25.5 C
Kocaeli
Çarşamba, Eylül 24, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1266

Ekonomik Krizin En Ağır Sonucu: İşsizlik

“İşsiz kalmak, işçi için travma ve maneviyatın bozulması demektir. İşten çıkartılmış kişilerin içinde boşanma ve intihar vakalarının yükseldiğini gözlüyorum. İşten çıkarma ile ilgili bu yıl Yargıtay’a intikal etmiş dosya sayısı 18.000 e ulaştı. Yılsonuna kadar bu konudaki dosya sayısının 60-70 bin civarına yükselmesini bekliyoruz.” Bu sözler Yargıtay‘ın işçi işveren uyuşmazlıklarına bakan 9. Hukuk Dairesi‘nin Başkanı Dr. Mustafa Kılıçoğlu‘na ait. Bu tespitler işten çıkarmaların sosyal, psikolojik yanları kadar hukuki açıdan çözümünde yaşanan güçlüklerin de ipuçlarını vermekte. (2008 yılında karara bağlanan dosya sayısı 35.552 olduğuna göre, bu yıl dosya sayısının ikiye katlanacağı anlaşılıyor.)

İşsizlik ile ilgili istatistik rakamları kuru birer rakam olarak görmeyip, ete kemiğe bürünmüş olarak okuduğunuz zaman sosyal problemin boyutunu kavramakta daha gerçekçi olursunuz. Bir milyon yeni işsiz demek, dört milyon insanın daha beslenememe, bedeni ve ruhi hastalık, eğitimsizlik, geçimsizlik gibi insanı yaşamaktan bezdiren sıkıntılarla boğuşması, bu insanların da gıda ve kömür yardımına muhtaç hale gelmesi demektir. 

İŞSİZLİĞİN BOYUTU: Ekonomik Kriz bütün dünyada işsizlik oranlarını yükseltti. İşsizlik oranının en yüksek olduğu ve en fazla arttığı ülkelerden biri Türkiye. Nisan 2009 itibariyle resmi işsizlik yüzde 15,5 seviyesine yükseldi. Rakamlar bize en benzeyen ülkelerle kıyasladığımızda, işsizlik yönünden çok kötü durumda olduğumuzu göstermekte. Grafikte görüldüğü gibi bazı ülkeler kriz döneminde işsizlik oranını korurken, Polonya gibi bazıları aldıkları tedbirlerle işsizlik oranlarını düşürmeyi başarmışlar. Türkiye ise bu alanda son derece başarısız. (Kaynak: Prof. Dr. Erinç Yeldan)

HUKUKİ DURUM: Ekonomi politikalarının sonucu ortaya çıkan işten çıkarmaları hukukun önlemesini beklemek doğru değildir. Ancak ekonomik kriz döneminde, “sevk ve yönetimi işverene ait olan işletmenin riskini” sadece işçiye/çalışana ödetmenin adil olmadığı da ortada.

İşverenin kendi iradesi ile aldığı işçiyi hiçbir sebep yokken işten çıkarmak istemeyeceğini kabul ederek ifade edelim ki, “ekonomik krizi bahane ederek çalışanlarını işten çıkaran patronlar” tarzı tek taraflı suçlamalar da bazen haksız olabilmekte.

İşçi, çalışmakta olduğu işletmeye şimdiye kadar katkı sağlamıştır. Ayrıca bir makine veya teçhizat gibi olmayıp bir insandır. Bakımını üstlendiği ailesi ve diğer sosyal çevresi ile birlikte sosyal bir varlıktır. Bunları dikkate almayan işverenin ekonomik kriz nedeniyle işten çıkarmasına (iş akdini feshetmesine) karşı, işçiyi koruyan bazı kanuni düzenlemeler yapılmış. Bu düzenlemelerle “iş güvencesi” kavramı getirilmiştir.

2003 yılında kabul edilen 4857 sayılı İş Kanunu ile getirilen “iş güvencesi” işverenin keyfi işten çıkarmalarının önüne geçmek için düzenlenmiş bir kurumdur. İşveren işe almakta özgürdür; fakat işten atmakta geçerli bir sebep göstermek zorundadır. Bu durum işverenin karar özgürlüğünün fesih konusunda sınırlanması anlamına gelir.

İş güvencesi kapsamında, fesih için işverenin dayandığı gerekçelerin geçerli sebep olması lazımdır. Geçerli sebep oluşu yargı denetimine tabidir. Hukuken geçerli sayılmayan bir sebeple yapılan fesih geçersizdir. Ekonomik kriz, tek başına iş sözleşmesinin işverence feshi yani işten çıkarma için geçerli sebep olarak görülmemiştir. Üretimin, satışların geçici olmayan şekilde düşmesi, işletmenin bir kısmının veya tamamının kapanması gibi gerçekten istihdam fazlasının oluştuğu ve feshin son çare olduğu şartlar geçerli sebep sayılmakta.

Fakat ne yazık ki, bu düzenleme sadece otuz veya daha fazla işçi çalıştıran işyerlerinde, en az altı aylık kıdemi olan işçinin, belirsiz süreli iş sözleşmesini işverence geçerli bir sebep olmaksızın feshini önlemek için yapılmış. Bu durumda resmi çalışanların yüzde 60,2 si bu güvence kapsamı dışındadır.

Kayıt dışı çalışma oranının yüzde 45, toplam istihdam içindeki sendikalı işçi oranı ise sadece yüzde 6,1 olduğu dikkate alınırsa “iş güvencesi” kapsamının ne kadar dar olduğu anlaşılacaktır.

Bu güvence kapsamındaki işçi de, esasen tam olarak iş garantisi elde etmiş olmaz. Geçerli bir sebep olmadan çalışanın iş akdini fesheden işveren, mahkemenin kararına rağmen işe iade kararına uymak istemezse, kıdem ve ihbar tazminatı dışında, tazminat (4-8 aylık ücret tutarında) ve çalışılmayan süreye ait (azami 4 aylık) ücret ödemek zorundadır. İşverenin bu konuda üstleneceği külfet bundan ibarettir.

Kısa süreli çalışma ödeneği, işsizlik sigortası uygulamaları da faydalı ancak süre ve miktar yönünden yetersizdir.

EKONOMİK ÇÖZÜM: Ekonomik krizin bir sonucu olan işsizliğin çözümünü ekonomik ve sosyal politikalarda aramak zorundayız. En liberal ülkeler bile krizden çıkış ve yaraların sarılması için devlet müdahalelerine başvurmak zorunda kaldı. Devletin elindeki ekonomik faaliyetlerin verimsiz ve zararlı olduğu tezi yerine, karma ekonominin faziletleri ön plana çıkmış durumda.

Hükümet, hepsi özelleşmeli diyerek yabancılara devrettiği bankalardan elde avuçta kalan iki bankamızı reel sektöre kredi akışını kesmemek ve piyasa faiz oranını dizginlemek için kullanmaya mecbur oldu. Ekonomik varlıklarımızın sınırsız yabancılaşmasının mahzurları anlaşılmaya başlandı. Otomotiv fabrikaları Türkiye’deki üretimlerini azaltırken, kendi ülkelerindeki stok fazlasını ithal edip, ÖTV indirimlerine dayanarak eritmeyi tercih ettiler. Bu suretle vergi indirimi sayesinde satılan araçlardan yararlanan yabancılar, zarar gören Türk işçileri oldu.

İşsiz sayısının azaltılarak iç talebin canlandırılması ve sosyal patlamayı durdurmak için öğretilmiş ezberlerimizi gözden geçirir, kendimize bir çekidüzen verebilirsek “krizi fırsata dönüştürmeyi” başarabiliriz.

‘Motherland’ Anadolu

“Benim de bir annem olsa annemin
Beşiğini seve seve sallardım”

Böyle başlamış Arif Nihat, Anneler Annesi için yazdığı şiirine. Annelerimizin ve babalarımızın anası, varlığımızın coğrafyaya işlenmiş manası ve bağımsızlık kurnası; ANADOLU – ANAVATAN.

“Beşikler vermişim Nuh’a
Salıncaklar, hamaklar
Havvana dünkü çocuk sayılır
Anadolu’yum ben
Tanıyor musun?”

Tanırız ama balıkların suyu tanıdığı kadar. Kuşları kanatlandıran sırrın edası kadar. Sönmeyen ocağımız, kucağının sıcağına emanettir. Yine de hafıza -i beşer nisyanla şaşar. Bir bitimsiz unutkanlık başlar.

Batı icadı yalan – yanlış günlerin belki de en masumu Anneler Günü. Mayıs’ın ikinci Pazar günü herkes hatırlandı, biri unutuldu: ANADOLU. Türk Milleti’nin annesi, İslam Âlemi’nin teyzesi ve gayrimüslimlerin yengesi. Uluslar arası tarih koşusunun kanla korunmuş dengesi.

Ne zulümler gördü; Haçlı, Moğol, Moskof, Ermeni, Yunan…
Ne zaferler gördü; Malazgirt, Miryakefalon, Çanakkale, Dumlupınar…
Ne isyanlar gördü; Baba İshak, Şeyh Bedrettin, Şahkulu, Celali, Yeniçeri…
Ne kahramanlar gördü; Süleyman Şah, Osman Gazi, Çelebi Mehmet, Fatih, Mustafa Kemal…

Ne kıtlıklar gördü, açlıktan süpürge tohumlarının yendiği.. Ne ihanetler gördü, koynunda besleyip de büyüttüğü.. Ne felaketler gördü, yerlerin ve göklerin ihtizaza geldiği.. Ne güzellikler, çirkinlikler gördü; havsalanın almadığı.. Ne dostluklar, düşmanlıklar gördü; başkalarının anlamadığı ve anlamayacağı..

Ama Mardin Mazıdağı‘ndaki vahşeti biz bile anlayamadık, o bile görmemişti. Ne hısımlığın ne husumetin sınırlarına dâhildi. Ne aşkla, ne çıkarla, ne hırsla telif edilebilirdi onun toprağına dökülen bu çirkef tohum.

Ancak bir dış markalı manyaklık böyle bir vaka tertipleyebilir. Ancak servislerarası bir insafsızlıkla böyle işler çevrilebilir. Ancak böyle bir alçaklık Gâvuristan‘dan ithal edilebilir.

Ve yine Anadolu yıkayıp yunacaktır kalbimizin kabuk bağlamamış yaralarını.. Ve yine sarıp sarmalayacaktır hepimizi bir uçtan bir uca yavrukuşlar misali.. Tıpkı yüzyıllardır yaptığı gibi.. Yine affedecek, yine kucaklayacak ve yine sevecektir bütün benliğince..

Bizi yaşatan işte bu sevgidir. Bu toprağın karşılıksız sevgisi.. Muhabbet’ü-l insan ve’l vatan.

Bizi burada birarada tutan o aşkın harcıdır. Ve onlarca asırlık gönül borcudur.

Biz bu mayaya vurgunuz. Biz Anadolu sevdalılarıyız. Anavatanın vefalı evlatlarıyız. Bizim anavatan dediğimize yabancılar ‘fatherland‘ derler. Mayıs ayı Babalar Günü‘ne de sahnedir.

Ey anneler annesi; Günün, Ayın, Yıldızın kutlu olsun!

“Kızlarım var, oğulların var gelecekte
Her biri vazgeçilmez cihan parçası
Kaç bin yıllık hasretimin goncası
Gözlerinden
Gözlerinden öperim
Bir umudum sen de
Anlıyor musun?”

G-8 ‘den G-20’ye

Küresel problemlerin arttığı günümüzde, bu problemlerin ana kaynağının finans olduğunu görüyoruz. Küresel finans sistemindeki çalkantılar küresel siyasal sistemde de ciddi değişikliklere yol açmaktadır. Ülkeleri ve yaşayanları mutsuz etmektedir. Küresel finans sisteminin sorunları aslında finans sisteminin oluşturdukları organizasyonların kabiliyetleri ve işlevleri ile ilgilidir. Küresel finans için Dünya bankası, Bölgesel Kalkınma bankaları, IMF, Uluslararası Ödemeler bankası gibi kurumlar oluşturulmuş ayrıca çok ülkeli gruplar için geçerli kurallar ve düzenlemeler çıkarılmıştır. Küresel sorunlar büyüdükçe bu sorunlar tek merkezden yürütülür olmaktan cıkmış dolayısı ile çeşitli guruplar oluşturulmuştur. G-8, G-20, Finansal İstikrar Forumu (FSF) ve benzerleri.

Küresel finansın tarihsel gelişimine kronolojik olarak baktığımızda; 1947 Uluslararsası Ticaret Örgütü ( ITO) ve Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT).

1962 yılında gelişmiş 10 batılı ülkenin kurduğu G-10 (Group of 10) . 1971 yılında doların altınla ilişkisi kopunca sabit kur sisteminin çökeceği buna bağlı olarak yeni bir küresel para kur politikasının izlenme konusu ortaya çıktı G-10 gurubu bunu IMF’nin içinde oluşturulan C-20’ye (Commitee of 20) bıraktı.1975 G-7’nin kuruldu. 1995 yılında Dünya Ticaret Örgütünün (WHO) kurulması.

1992-93 Avrupa, 1994 Meksika, 1997-98 Asya, 1998 Rusya finansal krizler, Bu krizlerin aşılabilmesi için genişletilmiş platformların kurulması gerekliliğini oryaya çıkardı. Sadece G-7/8 ülkelerinin altından çıkabileceği problem olmaktan çıktı. 1997 Asya krizinin çözümü için kasım 1997 de G-7 ülkesine ilave gelişmekte olan 15 ülke daha alarak G-22’iyi oluşturdular. Bu toplantılarda küresel finans sisteminin oluşturulması için çalışmalar yaptılar. G-22’in ömrü uzun olmadı 1999 yılında G-33 kuruldu. Bu ülkelerin 13’ü gelişmiş 20 tanesi gelişmekte olan ülkeleri içeriyordu. Türkiye’de G-33 içindeki ülkelerden biri idi.

Bu ülkelerin Dünya ticaretine ayak uydurabilmesi için anayasalarında bir dizi değişiklik yapmaları önerilmiştir. Ülkeler bu değişime paralel olarak tahkim yasaları, bankacılık kanunları, çeşitli uyum yasaları, mortgage kanunları gibi bir dizi düzenlemeler yapmışlardır.

Ülkemizde bu yapılanmanın altyapısını oluşturacak tüm düzenlemeleri yapmıştır. Nihai hedef aslında yepyeni bir küresel finans sisteminin kurulması ve bunun sonucu olarak gümrüklerin kaldırılması projesidir.

33 ülke ile karar almanın zorluğunu gören organizasyon 1999 ‘un ortalarına doğru Ülke sayısı azaltıldı Küresel sistem için önemli ülkelerden oluşan 20’ler Gurubu (G-20) kuruldu. Türkiye G-20 içinde yer alan 19 ülkeden biri oldu. 9 ülke gelişmiş, 10 ülke gelişmekte olan ülkelerden ve AB’liğinden oluşan bir gurup. (ABD, Almanya, Arjantin, Avusturalya, Brezilya, Çin, Endonezya, Fransa, G. Afrika, Hindistan, İngiltere, İtalya, Japonya, Kanada, Kore, Meksika, Rusya, S. Arabistan, Türkiye, AB)

Bütün dünyada bilişim teknolojilerindeki gelişimle birlikte hızlı elektronik finansal hareketlilik artmıştır. Bu hareketliliğin kontrol edilmesi, mali istikrarın sağlanabilmesi, finans yönelişlerinin doğru değerlendirmelerinin yapılması, G-20’nin temel amaçları arasındadır. G8 ülkelerinin dış yatırımlarının yüzde 65’i G-20 ülkelerinin diğer üye ülkelerinde gerçekleşmektedir. G-20 ülkeleri aslında dünya nüfusunu yüzde 85’ini ve Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’nın (GSYİH) yüzde 65’ini oluşturmaktadır. Bu ülkelerde alınacak kararlar ve bu kararların uygulamaları küresel ekonominin istikrarı için çok önemlidir…

Yukarıdaki değerlere bakıldığında da dünyayı G-8 ülkelerinden daha ziyade G-20 ülkeleri temsil edebiliyor. Dolayısı ile dünyadaki küresel ekonomik ve siyasal krizleri G-20 ülkeleri çözebilir diyebiliriz….

Yılanların İntikamı

0

Üstat Rasim Özdenören, bir yazısında, sosyal ilişkilerin de bir bedeli olduğunu vurgulamak için şu olayı anlatmış: 1960’larda Türkiye’ye Meksika buğdayı denen bir buğday türü getirilir. Bu buğdayın özelliği 1’e 100 vermesidir. Buğdayın Çukurova iklimine uygun olduğu düşünülür. Buğday ekilir. Ancak verim alınabilmesi için tohumun 40-50 santim derin ekilmesi gerekir. Böyle yapılır. Neticede, mevsim geldiğinde sonuç beklendiği gibi olur, bol ürün elde edilir. Fakat çok geçmeden tarlaların, fareler tarafından istila edildiği gözlenir. Fareler ambarları bile talan etmiştir. Önceki yıllarda görülmeyen bu afet neyin nesidir diye araştırıldığında durum anlaşılır: Buğday derine ekildiği için toprağın altında kış uykusuna yatan yılanların biçildiği, öldüğü; farelere gün doğduğu ortaya çıkar. Yılanlar, fareler aracılığıyla intikamını almıştır yani doğa, bedel ödetmiştir. Ya yılanları öldüreceksin bunun karşılığında bol buğday elde edeceksin ya da yılanlara dokunmayacaksın, fareleri onlara yem edeceksin buna mukabil bol buğdaydan vazgeçeceksin. Sonuç olarak söylersek, yılan, fare, buğday aynı anda olmuyor; ancak birini ya da ikisini feda ederek birini kurtarmak mümkün olabiliyor.

İster kozmoloji olsun, ister biyoloji, ister fizik; hangi bilim alanı olursa olsun, bunların dayandığı yasaların bir benzerini sosyal olaylarda görmemek mümkün değil. Kimyanın yasası bozulursa ozon delinir, fiziğin yasası bozulursa depremler olur, biyolojinin yasası bozulursa istenmeyen canlı vahşeti ortaya çıkar. Hepsinin temelinde insanın doymak bilmeyen iştahı var. Biz buna ihtiras diyoruz.

İhtiras, insanları esir ediyor, sosyal dengeleri bozuyor; kişinin hem kendisine hem de kendisiyle ilişkili bulunduğu kişilere zarar veriyor. Yetkinlikten ve yetenekten mahrum kimselerin yetkili kılındığı bir sosyal düzen sizce nasıl olur? O düzende sırf sesleri bülbüllerden fazla çıktığı için kargaların tenor olması, kişileri müzik zevkinden mahrum bırakmaz mı? Bir düzen ki ayaklar baş, başlar ayak olmuş; bu düzende insanlar içlerine kapanmaz, bir şey yapamamaktan kaynaklanan bir kırgınlık yaşamazlar mı? Oluşan kaotik ortam, yalnız tarafları ilgilendirmekle de kalmaz. Durumun farkında olan, çevresinde olan bitene ilgisiz kalmayan insanlar, gözlemleri sonucu “Burada bazı şeyler yanlış gidiyor.” diyerek insanın kıymetinin bilinmediği duygusuna saplanabilir. Onların iş motivasyonu düşebilir. Buna sebep olanların, bu kişiler nazarındaki kredisi düşebilir. Silsileyle yaşanan gelişmeler, insanlarda olumsuz dünya görüşü oluşturabilir.

Çölde leyleğin çırptığı kanat, okyanusta fırtınaya dönüşebiliyor bazen. Fırtınada batan gemilerin sorumlusu kim olacak? Yapılan bir hata, kötülük; hiçbir zaman yapıldığı yerde ve yapıldığı kadarıyla kalmıyor. Onun tahmin edilemeyecek sonuçları oluyor. Doğacak sonuçları yönüyle herkes, söylediği sözden, yaptığı yorumdan, ortaya koyduğu davranıştan, attığı adımdan sorumludur. Şu da bir gerçek ki, kalbiniz düzgün olursa sözünüz doğru, işiniz de güzel oluyor. İçinizde yaşattığınız güzellik, sizi hesabını veremeyeceğiniz kötülüklerden koruyabiliyor.

Bekir Sıtkı Erdoğan, doğadaki ilahi dengeyi örneklerle ne güzel anlatıyor: “Her canlıya Hak layık olan cevheri verdi / Tırtıl iki diş bulsa eğer, ormanı yerdi. / Şayet kediler haftada bir gün uçabilse; / Dünyada bütün serçelerin nesli biterdi.” Allah, doğayı yaratırken, başıboş bırakmamış, bir yasaya bağlamış. Buna tabiat yasaları diyoruz. İnsanı yaratırken, onun bütün fizyolojik, biyolojik, psikolojik özelliklerini genlerine kodlamış. İnsanlar ve toplumlar arasındaki ilişkileri de bir yasaya oturmuş. Böylece fıkıh ya da hukuk ortaya çıkmış. İnsanın kendisi dışındaki her türlü varlıkla ilişkisi sosyolojinin konusuna girer. Bir sosyoloji profesörü bir gün sekreterinin intihar ettiğini görür. Durum trajiktir. İkinci gün, ikinci sekreteri intihar eder. Profesöre göre durum, sosyolojiktir. Sosyal olaylarda bir disiplin, bir mantık vardır. Bir eylem, yasal olsa bile, hukuki, fıtri değilse, mutlaka birtakım arızalara yol açar. Köylülerin, çok buğday elde etmek amacıyla tarlayı derin sürmelerinde yasal hiçbir engel yoktur. Ancak, yılanların ölmesi, farelerin çoğalmasına yol açmıştır. Köylüler, doğanın yasasına müdahale etmişlerdir. Bu da yılanların intikamı olarak ortaya çıkmıştır.

Tabiat, herkese yeter. Fazla kazanmak arzusuyla, aç kalmak korkusuyla ona gereğinden fazla yüklenmek, zarar vermektir. Biz açgözlülük yapmaz, bencilce davranmazsak doğanın yasasına ayak uydurmuş oluruz. İnancımız da, günlük yaşamamızı öğütlerken, yarının sahibi olduğunu hatırlatıyor. Bu sahip, tabi ki, biz değiliz. Burada teslimiyet gerekiyor. Kürekleri aheste çeken, huzur-ı kalp ile menzil-i maksuda varıyor. Bırakın yılanlar yaşasın, fareler cirit atmasın, buğdayımız az olsun.

Fitne Boş Durmuyor, Aman Dikkat!

Muhsin YAZICIOĞLU’nun vefatının veya katledilmesinin üzerinden daha iki hafta geçmişti ki, fitne kendini göstermeye başladı.
Bütün gayretlerine rağmen Ülkü Ocağı üyesi Ülkücü kardeşlerimizi olayların içine çekemeyen fitne, Alperen Ocakları yönetici ve üyelerinin, daha hassasiyetlerini üzerlerinden atmadan, tahrik mekanizmalarını servise koydu.

Her zaman olduğu gibi servisçiler yine medya ve medya mensupları, köşelere oturtulmuş, köşe olma adayı yazarlar(!) veya bu kanalları kullanan kötü niyetliler.

Ne istenir bu güzelim memleketin, bu güzelim insanlarının huzurlarından, rahatlıklarından?

Huzurdan, rahatlıktan, barıştan niye rahatsız olunur?

Kardeşlikten, birlikten, beraberlikten niye rahatsız olunur?

Aramızdan ayrıldığı gün, sağı-solu, partili-partisiz, bütün vatandaşlarımızı duygu seline boğmuş, hepsini aynı potada toplamış, Büyük bir Birliği sağlamış olan merhum Muhsin Reis hakkında ileri geri konuşup, adeta tahrik etmek için büyük gayret sarf eden bir provokatör suratına aldığı yumrukla, maalesef maksadına ulaşmış oldu.

Alperen Ocakları İstanbul Şube Başkanı Sayın Mustafa Kayatuzu, ne yazık ki, üzerinden atamadığı duygusallığının da tesiriyle, Rasim Ozan Kütahyalı’nın ekmeğine yağ sürmüştür.

Sayın Kütahyalı’nın tahrik dolu iddialarını tasvip etmenin mümkün olmadığı gibi, Sayın Mustafa Kayatuzu’nun eylemini tasvip etmek de mümkün değil.
Provokatörler boş durmuyor, durmayacak da.
Her imkanı sonuna kadar kullanmaktalar, kullanacaklar.
Bir taraftan ekranlarda kışkırtıcılık yapılırken, diğer taraftan da bazı linklerde Muhsin YAZICIOĞLU hakkında, iftira dolu Videolar servise kondu, e-posta adreslerine sahte isimlerle bu videolar veya içerikleri gönderiliyor.

Alperen Ocakları ile uzaktan-yakından ilişkisi olan bütün kardeşlerimize düşen, dilimiz döndüğünce ve sakince bunlara cevap yazmak, en küçük bir tahrike kapılmadan, Muhsin YAZICIOĞLU’na yakışır davranışlarda bulunmaktır.

Muhsin YAZICIOĞLU’nun sağlığında Alperenleri olaylara çekemeyenlere, “Meydan artık bizim oldu” dedirtmemek lazım.

Kötülükten beslenen tetikçiler,
Dumanlanmış havaları gözlüyor.
Ülkemizde huzurun düşmanları,
Ateş yakmış, yürekleri közlüyor.

Sıla-i Rahim

Sıla-i Rahim Kavramı:

Sıla-i rahim, akrabalık hak ve hukukunu yerine getirmek, akrabaları gözetmek, onlarla ilgilenmek, imkan nispetinde maddi ve manevi yardımlarda bulunmak demek olup, islamın temel emirlerindendir.

Akrabalarla karşılaştığımız zaman selam vermek, hal hatır sormak, tatlı sözlü, güler yüzlü olmak, hastaysa ziyaret etmek, düğününe-cenazesine iştirak etmek, bir meselesi varsa ilgilenmek, yapılacak işleri varsa onları takip etmek, neşeli zamanlarında tebrik, üzüntülü anlarında teselli etmek, zaman zaman ziyaretlerine gitmek, uzaklarda olanlara mektup yazmak, telefon etmek; yardıma muhtaç olanlarına yardım etmek, daima kendileri hakkında iyi şeyler düşünmek ve onlar için hayır duaları etmek, iyiyi tavsiye edip kötülüklerden sakındırmak vs. hepsi sıla-i rahme girer.

Kur’an-i Kerim’de Sıla-i Rahim :

İslamiyet’in ilk yıllarından itibaren Hz. Peygambere, dolayısı ile Müslümanlara, akrabalık ilişkilerinin gözetilmesi emredilmiştir.

Bir âyeti kerimede Allah Zül Celal Hazretleri şöyle buyuruyor:
“Akrabaya hakkını ver, yoksula ve yolda kalmış yolcuya da. Fakat saçıp savurma. ” (İsra Suresi, 26)

Diğer bir ayeti kerimede de: “Ey insanlar! Kendisinin adını öne sürmek suretiyle birbirinizden isteklerde bulunduğunuz Allah’a karşı gelmekten ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakının. Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde bir gözetleyicidir.” (Nisa, 1)

Diğer bir ayet-i kerimede de şöyle buyuruyor: “Allaha ibâdet edin, ona hiç bir şeyi eş tutmayın. Anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa, sorumluluğunuz altındaki kimselere iyilik edin. Çünkü Allah, kendini beğenen ve böbürlenip duran kimseleri sevmez.” (Nisa, 36)

 Sünnette Sıla-i Rahim :

Akrabalarla devamlı irtibatlı olmanın önemi konusunda Hz. Peygamber Aleyhissalatü Vesselam Efendimizin de çok net ifadeleri vardır:

Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) naklettiğine göre “Resulullah Aleyhissalatü vesselam buyurdular ki: “Nesebinizden sıla-i rahim yapacaklarınızı öğrenin. Zira, sıla-i rahim akrabalarda sevgiye, malda bolluğa, ömürde uzamaya sebeptir.” (K.Sitte, 3290)

Alimlerimiz bu hadisten hareketle sıla-i rahim yapanların hayatlarında bolluk-bereket olacağını, işlerinin yolunda gideceğini ve ömürlerinin uzayacağını ifade etmişlerdir.

Sıla-i rahim’in ömürde uzamaya sebep olması meselesi, ecelin değişmeyeceğini beyan eden ayetle çakışır gibi görünüyor. Çünkü ayeti kerimede “Her ümmetin bir eceli vardır. O ecel geldiğinde, ne bir ân erteleyebilirler, ne de öne alabilirler.” (Araf, 34) buyurulmaktadır.

Buna cevap olarak alimlerimiz: ‘Bu hadisi şerifte sıla-i rahim yapanın ömrünün uzaması, amelinde bereket ve başarı hâsıl olması, ömrünün boşa gitmemesi veya öldükten sonra hayırla yâd edilmeye sebep olması anlamına gelmektedir.’ demektedir.

Yine Resulullah Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz buyurdular ki: “Fakirlere yapılan tasaddukta, bir sadaka sevabı vardır, ama akrabaya yapılan tasaddukta iki sevap vardır: Biri sıla-i rahim sevabı, diğeri sadaka sevabı.” (Kütübi Sitte, 3292)

Sıla-i Rahmin Terk Edilmesi :

Dinimiz, sıla-i rahmin terkini, yani akrabalık bağlarını koparmayı büyük günahlardan saymıştır.

Bu hususta Allah-u Teala Kuran’ı Kerim’de; “Demek ki (ey münafıklar!) Siz işbaşına geçecek olsanız, yeryüzünde fesat çıkaracak, nizamı bozacak, akrabalık bağlarını koparacaksınız! İşte bunlar, Allah’ın lânet edip kulaklarını sağırlaştırdığı, gözlerini kör ettiği kimselerdir.” (Muhammed, 22-23)

Burada sıla-i rahmi ihmal etmek münafıklık alametlerinden sayılmıştır.

Sıla-i rahmi terk eden ve bu konuyu hafife alanlar Hz. Peygamber’in ifadelerinde de şiddetli bir şekilde kınanmışlardır.

Hz. Aişe (r.a.) anlatıyor: “Resûlullah (s.a.v) buyurdular ki: “Sevabı en çabuk gelen hayırlı amel mahlukâ yapılan iyilik ve sıla-i rahimdir. Cezası en çabuk gelen kötü amel de bağy (mahlukâ kötü muamele, zulüm) ve sıla-i rahmi terk etmektir.” (Kütübi Sitte, 7292)

Karşılık bulamamak sıla-i rahmi kesmek için bir mazeret değildir:

Bir hadisi şerifte Peygamber Efendimiz, “Karşılık olsun diyerek yakınlarına sıla-i rahimde bulunan kimse gerçekten sıla-i rahmi koruyup gözeten değildir. Asıl bu görevi yapan, kendisinden irtibat kesildiği halde irtibatını kesmeyip devam ettiren kimsedir” (Tirmizî, Birr ve Sıla, 10)

Sıla-i Rahimle İlgili Bazı Önemli Hususlar:

– Yapılan sıla-i rahimden dinen fayda görmek için Allah için yapılması lazımdır. Cömert desinler diye, itibar görmek için, şöhret olsun diye yapılan yardımlar Allah katında bir karşılık bulmaz.

– Sıla-ı rahime en yakın akrabadan başlanır. Anne-baba, nine-dede birinci sıradadır. İkinci olarak kardeşler, amcalar, halalar, dayılar, teyzeler gelir. Sonra bunların çocukları, diğer akrabalar, evlenme yoluyla meydana gelen hısımlar v.s. Tabi hepsinin hükmü aynı değildir. Yakın akrabayı gözetmek farz iken daha uzak akrabalarla ilgilenmek müstehap ve güzel hasletlerden sayılmıştır.

– Zekat, sadaka gibi mali ibadetlerde de ilk ulaşılacak kimseler yakın akrabalar olmalıdır.

– Bilhassa miras hususunda akraba ile dargınlık yapılmamalıdır. Allah-u Tealanın bu konudaki taksimi ne ise ona razı olunmalı, daha fazlasını almaya çalışılmamalı. Akraba arasındaki huzursuzluğun çoğu bu hususta olmaktadır. En güzeli, taksimatı, işi bilen, işin ehli bir hoca efendiye yaptırmalı, kimsenin hakkı, özellikle kadınların hakkı yenmemeli.

– Akraba ile görüşme ve ziyaret sırasında islami adaba uyulması lazımdır. Akrabanın gönlünü almak için Rabbül Aleminin gönlü kırılamaz. Mesela, akraba ile içki sofrasına oturulamaz, birbirine nikahı düşen erkek ve kadınlar birbirine sarılamazlar, öpüşemezler, tokalaşamazlar.

Netice itibariyle, akrabayı gözetmek, islamın temel emirlerinden biri olup, yapılması Rabbül aleminin rahmetini celbettiği gibi akrabalar arasındaki mânevi bağları kuvvetlendirir, muhabbeti artırır, düşmanlığı ortadan kaldırır, bolluk-berekete sebep olur, ömre bereket getirir.

“El Bebek, Gül Bebek Gibi Okşanmak!”

Her yıl, Nisan ayı gelince, Ermeni “soykırım” iddiaları üzerinde muhteşem pazarlıklar olur. Bir tarafta Ermenistan siyasi çevreleri, diğer taraftan Ermeni diasporası Türkiye üzerinde, uluslar arası siyasi baskıyı arttırmaya çalışır. Ermenistan parlamentosunda da Türkiye ile tartışmalar olur. Herkes kendine göre bir “soykırım” hikayesi anlatır. Türkiye ise, sürekli savunmada kalır.

Her nedense “..en iyi savunmanın taarruzdur” öz deyişini hiç hatırlamaz. “Etmedik… yapmadık… demedik…” ifadelerinin artık anlam taşımadığını, ne kadar haklı olursan ol yine de düşmanın yalanlarının itibar gördüğünü bir türlü anlamaz, belki anlar da karşı önlem almamakta hep “tembel” sıfatını taşır.

Ne zaman ki belli merkezlerden gelen “belirleyici” direktifler verilmeye başlanır, “milli gurur” okşayıcıları tarafından bir heyecanlı hareket başlatılır. Saman alevi kadar ömrü olur bu heyecanlı hareketlerin her nedense sonu gelmez. Fakat bu belirleyici direktifler karşılık bulur.

Türkiye Ermenistan ilişkilerinin “normalleşmesi” için verilen ağababa tarafından verilen “direktif” hemen hedefine ulaştı. Bizim muhteremlerin alelacele hazırladığı “mutabakat” metni de yeterli bulunmadı. Her ne kadar bu mutabakat “ağababaya” ulaştırıldı ise de yeterli ve tatminkar bulunmadı.

Ve güneş yanığı tenli bay başkan diyeceğini dedi… Verdiği sözü tuttu. ABD Başkanı olarak Ermenilerin beklediği “soykırım” kelimesinin İngilizce’sini değil de daha ilerisini yani Ermenice’sini  söyledi. “Medz Yeghern”=”Büyük Felaket” dedi. Zaten diyeceği buydu, onu da dedi. Hiç “kıvırtmadan” dedi.

Sonra ne oldu?

Herhalde bizim “monşerler” başbakana “soykırım demez” demiş olmalılar ki, deyince de, başbakan çok fena bozulmuş!

Eeeee… böyledir bu işler beyim! Elin güneş yanıklı oğlu böyledir işte, hem sarılıp yanaktan öper, sonra da söyleyeceğini söyler… Demek ki güvenmemek gerek…

Başbakanımız da, efendim; “… Türkiye el bebek, gül bebek gibi okşanacak bir ülke değildir!” 

Vay beeee!!!…

Ne büyük laf?

Galiba Tayip Bey çok farklı bir şey bekliyormuş. Hani mecliste sadece Tayip Beyin boynuna sarılıp yanaklarından “şapur-şopur” öpen güneş yanığı tenli bay başkan vardı ya, herhalde bu yakın ve de pek “samimi” hareketinden fazla beklentiye kapılmış olmalı ki, 24 nisan’da “ağababa” sıfatını unutmadan, yaptığı söylemden rahatsız olmuş!

İyi de, bu ifadenin anlamı ile olayın nasıl bir ilişkisi olabilir ki, onu anlamakta güçlük çekiyor insan. Bildiğimiz kadarıyla “el bebek, gül bebek gibi okşanmak” birilerini şımartmak için kullanılan bir ifade, ya da şımarık biri için “el bebek, gül bebek büyütülmüş…” denir. Bu gibi durumlar için kullanılan bir ifade.

Şimdi sorgulayalım; güneş yanık tenli başkan Türkiye’yi şımartıyor mu?

Eğer doğru anlaşıldıysa, bu ifade, çikolata renkli bay başkan “soykırım” kelimesinin İngilizce’sini değil de, Ermenilerin dilindeki karşılığı söylediği için mi Türkiye şımartılıyor? Daha ağır ifadeler varmış da onları kullanmamış mı demek isteniyor?

Doğrusunu isterseniz bu inceliği anlamak için, çok ama pek çok “arif” olmak gerek herhalde!

Ermeni parlamentosu da bu “okşama” ilişkilerin sonunun ne olacağını, ne anlama geldiğini çok “net” ifadelerle tartışıyor.Örneğin Ermenistan’ın şu andaki hükümet ortağı olan “Taşnaksutyun” Partisine mensup milletvekilleri Türkiye-Ermenistan ilişkileri hakkında fikir beyan ediyorlar. Bakınız neler diyorlar; “Vahan Hovanesyan” kürsüye çıkıyor ve her zamanki gibi “tarih” sayfalarını teker teker çevirmeye başlıyor:
Aynen şunları söylüyor: “…1921’de Türkiye ile yapılan Kars ve Moskova anlaşmaları geçersizdir, bugünkü sınır illegaldir! Bunu kabul ettirmek için çok ciddi diplomatik ve hukuki çalışmalar yapmalıyız…”

Bir başka Taşnak parti üyesi “Ara Papian” arkadaşından geri kalmamak için söz istiyor ve: “Kars ve Moskova anlaşmaları değil, Sevr Anlaşması yürürlüktedir… Türkiye 41.5 milyar dolar tazminat ödemelidir.”

Görüldüğü üzere 4T’nin ikincisi, yani tazminat, konuşuluyor. İlk (T) tanınmaydı, tanıttılar, sınır kapısının açılmasıyla ilgili olarak Türkiye “soykırım” iddiasıyla hiçbir ön şart koymadığına göre demek ki bizim muhteremler “soykırım” iddialarını sessizce kabullenmiş olmalılar ki bu mutabakat zaptında zikredilmiyor!

Ama Ermeniler için ibadet ötesinde kutsal sayılan “Ararat” (Ağrı Dağı) ismiyle anılan “Ararat Enstitüsü” başkanı “Armen Ayvazyan”, 3.T den bahsediyor. Tanınma, tazminat da hallolmuş olmalı ki, sıra toprağa gelmiş. Bakınız ne diyor bay Armen Ayvazyan; “…Ermeni meselesi sadece soykırım meselesi değildir, toprak meselesidir. Ermeni meselesinin tek çözümü vardır: 350 bin kilometrekare üzerinde Ermeni devletini yeniden kurmak!”

Gördünüz mü 4T milli ideali nasıl gerçekleşiyormuş?

Kafkaslarda Türk Dünyasının göğsüne kama gibi saplanmış Ermenistan’ın bugünkü yüzölçümü olan 30 bin kilometrekareyi az buluyor ve 350 bin kilometrekare olmasını istiyor!

İster tabii, neden istemesin ki?

Dilde kemik yok, kıvırtan belde marifet çok…

Peki bunları nereden mi biliyoruz?

Gayet kolay, hemen kaynağını da verelim. Üstelik bu kaynak Türkler tarafından yazılmış, hazırlanmış bir kitaptan ya da “kulis ortamı” için hazırlanmış el broşüründen değil. Medeniyet denilen “tek dişli canavar” emperyallerin yayın organlarından, resmi kaynak raporlarından alınmadır. İşte kaynak: “European Stability Initiative” tarafından Ermeni meselesi hakkında hazırladığı  21 Nisan 2009 tarihli raporu! (*)

“Taşnuksutyun” partisinin milletvekillerinin, Ermenistan-Türkiye ilişkilerinin Ermeni tarafını yürüten heyetin lideri Sarkisyan’ın Türkiye yaklaşımına şiddetle karşı olmaları son derece doğal karşılanmalıdır. Ermeni milli ideali 4T bu “Taşnuksutyun” partisinin temel siyasetidir, Ermeni iddiaları da bunun sayesinde yaşamaktadır. O nedenle görünüşte “uyuşmaz” gibi gösterilen “Taşnuksutyun” partisinin aslında Ermenisten, bu partinin siyasetini-ideolojisini uyguluyor.

Türkiye-Ermenistan arasında varıldığı söylenen “mutabakat” metninde “soykırım” sözü yer almadığı ve “ortak Tarih Komisyonu” kurulması kabul edilmiş olduğu için, Ermeni milli ideallerine ters geldiği için, bu Ermeni milletvekilleri isyan bayrağını çekmişlerdir. Gördünüz mü milli idealist milletin temsilcilerini?

Bu ülkede “millici”, “milliyetçi” olmak, “terör” suçu ile eşdeğer sayıldığına göre, varın siz tayin edin yerinizi!

Çözüm nedir?

Ermenistan’ın Türkiye’nin dışında kapısı olan ülkeler Gürcistan ve İran var. Fakat her nedense bunlardan memnun değil gibi?

“Düşman” olarak ilan ettiğin bir ülkeye neden “minnet” duyma gereğini duyar insan?

Bunun iki şekilde analizini yapmak mümkündür;

1-ya gerçekten ekonomik sıkıntı son safhadadır, insanlar mutsuzdur, refah istiyor ve bundan dolayı iç politikayı zorluyor. Dolayısıyla Ermenistan idarecileri bağımsız ve refahlı yaşayabilmeyi istiyor olmalı, bunun için de Türkiye üzerinden Batı ile ilişkiler bağlamında entegre olma gereğini duyuyor olmalılar.

2-Türkiye’ye güç yetiremeyeceğini bildiği için, tarihte olduğu gibi, Batıya taşeronluk yaparak Türkiye’yi sıkıştırmak ve milli ideali olan 4T’yi gerçekleştirmek istiyor olabilir. Bunun için de sürekli “düşmanlık” yaparak değil, “ilişkiler” kurarak, Türk toplumunu “soykırım” fikrine alıştırarak başarma stratejisi uyguluyor olabilir. Ki Ermenistan resmi ağızlarının “imzacı Türk elitleri Türk halkını soykırım fikrine alıştırıyor” demelerinin altında son derece gerçekçi bir tespit vardır. O nedenle bazı diaspora mensupları ve başının Sarkisyan’ın çektiği bir grup Ermeni devlet adamı “… Soykırıma inanıyorum ama her milletin tarihinde trajedi var; Türkler de trajediler yaşadı. Artık iyi komşu olmalıyız!…” mealinde ifadeler, bu alıştırma stratejisinin bir yansıması olduğunu tahmin etmek zor değildir. “Yumuşak inişle” bu stratejinin bir düşünce çeşitliliğinin sonucu konuya egemen olabileceğini söylemek çok iyimserlik olur.

Türkiye-Ermenistan meselesi ne sadece “Yukarı Karabağ” ın işgali, ne Nahcivan koridorlarının kapatılması, ne de Ermenistan’la sınırların kapalılığıdır. Bu mesele, Türk dünyası ile Türkiye arasındaki karasal bağı kesmeye yönelik bir palan ve stratejinin ana meselesidir. Dolayısıyla, Ermenilerce işgal edilmiş Azerbaycan toprakları, Azerbaycan-Nahcivan arasındaki kesilen bağlantının çözümü yine Türkiye ile mümkündür. Bunun için de Türkiye sıkı durmalı, ilkeli davranmalı, kozlarını iyi kullanmalıdır. Ağababanın oyununa gelip Ermeni-Gürcistan birlikteliğini sağlayarak Orta Asya ve Kafkasya’da “jandarmalık için sıçrama tahtası” planlarına yenilmemelidir.

Azerbaycan’ın “büyük ayı” ile dans etmeye özenmesi ayrı bir planın parçası olabileceği gibi “bölüf” babından söylenmişlerin ruhuna anlam yüklememek gerektiğini de akılda tutmak gerekir. Rus sarayıyla hısım olmuş Azerbaycan’daki iktidar, acaba gerçekten işin tüm boyutlarını açıkça halkına anlatıyor mu? Yoksa gerçekleri gizliyor mu?

Bağımsızlık, hamasi nutuklarla değil ekonomik güçle doğru orantılıdır. Ekonomik dinamizmi kaybolmuş bir ülkenin bağımsız kalması çok zordur. Ermenistan’ın sıkıntısı burada başlıyor. Azerbaycan’ın petrolleri ve gazı olabilir, Ermenistan’ın da “diasporik” zenginleri, nüfuzluları var, ağababaları var.

Bu nedenle eğer barış ve iyi komşuluk isteniyorsa, önce “boks eldivenlerinin” çıkarılması lazım ki el sıkışması olabilsin.

Tabii ki konuşmadan sorun çözülemez. Ancak konuşurken “nakavt” durumda olmamak gerek. Diyalog ve ilkeli diplomasi, sorunları tamamen yok etmez, fakat azaltabilir. Bize göre çözüm, dik ve ilkeli duruştadır.

(*) Noah’s Dove Returns. Armenia, Turkey and the Debate on Genocide, 21 April 2009.

An Gelir, Hüseyin Çelik Gider

Temel, Trabzon‘a otobüs bileti alıp yola koyulmuş ama bir gözü de sürekli şoförün üstündeymiş. Otobüsün vitesi Giresun yakınlarında arızalanınca dayanamamış; ‘Böyle olacağı belliydi, haçan İstanbul’dan beri habu vitesle oynayip duruyidun‘ demiş.”

Hüseyin Çelik, 6 yıllık Bakanlığı dönemindeki emsalsiz uygulamalarıyla eğitimi öyle bir karıştırdı ki çözebilene aşk olsun. Nitekim öyle bir kaotik ortam oluşturdu ki ceketi alıp gitmekten öteye yol yok demiştik.

Yap – boz tahtası az gelir, eğitim onun zamanında Dart tahtasına döndü. Her yıl müfredat değişti, kitaplar değişti, ders yöntemleri değişti, değiştirilenler sonra bir daha değişti.

SBS kalkacaktı, 3’e çıktı. ÖSS tekti, 2’ye çıktı. AB Projeleri en ücra okullara dek sızdı. Ama meslek liselerinin katsayısı ve üniversitelerdeki başörtü yasağı değişmedi.

200 bin eğitim mezunu öğretmenlik beklerken o, 4-C ve 4-B gibi sözleşmeli saklambaç oyunları oynadı. Allah’tan sendikalar ve mahkemeler çömleği patlattı da sözleşmelilere suni teneffüs yapılabildi.

4 senede, bir Yönetici Atama Yönetmeliği çıkaramadı, çıkartmadı. Yargı duvarına toslamada dünya rekoru kırdı. Yolluklar, normlar, kariyer basamakları, idarecilikler, sınavlar vs. her alanda onbinlerce davayla birincilik bayrağını hiç elinden düşürmedi.

Yargının meşgul edilmesine mi, eğitimcilerin örselenmesine mi, eğitimin aksamasına mı yanarsınız yoksa Sayın Bakan’ın kaprislerine mi dayanırsınız?

Özel Kalem Müdiresi‘yle ve atamalardaki Güneydoğu etnisitesiyle ilgili ilişkilerine isterseniz hiç girmeyelim. Hele hele ahbaplarına açıktan tayin torpili ve akrabalarına rantabl işler uydurmaya hiç..

Bazen eğitimin temel sorunu eğitimin kendisi olmaya başlar ya Hüseyin Çelik de bunca başarısızlığı için iyi bir eğitim almış olmalı. Doçentti ama en çok üniversitelileri ve akademisyenleri inletti. Bir 50/d maddesine bakmanız yeter.

Van’daki Ermeni katliamlarıyla ilgili kitabı ve Türkiye Günlüğü’nde makaleleri vardı. Ama ders kitaplarında ‘düşmanlık taşıyan ifadeler’ yaftası altında Milli Mücadelemiz bile ‘light‘laştırıldı. Risale eksenli bildiğimiz adamın devrinde eğitim, teknolojiye perestiş eder oldu.

Çalışan aileler parçalandı, ahları alındı, üç kuruş artış onlara çok görüldü, yatıp durdukları söylendi, 23 Kasım‘da alay edildiler, 24 Kasım‘da daha büyük alayla baştacı (!) edildiler. O kadar ki yerine gelen Bayan Bakan‘ın eğitimle ilgisi olmadığına bile bakılmadı. Ne dedik; hiç olmazsa hukukçu, en azından sayısı neredeyse yüzbini bulan davalara sebep olmaz ve iptal edileceğini bile bile genelgelerin, yönetmeliklerin altına imza atmaz.

Aileden Sorumlu eski Bakan‘ın yeni Milli Eğitim Bakanlığı hayırlı olur inşaalah. Eşiyle arasına 3 – 5 il giren eğitim çalışanları, çocuklarının ruh sağlığının Nimet Hanım‘la birazcık korunacağını umut etmek istiyor.

Sabık Bakan‘ın biri demiş ya; ‘Şu okullar olmasa eğitimi ne güzel idare ederdim.’ Biz de âcizane deriz ki; ‘Bakanlar gölge etmese, şu okullar iyi – kötü idare edilir.

Yeni Bakanımızdan yenilik falan beklemiyoruz. Kırılıp dökülenleri toparlayalım yeter. Çok konuşmadan iş yapan yapısı ve vicdani önceliklerinin oluşunu hayra alamet sayıyoruz. Allah, Nimet Çubukçu‘nun da, bizim de yardımcımız olsun.

Du bakali, n’olecak?

Bakanlar Kurulu Değişikliği

Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın, 1 Mayıs’ta açıkladığı, kabinedeki geniş kapsamlı değişiklikler hakkında çok farklı açılardan değerlendirme yapmak mümkündür. Nitekim yapılmaktadır da.

Bakanlar Kurulu dışında kalan bakanların yedisinin son mahalli seçimlerde AKP’nin kaybettiği illerden gelmiş veya seçilmiş olmaları tesadüf olmasa gerek. Seçim sonuçları bakımından AKP’nin üzüldüğü iller ve kabine dışında kalan bakanlar şöyle: Van (Milli Eğitim Bakanı), Eskişehir (Maliye Bakanı), Antalya (Adalet Bakanı), Mersin (Devlet Bakanı-Dış Ticaretten Sorumlu), Ordu (Enerji Bakanı), Kastamonu (Spor Bakanı), Trabzon (Devlet Bakanı)

Yeni Bakan olanlar da genellikle seçim sonuçlarının AKP lehine olduğu illerden seçilmiş milletvekilleri. Bunun istisnası seçimde AKP’nin önemli kayıplarından biri Manisa olmasına rağmen Bülent Arınç‘ın Başbakan Yardımcılığına getirilmesi. Dışişleri Bakanı olan Prof.Dr. Ahmet Davutoğlu ise TBMM dışından bu göreve getirildi.

Seçim sonuçlarının yapılan kabine değişikliğinde tek sebep olmasa bile, önemli olduğu veya en azından Başbakan’ın böyle bir izlenim vermek istediği ortada. Bakanlık görevi sebebiyle ülkeye yaptığın hizmetin kalitesi ne olursa olsun, “görevli olduğun seçim bölgende de mutlaka başarılı olmak zorundasın” mesajı verilmiş oldu.

Bu mesaj aynı zamanda Başbakan’ın yönetim tarzının havuç-sopa paradigmasını” bir çözüm yolu olarak gördüğünü göstermektedir. Bu liderlik anlayışı güvensizlik esasına dayanır. Bu anlayışa sahip “patron” konumundaki kişi yetki devri konusunda son derece isteksiz olur ve çıkış noktası şudur: “Hepimiz için en iyi ve en doğruyu ben düşünürüm. Siz sadece size söyleneni yapın, koyduğum kurallara uyun, düşünmeyi bana bırakın.”

Şahsi hırsları kamçılayan bu yönetim tarzının, ferdi başarılara zorladığına dair görüş ve örnekler verilebilir. Ancak takım oyunu gerekli ise ve kolektif bir başarı isteniyorsa bu yönetim tarzı verimsizlik, iç çekişme ve başarısızlık getirebilir.

Seçim kampanyasını tamamen Genel Başkan üzerinden yürüten iktidar partisinin, tek adamın söz ve eylemlerinin, farklı sosyolojik özellikleri olan illerde farklı şekilde algılanıp, farklı tepkiler vermesini göz ardı etmemesi gerekir. Başarılı illerde liderin payı neyse, başarısız illerde de payının aynı oranda olduğu görülmelidir. Ödül/ceza sisteminde hakkaniyet başka türlü sağlanamaz.

Bu bakımdan “kabine dışı kalan bakanların başarısızlıkları nedeniyle değil, bir kan değişimi ihtiyacından kaynaklandığı” ifadeleri ile bu eski bakanların parti içinde veya başka görevlerde değerlendirileceklerine dair beklentiler küskünlük ve iç çekişme ihtimallerini azaltma yönünden yararlı olacaktır.

Nazım Ekren hariç, ayrılan bakanların yaptıkları bakanlık süresi Türkiye geleneğinden daha yüksektir. Belirli bir tecrübe edinmek ve yapabilecekleri bütün büyük projeleri yapmak, en azından başlatıp, bir noktaya getirmek için yeterli bir süreyi kullandılar. Eğer içlerinden heyecanını kaybedenler olduysa, görev değişimi olması için normal bir zamanlama olduğunu kabul etmemiz lazım.

Ancak uygulamada Bakanlar Kurulu teşkili ve değişikliklerinde bir çok dengenin gözetilmesi gerekmekte. Bu kabinede de parti içi güç odaklarının, AKP özelinde parti teşkilatlarında etkin olan farklı cemaatler, tarikatlar, belli grupların kanaat önderleri, bölgesel ağırlıklar, farklı etnisitelerin ağırlıkları dikkate alınmak zorundaydı.

AKP’nin üçlü bir sacayağı üzerine kurulu olduğu biliniyor. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül belirli isimler üzerinde ağırlığını koydu ve kabinede kendisine yakınlığı bilinen isimlerin sayısını korudu. Diğer ayak Bülent Arınç hem parti içi dengeler ve hem de Saadet Partisine zemin kaymasını önlemek için Başbakan Yardımcılığına getirildi. Şüphesiz ki yine ağırlık Başbakan Erdoğan‘da.

Bütün bunların dışında ve bunlardan daha da önemli olması gereken hususlar ise: 1- Türkiye çok şiddetli bir ekonomik kriz yaşamakta. Ekonomik veriler çok kötü, işsizlik rakamları ürkütücü boyutta. 2-Dış ilişkilerde Obama’nın Türkiye’ye gelişinde dile getirdiği konular ve bunun ilk meyvesi “Ermeni Meselesi” gösteriyor ki çok sıkıntılı bir dönem yaşayacağız. 3-Türkiye güvenlik alanında bir rahatlamaya kavuşamadı. Terör ve bölücülük büyük tehlike. 4-Ergenekon ve Deniz Feneri gibi hukuk ve siyasetin iç içe geçtiği dava süreçlerinin yönetilmesi büyük maharet istemekte.

Bütün bu meseleleri çözmek, en azından yönetebilir olmak açısından çok ehil ve usta bakanlara ihtiyaç var.

Bu ihtiyaç ve dengeler açısından yapılan geniş kapsamlı değişiklikle adeta Başbakan’ın yeniden oluşturduğu kabinenin başarılı olması, iyi bir liderlik ve tam bir takım oyunu oynamaya bağlı. Dileriz yeni kurul başarılı olur.

******************************

Nihat Ergün Kocaeli açısından Nihat Ergün‘ün Sanayi ve Ticaret Bakanı olarak görevlendirilmesi önemli olmuştur. Kanaatimce mahalli seçimlerde AKP’nin Kocaeli’de çok başarılı olması Nihat Ergün’ün bakan olmasını açıklamaya yetmez.

Nihat Ergün, Derince Belediye Başkanlığı ile başlayan siyasi kariyerini, AKP’nin Kocaeli kurucu il başkanı, Kocaeli Milletvekili, Yerel Yönetimlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı, TBMM Grup Başkanvekili olarak devam ettirdi. Bulunduğu görevlerde sıradan biri olmadığını izledik. Bu görevleri sırasında Kocaeli’nin Büyükşehir olması, Köydes, Beldes projeleri, küçük beldelerin belediyelerinin kapatılması, yeni ilçeler kurulması gibi konuların gerçekleşmesinde en etkin isim olduğu bilinmekte.

Nihat Ergün’ün, Sanayi Bakanı olarak ta önemli karar ve uygulamalara imza atacağını, gerek Kocaeli’ye ve gerekse Türk sanayi ve ticaretine güzel hizmetler edeceğini düşünüyorum.

Bu sütunlarda AKP’nin birçok icraatını eleştirmiş biriyim ve yazılarımda dile getirdiğim görüşlerimin bir kısmı ile Nihat Ergün’ün görüşlerinin uyuşmadığını sanıyorum. Ancak Bakanlar Kurulu değişikliği kapsamında görev verilen Nihat Ergün’ün doğru bir tercih olduğu kanaatindeyim. Kendisine başarılar ve hayırlı hizmetler diliyorum.

******************************

Mustafa DemirKocaeli Aydınlar Ocağı olarak bir başka memnuniyetimiz, Samsun Milletvekili Mustafa Demir‘in Bayındırlık ve İskan Bakanlığı görevini üstlenmiş olması.  Mustafa Demir’i,  30 Nisan 2008 tarihinde Ankara’da çeşitli temaslarda bulunan ekibimiz ile birlikte, başta Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek olmak üzere çok sayıda milletvekili ve bürokratın katıldığı akşam yemeğinde tanımıştık. Sıcak ve samimi sohbetiyle gönlümüzde hoş bir iz bırakan Mustafa Demir’in, yeni görevinde yapacağı başarılı çalışmalarla milletimizin gönlünde de kalıcı bir iz bırakmasını diliyoruz.

 

Seçimin Kaybedeni Vatandaş mı?

29 Mart mahalli seçimleri sonuçlandıktan sonra hiçbir şey değişmedi. Yine adaylar, partilerin il, ilçe başkanları sonuçların hemen ardından arka arkaya açıklama yaptılar.

“Seçimin galibi biziz.”

Siyasette iki kere ikinin kaç ettiğinin bilinmediği doğrudur. Yalan boldur. Hatta siyasette kural haline gelen bir söz vardır. “Siyaset büyük görünme sanatıdır.” diye söylenir.

Milletimizin unutkan hafızası, siyasilerin bir bölümünün her dönem desteksiz atmalarına sebep olmaktadır. Hep bir ağızdan “seçimin galibi biziz ” demenin de tutacak tarafı yoktur.

Yenilgiyi hiçbir taraf kabul etmediği gibi, kaybetmenin nedenlerini de araştırma, kendilerini eleştirme ihtiyacı duymamaktadırlar. Defineciler gibi hedefleri %100 kazanmaktan geri değildir. %2 den öte oy alamayacağını bilen aday bile kendisini seçim öncesi Başkan ilan edebilmektedir. Sonuç %2 den öteye gitmediğinde mahcubiyet duymadan kedisinin seçimin galibi olduğunu söyleyebilmektedir. Milletin önüne geçerek, millet adına göreve talip olanlar bu söylemleri ile nasıl güvenilir olacaklardır. Göz göre göre yalan söyleyenlerin dürüstlüğü inanılır olabilir mi? Aynı kişiler gelecek sefer yine meydana çıkıp kaldıkları yerden devam edeceklerdir. Acaba bu kişiler milletin sırtından kendilerini mi tatmin ediyorlar. Bariz yalanlarla kendilerini mi, yoksa milletimi kandırıyorlar. Ben söylenenleri cidden yorumlayamıyorum. Dürüstçe çıkıp ta millet bize ders verdi. Hatalarımızdan yararlanacağız. Kendimizi öz eleştiriye tabi tutacağız.”diyeni çok az gördüm. Bu durum karşısında kaybeden adaya oy vermiş olan, hem oy kullanıyor. Hem de kullanılıyor olmuyor mu?

Aslında millet tüm adaylara oy verirken kimin kazanabileceğini de biliyor. Kazanması mümkün olmayan adaya oy vermekle tepkisini sandığa yansıtıyor. İlkelerine sahip çıktığını, kendi tarafında dik durduğunu anlatıyor. Aday kaybetse de bu inceliğin farkına varmalıdır. Ortaya çıkmak illa kazanmak değildir. Kaybetmekte dünyanın sonu değildir.

Oyunu oynayanın üç şansı vardır. Yenmek, yenilmek, berabere kalmak. Üçü de onurlu bir sonuçtur.

Aday olanlar kendilerini yenilmeye de alıştırmalı, bilahare seçmenin karşısına eksiklerini anlatmak için çıkmalıdır.O zaman seçmen gözünde değeri artmış olur.

Yukarıda söylediklerimin sonucu olarak adayların hiç biri kaybetmeyince, seçimi sadece vatandaş kaybetmiş oluyor.

NEDİR BU BAŞÖRTÜLÜLERİN ÇEKTİĞİ?

Yıllardır. kendi ülkelerinde mazlum yaşar bu insanlar. Hiç birinin nineleri bu denli mağdur olmadı. Hatta belki de hiç olmadı. Ülke kurtuldu. Başörtüsü sorun olmadı. Yıllarca örtülü örtüsüz herkes dost oldu. Örtünün ayırımcılık  sebebi olacağını hiç kimse düşünmedi. Çok badireler atlattık. Cephede örtülü de örtüsüzde hizmet etti. Yaşamını riske attı. Hatta can verdi. Ne değişti ise! birden bire dışlanır oldu bu insanların torunları. Oysa önceleri bu çocuklar, evde durur  iken, ” Dinciler çocuklarını okutmuyor. Onları cahil bırakıyorlar.”  diyorlardı. Şimdi evden dışarı çıktılar. Okula gittiler. Eğitimli olmalarından korkulmaya başladı. Bu insanlar kapıcı iken, odacı iken, merdiven temizleyicisi iken sorun yoktu. Eğitimli, sosyal vasıflı, maddi imkanlı olunca sorun oldular. Aslında sorun pastadan pay alma meselesi. “Bu parti zamanında jipe binen başı örtülüler çoğaldı.” diyorlar. Ne sinir bir laf. Ne olmuş çoğaldı ise? Sıkıntınız ne? Helalinden kazandılar ise sana ne? Çalma çırpma ile bu jiplerin bedeli ödendi ise devlet yok mu? Bırakın hesabını o sorsun. Bu hazımsızlık niye?

Yoksa bu telaşe pasta başkalarınca da paylaşılıyor. Payımıza düşen azalıyor telaşesi mi?

Asıl problem kamusal alan dayatmasında.

Söyler misiniz? Evinizin ve bahçenizin dışındaki hangi yer kamusal alan değil? Kamusal alanın bir tarifi var mı?”Kafasına esen burası kamusal alan giremezsin.” diyor. Öyleyse tarifi yapılmalı. Bu insanlar önünü görebilmeli. Çünkü bu gidişle bu kıskaç giderek daralacak. Aklına esen durumdan vazife çıkaracak. “Başörtülü sokağa çıkamazsınız. Çünkü orası kamusal alandır.” diyebilecektir. Gücü eline geçiren ahkam kesecek. Laikliği kullanacaktır.

Artık bu çile bitmelidir. Bırakın insanları kendi haline. Öküz altında buzağı arayıp, devlete baş kaldıran başörtülü görünümlü, güdümlü hainlerle mutedil Müslümanları bir tutmayın.

Başörtüsüne karşı olmakla yürütülen siyaset artık kimseye cazip gelmiyor. Vazgeçin bu tavırlardan. Mütedeyyin insanlar rahat etsin. Vaktimizi, kalemimizi sık sık bu konuya ayırmayalım.

Bizde rahat edelim.