14.4 C
Kocaeli
Çarşamba, Eylül 24, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1270

Misafir Hüseyin Bey ve İtibar

İnsanlarımızı birbirine ötekileştirerek, ayrıştırarak, farklılıkları kutsallaştırarak anayasa suçu işlediğimiz bugünlerde; Türkçe konusunda da  dikkatli davranmıyoruz.  Oysa Türkçe bayrak gibidir.  Cebinizdeki paraları bir kontrol ediniz. Türkçe’nin nasıl yanlış kullanıldığını görürsünüz. Kağıt paralarımızın üst kısmında “Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası”  yazmaktadır.  Doğrusu “Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası” olmalıdır. Tamlamalarda büyük yanlışlar yapıyoruz. Meselâ, “Ümit Doğanay Sokağı” yerine “Ümit Doğanay Sokak” yazıyoruz. Paralarda yapılan yanlışlar hükümranlık hakkı ile ilgilidir. Bir ülkenin vergi toplaması ve para basması önemli bir siyasi göstergedir.  Ancak yer adlarında olduğu gibi paramızda da Türkçe’ye saygı yok. Gecekondu dilleri yüceltip TV yayıncılığına geçecek yerde nelere dikkat etmemiz gerektiğini öğrenelim.  Hiçbir ciddi devletin mesela ABD’nin yapmayacağı yanlışları biz de yapmayalım.

Obama’nın Türkiye ziyareti çok yönlü ele alınmalıdır. Bu ziyaret Amerika’nın  sevimsizliğini gidermek için kullanılmıştır. Orta Doğu’ya ve Müslüman ülkelere Türkiye üzerinden bir mesajdır. Clinton döneminde %50’lerde olan destek bugün %9’lara düşmüştür. Vücut dilini iyi kullanan, mütevazi ve klasik Amerikan tipi ile çelişen Obama’nın sempatik davranışları  ABD’nin dünyanın birçok yerinde ve özellikle Orta Doğu’da yaptığı yanlışları ve soykırımları örtemez.  Basının önemli bir bölümünün ABD’nin yıkama ve yağlama servisi gibi görev yapması da şaşırtıcı olmamıştır. Her nasılsa isminde yer alan Husein kelimesi ısrarla öne çıkarılmış, bir de buna nedense Muhammed ilâve edilmemiştir.

Obama’nın taleplerine bakıldığında Türkiye’ye dost bir ülke başkanının geldiği  pek anlaşılamamıştır.  Talepler arasında Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması, Fener Patriğinin Ekümenikliği, Kürtlere ve Obama’nın ifadesiyle “Kürt azınlığa” eşit muamele, Ermeni sınırının açılması ve bu ilişkilerin normalleştirilmesi, Afganistan’a asker gönderilmesi gibi maddeler vardır. Sayın Gül’ün Erivan’daki futbol maçı ziyaretinden sonra Ermenistan hangi olumlu adımı atmıştır? Avrupa, kendi çıkarı ve enerji hattının kendisine ulaşabilmesi için Ermenistan sınır kapısını açtırmak istiyor. Türkiye’den bazı şeylerin talep edilmesi ve Türkiye’de seslendirilmesi her şeyden evvel siyasi nezaketsizliktir. Diplomatik  anlayışla da terstir. Demek ki siyasi ağırlığınız yetersizdir. Obama’nın TBMM’yi ziyaretinde bazı bakanların öne fırlayarak Obama’nın eline sarılmaları da utanılacak bir görüntü idi.

ABD “Hispanik” olarak ifade edilen Güney Amerikalı ve İspanyolca konuşan nüfus başta olmak üzere; diğer göçmen nüfusa uyguladığı Amerikanlaştırma politikası yerine onların etnik varlığını ve azınlık olmalarını ne zaman tanıyacaktır?  Amerika’nın etnik grup ve etnik azınlıkları ne zaman seslendirilecektir?

Sarkozy Türkiye’nin AB üyeliğini reddeder ve  2. sınıf üyeliği bize uygun görürken; biz Fransa’nın NATO’nun askeri kanadına girmesine evet diyoruz.  Fransa’yı NATO’nun askeri kanadından DeGaulle çıkarmıştı. 1980 Sonrası 12 Eylül Darbesi’nin lideri de Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına alınmasına evet demişti.

Dış politikada eşit ve anlamlı ilişkiler, ABD’nin bize politika dayatması şeklinde olmamalıydı. ABD Başkanı bizimle daha henüz konuşmadan bizden isteklerini Ermeni tarafı ve bölücü ırkçı tezleri savunanlar gibi ortaya koymamalıydı. Demek ki tezlerimizi müttefiklerimize anlatmakta da pek becerikli değiliz. Korkaklığı, pısırıklığı, izinle politika oluşturmayı, ilkesizliği, itilmiş ve kakılmışlığı hüner zannediyoruz. AB ile müzakere sürecinde sekiz fasıl açılmasına rağmen; hangisi sonuçlandırabilmiştir? KKTC’ye ambargo kaldırılabildi mi? Portakaldan, spora kadar bu bağımsız devlet ambargo altındadır.  Hani nerede Girne’ye, KKTC’ye akan yabancı sermaye yatırımları? İngiltere’de emlakçı kalmadı. Çoğu KKTC’de  toprak satışında aracı oluyor.

Rasmussen isimli kaba Danimarkalı’nın maceraları ise bambaşka.. Ülkesinde Hz. Muhammed’e yayın yolu ile yapılan hakaret ve saygısızlığı fikir hürriyeti sayacak kadar fanatik bir haçlı olan bu kişi;  birçok İslam ülkesi büyükelçisine randevu bile vermemiştir. Hani nerede özrü? Onlar bizim politikacıları, bizim politikacılar da halkı kandırıyor. İşin garibi halk da kandırılmaktan ayrı bir zevk alıyor. Asıl düşünülmesi gereken budur.  

ÇİT

Değerli Dostlar,

Ahsen Bey’in uzun bir süredir benden rica ettiği bir yazımla karşınızdayım. Kurucu üyeler arasında babamın da olduğu böyle bir platforma şu ana kadar sadece bir sunuşla katılmanın yetersiz olduğunun farkındayım ve bundan sonra farklı konularda yazılar göndermeyi hedefliyorum. Bu yazımda, yürütmekte olduğumuz sosyal bir projeyi sizlerle paylaşmak istiyorum.

Projemizin adı Ç.i.T projesidir. Yere Çöp, izmarit atmama ve Tükürmeme konusundaki hassasiyeti geliştirmek için Kocaeli sınırları içinde yaşamı paylaşan insanlardan bu konudaki taahhütlerini alıyoruz. İmzalattığımız “Ç.i.T Gönüllüsü” kartı kişinin kendisinde kalıyor ve aynı bilgileri kaydettiğimiz diğer bilgi formunu da sistemimize kayıt için kullanıyoruz. Bu üç konu için hassasiyet gelişirse, diğer benzer konularda da hassasiyetin gelişeceğine inanıyoruz. Özet olarak; projemiz bir davranış geliştirme çalışmasıdır. Geliştirmeye çalıştığımız davranış şekli, kirlendikten sonra temizleme süreci gerektiren değil, proaktif olarak kirletmeme odaklı davranış şeklidir. Kişilerin, imza attıkları zaman, sözlerini daha ciddiyetle tuttuklarına inanıyoruz.

Projemizi ilk olarak 1998 yılında Sayın Doğan Cüceloğlu ile paylaşmam sonrasında yakın çevremdeki dostlarımı bu çalışmaya davet ettim ve çalışma ekibimizi oluşturduk. Projenin kapsamını ve adını belirledikten sonra, uygun ortamlarda “Ç.i.T Gönüllüsü” yapmaya başladık. 1999 Marmara Depremi sırasında aksayan çalışmalarımıza, 2000 yılında kurduğumuz Kocaeli Gelişim Derneği adı altında devam etme kararı aldık, ve o günden beri çalışmalarımıza devam ediyoruz.

Vizyonumuzu “Kocaeli’yi Türkiye’nin en temiz şehri yapma konusuna katkıda bulunmak” olarak belirledik. Dernek faaliyetleri olarak iki ana konuya odaklandık: Toplumsal gelişim için “Ç.i.T Projesi” ve kişisel gelişime katkı için de dernek üyelerimize yönelik eğitimler. Şu ana kadar “Toplam Kalite Yönetimi” odaklı 49 eğitim gerçekleştirdik ve yılda en az üç eğitim hedefi ile devam ediyoruz.

Yönetim Kurulu üyeleri olarak (Ahmet Balkaya, Leyla Kaya, Şeniz Fahralı, Ergun Güler, O.Fatih Gül, Necmi Olgaç, Sumru Çınar, Meral Özalp, Nazlı Alkayalar), çalışmalarımızı dernek üyelerimizle birlikte yürütüyoruz. Daha detaylı bilgi için dernek web sitemizi ziyaret edebilirsiniz:

www.kocaeligelisim.org.tr

Ç.i.T gönüllüsü sayısında 176,000’i geçtik ve 2023 yılında sayımızın 750,000’e ulaşmasını hedefliyoruz. Ana hedef kitlemiz olan okulları dernek sekreterimiz ziyaret ediyor ve öğrenci arkadaşlarımızı “Ç.i.T Gönüllüsü” yapıyoruz. Okullardaki bu çalışmalarımız, Milli Eğitim Müdürlüğü’nün müsaadesi ile yürütülmektedir.

Sayın Doğan Cüceloğlu ve Sayın Acar Baltaş, eğitimlerinde projemizi örnek proje olarak anlatmaktadırlar. Bu konudaki hassasiyet dalgasını hep beraber ne kadar genişletebilirsek, vizyonumuza o kadar yaklaşabiliriz. 2023 yılında sayımız 750,000’e ulaştığında,  inanıyorum ki insanlar bu konudaki hassasiyetin gelişmiş olması sonucunda çok daha bilinçli olacaklardır. Bu durumda da, 750.000’e ulaşan sayımız, Kocaeli sınırları içindeki her 3 kişiden birinin “Ç.i.T Gönüllüsü” olduğunu gösterecek, ve hassasiyet dalgasını daha güçlü hale getirecektir. Lütfen, bulunduğunuz yerlerde çevrenize bakınız; göreceğiniz manzara sizleri de rahatsız edecektir.

Projemizi insanlarla paylaşırken bu konuda taahhüt vermeyen kişilereyse kart imzalatmıyoruz. Maalesef bizi üzen örneklerle karşılaştığımız da oluyor: Eğitimli olmasına rağmen, özellikle izmaritini atmaya devam edeceğini söyleyen insanlarla karşılaşıyoruz. Eminim ki sizler de arabasının camından çöp ve izmarit atan birçok sürücü ile karşılaşmaktasınızdır.

İnsanların her nerede olurlarsa olsunlar, içinde bulundukları 1 metrelik çevre sahalarına gösterdikleri özenle, sağlıklı ve yaşama sevincini artıran daha iyi bir ortama ulaşacağımıza inanıyoruz.

Sayın Büyükşehir Belediye Başkanımız başta olmak üzere, diğer kurum liderlerinin ve ilçe belediye başkanlarımızın, makam binalarının yakın çevrelerini belirli aralıklarla dolaşmalarıyla, bu konudaki bilinçlenmede insanlara rol modeli olabileceklerine inanıyorum.

Sizlerin, bizlere önereceğiniz topluluklar olursa, dernek sekreterimiz önerdiğiniz yerlere giderek projemizi anlatacaktır.

Bir sivil toplum kuruluşu olarak kendi kaynaklarımız ile yürütmeye çalıştığımız bu projede, bazı özel sektör kuruluşlarının da kart bastırılması destekleri ile bugünlere kadar geldik. Herkesin ve her kuruluşun bu projeye destek olabileceğine inanıyorum. Öncelikle herkes kendi adına “Ç.i.T Gönüllüsü” olarak bu konudaki hassasiyetin geliştirilmesine katkıda bulunabilir. Eğer dernek üyesi olmak isterseniz, ayda 20 TL aidat ödeyerek bu projenin finansmanına katkıda bulunup, eğitimlerden yararlanabilirsiniz. Kurum ve kuruluşlar da, teberru bazlı mali desteklerde bulunabilirler. Finansal kaynaklarımızı arttırabilirsek vizyonumuza ulaşmamız hızlanacaktır.

Ç.i.T projemizle ilgili iki anektodu sizlerle paylaşmak istiyorum:

Birincisi; bir ilköğretim öğrencisinin imzasına sadık kalamadığını bildirerek kartını iade etmiş olması. Kendisinin bu konudaki dürüstlüğü çok hoşumuza gitti ve bir gün kendisinin kartını bizden geri isteyeceğine inanıyoruz. Bu yüzden, kartını derneğimizde muhafaza ediyoruz.

İkincisi ise Belçika firması Bekaert’in Yönetim Kurulu Başkanı Baron Buysse ile kilo vermem ve kilomu muhafaza etmem konusunda iddiaya girmemiz. 13 Ekim 2005’te şahitler huzurunda bir sözleşme imzaladık. İddia dönemi 31.12.2008’de tamamlandı ve 123 kilodan 97 kiloya inerek girdiğimiz bu iddiayı kazandım. İddianın ödülü olarak Baron Buysse derneğimize 1000€ teberru ödemesi yapacak, ve Ekim ayında derneğimizin üyelerine yönelik düzenleyeceğimiz programa misafir konuşmacı olarak katılacaktır. Özetle, biz dernek üyeleri olarak, her fırsatı projemiz için değerlendirmeye çalışıyoruz ve sizlerin de projemize destek olabileceğinize inanıyoruz.

Ç.i.T projemiz hakkında yazdığım bu yazımı noktalıyorum ve bir sonraki yazım ile ilgili bilgilendirme yapmak istiyorum:

Toplam Transformasyon (Dönüşümsel Değişim) konusunu sizlerle paylaşmayı planlıyorum. Kişi, kurum ve kuruluşlar olarak sizlerin bana yapacağınız yorum ve geri beslemelerle bu konuyu geliştirebileceğimize inanıyorum. Odaklanmak istediğim konuları Liderlik, Stratejik Yönetim, Performans Yönetimi ve Kurum Kültürü kavramlarının ilişkilendirilmesinden oluşan 10 başlık altında özetleyebilirim. Bu konuların başta kâr gayesi güden şirketler olmak üzere, herkese faydalı olacağını düşünüyorum. Liderlik‘te; doğru işlerin yapılmasını, yani etkin/etkili olmayı, Stratejik Yönetim’de; işlerin doğru yapılmasını, yani verimli olmayı, Performans Yönetimi’nde; sonuç almayı ve şartların gerektirdiği değişimi hızlı gerçekleştirebilmeyi ve Kurum Kültürü ile de başarının sürekliliğini ve kalıcı olmasını sağlamayı ele almayı planlıyorum.

Beksa’daki 21 yıllık çalışma dönemim sırasında yaşadığımız ve yazılarıma katkısı olacak olan 3 kritik dönemden bahsetmek isterim:

Birinci dönem; 1988 yılında üretime başlayan Beksa’nın 1991 yılında kapanma noktasına gelerek dip noktayı görmesi, ve stratejik kararlar alma süreci.

İkinci dönem; stratejik kararların uygulanması ve 1997 EFQM – Avrupa Kalite Büyük Ödülü’nü alarak zirveye ulaşması.

Üçüncü dönem ise; 2007-2008 yıllarında yeniden yapılanma ve Sabancı Gurubu’nun %50 hissesini Bekaert’a devretmesine kadar olan dönemdir. Beksa ile ilgili bu bilgileri Toplam Kalite Yönetimi sunuşlarımızda şirket dışında da paylaştığımız için bu yazımda da vurguladım.

Yazılarımda ele alacağım “Toplam Transformasyon” konusunu, ileride bir konferansla tamamlamayı planlıyorum.

Yakında görüşmek üzere; selam, sevgi ve saygılarımla,

Siyasette “Ti”ye Alınmak

0

İnsanlar, dürüst de olmasalar yalan da söyleseler kendilerini yönetecek, temsil edecek kişilerde bu niteliklerin bulunmasını asla arzu etmezler. İnsanımız, kendisine hizmet eden bir hekimden, öğretmeden, yöneticiden, siyasetçiden dürüstlük, sözüne sadakat bekler. Bu nitelikleri görmediği zaman onları ya uyarır, ya yüzler ya dışlar ya da “ti”ye alır. Toplumumuzda özellikle müteahhitlerin, siyasetçilerin hafife alınarak onlarla dalga  geçildiğine sıkça şahit oluyoruz.

Hikaye bu: Politikacının biri ölür. Öbür dünyada karşılayanlar, kendisine bundan sonraki yaşamı için cennet ve cehennem mekanlarından hangisini tercih edeceğini sorar. Politikacı, “Ben ölmeden ikisinin de varlığını duymuştum; ancak nasıl yerler olduğunu bilmiyorum. Tercihimden önce o mekanları görme hakkım var mı?” der. Kendisine görevliler, önce cehennemi gösterirler. Cehennemde herkes oyun ve eğlence halindedir. Orada her şey mubahtır. Ölçüsüz ilişkiler, yiyip içmeler vardır. Sonra cenneti gösterirler politikacıya. Kapı açılır, uçsuz bucaksız, dingin bir ortamla karşılaşır. Herkes kendi halinde, sükunet içindedir. “Bu ortam beni sıkar.” der politikacı. Tercihini “Burası daha eğlenceli.” diyerek cehennemden yana kullanır. Cehennemin kapıları açılır, görevliler iter onu içeriye. Yılanlar, çıyanlar, ağlama sesleri, gayya ve zift kuyularıyla karşılaşır. Görevlilere, “Bana burayı göstermemiştiniz.” cümlesiyle tepki gösterir. Görevlilerin verdiği cevap, “Senin gördüğün yer, seçimden önceki propaganda ve reklam dönemine aitti. Şimdi seçimini yaptın, bundan sonra burada yaşayacaksın.” olur.

Halkımız, yaptığı esprilerle, oluşturduğu fıkralarla, bir politikacının seçim öncesinde söyledikleri ve seçim sonrasında yaptıkları arasındaki çelişkiyi vurgulamayı çok iyi biliyor, bu tür politikacıları hem “ti”ye alıyor hem ondan intikam alıyor. Politikacılar, kendini seçenler adına iş yaptıkları için sürekli gündemdedir. Onlar, yalan söyleyemezler, verdikleri sözde durmak zorundadırlar. Bizim ülkemizde politikacı, ya yapamayacağı şeyi söyleyen ya da söylediğini yapmayan kişi olarak algılanır. İnandırıcı değillerdir. Politikacı, elbette içimizden biridir. Bizden biri olan bu insanlar, nedense, sistem içersinde birden değişmektedirler.

Yine, politikacının biri, bir gün bir köylüye uğrar. Bakar, köylü yoksuldur. Ona “Senin oğlunu evlendireyim mi?” der. Köylü, oğlunun evli olduğunu söyler. Politikacı “Olsun, ona Rahmi Koç’un kızını alacağım.” der. Köylünün ve delikanlının hoşuna gider bu teklif. Rahmi Koç’a gider bu defa politikacı. Ona kızını evlendirebileceğini söyler. Rahmi Koç, “Olmaz, benim kızım küçüktür.” cevabını verir. İsterse, kızını dünya bankası başkan yardımcısına gelin edebileceğini söyleyince ondan “Olabilir.” cevabını alır. Sıra dünya bankası başkanıyla görüşmeye gelmiştir. Kendisine bir yardımcı gerekip gerekmediğini sorar. Başkan, kendisinin yeterince yardımcısı olduğunu söyleyince politikacı “Ama sana önereceğim yardımcı Rahmi Koç’un damadıdır.” der. Başkanın fikri değişir, “Öyleyse bir kişilik boş yerim var.” cevabını verir. Politikacı üç hamlede işi bitirmiş, köylü delikanlıyı, hem Rahmi Koç’a damat hem Dünya Bankası Başkan Yardımcısı yapmıştır.

Şüphesiz bir zeka işidir politika. Politikacı; uyanık, ileriyi gören, iş bitiren olmalıdır. Siyaset sahası bir satranç tahtasıdır. Bu zeminde eldeki imkanları iyi kullanmak gerekir. Politikacının yaptığı iş, insanın yararına, eşyanın tabiatına uygun olmalıdır. Olmayanı oldurmak, işi kitabına uydurmak, şark kurnazlığı yapmak ya da Bizans oyunlarına yönelmek, politika değildir. İnsana hizmettir, bozulan dengeleri rayına oturtmaktır, yanlışı düzeltmektir. Ayak oyunlarıyla bir köylüyü dünya bankası başkan yardımcısı yapmak, eşyanın tabiatını zorlamak, eyleme konu olanlara zulmetmektir. Politikacının yapacağı iş, her kişiyi ya da varlığı varlık alanında, yeteneği ölçüsünde değerlendirmek, onun önünü açmak olmalıdır. Politikacı ata nalbant, uçağa pilot olmalıdır. Bu durumda “ti”ye alınmaktan kurtulur, düşkünlerin hizmetkarı, tutamayanların eli olur.

Bu millet, politikacıları kafaya almayı bildiği kadar, onlar için destan yazmayı da bilir. Yeter ki güvensin, inansın…

Obama’nın İlk Hediyesi: Ermenistan Kapısının Açılması Meselesi

ABD Başkanı Barak Obama, Türkiye ziyaretinde Türk Devletinden talep ettiği hususları açıkladı:

  • Afganistan’a asker gönderilmesi,
  • “Ekümenik” sıfatıyla ziyaret ettiği Fener Rum Patriği’nin hedefi olan, Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması,
  • “Kürt azınlık” olarak ifade ettiği vatandaşlarımıza “eşit muamele”,
  • Ermenistan ile ilişkilerin normalleştirilmesi ve bu kapsamda Türkiye- Ermenistan sınırının açılması.

Bunun karşılığında Türkiye’ye vaat edilenlerden somut olarak elde kalan, Obama’nın 24 Nisan’da Ermeni soykırım tasarısıyla ilgili olumsuz bir gelişme olmasını önlemeye yönelik bir tavır koyması. Türkiye’nin soykırım yaptığına dair görüşünü değiştirmediğini söyleyen Obama’nın vaadi, Ermenistan ile ilişkilerin geliştirilmesine yönelik Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün liderliğinde yürütülen çalışmaların sonuçlarını görebilmek için, “soykırım” kelimesini şimdilik kullanmayacağını ima etmesinden ibaret.

Obama’nın dile getirdiği konulardan “Ermenistan ile ilişkilerin normalleştirilmesi ve bu kapsamda Türkiye- Ermenistan sınırının açılması” konusu öncelik kazandı. Türkiye Obama ile yapılan gizli görüşmelerde bu konuda bir vaatte bulundu mu bilemiyoruz. Ancak Türkiye, Ermenistan ve Azerbaycan kamuoyu böyle bir vaade inanmış olmalı ki ciddi tepkiler yükseldi.

Ermenistan Devlet Başkanı Sarkisyan, ekim ayına kadar kapının açılacağından emin konuştu. Azerbaycan, kardeş ihanetine uğramışlık psikolojisi içinde kaynamakta, “hani tek millet iki devlet idik” sorusunu sormakta. Türkiye’de muhalefet, Azerbaycan’a tam destek vermekte, kapının açılması projesine “sınır işgal nedeniyle kapatılmıştır, ancak o sebep ortadan kalkarsa açılır” sözleriyle tepki göstermekte.

Nihayet Başbakan Erdoğan, önceki gün “Biz Azerbaycan-Ermenistan arasında mutabakat sağlanmadığı sürece Dağlık Karabağ konusunda, Türkiye-Ermenistan olarak nihai bir sözleşmeyi imzalamayız. Alt çalışmasını yaparız, ön çalışmasını yaparız. Ancak, bu kesinlikle Azerbaycan-Ermenistan arasındaki Dağlık Karabağ sorununun çözümüne bağlıdır” dedi. Bu söz “Karabağ sorunu çözülmeden, Ermenistan sınırı açılmayacaktır” şeklinde yorumlandı. Dileriz Başbakanımız veya Cumhurbaşkanımız Azerbaycan’a giderek bu tavrı çok daha net bir şekilde ortaya koyar.

Türkiye’nin şimdiye kadar sınırı açmak için öne sürdüğü üç şart vardı:

1- Ermenistan’ın, Türk sınırını kabul etmesi, 2- Soykırım iddialarından vazgeçmesi,

3- İşgal ettiği Azerbaycan topraklarından çekilmesi.

TürkiyeErmenistan ilişkilerinin normalleşmesi konusu çok taraflı ve karmaşık bir konudur. Konunun zorluğu öncelikle ilgili devletlerin sayısı ve konumundan kaynaklanmakta.

Taraflar:

ABD‘de güçlü bir diaspora, etkili bir Ermeni seçmen kitlesi var. ABD Başkanları bu kitlenin oy desteğini göz ardı edemez.

ABD ve Rusya, Ermenistan üzerinde kendileri tam kontrol sağlamak, rakip devletin etkisini azaltmak istiyor.

Azerbaycan topraklarının yüzde yirmisi Ermenistan işgali halinde, bir milyondan fazla Azeri göçmen durumunda.

Türkiye yıllardan beri “Ermeni soykırımı” ithamı ile uluslararası alanda sıkıştırılmakta. Ermenistan Türkiye sınırını kabul etmemekte, Ağrı Dağı’nı milli sembol kabul edip, Türk topraklarının bir kısmını kendi toprağı olduğunu iddia etmektedir.

Bu şartlarda Türk Devleti’nin, bırakın bütün tarafları memnun edecek çözüm üretmesini, yalnız kendi inisiyatifi ile sadece Türk kamuoyunu tatmin edecek bir çözüm bulması mümkün değildir. Size olan düşmanlığından zerrece geri atmayan bir devlete karşı yapacağınız dostça yaklaşımların, karşılıksız taviz olması dışında bir sonucu olamaz.

Çözüm yolunda Ermenistan’ın bazı adımlar atmasını (mesela işgal ettikleri Azerbaycan topraklarından hiç olmazsa bir kısmından çekilme, Türkiye sınırını tanıma gibi) sağlayamayan açılımları, Türkiye ve Azerbaycan halkına anlatmanın imkânı yoktur.

Başbakan’ın açıklamasına rağmen, Türkiye ve Azerbaycan’da dalgaların durulmaması devletimizi yönetenlerin bir güvenilirlik problemi yaşadığını gösteriyor. Eski Danimarka Başbakanı Rasmussen’in Nato Genel Sekreteri seçilmemesi için tavır koyan Türkiye’nin itirazını geri alması için söz aldığı konularda, (Müslümanlardan özür dilemesi ve Roj TV‘nin kapatılması gibi) hiçbir gelişme olmaması bu problemi beslemiş olabilir.

Çok taraflı ve karmaşık dış ilişkilerde zaten kolay çözüm yoktur. Bu türlü çözümleri üretmede Türkiye’nin elindeki güç ve imkânlar sınırlıdır. Dahası devlet adamlarımızın birikim ve yeteneklerinin bu sınırı daha da daralttığına dair bir kanaatin olduğu ortadadır.

Türkiye bölgede önemli bir devlettir. ABD’nin Ortadoğu, Kafkasya ve Afganistan politikaları sebebiyle Türkiye’den beklentileri büyüktür, Ermeni oylarına Türkiye’yi feda edemez. (Obama’nın Ermenilere kesin taahhüdü sonucu değiştirmez, ancak verilen tavizleri büyüten bir faktör olabilir.) Ancak Türkiye uluslararası büyük oyun içindeki etkinliği sınırlı bir oyuncudur. Kendi gücümüzü abartmak ta, önemimizin farkında olmamak ta iyi neticeler almamıza mani olabilir.

Çok katmanlı ve derinliği olan politikalar yürütmekte pek başarılı olamadığımızı düşünüyorum. Rasmussen olayı gibi, kaybı önemli olmayan konularda düşük riskli denemeler yapmamız tecrübe kazanmamız açısından faydalı olabilir. Ancak soykırım baskısını bir sene erteletmek veya Obama’yı rahatlatmak için, Azerbaycan’ı kaybetmenin maliyeti göze alınamayacak kadar büyüktür.

Kişinin kendisini bilmesi en büyük hünerdir. Sihirli çözüm için yola çıkanların, “stratejik derinlik” ekseninde, imkân ve kabiliyetlerimizi dikkate alan bir planlama yapmış olduğunu ümit etmek istiyorum.

Dava Adamı

Hepimizin bildiği gibi dava “Bir kimsenin başkasından mahkeme huzurunda hakkını istemesi, adaletin tahsisi için mahkemeye başvurma ifadesidir” diyebiliriz. Bir bakıma dava aslında bir hakkı savunmak, onu muhafaza etmek, müdafa etmek, o hak olanı sahiplenmektir. Dava; yoluna baş koyulan, uğruna bir takım meşakkatlere katlanılan, gerçekleşmesi için mücadele edilen fikirdir, idealdir, ülküdür, inançtır. Bu davayı sahiplenen, gönül veren ve ömür verenlere de dava adamı derler.

Türkler İslam’la şereflendiğinde kutlu davaları olmuş “ilay-ı kelimetullah” ve “Nizam-ı alem” davası. Bütün Türk Liderleri, Türk komutanları ve Türk halkı bu kutlu davaya hizmet etmişlerdir. Dava adamı davasını yaşatmak ve yaymak için önce  o davayı kendisi yaşar. Her türlü fedakarlıklara katlanır. Dava karşıtı her türlü inanç, davranış, anlayış ve otoriteye karşı başkaldırış halindedir. Dava adamı; dinçtir, dinamiktir, gözünü budaktan sakınmaz, halkla irtibat halinde onların gönüllerindedir. Dava adamı davası gereği tasavvur sahibidir, ileri görüşlüdür, toplumu maceraya atmaz. İnsanlığın yücelmesine hizmet edendir. Onların hedefi insanların önüne sunulan sahteciliğin sahte olduğunu gösterip hakikatin peşine gitmelerini sağlamaktır. Dava adamı halk çağrısına yeteri kadar karşılık vermediği zaman halkına küsmeyen adamdır. Dava adamı sabırlıdır. “Büyük olmak için hiç kimseye iltifat etmeyeceksin. Ülke için gerçek amaç ne ise onu görecek, o hedefe yürüyeceksin. Herkes senin aleyhine bulunacaktır, seni yolundan çevirmeye çalışacaktır, fakat sen buna karşı direneceksin, önüne sonsuz engeller yığacaklardır. Kendini büyük değil küçük, zayıf, araçsız, hiç sayarak kimseden yardım gelmeyeceğine inanarak bu engelleri aşacaksın. Bundan sonra büyük derlerse bunu söyleyenlere GÜLECEKSİN!” diyen Mustafa Kemal Atatürk’ün şu ifadeleri Dava adamı konusunda manidardır diye düşünüyorum.

Dava adamı emanete sadakat, ahde vefa gösteren insandır. Dava adamı mal için, mülk için, iktidar olmak için, itibar ve ikbal uğruna davayı terk etmez. Dava adamı satmaz ve satın alınmaz insanlardır. Hepinizin bildiği Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Mekke ileri gelenlerin (müşriklerin) gönderdiği aracılara verdiği cevap çok önemlidir. Tebliğinden vazgeçmesi karşılığında teklif edilenlere karşılık ne demiştir? “Sağ elime güneşi, sol elime kameri verseler yine bu Hak devadan dönmem. Ya bu dava yürür veya Allah yolunda bir Muhammed ölür!”. Bu cümleler dava adamları için önemli bir düsturdur.

Dava adamı davasını dert edinen, davasının gayesini iyi bilen, yanlışın karşısında duran, Allah (c.c.)’tan başka kimseden korkmayan, insan ilişkilerde latif olan, her türlü iç ve dış tehditlere karşı uyanık olan, davasına maddi manevi destek olan, birlikten kuvvet doğar bilinci bulunan, hak hukuk konularına duyarlı, çevre dostu olan adamdır. Dava adamı sevgi kaynağıdır, hizmet kaynağıdır, engin müsamaha kaynağıdır, merhamet kaynağıdır. “Sevgi gelince tüm eksikler tamam olur.” der Yunus Emre. Dava adamı bu sözü bilendir. “Eğer mümkün olsaydı milletim için küre-i arzı (yer küreyi) sırtımda taşırdım” diyebilen Fatih Sultan Mehmet, milleti ile arasındaki ilişkinin, milletine verdiği değerin, ne kadar üst düzeyde olduğunun ifadesidir ve manidardır.

Eğer dava adamları gönül insanlarını terbiyesinden geçtiklerinde dava adamlıklarındaki yük biraz daha azalır. Bu bilinçle, Dava adamları gönül insanları tarafından şekillendiriliyor. Şeyh Edibali’nin Osman Gazi’ye nasihatini hatırlayalım: “Ey Osmancık; beysin. Bundan sonra öfke bize, uysallık sana; güceniklik bize, gönül almak sana; suçlamak bize, katlanmak sana; bundan böyle, yanılgı bize, hoş görmek sana; aciz bize, yardım sana; geçimsizlikler, uyuşmazlıklar, anlaşmazlıklar, çatışmalar bize, adalet sana; kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize, bağışlama sana. Ey Osmancık bundan böyle, bölmek bize, bütünlemek sana; üşengeçlik bize, gayret sana; uyuşukluk bize, rahat bize, uyarmak şevklendirmek, gayretlendirmek sana…” . Herkes tarafından bilinen Ertuğrul gazinin Osman Gazi’ye nasihatları Dava adamı olma yolundakiler için hep birer örnek teşkil etmiştir.

Size yakın tarihten bir dava adamı, gönül adamı Galip Erdem’in sözlerini de burada yazmadan geçemeyeceğim. Ne diyor? Galip Erdem “Gayretleriniz, menfaatlerinizin korunmasına değil, milletimizin refah ve saadetine dönük olsun. Ve en önemlisi; Türk’ün varlık davası dışında kalan meseleler yüzünden, sonunda uzlaşmak zorunda kalacağınız kuvvetlerle karşı karşıya gelmeyin. Amma, kim olursa olsun, millî varlığımızı tehlikeye atan bir davada çatışırsanız, işte o vakit asla geri dönmeyin. Bugün, iradenizi önlemek isteyen kimselere, güceneceksiniz; yalnız, katiyen husumet duymayacaksınız. Çünkü onlar da, nihayet, bu aziz toprakların çocuklarıdır. Hata edebilirler. Sizin de çok hatalarınız olmuştur. Yüreğinizdeki millet sevgisini, imkân buldukça, önünüze dikilenlere de açınız. Türk ordusunu, kuvvetinden çekindiğiniz için değil, milliyetçilik öyle emrettiği için seviniz. Onlar da sizi sevmeğe başlayacak ve millî hâkimiyeti temsil hakkında doğan gücünüze, şaşmaz bir sevgi göstermeyi öğreneceklerdir.”  İfadelerinin ne kadar güçlü olduğunu ne kadar engin bir görüşe sahip olduğunu, dava adamı olma ilkeleri ile nasıl örtüştüğünü görme açısından önemli bir örnek diye düşünüyorum.

Bu ve benzer ifadelerle yetişmiş bir dava adamı ne diyor. “Allah’ın izniyle olursak da milletle olacağız, olmasak da milletle olmayacağız. Yarın bize ahrette Allah niye iktidar olmadın diye sormayacak. Derse, vermediler deriz. Şimdi yoldan geldik, yola gideceğiz, hiç birimizin garantisi yok. Ayakta duranın da oturanın da garantisi yok. Ruh bir saniyeliktir. “Küf ” dedi mi bir soluktur gitti. Bunun da nerde ve nasıl geleceği ne şekilde yakalayacağı belli değil. 1 saniyenize hakim değilsiniz. Bir saniyesine bile hakim olamadığımız hükmedemediğimiz bir hayat için bu kadar fırıldak olmanın anlamı yoktur. Düz yaşayacağız, düz duracağız, düz yürüyeceğiz, dik duracağız doğru gideceğiz. Allah’ın izniyle hayatım boyunca hep böyle gittim, bundan sonrada böyle gideceğim ve bu yol açılacak……”

2007 yılında Hülya Okur’a verdiği bir mülakatta da ” İnsan öncelikle nefsini, ruhuna, ruhunu, Allah’ına tabii kılacak.”,”20-21 yaşlarında dünyayı omuzlayacak kadar güçlü hissediyordum kendimi”, “Ben hakkın yanında yer alırım, bedeli ağır olsa da.”, “Mecnunu dağa düşüren Leyla’sıdır”, “Bizim Kızıl elmamız; Türk birliğidir, Türk İslam birliğidir.” demiştir.

Tüm insanlığın başı sağ olsun….. Ruhun şad olsun gül medeniyetinin mümtaz şahsiyeti….

Çoklu Zeka Kuramına Göre Zeka Türleri

0

Eğer klasik konu anlatımı kitapları size bir şey öğretemiyorsa bu durum yüksek olasılık söz konusu kitapların yalnızca iki zekâ türüne seslenmesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü klasik konu anlatımı kitapları yalnızca dilsel ve matematiksel zekâya seslenmekte, diğer zekâ türlerini göz ardı etmektedir. Bu yüzden mevcut eğitim sistemi dilsel ve matematiksel zekâ dışındaki zekâ türüne sahip olan öğrencileri başarısızlığa mahkûm etmektedir. Çoklu Zekâ Sistemi ise sekiz ayrı zekâ türünü hesaba katmaktadır. Her zekâ türünün öğrenme stratejileri birbirinden farklıdır. Kendi zekânıza uygun öğrenme stratejilerini kullanırsanız artık öğrenmek sizin için keyifli ve verimli bir etkinlik haline gelecektir.

Sekiz Tür Zekâ
Amerikalı profesör Howard Gardner tarafından geliştirilen Çoklu Zekâ Teorisi’ne göre insanda iki değil, sekiz tür zekâ vardır. Gardner’ın, Zihin Çerçeveleri: Çoklu Zekâ Kuramı adlı kitabında topladığı çalışmaları eğitimin yanı sıra birçok alanda bir devrim yaratmıştır.

Gardner şunu savunmaktadır: Her öğrencinin kolaylıkla öğrenebileceği bir yol mutlaka vardır. Yine öğrencinin ne kadar çok öğrenme zorluğu çekse de mutlaka yetenekli olduğu bir beceri alanı vardır. Önemli olan eğitimcilerin ve ailelerin çocuklarının ilgi ve yetenek alanlarını dikkatle gözlemleyerek, onların kendilerini güçlü hissettikleri yollarla bu çocuklara güven desteği vererek öğrenme süreçlerine yardımcı olabilmektir.

 Çoklu Zekâ’nın Temel İlkeleri şunlardır:

  • Her insanın kendine özgü bir zekâ profili vardır.
    * Her insan, etkin olarak kullandığı zekâları ile özel bir karışıma sahiptir.
    * Öğrenemeyen (başarısız) öğrenci yoktur. Yeter ki öğretim etkinlikleri öğrencilerin zekâ türlerine yönelik olarak düzenlensin.
    * Bir zekânın kullanımı esnasında diğer zekâlardan da faydalanılabilir.
    * Yaşamdaki etkinliklerin hemen hepsi birden çok zekâ türünün kullanılmasını gerektirir.
    * Her insan kendi zekâsını geliştirebilir.
    * Her zekâ; bellek, dikkat, algı ve problem çözme açısından faklı bir sisteme sahiptir.
    * Çok yönlü zekâ hakkındaki bilgilerimiz arttıkça, teorinin tanımladığı zekâ türleri de artacaktır.
  • Dünya’da ve Türkiye’de Çoklu Zekâ Sistemi
    Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği, ilk ve orta öğretimdeki müfredatını ve eğitim sistemini Çoklu Zekâ’ya göre yeniden yapılandırmayı tamamlamıştır.

Türk Milli Eğitimi, ilköğretimin birinci ve ikinci kademesinde Çoklu Zekâ Sistemi’ne geçmiştir. Lise müfredatında yapılandırmacı yaklaşımla birlikte çoklu zekâ stratejilerine de yer verilmeye başlanmıştır. MEB’nın 2008’de yayımladığı 9. sınıf Fizik müfredatında çoklu zekâ stratejilerinin nasıl ve ne şekilde kullanılacağı konusunda geniş bilgi verilmektedir.

Şimdi ayrıntısını ileride ele almak üzere bu zekâ türlerine değinelim:

ZEKÂ TÜRLERİ

Dilsel/Sözel Zekâ: Dili hem sözlü hem de yazılı olarak etkin kullanma yeteneğidir. Okuma, yazma, dinleme ve konuşma gibi etkinliklerde, dilsel zekânın en belirgin özellikleri kullanılır. Dilsel zekânın kullanımı önceki öğrendiklerimizi yeni öğrendiklerimize bağlamaya yardımcı olmakta ve bağlantının nasıl olacağını açıklamaktadır.

Mantıksal/Matematiksel Zekâ: Rakamları etkin kullanma, problemlere bilimsel çözümler üretme, kavramlar arasındaki ilişkileri ayırt etme, sınıflama, genelleme yapma, matematiksel bir formülü ifade etme, hesaplama, benzetmeler yapma ve ortaya çıkan sonuçları iyi bir nedene bağlama gibi yeteneklerde kendini gösterir.

Müziksel/Ritmik Zekâ: Müzikle düşünmek, ritme ve melodiye duyarlılık, farklı sesleri tanıma yeteneğidir. Çevredeki seslerden anlam çıkarma, konuşulan kişinin ses tonundan ruhsal durumunu kestirme gibi davranışlar da müzikal zekânın önemli bir parçasıdır.

Görsel/Uzaysal Zekâ: Biçime, şekle, boşluğa, renge ve çizgiye duyarlılık gösterebilme yeteneğidir.  Göz, renk, şekil, biçim, dokunuş, derinlik, boyut ve ilişkilerini ayrıştırır. Zekâ gelişirken el-göz koordinasyonu, ince hareket kontrolü ile kişinin algılanan şekil ve renkleri çeşitli ortamlarda yeniden üretmesini sağlar.

Bedensel/Duyusal Zekâ: Düşünceleri ve duyguları ifade ederken, problem çözerken ve bir ürün meydana getirirken, bedeni kullanma yeteneğidir. Başka bir deyişle, bu zekâ, vücut hareketlerini kontrol etmeyi ve yorumlamayı, fiziksel nesneleri yönlendirmeyi ve beden ile zihin arasında bir uyum oluşturmayı sağlar.

Sosyal/Bireyler Arası Zekâ: Diğer insanların ruh hallerini, duygularını, güdülerini ve niyetlerini, nasıl çalıştıklarını, onlarla nasıl ortaklaşa çalışılabileceğini anlayabilme ve iletişim problemlerini çözebilme yeteneğidir. Bu zekâ iletişim becerileri, işbirliği becerileri, çatışma yöntemi, uzlaşma becerileri ile güven, saygınlık, liderlik gibi yeteneklerle ilgilidir.

İçsel/Özedönük Zekâ: Kişinin kendisini, güçlü ve zayıf yönlerini, ruh halini, istek ve niyetlerini anlama ve bu doğrultuda yaşamını planlama ve yönlendirme yeteneğidir. İçsel zekâsı güçlü olan kişi, kendini tanıyan, kendi davranışlarını yönetirken bunlara dayanabilen, güvenebilen kişidir. İç gözlem bu zekânın geliştirilmesi için kullanılabilecek bir yoldur.

Doğacı Zekâ: Bu zekâya sahip olanlar doğal kaynaklara ve sağlıklı bir çevreye ilgi duyarlar ve bu yeteneklerini üretken biçimde kullanabilirler.  Doğacı zekâ kişinin çevredeki bitki ve hayvan türlerini fark ettiklerinde ve alt türlerini sınıflandırma prensiplerini yaratabildiklerinde ortaya çıkmaktadır. Çeşitli çiçekleri ayırt edebilen farklı hayvanları adlandırabilen, hatta, ayakkabı, araba, giysi çizimlerini ortak kategorilere yerleştirebilen çocuklarda bu zekânın gelişmiş olduğu gözlenebilir. Bu zekâ hem yapay hem de doğal çevreyi kapsar.
Öyleyse yapmanız gereken ilk şey zekânızı keşfetmektir. Zekânızı keşfetmek eş deyişle hangi zekâ türlerinde daha iyi olduğunuzu saptamanız için size özel Çoklu Zekâ Envanteri hazırladık. Çoklu Zekâ Envanteri ne ana sayfada sol sütunda yer alan Çoklu Zeka Sistemi başlıklı bölümden ulaşabilirsiniz. Envanteri online olarak uygulayarak zeka profilinizi çıkarabilirsiniz.

DİPNot::Çoklu Zeka Kuramı’na Göre Kolay Öğrenme Stratejileri 2008 Ali Rıza Bayzan’ın kitabından alıntıdır.

Asıl İhtiyaç Sevgi…

0

İnsanı insan yapan en temel özelliklerinden biri duygularıdır. İnsan duygularıyla varlığına anlam katar, duyguları insanı duyarlı yapar.

Bu duyguların belki de en önemlisi “sevgi”dir. Sevgi bir anlamda hayatın anlamıdır.

İşte günümüzün asıl sorunu da bu noktada başlıyor: İnsanlar “sevmeyi” neredeyse unuttu!

Eğer öyle olmasa, insanlar en çok sevdiklerine ya da sevmesi gerekenlere acı çektirebilir mi? Onları öldürmeye, kesmeye, doğramaya teşebbüs edebilir mi? Başkalarının acılarından beslenebilir mi? İnsanları kazanmak yerine dışlamanın derdine düşebilir mi? Kendine zarar verebilir mi?

Aslında sadece ülkemizin değil dünyanın problemi bu. Fakat özellikle ülkemiz için durumu anlamak ve hazmetmek çok daha zor geliyor.

Zira biz “sevmeyi” derinden yorumlamış ve sevmeye dair düstur meydana getirmiş bir milletiz: Yaratandan ötürü yaratılanı sevmek.

Bu düstur dinimizin kültürümüzce yorumlanan önemli bir prensibi olarak ortaya çıkmış ve hayatın nasıl yorumlanacağına dair asırlar boyu bize rehber olmuştur.

Bu düsturdur ki bize bırakın insanı, mesela kuşları bile düşündüren ve mimaride kuşlara ev yapmayı dahi ihmal etmeyen bir medeniyete imza attırmıştır!

Gelin görün ki artık insanın bile değerinin kalmadığı bir toplum haline dönüşüyoruz!

Halbuki “aydınlanma” ile insan hayatın merkezine oturmamış mıydı?!

Hayatın merkezine oturan ve her şeyden önce kendini sevmesi ve değerli bulması gereken insanın en azından insana daha duyarlı olması beklenmez mi?!

Yoksa asıl mesele bu mu? Yani kendini sevmek mi?

Mesele kendini sevmekten ziyade kendini nasıl seveceğini bilememek olsa gerek.

Zira hayatın merkezinde kendini gören, daima kendi önceliklerini dikkate alan ve bunu da “akılcı” davranmak olarak niteleyip olumlu bir anlam yükleyen insandan kendinden önce başkalarına duyarlı olması beklenebilir mi?

Veya kendine rağmen başkası için fedakarlık yapması?

Veya kendi için yapılan fedakarlığı zorunluluk olarak kabul etmeyip hakkıyla takdir etmesi?

İşte bizim kültürümüzün önemli bir parçası olan düstur burada yerini daha da anlamlı bir biçimde buluyor. Çünkü insan sadece kendini merkeze aldığı zaman “bencillik”ten kaçınması çok zor. Neden kaçsın ki? Önemli olan zaten kendi değil mi?!

Halbuki, dinimizin de vurguladığı üzere, varlığını borçlu olduğun ve bu varlığa sevgiyle hayat veren bir Yaratıcı’ya duyulan sevginin O’nun eseri olan tüm kainata yansıması sevgiyi çok derinden yaşamak anlamına gelir. Öyle ki, artık insan kendinde ne kendine ne başkasına zarar verme, istediği gibi davranma ve duyarsız kalma hakkını bulamaz. Çünkü kendi bedeni bile tamamıyla ona ait değildir.

Bu sevgi sorumluluğu beraberinde getirir. Bu sevgi emeği de gerektirir. Çünkü bu sevginin kaynağı yarattıklarına ihtiyacı olanı vermektedir. O’nu sevenin de bunun aksini yapması, O’nun eseri olana hor davranması mümkün değildir.

Bu sevgi yapıcıdır. Etrafında olanı yakıp yıkmaz. Sevmeyi eziyet çektirmek olarak göstermez. Çünkü O’nun sevgisi nasıl bizi varlığa getirmişse O’nu seven de üretken olur. O’nun rızası için yapılan eserlerin altındaki en temel teşvik de budur.

İşte kültürümüzde bu derece önemli ve derin bir yeri olan sevgiyi tekrar kendi köklerimizden ve samimi olarak yaşamaya başlamak için onu doğru anlamak şarttır. Buna hem bizim hem de dünyanın çok ihtiyacı var. Zira dünyayı cennet yapabilecek bir duygu olan sevgi de “doğru” biçimde yönlendirilemezse insanoğlunun bugün kimi zaman sevgi adına yaptığı dehşet tablolarını izlemek kaçınılmaz olacaktır.    

Sevgiyle kalın…

Kainat Diliyle Verilen Dersler ve Tefekkür

Bütün kainat, Esma-i Hüsnanın açık tecellilerinden ibarettir. İnsan, bu tecellileri görmek, anlamak ve sahibine muhabbet etmek için yaratılmıştır. Kâinatta hiçbir şey abes ve lüzumsuz yaratılmamıştır. Her zerre, yaratılışın hikmet ve gâyelerini kendine has bir lisân ile beyân etmekte, gönülleri îmâna ve Allah muhabbetine davet etmektedir.

Hz. Âîşe (r.an), “Hz. Peygamber aleyhisselamda gördüğünüz etkileyici bir şeyi bize anlatır mısınız?” diyen bir sahabiye şöyle demiştir:

“Resulullah (s.a.s) bir gece kalktı, abdest alıp namaz kıldı. Namazda çok ağladı. Gözlerinden akan yaşlar sakallarını ve secde esnasında yerleri ıslattı. Sabah ezanı için gelen Hz. Bilâl (r.a):

“Ya Resulallah (s.a.s)! Geçmiş ve gelecek bütün günahlarınız affedildiği halde, sizi ağlatan nedir?” deyince, “Bu gece Yüce Allah bir ayet indirdi. Beni işte bu ayet ağlatmaktadır” dedi ve ayeti okudu:

“Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde selim akıl sahipleri için elbette ibretler vardır” (Âl-i İmrân, 190).

Ondan sonra Resulullah (s.a.s) buyurdu: “Bu ayeti okuyup da üzerinde tefekkürde bulunmayan, düşünmeyen kişilere yazıklar olsun”

Peygamberimiz her gece teheccüde kalktığında semaya bakar ve bu ve peşinden gelen ayetleri okurdu:

“Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. Derler ki “Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, Seni eksikliklerden uzak tutarız. Bizi ateş azabından koru”  (Al-i İmran 191)

“Rabbimiz! Sen kimi cehennem ateşine sokarsan, onu rezil etmişsindir. Zalimlerin hiç yardımcıları yoktur.” . (Al-i İmran 192)

“Rabbimiz! Biz, ‘Rabbinize iman edin’ diye imana çağıran bir davetçi işittik, hemen iman ettik. Rabbimiz! Günahlarımızı bağışla. Kötülüklerimizi ört. Canımızı iyilerle beraber al.” (Al-i İmran 193)

“Rabbimiz! Peygamberlerin aracılığı ile bize va’dettiklerini bize lütfet. Kıyamet günü bizi rezil etme. Şüphesiz sen, va’dinden dönmezsin.” (Al-i İmran 194)

Kur’an’da birçok ayette, insanlar tefekküre davet edilmektedir:

“O’dur ki arzı uzattı, orada sabit dağlar ve ırmaklar var etti. Orada bütün meyvelerden iki eş yarattı. Geceyi gündüzün üzerine örtüyor. Şüphesiz bunda tefekkür eden bir toplum için ibretler vardır” (Ra’d, 3)

“O’dur ki, sizin için gökten bir su indirdi. İçecekleriniz ondandır ve hayvanları otlattığınız bitkiler de ondan sulanıp filizlenmektedir. Onunla size ekin, zeytin, hurma, üzümler ve her çeşit meyvelerden yetiştirmektedir. Şüphesiz bunda, tefekkür eden bir toplum için (yaratıcının varlığına, kudretine ve hikmetine) işaret vardır” (Nahl, 10,11).

“Hem geceyi ve gündüzü, güneşi ve ay’ı sizin hizmetinize verdi. Diğer yıldızlar da O’nun emriyle size râm edilmiştir. Elbette aklını çalıştıran kimseler için bunda alınacak nice dersler var!” (Nahl, 12)

“Yeryüzünde türlü türlü renklerle, her çeşitten bitki ve hayvan olarak sizin için yarattığı daha neler neler var! Elbette bunda düşünen kimseler için alınacak ibret var. (Nahl, 13)

“Yine O’dur ki denizi sizin hizmetinize verdi ki oradan taptaze et yiyesiniz ve takınıp kuşanacağınız zinet eşyası (inci, mercan vb.) çıkarasınız. Denizde gemilerin suları yara yara akıp gittiklerini görürsün. Bütün bunlar Onun lutfedeceği nasibi aramanız ve nimetine şükretmeniz içindir.” (Nahl, 14)

“Halbuki Allah’ın nimetini saymaya kalksanız, mümkün değil, sayamazsınız. Gerçekten Rabbin çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur. (Nahl, 18)

 “Göklerdeki ve yerdeki her şeyi kendi katından (bir nimet olarak) sizin hizmetinize verendir. Elbette bunda düşünen bir toplum için deliller vardır.” (Casiye 13)

Peygamberimiz buyuruyor ki; “Bir saat tefekkür bazen bir sene nafile ibadetten daha hayırlıdır”

Ömer b. Abdülaziz de tefekkür hakkında şöyle demiştir: “Yüce Allah’ın nimetlerini düşünmek, en faziletli ibâdetlerdendir.”

Peki Neyi Düşüneceğiz, Nasıl Düşüneceğiz?..

İbn Abbas (r.a)’ın naklettiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:

“Allah’ın yarattıkları hakkında düşünün, Allah’ın zatını düşünmeyin. Allah’ın şahsı hakkında düşünmeye güç yetiremezsiniz”

Sabah Uyandığımızda… Sağ salim yeni bir güne gözlerimizi açtığımıza şükredeceğiz. Peygamberimizin ifadesiyle “Bizi öldürdükten sonra tekrar dirilten (yani uyuduktan sonra uyandıran) Allah’a hamdolsun. Sonunda dönüş ancak O’nadır.” diyeceğiz.

Çünkü insanın sabah uyanabilmesi büyük bir mucizedir. Nice insanlar akşamleyin mutlu bir şekilde yattığı halde gece bir tabii afete uğradı da kalkamadı, ecel insanları uykularında yakaladı.

Yeni bir güne sağlıklı olarak başlandığı için yapılacak en güzel davranış, günü Allah’ın rızasına uygun bir şekilde geçirmektir. İnsan her şeyden önce bunun hesabını yapmalıdır.

Gün İçinde…

Mümin gün boyunca karşılaştığı olaylar karşısında hep olaylardaki incelikleri kavramaya çalışacak. Karşısına çıkan bir güzelliğe veya bir tersliğe hep Allah’ın hoşnut olacağı güzel ahlak çerçevesinde tepki verecektir. İman eden bir insan, Allah’ın her şeyi yarattığını düşünerek, O’nun yarattığı güzellikleri, olaylardaki hikmetleri görmeye çalışacak, Rabbinin emirlerine uygun bir hayat sürecektir.

Tabiatta Görülen Güzelliklerin Düşündürdükleri…

İnsanın tabiatta gördüğü bütün güzellikler Allah’ın üstün ve benzersiz yaratma gücünün delilleridir. Hoşumuza giden her görüntü Allahın sanatını yansıtır. Tüm güzellikler Allah’a aittir ve O’nun Cemal sıfatının tecellileridir.

İşte insan gezerken karşısına çıkan varlıklardaki bu güzellikleri görmeye çalışacak:

Şu kurumuş ağaçların baharla nasıl tekrar canlandığına dikkat edecek. Öldükten sonra hesap vermek için işte böyle diriltileceğini düşünecek.

Renk renk, çeşit çeşit açan çiçeklere bakıp Yüce sanatkarı görecek ve O’nu tesbih edecek.

Yağan yağmurların, kaynayan suların nasıl kainata can verdiğini düşünecek. Rabbül aleminin ikramı olmasa, içecek bir damla su bulamayacağını tefekkür edecek.

Soluduğumuz havanın, onu soluyabilmenin ne kadar büyük bir nimet olduğunu düşünecek.

Her türlü teknolojik aletlerimizin, yakıtlarımızın, metalden inşa ettiğimiz devasa tesislerin ham maddesi olan demir madeninin, altının, bakırın, gümüşün hep O’nun “arz”ından çıkartıldığını bilecek.

Başını kaldırıp semaya bakacak, atmosferin, güneşin, ayın, yıldızların ve daha göremediğimiz nice gezegenlerin bizim için ne mana ifade ettiğini idrak edecek.

Kainatın ne kadar ince hesaplarla yaratıldığını, ne hassas dengeler üzerinde durduğunu düşünüp bunları insanın hizmetine sunan Yüce Yaratıcının azamet ve kudretini tekrar tekrar ikrar edecek.

Mü’min, bütün bu güzellikleri gördüğünde “Maşaallah, la kuvvete illa billah = Maşallah, Allah’tan başka kuvvet yoktur” (Kehf, 39) diyerek Allahı yüceltecek, Allahın bütün bu güzellikleri insanın hizmetine sunduğunu ve ahirette bunlara kıyas edilemeyecek üstünlükteki güzellikleri iman edenlere vereceğini hatırlayacak. Ve bundan dolayı Rabbine karşı duyduğu sevgi kat kat artacak.

Bir de bütün bu varlıkların Rablerini sürekli tesbih ettiğini, O’na secde ettiğini düşünecek.

“Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tespih ederler. Her şey O’nu hamd ile tespih eder. Ancak, siz onların tespihlerini anlamazsınız. O, halîm’dir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.” (İsra, 44)

“Görmedin mi ki şüphesiz, göklerde ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allah’a secde etmektedir.” (Hac, 18)

Evet Allahu Teala haber veriyorsa öyledir. Her şey O’nu tesbih ediyordur. Ama bu bizim anlayacağımız bir dille değil de varlıkların kendi hal lisanlarıyladır. Veya Allahın kudretine boyun eğme şeklindedir, O’nun emrinin dışına çıkmama şeklindedir, Onun azametini haykırma şeklindedir.

Netice olarak, baharın bütün ihtişamıyla güzelliklerini sunduğu bu ilkbahar günlerinde Yüce Yaratıcının yaratıcılık sanatına dikkatlerimizi çevirip O’na olan kulluk ve muhabbetimizi tazelemeli, O’na şükranlarımızı, itaat ile sunmalıyız.

Ermeni “Karındaşları!”

Birinci Dünya Savaşının savaş ortamında Ermeni – Türk ilişkilerinde 10 şiddetinde bir deprem oldu. Savaş halindeki Osmanlı ordusuna cephe gerisinde saldıran, sivil halkı katleden, isyanlar çıkaran Ermeni vatandaşlara bir ceza biçildi; savaşın devam ettiği bölgelerde yaşayan Ermeni vatandaşların bulundukları yerlerden alınıp imparatorluk toprağı olan bir başka bölgeye zorunlu göçe tabi tutulması; TEHCİR…

Bu yıllarda meydana gelen olaylar, sadece 1914 –  1915 yılları ile sınırlı değildir. Bunun detaylarının anlaşılması ve ortaya çıkarılması için konu, araştırıcıların ilgisini beklemektedir. Ermeni tehciri çok zor bir karardır, acı bir olaydır, ızdırap vericidir. Osmanlı hükümeti bu kararı vermeden üç kez konuyu tartışmış ve sürekli ertelemiştir; belki isyandan vazgeçerler diye… Hatta, Ermeni çete partilerinin (Hınçak ve Taşnak) Erzurum’da yaptıkları yıllık kongreye İttihat ve Terakki Cemiyetinden kalabalık bir heyet (56 kişi ile) de katılarak, savaş halinde Osmanlının yanında yer almaları karşılığında Doğu Anadolu’daki 6 vilayetin muhtariyeti teklif edilmiştir. Buna rağmen Ermeniler kabul etmemiştir bu teklifi. Ermeni liderlerine Talat Paşa ayrıca üç kez bakanlık teklif etmiş yine de kabul etmemişlerdir.

Bu zorunlu göç kararını verenler de bunu isteyerek, severek vermediler. Son çare olarak, tek çıkışı bu kararda buldular. Tehcir öncesi ve sonrası hem Türk – Kürt vatandaşlar hem de Ermeni vatandaşlar için oluşan acılar tasvip edilecek, onaylanacak şeyler değildir. Harp halinde olan bir milletin ordusuna, sivil halkına yine o milletin vatandaşı olan bir başka terörist millet tarafından saldırılması, katledilmesi, kısaca arkadan vurulması gibi bir ihanetin sonucunda alınmış zorunlu bir karar…

Tabii ki ne göç eden ne de katledilen milletlerin varisleri, geride kalan soyları bu acıyı unutmadılar, unutamadılar. Sonuçta kin ve nefret üzerine kurulan bir siyasi ideolojinin ektiği tohumların verdiği-vereceği meyve de aslına uygun olarak gelişecekti. Böyle de oldu maalesef. Siyasallaştırılmış kin ve nefretin yetiştirdiği fidan ve verdiği ürün kendisi gibi nefret ve kin ürünü oldu; bu kini üretmeye devam etmesi adeta kaçınılmaz oldu. Ermeni diasporasının yürüttüğü bu kin ve nefret siyaseti yıllar yılı süregeldi. Bu olayın yeniden filizlenip gündeme getirildiği bir dönemi yaşıyoruz.

Son yıllarda Batı emperyalizminin dayatmasıyla bu kin ve nefret, Türkiye üzerinde “demoglesin kılıcı” gibi sallanan siyasi bir oyun halini aldı. 1915 isyanı ve ihanetine Ermeni vatandaşları hazırlayan ve kışkırtan Batılı emperyal güçler, bugün de farklı bir kimlikle sahnedeler. Özellikle iç işbirlikçilerle beraber yeni senaryolar peşindeler. Bunun tipik bir ürünü olan “özürcü imzacılar” davranışı yepyeni olayların başlangıcı haberini vermektedir.

1915 yılında, sebepleri herkesçe malum olan, Ermenilerin Anadolu’dan göç ettirilme nedeniyle meydana gelen kayıp ve çekilen acılar dikkate alınarak “Ermeni Kardeşlerden” (bu kelimenin kökü, “karındaş” kelimesinden gelir; yani aynı karından türeme anlamını yüklenir) “özür” dileyen imzacıların başını çekenlerin “malum” kişiler olduğu bilinmelidir. Türk milletinin her türlü milli ve kutsal değerlerine ters olmayı bir görev-marifet sayan bu imzacı grubun iyi tanınması gerekiyor.

Kim bunlar? Burada isimlerini vermeye gerek yoktur; bunların elebaşlarını Türk milleti “Internet” sayfalarında zaten öğrendi, merak eden yine bu kaynaktan öğrenebilir.

Bu vatandaşlar, “Ermeni kardeşlerinden” “özür” dilerlerken, o “kardeşlerince” katledilen Türk-Kürt vatandaşlarını her nedense unutuyorlar. Onların ki can da ötekilerinki patlıcan mı!? Diye soranlara verecekleri pek cevabı olmasa gerek. Bu imzacı vatandaş grubu, böyle bir “özür” ifadeye imza atarlarken yabancı bilim insanlarının konu hakkındaki tavır ve yayınlarını da göz ardı ediyorlar. Diğer bir deyişle yabancı tarihçiler, Türkleri savunma gereğini duymuşlardır. Ve şu ifade son derece önemli ve ibret vericidir; “Türkler suçludurlar, çünkü tarihlerine sahip çıkmıyorlar.” Bu, sadece küçük bir örnektir.

Bir diğer örnek daha verelim; yıl 1993, Princeton Üniversitesi tarih profesörü Bernard Lewis, Paris’te yayınlanan “La Mond” gazetesinde bir makale yayınlar. Makalenin bir yerinde aynen şu ifade vardır: “1915 yılında Osmanlının yaptığı Ermeni tehcirinin bu sırada meydana gelen olayların ve ölümlerin bir soykırım olmadığı, savaşın bir yan ürünü olduğunu, ilgili tüm arşivlerden yaptığım araştırmalardan bu sonuca vardım” beyanı vardır.

La Mond gazetesinde bu makale yayınlayınca, Patris’te Bernard Lewis mahkemeye verilir ve mahkeme kararıyla sembolik 1 (bir) Frank cezaya mahkum edilir.

Sebebi nedir?

Ermeni soykırımını inkar ettiği için!

Fransa’daki bu yüz kızartıcı mahkeme kararından sonra yine Fransız tarihçilerinden oluşan kalabalık bir tarihçi grup, Ermeni konusunda soykırım olmadığını söylediler ve bir bildiri yayınladılar. Bu tarihçiler de şunlardı: Bernard Lewis, Andrew Mango, Justin Mc Carthy, Stanford Shaw başta olmak üzere 143 tarihçi. Paris’te bildiri yayınlayarak Ermeni soykırım yalanını dünyaya haykıran yabancı bilim insanlarının bu sağ duyusunu dahi göremeyen bizim “imzacı özürcüler” için hangi sıfatı uygun bulursanız bulunuz ve kullanınız. Doğrusunu isterseniz böyle bir durumda ne söyleyeceğimi bilemiyorum. Güya bu muhteremler “aydın”mış!

Kendini “bulunmaz Hint kumaşı” sanan ve her “kalburun altından çıkan”, hukukçu geçinen bir bayanın çıkıp “… efendim bana tehcirden önce tek Ermeni isyanı ve hareketini gösterin. Yok böyle bir şey…” demesi inanılır ve anlaşılır bir olay değildir. Bunu diyecek kadar dünyadan bihaber kişiler her gün medyada arzı endam ediyorlar. Bu kadar cehalet ancak hukuk tahsili ile mümkün olabilir diyesi geliyor insanın…

Doğrudur, 1914-1915 ta bir dram yaşandı. Bir trajedi idi o. Keşke hiç olmasaydı, o acı olaylar yaşanmasaydı. 850 sene Türklerle beraberce kardeşçe yaşayan Ermeni vatandaşlar keşke Batılı emperyalistlerin oyununa gelmeseydi, onlara kanmasalardı da o acı olaylar yaşanmasaydı. Ancak olan olmuş, gerçekleri de ne saklamak ne de inkâr etmek mümkündür. Olayların doğru ve açık olarak bilinmesinde yarar vardır.

Devletin en üst makamlarına göreve gelen Ermeniler için “sadık millet” denmesinin temelinde yurttaş ortaklığının anlamı vardır. Bu sonsuz güven sonucu devletin her kurumuna girmişlerdir. En üst makamlara ulaşmışladır. O vakitlerde nefret ve kin siyasallaştırılmamıştı. Çarpıcı bir örnek verelim; bugün birer mutlu Türk vatandaşı olarak yaşayan Der Daron (Papaz), Garo Mafyan (Müzikçi), Surp Pirgiç (Sağlıkçı) acaba bu kin ve nefret siyaseti üzerinden hareket etselerdi bu rahatlığa ulaşırlar mıydı?

Bu topraklarda herkes gibi sade vatandaş olarak yaşadıklarına göre kimsenin bir diyeceği olamaz. Ancak zamanında isyan ve ihanet ederek bu toprakları terk etmek mecburiyetinde kalmış olan Ermenilerin ille de “biz bu topraklara aitiz” demelerine karşın dirayetli devlet adamların söylemesi gereken bir şey olmalıdır. En azından şu hatırlatılmalıdır; “hiç birimiz hiç bir yere ait değiliz”.

Bugün eğer çok kültürlü bir toplum olarak barış içinde bir arada yaşıyorsak, bunu Gazi Paşaya borçlu olduğumuzu unutmamamız gerekir. Bizler cumhuriyet sayesinde, laiklik sayesinde kilisede, havrada, camide ibadetimizi yapıyoruz. Bundan rahatsız olanlar her zaman ayrılık tohumlarını ekmeyi istemişlerdir. Buna meydan vermemek herkesin görevi olmalıdır.

Tehcir nedeniyle göç ettirilen Ermeni vatandaşın sayısı hakkında farklı rakamlar vardır. Bunlar farklı kaynaklardan ve farklı kişilerin farklı yaklaşımlarından dolayı olduğu inkar edilemez. Bunun kesin rakamı yaklaşık olarak Osmanlı salnamelerinden, yani devletin yaptığı nüfus sayımlarındaki kayıtlardan ve diğer kaynaklardan elde edilen belgelerin kıyaslanmasından anlaşılır.

Örneğin 1914 sayımına göre Osmanlı kayıtlarında Ermeni nüfus 1.294  (birmilyonikiyüzdoksandörtbin) olarak verilmiş.

Buna karşılık;

Ermeni Patrikhanesi kayıtlarına göre 1.915 bin,

İngilizlerin kayıtlarına göre 1.845 bin,

Fransız kayıtlarına göre 1.600 bin,

İngiliz David’in raporuna göre 1.579 bin,

Amerikalıların hazırlattığı rapora göre 1.924 bin olarak kayıtlar vardır.

Şimdi bu rakamların hangisi doğru kabul edilmeli ya da edilecek?

Bu rakamlar arasında en gerçekçi rakam olarak İngilizlerin verdikleri rakam Lozan’da esas alınarak barış görüşmelere konu edilmiştir. Emperyalistlerin Lozan’da öne sürdükleri ve Ermeni halkına özel işlem istedikleri rakam David’in rakamıdır. Diğer bir ifade ile Lozan’da tartışmaya konu olan ve Osmanlıdaki Ermeni nüfus olarak kabul edilen rakam, 1.579 bin rakamıdır. Buna göre ne Osmanlının kayıtları ne de diğer kayıtlar dikkate alınmış.

Burada sorulması gereken diğer bir soru da şudur; 1922 yılına kadar Osmanlı topraklarında ne kadar Ermeni vatandaş vardı?

Bu sorunun cevabı Türk Tarih Kurumu tarafından araştırılmış.

Nasıl mı?

Tehcirden sonra ABD giriş yapan limanlardaki “Yolcu Defterleri” incelenmiş, ABD giriş yapan Osmanlı vatandaşı Ermenilerin isimleri tek tek çıkarılmış, sayılmış. Bu araştırmaya göre 1.200 bin Ermeni ABD ne sağ olarak giriş yapmış.

Tehcirden önce var olan Ermeni nüfusu ile tehcirden sonra varolan Ermeni nüfus arasındaki fark yaklaşık 420 bin olarak belirlenmiş. Yani Anadolu’da tehcir öncesi ve sonrası Ermeni nüfus kayıtlar bu rakamı gösteriyor. Bunun anlamı şudur, bu kadar Ermeni vatandaş göç ettirilmiş. Bunların ne kadarı yollarda hastalıktan, iklim şartlarından, eşkıya saldırılarından, görevlilerin ihmalinden dolayı zayi olduğu bilinmiyor, bilinmesi de pek mümkün görülmüyor.

Ancak bazı araştırmacılara ve Tarih Kurumu yetkililerine göre, tehcir sırasında eşkıyalar tarafından öldürülmüş yaklaşık 8 bin Ermeni tahmin ediliyor.

Diğer bir tahmin hastalıktan ölenlerin sayısı yaklaşık 35 bin civarında.

Rus askeri Doğu Anadolu işgalini terk ederken birlikte Rusya’ya, Erivan’a dönmek için 191 bin Ermeni yola çıkıyor, Rus ordusuyla birlikte. Bunların yaklaşık 161 bini Rusya’nın ilgisizliği, yiyecek ve destek vermemesi nedeniyle yolda aç bırakıldıkları için bir kısmı açlıktan, çoğu da hastalıktan ve soğuktan ölüyorlar. Bu rakamlara, kendilerini “farklı mezhep ve ırktan ” gösteren Ermeniler de dahil edilirse, Lozan’da esas kabul edilen Ermeni nüfusuna yakın bir rakam ortaya çıkmaktadır. Tabii ki bu rakamlar mahalli ve mülki idarelerce tutulan sevkıyat raporları, görgü tanıklarına dayanılarak tahmin ediliyor olmalıdır.

Tehcir sırasında öldürüldüğü iddia edilen ya da öyle varsayılan Ermeni vatandaşların nerede ve nasıl öldürüldüğü hakkında elle tutulur kanıt ortaya konulmadığı için bu iddialara karşı herkesin merak ettiği bir konu var; mademki katliam yapılmış diye iddia ediliyor, o zaman bu insanların da Müslümanlarınki gibi toplu mezarları olmalı. Fakat bugüne kadar Ermenilere ait tek toplu mezar gösterilemedi. Gösterildiği takdirde onların da mezarları açılmalı ve antropolojik incelemeye tabi tutulmalıdır.

Tehcir kararının alındığı 27 Mayıs 1915 tarihine kadar Doğu Anadolu’da, yani tehcir tarihine kadar 122 bin Müslüman vatandaş Ermeni çeteleri tarafından katledilmişlerdir. Bunların isimleri ve katledildikleri yerlerin isimleri Genel Kurmay kayıtlarında mevcuttur. Bunu saklamak ve inkâr etmek ne mümkün?!

Yine belgelere göre 1914-1915 yılları arasında Ermenilerce katledilen Müslüman sayısı 530 bin civarında olduğu biliniyor. Bu sayıya tehcir öncesi katledilen 122 bin dahildir. Katledildikleri tarihler, köyler, kasabalar, mahallerin hepsi kayıt altına alınmıştır. Bu sayı, bilinen ve kaydedilen rakamdır. Bir de bilinmeyen, kayıt altına alınmayanlar var. Kayıt altına alınanlardan birkaç örnek; Kars’ta 20 bin, Van’da 6 bin Müslüman yakılarak öldürüldü. İkinci Van isyanında 80-100 bin Müslüman Van’ı terk etti. Bunların 30 bini yollarda öldü. 17 Nisanda Van, 18 Nisanda da Bitlis düştü. Bu süreçlerde savaşarak ölenlerin yanı sıra toplu katliamlar da olmuştur.

Fransız işgali sırasında Ayintap (Antep) kuşatması boyunca Fransızlara yardım eden Ermeniler yine hayal kırıklığı yaşayacaklardı. Emellerine ulaşamadılar. Karşılıklı vuruşmada, Ayintap kuşatmasında ölen Türklerin sayısı da Ermenilerin sayısı da çok net değil. Müslüman halkın tahmin edilen rakam 7 bin civarındadır.

Ayintapli milislerin tarihe destan olan kahramanlıkları kelimelerle anlatılamaz. Kahramanlıklarının anısına bugünkü Gaziantep’te bulunan “şehitler anıtı” vardır. Milis kuvvetlerin başında, komutan “Şahin Bey” ismi dillere destan olmuştur. Aylar süren kuşatmadan dolayı şehir her türlü gıdadan mahrum bırakılmış; kedi ve köpekler de dahil yenecek tek canlı ve varlık kalmadığı için teslim oldu Ayintap! Kahramanca çarpışarak şehit olan milislerin başında Ayintapli Şahin Bey vardı; vefa borcu olarak her yıl bu kahramanlar anılmaktadır. Bu kuşatmada Fransızların birinci derecede destekçisi Ermeni vatandaşlardı. Bu başarıdan dolay bayram yapmaya başladı Ermeniler. Çünkü bu işgalle birlikte bir kısım Ermeni geri geldi Ayintap ve Maraş bölgesine. Ermeniler yeniden umutlanmaya, şımarmaya, “bağımsız Ermenistan” hayalini kurmaya başladılar. Diğer bir ifade ile tehcirle sönen hayalleri “hortlamaya” başladı. Ne yazık ki Fransızlardan da sonuç alınamayacağını kısa süre sonra anladılar. Ve geldikleri gibi geri döndüler.

Geri dönerken Klikya bölgesinde bulunan Ermeni kiliselerinde ne kadar değerli tarihi eşya varsa taşımaya başladılar. Bunun en tipik örneği Kozan Ermeni Kilisesidir. Buradaki tüm değerli eşyalar ve eserler beraberlerinde götürüldü. Bununla birlikte diğer Anadolu’daki birçok kilisenin, örneğin Sivas-Adana-Zeytun kiliselerin iç dizaynlarını ve kutsal sayılan dokunulmazları parça halinde taşıdılar. Bu kilise parçaları bugün Lübnan’da kurulan “Antilyas Müzesi” içinde sergilenmektedir. Bu müze aslında “Klikya Patrikhanesinin Müzesi” olarak da anılmaktadır.

Tenkit edilebilir özellikleri olmasına karşın 2. Abdülhamit’in yaptığını hatırlamak gerekir burada… 850 bin dönüm vatan toprağının Osmanlı Ermenileri tarafından satın alınması üzerine, Ermenilerin kendileri için “amansız düşman” dedikleri 2 Abdülhamit bunun ardındaki amacı sezer ve bu toprakları Ermenilerden geri alıp devletleştirir. Gerekçe olarak da şunu söyler; “..toprağın kullanma hakkı millete aittir, alana ait değildir” der. Ve bunu vasiyet eder. Bize düşen temel görev ise, Vasinin vasiyetine uygun olarak hareket etmektir. Bu belgeler, devletin geçmişini yansıtan arşivlerinde okunmayı ve incelenmeyi beklemektedir.

Devletin arşivi, o milletin-devletin milli hafızasıdır. Milletin hafızası milli kültürüdür, milli tarihidir. Bunlar da yazılı belgelerde, türkülerde, manilerde, folklorda saklıdır. Bunun için ne Osmanlı dönemini ne de Cumhuriyet dönemini birbirinden kopuk ya da ayrı sayamayız. Bunun için Ermeni konusunda Gazi Paşanın söylemleriyle yazılı belgeleri de burada hatırlamak gerek. 24 Nisan 1920 Mustafa Kemal Paşanın Ermeniler hakkındaki söylemi çok önemlidir. Bunun tekrar anlatılması ve hatırlanması gerekiyor. İşte Gazi Paşanın bu konudaki açık ifadeleri:

“Binlerce çaresiz ve suçsuz ana ve çocukları işkenceyle öldürmüşlerdi. Tarihte benzeri görülmemiş olan bu vahşeti yapan Ermenilerdi”. Mustafa Kemal Atatürk s.260-261, Nutuk.

Tıpkı Osmanlının son dönemlerinde, imparatorluk parçalanma sürecinde iken bile devleti idare eden siyasi (İttihat ve Terakki Partisi) kadrolarının tek bir gayesi vardı; imparatorluğun parçalanmasını engellemek… Tüm eksikliklerine rağmen idaredeki kadroların yüreğinde bir kor gibi yanan “vatan aşkı” idi. Gazi Mustafa Kemal Paşa da işte bunlardan biriydi.

Diğer bir örnek; emperyalistler, 1908de, “Klikya Ermeni Eyaletini” kurmak için 2. Abdülhamit’in Adana’daki “Mercimek” çiftliğinin Ermenilere verilmesini istediler. Bunu isteyen başta Fransa ve İngiltere, ileride Ermenilerin kurmak istedikleri “Büyük Ermeni İmparatorluğu” hayali için öncü hazırlık olmasını amaçlamışlardı. Buna, yine büyük bir politikacı ve önseziye sahip zeki insan 2. Abdülhamit’in ince siyaset manevraları engel olmuştu.

Şu anda, koca imparatorluktan elimizde kalan son vatan parçası Anadolu toprağını bölmek isteyenlere göz yumanları, vatan toprağını “arsa” diye gayrı milli kuruluşlara satışa engel olmayan siyasi iradeyi, devleti idare ettiklerini sananların liyakatini, ehliyetini, niyetini, ferasetini, vatan aşkını varın siz takdir ediniz.

Burada bizim amacımız, acı çeken her iki milletten zayi olan insanların ızdırap ve acılarını rakamsal trajedi ile ne azaltmak ne de arttırmaktır. Bu acı olayları her iki toplum maalesef yeterince yaşadı. Bunun ikide bir “temcit pilavı” gibi ısıtılıp gündeme getirilmesi ne Ermenileri ne de Türkleri haklı ya da haksız kılar.

Geçmişte yaşanmış acıları “ortak” bir noktada paylaşarak geleceğe bakmak gerektiği kanısındayım. Türkler Ermeni dostu, Ermeniler de Türk dostu olmaya mecbur değiller ancak iyi iki komşu olabilirler. Şartlar bunu gerektiriyor, başka da çare yok gibi görünüyor.

Sonuç olarak, emperyal güçlere sırtını dayayan ve onların aldatmacalarına kanan tarihteki Ermeni vatandaşlarımız “Ermeni İmparatorluğu” hayali yerine gözyaşı, acı ve sefaletle baş başa kaldılar. Umut ve temenni ediyorum ki, bugünkü Ermenistan’da yaşayan toplum ve Ermeni diasporası da fesini önüne koyar ve bir öz eleştiri yapar; “biz nerede hata yaptık?”, diye sorgular…

Şehit Kardeşim Muhsin Yazıcıoğlu

Türk dünyası değerli bir evladını daha kaybetti. O bir nefer O bir mücadele adamı, O herkesin dostu, O tüm güzellikleri göğsünün sol yanına sığdırmış bir kahraman. O’nu anlatmak bir yana, O’nu anlamak asıl olan O’nu tanımış olmaktan gurur duyuyorum. O’nun bitmez tükenmez enerjisi, güler yüzü ve tertemiz kalbi gelecek nesillerdeki gençlere ışık olacaktır.

Koca Reis Muhsin Başkan başkalarının doldurduğu dolma kalem değil ALPEREN ÜLKÜCÜ Kurşun kalemdi. Biz senin vefatınla neyi kaybettiğimizi hala anlamış değiliz. Şaşkınlığımızı bir türlü üzerimizden atamıyoruz belki de bu böyle sürüp gidecek. İlahi takdire rıza göstermemek haşa hiçbirimizin aklından bile geçmez ama diyoruz ya, şaşkınız işte senden beklediğimiz çok şey vardı.

İşte böylece bir başka takdir tecelli etmiş oluyor. İçinde yaşadığımız topluma böyle bir hizmet nasip olmayacak demek ki. Tek Bayrak, Tek Vatan, Tek Devlet için dilde, fikirde işte birliğin bu mümtaz şahsiyeti bu idealle yaşadı.

Bu ideal için çırpındı ve bu İdeale bağlı kalarak, sapmadan,şaşmadan,yılmadan,bıkmadan usanmadan mücadele etti ve hakkın rahmetine kavuştu.Rahat uyu Muhsin arkandan binlerce genç bu ideal için yaşayacak ve çalışacaktır. Dostlarımızın düşmanlarımızın da iftira atan çirkin insanların da bundan şüphesi olmasın.

Türk Milletinin başı sağ olsun mekanın cennet olsun.

Cenab-ı Allah Türkü korusun.