25.5 C
Kocaeli
Çarşamba, Eylül 24, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1264

Baharın Güzel Günleri

Yarı karanlık ve kasvetlidir kış günleri yaşam koşullarını zorlaştıran, uzun, soğuk, insana sıkıntı veren günlerdir.

Baharın gelişiyle bu günlere veda ederiz. Doğanın canlanmasını hisseder ve izleriz. Renk renk çiçekler görürüz ki, kendilerine özgü güzel kokularıyla baharın geldiğini bize müjdelerler. Kuşların doyumsuz konserleri ve pazara gelen turfanda meyvelerin, sebzelerin tekrar bizlerle buluşması baharın bir başka güzelliğidir.

Üstünde yaşadığımız  bu tarihi coğrafyanın eski uygarlıkları ve atalarımız da, doğanın bu olumlu değişiminden olağanüstü etkilenmişdir.

Anadolu, bilindiği gibi tarihi süreçte pek çok devlete yurt olmuştur. Geçen asırlara rağmen bütün medeniyetlerin yaşantılarını yansıtan yeraltı ve yerüstü eserler tüm güzellikleriyle ve gizemleriyle bizlere ulaşmışdır. Ve bütün bu tarihi  kalıntılar, eski uygarlıkların  önemli bilgilerini  bizlere sunmuşlardır.

Gene bütün semavi dinlerin ve egemen oldukları toplulukların bahar mevsiminde yer alan önemli günleri, töreleri, gelenekleri, örf ve adetleri  tüm canlılıklarıyla günümüze kadar ulaşmıştır.

Bu coğrafyada yaşamış yürekli ve hoşgörülü insanların,  bütün bu değerleri günümüze ulaştırmaları yöremizin zengin kültür mozaiğini oluşturmuştur. Hiç kuşku yok ki, tüm bu güzellikler daha da artarak,  yarınki kuşaklara aktarılacaklardır.

Baharda  bizim “nevroz” ve “hıdrellezimiz”, Hıristiyanların “yortu” ve “paskalya”ları ile Musevilerin “hamursuz” günleri de, bütün renkleriyle ve güzellikleriyle kutlanmaktadır.

Bayram neşesiyle kutlanan bugünlerin kendine özgü ve çocuklara yönelik hediyeleri, yemekli eğlenceleri ve her yıl tekrarlanan ritüelleri günümüzde de devam etmektedir.

Örneğin hıristiyanlar kırk günlük oruçlarının sona ermesinden sonra, türlü renklere boyadıkları haşlanmış yumurtaları çocuklara sunarlar. Ayrıca içlerini iğne ile boşalttıkları yumurtaların üzerine sanat eseri değerinde resimler çizdikleri boyadıkları bilinmektedir. Ortodoks sanatkarların, altın varak ve değerli taşlarla süsledikleri ve Çarlık hanedanına hediye ettikleri yumurtaların günümüzde koleksiyon değerlerinin çok yüksek olduğu uzmanlarca söylenmektedir.

Bir diğer önemli yiyecekte paskalya çöreğidir. Çörek hamuru, un, yağ, yumurta, şeker ve mahlep karışımından elde edilerek örgü şeklinde yapılır. Fırınlanarak pişirilir. Tadı, kokusu ve aromasıyla çok rağbet gören  bu çörek,  günümüzde de  beğenilerek  tüketilmektedir.

Gene çocukları mutlu etmek için büyüklü küçüklü kalıplara kuş, kuzu, horoz ve tavşan figürlü çikolatalar dökülür. Bazen çikolatadan, içinde kuşlar bulunan yuvalar tasarlanarak, süslü jelatin ambalajlar içinde  satışa sunulur.

Bizlerin de kendimize özgü ritüeli ve aş ikramı olan nevroz eğlencelerimiz ile yeni mutluluklarımıza ve dileklerimize vesile olan hıdrellezimiz  her yıl coşkuyla kutlanır.

Hiç kuşku yok ki bahar ayları içinde kutladığımız 23 Nisan Ulusal egemenlik ve Çocuk Bayramı ve 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı da ulu önderimizin armağanı olarak bu mevsimi onurlandırmaktadır.

Yeni bir yasayla 1 Mayıs da Emek ve Dayanışma Günü Bayramı olarak bu mevsimde yer almıştır.

Gene anneler gününün de Mayıs ayına rastlaması bahar günlerinin önemini olağanüstü değer katmaktadır.

Ayrıca, toplumumuzu oluşturan bazı kesimlerin de kendilerine özgü, tepreç( tepreş) ve at bayramı gibi eğlence günleri vardır.

Dileğimiz, ılık güneş ışınlarının hepimizi okşadığı, renk renk  mis kokulu çiçeklerin her yeri kapsadığı, cıvıl cıvıl kuşların konserlerinin, hepimizde hoşgörü ve iyimserlik esinlerini de beraberinde getirdiği bu güzel mevsimin  mutlulukla, sağlıkla geçmesidir.   

 

Gel Yine Geçelim Boğaziçi’nden

Tarihsizliğimiz en büyük talihsizliğimizdir. Yabancı dil bilmeyi işe girmede tercih sebebi saydık. ÖYS‘de sayısal soruların katsayısını sözelin 2 katı olarak hesapladık. Çocuklarımıza matematikten, fizikten, kimyadan özel ders aldırdık.

Tarihten hiç ders almadık. 5 bin yıllık birikimi bedavaya sunanların yüzüne bile bakmadık. Mühendisler ve iktisatçılar yönetti bizi bu zamana kadar. İçlerinde psikolojiyi, sosyolojiyi bırakın tarih ve coğrafyayı bilenler bile nadirattandı. Kimi “Arz-ı Mev’ud“u selamladı, kimi Azerbaycan‘ı Ortadoğu ülkesi sandı. Hazinenin üstünde ama hazineden habersiz hazin siyasetçilerle geçti güzelim yıllar.

Şimdilerde ise ticaret erbabı ağırlıklı devlet adamlarına talim ettiriliyoruz. Ecdat – Ecdat diyerek yetiştirildiler, Fetih gecelerinde okudukları hamasi şiirlerle geliştirildiler. 556. Yıldönümü için ayın 29‘unda en hamasi konuşmayı onlar yapacak ve onları hiç anlamayarak. Ne demiş şair; ‘Beni bir sen anladın, sen de yanlış anladın.’

Biz ne diyelim? Tarihe mi yürüyelim? Destur:

Boğum boğum kuşatılmış ışığı
Bir taşına yekpare Acem mülkü feda bir şehir
Ve ruhuna iliştirdiği gençliğini
Vuslata kilitlemiş âşığı

Gönül gözü elâ mı görür?
Köz köz iman Leyla mı görür?
Geçeceksin geceden, günden
Geçeceksin Peygamber’in önünden

Avuçların Kevser serinliğinde sanki
Ey yüreğini sancak deyu sura asanım!
Hasan’ım

Sen söyle Dinin Ak Güneşi
Hangi körükle dindirmeli bu ateşi ki sönsün
Ve sensin alev almış altı asrın itfaiye eri

Yüreğim yetmişiki parça geminin işgali altında şimdi
Güya o Güzel Emir’i methediyorum
Aslında kendimi fethediyorum

Ve elindeki İrem bağlarının tebşir anahtarı mıdır?
Soruyorum ey gül devşiren asil âşık
Tomurcuğun al mı, ak mı, sarı mıdır?

Deseydim bir çınarın göğsündendir bu misk-i amber
Yine de beyaz bir deniz boyunca
Toprağın düğününe gelir miydi Kamber?
Şefkat çeşmesi.. Gül kapısı.. Muhabbet ordusu..

Bengisudur içilir
Bir cennete açılır
İçeri gir!
Bundan öte sevgi seferidir

Hâlâ yüreğimin atışını duymuyorsan güm güm
Ve bir Şâhi gülle gibi bakışını saymıyorsan kusura
Ey gönlüm, kulağını daya sura.

Üç Bayramı Kutlamayı Hak Ediyor muyuz?

Bayramlar niye kutlanır?

Dini bayramların gerekçesi malum, ama ya dini olmayan bayramlarımız? Bu anlamsız gibi gelen soruyu bana Nisan ve Mayıs ayında kutladığımız üç bayram (23 Nisan- 1 Mayıs- 19 Mayıs) düşündürttü.   

19 Mayıs “Gençlik Bayramı”nın gerekçesini Atatürk‘ün şu sözleri içinde bulabiliriz: “Bugün ulaştığımız sonuç, asırlardan beri çekilen millî felâketlerin yarattığı uyanıklığın eseri ve bu aziz vatanın her köşesini sulayan kanların bedelidir. Bu sonucu, Türk gençliğine emanet ediyorum.”

Bu açıklamanın diğer dini olmayan bayramlar için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Yani bayramlar, “asırlardan beri çekilen milli felaketlerin yarattığı uyanıklığın eseri olan” büyük başarıların kutlanmasıdır, diyebiliriz.

“23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” da yine yaşanan felaketlerden sonra elde edilen büyük ve kalıcı başarıların kutlanması için bayram kabul edildi. Emperyalist devletlere karşı müthiş bir kurtuluş savaşı verilerek kurulan yeni Türk Devleti “Hâkimiyetin kişi ve hanedanlardan millete geçtiğini” ilan etmiş, “Tam Bağımsızlık Ülküsü“nü benimsemişti. Kurucu irade, devletimizin sonsuza kadar yaşaması için, bu milli şuuru nesiller boyu yaşatmayı hedeflemişti. Bunun için 23 Nisan Çocuk Bayramı, 19 Mayıs Gençlik Bayramı olarak kabul edilmişti.

Milli bayramlar (23 Nisan, 19 Mayıs, 29 Ekim, 30 Ağustos) milli sevinç ve başarıların kutlanması suretiyle ortak ülkü ve duyguları yaşatmak için kutlanmaktadır.

BAYRAMLARI KUTLAMA HEYECANIMIZ VAR MI?

Milli mücadele Nutuk’ta ifade edilen şu şartlarda yapılmıştı: “Cebren  ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil  işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet  ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri, şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasî emelleriyle tevhid edebilirler. Millet, fakr ü zaruret İçinde harap ve bitap düşmüş olabilir.”

Milletin önemli bir kesimi tekrar bu şartlara dönüşün yaşandığı endişesini yaşıyorsa, diğer bir kesimi bu endişeleri besleyecek tarzda, TBMM’de çıkacak kanunlara dış müdahaleleri normal karşılıyor, ekonomimizin ve siyasetimizin dışa sadece bağlı değil, dışa bağımlı hale gelmesinden rahatsız olmuyorsa… Bölücülere rağbet, kahramanlara hakaret revaçta, Türk’ü Türk’e yermek moda ise…  Ortak bir milli heyecanla bu bayramları kutlamamız mümkün olabilir mi?

BİR ZAMANLAR 27 MAYIS BAYRAMDI.

1960 İhtilalından sonra bayram ilan edilen “27 Mayıs Anayasa ve Hürriyet Bayramı“, 12 Eylül 1980 ihtilalının Konseyi tarafından iptal edilmişti. Bu bayram, hem “çekilen milli felaketlerin yarattığı uyanıklığın eseri” değil ve hem de “milli iradeye müdahalenin kutlanması” gibi bir garabet uygulamaydı. 12 Eylül 1980 sonrası, 27 Mayısın getirdiği Anayasa rafa kaldırılmıştı. Bayramının da kalkması normaldi. Sadece bir günlük tatilin mesai gününe dönüşmesinden ibaret bir sonucu oldu.

1 MAYIS İŞÇİ BAYRAMI OLDU DA NE OLDU?

Bu sene 1 MayısEmek ve Dayanışma Bayramı” olarak kabul edildi. Milli bayramlardan farklı olarak, uluslararası bir özelliği olan bu günün, 29 yıl aradan sonra yeniden “işçi bayramı” olarak kabul edilmesi karşısında da aynı soruyu sorabiliriz: 1 Mayıs neden bayram olarak kutlanıyor?

Bu günün ortak milli duygulara değil, “İşçi Sınıfı”na hitap eden bir kutlama olması bayramların genel tarifine uygun olmasa gerektir. Buna rağmen geçmişte “işçi sınıfının” çektiği büyük sıkıntılardan sonra verilen büyük mücadeleler sonucu elde edilen büyük başarıların, çalışanların kölelik düzeninden insanca yaşama imkânlarına kavuştuğu, demokrasi, hukuk devleti ve insan hakları alanındaki mücadeleyi temsil eden bir günün kutlanmasını saygıyla karşılamak uygun olabilirdi.

Sanayi Devrimi” döneminin ürünü olan ve sosyalist ideolojiye temel teşkil eden “İşçi Sınıfı”nın yapısal bir dönüşüm geçirdiğini, hizmet sektörünün sanayinin önüne geçtiği, kol gücünün yerini beyin gücüne bıraktığı süreci yaşadığımızı, “sosyalist devletlerin” kapitalistleştiğini bir yana bırakalım. (Krizle birlikte kapitalist devletlerde de devletçilik özlemleri artmaya başladı. Ama Sosyalizmin dirileceğine dair bir işaret yok.) Hadi dünyayı da bir yana bırakalım.

Türkiye’de işçilerin genel durumunun pek de kutlanabilecek başarılı bir dönem yaşamadığı ortada. 1970 li yıllarda en güçlü dönemini yaşayan sendikalar zayıflamış, kayıt dışı çalışma oranı yüzde 45, toplam işgücü içindeki sendikalı işçi oranı yüzde 6,1 mertebesine düşmüş.

Daha da vahimi işsizlikte OECD’de birinci, dünyada ise Güney Afrika’nın ardından ikinci durumdayız.

Resmi işsizlik, Şubat 2009 itibariyle yüzde 16,1 (gerçek işsizlik oranı yüzde 24 civarında).  Resmi işsizlik oranı kentlerde yüzde 18,1.

Genç nüfusta (15-24 yaş) her üç kişiden biri iş bulamıyor.

Bu işsizlik rakamlarının olduğu yerde hiçbir işçi hakkından söz edilemez. Sözün bittiği yerdeyiz.

İşçiler neyi kutlasın, gençler nasıl bayram yapsın?

Sevgili işçiler, “size iş veremedik, bayram verelim dedik…”

Sevgili gençler, bir kısmınız çok iyi eğitim aldınız ama işsizsiniz. İş hayatında yetişmeniz mümkün olamıyor. Daha büyük kısmınız eğitimsiz, mesleksiz ve işsizsiniz. Memleketin geleceğini de size emanet etmek zorundayız. İleride yapacağınız hata ve yanlışların sorumlusu bilesiniz ki sizler değil, bizleriz.

Gelecek yıllarda bayramları kutlayabilecek şartları sağlayabilmemiz dileğiyle…

 

“Barack Obama Başbakanı Niye Öptü?”

0

ABD Yeni Başkanı Barack Obama Türkiye’ye geldi, devletin üst makamlarıyla görüştü, TBMM konuştu ve muhalefet parti başkanlarına da, “lütfen”, onar dakika “hal-hatır” sordu ve gitti. Ülkemim milli kurumunda, en üst makamın mekanında, milletimizi suçlarken bizim muhteremler tarafından ayakta alkışlandı!

Sonra geldi 24 nisan… Devleti idare edenlerle Ermenistan arasında gizli görüşmeler devam ederken “ağababa”dan gelen direktif doğrultusunda “normalleşme” mutabakat zaptı da hazırlandı. Bir taraftan Cumhurun Başı “çok güzel şeyler olacak” derken icranın başı, “hayır olmayacak” mealinde söylemlerde bulundular.

Ve Obama TBMM konuşmasından sonra hiç kimseyi sarılıp öpmezken sadece Recep Tayyip Erdoğan’ı öptü. Bizler de beklemeye başladık; acaba daha önce bir dostlukları tanışıklıkları var mıydı? Öğrenelim diye. Öyle ya, birçok Avrupalı Devlet başkanı başbakanı Tayip Erdoğan’ın çok yakın dostları! Örneğin Yunan Başbakanı Karamanlis… İtalya Başbakanı Berlusconi, Alman Başbakanı Merkel, Fransız Cumhurbaşkanı Sarkozy, İspanya Başbakanı, Celal Talabani, Mesut Barzani, Katar Emiri el Maktum… Suudi Kralı vs… Herkes Recep Tayip Erdoğan’ın “yakın dostu”! Nereden geliyor bu dostluklar, ne zaman oluşmuş onu bilmek isteriz ama, buna hakkımız yok ki!  

Ama Şeytan oradan sesleniyor ve diyor ki; “…neden aklına getirmiyorsun yahu;  “Van Munit” i bile sonradan öğrendiği belli olan yabancı dil fukarası başbakan, acaba ne zaman edindi bu dostlukları, ne zaman oturup konuştular ve dost oldular bunlarla; neden sorgulamıyorsun, neye dayanarak dost oldular? Sonra devlet idarecileri arasıda kişisel dostluk olabilir mi? Olursa bunu devlet işlerine yansıtmak doğru mudur?”

“İyi de, a be şeytan, onu bilmek çok kolay değil ki. Ben sade vatandaş olarak bunu, nasıl olur da koskocaman bir başbakana sorayım!?” diye cevap verse şu melun şeytana, acaba doğru mu olur, işte o hiç bilinmez. Her neyse, geçelim…

Dolayısıyla Barack Obama samimiyetinin “dostluk” mu, yoksa “sevecenlik” mi, yoksa “riyakarlık” mı tam anlaşılamadı. Ama çok “özel” ve de “özgün” bir dostlukları olduğu, bu davranışlarda, yine “özgün” öpücükte saklı olmalıdır.

Derken sıra ABD kongresinde kongre üyelerine çekeceği nutka endekslendik. Herkes bekliyor; acaba Barack Obama “soykırım” diyecek mi, demeyecek mi?

Renkli ve de renksiz medya, Obama’nın yapacağı konuşmayı pür dikkatle bekliyor… Normalde “magazin yüklü” medya sanki dilini yutmuş, ses telleri felç olmuştu… ABD den gelecek haberler için kurnaz tilki edasıyla kulaklarını açmış, antenlerini dikmiş ve geriye saymaya başlamış: TV kanallarında tekrarlanan ifadeler çakışmaya başladı; sanki yeni yıla girilecekmiş de mumlar, şamdanlar sönmüş, geri sayım başlamış;  “… on, dokuz, sekiz, yedi, altı, beş, dört, üç, iki bir, ve Obamaaaa…”

**

İleri teknolojinin sağladığı sonsuz iletişim imkanlarıyla ABD kıtasına, dünyanın süper gücü ABD başkentinin temsilciler meclis binasına bağlanıyor tüm medya…Pür dikkat herkes… gerginlik… soluksuz geçen saniyeler… “Çinkola” dercesine anons edilen Obama sahnede, konuşuyor; kıvırtmadan, yalpa yapmadan, inandığı gibi, söz verdiği gibi konuşuyor:

”…94 yıl önce, 20. yüzyılın en büyük katliamlarından biri başladı. Her yıl, Osmanlı İmparatorluğu’nun son günlerinde 1.5 milyon Ermeni’nin katledilmesi veya ölüme yürümesini anıyoruz”

“Ey vah! Ne diyor bu adama?” diye mırıldananlar çoğalmaya başladı. Haberi veren ya da aktaran kişi karşı taraftan “teyit” alıyor;

“Dedi mi dedi mi?”

Fakat ABD bağlantısından net bilgi akışı olmuyor. Meğer “olumsuz” konuşma devam ediyormuş ta, devlet TV si, işi kamufle etmenin yolunu arıyormuş… TRT “ana komanda masasındaki görevli” konuşuyor: “…sanırım, bağlantı olmadı!”

Haberi pür dikkat izleyen vatandaşlar, aslında bağlantı olduğunu anında anlıyor, ama, haberi sunan kişi Obama’nın ne söylediğini ya anlamıyor yada muhtemelen aldığı talimat gereğince fazla “açık” vermek istemiyor.

Obama konuşmaya devam ediyor: ”Ermeni halkı bizim kalplerimizde yaşadığı gibi, ‘büyük felaket’ de, bizim anılarımızda yaşamalı”  dedikten sonra haberi aktaran kişi, Obama’nın soykırımın Ermenicesi olan “Meds Yeghern” (Türkçe karşılığı “büyük felaket”) dediğini, ancak İngilizce olarak söylemediği için “büyük diplomatik başarı” olduğunu duyuruyor! Ve devamında, “…bu bir zaferdir diyebilir  miyiz?!” diye yoruma açık davet çıkaran yaklaşımla laf cambazların, kalemşorların işini kolaylaştırıyor Devletin TV si… Fakat, inadına bay başkan Obama daha da ileri giderek mürai kalemşorları iyice mahcup ediyor: “…1915’in korkunç olaylarının insanoğlunun kendi türüne insani olmayan tutumunun karanlık olasılığını hatırlattığını ve geçmişi gözden geçirmenin uzlaşma yönünde kuvvetli bir vaadi de içinde barındırdığını…” söyleyerek tüm umutları söndürüyor. Ve ardından talimatını ekliyor: ”Türk ve Ermeni halklarının, bu acılı tarih üzerinde dürüst, açık ve yapıcı bir biçimde çalışılması çabalarını kuvvetle destekliyorum. Ermeniler ve Türkler arasında ve Türkiye içinde cesur ve önemli diyaloglar gerçekleştiriliyor. Aynı zamanda Türkiye ile Ermenistan’ın ikili ilişkilerini normalleştirme çabalarını kuvvetle destekliyorum”

**

Buyurun, aldınız mı cevabı?!

Peki sonra ne oluyor?

Haberler düşüyor ajanslara; “Ermeni soykırımını inkar etmek suçtur” diye kanun çıkaran ve Türk tarihçilerinin ülkelerinde tutuklanacağını söyleyen taraflı İsviçre’nin gözetiminde bir çerçeve mutabakatına varıldığı anons ediliyor. Ağababanın direktiflerine uygun olarak, Ermenistan’la  “ilişkilerin normalleştirilmesi” için bir yol haritası çiziliyor. Bu haberi anında alan bay başkan sözlerine şunları ekliyor: ”Bu ilerlemeyi takdir ediyorum ve iki hükümete de sözlerini yerine getirmeleri çağrısında bulunuyorum.”

Başbakanı yanaklarından öpen güneş yanığı tenli bay başkan Türkiye’ye “nispet” olsun diye Ermenilerin methiyesini yapıyor bu sefer: “…Ermenilerin son 94 yılda dinamizm, dayanıklılık ve yetenekleri sayesinde, kendilerini yok etmeye çalışanlara karşı direndiler. ABD’nin de, 1915’ten sonra bu ülkeye göç eden Ermeni asıllı Amerikalıların topluma yaptığı katkılarla zenginleşti. Bugün, dostluk, dayanışma ve derin saygı duygularıyla her yerdeki Ermenilerin yanında duruyorum”

“Yaaaa… İşte böyledir begim (beyim), işte böyledir bu işler…” diyen Harputlu Gakgoş’u hatırlayarak, şu ifadesi zihnime çakılıp duruyor: “…dostunu düşmanını tanımayan adamın varacağı hali pür melali böyledir begim böyle!!!…”

Pek tabii ki bay başkan Ermenilerin yanında yer alacaktı, aksini düşünmek abesle iştigal olurdu. Bay başkan gelip Ülkemim milli sembolü olan TBMM de demediğini bırakmıyor, bizim muhteremler de onu ayakta alkışlıyorlar. Bay başkan dişlerimizi sayıp ona göre konuşuyor. Başbakan Erdoğan’ı kucaklayarak şapır şupur yanaklardan öpmenin hediyesini, Ermenilerin yanında Türkiye’nin karşısında yer alarak vermektedir!

**

Şunu bir türlü anlamak istemiyoruz; ABD’nin  Ortadoğu’daki, Kafkaslardaki menfaatleri için bu “sempatik” jestleri yaptığını… Bunu, akıllı adamlar açıktan söyler mi; söylemez. O da söylemedi, hangi ABD başkanı söyledi ki!

Bay başkan “soykırım” ifadesinin İngilizcesini kullanmadı diye “diplomatik zafer” olarak algılayan teslimiyetçi bir zihniyetin egemen olduğu bir yönetim biçimi ile daha çok yanaklarımızdan şapır şupur öpen olacaktır.

Velev ki “soykırım” ifadesinin Ermenicesini değil de İngilizcesini kullansaydı ne olurdu? Kaldı ki adam hiç kıvırmadan doğrudan orijinalini kullanmış! Acaba, bizimkiler  “Meds Yeghern” ifadesinin “soykırım” demek olduğunu anlamamışlar mı!?

ABD’nin 45 eyaletinde bu kelime zaten kabul edilmiş. Bay başkan öyle ya da böyle demiş, çok anlam taşır mı bu saatten sonra? Başka, ABD, Lozan’ı tanımamış diye hayıflananlar var; varsın tanımasın, sen de ona göre tavır alırsın!

Tabii ki “milli duruş” sahibi isen! Korkarak, boğazına kadar borçlanarak, vehimli komplekslere kapılarak, Ortadoğu’da birilerinin gölgesinde ortak olarak, ABD icazetiyle iş başında kalmaya devam ederek o milli duruşu sergileyemezsin…

ABD hayranlığını ülkenin milli politikası olarak algılayan zihniyetin nasıl bir tavır alacağını kestirmek zor. Türk milletinin tarihsel verilerini bilerek, dirayetli milli duruşla savunsalar, sorun çıkarma potansiyeline sahip her hareket engellenmiş olacak. Dış politikada uygulanan  yanlış stratejinin sonucu olarak, dün “kırmızı çizgiler” olarak ifade edilen politikalar bugün “yeşil çizgi” oldu. Bu başarı, başta bugünkü cumhurbaşkanı ve diğerlerinindir.

Devlet idaresinde sorunu oluşturanlar, yine sorunu çözecek olanlardır. Örneğin “çözümsüzlük çözüm değildir”, “kazan, kazan” sloganlarıyla uygulanan politikanın sonucu ortada.  Kıbrıs’ta “Evet ” oyu çıksın diye zil çalanlar, onu büyük zafer diye sevinenler bugün suskun!

Bay başkan Obama’nın yanaklarımızdan öpüşüne güvenerek, “soykırım” sözcüğünün ingilizcesini demediği için politik başarı sanan gafletin nelere mal olduğunu görmekteyiz! Bu ifadenin orijinal kullanımının (“büyük felaket”) her söylemin ötesinde olduğunu ne zaman anlayacağız?

Artık mızrak çuvala sığmıyor! Halkın gözünün içine baka baka yalan söyleniyor! Ecdadını “büyük felaketçi” olarak ilan eden bay başkana kimse “gık” dememiştir. Ne anlamda kullanıldığı tam anlaşılmayan “amaçsız kullanım” olarak algılanan “el bebe gül bebe okşanma” hikayesi ise sadece ülkemizde egemen olan politik düzeyi göstermeye yaramıştır.  

Suçlamalar karşısında sürekli savunmada, sütre gerisinde kalırsanız, karşıdan sürekli ateş alırsınız. Üstü kapalı “soykırımcı” ilan eden bay başkana söylenecek bir söz olmalıydı. Bay başkanın ten renginin mensubu siyah ırk, nasıl ki dün yurdundan yuvasından koparılarak “vahşi beyaz” adamın “prangalı tutsakları” olduysa, karşıtı “Kızılderili” ırkının, bay başkanın mensup olduğu ülke tarafından nasıl yok edildiğinin kendisine derhal hatırlatılması gerekirken, bu yapılmamıştır.

Yalan merkezli bir suçlama ile milletimizi töhmet altına sokma cesaretini hiç kimse bulmamalıdır. Bu cesaretin kaynağı, milli duruş gösteremeyen, ilkeli dış politikalar uygulayamayan idarecilerdir.

Türk milleti bu acizliği hak etmemiştir.

Sonuç olarak, düşününüz ki, bir tarafta “ağababa” var; beride geçmişiyle gurur duyan, haysiyetli, onurlu bir millet var. Ağababanın lideri gelip bu millete “hakaret” niteliğinde, “soy kıran millet” suçlamasında bulunuyor! Ve bu onurlu milletin güya temsilcileri bunu söyleyeni ayakta alkışlıyor!? Sonra, Başbakanı yanaklarından öpüp gidiyor! Peki, şimdi anladınız mı Bay Obama’nın niçin Başbakanın yanaklarından öptüğünü?!

G-20 ve Türkiye (2)

2008 yılında G-20’nin dönem başkanlığını Brezilya yaptı. 2008 Kasım başı Ekonomiden sorumlu bakanlar ve merkez bankası başkanları ve ilgili teknokrat ve bürokratların toplantısı Sao Paola’da yapıldı. Türkiye’yi Devlet bakanı Mehmet Şimşek ve Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz temsil etti. Toplantı konusu küresel ekonominin etkinliğinin arttırılması adına ilave mali önlemlerin alınması, finansal düzenleme ve denetleme kurullarının daha etkin hale getirilmesi konusu ile Washington’daki “Mali Piyasalar-Dünya Ekonomisi” konulu liderler zirvesine de hazırlık şeklinde geçmişti.

Liderler zirvesi şunun için önemli Ülke Liderleri bir araya gelip daha önce yapılan alt çalışmalar üzerinde varsa ilave fikirleri de belirtip “temel prensipler” üzerinde uzlaşmaya çalışmışlar ve ileri dönük krizler konusunda da beraber hareket etme konusunda fikir birliğine varmışlardır. Ayrıca liderler arası yapılan bire bir toplantılar da ülkeler açısından problemli konuların ilk ağızdan konuşulması problemlerin çözülmesi hususunda çok önemli olmaktadır. Ön yargıların kırılmasına vesile olmaktadır.

İlk Liderler zirvesi 15 Kasım 2008 tarihinde Washington da O zamanın ABD Başkanı olan George W. Bush’un Ev sahipliğinde G-20’yi oluşturan ülkeler ve Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası yetkililerinin de oluşturduğu bir gurup tarafından gerçekleştirildi. Türkiye’den de T.C. temsilen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Liderler zirvesine katıldı.

13 Mart 2009 tarihinde Londra’nın Sussex kentinde G-20’nin Maliye Bakanları ayrıca 50 kişilik bir bürokrat ve teknokrat gurubu, Merkez Bankası başkanları toplandı. Liderler zirvesine ciddi hazırlıklar yapıldı. Küresel Kriz Bütün Dünyayı etkilemekteydi ve herkes bu zirveden çıkacak sonuçlara endeksli idi. Türkiye açısından G-20 önemli bir platform.1997 yılındaki krizden sonra o dönemin IMF ikinci başkanı olan Krueger Mali yapının yeniden kurulması ve oluşabilecek yeni krizleri mevcut yapı ile çözülemeyeceğini öngörmüştür. Bununla ilgili olarak da Yeni Uluslar arası Mali Yapı (The New International Financial Architecture) adında bir çalışma başlatmıştır. Çünkü 1997 krizide finansal sektörlerden kaynaklanmıştı.

2 Nisan 2009 Liderler zirvesi öncesi yapılan bu çalışmaya Türkiye’den Bakan Mehmet Şimşek, Merkez Bankanı Başkanı Durmuş Yılmaz, Hazine Müsteşarı İbrahim Çanakçı katıldılar. Ciddi bir çalışma bence burada alınan kararlardan haberiniz oluyor bir ikincisi bu kararlara sizin ciddi bir katkınız oluyor. Krizin her yönünü ve dolayısı ile çözümleri konusundaki ipuçlarını öğreniyorsunuz.

Bu çalışmada alınan kararlardan biraz bahsetmem gerekirse eğer kısaca şunları söyleyebilirim.

Bütün dünya bu krizle birlikte küçülmeye başladı dolayısı ile öncelik büyümeyi destekleyici önlemleri almak bu önlemler alınırken kesinlikle korumacılık yapılmayacak. Uluslararası ticareti ve serbestliği engelleyici tüm mekanizmaların kaldırılmasının gerektiğine vurgu yapılmıştır. Korumacılık konusunda Ülkelerin hemen gümrük duvarlarını yükselttikleri ve korumacılık üzerine bazı girişimlerde bulundukları gözlendiği için bu yola başvurulmuştur. 

Sistemde önemi olan hiçbir kuruluşun batmasına izin verilmemesi gerektiğinden bahsedilmiştir.

G-20 ülkeleri bu yılki bütçelerinden %2 kadar büyüme için destek verecekler. Para politikalarında biraz gevşeklik yaparak bankaları ve finansal şirketlere destek verecekler. Kredi mekanizmalarının çökmesine izin verilmeyecek önlemler alınacak demişlerdir.

Gelişmekte olan ülkelerin ihtiyaçları için uluslararası kuruluşları devreye sokup, ülkelerin kaynak ihtiyaçlarının karşılanması yoluna gidilmesinden bahsedildiğini biliyoruz.

Ayrıca iş gücü piyasası ve sosyal güvenlikle ilgili alanlarda Sosyal Destek anlamında devreye girilmesi gerekliliğinden bahsedilmiştir.

1997 yılında Finansal İstikrar Kurumu G-7 ülkeleri tarafından kurulmuş idi. Şu anda G-7/8 ülkelerine ilave olarak Hollanda, İsviçre, Avustralya ve Singapur bu kurumun üyesi. Ayrıca IMF, Dünya bankası ve Uluslar arası Mutabakat Bankası (BIS) da var. Bu toplantıda bunu çerçevesini genişletelim G-20 ülkelerini de bu kuruma katalım dediler böylelikle Türkiye’de bu kurumun bir üyesi oldu.

Küresel Krizler ancak küresel organizasyonlarla aşılır. Bu cümleden hareketlerle G7/8 problemlere müdehale etmesi yeterli olamadı. Diğer taraftan IMF, Dünya bankası ve diğer Uluslar arası kurumlar çabuk hareket edemedi G-20 bu konuda ciddi adımlar attı. Türkiye açısından bakıldığında Dünya ticaretinin %79’unu elinde tutan bir yapının(G-20) içinde yer alması ve Liderler Zirvesinde Başbakanlık düzeyinde katılımın olması, ülkemiz açısından önemlidir diye düşünüyorum.

Demokratik İhanet

Son yıllarda demokratikleşme örtüsü altına saklanan ihanet, pis kokular saçmaya başladı. Türk Milleti sanki türlü zorluklar altında faturası ağır olan bir Kurtuluş Savaşı vermemiş, milli devletini kurmamış ve Osmanlı’dan birden 2000’li yıllara geçmişiz de devletin şeklini tartışıyor gibiyiz.

Aslında, yaratılmak istenen bu ortam yeni de değildir. Milli Mücadeleyi ve Lozan’ı içine sindiremeyen sözde dost ve müttefiklerimiz, Milli Mücadeleyi bir iç isyan olarak görmüşler; Mustafa Kemal’in başında bulunduğu milli hareketi kullanamadıkları için içlerine sindirememişler ve Atatürk’ü de bir asi gibi değerlendirmişlerdir. ABD Kongre raporlarında bu durumun yer aldığı sıkça ifade edilmektedir.

1970’li yıllardan beri bölgesel kalkınma, ırkçı ve bölücü terör ve Kürtçülük konularının işlendiği birçok araştırma yapılmıştır. Anlamlı miktar ve kalitede denekler seçilmiş, çeşitli kurumlar bu araştırmaları gerçekleştirmişlerdir. Bunların hemen hemen hiç birinde Kürt ve Zaza olarak isimlendirilen vatandaşlarımızın büyük çoğunluğu çevrelerinde yaşadıkları sorunu bir etnik sorun, bir kimlik meselesi olarak görmemişler; Kürt sorunu şeklinde ise hiç değerlendirmemişlerdir. Kürt sorunu, Kürtleri kullanmak isteyenlerin sorunudur. Dışarıdan ısmarlama sorun ithal edenler, her konuda ülkesi ile kavgalı olanlar ve bu işin kaymağını yiyen ve kullanan bazı siyasiler dışında konu bir etnik ayrımcılık noktasına taşınmamıştır. Nitekim, dün ve bugün bölücü ve etnik-ırkçı politika uygulayan, terör örgütünü doğrudan veya dolaylı destekleyen partiler, bekledikleri oyu Kürt ve Zaza vatandaşlarımızdan alamamışlardır. Ancak, son yıllarda uygulanan yanlış politikalar ve yönetenler tarafından yapılan ötekileştirmeler, milli kimlik inkârı, çokkültürlülük telkinleri, vatandaşlarda tahribat yaratmıştır. Kafalar karıştırılmıştır. Milli kimliği bir etnik grup gibi değerlendiren, kavrayıcı, kaynaştırıcı, bütünleştirici değerlendirmeleri dışlayan, farklılıkları kutsallaştıran, etnisite dalkavukluğu yapan siyasetçiler, yaptıkları yemine uymamışlar, gaflet ve ihanet örnekleri sergilemişlerdir.

Milletleşmeyi anlayamayan veya anlamamakta kararlı bazı siyasilerin, Anadolu’da önce Selçukluyu daha sonra Osmanlıyı ve Türkiye Cumhuriyetini birer hakim kültür olmaktan uzaklaştırıcı mozaik tutkusu, etnik ırkçılığı tahrik etmiştir. Bunlara göre milletleşme, tek tipleşmedir ve farklılıkları görmemektir. Oysa, milletleşme ayrıştırmayan, kaynaştıran bir kültürel olgudur. Bunu boy, kabile, aşiret, mezhep ve etnik taassubuna sahip olanlar anlayamaz. Her konuya etnik taassubla bakılmasının terk edilmesi, milli seviyede bir mensubiyet duygusunun geliştirilmesi, ırkçılığın panzehiridir. Milletleşmiş veya milletleşme sürecinde mesafe almış her ciddi toplum bunların farkındadır.

Açılım, açılım diye tepinenler, etnik ırkçılığı okşamaktan başka hiçbir şey yapmamaktadırlar. Böyle açılımlar acaba neden bazı Batılı ülkelerde gündeme getirilmez? Açılmak fena bir şey değildir;  ama, yüzme bilmediğiniz takdirde her an boğulma tehlikesiyle karşı karşıya kalırsınız. Bizim bazı sözde devlet adamlarımız bunun farkında değildir. Ankara’da denize girmeyi denemektedirler.

Terör örgütünün talepleri ne kadar tasvip gördü ki; birden açılıma dönüşüverdi. Terörle mücadelede kesin başarıyla çıkan güvenlik güçleri ve Devletimiz sanki bundan yenik çıkmış gibi pazarlık masasına çekilmektedir.

Malum bir cemaatin Abant Platformu adına düzenlediği toplantıların sonuncusu Erbil’de yapılmakta, terör örgütünün talepleri ile aynı noktada buluşan Amerika’nın istekleri dile getirilmektedir. Nedeni anlaşılmaz ama, eski bir Cumhurbaşkanının hanımı ve oğlu Barzani’yi ziyaret ederler. Dün Osmanlıya hasta adam gözüyle bakanlar, bugün Türkiye’yi farklı değerlendirmemektedir.

Çözüm, devlet gibi devlet olabilmekte, egemenliği paylaşmak için orada burada adam aramamakta, milli bağımsızlığın değerini bilebilmektedir. Egemenlik, paylaştırılacak bir mal değildir. Devlete Brüksel ve Washington’da ilân vererek ortak aranmaz. Etnik ırkçılığa prim verilmez.

Çözüm, siyasi meşruiyeti dış destekte aramamaktadır. Dış destek, karşılığında sizden taviz bekler.

Demokrasi, terörün içinde olan ve onu destekleyenlerle hiçbir yerde güç kazanmamıştır.

Çözüm, milli davaları kucaklamaktadır. Hilâle karşı haçın Anadolu topraklarında malzemesi olmamaktadır. Bunun için de milli çıkarlardan yana bir siyasi irade gerekir. İç ve dış borç kısır döngüsünden kurtulmak şarttır.

Leyleğin ve Kedinin Gözlüğünü Takanlar

0

Leylek ve kedi konusu nerden çıktı, demeyin sakın. Hepimiz, hemen her gün leylek ve kedi rolü oynuyoruz. Bu rolümüzü oynarken hep haklı olduğumuzu düşünüyoruz. Atalarımız ne demiş? Leylek yavrusunu atarken yılana, kedi yavrusunu yerken sıçana benzetirmiş.

Dostlar ediniyoruz zaman içinde. Onlarla yiyip içiyoruz. Zamanı ve mekanı paylaşıyoruz. İşler kuruyoruz, ortaklıklar yapıyoruz. Her şey iyi gidiyor önceleri. Onsuz yapamayacağımızı düşünüyoruz. Beraberliğimizi etle kemik bütünleşmesine benzetiyoruz. Farklı iki bedende tek ruh olduğumuzu hissediyoruz. Zaman, bazı şeyleri değiştiriyor. Araya giren şeytan, bozuyor ilişkileri. Güven bunalımı doğuyor. Önce bedenler, sonra ruhlar göç ediyor o sıcak iklimden. Çıkar duygusu, baskın geliyor. Birbirlerini görmeden geçirdikleri zamanı kayıp kabul edenler, bu defa birbirlerinden kaçıyorlar. Şimdiye kadar bilinmeyen kusurlar bilinir, görülmeyen ayıplar görülür oluyor. İlişkiler çıbanlaşıyor, kangrene dönüşüyor. O durumda hepimiz leylek oluyoruz. Karşımızdakini uzaklaştırırken kendimize de bir gerekçe üretiyoruz: O zaten bir yılandı.

O, düne kadar yılan değildi, benden biriydi. Acısıyla tatlısıyla yemiş içmiştik. Soğuk ve sıcak günlerde aynı yollarda yürümüştük. İyisiyle kötüsüyle, olaylara birlikte karşı koymuştuk. Anne, yavruyu beslemiş; yavru da ona annelik zevkini vermişti. Bunlar olurken ortada yılan yoktu. Her ikisi de birbiri için çok kıymetliydi. Yavru şimdi niye yılan oldu? Çünkü onu atmak gerekiyor. Öyle ya, yılan olmasa niçin atılsın? Başkaları ne der sonra? Hepimiz böyleyiz. Kötü olan başkalarıdır. Attıklarımız yılandır, biz leylek. Belki daha önce biz yılandık başkası için. Bunu çabuk unuturuz. Böyle bir ilişki düzeninin hiçbir ahlaki ve savunulur yönü yok. Bunun yüzlerce örneğini görebiliriz. Örnek bulmaya kendimizden başlamayı öneririm.

Herkesin, kendince önemsediği kişiler vardır. Bunlar genellikle düşünceleriyle, davranışlarıyla bize birer modeldir. Onlar toplumda yıldızdır. Girdikleri yerlerde saygı görürler. İnsanları etkilerler, yönlendirirler. Onların gölgeleri bazen boylarından bile uzundur. Etki alanları geniştir. Huzur bulur, güven bulur insanlar onlarda. Onların yapabileceği ya da sebep olabileceği bir olumsuzluk sizin aklınızdan bile geçmez. Sözgelimi, rüşvet almazlar, zina yapmazlar, adam kayırmazlar, adaletsizlik yapmazlar, israfı haram kabul ederler. Bakıyorsunuz ki bir gün, sizin olmaz dedikleriniz onlar tarafından bir bir yapılıyor. Yaptıklarına gerekçe de hazırlıyorlar. Minareye kılıf uyduruyorlar. Mızrak çuvala sığmasa da onlar için yapılanlar meşrudur. Yoksa kedi yediği yavrusunu fare kabul eder miydi? Ah bu kediler!.. Hepimiz birer kediyiz. Düne kadar beyaz olan ve hiçbir zaman da siyah olmayacak olan yoğurda işimize gelmeyince siyah diyebiliyoruz.

Bu ülkede darbecilerden dayak yiyen demokratlar zamanla ya darbeci ya da darbecilerin sözcüleri olabiliyor. Bu ülkede, rüşveti büyük günah kabul edenler, kendisine şaibeli ihale verdikleri müteahhidin parasıyla hacca, umreye gidebiliyorlar. Bu ülkede toplum yozlaşmasını gayrimeşru ilişkilere bağlayanlar, gayrimeşru bir yaşam sürebiliyorlar. Bu ülkede, çağdaşlaşmayı kendine bayrak yapanlar, zamanla bu bayrağı yırtıp memleketimizi elli yıl geriye götürebiliyorlar. Bu ülkede, “Dilde, işte, fikirde birlik.” diyerek milleti bütünleştirmek istediğini söyleyenler, bölücülük yapabiliyorlar. Bu ülkede, “Adalet, mülkün temelidir.” diyerek hukukun üstünlüğünü savunanlar, yargı darbesi yapabiliyorlar. Bu çelişkilerin örneklerini dünyada da görebiliyoruz. Demokrasi adına, totaliter rejimlerin desteklenmesi, insan hakları adına insanların katledilmesi, çevre sağlığı yardımı adına toplumların zehirlenmesi hiç de yabancımız değil. İnsanlar böyle yaparsa kedi, canı yemek istediği zaman yavrusuna niçin fare gözüyle bakmasın?

Gelin, kendimizi denetleyelim. Hayatın hangi anında, atasözündeki gibi, ne kadar yılanız, ne kadar kediyiz? Dürüst olalım: Hepimiz. Önemli olan, bu tespiti yapmak ve kendimize buna göre yol haritası çizmektir. Eksiğimiz bu. Eksikler giderilmez değil, bunda samimi olmak gerek. Eğitimdir, sosyal kontroldür bunun çözümü. “Adam sende”cilik, en büyük hastalığımız. Yılan beni bugün sokmazsa yarın mutlaka sokacaktır. Duyarsızlık, bulaşıcıdır.

Yılanın ve kedinin taktığı gözlük, bende var. Bundan kurtulmalıyım. Haydi hep beraber!…

Ulusal Türk Kimliği: Türkçe

0

Bu başlığa uygun gelebilecek pek çok ifade bulunabilir. Güncel konuları da içine alan bazı demagoji kokulu esansları kullanmadan işin bir hareket noktasını belirleyelim. Hareket noktamız Türkçe kelimesi olsun. Bu noktadan hareketle geçen yıl hayata gözlerini yuman büyük şair Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın bir ifadesiyle başlayalım: Türkçe ses bayrağımdır. Bu ifade
esas alındığında, Türkçe’nin konuşulduğu her yer Türk milletinin bayrağı var demektir. Ancak bunun farklı normları olabilir. Bunun da telafisi zaman içinde olagelir. Uluslaşma sürecinde gerekli olan önce dil konusunun korunmasıdır. (Ankara’da, Türk Dil Kurultayında, Başbakan RTE, Faruk Nafiz Çamlıbel’e ait Sanat adlı şiirini Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın şiiri diye
okumuştur. Bu durum, şiir okumaya meraklı başbakanın Türk şiir ve edebiyatına olan ilgisinin bir göstergesi olarak yorumlanmıştır).

Şiir, edebiyat, hikâye, masal, mani, folklor olmadan uluslaşma süreci olmaz.
Birileri çıkıp da Ulusal Türk Kimliği nedir, diye sorabilir.
Doğru ve yerinde bir sorgulama.
Verilecek cevap nedir?
Bağımsızlık mı?
Hürriyet mi?
Milliyetçilik mi?
Belki bunların hepsidir.
Fakat bunların olabilmesi için mutlaka korunması gereken milletin dilidir. Dil yok edilince, yok olunca milletlerin yaşaması ve de gelişmesi mümkün olmaz. Bir milleti yok etmenin temelinde ana hedef, dilini yozlaştırmaktır. Son derece çarpıcı bir örnek vermek isterim: Kan milliyetçiliğini yapan Hitler en çok dillerine sahip çıkmışlardır. Onu zenginleştirmişlerdir.
Diğer bir örnek ise İsrail milleti için verilebilir.

İsrail milleti, Atatürk’ten önce dil devrimini yapmıştır. 2500 yıl önceki Tevrat esas alınarak dillerini zenginleştirmişler.

Osmanlı Devletinin kullandığı melez dil olan Osmanlıca nedeniyle Türkçe’nin yaygınlaşması engellenmiştir. Osmanlıda Türkçenin yaygınlaşmamasının temel sebebi, eğitim sistemi değildir. Temel sebep, dil bilincinin yozlaşmasıdır. Toplumda dil bilinci kaybolursa sonuç felakete doğru ivme kazanır. Mutlaka dil bilinci oluşturulmalıdır ki dil gelişsin ve yaşasın.

Dilde ulusal bilinç kaybı olmaya başlarsa dil de unutulur.
Toplum esirleşmeye başlar. Tabii ki ekonomik nedenler de bunu teşvik eder.
Türk toplumunda ulusal bilinç kaybını, tarihte ilk fark eden Kaşgarlı Mahmut olmuştur.
Diğer bir sebep de, Osmanlı’da, Arapça’nın sürekli Türkçe’ye egemen kılınmasıdır.
Devletler ideallerini ancak ve ancak dilleriyle gerçekleştirebilirler.
Dil milli bir semboldür, öyle algılanmalı ve değer verilmelidir.
Ancak dil ideolojilerin dışında tutulmalıdır; dile ideoloji egemen olmamalıdır.

Örneklemek gerekirse, rejim en iyiler tarafından yönetildiği takdirde rejim iyi olur. Cumhuriyet rejiminden bazı şikâyetler vardır, bunun anlamı cumhuriyetin yanlış ya da kötü rejim olduğunu göstermez. Yöneticiler yetersiz, donamsız ve kapasitesiz ise rejim de zarar görür.

Peki, suç kimde?
Verilecek tek cevap olabilir; cumhuriyet iyi adam yetiştirememiş demek ki
Yani suçlu olan, Cumhuriyet!
Vur abalıya.
Hiçbir rejimin değerlendirme kıstası olamaz, yoktur da. Nitekim Avrupa’da demokrasinin zemini hazırlandıktan sonra demokrasi rejim olarak uygulanmaya alınmıştır. Bunun için fikir ve ekonominin güçlü olması ve topluma hâkim olması gerekir.

Toplum, akıl üretkensizliğine tutulmuşsa demokrasi işlemez, uygulanamaz, yürütülemez.

Atatürk tüm bunların yolunu açmış fakat tamamlamaya ömrü yetmemiş. Dolayısıyla dil devrimi gibi diğer devrimler de yarım kalmış. Bunun ardından gelen yarım demokrasi anlayışı toplumu farklı yollara sevk etmiş. Bedeli ödenmeyen bir demokrasi gelmiş topluma. Bunun farkında olamamış toplum. Tıpkı sahip olduğu hürriyetin büyük bedeller ödenerek elde edildiğini bilmediği gibi. Çünkü Atatürk’ten sonra devrimlerin yerleşmesi için vatandaşa söylenmesi gerekenden farklı şeyler anlatılmış.

Atatürk’ten sonra milli hassasiyetleri olan, gerçek anlamda devlet adamı Yetişmemiştir. Türkiye’de. Aykırılıklar sürekli tehlike olarak algılanmış. Hiçbir idareci aykırı düşüncelerin de yararlı olabileceğini varsaymamıştır. İrdeleme, sorgulama yerine itaat, biat, suskunluk tercih edilmiştir. Sonuçta kaybolan milli hassasiyetlerin yerine dinsel değerler geçmiş, dil bütünlüğü ve bilinci kaybolmuş, yozlaşan ve kimliksiz bir neslin yetişmesine zemin hazırlanmıştır.

Atatürk’ün kurduğu cumhuriyetin temeli milli iradedir. Osmanlıdaki sınırlı medeniyete karşı milletin medeniyetini öne çıkarmıştır. Osmanlıdaki gibi paşa ve ulema medeniyeti ile sınırlı değildir. Paşalar sadece itilaf işleri ile meşgulken ulema da din işleriyle meşgul oldular. Adalet, hak- hukuk merkezli fikir ve düşünceler üretilemedi. İşte bunun için kurulan cumhuriyet farklıydı.

Bilim ancak dille üretilebilir. Ticaret dille yapılır. Onun için Avrupa’da ticaret bilimi öne çıkarıldı. İman ve asker zoruyla ne rejim korunabilir ne de gelişebilir. Avrupa bilimi ve ticareti öne çıkardığı için ilerlemeyi sağladı. Atatürk bunlar gördü ve tüm yolları açıp başlattı milli hamlelere. Ne yazık ki devam ettiremedik.

Türkçe, ağzımızda ana sütü diyebilen bir bilinç yerine yabancı hayranlığı, kendini ifade etmek için yabancı dil tercihi toplumu bir karmaşaya sürüklemektedir. Bugün içinde bulunduğumuz durumların böyle anlaşılması gerektiği noktasında birleşirsek çözümü de hep birlikte bulabiliriz.

Önceleri dile egemen olan Arapçadan kısmen kurtulmuş, fakat bu kez Fransızca ve İngilizce sözlükler Türkçeye egemen olmaya başlamış. Fakat şimdi salt dil bilimcilere de gerek kalmadan yeni etken faktörler devrededir. Bunlar teknoloji ve ekonomik üstünlüktür; dil üzerinde müthiş bir saldırısı var bunların. Milli dil işgal altındadır adeta… Teknolojik terminoloji ve ekonomik üstünlük yeni bir ifade, iletişim biçimi, anlayışı getirmiştir. Bunları kullanmak zorunda olan toplumlar farkından olmadan milli dillerini yozlaştırmakta ve unutturmaktadırlar.

Tarih ve arkeolojik bilimi göstermiştir ki Anadolu’ya Türkler 1071 de gelmediler, İsa Öncesinden beri Türkler Anadolu’da var idi. Onlar dünyanın birçok yerinde olduğu gibi Anadolu’da da Ön Türkler olarak yaşadılar. Kapadokya’daki ilk Hıristiyan kiliselerini Hıristiyan olan Türkler kurdular. Nasıl ki sonradan İslam dinini kabul ettilerse daha önce de farklı inançlarla yaşadılar bu Ön Türkler.

Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde, genellikle kadınların çenelerine, kollarına, ellerine nakşettikleri motiflerin Orkun anıtlarındaki aynı motifler olduğunu kaç kişi biliyor ki? Dolayısıyla nesilden nesile nakledilen kültür, dil aracıyla olmuştur, olmaktadır. Ön Türklerin anlaşma işaretleri bugün bile Anadolu kadınının çenesinde, elinde yapılan dövme motiflerle yaşatılıyorsa bizlere anlamlı bir ders olmalıdır.

Milli kimliğimiz olan Türkçe de işte bu kültür devamlılığını sağlayan tek değerdir. Bugün, Türkçe, gelişen egemen ekonominin getirilerinin saldırısı ve işgaliyle karşı karşıyadır. Bunun çaresini yine biz bulacağız. Orkun anıtları, Bilge Kağan yazıtları, Sibirya’da, Erzurum’da, Hakkâri’de, Kapadokya’da, Mora Yarımadası’nda, Meksika’da, Maya medeniyetinde ortaya
çıkan Türk yazıtları, Ön Türkler tarafından yazılan Türkçe ile bugünlere ulaştı. İnsan en canlı tanık ve belge olduğuna göre, Anadolu kadınının süs diye taşıdığı dövme motifler bir iletişim, anlaşma dili olan Türkçenin milyonlarca yıl önceden günümüze gelen canlı göstergesidir. Yüzyıllar sonra yaptıklarımız, yazdıklarımızın da doğru bir Türkçe ile gelecek nesillere
kalmasını istiyorsa Türkçe milli kimliğimizi koruyup geliştirmeliyiz.

Terör Kader midir?

0

Mardin’de meydana gelen terör katliamını lanetliyor ölenlere rahmet yakınlarına sabır diliyorum Tüm dileğim bu ve benzeri hadiselerin tekrarlanmamasıdır.
Dini, devleti, vatanı, milleti, bayrağı ve namusu için şehit olanlara Allah’tan rahmet diliyorum. Mekânları cennet olsun. Ailesi hayatta olanlara da taziyelerimi bildiriyorum.
Bu acı ve gözyaşlarının bir an önce bitmesi için aklıselim bir insan olarak düşüncelerimi sizlerle paylaşmayı vicdani bir borç biliyorum.

Terörü genel yapısı içerisinde üç bölüme ayırmak mümkündür.

1 Ferdi terör; Mardin’de meydana gelen olay, kan davaları, namus cinayetleri vb.

2 Örgütlü terör; yani organize terör, PKK, vb .örgütlerin yaptıkları terör.

3 Devlet terörü; ABD’nin Irak ve Afganistan’da, İsrail’in Filistin’de yaptıkları katliamlar.

Terör insanlık tarihi kadar eskidir. İlk terör olayı Hz. Âdem (as.)’in çocukları arasında olmuştur.

İlk terörist, Hz. Adem(as.)’ın çocuklarından Kabil’dir. Kardeşi Habil’i öldürmüştür. Bu ferdi bir olay gibi görünse de mahiyet itibariyle içerisinde kan ve gözyaşı vardır.

Bu ve benzeri terör olayları küçük ve büyük çaplı olarak insanlık tarihi içerisinde dün olduğu gibi bugünde vardır, yarında olacaktır.

Bunlar doğal da, terörü kaderimiz gibi hayatımızın bir parçası görmek normal midir? Terörün çaresi yok mudur?

Anadolu’nun anaları hep gözü yaşlı, babaları boynu buruk, çocuklar öksüz mü kalacaktır? Gelinler tezkeresi yaklaşan beylerini beklerken onların bayrağa sarılı tabutlarıyla mı karşılaşacaklar?

Bayrağa sarılmış tabut üzerine kapanan anaların acısını ve gözyaşlarını içine akıtan babaların ateşini, ne olduğunu anlamadan şaşkın ifadelerle etrafındaki kalabalığa ve yakasına yapıştırılan babasının fotoğrafına bakan bebelerin acıları “Kanı yerde kalmayacak” gibi artık teselli etme özelliğini yitiren ifadelerle dinmeyeceği bilinmelidir.

Terörün elbette bir çözümü olmalı vardır da. Benim de çözüm önerilerim var.

Diyeceksiniz ki sen bu konularda uzman mısın? Elbette hayır. Çok uzman görüşü, çok süslü nutuklar dinledik ama bu görüşler Anadolu insanının acısını dindirmeye yetmedi.

İşte benim somut önerilerim:

1-Türkiye-Irak sınırının, sınır güvenliği sağlanır. Bu imkânsız mı? Hayır. Arazi sarp olabilir, çok zorlukları olabilir ama devlet için imkânsız diye bir şey söz konusu olmaz. Ekonomik açıdan imkânsız mı hayır PKK terörüyle mücadele için şimdiye kadar 100 milyar doların üzerinde para harcandı. Bu paranın %10’u ile sınır güvenliği sağlanabilirdi  380 km. lik bir sınırı  koruyamıyorsak farklı çözümlere kulak vermeliyiz. Siz sınır güvenliğini sağlarsanız Kuzey Irak’ta operasyon yapmaya ihtiyacınız kalmaz. Sınır güvenliği olmazsa operasyonun anlamı olmaz.

Dışarıdaki terörist, eylem için içeri gelemezse içerde eylem yapan teröristin anında infazı yapılırsa PKK’nın arkasında ABD’nin AB’nin ya da İsrail’in olması ne ifade eder ki.

Cennetmekân sultan Abdülhamit’e; Balkanlar’ın ve Orta Doğu’nun kaynadığı bir zamanda 33 sene toprak kaybı olmadan imparatorluğu nasıl yönettiği sorulduğunda cevaben; “Yabancı büyük elçilerle olayları müzakere eder çoğu zaman onların görüşlerinin aksine hareket ederdim.” Çünkü haçlı zihniyeti bizim için hiçbir konuda hayır düşünmez.

O’nun tahtan indirilmesinden sonra batının gerçek niyetlerini bilmeyen ülkesinden ziyade koltuğunu düşünen idareciler yüzünden Osmanlı, Balkanlar’ı ve Orta Doğu’yu kaybetti, parçalandı. O’nun küllerinden yeni bir cumhuriyet doğdu. Dün Osmanlıyı parçalayanlar bugün PKK maşasıyla Anadolu’yu parçalamak istiyor. Bu acı Enver- Talat zihniyetiyle değil Abdülhamit basiretiyle önlenir.

2-Bölge halkı için sınır ticareti serbest bırakılır.

Bu ticaret devlet denetiminde yapılır. Kayıt dışının önüne geçilir. Büyük miktarda vergi geliri elde edilir. Rüşvet ve yolsuzluğun önü kesilmiş olur. Vatandaş tehlikeli ve yanlış işlere tevessül etmek durumunda kalmaz.

Sınır ticareti devlet güvencesiyle yapılmazsa kaçakçılığın ve rüşvetin önü açılır, bundan da terör örgütü karlı çıkar.

3-Gümrük kapıları sıkı denetime alınır. Gümrüklerden silah sızması, uyuşturucu kaçakçılığı yapılamazsa terörün finans kaynağı kurutulur. Tabiî ki bu işler zordur ama imkânsız değildir. Önemli olan zoru başarmak kolayı zaten herkes yapar.

4-Vatandaşla teröristi birbirinden ayırmak suretiyle terörün halk desteğini kesmek.

Her Güneydoğuluyu, potansiyel terörist olarak görme  mantığı teröre altyapı hazırlar. Bu ve benzeri düşünceler 600 sene Kürdü-Türkmeni-Lazı-Çerkezi kardeşçe bir arada yaşatabilen bir medeniyetin çocuklarına yakışmaz.

Ben Güneydoğu’da hizmet yapmış, az-çok o insanları tanıma imkânı bulmuş biriyim. O halkın %90’ı belki daha fazlası dinine, devletine, vatanına, bayrağına bağlı insanlardır. Elindeki ekmeğini sizinle paylaşmaktan mutluluk duyar, misafirperverlikte, saygıda ve sevgide bizden çok ileri olan insanlardır.

5-Güneydoğuyu sürgün bölgesi olmaktan çıkarmak gerekir. Kamu personelinden cezalandırmak istediğiniz insanları o bölgeye sürgüne gönderirseniz devlet-millet kaynaşmasını sağlayamazsınız. Geçmişte bu hata çok yapıldı.

Öğretmenin, savcının, hâkimin, kaymakamın, polis vb. devlet memurlarının en iyisini, en babacanını devleti-bayrağı en çok sevenleri oraya göndermeli ki bunlar orada devletin şefkatli eliyle milleti kucaklasınlar. Devlet-millet kaynaşması gerçekleşsin ki teröristler orada barınamasınlar.

Bataklık kurutulmadan sivrisinek avına çıkmak anaların gözyaşını kurutmaya yetmez.

Terörün devamından büyük rantlar sağlayan iç ve dış güç odakları elbette var, var olmaya devam edecektir. Çünkü ölen onların çocukları değil, hassolarla-memoların ölmeleri onların hiç umurunda değildir. Vatan-millet-bayrak nutuktan öteye geçmez.

Terörü dıştan lanetleyip içten destekleyenlerle terörle mücadele yapılamaz

Terörün iç ve dış bağlantılarını kesip finans kaynaklarını yok ettiğiniz zaman terör zaten kendiliğinden biter

Çözümü içerde kendimiz de aramalıyız. Çözüm ne Kuzey Irak’ta ne de ABD’de çözüm bizde oda bilirsek eğer…

Cenabı hak beldemizi, ilçemizi, ilimizi, ülkemizi, İslam alemini ve tüm insanlığı terörün her çeşidinden korusun, barış ve huzur dolu günler dileğiyle,,, …

Kocaeli Aydınlar Ocağı’nın 25.Kuruluş Yılının Hatırlattıkları

0

Kuruluş safhasında içinde bulunduğum Kocaeli Aydınlar Ocağı bana dün kurulmuş gibi geliyor. Fakat kuruluş tarihine baktığımız takdirde ise görüyoruz ki 3 Mayıs 1985. Kocaman 25 yıl geçmiş. Bilindiği üzere tarihte her 25 yıl çeyrek asır olarak ifade ediliyor, yani uzun bir zaman dilimi olarak kabul ediliyor.

Her neyse, uzun veya kısa. Zaman mefhumu izafi olduğuna göre bu durum herkese göre değişiyor. Hakikat olan bir husus var ise o da Kocaeli Aydınlar Ocağı kurulalı 25 yıl olmuş ve içinde bulunduğumuz yılda da 25. şeref yaşına ulaşmış bulunuyor.

Kocaeli Aydınlar Ocağı, 25 yıl önce Petrol İş Sendikası İzmit Şubesi’nin küçük bir odasında kurulmuştur. Ocağın Kuruluş görüşmelerine sendikanın yerini tahsis eden Petrol İş Sendikası Şube Başkanı Merhum Özcan Hun’a ne kadar teşekkür edilse azdır. Bu vesileyle kendisine Cenab-ı Allah’tan rahmet niyaz ediyorum.

Kocaeli’ye kadar gelip Ocağın kuruluşunda çok değerli destek ve katkılarda bulunan, o tarihte Aydınlar Ocağı Genel Başkanı olan Çapa Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr Süleyman YALÇIN ile birlikte, Basf Sümerbank Genel Müdür Yardımcısı Dr. Metin ERİŞ, İstanbul Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Muharrem ERGİN, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ayhan SONGAR, Milli Eğitim Bakanlarımızdan Prof. Dr. Tahsin BANGUOĞLU, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nevzat YALÇINTAŞ ve Türk Edebiyatı Araştırma Vakfı Başkanı Gazeteci Yazar Ahmet KABAKLI isimleri bugün dahi beni heyecanlandırmaktadır.

Yukarıda isimleri geçen muhterem hocalarımızdan bugün sadece Prof. Dr. Süleyman YALÇIN, Dr Metin ERİŞ ve Prof Dr. Nevzat YAÇINTAŞ hayatta olup, diğerleri Hakkın rahmetine kavuşmuş bulunmaktadır. Bu münasebetle, vefat edenlere Cenab-ı Allah’tan rahmet ve mağfiret hayatta kalanlara da hayırlı ve uzun ömürler niyaz ederim.

Ocağın kuruluşunda, İnş. Yüh. Müh. Ahmet ÇELİK,  Dr. Ahmet Hasan ŞAHİN, Eczacı Ahmet Maruf TUNCEL, Mali Danışman Ahsen OKYAR, Mali Müşavir Ali BALKAYA, Tüccar Ali KOÇ, İnş. Müh. Arif TALAY, İnş. Müh. Bekir GÜRE, Av. Beytullah USLU, İzmit Belediyesi Eski Başkanı Cevdet BAĞDAT, Sendikacı Enver KILIÇ, Petkimde işçi olarak çalışan Erol BİNBAY, Av. Halil DEMİRAL, Mak. Müh. Hasan BALTACI, Av. Hayrettin ÇETİNKAYA, Sanayici Hüseyin BALCI, SEKA’da elektirikçi olarak çalışan Kadir ATAMAN, Emekli Mehmet KALYONCUOĞLU, Av. Nedret Pınar ERKAYA, Petkimde teknisyen olarak çalışan Nihat GÜRER, Tüccar Ömer Lütfü GÜL, Sendikacı Özcan HUN, Sendikacı Sabidin KONYALI,  İnş. Müh. Saim OCAKLI, Dr. Seyfi DELİLBAŞI,  Mak. Müh. Tuncer AKŞENER ve Mali Müşavir Vahap ATLI gibi çok değerli arkadaşlarımız vazife almıştır.

Allah’a şükürler olsun ki, kurucu üyelerden bir çoğu bugün halen hayatta olup, sağlıklı sıhhatli bir şekilde yaşamaya devam etmektedirler. Ancak üyelerimizden İnşaat Müh. Ali ALTUNBAŞ, Dr. Ahmet Hasan ŞAHİN, Av. Nedret Pınar ERKAYA, Kim.Yük. Müh. Osman SİNANLIOĞLU, Avukat Hüseyin ŞİMŞEK, Sendikacı Özcan HUN, Dr. Seyfi DELİLBAŞI, Kumaşçı Hamit AYKAN ve Prof. Dr. Turhan BAYAR ise vefat etmiş bulunmaktadır. Cenab-ı Allah’tan ölenlere rahmet, hayatta kalanlara hayırlı ömürler dilerim.

Bu güne kadar Ocakta, sırası ile İnş. Müh. Cevdet BAĞDAT, Av. Halil DEMİRAL, Sigortacı Nihat GÜRER, Dr. Halil İbrahim KAHRAMAN ve Mali Danışman Ahsen OKYAR Ocak Başkanı olarak vazife deruhte etmiş olup, Ahsen OKYAR halen başkanlık görevine devam etmektedir.

Kocaeli Aydınlar Ocağı kuruluş tarihinden itibaren partiler üstü, tarafsız tutumu ile sahip olduğu felsefe ve düşünce tarzını hiç değiştirmeden bugüne kadar getirmeye muvaffak olmuştur. Başka bir ifadeyle tarafsız ve muhafazakar tutumunu aynen muhafaza etmiş, takip etmekte olduğu politikada herhangi bir sapma olmamıştır.

Zaman içerisinde Ocak Başkanı ve Yönetim Kurulu Üyeleri değişmiş olmasına rağmen yine de ilk kuruluş döneminde tespit edilmiş bulunan düşünce tarzında herhangi bir değişiklik yapma cihetine gidilmemiştir. Bu durum ise, Ocak bakımından takdire şayan bir husus olarak görülmektedir.

Kocaeli Aydınlar Ocağı bakımından bir önemli husus da şudur ki, hiçbir zaman akçeli işler ile alakası olmamıştır. Öyle ki, her toplantıda yapılan masraflar toplantıya iştirak edenlerin kendileri tarafından karşılanmıştır. Bu şekildeki hareket tarzı ise, toplantıların yapılmasında büyük kolaylık ve rahatlık sağlamıştır. Zira Ocak yöneticileri hiçbir zaman bu toplantıların masrafı nasıl karşılanır diye düşünme mecburiyetinde kalmamıştır.

Umumi durum böyle olmasına rağmen, Ocağın ilk kuruluş yıllarında bazı sıkıntılar da çekilmemiş değildir.

Kuruluş yıllarında Ocak kurucu ve üyelerinin bugünkü gibi arabası yoktu. Bildiğim kadarı ile araba sahibi olan tek kurucu üyemiz Devletli Enişte ismiyle maruf Mak. Müh. Tuncer AKŞENER idi. Bu itibarla İzmit haricinden davet edilen konuşmacıların getirilip götürülmesi işi yıllarca Devletli Eniştemiz tarafından yapılmıştır. (Tuncer AKŞENER’e Devletli enişte lakabının verilme sebebini bilmeyenler için şu hususu ifade edeyim ki, Tuncer Bey İçişleri eski Bakanı ve halen TBMM Başkan Vekili olan Dr. Meral Akşener’in eşi olmaktan mütevellit bu ünvanı almaya hak kazanmıştır.) Tuncer Bey Kardeşimiz de bu vazifeyi severek yapmıştır. Bu bakımdan kendilerine Ocak adına medyunu şükran olduğumuzu ifade etmek isterim.

Araba ile yapılan hizmette Türk Metal Sendikası Kocaeli Şube Başkanı Orhan Çakar’ı da söylemek mecburiyetindeyim.

Bu arada, yapılan yemekli toplantılarda para almadan içeriye kimseyi bırakmıyan, bu itibarla da tahsilat işlerini layıkı veçhiyle yapan ve toplantı sonunda da tanzim etmiş olduğu gizli raporu (!) ilgili mercilere (Başkan ve muhasip üyeye) geciktirmeden intikal ettiren Yüksel ÖZDEMİR’i de hatırlamadan geçmek mümkün değildir.

Kocaeli Aydınlar Ocağı tarihinde Devletli Enişte Tuncer AKŞENER, Yüksel ÖZDEMİR’den bahsedip de Ruhittin SÖNMEZ’den bahsetmemek herhalde büyük bir haksızlık olur diye düşünüyorum.

Ruhittin SÖNMEZ Kimya Yük. Müh. olup, Petkim’de çalışırken ikinci fakülte olarak İst. Ünv. Hukuk Fakültesini bitirmiştir. Ocak Başkanı Ahsen Beyin söylediğine göre de, bu günlerde oğlu Buğrahan Sönmez’in, hukuk fakültesinden mezun olan arkadaşlarından biri ile beraber avukatlık stajı yapıyormuş.

Ruhittin Bey, aynı zamanda, Aydınlar Ocağı Şuralarında Kocaeli Aydınlar Ocağı’nın yegane gönüllü nöbetçiliğini bihakkın yapan değerli bir arkadaşımızdır. Ocak üyeleri, eş ve çocukları ile birlikte gidilen şehrin turistik yerlerini gezerken Ruhittin Bey arkadaşımız toplantıların bütün oturumlarını takip eder ve toplantı sonunda da raporunu şifahi olarak başkana verir. Bu durumdan eşi Dr. Gülden SÖNMEZ de hiçbir zaman şikayetçi olmaz. Zira Doktor Hanım bilir ki, verilen her vazife mukaddes olup, vazifeden kaçılmaz.

Ruhittin Bey’in bir hususiyeti de, günlük bir gazetede her Salı günü haftalık yazı yazmasıdır. Bu vasfı ile Ruhittin Bey Aydınlar Ocağı sitesinin devamlı yazarları arasına girmiş bulunmaktadır. Velhasılı kelam Ruhittin Bey fedakar ve üretken bir arkadaşımız olup, Ocağın da İlim ve İştişare Kurulu üyesidir.

Az kalsın Oparatör Dr. Şefik POSTALCIOĞLU’nu unutuyordum. Neyse ki, birden aklıma geldi. Kambersiz düğün olmaz misali Doktor Bey olmasa herhalde Ocakta bir eksiklik olurdu diye düşünüyorum.

Dr. Şefik Bey K.B.B. mütehassısı olması hasebiyle mesleği icabı kulağını çekmediği Ocak mensubunun kaldığını zannetmiyorum.

Şefik Bey doktorluğunun yanı sıra aynı zamanda musikişinas bir arkadaşımızdır. Toplantılarda ve konserlerde takdimcilik yapar, solo şarkı söyler, korada da yerini alır. Ramazanlarda ekibiyle beraber cemaate çok güzel ilahi ziyafeti verir. Ocağın yapmış olduğu bütün toplantılara katılır fakat bir hususiyeti vardır ki, toplantılara yoğun işleri sebebiyle umumiyetle geç gelir. Ama geç de olsa mutlaka gelir. Hatta bazen öyle durumlar olur ki, toplantının bittiği saatlerde Şefik Bey’in koşar adım merdivenleri tırmandığı görülür.

Diğer taraftan, Kocaeli Aydınlar Ocağı, kuruluş tarihinden itibaren ocak üyelerini bir araya toplayabilmek ve muhtelif mevzularda bilgi sahibi olabilmelerini temin etmek gayesiyle yıllarca tertip etmiş olduğu Salı Sohbetleri ile,

Kocaeli halkını, ilim ve siyaset dünyasının kendi sahalarında temayüz etmiş önemli şahsiyetleri ile buluşturmak maksadıyla aileleriyle birlikte yapmış olduğu aylık yemekli toplantıları ile,

Türkiye’nin diğer illerinde faaliyette bulunan diğer Aydınlar Ocaklarının üyeleri ile kaynaşmayı ve onlar ile karşılıklı olarak fikir teatisinde bulunmak maksadıyla her altı ayda bir yapılan Şuralara eş ve çocukları ile birlikte yapılan toplantılar ile,

Memleketimizin tabii güzelliklerini görmek ve turistlik yerlerini gezmek maksadıyla zaman zaman yurdumuzun muhtelif yerlerine yapılan turistik geziler ile,

Ocak mensuplarının aralarındaki bağı kuvvetlendirmek ve aileler arasındaki kaynaşmayı sağlamak maksadıyla yapılan üye ev ziyaretleriyle,

Başta Kocaeli olmak üzere, İstanbul ve Ankara’da Devlet Ricali nezdinde yapılan önemli ziyaretler ile,

Ve nihayet son yıllarda, gençlerin yetişmesinde çok önemli fayda sağlayan SÖZ SIRASI GENÇLERDE programı ile,

Kocaeli’nin kültür hayatında çok önemli bir yer işgal etmiş olup, Kocaeli’de bulunan gönüllü sivil toplum kuruluşlarının en önde gelenlerinden de birisidir.

Aydınlar Ocaklarının Genel Başkanı İst. Ünv. İktisat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Mustafa E. ERKAL‘dır.

Kocaeli Aydınlar Ocağında da halen Mali Danışman Ahsen OKYAR başkan, Eczacı Selçuk ARSLAN başkan vekili, Ziraat Müh. Hasan UZUNHASANOĞLU genel sekreter,Yeminli Tercüman Cemal BARIŞ veznedar, Tekstilci-İşadamı Serhat DUYAR muhasip, Teknik Öğr. Nizamttin ŞAHİN üye, E. İl Yazı İşleri Müdürü Yüksel ÖZDEMİR üye olarak vazife yapmaktadır.

Netice itibariyle, Aydınlar Ocağı Kocaeli’de önemli bir isim yapmış olup, Ocak mensubu olmak ayrıcalıklı bir durum haline gelmiş bulunmaktadır.

Kocaeli Aydınlar Ocağı yöneticilerine bundan sonraki faaliyetlerinde başarılar diler, Ocağın nice yirmi beş yıllara ulaşmasını Cenab-ı Allah’tan niyaz ederim.