10.8 C
Kocaeli
Salı, Temmuz 8, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1312

Ekonomide Mevcut Dengeler Sürdürülemez

Mevcut düzenin sürekliliği anlamına gelen “istikrar”, son seçimlerde
de iktidarı belirleyen en önemli kavramlardan biri oldu. Muhalefetin ne
yapacağına dair net bir kanaat edinemeyenler ile “düzende süreklilik”
isteyenlerin tercihi AKP iktidarının devamından yana oldu.

Bu tercihi yapanların istikrar adına oy vermesi, şüphesiz iktidarın
aynı şeyleri yapmasını istemek değil, değişen şartlara ve gayelere
uygun olarak ve büyüyen hedeflere varmak için benzer stratejik
politikaların tekrarlanmasını istemek anlamına geliyor.

Kısacası halkımız iktidarın izlediği politikalar sonucu oluşmuş
dengelerden genel olarak memnundur ve bu dengelerin korunacağı veya
geliştirileceği bir yönetim istemektedir.

Bugünkü yazımızda sosyal ve siyasi dengeleri bir yana bırakıp sadece
ekonomideki dengelerin sürdürülebilir olup, olmadığını incelemeye
çalışalım.

Türkiye son 5 yıldır sürekli bir büyüme göstererek bu alanda
istikrarlı bir çizgi yakalamış gözüküyor. Ancak Ege Cansen’in
ifadesiyle, “İktisadi kıstaslara göre, AKP iktidarı döneminde ekonomide
yüz güldürücü sonuçlar alındığı doğrudur. Ancak ortada abartılacak bir
başarı yoktur. Gerek enflasyonun düşmesi, gerek büyüme açılarından
Türkiye’nin performansı, Latin Amerika ve Doğu Avrupa’daki emsal
ülkelerle aynı düzeydedir hatta düşüktür. Ekonomimizde gözlemlenen
iyileşme, büyük çapta küreselleşmenin bir sonucudur. Dünyada kum gibi
döviz vardır. Bu yüzden, “yüksek faiz-ucuz döviz”e dayalı demode bir
istikrar politikası izleyen Türkiye, 65 milyar dolar ticaret ve 35
milyar dolar cari açığa rağmen krize girmiyor.”

Son verileri değerlendiren iktisatçılar kamu finansman dengesinin
bozulmaya devam ettiğini, özellikle dış ticaret açıklarının ürkütücü
boyutlara geldiğini vurguluyorlar. 2001 yılında dış ticaret açığının
milli gelire oranı yüzde 7.1 iken, şimdi bu oran yüzde 14’e fırladı.
Dünyada döviz bolluğunun verdiği imkânla ve dünyanın en yüksek reel
faizini vermek suretiyle bu açığı finanse etmeye devam ediyoruz.

“Bir yıldan diğerine milli gelirden çok daha hızlı artan dış açıklar
bir noktada kaçınılmaz olarak tıkanmaya neden olacaktır.” Bir süre
sonra Uluslararası piyasalar elverişli olmaya devam etse bile, dış
açıkları finanse etmekte zorlanacağız. Yani mevcut dengenin
sürdürülmesi mümkün görülmemektedir.

İhracatımız artarak yıllık 100 milyar dolar seviyesine geldi. Ancak
ihracatın önemli bir bölümünde giderek artan ithal ara malları
kullanılmakta. Bu ara mallarını üreten Türk sanayii çökme noktasında.
Buna rağmen dış ticaret açığı büyümeye devam etmekte.

Ekonomide yaratılan toplam katma değerin (ürettiğimiz mal ve
hizmetlerin) giderek ithalata daha fazla bağımlı olmasının arkasındaki
ana sebep Türk Lirası’nın reel olarak değerlenmesidir. Bunun sonucu
olarak özellikle “ucuz ithal ürünlere” olan iç talep artışı da ilave
bir faktördür.

Gerçek bir ekonomik istikrar için herkes “yüksek faiz, düşük kur”
politikasının çıkmaz sokak olduğunu biliyor. Nitekim en son TOBB
Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu Kur politikasını eleştirerek, dolar
kurunun 1.2 YTL’nin altına indiği gelinen aşamada, ihracatçılar başta
olmak üzere tüm üyelerinin şikayetçi ve zor durumda olduğunu açıkladı.
Dövizin geldiği noktadan çok rahatsızız” diye konuştu.

Diğer yandan faizin bu kadar yüksek olmasının da bir diğer
rahatsızlık kaynağı olduğunu ifade eden Hisarcıklıoğlu, “Bütün
sanayicilerde şikâyet var. Çünkü dövizin geldiği noktada arkadaşlar zor
ihracat yapıyor. Faizlerden dolayı içerdeki tüketim de kısılıyor” dedi.

Ancak bu politikadan vazgeçmeye yani faizlerin dünya ortalamalarına
düşürülmesine, “enflasyonu artıracağı” gerekçesiyle Merkez Bankası
karşı çıkıyor. Kur yükselmesi, (döviz kurlarının düşmeye devam
etmesinden yararlanarak) dövizle borçlanan iş adamları ve Hazine’nin de
işine gelmiyor. Devlet borçlarından daha yüksek seviyeye gelen döviz
bazlı özel sektör borçları, kurların yükselmesi halinde bu iş
adamlarını ciddi sıkıntıya sokacaktır. (Hazine’nin yayınladığı
bilgilere göre Haziran sonu itibariyle Türkiye’nin dış borcu 226 milyar
dolardır. Özel sektör borçları ise yılbaşında 120 milyar dolar iken
altıncı ayın sonunda 138 milyar dolara fırladı.)

Kurların yükselmesi “ucuz ithal malını” seven halkımızın da hoşuna gitmeyecektir.

Ekonomistlerin üstü kapalı olarak ve bazı iktisadi kavramlarla hissettirmeye çalıştığını biz daha açık bir şekilde söyleyelim:

Ya yumuşak geçiş politikaları (faizlerin kademeli olarak
düşürülmesi, kurların yavaş yavaş yükseltilmesi) ile bazı kesimlerin
canı yakılmaya başlanacak ve bu can yakma biraz zamana yayılacağı için
istikrar görüntüsü bozulmayacak. Veya sürdürülemez dediğimiz
politikaların devamı ile şartlar zorlayacak ve milletçe topyekûn
canımız yanacak.

Planlı Yaşamak ve Düzeni

Yaşadığımız toplumda bireyler genellikle günlük yaşam içinde önüne
ne gelirse onunla yetinerek yaşamayı kendilerine yol seçmişlerdir. Asıl
amaç insanların bir gün, bir hafta, bir ay sora ki veya yıllarını
planlaması o kişinin düzenini ve hayattan olumlu beklentiler içinde
olmasını sağlar.

Biz çocuklarımızın hayatları boyunca nasıl planlı çalışmaları ve
hayatlarını bu düzen içinde sağlamaları gerektiğini anlatacağız.

Çocuklara sorumluluk vermek, başarılı bir yetişkin olabilmeleri
için gereken adımların ilkidir Anne babaların bilmesi gereken nokta,
alışkanlıkların kazandırılmasının belli zamanlar gerektirdiği, doğal
ortamlarda sabırlı yaklaşmanın esas olduğudur. Sonuçta tüm çabalar
küçük küçükte olsa sonuçlarını verecektir.

Çocuklarınızın zamanlarını iyi değerlendirebilmeleri, günü
yakalayabilmeleri için Bu gün ne yapacaksın? sorusu çok önemli bir
sorudur. Gününü planlama alışkanlığı kazanamayan çocuklar, yakın
gelecekte görev ve sorumluluklarını erteleme, yarım bırakma, vazgeçme
gibi davranışlar sergilerler. Oysa planlama, çocuğun özdenetim
becerisini kazanmasında temel koşullardan biridir.

Bu gün ne yapacaksın? sorusunu sormak:

Çocuğun bir gün öncesinden yarın ne yapacağının planını yapmasına
teşvik ediniz. Planlamada her türlü kararı kendisinin vermesini
sağlamak planın uygulanmasını kolaylaştıracaktır. “Yarın ne yapacağını,
ne zaman yapacağını, ne kadar zamanda yapacağını belirleyebilirsin.
Bunları belirlerken iyi düşün, planlama yaptıktan sonra değiştirme
şansın olmayabilir.”

Tüm bunları çocuklarımıza yaptırırken ebeveynler olarak onlara
yardım ve desteklerimizi esirgememeliyiz. Bunlardan daha önemlisi
bizler de hayatımızı örnek bir planlama ile yönlendirmek ve örnek olmak
zorundayız.

Neler yaptırabiliriz?

  • Günlük işleri bütünle ilişkilendirmesine yardımcı olunabilir.
    Aylık ve haftalık takvim üzerinde önceden belirlenmiş ve istenen
    sorumluluklar yazılabilir.
  • Günlük yapılacaklar listesi hazırlatılabilir.
  • Yapılacaklar listesindekileri tamamladıktan sonra çocuk ödüllendirilebilir.
  • Hatırladığı
    ve düzenli olduğu her davranışı fark edilmeli, bunu nasıl başardığı
    sorulmalıdır. Bu belli stratejiler geliştirmesini sağlayacaktır.
    Sonrasında takdir edilmelidir.
  • Büyük işler küçük parçalara bölünebilir.
  • Kontrol listesi hazırlanabilir.
  • Belli eşyaları ait oldukları yere koyma konusunda yer belirlenip, kural oluşturulabilir.
  • Hatırlama konusuna odaklanılmalı. Unuttuğu ve aksattığı iş için
    kendini suçlu hissetmesine izin vermeden, bir daha böyle bir sorunda ne
    yapması gerektiğine dikkat çekilebilir.
  • Sürekli kurtarıcısı olunmamalı. Sorumlulukları ve yaptıklarının sonuçlarıyla baş başa bırakılabilmelidir.
  • Kızmak yerine daha düzenli olması için neler yapması gerektiği
    öğretilmelidir. Küçük yaş çocuklarının yaşının üzerinde beklentiye
    girmeden yönlendirilmeye, yardıma, tekrara ve onlar için hazırlanmış
    programa ihtiyaçları vardır.

Ayrıca bunun bir oyun olmadığını ve onların bu programın
kendileriyle ilgili bölümünü üstlenmelerini beklediğinizi bilmeleri
gerekir. Çocuğun organize olmakta zorlandığı etkinlik için basit bir
plan hazırlanıp odasına asılabilir. Arada “planın nasıl gidiyor?” gibi
yumuşak bir hatırlatma yapmak çocuğun hedefe yaklaşmasına yardımcı
olabilir.

Belki de en önemlisi ebeveynler olarak yaptığımız planları
planladığımız şekilde uygulamak olmalıdır. Çocuklarımız için yapılan
plan ayrıntılarında onları kesinlikle ihmal etmemeliyiz. Çünkü en
önemli ayrıntı çocuklarımızdır.

Zekat

Lügat manası: Temizlik, bereket ve çoğaltmak gibi manalara gelir.

Zekatta size ait olmayan paranın sizin paranızdan ayrılmasıyla geriye kalan para tamamen size ait olup temizlenmiş olur.

Zekatı verilen parayı Allah Teala bereketlendirir. Cimrilik
yapmadığınız ve başkasının hakkına tenezzül etmediğiniz içinde onu
çoğaltır.

Istılahta ise: Sırf Allah rızası için zenginlerin mallarının bir kısmını Müslüman fakire vermesidir.

Zekat mal ile yapılan bir ibadettir. Yapılan bir işin ibadet
olabilmesi için sırf Allah rızası için yapılması şarttır. Eğer işin
içerisinde riya var ise o iş ibadet olmaktan çıkar.

Zekatı şöyle algılamak daha doğrudur: Zekat olarak verdiğiniz para
size ait bir para değildir. O sahibine ulaştırılmak üzere size emanete
bırakılmış bir paradır. Zekat vermek emaneti zamanı gelince sahibine
vermek demektir.

Zekatı vermemekle emanete el koymak veya başkasına ait olan bir parayı gasp etmek arasında bir fark yoktur.

Zekatı verdiğiniz kişi onu istediği gibi harcama yetkisine de sahiptir. Nereye harcayacağına siz karışamazsınız.

Zekat: Hicretin ikinci yılında farz olmuş islamın şartlarından bir
tanesidir. Cemiyet ve fert üzerinde önemli bir yere sahiptir.

K. Kerim’de 32 yerde zekat vermeyi, 2 yerde de zenginlerin malında
fakirlerin de hakkı olduğuna dair hükümler vardır. “Namazı kılınız,
zekatı veriniz.”

“Müminlerin mallarında dilencinin ve dilenmeyen fakirin hakkı vardır.” (Zariyat 19)

Esas itibarı ile zekat iki kısımdır. Birincisi farz olan zekat, ikincisi vacip olan fıtır sadakasıdır.

Zekat verilecek mallar:

1-Altın, gümüş, ticaret mallarının, üretme veya süt için beslenen hayvanların zekatı

2-Ekinlerle meyvelerin zekatı. Buna öşür de denir.

Zekatın fevri oluşu: Zekat farz olunca hemen geciktirmeden verilmelidir. Geciktirilirse insan günaha girer.

Zekatın farz olmasının şartları:

  1. Müslüman olmak: Gayri Müslimler zekat vermezler.
  2. Akıllı olmak: Deliler mükellef olmadıkları için zekat vermezler.
  3. Buluğ çağına girmiş olmak: Çocukların mallarından zekat verilmez.
  4. Hür olmak: Kölelerle, tutsak olanlar zekat vermez.
  5. Nisab miktarı mala sahip olmak: Asgari miktara nisab denir. Nisaba sahip olmayan insanlar dinen zekat vermek zorunda değildir.
  6. Nisabın üzerinden bir yıl geçmiş olması: Bu son iki madde mal ile ilgilidir.

Gasp edilen, vakfedilen, ticari olmayan mal ve eşyanın zekatı yoktur.

Zekatın nisabı: Zekatın farz olması için malın nisaba ulaşması
şarttır. Nisabtan az ise zekat farz olmaz. Zekat malı üzerinden bir
sene geçmesi lazım.

Bir yıl geçmez ise zekat farz olmaz. Sene başında nisaba ulaşan mal sene içinde azalıp
çoğalabilir. Sene sonunda nisabı koruyorsa zekata tabidir. Nisabtan az olursa zekat vermez. Zekatta esas olan kameri yıldır.

Bunun içinde zekatlar daha ziyade ramazan ayına göre ayarlanır.

Nisabın miktarı: 81 gram altın veya ona denk döviz, Türk parasıdır.
Bu paranın üzerinden bir kameri yıl geçince eldeki para 81 gram altın
veya üzerinde ise eldeki mevcut olan paranın miktarı üzerinden zekat
verilmesi mecburidir.

Zekatta tabi olmayan mallar:

Aslı ihtiyaçlar: Yazlık- kışlık ev veya apartman daireleri, ev
eşyaları ve mobilyalar, araba, kullanılan silahlar, sanat aletleri,
altın ve gümüş olmayan süs eşyaları, ticaret için olmayan ilim
kitapları bir insanın mesleği ile ilgili olan araç ve gereçler zekata
tabi değildir.

  • Kirada olan daire ve dükkanın mülkiyetinden değil de gelirinden zekat verilir.
  • Ticari amaç için kullanılan araçlarında geliri üzerinden zekat verilir.
  • İnsanın borcu var ise borcunu çıktıktan sonra elindeki malların
    toplamı 81 gram altın veya ona denk paraya eşitse zekat vermesi
    gerekir.
  • Zekat fakirin hakkı olduğu için onu mutlaka sahibine vermek
    gerekir. Zekat vermemek fakirin hakkını gasp etmektir ve büyük
    zulümdür.

Zekat kimlere verilir:

  1. Fakirlere: Nisaba malik olmayanlara
  2. Miskinlere: Hiçbir şeyi olmayan günü birlik geçinenlere
  3. Zekat memurlarına: Bu günümüzde yok
  4. Muellefei kulüb: Zararından korunmak veya faydalı hale getirmek
    istediğiniz gayri Müslimlere verilir. Hz. Ömer zamanında bu olay
    kaldırılmıştır.
  5. Kölelere: Bu günümüzde yok
  6. Borçlulara: Borcunu ödemekte zorlananlara
  7. Allah yolunda olanlara: Allah yolunda cihat edenlere, ilim tahsil eden fakir insanlara
  8. Yolculara: Malından uzak düşmüş gariplere: Günümüzde geçerli değildir.

Zekat kimlere verilmez:

  • Gayri Müslimlere: Sadaka verilebilir.
  • Cami, okul, yol, köprü, çeşme, okul, yurt, kurs dini olsun veya
    olmasın vakıflara bunların inşaatının tamirine, teçhizine,
    dekorasyonuna onların borçlarına zekat verilmez.
  • Zekatı mümkünse ihtiyaç sahibi olan insanlara bizatihi kendimizin
    vermesi daha doğrudur. Fakat güvendiğimiz istismar etmediğinden emin
    olduğumuz kurumlar aracılığı ile de zekatı fakirlere ulaştırabiliriz.
  • Güven vermeyen haklarında çokça değişik söylentiler olan sosyal
    yada dini amaçlı kurumlara zekat parası verilmemelidir. Fakat bunlara
    isteyen kişiler yardım yada bağışta bulunabilirler.
  • Zenginlere verilmez
  • Koca karısına, karı da kocasına veremez.
  • Usul ve furuuna ( bir kişi babasına dedesine çocuğuna çocuğunun çocuğuna ) zekat veremez.
  • Haşimoğullarına zekat verilmez. Peygamber efendimizin soyundan
    gelen ihtiyaçlı insanlara zekat parası değil de kendine ait paradan
    vermek gerekir.
  • Zengin bir adamın fakir olan hanımına ve zengin adamın fakir babasına zekat verilir.

Zekat verirken şunlara dikkat edilmesi gerekir:

  • Mümkünse zekatı nakti olarak vermek daha doğrudur.
  • Eğer zekatı ayni ( gıda, giyecek yada yakacak ) olarak verilecekse sorulup ta ihtiyacı olan şeyleri almak lazım.
  • Herkes makarna, bulgur vb. şeyler götürürse bu doğru olmaz.
  • Zamanı geçmiş, satılamayan, yenilemeyen, giyilemeyen, içilemeyen, bozuk mallardan zekat verilmez.
  • Son kullanma tarihi geçmiş zeytin, peynir vb. yiyecekleri zekat olarak vermek fakire hakarettir.
  • Giyilemeyen elbise ve ayakkabıyı da aynı şekilde zekat olarak vermek fakirlere saygısızlıktır.
  • Zekat olarak verdiklerimiz yediğimiz, içtiğimiz, giydiğimiz şeylerden olmalıdır.
  • Borç olarak verilip de alınamayan para zekata sayılamaz.

Allah Teala cümlemizi zekatını zamanında ve eksiksiz olarak veren kullarından eylesin.

AMİN

Şiddet: Batı’nın Genetik Şifresi

Yeryüzündeki ilk şiddet olayı Hz. Adem’in zamanına kayıtlıdır. Kabil’in Habil’e yaptığını günümüzde Batılılar herkese yapıyor.

Batı Medeniyeti Kabilimsi bir medeniyettir. Şiddet bu medeniyetin
bilinçaltıdır. Onların mitolojik tanrıları bile ehl-i
şiddettir.(Bakınız, Zeus)

1100 senelik Ortaçağ boyunca derebeyliklerde korku ve dehşet içinde
şeytan ve ifrit türlerini tasnif ederek yaşamışlar. Keşiflerle şiddet
ihracına çıkmışlar; Kızılderili’lerin, Maya’ların, İnka’ların,
Aztek’lerin, Maorinlerin, Aborijinlerin canına okumuşlar.

Sonra ver elini sömürgecilik. “En iyi zenci, ölü zencidir” atasözü..
Ku Klux Klan’ın günümüzde hala aktif olduğunu ve Bush gibi
Evangelistlerle dirsek temasında olduklarını biliyor muydunuz?

Cemil Meriç; ‘İzm’ler idraklerimize giydirilmiş deli gömlekleridir’
diyordu. İdeolijilerin hep bu zulüm coğrafyasında ihtilaller ve
katliamlar arasından doğduğunu biliyor muyuz?

Batı’nın katliam dosyası öyle kabarık ki klasörlere sığmaz,
bellekler almaz. Sokak ortalarında köpekler gibi itlaf edilen
Protestanlara uygulanan dini terörden tutun da her 6 ayda bir yenisiyle
tanıştığımız biyolojik teröre kadar geniş bir spektrumda türevleri var.
Hatta bu yüzden Durmuş Hocaoğlu; ‘Terör ve Batı ikiz kardeş gibidir’
der.

Genetik şiddet ya da Batı’nın şiddet geleneği yüzyılın bütün
gelişmelerinde kendisini gösterir. Televizyonuyla, müziğiyle,
kültürüyle, ekonomisiyle hep şiddetin ve dehşetin mümessili oldular.
Onların bilinçaltlarına bizim hayallerimiz bile yetişemedi.
Kurtadamlar, Vampirler, Frankeşyan’lar, dev yılanlar, katil bebekler,
insan yutan köpek balıkları, uzaylı yaratıklar vesaire.. Hem kendileri
huzur bulmadılar hem de insanlığa rahat, huzur vermediler.

Yalçın Küçük’ün ifadesiyle her ne kadar korkuyu bir atom bombası
olarak kullanmayı keşfedenler Moğollar olduysa da batı’nın tarihi
şiddetin tarihidir. Günümüzde her türlü şiddet sonuç alıyor. ABD
dünyayı sistematik bir şiddetle yönetiyor. Sadece 1946-75 yılları
arsında amaçlarına ulaşmak için 215 defa askeri güce başvurmuşlar, 19
defa da nükleer silah kullanma tehdidi savurmuşlar.

Gezegenimiz ABD, İngiltere ve İsrail’in oluşturduğu Şer Üçgeni’yle
yönetiliyor. Hele İsrail’inki şiddetin adeta kutsanmasıdır. Bir de
bunların yapay uzantıları olan taşeron terör var. Görevleri her ülkede
şiddetin canlı ve diri kalmasını sağlamak. 23 yıldır bu vatanda PKK
terörüne verdiğimiz kanın ve canın acısını iyi biliriz.

Dolayısıyla yukarıda sıraladığımız bataklıkların kurutulamadığı bir
süreçte sivrisineklerle mücadele hobi olmaktan öteye gitmez. Hatta
sivrisineklere saz çalmaya benzer.

Okullarda, sokaklarda, trafikte, ekonomide yayılan şiddeti
engellemek istiyorsanız Batı’yla münasebetlerinizi gözden
geçireceksiniz. Çünkü Batılılaştıkça şiddet paritemiz artıyor.

Son sözü Basra’lı Ömer söylesin:

Demokrasi bizim eve de isabet etti

Bir gün sonra anladım ayaklarımın koptuğunu..

Babamın vücudunda

Tam onsekiz adet insan hakları saymışlar.

Baskı Kurma Taktiği

Ülkemizde ne zaman köklü değişiklikler yapılmak istense hemen bir cephe oluşturuluyor.

Birileri diyor ki;

“Yapacağınız her değişikliğe karşı çıkarız. Çünkü değişiklik yapma
hakkı sadece bize aittir. Biz değişiklik yapa yapa bu ülkenin anasını
ağlattık. Bu konuda çok emek çektik. Bizim berbat ettiklerimizi
düzeltmenize izin vermeyiz. Yıllardır uğraştık. Gazeteler ve
televizyonlar kurduk. Yönetim kurumlarının hemen hemen tamamına kendi
düşünce yapımızda olan insanları yerleştirdik. İktidarımızı ancak
kurmuşken ummadığımız olaylar gerçekleşti. Hesaplarımızda milleti
hallettiğimizi sanıyorduk, yanılmışız. Millet bizim istediğimiz kıvama
gelmemiş. Bir anda düzenimiz bozuldu. Biz bu ihtilal Anayasasından
memnun değildik. Bir zamanlar bizde değiştirmek için taslaklar
hazırlamıştık. Hatta bugün sizin yapmak istedikleriniz bizim
taslakların içinde de vardı. Bazı işleri niye siz yapasınız ki?. Bu
vatanın asıl sömürgenleri biziz. Biz ülkenin bütün nimetlerinden
öncelikle istifade ederiz. Bu konuda da birbirimizi azami derecede
kollarız. Külfete gelince biz daima en sonlarda bulunuruz. Bu milletin
hamal garibanları varken bizim gibi aristokratlar hiç külfet çeker mi?
Yapılacak her türlü yasayı ancak biz yaparız. Hele Anayasa gibi bizi
çok ilgilendiren ve yıllardır bozduklarımızı düzeltmeye yönelen bu gibi
çalışmanın bizim dışımızdakiler tarafından yapılmasına asla müsaade
etmeyiz. Bizim devletin köşe başlarına yerleştirdiğimiz kalelerin sizin
tarafınızdan kaldırılmasına asla izin vermeyiz. Laiklik elden gidiyor
deriz. Cumhuriyet kazanımları bitiyor deriz. Dinciler Ülkeyi ele
geçiriyor deriz. Bu söylemlerle tarafımızda olan gazete ve
televizyonlarla lazer gibi nokta atışı yapar,milleti korkulara sevk
ederiz. Yetmezse askere yönelir. Onları İhtilal yapmaya teşvik ederiz.
Askerin her hareketine bir mana verir. İhtilal senaryoları gündeme
getiririz.”

Değerli Dostlar.

Ülkede bir seçim oldu. Tüm çabalara rağmen demokrasinin birlerine
göre istenmeyeni gerçekleşti. AKP yeniden iktidar oldu. Daha kötüsü
namaz kılan biri Cumhurbaşkanı oldu. Kendilerini bu ülkenin imtiyazlı
sahibi sananların korkuları arttı. Bu durumu hazmetmeye zorlanırlarken
şimdi de Anayasa değişikliği gündeme geldi. Yukarıda saydıklarımın
tamamı çoğunluk üzerinde korku üretenlerin avantalı kazanımlarından
fedakarlık etmeme mücadelesidir. Bu kaymak takımı Ülkenin tüm
avantajlarını kullanırlar. En üst düzeyde yerler İçerler. Yaşarlar. Tüm
eğlence merkezleri, kumarhaneler onlara çalışır. Devlete mal satarlar.
Devletten mal alırlar. Bu alışverişi azami avantalarla yaparlar. Bir
telefonla azami paralar devşirirler. Hortumcular bunların arasından
çıkar. Milletin kanını emerek yaşarlar. Verilen mücadele ulaşılan
imkanları kaybetmeme mücadelesidir.

Bu iktidar kimseye bu imkanları yedirmeyecek demiyorum. Belki de
isimler değişecek. Yeni yetme zenginler üreyecek. Çoktan üremeye
başlamışta olabilir. Zira biz bal tutan parmağını yalar deyimini çok
sevdik. Ben iktidar savunuculuğu yapacak ta değilim. Çünkü siyasette
savunma işi çok riskli bir iştir. Maalesef çıkar insanları bozuyor.
Kişilerin ve iktidarların dürüstlüğü gücü tükendikten sonra anlaşılır.
Ben siyasette taraf olmak niyetinde değilim.

Asıl mücadelem İktidarla savaşanların bu menfaat mücadelesine kendi
halinde mütedeyyin Müslümanların itikatlarını alet etmeleridir.
“Dinciler ülkeye hakim oluyor. “demeleridir. Türbana saldırırken
kapalıların giderek ülkede kapanmamışlara karşı terör estireceklerinden
bahsetmeleridir. Milyonda bir oluşmuş kötü örnekleri göstererek bunu
bütüne mal etmeleridir.

Ortada İslam adına hareket eden terörist varsa, ülkede buna karşı
kanunlar var. Emniyet güçleri var. Bunlarda bu işi halletmekten aciz
değil. Şayet korku ve endişe yukarıda saydıklarımsa, Ülkede demokrasi
var. İsteseniz de istemeseniz de var. Bazen sizin aleyhinize işlese de
var. Bu demokrasi gün gelecek sizin de menfaatlerinize ot tıkayacak.

Bu iş bu iktidara nasip olacak mı bilmiyorum ama, bu güne kadar
ikinci sınıf muamelesi görenler, başının örtüsünden dolayı ülke içinde
gireceği yerler sınırlandırılanlar gün gelecek özgürce vatandaş olmanın
zevkini yaşayacaklar.

Sokaklara çıkarsanız başını kapatanlarla açanların nasıl kol kola
gezdiğini görürsünüz. Diskolarda da onları bir arada görürsünüz.
Parklarda da başı açıklar erkek arkadaşları ile nasıl haşir neşir ise,
onlar da öyle. Merak etmeyin gençler açısından zaten sap samana
karışmış. Kapalının sadece başı kapalıdır. Aşağısının diğerlerinden
farkı yok. Bu bakımdan bu konuda korkularınız yersiz. Ben biliyorum ki
sizin bütün korkularınız Cumhuriyette ki menfaat kazanımlarınız. Ben bu
güne çağdaşlık adına arkasında ekonomik kayıp endişesi olmayan hiçbir
feryat görmedim.

Bu feryatlarında alt yapısı bundan ibaret. Şimdilik yazacaklarımda bundan ibaret.

Ramazan İklimi

Bir hazırlık başlar günler öncesinden bir hazırlık… Yapılacaklar
konuşulurken olacaklar beklenir. Anne babada bir telaş, çocuklarda
heyecan… Yüzler bir önceki günden daha parlaktır, gözler umut dolu. Az
da olsa temizlik yapılmış, düzen sağlanmıştır mutfakta, evde.
Televizyonlar, radyolar, gazeteler bu aydaki hediyelerini reklâm
etmeye, yayın akışlarını tanıtmaya, kurumlar imsakiyelerini dağıtmaya
başlamışlardır. Gelen, on bir ayın sultanı Ramazan’dır. Mahyalarla
karşılanır sultan. Camiler dolup taşar ilk akşam. Sonraki akşamlarda
cemaat azalsa da ibadethaneler, Ramazan’ın ilk ve son akşamında,
bilhassa Kadir Gecesi’nde, ihtiyaca cevap vermez.

Kılınan ilk teravihin, alınan ilk pidenin heyecanı otuz gün sürer.
Geniş ailenin özlemi duyulur bu ayda. Büyüklerimiz bizimle olsa,
sofralarımızda başköşeye konsa, babaannemiz beyaz başörtüsüyle, dedemiz
beyaz takkesiyle oturdukları yerden eski Ramazan’ları, hatıralarını
anlatsa, bizim muzipliklerimize önce tebessüm etse, sonra sinirlense,
ellerindeki Kur’an-ı Kerim ve tespihle manevi iklime çağırsa… Onların
istekleriyle yakın akrabaları, komşuları iftara davet etsek, evlerimiz
genişledikçe daralan gönüllerimizden intikam alırcasına zamanı ve
mekânı paylaşsak, çaylar içilse, sohbetler edilse, evden ayrılırken
“Bunu saymayız, bir kişi eksik gelmişsiniz, tekrar bekleriz ha!”, “Biz
de sizi tez zamanda bekleriz, davete ne hacet, çalın zili girin içeri.”
dense… Bir duygu yoğunluğu, davranış ve algılama değişikliği yaşanır
Ramazan’da.

Sinirler gerilir belki ilk günlerde. Şeytan sizi sabır testine
tutar. Olaylar karşısında sabrettiniz, kişileri hoş gördünüz, bol bol
bağışta bulundunuz, kendinizi yargıladınız ve sorguladınız, işte siz
kazandınız. Tersi, şeytanın zaferidir. Açlık hissi, özellikle iftara
yakın saatlerde bir duygu yoğunluğu yaşatır. “Ben niçin açım, bu
açlıkla neler kazandım ya da kaybettim, başka açlar da var mı, onlar
için neler yapabilirdim de yapmadım?” sorgulaması zonklatır beyninizi,
bulandırır midenizi, utandırır sizi. Yediklerinizden, giydiklerinizden,
oturduğunuz evden, bindiğiniz arabadan rahatsız olursunuz çok zaman.
Nefsinize kızarsınız sizi şımarttı diye, çevrenize öfkelenirsiniz size
yanlış değerler aşıladı diye. Bir iç isyandır bunun adı. Duygularınızı,
düşüncelerinizi paylaşsanız da dostlarınızla, eyleme dönüşmez, nedense,
söylenenler. Kırdığınız kalbin, yaptığınız hatanın ağırlığı daha
fazladır bu ayda. Af dilemek ya da af etmek istersiniz, nefis denen
şeytana galip gelebilirseniz. Acıkan mideniz, gözlerinizin ferini,
kulaklarınızın işitme gücünü, bedeninizin mukavemetini azaltsa da iç
dünyanızda bir seyahate sürükler sizi. Temiz bir iklime seyahattir bu.
Mideler dinlenirken, ruhlar yücelir bu iklimde. İbadetler, tefekkürler,
yapılan yardımlar, gösterilen tebessümler daha bir anlamlıdır bu
mevsimde.

Zenginle yoksul, amirle memur, okumuşla okumamış aynı sofrada yan
yana oturur, aynı çorbadan yer, aynı safta ibadet eder. Kişileri ayıran
mekânlara inat, gönüller yaklaşır, kalpler ısınır. Gösterişsiz vermenin
huzuru, ezilmeden almanın mutluluğu yaşanır zengin ve yoksulda.
Toplumsal barıştır bunun adı. Bir de bu ahenge ayak uyduramayanlar
vardır. Kimse bir şey demediği halde sürüden ayrılan koyun
psikolojisinin ıstırabını duyarlar. Yedikleri, içtikleri tat vermez
onlara; ama şeytan da bir türlü bırakmaz onları. Hele arkasından gelen
bayramı hak etmediğini düşünmek, bunu çocuklarına izah edememek, ezer
de ezer Ramazan senfonisine bigane kalanları. Hep ertelerler
mahcubiyetten kurtulma günlerini; ama yarınların arkası yoktur.

İlk günlerdeki tedirginlik yerini derin bir huzura, günlerin
biteceği endişesine bırakır. Sayılı günlerdir. “Elveda!” sözcükleri
okunur mahyalarda, çınlar kulaklarda. Hüzündür son günlerde esen
rüzgârın adı. Riyasız seven, ellerini birbirinden bırakmayan,
gözleriyle konuşan, yüreğiyle yaşayan iki sevgilinin ayrılığı yaşanır.
Bu sevgilinin on bir ay sonra döneceği kesindir; ama onu göreceğimiz
meçhuldür. Buruk yürekleri bayram coşkusu serinletse de onun yerini
hiçbir mevsim dolduramaz. Varlığı şifa, yokluğu ceza olan bir ay,
Ramazan.

Yaşamak ve yaşatmak ne güzel! Güzel insanlar, güzellikler için, güzel atlarına binip bu mevsimde gül dağıtıyorlar.

Yaşanabilir Din

Dindarlık söz konusu olunca halkımızın bir kısmının yanlış bir
algılamaya sahip olduğunu görüyoruz. Buna göre dindarlık hayattan el
etek çekmek, inzivaya çekilip ibadete yönelmek ve dünyaya kendini
kapamak olarak algılanmaktadır. Bunun neticesinde ise dindarlık daha
ziyade belli bir yaştan sonra insanın yaşayabileceği bir hayat tarzı
olmaktadır.

Bu algı öyle bir hale de gelebilmektedir ki, zaman zaman bazı
ibadetlerin yapılmasına engel veya mazeret olarak ileri sürülmektedir.

Daha önce pek çok yazımızda vurguladığımız üzere, İslam dini maddi –
manevi alanda bir denge kurulmasını hedef alan bir dindir. Zira her iki
alan birbirini tamamlamakta, birinde meydana gelen ihmal, diğerine
tesir etmektedir. Dolayısıyla, İslam dini açısından bakıldığında,
birini diğerine tercih etmeksizin ikisinin uyumunu sağlamak, insanın
dengeli ve sağlıklı biçimde kendini geliştirebilmesi için esastır.

İslam açısından bakıldığında söz konusu dengenin sağlanması için
dinin de doğru algılanması şarttır. Öyle ki, Kur’an’a göre din bize
hayatı nasıl yaşamamız, bu esnada hangi prensiplere tutunmamız
gerektiğini ortaya koyan bir sistemdir. Dolayısıyla hayatın zaten
kendisi dinin içindedir ve inanan insan için bu ikisini birbirinden
ayırmak diye bir şey söz konusu olamaz.

Nitekim Kur’an’da dünyadaki pek çok nimetin bizim hizmetimize
sunulduğu vurgulanırken (Yasin, 33 – 36) diğer taraftan bu nimetlerden
israf edilmeden ve aşırıya kaçılmadan istifade (Nisa, 6) edilmesinin
gerektiğinin vurgulanması, maddi – manevi hayat dengesinden
kastettiğimizi açıklayan önemli bir husustur.

Yukarıdaki noktaya binaen dindeki her ibadetin sağlık, akıl gücü ve
bazılarının da ilaveten maddi güç gerektirdiği düşünülürse, dindarlığın
en rahat uygulamaya döküleceği zamanın da gençlik zamanı olduğunu
söyleyebiliriz.

Peki, bahsettiğimiz yanlış algı neye dayanmaktadır?

Kanaatimizce bunun en temel sebebi, Kur’an’ın sunduğu “yaşanabilir
bir din”in unsurlarının, ideal olana varmak bağlamında gözden
kaçırılıyor olmasıdır. İdeal olana ulaşmayı hedeflemek güzel ve
İslam’ın teşvik ettiği bir husus olmasına rağmen, bu esnada ideal olanı
asgari sınırın yerine koyup uygulama alanını daraltmak ise İslam’ın
prensipleri içinde yer almaz. Bu daha ziyade algılarımızı dinin
prensipleri yerine geçirmeye varabilecek bir sonuç ortaya çıkarır.

Bunun neticesinde ise İslam’ın, getirdiği ilkelerin ve ibadetlerin
uygulanabilmesine dair kolaylık bağlamında koyduğu asgari sınırlar göz
ardı edilip, uygulama tamamen terk edilebilmektedir. Nitekim bugün pek
çok müslümanın yaşadığı temel sıkıntının bu olduğu görülmektedir.

Peki, çözüm nedir?

Çözüm daha önceki yazılarımızda da sık sık vurguladığımız üzere
“doğru bir din eğitiminin” alınmasıdır. Zira dini doğru anlayan, onu
gerçek kaynağından öğrenen kişiler, dinin hayatı zorlaştırmak için
değil kolaylaştırmak ve ilkeli bir hayat yaşanmasına vesile olmak için
geldiğini, prensiplerinin her dönem ve devirde uygulanabilir olduğunu
göreceklerdir.

Böylece kendi veya başkalarının yargılarının esiri olmaktan
kurtularak, “dine göre” yaşamaya ve dolayısıyla Allah’ın
zorlaştırmadığını kendileri de zorlaştırmamaya başlayacaktır. Bunun
neticesinde dini yaşamak, hayatın her anında söz konusu olacak ve
gençlikten yaşlılığa kadar insan hayatında iç ve dış denge kurularak,
maddi – manevi gelişimin birbirini desteklemesi suretiyle her anlamda
sağlıklı bireylerin yetişmesi de sağlanmış olacaktır.

Netice itibariyle dini ve dindarlığı doğru anlamak ve yukarıda izah
ettiğimiz biçimde yaşayabilmek adına her birimizin gerek kendi
hayatlarımız gerekse sonraki nesillerin hayatları için doğru bir din
eğitiminin teminine önem vermemiz gerekir. Aksi halde insanlar için
bütün bir hayat değil, dönemlere ayrılmış hayatlar söz konusu olacaktır
ki dindarlık bu demek değildir…

İki Kapılı Bir Handa – Gidiyoruz Gündüz Gece

Âşık Veysel’in şiiri yine aklımdan çıkmıyor. Mısraları, beni hayatı yeniden değerlendirmeye yönlendirmekte.

”Uzun ince bir yolda” ve “iki kapılı bir handa, yürümekteyiz gündüz
gece..” Hem de “dünyaya geldiğimiz anda” başlayan ve “menzile
yetişinceye” kadar devam edecek bir yolculuk bu.

Biliyorum ki, hayat bu yolculuğun adı. Acaba nasıl bir yolculuktur
bu? Göze çarpan ilk özelliği “dönüşü olmayan” sadece bir defa
yaşanabilecek bir yolculuk olması. Öyleyse bu yolculuğun kolay ve
keyifli geçmesi de önemli.

İyi bir ailemizin olması, sevdiklerimizin ve sevenlerimizin olması;
sevgiyle verdiklerimiz ve sevenlerimizden aldıklarımız bu yolculuğu
kolaylaştıran ve keyifli hale getiren en önemli şeyler.

“İki kapılı bir handa” süren yolculuğun, Fatiha suresinde geçen
“Sırat-ı müstakim” yani “dosdoğru yol” kavramı ile bir bağlantısı
olmalı. Veysel’in de, birçok gönül ehli gibi, dosdoğru bir yol üzere
yolculuk yaptığını ve dünyada görevini yapmış, dolu dolu yaşamış bir
fani olarak menzile vardığını hissediyorum.

Demek ki hem dosdoğru bir yol var ve hem de eğri büğrü, virajlı yokuşlu yollar.

Dosdoğru yolu veya eğri büğrü yolları seçmek bizim elimizde. Ahlak
telakkilerimizde, davranışlarımızda, aşırılıklarından uzak olan orta
yolu tutmak, dosdoğru yolu bulmayı, yolculuğun kolay ve keyifli
geçmesini sağlayabilir.

Mesela “Adalet”, orta yolu ifade eden bir güzel ahlâk kavramıdır.
İnsan başkasına zulmetmez, aynı zamanda hakkını korumaktan aciz kalarak
muhatabının zalim olmasına sebep olmazsa “hayat yolculuğu” daha keyifli
olacaktır.

Ne cimri, ne de savurgan olmak da bir orta yol tercihidir.

Her şeyden korkmak ile tehlikeleri göz ardı eden aptalca bir
cesaretin arasında (tedbirli, temkinli ve akıllıca) bir cesarette bir
orta yoldur.

Samimiyetin ölçüsünü yılışıklığa vardırmak ile gurur, kibir içinde
olmak arasında ağırbaşlı, ciddi ve temkinli olmayı ifade eden vakar da
bir orta yoldur.

Tarihte iz bırakmış bütün liderler ve kanaat önderleri orta yolu
ifade eden bu ve benzeri kavramları içselleştirmiş insanlardır.

İnsanlar bu hasletler kendilerinde bulunmasa bile bu özellikleri
taşıyan insanlara büyük saygı duymakta ve nesiller boyunca bu seçkin
insanları bir ışık, bir rehber olarak görmektedir.

Demokrasiler de temel fikir olarak halk çoğunluğunun tercihinin
“doğru” olacağı kabul ediliyor. Bu kabul, zannederim insanların lider
veya kanaat önderi seçerken gösterdiği anlayış, sezgi, idrak yeteneğini
(feraseti), yöneticilerini seçerken de gösterebileceği inancına
dayanmakta.

Kısa vadeli çıkarlar, etkin propaganda yöntemleri, yetersiz bilgi,
seçilecek alternatifler arasında liderlik özellikleri itibariyle öne
çıkan birinin olmaması gibi sebepler, demokrasilerin bu genel kabulünü
yalanlayan örneklerin yaşanmasına sebep olabiliyor. (Hitler’in seçimle
iktidara gelmesi gibi)

Ama biliyoruz ki, iktidarlar da iki kapılı bir handa yürürler.
Önemli olan menzile vardıklarında bırakacakları olumlu veya olumsuz
izlerdir.

Şahsi hayat yolculuğumuz devam ederken de, menzile varmadan önce ara
duraklardan, bir başka deyişle hanın farklı odalarından geçmek zorunda
kalıyoruz.

Çocukluktan ergenliğe geçiş, evlilik ve sonrası, ana-baba olmak, iş
hayatı, emeklilik, dede-nine olmak gibi özel hayatımızı ilgilendiren
ara duraklar. Bir de sıhhat, güç, kudret, makam, mevki, şöhret, iktidar
dönemleri ile bunların kaybedildiği dönemler.

Bu dönemlerimizi geçirirken “Baki kalan kubbede bir hoş sada imiş”
dedirten güzel bir iz bırakmak.. Galiba yolculuğun yapılma sebebi de
bundan ibaret.

**************************************************

En iyisi Peygamberimizin bir hadisini hatırlatarak bitirelim sözlerimizi:

Beş şeyden önce beş şeyin kadrini bil :

1- ihtiyarlamadan önce, gençliğin,

2- Hastalanmadan önce, sağlığın,

3- Meşguliyetten önce, boş zamanın,

4- Fakir düşmeden önce, zenginliğin,

5- Ölmeden önce, hayatın.

(Tenbihül Gafilûn/20)

Emaneti Ehline Vermek

Devlet kurumlarının çeşitli kademelerinde seçimle veya tayinle
gelerek görev alan insanlar, millet adına kendisine verilen görevden
sorumludur. Bir dernek, vakıf, parti vb sosyal organizasyonların
yöneticileri de o organizasyonun üyeleri ve destekçileri adına
sorumluluk almıştır. Bir özel şirketin yöneticisi ise önce patron ve
diğer paydaşlar (çalışanlar, tedarikçiler, müşteriler) daha geniş
anlamda halka karşı sorumludur. Aile reisliğini üstlenen baba veya anne
de, hem ailesine ve hem de geniş manada topluma karşı mükellefiyetler
üstlenmiştir.

İslam Hukukunda bu sorumluluklar “emanet” kavramı ile izah ediliyor.
“Emanet, Allah Tealanın gerek kendi hukuku, gerekse yaratıklarının
hukuku ile ilgili olarak insana yüklediği vazifelerin tamamına verilen
bir isim olarak tarif edilmektedir.”

Kuran-ı Kerim’de : “Şüphesiz Allah, size emanetleri ehline teslim
etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi
emrediyor. Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor!.. Doğrusu Allah,
işitendir, görendir.” (Nisa, 58) buyruluyor.

“Emanet, maddi değeri olan bir mal olabileceği gibi, bir görev ya da
sorumluluk da olabilir.” Emaneti teslim almaya talip olanlara emanet
sorumluluğunun çok ağır bir yük olduğu bildirilmiş, emanetin gereğine
göre hareket etmeyenlerin Allah’ın azabına uğrayacakları ifade
edilmiştir.

Buna karşılık, Müslümanlara da, aklını ve teşhis yeteneğini
kullanarak kimlerin emanet ehli olduğunu, hangi emaneti kime vereceğini
tespit görevi verilmiştir.

Bir defasında Peygamberimiz (s.a.s)’e soruldu: “Ey Allah’ın
Peygamberi! Kıyamet ne zaman kopacak?” O, bu soruya şu cevabı
vermiştir: “İş, ehli olmayan kişilere verilince kıyameti bekle,
kıyametin kopması pek yakındır.” (Buharî, İlim 2)

İki kişi, Allah Resulü’ne gelip kendilerini emir tayin etmelerini
rica ettiler. Allah’ın Elçisi: “Biz, işimizi isteyene ve makam
düşkününe vermeyiz” (Buharî, Ahkam 1) buyurdu. Hz. Peygamber,
kendisinden valilik isteyen Ebu Zerr Gıfarî’ye de şöyle demiştir: “Ebu
Zerr, sen zayıfsın, o makam bir emanettir. Sonu da kıyamet gününde bir
perişanlık ve pişmanlıktır. Yalnız hak ederek alan ve üzerine düşeni de
yerine getiren müstesnadır.” (Müslim, İmaret 16)

Emanetin ehlinin kim olduğunu anlamak için öncelikle iki ölçü
dikkati çekiyor: Birincisi liyakat sahibi olmak, ikincisi ise adaletle
hükmetmek.

Yeni terminolojide emanetin verileceği ehil kişiyi karşılayan
kavramın “lider” olduğu kanaatindeyim. Çünkü “lider” tariflerini
yapanların mutabık kaldığı özelliklerle ifade edersek bir yöneticinin
“lider” olabilmesi için güven duyulan, sorumluluk sahibi ve adil olması
gereklidir.

Ayrıca “sorumluluğunu sezgi, zekâ ve bilgiye dayalı karar ve
uygulamalarla taşıyan lider, çevresine danışır ancak son kararı hep
kendisi verir, şüphesiz tüm sorumluluğu alarak… İnsanları dinler ve
anlamak için özel çaba sarf eder. Çevresindeki herkesin en iyi
yanlarını geliştirmelerine imkân sağlayacak olumlu değişim ve sürekli
öğrenme ortamları sağlar. Sahip olduğu güçlü sosyal değerler sayesinde
çevresinde yarattığı “karizma” (büyüleyici özellik) sahip olduğu örnek
kişilik ve tutarlı davranışları, diğer insanlar için etkin bir rol
modeli olmasına yol açar.” (Vikipedi’den)

Emanetin ehline verilmemesinin sonuçları ise huzursuz ve gergin bir
toplum, ekonomik ve sosyal krizler.. Etkin olmayan, kitleleri
heyecanlandırmayan dernekler, partiler.. Zarar eden, kapanan
işyerleri.. Hepsinin sonucunda gelişmemiş bir toplum, mutsuz ve yoksul
insanlar…

Zaten gelişmiş ülkelerle gelişmemiş ülkelerin, başarılı
organizasyonlarla başarısızların, büyüyen şirketlerle zarar edip
küçülenlerin arasındaki en önemli hatta tek fark, iyi yönetilip
yönetilmediğidir.

İyi yönetilen bir ülkeye, organizasyonlara veya şirketlere sahip
olmanın yolu ise, ehil ya da lider insanlara emaneti vermekten
başlıyor.

Türbanı Sermaye Yapanlar

Önce bir noktaya işaret edelim. ABD Dışişleri Müsteşarının önce
Patriği ziyaret edip Karaköy’de sözde azınlık temsilcileri denen bir
grupla görüştükten sonra Ankara’ya gidişini ve Ankara’da da muhatabı
ile değil; Başbakan ve Cumhurbaşkanı ile görüşmesini uygun bulmuyor ve
içime sindiremiyorum. Bizim Dışişleri Müsteşarımız aynı temaslara
olumlu cevap alabilir mi?

Herkes anayasa ile yatıp kalkıyor. 1982 Anayasasının bütünüyle
savunucusu değiliz. Zaten 1982’den bu tarafa çok değişiklik yapıldı.
Ancak, anayasa değişiklikleri konuşulurken, anayasanın temel ilkeleri
tartışmaya açtırılırken, anayasa çalışmalarının, Türksüz Anadolu ve
Atatürksüz Türkiye peşinde koştukları eserleri ve gazete makaleleri ile
ortada olan sicili belli sözde ünvanlı bir gruba teslim edilmesini de
uygun bulmuyoruz. Bu heyeti eğer iktidar seçmişse; demek ki yol
arkadaşı bunlardır. Bunlar da geniş cephe hareketi içinde
Cumhuriyetten, milli devletten intikam almak peşinde koşan, milli
devlet ve milli kimliği dışlayan bir gruptur.

Daha önceki örneklerde görüldüğü gibi tepki anayasası yapmamak için
nelerden kaçınmalıyız? Bunu çözersek epey yol alırız. Fert ve devlet
veya toplum birbirine rakip değildir. Bunlardan sadece birini esas
alırsak; yeniden tepki anayasalarına zemin hazırlarız. Tecrübesiz bazı
siyasetçiler, bilim adamları veya bürokratlar hep bu iki tercihten
birine yönelmişlerdir. Ülkeyi tekrar kısır döngüye sokmayalım. Öfke,
hiddet, şiddet, şuur altına yerleşmiş bazı yanlışlar, kin ve husumet,
duygusallık anayasaya taşınmaz. Anayasalar günlük veya dönemlik
düşünülmez. Tasvip ettiğiniz yanları olur veya olmayabilir; YÖK’e ve
üniversite rektörlerine “İşinize bakın” nezaketsizliği yapılmaz.

Bazıları türban ve baş örtüsünü birbirine karıştırıp bunlarla
akıllarını bozmuşlardır. Türkiye Cumhuriyeti sadece laiklik ilkesine
dayalı kurulmamıştır. Sürekli türbanın öne çıkarılması ve bundan medet
umulması maksatlıdır; oy avcılığıdır. Sadece türbana karşı çıkılmakla
da Cumhuriyete sahip çıkılmaz.

Ülkenin altı oyulurken, Anayasasının 42. Maddesi iki dilli eğitime
açık hale getirilirken, TCK’nun 301. Maddesi kaldırılmaya çalışılırken,
Türke saldırı serbest hale getirilirken, Türkiye’nin yapısını bozucu,
federal yapıya döndürücü “açılımlar” ortaya atılırken, din dersleri
karpuz seçer duruma sokulurken, icra ve iktidar güçlendirilip kuvvetler
ayrılığı (yargı, yasama, yürütme) dengesi yürütme lehine bozulurken;
tartışılan tek konu türban olamaz.

YÖK ve Yargı özellikle Anayasa Mahkemesi adeta iktidara
bağlanmaktadır. Zaten yetersiz olan Yargı bağımsızlığı iyice
zayıflatılmaktadır. TSK üzerinde oyunlar oynanmaktadır. Anayasa
taslağında Milli Güvenlik Kurulu daha da etkisizleştirilmekte; nedense
Jandarma dışlanmaktadır. Toplumun çeşitli kesimleri anayasa taslağında
unutulmuştur. İşçi, çiftçi, esnaf, memur, kadın istekleri unutulmuştur.
Kamu çıkarları ve ekonomik haklar, özelleştirme, mülk edinme gibi
konular yok sayılmıştır. Türkiye’nin ekonomik bakımdan talan edilmesi
nerededir? Türkiye’ye yön değiştirtme peşinde koşan bu ısmarlama ve
Brüksel’den “aferin” almak için hazırlanan taslak, özgürlükçü değildir.
Anti-Türk ve anti-devlet anlayışı tasarıda hâkimdir.

Şu halde bu taslak, onu hazırlayan şaibeli isimler bir tarafa,
millet için yapılmamıştır. Sayın Burhan Kuzu’nun da ifade ettiği gibi,
bu anayasa AKP felsefesini taşıyacaktır. Artık iktidar gücünü elinde
bulundurana göre anayasaların yapıldığı ve şekillendirildiği dönemleri
geride bırakalım. Eğer gerçekten demokrat olmak istiyorsak!