemin mi hazırlanmaktadır? Yıllardır Türk Milleti Ayasofya’nın Cami olarak açılmasını arzularken, Rum ve Yunan lobisi Ayasofya’nın kiliseye çevrilmesi için imza toplayarak dilekçelerini AB’ye göndermektedir.


İadesi istenen 2500’ün üstündeki mülkün değeri 150 trilyon YTL civarındadır. Şu ana kadar 364 mülk iade edilmiştir. Sadece İstanbul Sur içi’nde 297 adet gayrimenkulün iadesi istenmektedir. Yani II. Vatikan olma yönünde Patrik Barthlemeos’un önü açılmıştır.


Azınlık vakıflarının üzerinde hak talep ettiği binlerce mülk arasında Ayasofya ve Fatih Camii de bulunuyor.


Amma velakin bizler; milli direnç unsurları olarak İstanbul’un Konstantinopolis olmasına izin vermeyeceğiz. Ve Misak-ı Milli sevdamızdan asla vazgeçmeyeceğiz.

Hukuk

Hukuk her şeyin üstünde baş tacı edilen bir kurallar bütünlüğüdür.


Hukuk denilince akan sular durur. Hukukçularda bu kuralları uygulayan kimselerdir, ve bu nedenle her yerde baş tacı edilirler. Zira onlar hakkı gözetir, hak yemez yedirmezler.


Hukukçular hukukun kurallarını uygulamakla ünlenirler. Ve biz son günlere kadar öyle bilirdik ama son günlerde bazı hukukçularımızı gördükçe ne yazık ki öyle olmadığını, bazı istisnaların olduğunu gördük. Hukukçu, profosör ve ordinaryus sıfatlı hukukçuların öyle kitaplarda yazıldığı gibi değil kendi kafalarına göre ahkam keserek canları ne isterse hukukun öyle olduğunu söyleyebilirler.


Bu hukukçularımız başörtüsü konusunda değil de bir futbol maçı hakkında yorum yapsalar yada bu mantıkla bir futbol maçı yönetseler bir takımın futbolcusu santrada rakip futbolcuya faul yapsa hemen penaltıyı verebilir. Zira santrada yapılan faulun penaltı olmadığını fakat burada faulle durdurulmasaydı onsekize kadar gideceğini ve kendisine orada faul yapılabileceği düşüncesiyle penaltının verildiğini söyleyebilirlerdi.


Zira bu hukukçular başörtüsü konusunda da ayrı mantıkla hareket etmektedirler. Demokrasilerde insanlar mevcut yasaları uyarak diledikleri gibi davranabilirler. Başörtüsünü yasaklayan bir madde yok ama olsun şayet başörtüsü serbest kalırsa başörtülüler bu kez başı açık olanlara baskı yapıp başlarını kapatabilirler.


Düşünsenize bu hukukçular elli bin kişilik bir seyirci önünde oynanan bir futbol maçında santrada yapılan faule bu mantıkla hareket ederek penaltı verse neler olur tahmin edersiniz. Seyirci sahaya iner hakeme neler yapmaz.


Allah’ tan Türk halkı futbol maçı seyircisi gibi fanatik değil. Onların ideolojik davranışlarını aklı selim ile karşılayıp gülüp geçmektedir, ama hukukçulara olan güven azda olsa sarsılmaktadır.

Aile İçi Eğitim

Aile kavramı, Türk gelenek ve göreneklerine göre oldukça önemlidir. Çünkü; kendini yönetmenin, çevreyle sağlıklı ilişki içerisinde olmanın, devletine sahip çıkmanın ilk temelleri aile de atılmaktadır. Bu temel de, eğitim ile olmaktadır.


Günümüzde; sokaklarda kalan çocukları, esrar çekenleri, kumar alışkanlığı edinenleri, çete tuzağına düşenleri görüyor ve yaşıyoruz. Bu tür olayların meydana geliş sebebi sıcak bir aile ortamının olmaması ve eğitimsizliktir.


Aile ortamı, evlatlarımızı hayata hazırladığı gibi onları dış etkilerden korur, olumsuz etkilere karşı kalkan olur. Aile, hayata yön verir, eğitir ve geleceğe hazırlar.


Türk geleneklerinde aile yapısı çok güçlüdür. Her türlü olumsuz etkiye karşı varlığını çözülmeden devam ettirmektedir. Aynı durumu, her konuda örnek aldığımız!   Avrupa ülkelerinde veya Amerika kıtasında görememekteyiz. Konu ister kişisel özgürlük olsun, ister aile içi sohbet ve duygusal davranışlar, isterse aileler arası ziyaretler. Her ne olursa olsun biz daha ileri durumdayız diye düşünüyorum. Bunu yabancı dizi ve filmlerden takip edebiliyoruz. Nasıl bir aile yapısına sahip olduklarını, ne yiyip içtiklerini, nelerle meşgul olduklarını, okuyor, dinliyor ve izliyoruz. Yoksa Amerika’yı tekrar keşfetmeye gerek yok. Biz de eksik olan bir konu varsa o da, ekonomik yönden yeterli seviyeyi yakalayamamamızdır.


Aile yapımızın güçlü olması, zamanla çözülmeyeceği ve bir gün yukarıda bahsettiğimiz olumsuz olayların bizlerin ve çocuklarımızın başına da gelmeyeceği anlamına gelmemelidir. Bunun için tedbir alınmalıdır. Bu tedbir, sıcak bir aile ortamının sağlanması ve aile içi eğitimle olmalıdır.


‘’Aile içi eğitim’’deyince sadece çocukların eğitilmesi akla gelmemelidir. Yediden yetmişe herkesi kapsamalıdır. Günümüz şartlarında çocukların sağlıklı eğitimi için, eğitim konusunda evvela anne ve babaların terbiye meseleleri hususunda yetiştirilmesi ve hazırlanması gereklidir. Yani bu iş, öncelikle büyüklerde başlamalıdır. Konuya bu açıdan bakıldığında, aile fertlerinin, büyüğüyle küçüğüyle eğitim seferberliğinde olmasını söyleyebiliriz.


Aile içi eğitim de ne olmalıdır, neler konuşulmalıdır? Aile içinde sohbet ve eğitim konuları şunlar olabilir: Günlük hayatımızın düzeni, bir günde geçen ölü saatler, bu ölü saatlerin faydalı meşguliyetlerle doldurulması, faydalı meşguliyetlerin öncelik sırasına konması, aile fertleriyle sohbet, sohbetlerin gündemleri, evimizde okunması gereken kitaplar ve bunların öncelikleri, eş-dost, hısım- akraba, komşu, meslektaş- arkadaş çevreleriyle münasebetlerin düzenlenmesi, televizyon kullanımının verimli kılınması, çareleri, yoları, çocukların tatillerinin nasıl değerlendirileceği, milli, dini günlerdeki tatiller, yaz tatilleri, bu tatillerde aile olarak ne yapmalı, organize olarak komşular, akrabalar vs. ile beraber yapılabilecek şeyler… aile içi sohbetlerin konularını oluşturmalıdır.


Aile içindeki sohbetlerimiz, aile, komşu, akraba ve iş arkadaşları olsa, pek çok çözüm ortaya çıkar ve bunların hepsi olmasa da birinden biri uygulamaya konabilir. Az çok da bir başarı elde edilebilir. Bu başarı ileriye bir adımdır ve küçük görülmemelidir.


Bir de, aileler arası ilişkiler, konusuna değinmek istiyorum. Aile hayatımızda hepimizin bildiği ve yer verdiğimiz merasimlerimiz, törenlerimiz var. Bunların çoğu, eş- dost, komşu- akraba cemaatleriyle yürütülür. Doğum, sünnet, cenaze törenleri, çeşitli vesilelerle okutulan mevlit merasimleri , nikah düğün merasimleri, hacdan dönenler, yeni ev alanlar, dükkan açanlar vs. için yapılan merasimler… Akıllıca ele alındığında, bunların hepsi, milli ve manevi değerlerimizin tazelenmesi ve hayatımızın her safhasında hissettiğimiz bilgi eksikliklerimizin giderilmesi yönünde değerlendirilebilir.


Hepimiz çeşitli sebeplerle aile ortamında bir araya geliyoruz. Ama bununla yetinmemek gerekir. Çünkü yarınımızı tehdit eden gelişmeler çok sistemli, çok hızlı, çok tahripkar ve acımasız olabilmektedir. Yarın çok geç olmadan bugün bilgi eksikliğimizi gidermeli ve sağlıklı ortamların sağlanması adına aile eğitimine daha da önem vermeliyiz.

Hukukun gücü mü? Gücün hukuku mu?

Hukukun gücü:


Tüm anayasalarda yazılı olmasa bile geçerli olan iki madde vardır.



  1. Güçlü olan her zaman haklıdır.
  2.  Güçlünün apaçık haksız olduğu zaman 1. madde uygulanır.

Bu zihniyetin hâkim olmadığı tek sistem İslam inancıdır. Buna bir iki örnek verecek olursak Medine döneminde suç işleyip ceza alan varlıklı ve soylu bir kadının cezasını kaldırmak için gelen aracılara peygamberimizin cevabı ” Kızım Fatıma da aynı suçu işlese aynı cezaya çarptırırdım.” ifadesi olmuştur.


Sizden önceki milletlerin helak olmasının sebebi güçlüler suç işlediği zaman affedilmesi, zayıflar suç işlediği zaman ise cezalandırılmasıdır.


Adaletin olduğu yerde zulüm olmaz, zulmün olduğu yerde de adalet olmaz.
İdari makam ve mevkilerde olan insanlar yakınlarının suçlarını görmezden gelir, hatırlı insanların bu konudaki aracılıklarına açık olurlarsa devlet hâkimiyetinin yerini kan davaları ve çeteler alır. Elbette ki bu da hoş bir durum olmaz.


Hz. Ebubekir(r.a) halife seçildiği zaman topluma yaptığı ilk konuşmada; Benim yanımda güçlü olmanız başkasının hakkını ihlal etmeniz için yeterli ve geçerli bir sebep değildir. Benim yanımda haklı olan her zaman güçlüdür.


Fatih Sultan Mehmet cezalandırdığı bir inşaat işçisi tarafından mahkemeye verilir. Mahkeme Fatih’i suçlu bulur ve padişah bu karara saygı gösterir. İşte size bugün medeni dünyanın hiçbir yerinde bulamayacağınız demokrasi anlayışı.


Bu gün bazı çevrelerin ortaçağ anlayışı ya da irtica diye nitelendirdiği bu hukuk ve adalet anlayışı dünyanın hangi ülkesinde vardır. Bilen varsa bizim de haberimiz olsun işte hukukun gücü budur. Padişah ve sıradan bir vatandaş hukuk önünde eşittir, aynı haklara sahiptirler.


Şimdi de gücün hukukuna değinelim:


Günümüze gelecek olursak hukukun üstünlüğünden ve de gücünden söz etmek mümkün değildir. Dünyanın her yerinde bazı makam ve mevkileri ellerine geçirmiş insanlar bulundukları ülkeleri babalarının çiftliği sanıp istediği gibi at koşturuyor. Hayatı kendilerine de başkalarına da zehir ediyorlar.


Tarihte de böyle at koşturanlar çok olmuştur ama netice istedikleri gibi olmamıştır, hatta onların sonu çok hazin olmuştur. Nasıl mı? Firavun’u herkes bilir. Gördüğü bir rüya onu korkutmuş rüyasını tabir eden kâhin ise İsrailoğullarından doğacak olan bir çocuğun onun saltanatına (zulmüne) son vereceğini söyler. Bunun üzerine korkuya kapılan firavun İsrailoğullarından doğacak olan bütün erkek çocukların öldürülmesini emreder. Buda bir kanun ya da hukuk ama firavun’un kanunu ya da güçlünün hukuku; kendi halkını düşman gören ve ondan korkan bir düşüncenin hukuku.


Netice İsrailoğullarından yani halkın bir kısmından (o zaman Mısır halkı Kıptiler ve İsrailoğullarından oluşuyordu) doğan bütün erkek çocuklar öldürülmeye başlandı. O zamanda elbette ki bu uygulamanın devletin bekası ve sistemin selameti açısından doğru olduğunu savunan birçok insan yazar, çizer, düşünür ve akademisyenler vardı.


Bu kanun halkın bir kısmına zulmediyor analarını ağlatıyor, vicdanlarını kanatıyordu. Ama bir kesimde (kendilerini birinci sınıf vatandaş, devletin ve rejimin sahibi gören insanlarda yani kaymak tabaka, hortumcu kesim) bundan büyük zevk alıyor yapılan işin ne kadar doğru olduğuna haber bültenleri, açık oturumlar, canlı yayınlar ve gazete manşetleri ile halkı ikna etmeye çalışıyorlardı.


Fakat tüm bu zulümler Musa’nın doğmasını engelleyemediği gibi Musa’nın da Firavun sarayında büyümesine yetişmesine sebep olmuştur. Yani firavun ve taifesi kendi elleriyle kendi sonlarını hazırlamışlardır.


Hz. Musa(a.s) peygamberlikle görevlendirilip firavun ve taifesini dine ( Allah’a kulluk etmeye ) halkına zulmetmekten vazgeçip adil bir hükümdar olmaya çağırınca önce ciddiye alınmaz sonra hafif yollu dalga geçilir bu esnada halkın bir kısmı kendisine inanınca da inanan insanlar şiddetli bir şekilde cezalandırılır. Birçok hadiseden sonra Hz. Musa ve arkadaşları Mısır’da yaşayamayacaklarını anlayınca kendine inananlarla beraber Mısır’ı terk etme kararı alır. Ama bu durum bile Firavun ve avenesini tatmin etmez. Mısır’ı terk etmeleri yetmez onlara bu dünyada hayat hakkı yoktur onlara hepsinin öldürülmelidir düşüncesiyle ordusuyla Musa ve arkadaşlarının peşine düşer. Tabii bu esnada da firavun’u ve yaptıklarını savunan, onun her sözünün kanun, her yaptığının doğru olduğunu anlatan açık oturumlar, canlı yayınlar yapan, köşe yazarları yazıp, gazete manşetleri atan bir kesim yani kaymak tabaka vardı.


Netice Firavun ve ava nesi Kızıl Deniz de can derdine düşünce kendisinin de ilah olmadığını Musa ve arkadaşları gibi insan olduğunu anladılar. Ama takdir edilen sondan kurtulamadılar. Dizginlenemez hırsı inananlara duyduğu kin ve öfkesi O ve arkadaşlarını Kızıl Deniz’e götürdü. Evlatlarını kestiği anaların ve zulmettiği halkın gözyaşları Kızıl Deniz’de O’nun ve zulmünün sonu oldu.


Peki değdi mi?


Halka zulmetmenin yanında kendilerine de yazık etmiş olmadılar mı?  


Bu kıssada anlatıldığı gibi firavunlar her zaman perdenin önünde olmaz. Bir çok zaman perdenin arkasında bulunmayı tercih ederler.


Firavunlar olduğu müddetçe Musalar da olmaya devam edecektir.


Sosyal olaylarda aynı sebepler benzer sonuçları doğurur. Akıllı ve medeni insanlara düşen tarihten ders alıp aynı hataları tekrar etmemeleridir.


Allah(cc) ülkemizi, İslam âlemini ve tüm insanlığı çağdaş firavunların şerrinden korusun.


Huzurlu ve mutlu yarınlar dileğiyle…

Okuma Vakti, Her Zaman

0

Kafanızın durduğu, bakışlarınızın donuklaştığı, hareketlerinizin kontrolünüzden çıktığı zamanlar olur. Seyredersiniz uzakları boş gözlerle. Baktığınız yerlerde ne gördüğünüzün farkında değilsinizdir. Söyleneni duymazsınız, okuduğunuzu anlamazsınız. Yediğinizden, içtiğinizden bir tat alamazsınız böyle zamanlarda. Tuttuğunuzu hissetmez, üşüdüğünüzü fark etmezsiniz. Ne gök mavi ne ağaç yeşil ne bayrak kırmızıdır. Her şey fulüdür.


Bir sevgi, bir öfke sözcüğü; bir yakınma, bir sitem, bir hayıflanma cümlesi, bir şey anlatmaz size. Bütün sözcükler, bütün cümleler, birer mırıldanma, birer gürültü kirliliğidir.


Yılgınlıktır, bezginliktir, usanmışlıktır, ruh halinizin adı. Umutlarınız tükenmiştir, hayalleriniz kırılmıştır, beklentileriniz gerçekleşmemiştir. Dostlarınız anlamaz sizi. Size karşı bakışlar, başka anlamlar yüklenmiştir. Doğan gün, kaybolan günden farksızdır artık. Geçen zaman, beyhude akan su gibidir size göre.


Olayların içinde kaybolmamayı biliyor, inancınızı kaybetmiyor, okuyarak birikiminizi artırıyorsanız, esiri olmaktan kurtulabilirsiniz yaşadıklarınızın. Sürekli okumak, okuduklarını derinlemesine tefekkür etmek gerek, böyle durumlardan kurtulabilmek için. Baharda açan sarı çiçek, “Benim açmama gerek yok, nasıl olsa üzerime basacaklar.” demez hiçbir zaman. Üzerine basılacak olsa da bir kış boyu kendini baharın ılık günlerine hazırlar. Üzerine basılsa da o yine yandan, kenardan, köşeden büyümeye çalışır toprağından, fıtratından aldığı güçle. Bir inançtır, varlığını ispattır, ibret alınacak eylemdir onunki.


Lokman Hekim’i duymayanımız yoktur. O, hem hekimdir hem bilgedir. Bilgece sözleri, nükteleri, tavsiyeleri dilden dile dolaşmaktadır yaşadığı dönemde. Kendisi, siyahîdir. Avamdan Hekim’in şöhretini duyan, kendisine hayran bir kişi gelir bir gün ziyaretine. Ziyaretçi, bakar ki gördüğü, eciş bücüş siyahî biridir. Nutku tutulur adamın. Adamın şaşkınlığını anlayan Lokman Hekim, “Ne oldu, boyayı mı beğenemedin, boyacıyı mı?” der. Ziyaretçi mahcubiyetten bir şey sormadan ayrılır, gider.


Bu öykücüğü duyduğumda uzun süre düşündüm. “Ne derin hikmet, ne büyük söz ustalığı!” dedim kendi kendime. Hangi inançtır, hangi birikimdir ki insanı ancak bu kadar veciz konuşturur, kişiye haddini bildirir? Söylenen sözün beslendiği kaynak nedir, dünya görüşündeki doğruluk ne kadardır? Bu bilgeyi besleyen toprak nedir, iklim hangisidir ki Lokman Hekim’in önerileri asırlardır tazeliğini koruyor, sözleri, nükteleri insana hayat veriyor, derinliğe götürüyor?


Bir pratik zekâ örneği de Mark Twin’de yakaladım. Okuduğum öykücük şöyle: Ünlü yazar bir gün, güzel bir bayanla karşılaşır. Ona, “Ne kadar güzelsiniz, yeryüzü sizin kadar güzel bir hanımefendiyi henüz ağırlamamıştır.” der. Bu sözlerdeki samimiyetsizliği ve abartıyı hisseden bayan: “Aynı şeyleri ben sizin için söyleyemeyeceğim.” deyince Mark Twin, “Hiç önemi yok, zorlanmayınız, siz de benim gibi yalan söylersiniz, olur biter.” diyerek onurunu kurtarmaya çalışır.


Lokman Hekim ve Mark Twin, ikisi de pratik zekâlı insanlar. Hazırcevap olmaları insanı kendilerine hayran ediyor. Birinde uzun uzun düşünüyorsunuz, diğerine tebessüm edip geçiyorsunuz. Bir derinlik yok son öykücükte. Taş atılan sudaki daireler gibi. İz bırakmıyor dalgalar. Lokman Hekim, tam bir Doğu bilgesi. Amacı, güldürmek değil kişiyi; uzun uzun sorgulatmak. İşin künhüne vakıf olmalarını istiyor insanların. Taşı gediğine koymakla kalmıyor o, aynı zamanda “sözün kılıçtan keskin” olduğunu anlatıyor, anlayanlara. Twin, söz cambazı; Hekim, söz mimarı. Dil, Hekim’de, düşünceleri anlatan, kişiyi hakikate götüren araç; Twin’de bir hokkabazlık gereci.


Ruh halimiz ne olursa olsun, okumak lazım. Okuyunca, anlamlı bulduklarınız sizde derinleşiyor, sizi boğanlar sizden uzaklaşıyor. Kendinizi tedavi ediyorsunuz, insan olmanın hazzına varıyorsunuz. Okuma vakti, sadece şimdi değil, her zaman!

İbadetlerimiz ve Davranışlarımız

0

İbadet, yaratıcı kudret karşısında boyun bükmenin zirvesi ve O’na olan sevginin sonucu ve göstergesi; sırf Allah rızası için yapılması ve sadece Allah’a tahsis edilmesi gereken duygu, düşünce, tutum ve davranışlar bütünü için kullanılan genel bir kavramdır.


Özel anlamda ise ibadet, kişinin yaratanına karşı saygı ve boyun eğmesini simgeleyen, Allah ve Resulü tarafından yapılması istenen, İslam’ın temel şartlarını teşkil eden namaz, oruç, zekat ve haccın yanında kurban kesme, itikaf, dua, Kur’an okuma, hayır ve infakta bulunma gibi belirli davranış biçimleridir.


İbadetler, dinin özünü oluşturan iman esaslarından sonra dinde ikinci önemli halkayı oluştururlar. Diğer bir anlatımla din, Allah’a inanma ve O’na ibadet etme olduğundan inanç ve ibadet sistemleri dinin asli unsurlarını meydana getirir. Dinin diğer bir unsuru da inanç ve ibadetlerde samimiyeti, bu tutumun kişinin diğer insanlarla ilişkilerine yansımasını, onlara karşı saygılı, adil ve lütufkar davranılmasını ifade eden ahlaktır. Kulun Allah ile olan ilişkisini diğer insanlarla olan ilişkisinden tamamen soyutlamak mümkün değildir. Bu anlamda ibadetlerin dışa dönük pek çok fiil üzerinde direkt ve dolaylı etkisi bulunur.


İbadetler, Allah’a itaatin şekli göstergeleri sayılmaları bakımından iman ve ahlakla yakın ilişki içindedirler. Dinin itikadi ve ameli olmak üzere insana hitap eden iki yönü olmasından hareketle ibadetler, dinin ameli hükümlerinin ilk halkasını teşkil eden ve dinin dışa akseden simgeleri konumundadırlar.


İbadetler, kul ile Allah arasındaki ilişkiyi düzenlemekle kalmaz, bunun yanında kişinin yakın çevresiyle ve toplumla ilişkilerini de doğrudan veya dolaylı olarak etkiler. Her ne kadar ferdi niteliği baskın görünse de namaz ve oruç ibadetinin bile kötülüklerden uzak durma, toplumsal kaynaşmayı, huzur ve sükunu sağlama, yoksullara yardım elini uzatma gibi dışa dönük olumlu sonuçları vardır ve olmalıdır da. Bu özellik zekat, hac, kurban, kefaret gibi ibadetlerde daha belirgindir.


İbadetler ile insani ilişkilerin yada davranışların hukuki ve ahlaki, ayrıca ferdi, sosyal ve siyasi yönleri dinin bütününü oluşturan, birbirini tamamlayan parçalardır. İbadetlerimiz ve davranışlarımız dinin tamamını oluşturan cüzlerdendir. Bunların samimi ve ihsan ile ifası, imanı da içine alan dinin bütününü oluşturmaktadır.


Psikolojik ve sosyolojik anlamda dindar insanın tapınma eylem ve işlemleri olarak ibadet, dini hayatın esaslı ve gerçek bir ifadesi olarak kabul edilir. Bazı bilim adamlarına göre –William James, Jung, Maslow gibi- dinin fert üzerindeki asıl fonksiyonunu onda güçlü, uyumlu, bütünleşmiş, sağlam bir kişilik oluşturmasıdır. Buradan hareketle dini inanç ve değerler, ibadet ve törenlerle dünya hayatına ilişkin dini açıklamalar insan hayatına bir anlam ve amaç kazandırır; insanlar arası ilişkileri düzene koyar; kişinin zihinsel açmazlarını çözer.


Dinin, insanın iç dünyası ile tabii ve toplumsal çevre arasında denge ve uyum kurmasına yardımcı olmasında ve insana kişilik yapısındaki güçleri bütünleştirme imkanı vermesinde ibadetin büyük payı bulunmaktadır. Ciddiyetle ve samimiyetle ibadet eden kişi kendisine ve yaratıcısına karşı dürüst olmaya gayret gösterir ve daha değerli olmak için çaba gösterir.


Manevi kirlenmenin önlenmesi ve ahlaki zaafların giderilmesi, uyumlu, tutarlı, dengeli ve huzurlu bir ruhi hayatın yaşanması bakımından ibadetler en etkili vasıtalardır. Kur’an’da bir çok itikadi ve ahlaki ilkenin yanında namazın ve mali ibadetlerin kişiyi egoist ve yıkıcı duyguların etkisinden koruyacağına işaret edilmiştir. “Şüphesiz insan çok hırslı ve sabırsız olarak yaratılmıştır. Kendisine kötülük dokunduğu zaman sızlanır. Ona bir hayır dokunduğunda da eli sıkıdır. Ancak, namaz kılanlar başka. Onlar, namazlarına devam eden kimselerdir. Onlar, mallarında; isteyenler ve (isteyemeyip) mahrum kalanlar için belli bir hak bulunan kimselerdir. Onlar, ceza gününü tasdik eden kimselerdir. Onlar, Rablerinin azabından korkan kimselerdir.”( Mearic, 70/ 19-27).


Din ve ibadet hayatının ahlaki seviyeyi yükselttiği bir gerçektir. Bu ise başta şekil ve anlamıyla, kalıbı ve özüyle bir bütün oluşturan ibadetlerin, buna uygun tarzda yerine getirildiği zaman amaçlanan etki ve sonuçları göstermesiyle gerçekleşir. Gazali’nin ifade ettiği gibi ibadetlerden maksat şuuru gündelik, alışılmış, sıradan yaşantıların etkisinden uzaklaştırıp organların da yardımıyla daha üstün bir şuur düzeyine yükseltmek, kalbi sıfatları daha iyileri ile değiştirmektir. Bu anlamda, misal olarak, namazda secde ederken alnın yere konmasında asıl maksat, alın ile yerin bir araya getirilmesi değil bu sayede kalpte tevazu sıfatının güçlendirilmesidir. Kalbinde tevazu hisseden kişi organlarıyla bunu dışa vurursa tevazu daha da güçlenir. Buna karşılık yapılan hareketten kalben uzak kalındığında, onun amacına dikkat çevrilmediği zaman o hareketin anlamını içte yaşatacak ve güçlendirecek bir etki de duyulmaz. Aynı şekilde kalp dünya işleriyle meşgul olduğu halde secdeye varan bir kimsenin alnını yere koymasından kalpteki tevazuu güçlendirecek bir etki meydana gelmez. (Hökelekli, Hayati, “İbadet”, DİA, c.19, s250).


Şekil ve anlam bütünlüğü içersinde yerine getirilmeyen bir ibadet verimsiz, eksik ve özürlüdür. Böyle bir ibadetin Allah nezdinde kabul edilmesi de beklenemez. Bu konuda “Şu namaz kılanların vay haline ki onlar kıldıkları namazın manasından uzaktırlar, onlar namazlarıyla gösteriş yaparlar. Ufacık bir yardıma bile engel olurlar” (el- Maun 107/4-7) mealindeki ayetler namaz kılmada özü yakalayamamış ve onun olumlu etkilerini davranışlarında gösterememiş kişilerin durumunu çok çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır. Özellikle gönümüzde namaz gibi İslam’ın temel ibadetlerini yerine getirip de kendilerinden beklenen ahlaki olgunluk ve erdemliliği gösteremeyen kişileri, ibadetlerin özünü tam manasıyla kavrayamadıklarından hareketle değerlendirmek gerekir.


Namaz ve orucun kişiyi zararlı duygulardan koruyacağını, kötü davranışlardan alıkoyacağını ifade eden ayet ve hadislerin olması da dikkat çekicidir.” (Ey Muhammed!) Kitaptan sana vahyolunanı oku, namazı da dosdoğru kıl. Çünkü namaz, insanı hayasızlıktan ve kötülükten alıkor. Allah’ı anmak (olan namaz) elbette en büyük ibadettir. Allah, yaptıklarınızı biliyor.” (Ankebut, 29/45). Namaz kılıp oruç tutup da bile bile insanlarla olan ilişkilerinde dini, insani ve hukuki anlamda uygun olmayan tutum ve davranış içersinde olanlar kendilerinde namaz ve oruçla bir değişimi gerçekleştirememiş ve ibadetleri gösteriş amacıyla ifa eden kişilerdir.


İbadetlerin sırlarını, gerçek mana ve önemini kavrayan bazı alimler namaz kıldığı, oruç tuttuğu halde, hala çirkin işler yapan ve  fenalıktan sakınmayan kimseyi, abdest alırken yüzünü, eline su almadan yüzünü üç kere yıkayan kimseye benzetmişlerdir: Uzaktan bakan onun abdest aldığını zannetse de o gerçekte abdest almamaktadır.  Peygamberimiz de, “Oruç tutan öyle insanlar vardır ki, karları sadece açlık ve susuzluk çekmektir” (İbn Mace, “Sıyam”, 21) buyurmuşlardır.


Gazali orucun üç derecesinden bahsederken, bedende iştah ve şehvetin tatmin yeri ve aracı olan mide ve cinsel organı, iştah ve şehvet duyduğu şeylerden mahrum etmekten ibaret orucu, “sıradan insanların orucu”(avam orucu) olarak; buna ilaveten gözü, kulağı ve diğer azaları günahtan korumayı “özel kişilerin orucu” (havas orucu) olarak ve tüm bunlara riayet ettikten başka, kalbini düşük emellerden arındırarak bütün varlığıyla Allah’a bağlanmayı ise “daha özel kişilerin orucu” (ehassü’l-havas orucu) diye tanımlar. Dolayısıyla ibadetin toplumsal ilişkilere, sosyal hayata yönelik sonuçlarının olması kaçınılmazdır. 


İbadetler, insanda olumlu tutum ve davranışların oluşmasına, gelişmesine ve pekişmesine; olumsuzlarının da değişmesine vesile oldukları sürece anlamlıdırlar.İbadetlerin ruhunu yakalama ve hissetme bakımından onların hem iç dünyamızda, hem de dış dünyamızda yansımalarının olması gerekir. Böylece iman, ibadet ve ahlak olarak din, insanın kendisi için anlamlı bir bütün haline getirebilsin.

Kosova’daki Bağımsızlık

0

Balkanların ufalanma sürecinde nihayet Kosova “Bağımlı Bağımsızlığa” ABD bayraklarının gölgesinde kavuştu. İlk tanıyan ülkeler arasında Türkiye olmasına rağmen; Yeni Anayasa Taslağında Türkçe’nin  ve dolayısıyla  Türk nüfusunun varlığının dışlandığı basında yer alıyor. Türkiye’nin dış güvenlik çemberinde siyasi tesirliliğini azaltabilmek için Türkiye’de Türk kimliği ile uğraşılıyor. Dün ABD’li askerlerin Irak’ta elini öpen Arapların tavrı gibi, ABD bayrakları sallayarak sözde bağımsızlığı kutlayanlar karşılaşacakları tehlikenin de farkında değillerdir. Dün Irak’a “Emperyal Demokrasi” (Ortadoğu’nun şekillendirilmesine uygun bir demokrasi)  getirenler bugün Kosova’dalar. Kosova’nın atıl duran ekonomik kaynakları ele geçirilecektir. Batı kapitalizminin yeni yerli stratejik ortakları ortaya çıkacaktır. Bu ve benzeri gelişmeler iki kutuplu soğuk harp dönemine dönüştüğü oranda bize fayda sağlayabilir.


Bir dönem Prizren’den Türkiye’yi gezmeye gelen Türk öğrenci ve öğretmenleri kabul eden İçel Valisinin İngilizce tercüman arayışını unutmadık. Balkanlar’da Türk olmak dün de, bugün de kolay değildir. Bazı köyler Türkçe’yi unutmuş ve Arnavutlaştırılmıştır. Kosova’da 250.000  kişi gayet güzel Türkçe konuşmasına rağmen; Türk sayısı 60.000 dolaylarında verilmektedir. Birçok Türk baskı sonucu kimliğini Arnavut olarak resmi kayıtlara geçirmiştir. Buna sebep olanlar bizim Müslüman kardeşlerimizdir. Bir ara Priştine Üniversitesi’nin Türk Dili Bölümü aynen Gagavuzya’da olduğu gibi  kapatılmıştı.


Prizren’de Aydınlar Ocağı’nın kuruluşu dolayısıyla otobüs terminalinde hareket etmeden önce karşılaştığımız bir olayı hiç unutamamam. İlahiyat Fakültesi Profesörü bir öğretim üyesi ve Makedonyalı bir Pomak Türkü ile karşılaştım. Yanımdaki Gostivar’lı arkadaşımız bu Pomak Türkünü methederek bana tanıttı. Bir süre sonra bu ilahiyatçı Pomak, Pomaklık ve Türklük ile bir ilgisinin olmadığını, bunlarla ilgilenmediğini söyleyiverdi. Ancak, nüfus sayımında  Müslüman olduğu için kendisini Arap olarak ifade etmiş. Bu kararda yanındaki ilahiyatçı profesörünün katkısı nedir diye düşünmüştüm.


Bu gezi bize birçok şeyi öğretmişti. Kosova’dan çok olumlu intibalarla ayrılmıştık.  Dönüşte intibalarımızı tesbit ve teklif şeklinde yazmıştık (Erkal, M. E., Merkez Binanın Penceresinden, Derin Yayınları, İstanbul 2003, sh. 234).


Bunlar arasında; Türkler üzerindeki tehdit, Papalığın Arnavut-Türk çatışması için tahrik edici faaliyetleri, bilhassa Arnavutları Hıristiyanlaştırma gayretleri ve bu yolda kullanılan ekonomik kaynaklar, Arapların Osmanlı izini silici cami yapımları, bazı Türk bölgelerinde çocukların ilköğretim sonrası  okula gönderilmemeleri, anaokulu ihtiyacı, yatırım için gelen Türk iş adamlarına çıkarılan zorluklar, çalışma hayatındaki bazı sınırlamalar  dikkat çekiyordu.


Kosova’da herkese olduğu gibi, Diyanet İşleri Başkanlığına da büyük görevler düşüyor. Sultan Murat Türbesi’nin imarı sevindiricidir. Ancak Priştine’de Osmanlı’dan kalma bir cami yıkılmıştır. Ülkemizde Kosovalı gençlerin lisans ve lisansüstü çalışmaları için ayrılacak kontenjanlar arttırılmalıdır. Atatürk Dil-Tarih ve Kültür Yüksek Kurumu Prizren’de bir kitabevi açabilir.

Gelir Vergisi Oranları

0

Türk vergi sisteminde, artan oranlı bir vergi uygulamakta olup, uygulanan gelir vergisi oranlarında yıllar itibariyle sürekli bir  düşüş seyri görülmektedir.


Tablo 1. 1980–2006 Yılları Arasında Uygulanan Gelir Vergisi Oranları Seyri (%)


































































































































































































































































Yıllar Oranlar

1980


40


45


50


60


70


75


66


1981


35


40


48


58


63


73


65


1982


25


30


38


48


58


63


55


1983


25


30


38


48


58


63


55


1984


 


25


30


35


40


45


50


1985


 


25


30


35


40


45


50


1986


 


25


30


35


40


45


50


1987


 


25


30


35


40


45


50


1988


 


25


30


35


40


45


50


1989


 


25


30


35


40


45


50


1990


 


25


30


35


40


45


50


1991


 


25


30


35


40


45


50


1992


 


25


30


35


40


45


50


1993


25


30


35


40


45


50


55


1994


25


30


35


40


45


50


55


1995


25


30


35


40


45


50


55


1996


25


30


35


40


45


50


55


1997


25


30


35


40


45


50


55


1998


 


20


25


30


35


40


45


1999


 


15


20


25


30


35


40


2000


 


15


20


25


30


35


40


2001


 


15


20


25


30


35


40


2002


 


15


20


25


30


35


40


2003


 


15


20


25


30


35


40


2004


 


15


20


25


30


35


40


2005


 


 


15


20


25


30


35


2006


 


 


 


15


20


27


35


2007


 


 


 


15


20


27


35


Kaynak: Gelir İdaresi Başkanlığı, (2007)
*193 sayılı GVK’nun 103. maddesine istinaden çıkarılan Bakanlar Kurulu Kararlarıgereğince gelir vergisi oran ve dilimleri değiştirilmektedir.


Tablo1.’de 1980–2006 yılları arasında uygulanan gelir vergisi oranlarının seyri verilmektedir. Görüldüğü üzere 1980 yılında 7 tarife olan gelir vergisinde en düşük oran % 40 ve en yüksek  oran ise % 66’ dır. 1985 yılında dilim sayısı 6’ ya düşmüş ve oranlarda % 25 ile % 50 arasında değişmiştir. 1993 yılında dilimler ve oranlar tekrar artış göstermiş ancak 2005 yılında dilim sayısı 5’e düşmüş ve oranlarda %15 ile % 35 arasında değişmiştir. 


Tablo 2. 2008 Yılı Gelir Vergisi Tarifeleri


















Gelir Dilimi (YTL)

Vergi Oranı(%)


7,800.00 – liraya kadar


15


19,800.00 – liranın 7,800.00 – lirası için 1,170, fazlası


20


44,700.00 – liranın 19,800.00 – lirası için 3,570, fazlası


27


44,700.00 – liranın 44,700.00- lirası için 10,293, fazlası


35


Kaynak: Gelir İdaresi Başkanlığı, (2008)


Türkiye’de uygulanan gelir vergisi tarifelerinde özellikle son yıllarda gelir dilimi artırılarak oranlar düşürülmüştür. Tablo 2.’den anlaşılacağı üzere gelir vergisi oranları; düşük oran 0-7.800 YTL arasında % 15, 7.800-19.800 YTL % 20 temel oran, üçüncü oran 19.800-44.700 arasında % 27 ve 44.700 YTL-üstü’nde ise % 35 yüksek oran uygulanmaktadır.


Bir de AB’nin ekonomisi en gelişmiş ülkelerinin uyguladıkları vergi oranlarını ve dilimlerini ele alalım. İngiltere’de, gelir vergisi oranları; 0–2.150 € arasında düşük oran % 10, 2.150–31.150 € arasında % 22 temel oran ve 31.150 €-üstü ise % 40 yüksek oran uygulanmaktadır. Temel orana denk düşen gelir dilimi sınırı altında kalan ve kâr payı dışındaki faiz gelirleri gibi yatırım gelirlerinde bu oran % 20 olarak uygulanmaktadır. Almanya’da ise bekâr mükellefler ve evli çiftler için gelir vergisi oranları ise % 0 ile % 42 arasında tarifelere göre değişmektedir. Bekâr mükellefler için 7.664 Euro ve evli mükellefler için 15.329 Euro’luk gelir % 0 oranıyla vergi dışı bırakılmıştır.


Avrupa Birliği’ ne üye olmak için 48 yıllık uzun bir adaylık geçmişi olan ve son yıllarda da büyük bir mücadele örneği gösteren Türkiye’ nin, gelir vergisi oran ve dilimlerinde Avrupa Birliği’ nin bu üç büyük ülkesini örnek alması durumunda, asgari ücretle geçinmek zorunda olan 3 milyon 42 bin 396 çalışanımız (2006 verilerine göre), 7.800,00 YTL’ ye kadar gelir vergisi ödemeyecek veya en azından düşük oranda bir vergi ödeyecektir. Bunun sonucunda gelir dağılımında ki dengesizlikler yok edilerek özellikle alt gelirli grupların yaşam standartlarında bir iyileştirme gerçekleşecek ve bu da ekonomiye artı bir değer kazandıracaktır.


Asgari ücretliden kesilmeyen ve ya az kesilen vergiden dolayı vergi gelirlerindeki azalmayı ise Çalışma Bakanlığı’ nın şu an kararlılıkla üzerine gittiği kayıt dışı çalışmayı önleyerek engelleyebiliriz.


Sonuç olarak 25.01.2008 tarihinde verdiğim konferansta dile getirdiğim gibi bir asgari ücretli normal tarife üzerinden vergilendirilirken, hazine bonosu ve devlet tahvillerinden 260.000 YTL’ ye kadar elde edilen alım-satım karı ve faizden vergi alınmamaktadır. Veya başka bir örnek verirsek bir asgari ücretli 2006 yılında aylık 68 YTL vergi öderken basit usule tabi mükellefler bunun ¼‘ ünü ödemesi vergi sistemindeki çarpıklığı tam anlamıyla ortaya çıkmaktadır. Bu olumsuzlukları da Maliye Bakanlığı vergi reformu ile çözerse asgari ücretliden gelir vergisi alınmamasından veya daha az bir oranda vergi alınmasından dolayı devletin vergi gelirlerinde meydana gelen azalmayı önlemekle kalmayız vergi gelirlerini de arttırırız. Artan gelirleri de adaletli bir şekilde dağıtarak gelir dağılımındaki sosyal adaleti sağlamış oluruz.


Saygılarımla.

Halkla İlişkiler Uygulaması – 2

Geçen hafta Emniyet Teşkilatının, ‘’iç yüzü’’ olarak belirtmek
gerekirse, çalışan memnuniyeti uygulamasından bahsetmiştim.  Çalışan
memnuniyeti ve motivasyon sağlanması sonucunda, işindeki gayreti ve
başarısı ile değer bulan bir personelin, görevini layıkıyla yerine
getirdiğini ve bundan hem kurum, hem personel hem de vatandaşın
kazançlı çıktığını söylemiştim.

Bu hafta Emniyet Teşkilatının dış yüzü, Polis- Halk ilişkileri
açısından önemli bir konu olan ‘’Toplum Destekli Polislik’’ projesi ve
uygulama alanlarını anlatacağım. İçinden çıktığı toplumla iç içe
bulunarak güvenlik hizmeti sunmak bu birimin ülkemizde temel amacıdır.
TDP uygulamaları, toplumun bir ferdi olarak başta beni ve tüm toplumu
ilgilendirmekte. 25 İl’de uygulanan ve 81 il’e yaygınlaştırılacak
başarılı bir uygulama olmasından dolayı da,bu konunun, bu hafta
okurlarımızla paylaşılmasını uygun buldum.

Kısa adı TDP olan ‘’Toplum Destekli Polislik’’projesi; Emniyet
Müdürlüğü tarafından, toplumun güvelik tedbirleri ile ilgili her konu
da  bilinçlendirilmesi, bilgilendirilmesi, farkındalık oluşturulması ve
toplumsal duyarlılığın artırılması için kurulmuş bir projedir. Toplum
Destekli Polislik Büro Amirliği, Kocaeli de Nisan 2007 de kurulmuştur.
Gebze İlçe Emniyet Müdürlüğü’nde de bu birim kurulma aşamasındadır.

Toplum Destekli Polislik olarak ne gibi uygulamalar yapılmaktadır?
“Desteğinizle Daha Da Güçlüyüz” ilkesiyle hareket eden Kocaeli Toplum
Destekli Polislik Projesi kapsamında hırsızlığa karşı tedbirler için
site toplantıları, sitelerde zil uygulamaları, okullarda öğrencilerin
bilinçlendirilmesi, esnafın ziyaret edilmesi, mahalledeki sıkıntıların
yerinde görülmesi  gibi uygulamalar yapılmakta. Emniyet Müdürlüğünün,
 vatandaşla iş birliği açısından da oldukça önemli bir konu. Konuyu
örneklerle açarsak;

Proje kapsamında, hırsızlık gibi olumsuz durumlara karşı alınacak
tedbirler hususunda uyarıcı çalışmalar yapılmakta ve evlerde zil
uygulaması çalışmaları olmaktadır. Buna göre; polis ekipleri tarafından
gezilen yerlerde görülen aksaklıklar olarak apartmanın giriş
kapılarının açık olup olmadığı, zil uygulamalarına göre kontrol etmeden
açan, kim o dedikten sonra açan, ısrar edince açan, tanımadığı için hiç
açmayan, evde olmayan gibi uygulamalar yapılarak gözlenmekte.

Bu tür uygulamalara karşı da vatandaşın ne gibi tedbirler alması
gerektiği uygulama sonucunda  polisler tarafından apartman sakinlerine
aktarılmaktadır. Genel olarak bakıldığında, iki ay sonra aynı zil
uygulaması tekrar yapıldığında ise vatandaşın uygulamalarda
bilinçlendiği ve önceki hataları tekrarlamadığı görülmektedir. Bu
uygulamada apartman toplantıları düzenlenmekte, zil uygulaması yapılan
apartmanların yöneticileri ile görüşülerek apartman sakinleri ile
toplantı tertiplenmektedir. Bu toplantılar slayt eşliğinde olup Alo 155
hırsızlık, komşu kollama, asayişe yönelik dikkat edilecek hususlar ve
güncel konular hakkında bilgilendirmeler yapılmakta ve soru-cevap
şeklinde fikir alış verişinde bulunulmaktadır.

Yine bu kapsamda okullarda, okul bilgilendirme toplantıları
düzenlenmekte ve TDP hakkında öğrencilere bilgi verilmektedir. Ayrıca
155 tanıtımı yapılmakta, vatandaşların gerekli olay ve konuları
ücretsiz olan 155’e bildirmeleri, sigara ve alkolden uzak durma, asayiş
olayları, trafik kuralları ve kazalara neden olan unsurlar, trafik
kurallarına uymayanları uyarma, öğrencilerin alması gereken tedbirler,
anne-baba, öğretmen ve arkadaş ilişkileri, arkadaşları özenle seçme,
güvenlik hizmetlerine nasıl katkıda bulunulabilir…gibi konularda
bilgiler verilmektedir.

Yine okullarda bu proje kapsamında okul yöneticisi ve öğretmenlerle
görüşülerek karşılaştıkları sorunlar hakkında bilgi alınmakta. Okul
giriş ve çıkışları da kontrol altında tutulmaktadır.

Esnaf ve işyerlerine yönelik TDP faaliyetlerinde ise; iş merkezi ve
iş yerlerine girilip, esnaf ve vatandaşlara TDP faaliyetleri
anlatılmaktadır. Ayrıca; Güvenlik kameraları, Alo 155, hırsızlık,
asayişe yönelik dikkat edilecek hususlar ve güncel konular hakkında
bilgi verilmektedir. Kafe, internet kafe, ve oyun salonları ziyaret
edilip, uygun çalışıp çalışmadıkları ve içeride bulunan çocukların
yaşları kontrol edilmektedir.

Toplumla bu konuları paylaşan Emniyet Müdürlüğü, kurum ve
kuruluşlara yönelik de, TDP gerçekleştirmektedir. Muhtarlar ile,
Belediyelerin zabıta birimleriyle ortak çalışma yapılmakta, İTO gibi
kuruluşlara bilgi verilmekte, polis- halk ilişkilerini güçlendirmek
için belediyenin açtığı iftar çadırında vatandaşla birlikte iftar
açılmaktadır.

Sosyal yardım faaliyetlerinde bulunulmakta bu kapsamda engelli,
sokak çocuğu, yaşlılar, muhtaç kimseler konusunda da ilgili yerlerle
irtibata geçilmekte, taziye ziyaretleri gerçekleştirilmektedir.

Tüm bu çalışmalarda basılı materyal ile toplum destekli polislik
uygulamasının tanıtımı yapılmakta ve el ilanı ile çalışmalar
desteklenmektedir. Çift taraflı Vatandaş-polis duyarlılığıyla, bir çok
verimli proje ve uygulamalara da adım atılabileceğini düşünüyorum.

Ülke güvenliğine ayrı ve önemli bir hava katan Toplum destekli
Polislik hakkında ve emniyetin Polis-Halk ilişkileri açısından
anlatacaklarım bu kadar. Sizlerde sitenize, apartmanınıza, iş yerinize,
okulunuza, kurumunuza bu özverili polisleri davet edip bilgilendirme
talep edebilirsiniz. Eminim öğrenilecek çok şeyler vardır. Yapmış
olduğu çalışmalarından dolayı  TDP Polislerine çok teşekkür eder,
başarılarının devamını dilerim.