18.8 C
Kocaeli
Perşembe, Eylül 25, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1262

Organik Tarımın Kentsel Kalkınmadaki Yeri ve Yeni Kavramlar

Organik Tarım: Üretimde kimyasal girdi kullanılmadan, üretimden tüketim süreçlerinini de içine alacak şekilde her aşamasında kontrollü ve sertifikalı olarak yapılan tarımsal üretim şeklidir.

Organik Tarımın amacı: Toprak, su kaynakları ve havayı kirletmeden tabiatın ekolojisine zarar vermeden çevre, insan, bitki ve hayvan sağlığını korumaktır.

Organik tarımın öncülüğünü giderek artan çevre problemlerine ve hastalıkların artmasına karşı duyarlı olan Avrupalı bazı üreticiler; tarımdaki üretim tekniklerini ve kullanılan girdileri sorgulayarak başlamışlardır.

Van veehhuizen Bir yanılsamanın önüne geçme adına şunlar söylüyor ” Organik tarım, çevre kirliliğinin, ekonomik sıkıntıların ve yoksulluğun önlenmesinin en önde gelen çözümü değildir. Buna rağmen, sürdürülebilinir kalkınma için aralanan bir kapı olma özelliği taşıyor. Doğanın karşısında olmak yerine onunla beraber olma ideali içinde olunması gerekir.”

Organik tarım;

Her zaman daha temiz bir çevre,

Daha sağlıklı bir yaşam vaat eder.

Dolayısı ile yeni bir tarımsal harekettir.

Yapılan tüketim modellemeleri ile dünyada her yıl yüzde 30 büyüyen organik ürün talebi olacağı söyleniyor. Organik ürün pazarı yaklaşık 30 milyar dolar civarında. Dünyada organik ürün ihraç eden ilk üç sırada bizde varız. Türkiye, Çin ve Hindistan. Türkiye ihracatını Avrupa ülkelerine yapabiliyor. Bu ülkeler Almanya, İngiltere, İsviçre, Avusturya, Hollanda, Fransa ve Danimarka’dır.

Türkiye’nin Organik tarım ihracatı 100 milyon dolar civarında.

Ne ilginçtir ki dünyadaki artış yılda yüzde 30 iken Türkiye’de maalesef pazar büyüklüğü 20 milyon dolar civarında kalmıştır. Organik ürün tüketimi dünyada artarken ülkemizde artmamasını ise uzmanlar aracıları yüksek kar hırsına bağlıyorlar. Tüketici bilinçli bile olsa pahalı olduğu için organik ürünü alamıyor veya tercih etmiyor. Oysa bu konu ile yasa çıkarılmış üreticiden tüketiciye doğrudan pazarlama yapılabiliniyor. Yani toptancı hallerine girmeden de satış yapılanabiliniyor. Bu nedenle tüm il, ilçe ve beldelerde belediyeler, organik ürün üreticilerine doğrudan satış yapabilecekleri ortamları oluşturmak zorundalar.

İlaç kalıntılarının neden olduğu sağlık sorunları ancak organik ürün kullanımı ile ortadan kaldırılabilinir. İlaç kalıntılarından ve diğer genetik problemlerden dolayı oluşan sağlık problemlerinin Türkiye’ye hem ilaç, hem iş kaybı, hem de insanımızın yaşam kalitesini etkilemesi bakımından çok ama çok önemlidir. Türk insanına ve Türkiye’ye maliyeti çok yüksektir.

Organik tarım projeleri prestij projelerdir. Topluma ve çevreye olan saygının, sorumluluğun, duyarlılığının bir ürünüdür. Bir ülkenin sağlıklı nesiller yetişmesinde önemli bir proje olan organik tarım projelerine aynı zamanda bir sosyal sorumluluk projeleri olarak da bakabiliriz.

Dünyada yeni kavramlar var mesela İnşaat sektöründe  “kentsel dönüşüm” bu kavram halk tarafından iyi algılandı ve belediyeler, büyük inşaat firmaları bunu iyi kullandı. Tarımda ise “Tarımın kentsel kalkınma planına uyumu” yani “Kentsel tarım” burada “yeşil kuşaklar”,”yeşil koridorlar” oluşturuluyor” kentle tarım iç içe uyumlu bir organizasyon haline getiriliyor. Sağlık konusunda  “Kentsel sağlık” çevre konusunda “kentsel çevre” gibi kavramlar. Bunların içleri doldurulduğunda ve istifade edilebilecek projeler haline getirildiğinde halktan hem büyük bir karşılık bulacak, hem de insanımızın ve ülkemizin kalkınmasında ciddi bir payı olacaktır..

Türkiye’nin Gayrı Müslimleri

0

Küreselleşme dalgasının etnik kimlikler üzerindeki söylemi, Türkiye’de bütün kesimleri etkiler duruma geldi. Üstelik bu etnik kimlik söylemi, sadece mevcut geleneksel kimlikler üzerinde yapılandırılmıyor. Aynı zamanda bir zamanlar var olduğuna inanılan arkaik toplulukların yeniden inşası alanlarına da kaymaktadır. Bir zamanlar Anadolu’da mevcut oldukları ancak tarihi ve arkeolojik belgelerle kanıtlanabilen bu arkaik topluluklar, entelektüel ve siyasal gündemin en önemli tartışma konularından birisi olmaktadır.

Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın Düzce konuşması tartışmanın geçmişle ilgili ilmi bir konu olmadığını, günümüzle ilgili olduğunu ortaya koyan resmi ve önemli bir açıklamadır. Sayın Başbakan Düzce’de; Farklı etnik kimlikte olanları ülkemizde kovduğumuzu, bunun faşizan bir yaklaşım olduğunu ve aklıselimle düşünüldüğünde bu uygulamanın bir hata olduğunu, söyledi.

Küresel dalganın etniklikle ilgili varyantını tartışan bir çok yazar da konuyu daha önce edebi kurgu, sosyolojik muhayyile, tarihi değerlendirmeler ve felsefi tasarımlarla uzun zamandan beri işlemektedir. Etnik kimliklerin erimesi, değişmesi veya ideolojik tarzlara bağlı olarak kendini farklı biçimlerde ifade etmesi gibi konular bu tartışmalarda fazla gündeme gelmiyor. Tartışmanın tarafları, Türkiye’nin etnik temizlik yaptığını ispatlamak veya Türkiye’nin etnik temizlik yapmadığını açıklamak gibi konularla ilgileniyorlar. Türkiye, Türkler veya Müslümanlar bu süreç içinde fail/özne, gayrı müslümler ise meful/nesne, masum ve edilgen birer cemaat olarak ele alınmaktadır. Çatışma Failin ve mefulun taraftarı olma gibi bir süreç içinde yaşanmaya devam ediyor.

Ancak sosyal değişme ve farklılaşma konusu ile ilgilenenler, değişmenin her zaman iki farklı grubun çatışmasıyla meydana gelmediğini bilirler. Değer çatışması ile grup çatışması her zaman biri biriyle örtüşmez. Grupsal çatışmaların bir çoğunda, değerlerle inançlarla çatışma değil, daha çok hakimiyet alanları ile ilgili bir çatışma yaşanır. Kendisi ile çatışma içinde olunan grubun bir çok değeri başka bir alanda rakip grubun üyelerince benimsenebilir, içselleştirilebilir. Bu durum Türkiye’de Cumhuriyet devrimini yapan aydınların davranışlarında görülebilir. Bilindiği gibi, Cumhuriyet aydınları kültürel olarak Batı medeniyetinin değerlerini benimsedikleri halde, grup olarak Batı emperyalizmine karşı savaştılar.

Batı ülkelerinde modernleşme sürecinde de benzer bir süreç yaşandı. Mesela kilisenin yani dini cemaatlerin modern Avrupa kültürlerinde, modernleşme süreci ile bağlantılı olarak, güçlerini ve etkinliklerini, gündelik yaşam alanında zaman içerisinde yitirdiklerini her kes bilir. Bu süreç sekülerleşme yani maddileşme veya dünyevileşme olarak tanımlanmaktadır. Batı’da gündelik yaşam alanında dini grupların etkinliklerini yitirmesi, din ve laiklik veya din ve bilim çatışması olarak ele alınmaktadır.  Konu hangi bağlamda ele alınırsa alınsın. Sonuçta Batı ülkelerinde kiliseye bağlı örgütlü Hıristiyan cemaatler gündelik yaşam alanında etkinliklerini zamanla yitirdiler. Modernizme karşı kendini savunamayan ve camaatini koruyamayan ve kiliseye bürokratik olarak bağlı olan kapalı küçük gruplar ortadoks Hıristiyan olarak varlıklarını sürdürebildiler. Halkın büyük çoğunluğu nostaljik olarak Hıristiyan kalabildi. Batı ülkelerinde ailenin dağılması, ateistlerin oranının artması, geylerin ve lezbiyenlerin kiliseye rağmen hukuki statü edinmesi, kürtajın yaygın olarak benimsenmesi ve kilise törenlerine katılma oranlarının düşmesi bu durumun canlı örnekleridir.

Benim asıl üstünde durmak istediğim Türkiye’de azınlık statüsünde bulunan gayrı Müslimlerin, yani Rumların, Ermenilerin, vb. diğer grupların durumudur. Yukarıda belirttiğim gibi Hıristiyanlık egemen güç olduğu Batı ülkelerinde grupsal varlığını tam olarak koruyamadı. Egemen güç olduğu ülkelerde grupsal varlığını koruyamayan Hıristiyanlığın Türkiye’de varlığını koruyamamış olması neden Türk ve Müslüman baskısıyla açıklanmaya çalışılmaktadır. Üstelik çok daha çelişik bir durumda var ortada. Çünkü Türkiye’de laik uygulamalarla birlikte dini bir gruba, dini manada baskı ve şiddet uygulamak zaten yasaklanmıştır. Müslümanlar laik uygulamalarla birlikte dini manada grupsal davranma imkanını zaten bulamadılar. Çünkü dini grupların oluşumu zaten yasaklanmıştı.

Türkiye’de Fransa’dakine benzer laiklik uygulamaları yasal olarak uygulamaya kondu. Hatta laiklik, Fransa uygulamasından daha da şiddetli bir şekilde yürürlüğe girdi. Bilindiği gibi, Türkiye laikliği azınlık statüsündeki Rumlara ve Ermenilere karşı kurumsallaşmadı. Bilakis bu doktriner laik uygulamalar, Müslümanların dini yaşam alanlarına yönelik olarak uygulamaya kondu. Çünkü, azınlıkların azınlık hakları hukuken uluslar arası anlaşmalara bağlı olarak güvence altındaydı.

Türkiye’de uygulamaya konan doktriner laik uygulamalara teorik düzeyde bakıldığında zamanla Müslümanlığın etkisini yitireceği ve varlıkları uluslar arası anlaşmalarla koruma altına alınan Rumların ve Ermenilerin varlıklarını güçlendirecekleri, devrimin yapıldığı yıllarda mantıksal olarak öngörülebilirdi. Ancak fiili duruma baktığımızda bu beklentinin tersi bir durumun yaşandığı görülmektedir. Yani doktriner laik uygulamaya rağmen sadece inanç temelinde de olsa Müslümanların oranı arttı. Buna karşın Hıristiyanların ve Yahudilerin oranı gittikçe azaldı. Türkiye’deki resmi uygulamalara ve şartlara bakıldığında ise yukarıda belirtildiği gibi, buna ters bir durumun ortaya çıkması bekleniyordu. Bu durumu nasıl izah edebiliriz? Konuyu Türkiye ve Müslüman baskısıyla izah etmek isteyenlere katılmak mümkün değildir. Çünkü Türkiye’nin yasaları ve Müslümanların yaşadığı süreç böyle bir baskıyı açıklamaya ve belgelemeye imkan vermiyor.

Türkiye’de Hıristiyan grupların erimesini ve Müslümanlığın gündelik yaşamda daha çok görünür duruma gelmesini İslam’ın ve Hıristiyanlığın temel inanç yapısına bağlı olarak ele almak gerekir. Bu şartlara bakıldığında şunu görüyoruz. İslam’da dini örgüte iman ve ona bağlı olarak davranmak dinin temel rükünlerinden olmadığı gibi,  dini örgüte yani ruhbanlara Allah adına itaat etmek zaten haramdır, yasaktır. İslam’a göre cemaat dışı alanda da bireysel olarak din yaşanabilir. İslam dinin bu özelliği laik şartlarda bir müslümanın birey olarak dini sorumluluklarını yerine getirebildiğini göstermektedir. Ancak Hıristiyanlık dinsel yaşantıyı kiliseye, cemaate, rahiplere ve dini örgüte bağlı olarak temellendirmiştir. Bireysel dini yaşantı ne Katolik, ne de diğer Hıristiyan inançlarda kabul gören bir yaşantı değildir.

Bilindiği gibi modernizmin ve laikliğin en önemli amaçlarından birisi insanları cemaatten kopartarak bireysel özgürlüğe kavuşturmaktır. Bu gerçekten mümkün müdür? Ayrıca tartışmak gerekir. Ancak konumuzla ilgili olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Türkiye’deki Hıristiyan azınlıkların varlıklarını güçlenerek muhafaza edememesi, modernizme bağlı olarak dünya genelinde yaşanan sürecin bir sonucudur. Çünkü kiliseye bağlı dini cemaat inancı, modern yaşam biçimiyle, bilim anlayışıyla ve gündelik yaşamla uyumlu değildir. Bundan dolayı bir zamanlar bütün milli varlıklarını Hıristiyanlığın temel inançlarına dayandıran batılı büyük ülkelerde bile Hıristiyan dini cemaatler varlıklarını koruyamadılar.

Hilekarlık, Dürüstlüktür

0

Emlak danışmanlığını kendine meslek seçen Mürsel Yeşil Bey’le sohbet ediyoruz. Sohbetinin bir yerinde “Ticarette en büyük hilekarlık, dürüstlüktür.” deyince afalladım birden. Bu iki kavram görünürde birbirine oldukça zıt görünüyordu. Tam bir tezat sanatı. Hem hilekar olacaksın hem dürüst…

Cümlede vurgulanan değer, dürüstlük. Özne, hilekarlık olursa dürüstlük, nasıl olacak? Hilekar, dürüstlük örneği gösterebilir mi ya da dürüst bir insan, hilekar olabilir mi? Anlaşılması gereken bu değil. Ticarette amaç, hizmet ve kazançtır. Hizmet, kazanç getirmiyorsa ticaret, hamallıktır. Kazanç, bir hizmete dayanmıyorsa sürekli değildir. Kazanç ve hizmet, ayrılmaz iki hedeftir ticaret için. Hizmet, insana olacaktır; kazanç, emek sahibinin… Hizmet alanla, kazanç sahibi arasında olması mutlaka gereken de güvendir. Güven sağlanmazsa hizmet yerine ulaşmaz, kazanç gerçekleşmez. Mürsel Bey, bununla ilgili bir hatırasını anlattı: Kendisinden yer almak isteyen biri, onun aktardığı bilgilere güven duymaz ve yerle ilgili araştırmaya girişir. Aradan zaman geçer ve söz konusu yer, başkaları tarafından satılır. Yere talip olan kişi bu defa kendisine dönüş yapıp yeri almak istediğini söyleyince Mürsel Bey şöyle der: “Bakınız, siz bana güvenmediniz, canınız sağ olsun; ama siz de kaybettiniz, ben de kaybettim. Güvensizlik, herkese kaybettiriyor.” Olan, olmuştur. Güven, pek çok değerin mayası. Güven mayasından yoksun eylemler; kişide yakınma, bıkkınlık, bezginlik oluşturuyor.

Kişi, hileyi kazanç için yapar. Hile yapana hilekar denir. Kelimenin anlamında, haksız kazanç vardır. İçimizdeki şeytan, dürter bizi çok zaman. Hile yapmak, hile yapana bazen haz verir; ancak bir süre sonra onda pişmanlık doğurur. Hile yapanın kaybettiği bir değer ortaya çıkmıştır: Güven. Güven, ancak dürüstlükle elde edilir. Bunun için zamana ihtiyaç var. Dürüst insan, emin insandır. Bu niteliğe sahip olan kişiye insanlar her şeylerini emanet ederler, onun her sözüne güvenirler. Peygamberimizin bir sıfatının da “emin insan” olduğunu hatırlayalım. Emin insan olmak, açık sözlü olmayı, gizli bir niyet taşımamayı da gerektirir. Sözleriniz doğru çıktı, emanete ihanet etmediniz, karşınızdakinin haklarına saygı gösterdiniz; artık siz emin insansınız, güvenilir insansınız. Siz istemeseniz de insanlar size yönelecektir. Sırlarını size açacaktır, ticaretine sizi ortak edecektir. Siz onun için bir yük değilsiniz, kazançsınız. Bu kazancı kim kaybetmek ister? Hileyle elde etmek istediğiniz kazanç, kendiliğinden size akmaya başlayacaktır. Bu durumda bir tek şeye ihtiyacımız olacaktır: Sabır.

İhtiraslarının esiri olup hilekarlık yapanlara şimdi sormak lazım: Hilekarlıkla ne elde ettiniz? Hiç. Ancak, hem kendiniz güvenilir insan olmaktan çıktınız hem toplumdan güven duygusunun kalkmasına sebep oldunuz. Dürüst olsaydınız, hilekarlıkla elde edeceğiniz kazancınız, yüzlerce binlerce katına ulaşacaktı. Aynı zamanda ne siz yıpranacaktınız ne de toplumda güven bunalımı oluşacaktı.

Sözümüzü bir daha tekrarlayalım: Gerçek hilekarlık, dürüstlüktür.

Kosova’nın Düşündürdükleri

Geniş bir heyetle 26-31 Mayıs 2009 tarihlerinde Kosova’da bulunduk. Kosova yeni bir devlet. Yeni kurulmuş bir devlet olmanın ve sorunlu bir coğrafyada bulunmanın izlerini taşıyor. Bu coğrafyada devlet olmak ve devlet olarak kalabilmek kolay değil. Biz Türkler, bu dost ve kardeş devletin devamlı olmasını, huzur ve istikrar içinde gelişmesini gönülden dileyenlerdeniz. Kültürel ve tarihi bağlarla bağlı olduğumuz bu coğrafyanın insanları ne kadar mutlu olursa; biz de o kadar mutlu oluruz.

Türkiye yıllardır Kosova ve çevresiyle olan ilişkilerinde bazı ülkeler gibi bir şeyler kapma peşinde olmamıştır. Osmanlıdan gelen anlayış bugün de sürmektedir. Eğer Osmanlı emperyal amaçlar gütseydi; Balkanlar’da tek dil ve tek din olurdu. Buna rağmen; Osmanlının hoşgörüsünden ve kucaklayıcı anlayışından gerekli dersi alamayanlar da halen mevcuttur. Özellikle “Türkiye Kosova’yı acaba erken mi tanıdı?” sorusu akla takılmaktadır. Anayasasını görmeden tanıma (5. madde) bugün sorunlar yaratmaktadır. Türkçe, yeni Anayasadan çıkarılmış; Arnavutça ve Sırpça kalmıştır. Sırpça’yı kabul edenlerin Türkçe’ye tahammül edememesi düşündürücüdür. Türkçe ancak Türklerin %5’i aştığı belirli bölgelerde ve belediyeler seviyesinde resmi dildir. Kimliklerde ve resmi belgelerde Türkçe’ye yeni yeni geçilmektedir. Arnavutça bilmeyenlerin işe alınmadığı yaygın bir görüştür. Esnafın bu konuda önemli şikâyetleri vardır.

Bağımsız bir devlet olan Kosova çeşitli tehlikelerle karşı karşıyadır. Onun bağımsızlığına onay verenler, işlerine geldi mi iç çatışmaları körükleyebilirler. Çünkü; çatışma, dış güçleri Dünyanın her tarafında olduğu gibi burada da kalıcı bir unsur kılar. Kosova’yı ve Orta Avrupa’yı gördükçe Türkiye üzerindeki tezgâhları, kimlik çatıştırmalarını, Türkiye’yi tanınmaz hale getirme çabalarını daha iyi anlıyoruz. Ülkemizi yönetenler acaba bunun farkında mı? Onlar, ihanet odaklarına adeta çanak tutuyorlar. Batı’da yükselen değerler, bizde yıpratılan değerler halini alıyor. Türkiye’yi Ortadoğu’da, Balkanlar’da güçlü kılmamak için elimizden geleni yapıyoruz ve bunu da demokratikleşme hokkabazlığı içinde ortaya koyuyoruz.

Diğer yerlerde olduğu gibi; Kosova’da da misyonerler cirit atıyor. Savaştan sonra Protestanlığın hortladığını ve ihtiyaçların çok dışında büyük kiliselerin yapıldığını görüyoruz. İnsan hakları ihlalleriyle yürütülen misyonerlik faaliyetleriyle irtibatlı yüzlerce kuruluş var. Para dağıtılarak Protestanlık yayılmaya çalışılıyor.

Marjinal bazı fanatik dini gruplar da -çoğunluğu Batı güdümünde-  dikkat çekiyor. Batı destekli Vahhabilik, Osmanlı eserlerinin yok edilmesi, tarihi levhaların sökülmesi ve tarihi eser katliamıyla sürüyor. Aşırı etnik taassub bir ölçüde geçerli. Bazı yörelerde Arnavut kimliğinin İslâmi kimliği bastırması sorunlar yaratıyor. Diyanet Vakfımızın güzel çalışmaları ve gayretleri var. Bundan dolayı 7 sene önce ziyaret ettiğimiz Murat Hüdavendigâr Türbesi bugün çok farklı. Bazı güzel çalışmaların Türk okullarına dağıtımı ve ders kitabı takviyesine ihtiyaç var. Türk okulları ile Türkiye’deki okulların kardeş okul ilişkileri kurmaları gerekiyor. Okul kütüphaneleri zenginleştirilmelidir. Öğrencilerin ve öğretmenlerin Türkiye’yi tanıma turları geliştirilmelidir. Maalesef, Bulgar vizesi ilişkileri engellemektedir. AB üyesi yapılan Bulgaristan Balkanlarla Türkiye arasında adeta bir engel rolü oynuyor. Sivil toplum kuruluşlarına önemli görevler düşüyor. Dış destek önemlidir. Nitekim, Goran’da Sırplar kendi çıkarları için Sırp eğitim sistemini uyguluyorlar. Öğretmen maaşlarına destek sağlıyorlar. Adeta Kosova merkezi yönetimini dışlıyorlar. Kosova’da sözde Türk bankaları açılmış. Çalık’a bağlı banka ile TEB Türkçe’ye o kadar yabancı ki… Oysa Türkçe oralarda bayrak. TRT’nin Türkçe TV yayınları oldukça etkili oluyor.  Gazi Mehmet Paşa Hamamı onarım bekliyor. Sinan Paşa Camii ise; TİKA tarafından onarılıyor.

Dilin tek başına etnikliği belirleyemeyeceği örneği buralarda da geçerli. Prizren’in Kırkpınar kazasında bir köy Sırpça konuşuyor; ama Sırp değil. Bazı Türk köylerinin Arnavutlaştığı da bir gerçek. Türkçe bilenlerin sayısı 250.000 dolayında. Ama, Türk kimliğini sahiplenenler ancak 40.000’i buluyor. Esnaf ve ticaret kesimi Türkiye’den mal alıyor; ama alışveriş merkezlerinde Türk malları çoğunlukta değil. Özellikle inşaat sektöründe büyük bir gelişme var. Ancak, bizim bazı ürünlerimiz pahalı bulunuyor. Hava alanında Mehmet Akif Ersoy Sempozyumuna katılan dostlarla karşılaştık. İpek ilçesine bağlı Şusisa köyünde rahmetli M. Akif’in akrabalarıyla görüşmüşler. Bunların “Biz Türklüğümüz adına yemin ederiz” demeleri çok dikkat çekicidir.

Kosova’da yaşayanlar, bugün ve yarın Batı’nın oyununa ve dolduruşuna gelmemelidirler. Bilhassa çoğunluğu teşkil eden Arnavutlar dikkatli olmalıdır. Yarın Kosova zarar görürse bu herkesi etkiler.      

Zen Öğretisi

Karşımızdakini dinleme alışkanlığımız pek iyi değildir. Bazen anlatılan konuyu biliriz sonuna kadar dinlemek istemeyiz. Bazen de anlatılan konu hiç ilgimizi çekmez gene dinlemek istemeyiz. Ne var ki bize bir şey anlatmaya çalışan bize önem veren kişidir. Bizim de ona önem vermemiz onu dinlemekle olur. Kendimizi en iyi ifadenin yolu da karşımızdakini iyi anlamaktır.

Birinin sözlerini dikkatle dinlemek, ne söylemek istediğini kavramak, sıkıntısına tanı koymak veya mutluluğuna ortak olmak için gereklidir. Bu hem onu kazanmanın hem de yeni bir şey öğrenebilmenin en etkin yoludur.

Sabırlı olmakta çok önemlidir. Acıya, haksızlığa, yoksulluğa ve esarete katlanabilmek hiç kolay değildir. İnsanın kendi elinde olan veya olmayan olumsuz ve üzücü olaylara dayanabilmesi de çok zordur. 

Kendi hırsımızı, tepkimizi, kızgınlığımızı, denetim altında tutabilmek, nefsimize hakim olmak başa çıkamadığımız zorluklar için Allah’ın takdirini beklemek azımsanmayacak bir olgunluktur. Kısaca sabırlı olmak önemli bir erdemdir.

Zen köken olarak Hindistan’daki Budist öğretisinin bir koludur. Hint Budizm’inin Çin’e oradan Japonya’ya uzanan tarikatlarından biridir ki Japonya’daki koluna Zen adı verilmiştir. Zen öğretisi Budist mezhepleri gibi aynı felsefeye bağlıdır. Bu koşullardaki yaklaşımların elbette biz Müslümanlar tarafından kabul görmesi olanaklı değildir. Ancak insanların yararına ve yücelmesine katkı sağlayacak bazı öyküleri vardır ki onları tekrarlamak faydalı ve ilgi çekici olabilir.

Bir zen hikayesine göre, iyi ve çok seçkin bir savaşçı olmak isteyen genç,  bu işin hocasına gider ve arzusuna ulaşmak için ne kadar süre öğrencilik yapması gerekeceğini sorar. Hoca onu süzer ve yetkin bir uzman olabilmesi için 10 yıl eğitim alması gerektiğini söyler.

Genç adam, süreyi çok uzun bulur,  hocam ben yaşamımdaki her şeyden vazgeçer, gece ve gündüz yalnız bu konuda çalışırsam, o zaman kaç yıl gerekir diye sorar. Hoca tereddütsüz cevap verir. O zaman 20 yıl gerekir der.

Bu yanıtıyla hoca öğrencisine başarılı bir silahşor olmanın ancak sabırla elde edilebileceğini anlatır. Becerinin, bilginin, dengeli ve özgüvenli olabilmenin sabır, sebat ve zamana ihtiyacı olduğunu vurgular.

Gene bir gün, çok bilgili ve her şeyi bildiğini zannettiği için bulunduğu ortamlarda hiç kimseye söz hakkı bırakmayan biri, zor durumda kalır. Zira artık toplantılara çağırılmamaktadır. Bütün çevresi onu dışlamış. Çok bildiğini sanıyor, hep anlatıyor ama hiç birimizi dinlemeye tahammül edemiyor, hepimize hocalık taslıyor diye ondan kaçar olmuşlar.

Adam zen hocasını ziyarete gelir. Oturur konuşurlar. Daha doğrusu hep kendisi konuşur, hiç duraksamadan anlatır. Bir ara sıkıntısından bahis ederek hocadan yardım ister.  Ayrıca zen öğretisi hakkında da uzmanlaşmak istediğini söyler.

Zen hocası kendisine çay ikram etmek istediğini söyler. Japonlara özgü çay ikram ritüeli başlar. Hoca adamın önündeki fincana çay koymaya başlar, fincanın dolmasına rağmen çayı dökmeye devam eder. Çay taşar, yerlere dökülmeye başlayınca, ziyaretçi; hocam görmüyor musunuz fincan taşıyor, yerler kirleniyor der. O an hoca durur, işte sen de bu fincan gibisin, kendi görüşlerinle, varsayımlarınla, bilgilerinle ve değerlendirmelerinle kendini doldurmuşsun der. Bu durumda sana hiçbir şey öğretilemez. Önce kafanı hep sana ait ön kabullü ve bencilleştirdiğin, bilgilerinden boşalt, başkalarının görüşlerini, düşüncelerini de dinlemesini öğren.

Ancak ondan sonra arzuladığın uzmanlık bilgilerini öğrenebilirsin der.


 

 

Fetih 2009

0

29 Mayıs 2009 İstanbul’un fethinin 556. yıl dönümü. Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşunun 710. yılı Ecdadımıza layık millet olmak düşüncesiyle bu yazıyı yazıyorum. Ruhları şad makamları cennet olsun.

Onlar bize bu toprakları vatan yaptılar. Müslüman bir beldede Müslüman anne babadan dünyaya gelmemize vesile oldular. Onların o zaman ki gayretleri olmasa idi bizler bu gün belki Müslüman bile olamayacaktık

Bu vesile ile fetih için İstanbul’a sefer düzenleyen başta Ebu Eyüb el Ensari, Fatih Sultan Mehmet vb yöneticilerin Ak Şemseddin, Molla Gurani vs. âlimleri Sancağı surlara diken Ulu Batlı Hasan ve isimsiz kahramanların aziz hatıraları önünde saygı ile eğiliyor en derin saygı ve hürmetlerimi arz ediyorum

Peygamber (SAV) bir hadisi şerifinde;
İstanbul elbet bir gün fetih edilecektir, Onu fetheden komutan ne güzel komutan, Onu fetheden asker ne güzel askerdir. Buyurmuştur
Bu övgüye layık olabilmek için İslam orduları tarafından İstanbul’a birçok sefer düzenlenmiştir.
21 Yaşındaki genç bir komutan bu fethi gerçekleştirmek suretiyle hem bu övgüye nail olmuş hem de bir çağ kapayıp yeni bir çağ açmıştır

İbn-i Haldun Devlet hayatını insan hayatına benzetir. İnsanlar nasıl doğar, büyür, yaşlanır ve ölürlerse, devletlerde aynı şekilde kurulur gelişir ve yıkılırlar
İnsanların gençlik olgunluk ve ihtiyarlık çağları vardır bu çağlar birbirine benzemez insan gençlik çağın da güçlü küvetli olgunluk çağında tecrübeli, ihtiyarlık çağlarında ise unutkan güçsüz ve kuvvetsizdir

İnsanların hayatlarında görülen bu haller devletlerin hayatlarında da görülür.

İnsanların vücutlarına musallat olan mikrobik hastalıklar tedavi edilmediği takdirde nasıl insanların ölümüne sebep olurlarsa, devlet ve milletlerin bünyesine musallat olan tedavi edilmediği zaman onu ölüme götürecek olan ahlaki ruhi içtimai ve ekonomik hastalıklar vardır.

Sosyal olaylarda aynı sebepler benzer sonuçları doğururlar.

Halk iyi olursa yöneticilerde iyi olur yöneticiler iyi olursa halkta iyi olur. Bunlar bütünün yarısı gibidir, birbirini tamamlarlar.

Osmanlının kuruluş ve yükseliş dönemlerinde padişahından askerine amirinden memuruna esnafından tüketicisine varıncaya kadar toplumu teşkil eden insanlar dürüst mert cömert paylaşmasını bilen hak ve adalete riayet eden insanlardı.

Kuruluş döneminden bir anekdot.

Osman Gazi ölüm yatağında iken oğlu Orhan Gazi yi çağırır ve şu vasiyette bulunur: Allah ı tanımayan kazancını haram yollardan kazanıp haram yıllar da harcayan helâlı haramı gözetmeyen insanlara DEVLET işlerine vazife verirsen YÜZÜ KARA OLARAK AHİRETE GELESİN.

Bu tip insanlar Allah’ın gazabına müstahak oldukları için işlerinde hayır vs başarı olmaz halka hüsnü muamelede bulunmazlar. Millet ve memleket bunlardan zarar görür.

Esnaftan bir anekdot

Meşhur bir olaydır. Fatih İstanbul’u fethetmeden önce bir gün tebdili kıyafet ile alış verişe çıkar her bir esnaf alacağı ikinci bir şeyi diğer esnaftan almasını tasfiye eder 3  -5esnaftan aynı ol ya şahit olunca o zaman şu meşhur sözünü söyler Ben bu halk ile değil İstanbul’u Dünyayı bile fetih ederim

O gün halk ve esnaf Allahın nimetlerin herkese, her canlıya yeteceğinin şuuruyla paylaşmasını biliyor ve beceriyordu. Şimdiki gibi kendisinden alışveriş etmeyen komşusuna küsmüyor, diğerlerini yok etmek için ölümüne rekabet etmiyordu. Biz onların torunlarıyız ama onlara da fazla benzemiyoruz.

Bir anektotda Fatih’in gayri Müslimlere karşı olan ilgisinden:

İstanbul fetih edilmiştir. Hıristiyan din adamları ve halkın bir kısmı Ayasofya’ya doluşarak korku ve panik içerisinde beklemektedirler. Fatih ve ordusu onları zorla Müslüman yapacak Müslüman olmayanları kılıçtan geçirecek inançlarını ve ibadethanelerini yasaklayacaktı.

Fatih bu haberi duyunca Ayasofya’ya gelerek onlara hiç kimsenin inanç ve ibadetlerine dokunulmayacağına herkesin inanç ve ibadetlerinde hür olduğunu mal ve canlarının emniyette olduğu garantisini verince korku yerini sevince bırakmıştır.
Günümüzdeki Müslüman yöneticileri kendi inançlarındaki halkına tanımadıkları hakları ecdadımız gayri Müslim azınlıklara tanımıştır.
Peygamberimiz bir hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor;
“Emanet ehline verilmeyip liyakatsiz insanların başa geçtiği zaman kıyameti bekleyiniz.” Kıyamet sadece bizim anladığımız şekilde dünyanın sonu değildir. Bir devletin çöküşü, ekonominin iflası, bir sistemin iflası, işsizliğin, yoksulluğun, yolsuzluğun, terörün yaygınlaşması da mecaz manadaki kıyamettir. Liyakatsiz insanlar iş başında olduğu zaman bunun zararını halk görür. Sıkıntıyı millet çeker. Buda bir nevi kıyamettir.

Fatih Sultan Mehmet fetihten sonra İstanbul’u bir ilim ve kültür şehri yapmak ister. Bunun için İslam dünyasında ki tanınmış alim ve ilim adamlarını İstanbul’da toplar.

Ali Kuşçu’yu Tebriz’den İstanbul’a getirmek için günlüğüne 1000 altın harcırah (yolluk) verir. Tebriz ile İstanbul’un arası 60 gün sürerdi.

Fatih Ali Kuşçu’yu Ayasofya’ya müderris tayin etmiş ayda 6000 altın maaş bağlamıştır.

Fatih Zembili Ali Efendi’yi aylık 900 altın ile Edirne Taşlık medresesi müderrisliğine tayin etmiş bu parayı da az bularak 5000 altın hediye etmişti.

İlme ve ilim adamına verilen bu değer Osmanlı’nın gelişme ve ilerlemesinde de katalizör görevi üstlenmiştir.

İlim adamına değer vermek hamasi nutuklarla olmaz.

Bu vesile ile ecdadımızı saygı ve hürmetle anıyoruz. Ruhları şad, makamları cennet olsun.

Onlara layık millet olmak dileğiyle…

Mayınları Yemek Yasak

Bir taşla en çok iki kuş vurulur der istatistikler. Ama bir mayınla bir kuş sürüsü, bir mayınlı araziyle ise strateji katliamı yapabilirsiniz.

Davos‘ta İsrail‘e çekilen rest danışıklı dövüş değil miymiş?! Yoksa İsrail 90 yaşına da gelse Nazilerinin ayakkabı boyacısını bile Arjantin senin, Bolivya benim deyip arayıp bulmuyor mu?

Sömürge olmayan hangi ülke 6 aylık bir ameliye olan mayın çıkarma işlemleri karşılığında küçük boy bir ülke kadar toprağını 49 yıllığına yabancı bir ülkeye satsın?

Her şeyi meta, her yeri mal, kendinizi de pazarlamacı olarak görürseniz vatan toprağı da dâhil hiçbir kutsalınız yok demektir. Demek ki ‘Sermayenin, paranın dini – imanı olmaz‘ demeleri bu yüzdenmiş.

Azıcık coğrafya bilen, kenarından da biraz tarih okumuş bir insan bile Türkiye‘nin en uzun sınırının Suriye sınırı olduğunu, bu sınıra İsrail‘in çökmesi durumunda Lübnan ve Filistin‘deki Suriye etkisinin sıfırlanacağını, Golan Tepelerini dahi elinde tutamayacağını ve kardeş Suriye‘nin Siyonist İsrail‘ce çifte kıskaç altına alınacağını bilir.

Dahası; Türkiye‘nin Irak‘la Lozan‘dan çok sonra çizilen sınırının ABD tarafından tanınmadığını, dolayısıyla Irak sınırımızda Amerika, Suriye sınırımızda ise İsrail‘le komşu olmak anlamına geldiğini tahmin eder. Böylelikle yalnızca Irak ve Suriye‘yi değil Türkiye‘yi de güney istikametinden kuşatmış olursunuz. E, Kıbrıs‘ta da taviz delisi Talat var. Hatta o varken GKRY‘nin Dışişleri Bakanı atamasına da ihtiyaç yoktur.

Hamdolsun (!), böyle dış politika İttihat ve Terakki zamanında bile görmemiştik. Kadir Mısıroğlu, Mustafa Müftüoğlu; neredesiniz? Ya siz ‘Stratejik Derinlik‘ kitabının yazarı Prof. Ahmet Davutoğlu, neden müdahil değilsiniz?

Nedir bu ülkenin mayınlardan çektiği? Beş‘er, on‘ar verdiğimiz şehitlere, gazilere mi yanalım yoksa mayın temizleme işini coğrafi temizlik işine çevirenlere mi dayanalım?

Mayın mevzuları netameli mevzulardır. Üzerinde çok fazla hesap kitap yapanları da patsama alanı içine alabilir. Yok, ‘Yahudiler din kardeşimiz, sermayeden başka mürşit tanımayız‘ diyorsanız Allah kalbinizden vehn hastalığını alsın.

Boksörün biri uluslar arası turnuvada rakibi tarafından iyiden iyiye dövüldüğü halde antrenörü “Aslanım, koçum, çok iyisin, güzel dövüyorsun, rakibini mahvettin” deyu gazlıyormuş. Gel raunt, git raunt iyice hacamat olunca boksör dayanamamış; “Ben madem çok iyiyim, iyi gidiyorum da bana bu bir kamyon sopayı kim atıyor?” demiş.

Doğrusu çok iyiyiz, bunu saklayamayız
Herkes bizi bıçaklar biz kimseyi haklayamayız

(A.F.Demirağ)

Demedi deme İbrahim!

Böyle Canlar Teneşire Konulmaz!

Mamak zindanlarında, devlete uzanan bir kader çizgisinde Müslüman Milletimizin vicdanı olmuş dava adamı Muhsin YAZICIOĞLU diyor ki:
“İlay-ı Kelimetullah Davasına gönül vermiş bir insan olarak; Allah’ın bize seçtiği dine yeminle söylüyorum…
Bizi zindanlara attılar, Yusufiye dedik;
Bizi sürgünlere yolladılar, adına Hicret dedik;
Bizi ölümlere uğurladılar, adına Şehâdet dedik;
Küfrün, İslam’ı engellemek için yapabileceği bu üç önemli müeyyide, İmanımızın bizlere vermiş olduğu bir imtiyazla bizleri Allah’ın rızasına götüren yollar olmuştur.
Ateşi gül bahçesine çeviren “İbrahimi teslimiyete” esir olmuş insanlara kim ne yapabilir?
Zindanlarda durdurulamayan, sürgünlerle dizginlenemeyen, ölümlerle öldürülemeyen bir hareketin durak noktası Millet Meclis’i değildir;
Varlık sebebimiz olan, iki cihan serveri Peygamberimizin yanı başı olacaktır inşallah…”
Müslüman Türk’e kalmış son kara parçası olan Anadolu’da inançlarımıza, bin yıllık Nizam-ı Alem misyonumuza uygun, Devlet, Millet bütünlüğünü, inanç ekseninde sağlamış, yeni bir nizam fikrinin taşıyıcısı olacak aziz Anadolu gençliği…

Seni, kendi memleketinde öksüz bırakan, namus anlayışının biricik remzi olan başörtüsüne tahammül edemeyecek kadar senin değerlerine düşman olan, bu dünya ile beraber ahiretine de ipotek koymaya yeltenen, haklıyı değil, zengini haklı sayan, tarih boyunca istiklalinden zerre pay vermemiş bir milleti, emperyalizme peşkeş çeken, mazlumun yanında yer almak davasının yüzyıllarca bayraktarlığını yapmış bir milleti zulme seyirci pozisyonuna sokan ve bunlara eklenebilecek sayısız şeneatin sahibi bu sistem, heyhat ki, bunca şerefsizliğine rağmen bizleri yine kendisine muhtaç duruma sokmaya çalışmaktadır…

İcra mercii olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne Müslüman Türk kimliğini ve onun ulvi misyonunu taşıyabilmek kanunlarla engellenmeye çalışılmaktadır.
Kurtuluş savaşında Maraş’ı, Antep’i İzmir’i kurtaran ecdadımız istiklalimizden sonra memleketlerine dönmüşler, başlangıç dönemi geçildiğinde Ankara’yı liyakatsiz ellere bırakmışlardır. 70 yıllık tecrübelerimiz göstermiştir ki, müslümanlar yönetimde söz sahibi olmadıkça huzursuzluk devam edecektir.
Ankara’yı fethetme vazifesi ve şerefi boynunda olan aziz gençlik…
Tarihindeki Alperenlik ruhunu Meclise sokmadıkça bu vurguncu düzen devam edecektir.
Mücadelemiz kıyamete kadar devam edecektir.
“Allah nurunu tamamlayacaktır.”
Türk-İslam ülküsünü kendine şiar edinmiş bir liderin kaleminden dökülen, mana yüklü böyle bir metni okuyunca, Elazığımızın “Hüseynikten çıktım şeher yoluna” türküsü aklıma geldi;

Telgrafın Direkleri Sayılmaz 
Ati Hanım Baygın Düşmüş Ayılmaz 
Böyle Canlar Teneşire Konulmaz

 Yazık Oldu Yazık Şu Genç Ömrüme 
 Bilmem Şu Feleğin Bana Kastı Ne?

İsyandan Allah’a sığınırım.

Ancak böyle canların beklenmedik bir safhada ve karanlık bir ölüm sonunda teneşire konması çok koyuyor insana…

Bir çokları gibi helikopter kazasını ben de masum bir kaza olarak göremiyorum.

Ve diyorum ki, eğer olay suikast ise;

Alçakça bir gaye uğruna Böyle Canlar Teneşire Konulmaz!

Hükümet Geri Adımlar Atmak Zorunda Kalıyor

DOĞALGAZ ZAMLARI İÇİN ÇEKİLEN SIKINTILAR BOŞA GİTMİŞ: Doğalgaz fiyatlarına geçen yıl, konut ve sanayi aboneleri için yüzde 73-75 oranında zam yapıldığı malum. Ancak yapılan zamlar yüzünden vatandaşımızın çektiği sıkıntılar ve yaptığı tasarrufun boşa gittiğini yeni öğrendik.

Haber şöyle: “Özellikle Kasım 2008 ayında yapılan yüzde 23’lük zam ile bunalan aboneler, kombileri kıstı. Sanayiciler ise doğalgaz dışındaki yakıtlara yöneldi. Bu durum, BOTAŞ’ın gaz satışlarını olumsuz etkiledi ve artış beklenen dönemde, tüketim hızla azalmaya başladı. Gaz satışlarındaki düşüş, doğalgaz anlaşmalarındaki “al ya da öde” maddelerinin uygulanmasına neden oldu. İran, 2008’de taahhüt ettiği doğalgazı almayan BOTAŞ’a 848 milyon dolar fatura kesti. BOTAŞ da ödemeyi yaptı. Fiyatlar ucuzlayıp tüketim artmazsa bu yıl da alınmayan gaza 1 milyar dolar civarında ödeme yapılacağı belirtiliyor.”

Doğalgaz fiyatları yükseldiği için, üşümek pahasına tasarruf eden Türk Halkı kullanmadığı doğalgazın bedelini ödemek zorunda kaldı. Oysaki bu kadar yüksek zam yapılmasaydı aynı paraya daha fazla ısınacak, alternatif yakıtlara para vermemiş olacaktık. Maliye Bakanlığı tüketilen miktarın değişebileceğini öngöremediği ve “al ya da” öde anlaşmasını göz ardı ettiği için, istediği geliri elde edemediği gibi millete zulüm etmiş oldu.

İşte bu olayda olduğu gibi dış politikada da çok parametreli problem çözümlerinde yanlış hamleler yapmanın sıkıntılarını çekiyoruz.

Dış politikada ilişkiler daha da karmaşıktır. Dış politika oyunu bir düzlem saha içinde oynanmaz, üç boyutlu bir alanda icra edilir. Oyunun zorluğu aynı noktaya etki yapan çok sayıda farklı büyüklükte kuvvetin olması ve kuvvetler arası ilişkiler nedeniyle sürekli değişen bir etkiye sahip olmasından kaynaklanır.

Bir ay içinde iki önemli dış politika konusunda, hükümet geri adım atmak zorunda kaldı.

ERMENİSTAN SINIR KAPISININ AÇILMASI: 22 Mayısta Isparta’da yapılan Aydınlar Ocakları 32. Şurasında dinlediğim, MHP’li Milletvekili Deniz Bölükbaşı, Türkiye- Ermenistan- Azerbaycan ilişkileri ve Sınır kapısının açılması konusunda dikkat çekici açıklamalar yaptı.

ABD Başkanı Obama’nın ziyaretinde dile getirdiği konulardan biri olan Ermenistan’la sınır kapısının açılması konusunda Türkiye ile Ermenistan arasında bir anlaşma paraf edilmiş, bir yol haritası çizilmiş. Bunu Ermenistan adına Sarkisyan’ın açıklamaları yanında Cumhurbaşkanı Gül ve diğer yetkililerin açıklamaları birlikte değerlendirilince açıkça görmek mümkündü.

Sınır kapısını açma projesi sadece duygusal açıdan değil, ekonomik ve siyasi açıdan da hiçbir akılcı tarafı olmayan bir hamle idi.

Fakat ülkemiz açısından çok önemli bir devlet olan kardeş Azerbaycan’ın şiddetli tepkisi ve Rusya ile yakınlaşma resti yanında, Türkiye’de muhalefet ve iktidardaki bazı milletvekilleri haklı ve saygıdeğer bir direnç gösterdiler. Bunun üzerine Başbakan Tayyip Erdoğan Bakü’ye gidip,  Dağlık Karabağ konusunda Ermenistan’ın Azeri kardeşlerimizi tatmin edecek bir geri adım atması söz konusu olmadan, Azerbaycan’a rağmen Ermenistan’la bir anlaşma yapmamızın mümkün olmadığını açıklamak durumunda kaldı.

Muhalefetin bu tavrına, vicdanlarının sesine uyarak çekimser de olsa destek veren bir kısım iktidar partisi milletvekillerini de kutlamak gerek.

MAYINDAN TEMİZLENECEK ARAZİNİN YABANCILARA TAHSİSİ: Suriye sınırımızda, dünyanın en büyük mayın temizleme işlemine tabi tutulması planlanan 216 kilometrekare arazinin, mayın temizleme ihalesini kazanan yabancı firmaya (bunun İsrail firması olmasına kesin gözüyle bakılıyor) 44 yıllığına tahsis edilmesi projesi şiddetli tepkiye yol açtı. Duyduğumuzda tüylerimizi diken diken eden bu projeden çok şükür ki geri adım atıldı.

“Mayınların temizlenmesine evet, ancak ‘namusumuz olan hudutların’ yabancıya teslim edilmesine hayır” diyen, CHP ve MHP bu konuda da yalnız kalmadı. AKP’nin destekçisi olan birçok yazar gibi, bazı AKP milletvekilleri de hükümetin bu kararına direnince hükümet kanun teklifini geri çekmeye mecbur oldu.

İktidar yandaşı gazeteciler bile, “Davos’un/ one minute’un faturası, İsrail’in gönlünü alma gayreti” olarak nitelendirdi bu projeyi. O cephede de hükümetin tavrı, “Hükümet bu konuda yeterince açık değil ve olamıyor… Bir sıkıntısı var, söyleyemiyor… Meclis’in ve kamuoyunun önüne akıllara ziyan gerekçeler koyuyor” şeklinde tarif ediliyordu.

Vicdanlar kanıyordu. Akıllar kabul etmiyordu. Hükümetin, “Beni mazur görün. Üzerime gelmeyin. Şu kanunu Meclis’ten geçirmeme izin verin. Türkiye için çok gerekli. Neden gerekli olduğunu açıkça anlatmam mümkün değil, onun için fazla soru sormayın. Bana inanın, güvenin ve gerisine karışmayın” tavrına karşı peşin destek verilmedi, vicdanlar sesini yükseltmeye başladı.

Bu sese kulak vermek lazım. Önce hükümet kulak vermeli bu sese. Sonra siyaset mühendisliğine soyunan herkes. Vicdanların sesi bir kere yükseldi mi onu susturmak mümkün olamayabilir. Bugün, kardeşini satmama ve hudutların namusu adına hükümet icraatını sorgulamaya başlayan vicdanlar, yarın da limanlarımızın, işletmelerimizin, arazilerimizin, bankalarımızın ve diğer varlıklarımızın da namusumuz ile olan bağını görmeye başlar.

Hükümet, bu mâşeri (ortak) vicdana ses verir ise yıpranma sürecini durdurabilir. Gençliğe Hitabe’deki “Memleketin dâhilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet  ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri, şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasî emelleriyle tevhid edebilirler” cümlelerinden ilhamla suçlanmaktan kurtulabilirler.

Dış politika meselelerinde yapılan hatalara son vermenin yolu, Hükümetin ve AKP’nin aslına yani içinden çıktığı kitlenin değerlerine rücu etmesiyle mümkün olabilir. Soros destekli neo liberal/eski tüfek solcuların alkışlarının, hiçbir muhafazakâr partiye yaramadığı unutulmasın.

Çözümsüzlük Çözüm Değildir!

Bir dönemin önemli bir sloganı olan “çözümsüzlük çözüm değildir” İfadesi özellikle son dönemde “nasıl bir çözüm?” sorusunu gündeme getirmektedir.  Zira Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan günümüze değin var olan sorunlarının son on yıl içerisinde hızla “çözüme” doğru gitmesi açıkçası insanı telaşa sürüklemektedir.

Kıbrıs meselesi ile ortaya konulan bu slogan uyarınca devletin üst makamları tarafından dile getirilen “Kürt sorunu” ifadesinden sonra bu meselenin siyasi bir hal alması meşrulaşmış, gelinen son nokta itibariyle terör örgütü ile devletin karşılıklı görüşmesi gibi bir beklenti kamuoyuna sunulmuştur.

Değerli okuyucular, dünyadaki hiçbir devletin bir terör örgütünü muhatap alıp görüşmesi söz konusu olmamıştır ve olmaz da. Çünkü devlet tarafından terör örgütünün muhatap alınması demek devletin kendini aciz gördüğünün ifadesi demektir ki bu da terörün sokağa taşınmasına sebep olur ve ayrıca talep ettikleri ne ise o talebin yerine getirileceğine dair bir kanı doğurur.

Vatandaşın gözünde ise bu durum devletin güvenirliliğini kaybetmesine, en önemlisi de devletin temel vazifesi olan vatandaşların can ve mal güvenliğini sağlamayı başaramadığı sonucunun doğmasına yol açacaktır.

Değerli okuyucular, ülkemizdeki son duruma baktığımızda, özellikle ayrılıkçı Kürt sorunu ve Ermeni meselesinde, çözüme geçmeden evvel vatandaşın da ön görülen çözüme psikolojik olarak hazırlatıldığı hepimizce malumdur.

En başta “çözümsüzlük çözüm değildir” sloganıyla başlayan hazırlık ile bu iki konu uzun zamandır televizyonlarda tartışılarak halkta bir kulak aşinalığı meydana getirilmiştir.  Bu durum da aykırı çözüm noktalarının halk katındaki tepkisini kırmıştır. Daha sonra gerek çekilen sinema filmleri gerekse açılan imza kampanyaları ile milletimiz suçluluk psikolojisine itilmiştir.

Neticede her iki konuda bir çözüme gidileceğinin devletin üst makamları tarafından da açıkça ifade edilmesine rağmen çözümün ne şekilde gerçekleşeceğini kimse bilmemektedir.

Her iki konunun çözümü ülke geleceği açısından hayati öneme sahip olması hasebiyle çözümün şeklinin gizliliği zihinlerde “acaba ülkemizin mevcut sınırları yeni bir değişim mi geçirecektir” sorusunu doğurmaktadır.

Son olarak şunu söylemek istiyorum: Ülkemizin milli davaları bu hızla çözülmeye devam ederse yakında dünyaya duyuracağımız yeni slogan “gel vatandaş gel batan geminin malları bunlar” olacaktır.

Ne dersiniz?