13 C
Kocaeli
Cuma, Ekim 18, 2024
Ana Sayfa Blog Sayfa 1262

Hz. Mevlana ve Hoşgörü

“Gel, gel, ne olursan ol yine gel,
İster kafir, ister mecusi, ister puta tapan ol yine gel,
Bizim dergahımız, ümitsizlik dergahı değildir,
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel…”

Hz. Mevlana’nın bu meşhur sözlerini sanırım duymayan, bilmeyen yoktur. Bilhassa dünyamızın içinde bulunduğu sıkıntı, tahammülsüzlük ve hoşgörüsüzlük dolu ortamda insana bir nevi rahatlık veren ifadeler ki bu sebeple olsa gerek bu yılın Mevlana yılı olarak kabul edilmesi daha da anlamlı hale geliyor.

Ancak kanaatimce, bu sözlerin ifade etmek istediği hoşgörü anlayışı yanlış algılanmaktadır. Öyle ki; Mevlana’nın bu sözleriyle herkesi olduğu gibi kucakladığı, her anlayışa sanki günümüzün yaygın tabiriyle “saygı duyduğu” ve bu yaklaşımın bizler için de örnek teşkil ettiği kabul edilmektedir.

Bahsettiğim yanlış algı işte bu noktada ortaya çıkıyor. Zira Hz. Mevlana “ne olursan ol yine gel” demekte ancak “olduğun gibi kal” dememektedir.

Peki, Hz. Mevlana bize ne anlatmak istiyor?

Hz. Mevlana İslam’ın çok önemli bir mesajını öz bir biçimde ifadelendiriyor: “Ümitsizliğe düşmemek!”

Buna göre, bir insan ne kadar yanlış ve hata yaparsa yapsın, içinde bulunduğu durumdan her zaman kurtulma, doğruyu bulma ve yaşama şansı vardır. Bu sebeple yaptığı hataların ve yanlışların büyüklüğü sebebiyle asla ümitsizliğe düşüp kendini içinde bulunduğu durumdan kurtarma hususunda mücadeleden vazgeçmemelidir.

Aynı şekilde Allah katında insanın her zaman tövbe edip tekrar aynı yanlışları alışkanlık haline getirmeden onlardan uzak kalmak suretiyle affedilme imkanı söz konusudur.

Peki, bu anlayışın önemi nedir?

Söz konusu anlayış veya daha doğrusu yaklaşım, insanların kendilerini yenileme fırsatını bulmalarına, daima yeni bir başlangıç sahibi olabileceklerini idrak etmelerine vesile olacaktır. Zira her davranışımızın altında bizi bu davranışa sevk eden motivler yatar. İşte bu yaklaşım ile, insan kendini yenileme hususunda ciddi bir motivasyon kazanabilir. “Bitti” denilen yerden başlamanın mümkün olduğunu idrak eder ve tabir-i caizse “can çıkmadıkça her zaman bir ümidin” söz konusu olduğunu bilir.

İntihar olaylarının gittikçe arttığı günümüzde insanların ümitsizlik psikolojisi içinde kendilerini ne hallere maruz bırakabildikleri göz önüne alınırsa, böylesi bir yaklaşımın “doğru” anlaşılarak hayata geçirilmesinin önemi daha da artmaktadır. Bu sebeple eğitim dediğimiz süreci söz konusu yaklaşım doğrultusunda anlamamız ve ele almamız, insanların yaptıkları hatalardan dolayı pişman olup kendilerini toparlamalarına fırsat verilebilmesi bakımından zaruri olmaktadır.

Dolayısıyla, büyük fikir ve gönül insanı Mevlana’nın öz biçimde ifade ettiği bu yaklaşım, yanlışa karşı “hoşgörü” içinde olmayı asla vurgulamaz. Zira böyle bir tutum hoşgörü değil en hafif tabirle vurdumduymazlıktır ki böylesi bir “kolaycılığın” bizi götüreceği yer, suç çeşitlerinin ve işlenme sayılarının hızla artması gibi gündemimizi işgal eden pek çok olayda zaten ortaya çıkmaktadır. Buradan hareketle diyebiliriz ki; insanların hata yapabileceklerini kabul edip bu hatalardan dönme imkanlarının, bilhassa İslam açısından, her zaman bulunduğunu unutmamak ve insanlara bu açıdan “hoşgörü” ile yaklaşmak, Hz. Mevlana’nın mesajını doğru anlamak olacaktır…

Milli İradeyi Hâkim Kılmak

Devletimizin temelini teşkil eden esaslar Anayasamızın ikinci maddesinde “Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir” şeklinde nitelendirilmiştir.

Lafı eveleyip, gevelemeden hemen söyleyelim ki, Türkiye Cumhuriyeti Devleti şu anda ne tam demokratik, ne tam lâik, ne tam sosyal devlet, ne de tam bir hukuk devletidir. Cumhuriyet tarihimiz boyunca bazı konularda olumlu gelişmeler kaydetmemize rağmen, Anayasamızda ifade edilen bu kavramlar rejime tam olarak yansıtılamamıştır.

Sami Selçuk’un “Demokrasiye Doğru” kitabından bir cümle: “Cumhuriyetin ülküsü kısa vadelidir, son duraklıdır: Hukuk Devleti. Demokrasinin ülküsü de, ufku da sonsuzdur, dur durak bilmez: Hukukun üstünlüğü.” Demek ki demokratik bir cumhuriyet olabilmek için sadece “hukuk devleti” olmak bile yetmiyor, “hukukun üstünlüğü” kavramının yer etmesi gerekiyor. Ya tam bir “hukuk devleti” bile olamayan bir rejimin adı ne olur?

“İrade-i milliye’ yi hâkim kılmak” (Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir/ Egemenlik ulusundur) esası Cumhuriyet döneminin bütün anayasalarında kabul edilmesine rağmen uygulamada tam olarak gerçekleştirilememiştir.

Maalesef Cumhuriyet tarihimiz boyunca da, millet iradesine ipotek koyan güçler hukuku milleti terbiye aracı olarak kullanmışlardır. Millet iradesinin hâkimiyeti sağlanabilseydi, hukuk kuralları milletin hayatını sadece tanzim eden (düzenleyen), inanç, örf ve gelenekleri ile tam bir uyum içinde olan kurallar olacaktı. Hukuk, devleti yönetenlerin fikir ve inançlarına göre, milleti şekillendirme aracı olarak kullanılıyorsa bu tür rejimlerin adına demokrasi demek mümkün değildir.

Diğer taraftan, özellikle son yıllarda, AB ve ABD ile ilişkilerde milli vicdanı yaralayan uygulamaları yaşıyoruz. Kanunlarımızın nasıl çıkması gerektiğine AB karışıyor, ekonomimize IMF, dış politikamıza ABD müdahale ediyor. Cumhurbaşkanı, Genelkurmay Başkanı, MİT Müsteşarı ve birçok düşünen kişi “Cumhuriyet tarihinin en riskli döneminin yaşandığını” ifade ediyor.

Bu ortamda, milliyetçilik (veya ulusçuluk) duygularının canlanmasının çok tehlikeli bir gelişme olduğunu söyleyip, bu gelişmeden endişe duyanların sesi vatan ve millet sevdalılarından daha gür çıkabiliyorsa, Atatürk milliyetçiliğine bağlı olmak konusunun ne kadar geçerli olduğuna varın siz karar verin.

Bütün bu yazdıklarımdan sonra çok karamsar olduğum sonucuna varılmasın. Devlet gibi dev bir organizasyonu değerlendirirken siyah ve beyaz olarak değerlendirmek doğru değildir. Biz Anayasamızda ifadesini bulan bu kavramları çeşitli gri tonlarında yaşıyoruz.

Bu konularda bizden geride olan çok sayıda devletten daha iyi durumdayız. Ancak milletimizin bizden daha iyi durumda olanlar kadar demokrasiyi ve hukukun üstünlüğünü hak ettiğini düşünüyorum.

Cumhuriyetimizi kuran iradenin de nihai hedefinin “demokratik cumhuriyet” olduğundan hiç kuşkum yok.

Milli iradenin tecelli ettiği TBMM’ nin kuruluşunun 87. yıldönümünde demokrasi ile cumhuriyeti bağdaşmaz kavramlarmış gibi tartışacak yerde, Cumhuriyetimizi tam bir demokrasi ile nasıl taçlandıracağımıza odaklanmak herhalde daha doğru olacaktır.

İran Nereye Koşuyor

Tarihi geçmişinde bir medeniyet oluşturan ve yaşayan devletler ileriki dönemlerde de bulundukları coğrafyada etkin rol oynar. Çünkü hepimizin takdir edeceği gibi geçmişinde bir medeniyet oluşturan devletin etki sahası, kısaca “kültürel hinterlandı” daima geniş olur.

İran da yukarıda bahsettiğim tarihi geçmişi köklü olan devletlerdendir. Pers medeniyeti arkasından Sasani İmparatorluğu, Akkoyunlu Devleti, Safevi devleti gibi tarihte kültürel ve siyasal olarak etkin rol oynayan devletlerin mirasçısıdır. Kısaca İran Fars medeniyetinin devamı olan devlettir.

İran gerek coğrafya olarak yakın olmamızdan gerekse İslam devleti olmasından dolayı tarihi ilişkilerimizin yoğun olduğu bir devlettir. Akkoyunlu devletinin kurucularının Türk olmasından dolayı orada halen varolan Türkmenler sayesinde yakın ilişkiler daha da artmıştır.

İran’nın resmi mezhep olarak Şiiliği seçmiş olması ve nüfusunun çoğunluğunun Şii müslümanlardan oluşması iki ülke arasında geçmişte yaşanan anlaşmazlıkların başını çekmektedir. Çünkü Yavuz Sultan Selim döneminden beri İran ülkemizde varolan Şii müslümanlar üzerinde gerektiğinde nüfuzunu kullanarak Osmanlı Devleti’ne karşı isyan çıkartmıştır. Bugün dahi İran’nın ülkemizdeki Şii ve Alevi müslümanlar üzerinde etkisi sürmektedir.

İran ile ülkemizin tarihte coğrafi manada anlaşmazlığı 1639 yılında yapılan Kasr-ı Şirin anlaşması ile çözümlenmiştir. Bu anlaşma ile çizilen sınırlar bugünkü İran sınırımızı belirlemiştir.

Kısaca İran’nın tarihi misyonundan bahsettikten sonra günümüze geldiğimizde yeraltı ve yerüstü kaynaklarının dünyada hızla tükenmesi neticesinde global politika kurucularının gözünü tekrar Avrasya topraklarına yönelttiğini görmekteyiz. Bu duruma binaen stratejistler bu coğrafyada lider olabilecek iki ülkenin tarihi misyonlarından dolayı İran ve Türkiye olabileceğini belirtmişlerdir.

Nitekim 1980’lerden itibaren Ortadoğu liderliği için üç devletin yarışmakta olduğu görülmektedir: Mısır, İran ve Türkiye. Son on yıla kadar bölge sorunları çözümünde Türkiye liderliği götürse de özellikle son zamanlarda ülkemizde izlenen yanlış dış politika ile liderliğe İran’nın geçmekte olduğu aşikardır.

Avrasya topraklarını yeniden inşa etmek ve bu bölgede bulunan zenginlikleri tek bir elden yönetmek için ortaya atılan BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) projesi içerisinde müdahele edilecek devletlerin başında gelen İran’ın, bu müdahale karşısında göstermiş olduğu tavır takdire şayandır.

Nitekim en son İngiliz askerlerinin İran karasularını ihlal etmesi sonucunda esir edilmesi ve serbest bırakırken yaptığı gövde göstergesinin arkasını okuduğumuzda kanaatimce İran’nın vermek istediği mesaj “bu bölgenin ‘yeni lideri’ benim” mesajıdır.

Tabii şunu belirtmekte fayda görüyorum: İran’ın, ABD ve İngiltere karşısında bu kadar güvenle hareket etmesinin ardında yatan Almanya, Çin ve Rusya desteğini de unutmamak gerekir. Dikkat edilirse İran aleyhine ABD’nin verdiği demecin hemen ardından genellikle bu üç devletten birinden İran’ı destekler demeç gelmektedir.

İran’nın geçmişten gelen kültürel mirası, Ortadoğu devletleri arasında “kitap kültürünün” varolduğu yegane toplum olması, buna binaen yetişmiş insan gücü ve hızla artan ticaret hacmi ile çok kısa zamanda Ortadoğu’nun yeni lideri olması muhtemeldir.

Son olarak ifade etmek isterim ki; İran elindeki imkanları en iyi şekilde kullanıp Ortadoğu liderliğine koşarken, aynı imkanların daha fazlasına sahip ülkemizin geldiği en son noktanın kendi sınırlarını koruma, hatta başkasına “korutma” şeklinde olması, hepimizin gelecek açısından dikkatle düşünmesi gereken bir noktadır! Saygılarımla…

“Cumhuriyet Mitingi” ve Cumhurbaşkanlığı Seçimi

Gerek şahıs olarak diğer insanlarla ilişkilerimizde yaşadığımız sıkıntılar ve gerekse kurumların, diğer kurumlar ve halkla yaşadığı sorunların temelinde iletişim problemleri yatar. İletişim ise tek taraflı değil, iki taraflı gerçekleştirilebilen bir olaydır.

İnsanlar genellikle anlaşılmak isterler. Anlaşılmak için hiçbir çaba göstermediği halde anlaşılma beklentisi içinde olanlar olduğu gibi; anlaşılmak, kendini ifade etmek için ciddi gayret gösterenler de az değildir. Muhatabımızı dinlemek ve anlamak konusunda gayret gösterenimiz ise çok çok azdır.

Oysaki iletişimsizlik daha ziyade karşımızdaki insanı dinleme ve anlama becerimiz olmamasından kaynaklanır. Genellikle karşımızdaki insanı, kendi yargılarımızdan, geçmiş yaşantılarımızdan, tecrübelerimizden veya dış etki ve telkinlerden yola çıkarak anlamaya çalışırız ve onun daha kendisini tam olarak ifade etmesini beklemeden yargılar veririz. Böylece kurulması muhtemel bir iletişimi ya kurulmadan sona erdirir ya da gelişmeden kopartırız.

Karşımızdaki insanı anlamak için, öncelikle iyi niyet ve arkasından da onun hislerini ve duygularını paylaşmak gibi özel bir insani çaba göstermek icap eder.

Muhatabımızı anlamak konusunda iyi niyetli isek, yani maksadımız üzüm yemek olup, bağcıyı dövmek değilse, önce karşımızdaki insana saygı gösterip onun kendisini tam olarak ifade etmesine imkân vermeli ve kendimizi onun yerine koyarak, yani empati (duygudaşlık) kurarak onu anlamaya çalışmalıyız.

Kutsal kitaplardan sonra dünyada en çok okunan kitaplar arasında yer alan “Etkili İnsanların Yedi Alışkanlığı” kitabının yazarı Stephen Covey, yukarıda özetlemeye çalıştığım anlayışı “önce anlamaya, sonra anlaşılmaya çalışın” şeklinde formülleştirmiş.

Bu anlayış çerçevesinde Cumhurbaşkanlığı seçiminde Sn. R. Tayip Erdoğan’ın muhtemel adaylığı (ve seçilmesi) ile 14 Nisanda Ankara’da gerçekleşen “Cumhuriyet Mitingi”ni yorumlamaya çalışalım.

Sn. Başbakanı anlamaya çalışmak için empati kurarsak, muhtemelen O demokratik seçimler sonucu (tek başına iktidar olmaya ve Cumhurbaşkanı seçmeye yeter Meclis çoğunluğunu elde etmiş) iktidar partisinin başkanı olarak, Cumhurbaşkanlığı makamının kendisinin en tabii hakkı olduğunu düşünmektedir. Fani olan insan hayatında bir defa gelecek böyle bir fırsatı kaçırmak istemeyecektir. O’na göre Ankara’daki miting neticede birkaç yüz bin kişinin görüşünü aksettirmekte, anayasanın ve yasaların kendisine verdiği haktan vazgeçmesi için bir gerekçe teşkil etmemektedir.

Bu mitingden sonra Sn. Erdoğan aday olmaktan vazgeçerse “yapılan baskılara dayanamadığı için”, Cumhurbaşkanı olamadığı ile kalmayıp, bu tercih sonucu seçmen kitlesi nezdinde itibarının sarsılacağını, partisinin de yapılacak genel seçimlerde ciddi oy kaybına uğrayacağını düşünecektir. Artık geri dönüş pek mümkün değildir.

Öte yandan yedi yıl süreyle bu milletin Cumhurbaşkanı olmaya niyetlenen birisinin, mitinge katılanlar ve katılamayıp aynı görüşü destekleyenlerin duygularını anlamaya ve endişelerini gidermeye çalışması gereklidir. Anlaşılan odur ki, sayıları milyonlarla ifade edilebilecek vatandaşımızın “vatanın satılması”, “rejimin değişmesi” gibi ciddi kaygıları vardır. Bu kitleler Cumhurbaşkanı olması muhtemel kişinin “vatan haini” olduğuna, anayasada belirtilen “devletin temel değerlerini” yıkmaya çalışacağına inanmaktadırlar.

Miting göstermiştir ki, birbirini anlamaktan çok uzak kitleler mevcuttur ve bu durum gerilim ve çatışma potansiyeli yaratmaktadır. Herkesin sağduyu ile hareket etmesi gereken bir döneme giriyoruz.

Sorumluluğun büyük bölümü Sn. R.Tayyip Erdoğan’a düşmekte olup, kendisine karşıt kitlelerin endişelerini giderecek, ortak milli ve manevi değerlerimizi sahiplenen bir devlet adamı görüntüsü çizmesi şarttır. Aksi taktirde korkarız ki yeni dönem milletimiz için de, kendisi için de çok zor geçecektir.

Engelli Çocuklar ve Eğitimi

Engelli çocuk anne-babası olmanın ne demek olduğunu yalnızca başka bir engelli çocuk anne-babası bilir.

Engelli çocuk anne – babası hiçbir zaman böyle bir çocuk sahibi olmak istememişlerdir. Ne de çocuğumuz bu şekilde dünyaya gelmek istemiştir.

Anne-baba, aslında çoğu zaman anne, çocuğunun engelli olduğunu öğrendikten sonra kimi zaman yıllar süren şok, isyan ve durumu kabullenememe süreci yaşar. Bu arada en çok ezilen anneler olmaktadır. Sanki suçlu muamelesi görmektedirler. Çeşitli nedenlerle engelli çocuk dünyaya getiren ailelerin önemli bölümü kendilerini “suçlu” hissediyor. Bu da eşler arasında çatışmalara ve ailenin tüm bireylerinin mutsuzluğuna yol açıyor.

Aileler için özürlü bir bireye sahip olmak, yaşamlarının en zorlu deneyimidir. Özürlü bir çocuğa sahip olduğunda anne babalar ilk olarak hayal kırıklığı yaşarlar. Çocuklarına ne olduğunu bilemediklerinden hayal kırıklığına uğrarlar. Büyük endişe içindedirler. Kendilerini, eş ve yakınlarını ya da sağlık ekibini suçlarlar. Çocuklarına tam teşhis konunca bu duygu ve endişeler kaybolmaz. Çocukların durumunun ne olduğunu kabul etme, birkaç ay veya yılları alabilir.

Sorunlarıyla yalnız kalan ve destek bulamayan aile bireylerinin içinde bulundukları duruma tepkileri farklı oluyor. Engelli çocuğunu eve kapatıp, utanılacak durum gibi gizleyenler de bulunuyor. Kimi de “kader” diyor, içinde bulunduğu durumu kabulleniyor.

Akraba evliliklerinin engelli çocukta önemli risk faktörü olmasına rağmen bu sakıncalı evlilikler ısrarla sürdürülüyor. Engelli çocukların yüzde 28’inin anne ve babaları akrabalardan oluşuyor. Zihinsel engelli çocukların engelli olmasında en büyük etkeni, doğum anında ya da erken çocukluk döneminde yaşadıkları ateşli hastalıklar ve havaleler gibi travmalar oluşturuyor.

Annelerin yüzde 80’i çocuğa korumacı yaklaşıyor, yüzde 83 çocuğunun geleceğinden kaygı duyuyor. “Ben ölürsem o ne olur?” kaygısı yaşayan anne, babadan daha fazla psikolojik sorun yaşıyor. Annelerin yüzde 44 engelli çocuğun bakımında eşleri tarafından yalnız bırakılmaktan yakınıyor.

Aile cephesinde sorunun çözümü için ise önce çocuğun engelini kabul etmek gerekiyor. Aile, bu durumu kabul etmediği sürece eğitim ve rehabilitasyon imkânlarını araştırmıyor.

Eğitimciler olarak ilk önce ailelerin eğitimi gerekmektedir.

Sonra sıra çocuğun eğitimine gelir. Çocuğun bir kez eğitim almaya başladıktan sonra yavaş da olsa bir şeyler öğrenmeye başlaması, hem kendisini hem de anne-babasını mutlu eder. Üstelik her gün okula gitmek, arkadaş edinmek, arkadaş ve öğretmenleriyle gezilere katılmak, çocuğa da, ailesine de iyi gelir.

En ağır durumdaki engelli bir çocuğun bile yapabileceği şeyler var ama buna karşın bu özel çocuk ve gençlerin çoğu evlerinde, dört duvar arasında yaşamak zorunda.

Temel amacımız özürlü çocuklarımızın ve ailelerinin acılarını çok yönlü paylaşmak ve onların eğitim ve rehabilitasyonunu sağlamaktır. Bunun için de uzmanlar nezaretinde

  1. Öncelikle engelli çocukların aileleri eğitilecektir.
  2. Yine engelli çocukların Eğitimi ve Rehabilitasyonu sağlanarak el becerileri geliştirilecektir.
  3. Yeterince eğitim görmüş zihinsel engelliler için istihdam sağlanacak ve işe yerleştirilecektir.
  4. Zihinsel ve bedensel engellilere devletçe tanınmış haklar ve sağlanan kolaylıklar konusunda aileler bilgilendirilecek ve bu haklardan faydalanmaları sağlanacaktır.
  5. Anne ve Babanın ölümü halinde bu çocukların, koruma altına alınarak barındırılmaları sağlanacaktır.

Önyargılarımız ve Cumhurbaşkanlığı Seçimi

Olaylara, kişilere ve davranışlara çoğu zaman alışkanlıklarımız ve ön yargılarımızla yaklaşmakta ve hüküm vermekteyiz.

Prof. Üstün Dökmen’ in verdiği örnekleri kullanalım. Hepimiz eşeğin inatçı bir hayvan olduğuna, Arnavutların ciğer ve pırasayı çok sevdiğine inanırız. Oysa konuyu araştıranlar bu inanışların birer efsaneden ibaret olduğunu görmüşler.

Meğer eşeğin gözleri çok uzakları görebilmekte imiş ve daha önce yaşadığı kötü tecrübeleri hiç unutmayan güçlü bir hafızası varmış. Bizim inatçılıktan dolayı zınk diye durduğunu sandığımızda hayvancağız, ya yeni bir tehlikeyi görür veya geçmişte aynı yerde tökezlemesine yol açan eski bir tecrübesini hatırlarmış. Arnavutlar da ciğeri hiç sevmezmiş, çok sevdikleri yiyecek ise aslında pırasa değil, baklavanın Arnavutçası olan “bırasa” imiş.

Bunun gibi çok sayıda dış etkilerle oluşmuş, verilere dayanmayan önyargımız var. Özellikle sosyal konularda veri toplamak ve onları değerlendirmek belli bir bilgi birikimi ve değerlendirme yeteneğinin olmasını gerektirir. Bir kısım unvanı bilim adamı olanların da dâhil olduğu çok sayıda insan, işin kolayına kaçar ve önyargıları ile hüküm verirler.

Mesela günümüzün konusu, cumhurbaşkanlığı seçimi konusunda kanaat belirten farklı tarafların görüşlerini inceleyelim:

Birinci görüşe göre, Başbakan Recep Tayip Erdoğan, İslamcı bir çizgiden gelmektedir. Her ne kadar değiştiğini ifade etse de, AB ve ABD ile ilişkilerinde eski görüşlerinden çok uzak bir görüntü ortaya koysa da zihninin arka planında rejim değişikliği yatmaktadır. Eşinin başı kapalı olmasının yanında, beyinleri de ortaçağda kalmış bu zihniyetin temsilcisi olan Başbakan, Atatürk’ün oturduğu Cumhurbaşkanlığı makamına çıkmamalıdır, hatta çıkmasına engel olunmalıdır.

İkinci görüş, Başbakanlık icraatı içinde Sn.Erdoğan kötü bir sınav vermiştir. AB ve ABD ile ilişkilerde milli haysiyetimizi rencide edecek kadar fazla tavizler verilmiş, ekonomide uluslar arası sermayenin istediği her türlü düzenleme yapılarak, ekonomimizin bütün kritik noktaları yabancı sermayenin kontrolüne girmiştir. Ülkenin bütün mal varlıkları, arsaları, telekomünikasyon ve bankacılık dâhil kritik şirketleri yabancılara verilmiş, artan iç ve dış borçlarla buyruk alma süreci artarak devam ettirilmiştir. Bu dönemde yolsuzluk ve yoksulluk artmış, Ali Dibo vakaları çoğalmıştır. Ayrıca Başbakan fakirlerin temsilcisi olarak ortaya çıkmasına rağmen fakiri daha fakir, zengini daha zengin yapan politikaları ile tam bir zengin dostu olmuştur.

Genel Kurmay Başkanı ve MİT Müsteşarının da dile getirdiği gibi ülke milli varlık ve bütünlüğümüzün korunması açısından Cumhuriyet tarihinin en tehlikeli dönemini yaşamaktadır. Bu süreçte “milli görüş gömleğini çıkarıp”, uluslar arası güçlerin her dediğini yapan Başbakan asla Cumhurbaşkanı olmamalıdır.

Üçüncü görüş ise genelde AKP yi destekleyenlerden gelmektedir. Bunlara göre Başbakanlık döneminde çok parlak icraat sergileyen Başbakan, enflasyonu tek haneye indirmiş, dört yıl boyunca yüksek oranlı kalkınma hızlarını sağlamış, Türkiye’yi AB ülkesi yapma yolunda ciddi adımlar attırmış, yolsuzluk yapan büyük patronların üstüne gitmiş, büyük bir kalkınma hamlesini başarmış bir liderdir. Eğer kendisi isterse elbette ki cumhurbaşkanı olabilir ve hatta olmalıdır. Bu makam en çok O’na yakışır.

Bu görüşlerin hepsinde de görüşü destekleyecek veya çürütecek bir miktar veri bulmak mümkün. Ancak kanaatlerin çoğunlukla yoruma dayalı olduğunu söyleyebiliriz. Benzer verilerden çok farklı sonuçlara varılması genellikle verilerin sıhhatli okunamaması veya önyargılarımızla ilişkili olsa gerektir.

Bu durumda değerlendirmemize yeni bir ölçüt ilave etmemiz yararlı olacaktır. Belirtilen endişeleri destekleyecek veya bu endişeyi giderecek verilerin değerlendirmesini yapmanın yanında, Sn. Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı makamında neler yapıp yapmayacağının/ yapamayacağının da üzerinde durulması ve bu tahmini yaparken kişilik özelliklerinin dikkate alınması bakış açımızı genişletebilir.

Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Sn. Demirel başbakanlık dönemlerinde dayandığı kitlelerin değil, eski muhaliflerinin daha çok beğendiği bir politika izlemişti. Özellikle 28 Şubat sürecinin yönetiminde sol ve laikçi kesimlerden takdir alan icraatı, geçmişte savunduğu fikirlerle çelişir bulunmuştu.

Sayın Başbakan değişime çok açık bir kişilik sergiliyor. Değişimi gelişme biçiminde de, gerileme, başkalaşma biçiminde de sergilemek mümkündür. Sayın Başbakan Cumhurbaşkanı olunca da değişecektir. Ancak bu değişimin şeklini, onun kişiliğinin bir dava adamı olup olmadığı, bir başka ifadeyle şahsi menfaatini yüce değerlerin üstünde tutan bir kişiliğe sahip olup olmadığı belirleyecektir.

Başbakanın kişiliği ile ilgili bildiğiniz verileri alt alta sıralayınız. Bu verilerin ışığında tahmin etmeye çalışınız. Sn.Erdoğan cumhurbaşkanı olursa rejimi değiştirme gayreti içinde olması ihtimali yüzde kaç; mevcut güç odakları ile tam bir uyum sağlayıp, içinden geldiği siyasi geleneği dışlama ihtimali yüzde kaçtır?

Beyin Fırtınası

Günümüz insanı bazı açmazlarla uğraşırken çözüm arayışlarını dışarılarda ararlar. İnsanların en zayıf oldukları yönleri burasıdır. Bunun çözüm yolları nelerdir. Nasıl bir yol yöntem takip etmeliyiz. Bunları çözümlemek üzere bir araya gelindiğinde hep bildik çözümlerle olayların üstüne giderken sığ analizler yapılır ya da konuşmama tercih edilir.

İşte burada katılımcıların etkin görüşlerinin ortaya çıkması, yeni düşünce şekillerinin ortaya konması, yeni çözüm yollarının bulunması çalışmalarına BEYİN FIRTINASI tekniği terimini koyuyoruz.

Beyin Fırtınası Nedir?

Beyin Fırtınası, birden fazla kişinin bir araya gelerek bir konuyla veya olayla ilgili fikirlerini tartışmaksızın açıklayarak, birbirleriyle fikir alışverişinde bulundukları, paylaşımcıların yaratıcı, yapıcı düşünme gücünü geliştiren bir tekniktir.

Nasıl Uygulanır?

Beyin fırtınası tekniği uygulanırken

  1. Paydaşlara önce fikir üretecekleri bir konu verilir.
  2. Paydaşların her birine bu konudaki görüşleri sorulur.
  3. Paydaşların önerdikleri fikirler kara tahta üzerine veya paydaşların görebilecekleri slayt ekranı ile tüm üretilen fikirler yazılır.

Temel İlkeler

  • Önce Düşün: Beyin fırtınası çalışmalarında paydaşların fikirlerini sınamadan, mantık süzgecinden geçirip elemeden olduğu gibi söylemesi gerekir. Paydaş konuyla ilgili tüm düşüncelerini rahatlıkla söyleyebilmeli, yanlış yapmaktan korkmamalıdır. Tekniğin bu özelliği paydaşcıya duyurulmalıdır.
  • Farklı Fikirler İyidir: Paydaşların günlük düşüncelerin dışında, gerçekçi görülmeyen fikirlerine de değer verilmelidir. Saçma gelen bir fikrin, geliştirildiği zaman en iyisi olabileceği unutulmamalıdır.
  • Nicelik Önemlidir: Konuyla ilgili ne kadar çok sayıda fikir üretilirse, o kadar iyidir. Çok sayıdaki fikir arasından en iyisini seçmek daha kolaydır.
  • Fikirleri Birleştir Ve Geliştir: Paydaşların öne çıkan fikirleri geliştirmeleri, farklı fikirleri birleştirmeleri teşvik edilmelidir.
  • Tartış : Öne çıkan fikirler paydaşlar arasında özgürce tartışabilinmeli

Paydaşların fikirleri listelendikten sonra, ortaya atılan tüm fikirler paydaşlarla birlikte tek tek değerlendirilmelidir. Değerlendirme sırasında benzer olan fikirler birleştirilir. Açık olmayan fikirler sahibine açıklattırılır. Paydaşlarla birlikte en iyi olan fikirler seçilir ve uygulamaya koyulur.

Beyin Fırtınası Ne Zaman Yapılabilir?

  • Günümüz insanının arayış içinde bulunduğu olaylara çözüm yolu bulmak ve çözüm yollarından en iyisini seçmek için.
  • Paydaşları bildikleri bir konuda konuşturmak ve sahip oldukları bilgilerin doğruluğunu ya da yanlışlığını farkettirmek için.
  • İhtiyaç duyulduğunda her an ve ortamda yapılabilir.

Hz. Mevlana’dan Hareketle

Zannediyorum pek çoğunuzun malumudur: Unesco 2007 yılını Mevlana yılı olarak kabul etti. Bu çerçevede pek çok etkinlik düzenlenmektedir.

Mevlana Celaleddin-i Rumi, hiç şüphesiz Türk-İslam aleminin gönül ve akıl birlikteliğini içeren dünya görüşünü temsil eden en önemli isimlerin belki de başında gelmektedir.

Mevlana’nın genellikle gönüllerimize işleyen ve orayı harekete geçiren yönü, hem bizim tarafımızdan hem de onu anlamaya çalışan başka milletlerin mensupları tarafından, ön plana çıkarılmıştır. Tabii bu tutumda haksız sayılmayız.

Ancak Mevlana’nın hayatından yola çıkarak hem dini hem de din ile dünya bütünlüğünü doğru anlamamıza vesile olacak önemli noktaları idrak etmemiz mümkündür.

Öncelikle belirtmek gerekir ki dini doğru anlamak ve derinlemesine kavramak, derin bir bilgi birikimi gerektirir. Yani din sadece gönül işi değildir. Zira “neye, nasıl” gönül vereceğinizi doğru idrak edemezseniz, dinin size gösterdiği yolu da doğru anlayamazsınız. Dolayısıyla doğru bilgi sahibi olmak hem zihnimizin hem de kalbimizin doğru yönü bulması için temel şartlardan biridir.

Nitekim Hz. Mevlana’nın hayatına baktığınızda, annesi Mü’mine Hatun’un lakabının “mader-i sultan”, babası Bahaeddin Veled’in lakabının ise “alimlerin sultanı” olduğu görülür ki bunun anlamı kendisinin daha doğumundan itibaren kültür dolu bir ortamda yetiştiğidir. Bir de döneminin en iyi tahsilini aldığını göz önünde bulundurduğumuzda, zihin ve kalp bütünlüğünü nasıl sağlayıp ürettiği fikirlerle bugün bile hem aklımıza hem kalbimize nasıl nüfuz edebildiğini anlamak zor olmamaktadır.

Bu anlamda Hz. Mevlana, dinimizin de hedefi olan bu bütüncül eğitimin insanoğlunu nerelere yüceltebileceğini görmemiz açısında önemli bir örnektir. (Tabii burada sadece edinilen tahsilin yeterli olmadığını, kişisel yetenek ve gayretin de Hz. Mevlana’yı ulaştığı noktaya gelmede destekleyici unsur olduklarını belirtmek gerekir.)

Bütün bu hususların önemi nedir?

Bugün tarikat adı altında faaliyet gösteren yapılanmaların birçoğunun insanları neden yanlış etkileyip, dinle alakası olmayan durumlara düşürdüğünü anlamamızda Hz. Mevlana’nın şahsında temas ettiğimiz hususlar yardımcı olacaktır.

Öyle ki, cehalet dinin insana kazandırmaya çalıştığı olgunluk ve kemale ulaşmada önemli bir engeldir. Dolayısıyla siz hayatı ve insanı doğru anlamanıza vesile olacak bilgiye sahip olmadan ne dinin maksadını ne de ondaki hikmetleri anlayabilirsiniz. (Oysa bu yapılanmaların birçoğunda hem başındakilerin hem de onlara tabii olanların böyle bir eğitimden, birikimden ve derinlikten uzak olduklarını görüyorsunuz.)

Hal böyle olunca da kemale ulaşmak ve kurtuluşa ermek için ne kendine ne de başkalarına hayrı dokunacak kişilere adeta kul olmaktan kendinizi kurtaramaz, “eşref-i mahlukata” uygun olmayacak hareketler sergilemekten kurtulamazsınız.

Üstelik bunu yaparken olmayan kerametlere inanıp bu şahısları neredeyse Hz. Peygamber’den (S.A.V.) yüksekte (haşa!) tutmak gaflet ve delaletinden de kendinizi kurtaramayabilirsiniz!

İşte bahsettiğimiz tüm bu yanlışların yol açacağı sıkıntılardan uzak kalmak, dinimizin bize vermeye çalıştığı bütüncül hayat anlayışını idrak ederek kendimizi geliştirmek için gerek pozitif bilimler dediğimiz sahalara gerekse dini alana dair “doğru bilgi” edinmek zorundayız.

Unutulmamalıdır ki İslam açısından söz konusu iki bilgi dalından birini diğerine tercih etmek gibi bir anlayış söz konusu değildir. Zira her ikisi de Allah’ın, insanın ve hayatın doğru anlaşılması için yine Allah’ın koyduğu temel kılavuzdur ve birbirlerini desteklemektedir.

Dolayısıyla kılavuzsuz yola çıkmak nasıl yolumuzu kaybetmemize sebep olacaksa, bu iki temel kılavuzun bütüncül yaklaşımla ele alınarak hayatımıza rehber edilmemesi de hem bireysel hem de sosyal anlamda yanlış tercih ve tespitlerle kendimizi kaybetmemize yol açacaktır. Yani fikir ve gönül insanı Hz. Mevlana’nın öz bir biçimde ifade ettiği gibi: “Ayar olmadıkça, kalp ile halis altını seçmeye kalkışma”!… (Mesnevi II, çev. Veled İzbudak, İstanbul 1957, s. 57)

Global Yalnızlık

Geçtiğimiz günlerde babam, rahatsızlığı dolayısıyla hastanede yatarken ziyaretine gelen arkadaşlarından birinin söylediği söz bu haftaki yazımın konusunu oluşturmaktadır.

Kendisi belli bir süre ABD’de ikamet ettiğinden ziyareti esnasında kendisine “ABD’ni nasıl buldun, orada neler gördün?” gibi bir soru yönelttiğimizde verdiği cevap şöyle oldu:

“Orada burada olmayan herşey var. Rahat bir yaşantı, ekonomik rahatlık söz konusu ancak sen ABD’de hastalanıp orada hastanede yatsaydın ben veya başka bir arkadaşın seni ziyarete gelmezdi, gelemezdi, rahatlığın kazanılması için içinde bulunulan yoğun çalışma temposu buna izin vermezdi!”

Globalizmin yegane temsilcisi ve global değerlerin dünyaya yayılmasında başrolü çeken ABD’nin geldiği sosyal yapıya baktığımızda kişilerin üst seviyede yaşamak için günde 10 saat çalıştığını, bu çalışma temposunun getirisi olarak da giderek yalnızlaştığını görmekteyiz.

Çünkü bireyler çalışmaktan arta kalan zamanlarıyla ancak kişisel ihtiyaçlarını karşılayabilmektedir. Dolayısıyla sosyal yaşantıları giderek azalmaktadır.

Bu durum, dünyada giderek artmakta olan global yalnızlığın salt biçimde açıklamasıdır.

Globalizmin veya diğer adıyla küreselleşmenin getirdiği en önemli unsur dünyanın bütünleşip iletişim sayesinde küçülmesi olduğundan, bugün ülkemize bakıldığında büyük şehirlerde ve genellikle iyi eğitim alıp özel şirketlerde çalışanların durumu yukarıda anlatılan ABD’deki sosyal yaşantı ile eşdeğerlilik göstermektedir.

Bu durum neticesinde insanlar giderek yalnızlaşmaktadır. Bireysellik hayatın her noktasında ön plana çıkmaktadır.

İnsanoğlunu diğer canlılardan ayıran en önemli özellik hepimizin bildiği gibi sosyal bir varlık olmasında yatmaktadır. İnsanın yapısında varolan sosyalliğin azalması o kişiyi bunalımlı bir birey haline dönüştürür.

Nitekim bugün sosyolojide yeni bir terminoloji olarak kullanılan “bunalımlı toplum” kavramı toplumların giderek bireyselleşmesinden kaynaklanan sorunları açıklamak amacıyla kullanılmaktadır.

İş hayatının yoğunluğu toplumda ilk önce aile kavramını yıpratmaktadır. Ebeveynlerin yoğun çalışması çocukların anne ve baba ilgisinden, sevgisinden yoksun olarak büyümesine sebep olmakta, bu durum da ilerisi için toplumda bunalımlı bir yapı hakim olmasına yol açmaktadır.

Bunun yanında, yine iş hayatının yoğunluğu, artık günümüzde sosyalleşmenin en önemli vasıtası olan bayramları ve özel günleri, tatile gitme vesilesi haline getirerek ilerisi için milletin kültürel dokusunu deformasyona uğratacak zeminin varolmasına sebebiyet verecektir.

Çünkü her milletin bayramında o millete has ritüeller uygulanır. Bu ritüellerin yerine getirilmesi genç nesillere kültür aktarımına vesile olmaktadır. Dolayısıyla bu durumun değişmesi ilerisi için kültür deformasyonuna sebebiyet verebilir.

Kanatimce insanların giderek yalnızlaşmasının en vahim sonucu yalnızlığın yarattığı bunalım hali sebebiyle insanların içinde varolan şiddet dürtüsünün artmasıdır. Nitekim bugün medyadan hepimiz ülkemizde ve dünyada insanların birbirine uyguladığı dehşet verici şiddet haberlerini görmekte ve okumaktayız.

Peki ne yapılmalı?

Bu sorunun yanıtı yine kanaatimce insanın hayattan ne beklediğiyle doğru orantılıdır. Para kazanmayı hayatta amaç edinenler için yapacak pek bir şey yoktur. Çünkü dünyada varolan sistem zaten insanı bu amaca yöneltmektedir. Fakat hayattan salt maddiyat dışında manevi değerleri de amaç edinenlerin ise bu düzen karşısında dik durabilme cesaretini göstermeleri gerekmektedir. Çünkü bugün zor olan hangi konuda olursa olsun “dik durabilme” asaletini göstermektir. Saygılarımla!…

Alıştık mı alıştırıldık mı?

Bir yerde bir kötülük varsa elimizle, elimizle yapamıyorsak dilimizle o da olmuyorsa kalbimizle buğuz (ki bu da münafıklığın başlangıcıdır) edecektik.Ne oldu şimdi? Eskiden Filistin’de olanlara ne kadar üzülürdük değil mi? Şimdi insanlar yine öldürülüyor Filistin’de, Irak’ta ya da dünyanın bir çok yerinde. Ama biz aynı biz değiliz artık. Peki NEDEN?

Çanakkale de, Bedir de Müslümanlar namazlarını hiç bırakmamışlardı. Üzerlerinde doğru dürüst giysi de yoktu. Şimdi bizim her şeyimiz var. Ama şimdi birkaçımız bir araya geldiğimiz zaman hangi mağazada ne kadarlık indirim var …….malesef durumumuz şimdi bu. İsrail Devleti’nden örnek verelim. Bilirsiniz İsrail 1948 yılında kuruldu.Bu zamana kadar dünyada yersiz yurtsuz yaşadılar.(Yaptıkları kötülüklerden şimdi bahsetmeyeceğim.) Ama inançlarını hiç kaybetmediler ve devlet kurdular. Biz, biz MÜSLÜMANIZ.Bizim inancımız var. Biz biliyoruz ki zafer bizim. Yeter ki inanalım.

Alıştık mı Alıştırıldık mı diye size aklımda kaldığı kadarıyla bir hikaye anlatmak istiyorum. Çok eski zamanlarda, adamın biri birisiyle tartışırken düşmüş bayılmış. Ayıltmaya çalışmışlar ama kimse adamı bir türlü ayıltamamış. Oradan geçmekte olan bir bilge zat, “Çekilin demiş, ben onu ayıltırım” Çekilmişler,adam eğilmiş ve yerde yatan adamın kulağına bir şeyler söylemiş ve yerde yatan adam az sonra kendine gelmiş. Etraftakiler bu işe çok şaşırmış ve sormuşlar kimsenin ayıltamadığı adamı, sen nasıl ayılttın? O da “ Bu adam hayatında daha önce hiç kötü söz duymamış. Karşısındakinden kötü söz duyunca düştü,bayıldı. Ben de onun kulağına eğilip kötü sözler söyledim, o da buna alıştı ve kendine geldi” demiş.

Maalesef şu an dünyanın bir çok yerinde Müslüman kanı dökülüyor. Biz ise kendi kendimizi yiyoruz. Hud Suresi 113. ayet diyor ki “Zulmedenlere meyletmeyin. Yoksa size de ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra size yardım da edilmez.”

Umarım sizler alışmayan ve alıştırılmayanlardansınızdır.