14.4 C
Kocaeli
Perşembe, Eylül 25, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1258

Düğünlerimiz ve Eğlence Kültürümüz

Yaz aylarında düğünler, sünnet düğünleri ve tatil imkânları yoğunlaşmakta. Düğün ve tatil yapma şeklimiz ve eğlencelerimiz, millet olarak eğlence kültürümüzdeki farklılıkları ve yaşanmakta olan değişimi daha çok hissetmemize vesile oluyor.

Davetli olduğumuz düğünlerde farklılıklar çeşitli bakımlardan dikkat çekiyor:

Kıyafetler, özellikle gelinin ve davetli hanımların kıyafetleri, kapalı- açık (tesettürlü- dekolte), pahalı- ucuz şıklık arayışları.

Düğünün icra ediliş yeri, nikâh salonu, düğün salonu, lüks otel veya ev (sokak düğünleri birçok yerde yasaklandı.)

Müzik icra edilip edilmeyişi, icra edilen müziğin türü, ilahili, Batı tipi dans, Türk folklor oyunları, Kumkapı meyhaneleri kültürünü yansıtan oyun ve parçalar.

Alkollü içki tüketilenler ve tüketilmeyenler.

Bazı düğünlerde sadece mahalli kültür (âdetler, müzik ve oyunlar) yansıtılır, bazılarında ise her yörenin ve her kesimin kültüründen esintiler yer alır. Kocaeli ve İstanbul gibi Türkiye’nin her yöresinden insanların harmanlandığı yerlerde, bu kültürlerin hepsinin yansıtıldığı düğünler daha yaygındır.

Bu tür düğünlerde herkes kendine hitap eden bir şeyler bulabildiği gibi, hiç tat almadığı, hatta rahatsız olduğu uygulamalar da bulabilir.

Hangi tür ve hangi mekânda olursa olsun, düğünler Türk sosyal hayatı için çok önemli etkinliklerdir. Özellikle herkesin birbirini tanıdığı köy ve ilçelerde ailelerin haftalık programı, o hafta yapılacak düğünlere göre planlanmaktadır.

Konda‘nın Şubat 2009’da açıklanan “Biz Kimiz?” isimli araştırmasına göre, Türkiye’de başını örtenlerin oranı yüzde 72,1 dir. “Buna karşılık ‘gelinin başının açık veya kapalı olması beni ilgilendirmez‘ diyenler toplumda çoğunluktadır ve toplum bu konuda hoşgörülüdür.”

Kanaatimce bu hoşgörü, farklı tarz düğün törenlerine karşı daha da yükselmektedir.

Farklı hayat tarzlarına sahip dost ve akrabaların, kendi tarzlarına aykırı gelen düğünlerde bir araya gelip, ortak sevinci paylaşabildiği sıkça görülmekte. Bu konuda müziğin ve folklorik oyunların veya Batı tarzı dansların etkisini göz ardı etmemek gerek.

Ancak Batı dansları yapanların da, Türk halk danslarını yapanların içinde de eğitim almışların azlığı düğünlerin estetik kalitesini düşürmekte.  Son zamanlarda Türk halk danslarına karşı gençlerde artan bir merak ve folklor eğitiminin artmakta oluşu bu zafiyeti azaltmaya başladı.

İlahi ve dualarla yapılan, folklorik özelliklerden ziyade, dini ritüellerin ön plana çıktığı düğünlerin oranı çok fazla değil. Geçen nesilde çok yaygın olan kadın ve erkeklerin ayrı mekânlarda düğün eğlencesi yapması uygulaması da (kına geceleri hariç) oldukça azalmış durumda.

Genellikle ekonomik sebeplere dayalı olarak sadece nikâh memuru ve davetliler huzurunda nikâh akdinin gerçekleştiği törenlerin oranı ise gün geçtikçe yükselmekte.

Nikâh törenlerine siyasiler veya mülki amirlerin katılması halinde, bazen evlenecek çiftler bile arka planda kalıp, davetliler basın mensuplarının arkasından töreni izleyebilmekte. Katılan VIP sayısı çoğaldıkça alışılmış iki şahit sayısı çoğaltılmaktadır. Bu durum, devlet büyüklerinin öncülüğünü yaptığı yeni bir âdet haline gelmiş oldu.

Çoğunluğu teşkil eden ortalama Türk düğünlerinde ise, yemekli eğlenceli törenler yapılmakta. Eğlence, gelin ile damadın batı tarzı dansları ile başlamakta, yakınların dans etmelerine imkân verecek müzik ile devam etmektedir. Herkesin katılabileceği Türk Müziği şarkıları ile ortak payda genişlerken, coşku ve eğlencenin dozu, halk oyunlarının oynandığı, halayların çekildiği son bölümde yükselmekte. Bu bölüm, her iki ailenin kökenine göre, yöresel folklor lezzetlerinin tadılmasına da imkân vermektedir.

Düğünlerde genellikle Azerbaycan’lı Ekber’in sözlerini hatırlarım. 2001 yılındaki Azerbaycan seyahatimizde, bizi ailesiyle birlikte yemek ve eğlenmek için “Gülistan Sarayı” adı verilen gazinoya davet eden, şair Şahmar Ekberzade’nin üniversitede okuyan şair oğlu Ekber’in. Israrla halk oyunlarına katılmam için davet edildiğimde, “bilmiyorum” cevabını vermiştim. Ekber şaşkınlık ve hatta kızgınlıkla, “âbey, Türk evladı Türk oyunlarını bilmemek olar mı?” demişti. Anlamıştım ki, yaklaşık 80 yıllık Rus esaretinde, Türk kimliğini korumanın bir aracı olmuştu halk oyunları.

Düğünlere iştirak edenleri iki kategoriye ayırabiliriz: Birinci grup düğünün sevinç ve neşesini paylaşanlar, diğer grup ise bir görevi yapmak üzere iştirak edenler. (Ortak sevinç ve neşeyi paylaşma adına yapılanların önemli kısmı eğlence adabından uzak olabilmekte. Bilhassa ölçüsüz alkol kullanımının nahoş sonuçları olabilmektedir.)

Düğüne iştirak eden herkesin ortak görev anlayışını birleştiren an, “takı takma” törenidir. Ağır bir düğün masrafı ve hatta borçlanma içine giren çift için destek anlamına da gelen, takı takma âdeti başka ülkelerde var mı bilmiyorum. Ama bize yakışan bir güzellik olduğunu düşünüyorum.

Sözü düğünlerde çokça söylediğimiz bir cümleyle bağlayalım: Allah böyle güzel günlerde bir araya gelmeyi nasip etsin.

Uydurulan Yalanın Gladyatörleri

0

Türkiye son birkaç haftadır orijinalinin mevcut olup olmadığı belli olmayan bir belgenin, yani İrtica ile Mücadele Belgesinin, sanal olarak çoğaltılmış olan kopyalarını tartışmaktadır. Bu kopyalar öyle bir etki bıraktı ki günlerdir devletin tepesi bu belgeye kilitlendi. Muhalefet ve iktidar çevreleri kopyanın kopyası, çerçevesinde düzenlenmiş olan deliller ve görüşler etrafında kutuplaştı. Mahkemeler bu kopya belgenin hangi hukuki kriterlerle değerlendirileceğini çözümleme noktasında ciddi açmazlarla karşılaştı. Sorun hala tartışılmaya devam ediyor. Gündem bu belge etrafında şekilleniyor.

Ortada gösterime konan bir belge var. Bu belgenin orijinali ise mevcut değil. Belgenin, bürokratik olarak emir komuta zinciri esasına göre yapılanmış olan Türk Silahlı Kuvvetlerinin bazı birimlerince, hazırlandığı iddia edilmektedir. Belge olduğu iddia edilen bu metnin, Genel Kurmay Başkanlığı ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin görüşleri ile uzaktan yakından ilişkisi olmadığını, Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ heceleyerek açıkladı.

Gazete sütunlarında bu metnin Genel Kurmayın görüşlerini yansıttığını var sayarak, Türk Silahlı Kuvvetlerini darbe planı yapmakla suçlayanlar oldu. Hükümet yetkilileri TSK’yı darbe ve psikolojik hareket planları yapmakla suçladı. Muhalefet Hükümeti bu belgeyle ilgili varsayımları esas alarak eleştirdi. Yargının konuyu nasıl ele alacağı bir muamma olarak ortada duruyor. Çatışan tarafların görüşlerinin sahihliğini veya sahteliğini bir yana bırakalım. Onlar üzerinde bir söylentinin belgeye dönüşmüş biçimi, çatışmanın muharrik gücü olarak etkisini gittikçe arttırmaktadır. Asıl önemli olanda burasıdır.

 Mevlana; “Eğer her görünen şey, göründüğü gibi olmuş olsaydı, o kadar keskin ve aydın görüşlü Peygamber (a.s) :Allah’ım bana eşyanın gerçeğini olduğu gibi göster, diye feryat etmezdi, dua etmezdi.” der.[1]  Mevlana’nın bunu söylediği şartlarda, sanal olarak gerçeği olmayan bilgilerin üretilip dolaşıma sokulduğu bir durum mevcut değildi. İnsanlar tabii bir ortamın inşa ettiği iletişim kanalları ile bilgileniyorlardı. Hakikat arayışına katılıyorlardı. Ancak buna rağmen yine de insanın gerçeği görmesi sorun olmuştur. Bundan dolayı Resul-u Ekrem (a.s) “Allah’ım bana hakikati olduğu gibi göster”, diye dua etmiştir.

Yukarıda anlatılanlar kadim geleneğin mevcut olduğu şartlarla ilgilidir. Günümüzde kadim gelenek maalesef sadece metne dayalı bir değer taşımaktadır. Mevcut toplumsal ilişkiler, kanaatler, iletişim kanalları ve söylemlerin bu kutsal ve kadim gelenekle bir alakası nerdeyse kalmamıştır. Yani günümüzde insanların bizzat eşyaya ve tabiata bakarak hakikati görme şartları ortadan kalkmıştır. İnsanların bir çoğu tamamen yapay bir evrenle, bilgi alanı ile, kültürle karşı karşıyadır. Bu yapay evren ve kültür ise uzmanlar, örgütlü güçler ve muktedirler tarafından -kendilerince?- mantıksal olarak düzenlenmiş bir evrendir. Yani görme ve bilme alanı özgürce her kesin kendi seçimine bırakılmış değildir. Muktedir güçler tarafından yönetilen ve gösterilen bir evrendir. Şu anda gösterime konan bu belge de özel olarak bu amaçla hazırlanmış bir belgedir

Bilgi kaynağı olarak yapay bir evrenle muhatap olma durumu, aynı zamanda zaten yapay olan bilgilerimizin ve kanaatlerimizin yine yapay bir malzemeden bize yansıdığına delalet eder. Yapayın yapayı olan bir bilgi yığını yükü altındayız. J. Baudrillard, “Bir köken ya da gerçeklikten yoksun gerçeğin modeller aracılığı ile türetilmesine hipergerçek yani simulasyon”[2] demektedir.  Simulakr, orijinali, gerçeği, ilk örneği olmayan kendisi zaten kopya olan bir şeyin kopyası anlamına gelmektedir. Simulasyon ise, bu kopyanın dolaşımda tutularak yeniden üretilmesi demektir. Baudrillard özetle, günümüz insanının davranışlarını, tutumlarını ve tepkilerini yönlendiren, etkileyen ve biçimlendiren şeyin, insanın kendi görmesi ve anlaması olmadığını, yapay olarak profesyonelce inşa edilen, gerçekle alakası olmayan bir simulasyon evreni olduğunu iddia etmektedir.

Son günlerde ortaya çıkarılan “İrtica ile Mücadele Belgesi” etrafında inşa edilen gündemin gerçeklikle ilgisi ne düzeydedir? Onu ortaya çıkartmak gerekir. Örnek olsun diye söylüyorum: 1970 li yıllarda bu ülkede insanlar sağcı ve solcu diye kutuplaşmışlardı. Sağcılar, sağcılığa ilişkin değerlerin gerçek olduğuna, solcular ise solculuğa ilişkin değerlerin gerçek olduğuna inanarak mücadele ediyorlardı. Ancak sonradan anlaşıldı ki solculuğa ilişkin ve sağcılığa ilişkin değerlerin hepsi birer yanılsama imiş. Kurgulanmış yalanlar üstüne taraftar olma her zaman önemli bir tehlikedir.

Öte taraftan siyasi iktidar çekişmeleri ve çatışmalarının doğasında, her zaman gerçekle alakası olmayan söylentiler araçsal bir değer olarak kullanılmıştır. Bizans veya saray entrikası denilen entrikalar ve kulisler, genel olarak bu söylentiler üzerinden yürütülür. Söylenti; sahibi, kaynağı ve sorumlusu belli olmayan fikirler, görüşler ve ilişkiler demektir. Gerçekliği şüpheli olan bu görüşler, bu duruma rağmen gerçek çatışmalara, tartışmalara ve eylemlere yol açabilir. Tarihte bu tür çatışmaların örnekleri de bilindiği gibi çoktur. Bakara(102) süresinde Hz. Süleyman’ın iktidarı hakkında “uydurulan yalanların” dolaşıma sokulmasından bahsedilmektedir. Hz. Süleyman’la ilgili olan bu temsil, iktidar çevreleri arasında uydurulan yalanların ne gibi çatışmaları körüklediği açıkça belirtilmektedir. Şunu da belirtelim: Yalan bir gerçeği gizlemektir. Bundan dolayı yalan yine gerçekle ilgilidir. Ancak uydurulan yalanın gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Uydurulan yalanın inşacıları, ağızlarıyla karınlarından konuşanlardır.

Günümüzde kontrollü kriz, olarak tanımlanan söylentiye dayalı çatışma kurguları, saray entrikası denilen krizlerden birçok yönden ayrılmaktadır. Güncel siyasi krizler ve çatışmalar bilgi ve iletişim teknolojileri aracılığı ile şişirilmiş birer gerçeklik (hipergerçeklik) alanı olarak işlem görmektedir. Kurgusal olarak düzenlenmiş olan söylenti, yani uydurulan yalanlar (ki bu artık bir söylenti ve yalan olmaktan çıkmıştır, çünkü taraftarları var, yani gerçektir.), propagandanın, somut suçlamaların ve atışmaların gerekçesi olmaktadır.  The Good Shepherel/Kirli İlişkiler adlı Amerikan yapımı ve CIA, ajanlarının çalışmalarını gösterime sokan filmde, “yalanlarla gerçek yaratmak” CIA casuslarının ve teşkilatının uzmanlık alanı olarak ifade edilmektedir. Romalılar halkı uyutmak için gladyatör yetiştirirdi. Amerikalılar ise anlaşılan “yalan uyduran uzmanlar” yetiştiriyorlar.

Söylentiler bilgi teknolojileri kullanılarak belgeye dönüşmektedir. Söylentiye dayalı propaganda bu yol ile yeniden üretilen bir belge olmaktadır. Belge üzerinde yapılan medyatik yorumlar ise propagandanın yeniden üretimini süreklileştirmektedir. Böylece ilk ve orta çağlarda kuytu saray köşelerinde konuşularak çoğaltılan, dolaşıma sokulan propaganda malzemeleri, (Hz. Süleyman döneminde olduğu gibi) günümüzde belgelere ve yazılı metinler dönüştürülerek, resmi iktidardan bağımsız özel bir iktidar alanı da üretmektedir.  

Medyatik iktidar denilen iktidar, bu yöntemle kurumsal ve resmi bir statü kazanmış olmaktadır. İletişimi sağlama adına üretilen cansız kitle iletişimi yani iletişim araçları, araç olmaktan çıkıp amaç olmaktadır, iletişimden bağımsız bir otorite olmaktadır. Bu durum, kilise bürokrasisinin kendini Tanrı yerine kaim kılması sürecine benzemektedir. Ancak önemli bir fark da vardır. Kilise kutsal olduğuna inanılan bir tanrı tasarımına göre kendini ilahlaştırırken, günümüzün kurumsal olarak örgütlenmiş olan medyatik iktidarı orijinali olmayan bir kopyayı, yani Hz. Süleyman dönemindeki gibi, “uydurulan bir yalanı” gösterime sokarak kendine bir iktidar alanı oluşturmaktadır.

Söylentinin yeniden üretimi ve belgeye dönüşümü yöntemi ile inşa olunan bu simulasyon iktidarları,  geleneksel iktidarın yayılarak dağılmasını sağlamaktadır. Ülkenin geleneksel bürokrasiyi kullanarak malum klasik yöntemlerle yönetebilirliğini de imkansız bir sürece sokmaktadır. İktidarın simülasyona dönüşümü gibi bir süreç yaşanmaktadır. Üstat Necip Fazıl, liberalizmin ve kapitalizmin kazanma hırsı, için “yaşasın kefenimin kefili karaborsa” demişti. Sanırım bizler medyatik iktidar ve uzantılarının inşa ettiği, “uydurulan yalanların” gösterimine kendini kaptırmış Romalı kölelerin durumuna düşmekteyiz. Uydurulan yalan üstüne kurgulanan bu medyatik iktidar ortamında kendimizi nasıl bileceğiz? İyi düşünmek gerekir. 

 


[1] Mevlana, Fihi Mafih, çev. Meliha Ü. Ambarcıoğlu, Milli Eğitim Bakanlığı Yay.  İstanbul 1990 sh. 10

[2] Baudrillard Jean, Simulakrlar ve Simulasyon, çev. Oğuz Adanır, Doğu Batı yay. Ankara 2005, sh 14

CIO (Chief Information Officer)

“CIO” kavramı her geçen gün dünyada ve ülkemizde çeşitli saygın dergilerde kendinden fazlaca bahsettiriyor. Bu kavramın algılanışındaki farklılıkları makaleleri okuduğumuzda görüyoruz.

Günümüzde Bilgi Teknoloji ekipleri , sadece BT(Bilgi Teknolojileri) hizmetlerini yerine getiren anlayıştan çıkıp şirketin performansını, verimliliğini, karını etkileyen  bir pozisyona doğru gidiyor. CIO’lar ve CEO(Chief Executive Officer)’ların “sağ kollarından” biri olarak algılanıyor.

CIO’lardan beklenenler ile birlikte  bakıldığında onların kurum içindeki yerlerini  çok kritik bir pozisyon haline getirmiştir. CIO ; kurum vizyonu çerçevesinde Bilgi Teknolojilerini en üst düzeyde ve verimli olarak kullanan , bu doğrultuda doğru yöntem ve süreçlerinin kuruma kazınılmasını sağlayan liderdir.

CIO’ların kurumun, tedarik yönetimini, şirketin vizyon ve hedeflerini iyi anlamasını, iş birimlerinin BT’den beklentilerinin doğru analiz edilip ihtiyaçlarının çözülmesini, kurumu teknoloji konusunda yönlendirmesini, BT kapasitelerini iyi yönetip üst yönetime konunun öneminin anlatılması, BT yatırımlarının BT departmanı için bir maliyet merkezi olmayıp, kurumun kar etmesine destek veren bir yapıya kavuşmasını sağlayan, ileri görüşlülük, vizyoner bir bakış açısı, bunlar için etkin bir BT ekibinin oluşturması ve yönetilmesini, her şeyden önemlisi güçlü bir iletişim yeteneğine sahip olması gerekmektedir.

Bilişim teknolojisinin özel sektörde karşı karşıya olduğu en büyük 10 fırsat ve zorluk Deloitte’un tavsiyeleri şöyle sıralanıyor:

BT ve hukuk: Yasal düzenlemelerin gitgide karmaşıklaşması CIO’ları iş süreçlerini, sistemleri ve örgütsel yapıları tasarlayıp oluştururken, mevcut kuralların gelecekte alabilecekleri şekli de öngörmeye zorluyor.

Güvenlik ve risk: Yönetici ekibin tehditleri belirlemesi, risk-maliyet dengesini kurması, insan, mal, bilgi ve tesis güvenliğini sağlamak için zayıf noktaları, planları ve varsayımları test etmesi gerekiyor.

İş entegrasyonu: Bilgi ve teknoloji, iş süreçlerini basitleştirmek, daha güçlü, daha etkin ortaklıklar ve tedarikçi ilişkileri kurmakta kullanılabilir. CIO’lar, diğer yöneticilerle birlikte çalışarak, olasılıkları ve engelleri belirlemelidirler.

Değer: CIO’lar proje ve varlıkları gelir yaratması en muhtemel alanlara yönlendirmek, değer yitiren varlık ve faaliyetleri ise tasfiye etmek için diğer yöneticilerle birlikte çalışmak zorundalar.

Ortaklık = işbirliği: BT’nin şirket stratejilerine entegre edilmesiyle oynayacağı rol açığa kavuşturulmalı ve harcamalar hedeflerle ilişkilendirilmelidir.

Yönetişim ve fonlama: Yerinde kararlar, sağduyulu davranışlar ve makul sonuçlar getirecek, basit bir yönetişim modeli benimsenmelidir.

BT satın alımları: Kalite-maliyet dengesinin, esas uzmanlık alanlarının ve etkin yönetim/kontrol yapılarının değerlendirmesine dayalı bir satın alma stratejisi geliştirilmelidirler. Dış kaynak kullanımı her zaman istenen sonucu vermeyebilir.

Performans kıstasları: CIO’lar şirket içindeki gelişme hedeflerinin geçerliliğini kontrol etmek ve başarı düzeyini belirleyebilmek için performansı düzenli olarak değerlendirmeli ve “kıyaslamalıdırlar.”

Yetenek yetiştirmek: Üst düzey yönetim, çalışanları ilgi ve becerilerine uygun işlere getirerek eldeki yeteneği daha etkin şekilde kullanmalıdır. Çalışanların eğitim ve deneyim yoluyla uzmanlaşmalarını sağlayacak imkanlar yaratılmalıdır.

Müşteri hizmetinin ötesinde: BT kıt bir kaynaktır ve müşterilerin tüm taleplerini karşılayamaz. Müşteri segmentasyonuna odaklanılarak müşterinin ihtiyaçları, hizmetin maliyeti ve şirket için yaratacağı değer ölçülmelidir. (CIO’ların Önlenemez yükselişi – Deloitte Türkiye)

Bilişim Teknolojileri hayatı kolaylaştırması, verimliliğin arttırılması, karlılığın arttırılmasının yanında ciddi güvenlik risklerini beraberinde getiriyor. Yasal düzenlemelerin karmaşık hale gelmesi ile birlikte hukukta işin içine giriyor BT yapılanmasını yeniden organize edilmesi kaçınılmaz hale geliyor. Bu da CIO’ların kurumlardaki önemini pekiştirirken , iyi pozisyonlara gelmesini zorunlu hale getiriyor.

Önümüzdeki günlerde de ülkemizde gelişebilecek sorunları ve fırsatları önceden görebilen, şirket yönetimini ile beraber hareket ederek konuları onlarla paylaşabilen, ilgili konularla proje ve çözümler sunabilen, iletişime açık  CIO’lar kurumlar için ciddi bir öneme sahip olacaklardır.

Kırılan “Refleks”ler

Türk’e uygulanan soykırımların genç nesillere tek tek aktarılma ihtiyacı vardır. Bir takım engelleyici, yumuşatıcı, gençlerimize kendi tarihinde kendine karşı yapılmış olan soykırımları unutturucu gayretlere rağmen; bu süreç işletilmelidir. Bu konuda yayınlamış eserler de vardır.  Konu ve mağdur Türk olunca bazıları önemsemiyor. Adeta psikiyatrideki şartlı refleks burada da geçerlidir. Onlara göre; Türk’ün çeşitli haksızlıklarla karşı karşıya kalması, katliamlara uğraması, insan hakları ihlalleri ile yüz yüze gelmesi tabii karşılanmalıdır.

Ümraniye Davası’na Ergenekon ismi verilmesi, geçmişle hesaplaşmak ve yüzleşmek adına tarihi gerçekleri saptırmak, kendini suçlu ilan etmek, önemli olayları sıradan göstermek, Ermeni sorunu ve hayali sözde soykırımı, Ermenilerden özür dilemek, Kürt açılımı ve “Mustafa Belgeseli”ndeki temel mesaj, TSK’ya saldırı için fırsat kollamak, hayali AB üyeliği, milli egemenlik ve bağımsızlığımızı tartıştırmak hep bu şartlı refleksin görüntüleridir. Toplumlar bu türlü psikolojik savaşın araçları ile karşı karşıya kala kala normalde göstermeleri gereken tepki ve refleksleri gösteremez hale gelirler. Bir kanıksama ve ilgisizlik doğar. Bu tepki ve olması gereken reflekslerin kaybedilmesi, tartışılmayacak olanların tartışılması, tehditleri tehdit olmaktan çıkarır ve hatta çözüm haline getirebilir.

Bu refleks kırılması‘nı son yaşanan olayda da görebiliriz. Urumçi’de başlayan ve daha sonra Kaşkar’a sıçrayan olayları protesto eden kalabalığın üzerine bombalar atılmış, yüzlerce Türk öldürülmüştür. En önemli insan hakkı olan yaşama hakkı Çin markalı bir soykırım ile ortadan kaldırılmıştır. Aslında Çin’in uyguladığı soykırım örnekleri yıllardır sürmektedir. Nükleer denemeler, zorunlu kürtajlar ve Çinlilerle evlilik zorlamaları, mecburi göçler, etnik temizlik ve Türk nüfusu yok etme çalışmalarının pervasızca devam etmektedir. Hiçbir ülkenin vatandaşlarına katliam yapma ve aşırı güç kullanma hakkı yoktur. Aslında Cumhurbaşkanı Gül’ün Çin gezisi tekrar değerlendirilmek durumundadır. Son senelerde milli menfaatlerin ve Türk topluluklarıyla olan ilişkilerin, küçük veya büyük menfaat hesaplarına kurban edildiği görülmektedir. Nitekim; Çin ile ilişkileri bozmamak adına yapılan çıkışlar ve yetersiz beyanlar, milli çizgi yolunda  olmaması gereken refleks kırılmalarıdır.

Diğer taraftan Kerkük’te nüfus dengesini Türkmenler aleyhine değiştirmek için her türlü insan hakları ihlalleri ortaya konmaktadır. Yüzlerce insan öldürülmüştür. Çeşitli tezgahlarla Türkmenler ve Araplar azınlık durumuna düşürülmekte; Irak’ın Kuzey’indeki Barzani yönetimi güçlendirilmektedir. Maalesef bu yolda Türkiye de kullanılmaktadır. Buna alet olan ılımlı Müslüman kardeşlerimiz Erbil’de malûm Abant Toplantılarından birini yapmışlar ve Barzani’ye ve ABD çıkarlarına destek vermişlerdir. Irak’taki işgal sonrası gelişmelerde ülke çıkarları soğutulmuş, bir yabancılaşma doğmuş ve aynen Çin’deki olaylar gibi bir refleks kırılması gündeme gelmiştir. Türkiye’ye karşı Türkiye içinde yürütülen Devlet ile, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel nitelikleri ve kurumları ile savaş halindeki malum çevreler; demokratikleşme yutturmacası altında ayrılıkçı hareketlerin ve terör örgütünün  lehine belli ölçüde bir hoşgörü ortamı hazırlamışlardır. Maksatlı anayasa değişikliği tekliflerinde Türkiye’nin milli ve üniter yapısını bozucu, egemenlik ve bağımsızlığı birileri ile paylaştırıcı bir ortam yaratılmaktadır. Büyük çoğunluk ve bazı aydınlar bu tehlikeli gidişi düşünemez, düşünmeye dahi ihtiyaç duyamaz noktaya sürüklemektedir. Kurumlarını ve yasalarını AB standartlarına yükseltmek isteyenler; AB ülkelerinde olmayan ihanet, etnik ırkçılık ve tuzakları da hesaba katabiliyorlar mı? Ülke gerçeklerinin farkına varabilmek için; klasik ezberlerin dışına çıkabilmeliyiz.

AİHM, Avrupa’nın terör örgütleri listesinde yer alan ETA‘nın “siyasi kanadı” olarak bilinen Batasuna Partisinin İspanya Anayasa Mahkemesi tarafından yasaklanmasına ilişkin kararı onaylamıştır. Batasuna, bilindiği gibi ETA’nın terör eylemlerini kınamayı reddediyordu. Bizde DTP de PKK’yı terör örgütü olarak görmediği bir tarafa; açıkça çeşitli beyanlarla örgüte destek çıkmaktadır. AİHM kararında şiddete destek olan, teşvik eden ifadelerin demokraside özgürlük olamayacağı belirtilmektedir. Bizde ise;  terör örgütünün çizgisi TBMM’de temsil edilmezse çoğulcu demokrasinin gerçekleşmeyeceği zannedilmekte ve bu yolda çeşitli siyasi hokkabazlıklar yapılmaktadır. Bundan dolayı Türkiye çelişkiler ülkesi konumundadır.

Cumhurbaşkanımızın Çin Gezisinde Yaptığı Bir Ziyaretin Yol Açtığı Düşünceler

0

29 Haziran Pazartesi akşamı televizyon haberlerinde Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül’ün Çin gezisinin son gününde Şincan Uygur Özerk Bölgesi ( tarihi adıyla Doğu Türkistan ) ni ziyaretiyle ilgili görüntüleri izleyince çok duygulandım ve gözlerim yaşardı. Yıllardır neler yaşadıklarını ve çektiklerini duyarak hüzünlendiğimiz oradaki soydaş ve dindaşlarımızın Türkiye’den giden ilk devlet başkanına hangi düşünce ve hislerle yaklaştıklarını ve sarıldıklarını görünce gerçekten çok duygulandım. O ne güzel bir kavuşma ve buluşmaydı öyle.

Biraz sakinleştikten sonra, düşünmeye başladım o kardeşlerimizin geleceği ne olabilir diye. Elbette bunun cevabı geniş analizlerle bulunabilir. Ancak, uluslar arası sistem içinde Çin’in yakın geleceği nasıl bir şekil alacaksa, o insanların da istikbali ona göre şekillenir diye düşündüm.

Son yıllarda sürekli ve yüksek büyümesiyle dikkatleri üzerinde toplayan Çin’in yakın gelecekte önemli bir küresel güç olacağı beklentisi yaygındır. Ancak, Çin’in çeşitli nedenlerle bu sürekli yüksek büyümeyi sürdürebilmesi pek mümkün görülmemektedir. Ekonomik büyümede ortaya çıkacak bu düşüşler ülkeyi zor durumda bırakacaktır. Geniş coğrafyadaki farklı unsurları sağlam bir yapı içinde tutabilmek zorlaşacaktır. Bu da ülkeyi yönetenleri iki seçenekle karşı karşıya bırakacaktır. Birincisi tekrar kapalı ve katı düzene dönmek ve ikincisi ise daha gevşek bir yapıya geçmektir.

Dışa açılarak ve ihracata dayalı olarak gelişebilen bu ülke için tekrar dünyadan tecrit olmak pek akıl işi gibi görülmemektedir. Dolayısıyla ülkedeki çeşitli unsurların kimliklerini ve haklarını dikkate alan daha gevşek bir yapı bütünlüğü sürdürebilmenin daha akılcı bir yolu olarak görülüyor.

İşte bu beklentiler, yıllardır katı merkeziyetçi yapı içinde çeşitli korkularla ezilen oradaki kardeşlerimizi rahatlatabilir düşüncesine sevk ediyor ve umutlandırıyor beni.

Ey Milletim Uyan

Bozulmanın her yeri sardığı, zenginlerin yarı dolandırıcılık düzenlerinin becerikli taktikleri ile kazanç sağladıkları. Nemelazımcılığın hüküm sürdüğü ahlakın gönüllü olarak kabul edilen prensiplerle değil, cezai tedbirler ve sert kanunlarla korunduğu, iman ve memlekete dair duyguların kozmopolit inançlarla silindiği toplumlarda ne şekilde bir idare tarzı verilebilir? Kimliği hafızası özel yöntemlerle silinip beyni milletine devletine yabancılaşacak şekilde yeniden programlanmış kişiler vahşi kapitalizmin mankurt ajanları olarak milletimizi yönetmeye hakları yoktur.

Türkiye kendisine biçilen rolü üstlenen bir ülke değil kendisi rolünü üstlenen bir ülke olmalıdır. Başkasının gücüne dayanarak ne vatan ne de din kurtarılabilir. Egemen güçlere yaslanarak vatan ve din mücadelesi yapmak aslında vatanı ve dini daha işin başında tehlikeye atmaktır.

Yönetimi elinde bulunduranlar Millete ulul emre itaat et dediler. İtaat ettik, saygı duyduk. Bu saygımız sevgiye dönüşecek yerde korkuya dönüştü. Çünkü saygı duyduğumuz kişiler kendilerini ulaşılamaz vazgeçilmez dokunulmaz olarak gördüler. Kendilerini hayranlıkla seyreden insanların varlığına inandılar inandıkları gibide oldu. Çünkü yalaka yağcı ve dalkavuk insanların menfaatleri ve ihtiyaçları karşılandığı ölçüde yaşadıklarını zannettiler. Onurlu yaşamak diye bir düşünceleri yoktur. Bilmezler Karaca Ahmet’te böyle düşünen insanlarla doludur.

Bu insanların ortak cümleleri
Zamanı gelince konuşacağım.

Ben yanlış anlaşıldım.

Ben onu demek istemedim.

Ben Konuşursam yer yerinden oynar.
Bu durumlar karşısında insanlarımıza tavsiyemiz ve duamız şöyle olsun.

Hz. Muhammed (S.A.V ) Ahlakı

Hz. Süleyman Saadeti

Hz. Eyyübi’nin Sabrı

Hz. Yusuf’un Güzelliği

Hz. Hamza’nın Cesareti

Hz. Ömer’in Adaleti

Hz. Ali’nin bilgisi ve 124 bin peygamberin duası sizinle olsun Allah Sizi korusun.

Orası Türkistan, Şincan Emez!

Günlerdir Doğu Türkistan topraklarından feryat sesleri duyuyoruz.

Komünist Çin, eşi benzeri görülmemiş vahşetlerinden birini daha icra ediyor.  Yine müslümanlar eziliyor, yine masumlar ölüyor, yine içimiz kan ağlıyor.

Bu sanki yeni bir vakaymış gibi gösterilmeye çalışılsa da Doğu Türkistan uzun yıllardır Komünist Çin’in dünyada eşi benzeri görülmemiş zulmünün ve asimile hareketinin derin yaralarını bağrında taşıyor, inim inim inliyor.

Biz görmüyoruz, dünya susuyor!

Doğu Türkistan’ın unutulmaz lideri merhum İsa Yusuf Alptekin, yaşarken en azından bu bölgede neler olup bittiğini dünya bilirdi. İsa Yusuf Alptekin, dünya çapında etkili ve tanınan bir isimdi.  En azından bizlerin dikkati böylesine dağınık değildi. En azından sık sık adı dillendirilir, unutulmazdı dindaşlarımız…

Doğu Türkistan, milyonlarca Müslüman Türk’ün yaşadığı, bizden bizim kültürümüzün hala dimdik ayakta tutulmaya çalışıldığı mazlum ve unutulmuş bir diyar. Zaman zaman bir takım heyetler bu coğrafyaya ziyaretler yapar, kımızlar içilir, yemekler yenir, görüşmeler yapılır -ama hep Çin gizli servis eşliğinde – sonra memlekete dönülünce bol bol edebiyatı yapılır, yazılır çizilir.

Sonra yeni baştan nadasa bırakılır.

Ve susarız sonra aniden… Unuturuz uzun zaman.

Bizim yıllar yılı bu boynu bükük diyarla olan bağlantımız, politikalarımız böyle sürüp gitti ne yazık ki. İlginçtir henüz çocuk yaşlarda, sanırım ilkokul yıllarında tanıştığım bir dergi vardı. “Doğu Türkistan Dergisi”. Evimize düzenli olarak gelirdi ve bendeniz bilinmez nedenlerle bu bölgeye ilginç bir yakınlık ve sempati duyardım. Şu an dönüp geriye baktığımda çocukluğumda haberdar olup da hüzünler yaşadığım o bitmez tükenmez zulmün bitmediğini aksine artarak devam ettiğini görmek, yüreğimi acıtıyor.

Bu durumu dünya kamuoyuna yeterince iletemedik.

Biz görmedik, dünya sustu!

Bizlere hem dindaş hem soydaş olan bu insanlara hep yabancı takıldık. Bunun sebebi çok uzak olan mesafeler miydi yoksa başka bir şey mi bunu çok iyi analiz etmek lazım.

Türkiye bütün İslam ve Türklük âleminin ağabeyidir. Böyle olmak mecburiyetindedir. İç işlerimizde birbirimizi yemekten, birbirimizin değerleriyle uğraşmaktan, dedikodu üretmekten,  her türlü etik değere fesat karıştırmaktan dışarıyı göremiyor, sorunlarımızı doğru okuyamıyor ve es geçiyoruz ne yazık ki.

Farkında mısınız hep acı çekiyoruz.

Bir gün Filistinli için, bir gün Afganlı için ve bir gün Türkistanlı için…

Hep Müslümanlar zulme uğruyor.

Birkaç yıl önce Bosna, Irak, dün Filistin, Afganistan ve bugün Türkistan… Bunun sebepleri belli.

Hala Türk ve İslam birliğini kuramadık.

Hala aramızda bin türlü ayrılık ve gayrılık var. Ve hala bizim generalimiz, bizim profesörümüz, bizim gazetecimiz, bizim esnafımız kendisiyle kavgada kıyasıya… Birbirimizi bir kaşık suda boğacak kadar düşman kesilmişiz. Oysa gözümüzün önünde ilerideki kaderimizi değiştirecek olaylar dizisi kaçıp kaçıp gidiyor.

Türkistan kimin umurunda? Hani bizim kahraman ve milliyetçi takılan kesim, nerdesiniz? Hani meydanlarda Türkistan mitingleriniz? Bu ses gür çıkmıyor, neden böyle kısık sesleriniz? Herkes neden bu kadar naçar, neden gürlemiyoruz bir olup?  Öyle ya bu kadar uzakta kalan bir boynu bükük diyarı şimdi siyasi ranta da tahvil edemeyiz. Böyle olmamalı idik, böyle yalnız, böyle çaresiz kalmamalı idi soydaşımız…

Birlikten dirlik olacağını kim hesaplıyor?

Biz görmüyoruz, dünya susuyor!

Gariban müslüman Uygur Türkü kimin ne işine yarar? Oysa onlar her şeyden önce insan. Soydaşımız, dindaşımız bir yana onlar birer insan-ı beşer. Çin gibi kalabalık bir ülkede insanın değerinin bir hayvandan farksız olduğu bir cehennemde ve inancın olmadığı, yok sayıldığı bir dipsiz kuyuda değersizdir insan.

En sınırdaki dindaşlarımız ve dahi soydaşlarımız bizden yardım bekliyor.

Dünya arenasında seslerinin duyurulmasını istiyor.

Kendilerini manen kucaklayan hamilerinden seslerini duymalarını, duyurmalarını istiyor.

Her ne kadar Komünist Çin bu kadim toprakları Şincan diye tanımlasa da, Uygurları tanımasa da, orası Doğu Türkistan. Diğer bir deyişle Uluğ Türkistan. Yıllar önce ” Doğu Türkistan ” dergisinde merhum destan şairimiz Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu Şincan ismini “reddiye” isimli şiirinde şu şekilde vurgulamıştı:

Yurdumun dört bir yanı bağdır; bostandır
Üç bin yıllık tarihim şanlı destandır
Vatanımın adı Doğu Türkistan’dır
Şincan Emez! ( Şincan değil)

Bütün dünyaya “Şincan Emez” demek zorundayız. Doğu Türkistan milyonlarca müslüman Türkün yaşadığı son sınırıdır İslam âleminin. Geri çekilmek olmaz. Batıda Bosna, doğuda Türkistan serhat boyudur İslamın.

Özellikle Kaşgar, Aksu, Hotan, Turfan gibi kadim şehirlerde camileri, İslam mimarisinin önemli unsurlarını uzun zamandır sistemli bir şekilde yıkmaya, yok etmeye çalışan Çin’in bu hasımane tutumunu bütün dünyaya ilan etmeliyiz.

Önemli rezervlere sahip bu bölge, 12 Kasım 1933 ve 12 Kasım 1944 yılında olmak üzere iki kez Kaşgar’da   “Şarkî (Doğu) Türkistan İslâm Cumhuriyeti” olarak devlet olma özelliğine kavuşmuş ancak ne yazık ki 1949 yılında Komünist Çin tarafından işgal edilmiştir. Ve maalesef 1 Ekim 1955’te, Doğu Türkistan’ın adı “Xin Jiang Uygur Özerk Bölgesi” olarak değiştirilmiştir.

O tarihten itibaren Doğu Türkistan artık yaslıdır, tutsaktır, çarmıha gerilmiştir. Dünya ile ve dahi İslam âlemiyle bağı koparılmış, sesi kıstırılmıştır.

Biz görmemişiz, dünya susmuştur!

İslamiyeti ilk kabul eden hükümdar olan Abdülkerim Saltık Buğra Han’ın mezarı da doğduğu şehir olan Kaşgar kentindedir ve artık harabeye dönüşmüştür. Keza Kaşgarlı Mahmut’u burada hatırlatmaya gerek yok sanırım.

Hala istatistik verilere göre üç yüzden cami ve tarihi eseri bunca zulme ve baskıya rağmen bağrında barındıran Kaşgar kenti tipik bir Anadolu şehridir. Cuma mescidi, Idgah camii, Celâleddin Bağdadi Türbesi ve birçok tarihi İslam eseri bu şehirdedir.

Mesela “Idgah Camii” defalarca yıkılmasına rağmen her defasında yenilenmiş hatta bir defasında bakımını Sultan Abdülhamit Han üstlenmiştir. Evet, birlerinin Kızıl sultan dediği büyük Abdülhamit o günün şartlarında dahi Türkistan’daki Idgah Camiine el uzatıyordu. Idgah Camii, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu tarafından bir şiirine de konu olmuştur:

“Yer sofralarında sessiz bekleyiş…
Kaşgar’dayız… Bir Ramazan vaktidir.
Fergana düzüne çoktan indi gün
İdgah camiinde ezan vaktidir.”

Artık görüyoruz şükür. Dünyaya duyurmak vaktidir.

Artık bir olmak vaktidir. Artık Zulme dur! deme vaktidir.

Ve…

Orası Uluğ Türkistan, Şincan emez! Deme vaktidir…

 

Terk Edilmek

                                                  “Terk edilmek tüm canlılara aynı acıyı verir!.”

“Terk edilmek tüm canlılara aynı acıyı verir!.

Siz terk ettikten sonra onu sokaklarda çok zor günler bekliyor olacak.

Neden terk edildiğine anlam veremediği için şaşıracak.

Mücadeleye daha alışkın sokak hayvanları arasında hiçbir şansı olmadığı için yenik düşecek.

Birileri tarafından beslenmeye alıştığı ve karnını nasıl doyuracağını bilmediği için aç kalacak.

Terk edildiği ana kadar hep güvende yaşadığı ve başka türlü bir hayatı bilmediği için de hastalanacak.

Birileri tarafından sevilip ilgi görmeye alıştıktan sonra yapayalnız kaldığı için üzülecek.

Kendisine yaklaşan herkesi sahibi sanıp iyiyi-kötüyü ayıramadan sevgiyle üstüne doğru  koştuğu için aldanacak.

Karşılıksız sevgi ve sadakatin ne demek olduğunu çok iyi bildiği için, hep sizi bekleyecek.”

Bu dizeler Hayvan Hakları Federasyonu‘nun, kendisini yol ortasında bırakarak uzaklaşan bir otomobile arkasından bakan köpek fotoğrafının üstüne “Terk edilmek tüm canlılara aynı acıyı verir!” başlığı atılmış,  bir posterden alıntıdır.(www.haytap.org , www.dohayko.org )

Yaz tatiline girildiğinde bir çoğumuz yaz tatillerinde köyümüze, yazlığımız varsa yazlığımıza gideriz. Çocuklarımızın bazıları yavru köpek, kedi, balık, kuş , tavşan gibi hayvanlar edinmek isterler bazı ebeveynler onları kıramayıp bu hayvanları petshop’lardan alır. Yazlığında bu hayvanlarla vakit geçiren çocuk ve aileler eve dönüş hazırlıkları başlayınca bu hayvanları şehirdeki dairelerinde istemezler çocuklarla ebeveynler arasında ciddi bir fikir ayrılığı çıkar. Çocuklar hayvanları götürmek isterler ebeveynler ise onları bırakmak ister. İşte tam burada kişiler ciddi bir yol ayırımındadır. Bu farkındalılığın oluşmasında ciddi bir katkı yapan Hayvan Hakları Federasyonu’nu ve bu projeyi akıl edip hayata geçmesinde emeği geçen herkesi kutlamak gerekir.(Bu proje Haytap ve Konyaaltı Dostları Derneği tarafından organize edilmiş ve beraber yürütülmektedir.)

Başarılı bir STK olan Hayvan Hakları Federasyonu‘nun bu kapsamda hayata geçirdiği bir proje daha var. Bu projede takdire şayan bir proje, sıcakları çok hissettiğimiz bu günlerde hayvanlar acaba su ihtiyaçlarını nerede karşılıyor? Hiç düşündük mü? Bizler yolda yürürken susadığımızda eğer yanımıza pet şişelerde su almadıysak bile yolumuzun üzerinde su alabileceğimiz bir çok imkanla karşılaşırız ve susuzluğumuzu gideririz. Ya hayvanlar.!!! Mersinde başlatılan bir proje, bu proje aslında tüm Türkiye’yi ilgilendiriyor hatta bu konularda hassasiyeti olmayan diğer ülkeleri de ilgilendiren bir konuyu içeriyor. Mersinde başarıyla sürdürülen bir proje basından takip ettiğim kadarı ile toplumda da karşılığını bulmuş gibi gözüküyor. STK’lar, vatandaşlar, Belediye ve diğer kurumlarda konu ile ilgililer. Panolara konu ile ilgili çok şık resimler asılmış halk bilgilendiriliniyor.

Projenin konusu “Kapımızın Önüne Bir Kap SU“. Anadolu’da bu konudaki hassasiyet hep vardı şimdi de devam ediyor. Bu hassasiyetin kentlerde ve yazlık yerlerde de uygulanıyor veya uygulanacak olması sevindirici.

HAYTAP‘ın birde sokak hayvanları için geliştirdiği “Su istasyonları projesi” var. Buda çok önemli bir proje sokak hayvanlarının susuz kalmamaları için tasarlanmış bir proje.

Doğayı onlarla beraber kullandığımızı unutmamalıyız. Gücümüzü onları yok etmekten yana değil de onlarla beraber yaşamaktan ve onların varsa sorunlarını çözmekten yana kullanmalıyız..

Şanlı geçmişimize baktığımızda hayvanlarla ilgili pozitif insani ilişkiler, kurumlar kurmuşuz. Daha iyilerini hiç vakit geçirmeden yapabiliriz. Çözüm onların yok edilmeleri değil !!! uygun şartlarda be hak ettikleri ortamlarda yaşamalarıdır.

Hoşça kalın, Dostça kalın

Göye yakın topraklar.
Yaylaları yıldızlara komşu topraklar.
Bizim oralar.
Ojeni’yi bilirdim.
Komşunun kızıydı.
Jöle’yi tanımaz bilmezdim bir zamanlar.
Duysaydım da Türkçe mi? diye de sorardım.
Kısacası cismini tanımadığım gibi, ismini de bilmezdim.
Tanıdığımda, yerine erik ekşisi kullandığımızı anladım.

Gençlik;
Deli,
Delikanlılık yılları.

Çocukluğumun, delikanlılığımın geçtiği yerler.
Memleketim.

Her mevsimi bir başka güzeldir.
Güzeldir de; hele yayla zamanı?
Güzelliğinin yanında derinliği ile de bir başkadır.
Yayla zamanını iple çekerdik.

Okul yok, ders yok, kert(1) ekmeğe yine talim vardı belki ama anasının memesini terk etmiş taylar misali özgürlüğe, yalçın kayalardan süzülen kartallar gibi sevgiliyle kanat çırpmayı beklerdik.

Gözlerimize uyku misafir olmazdı.
Yayla çıkım zamanı geldiğinde.
Ağırlığın(2) yükü altında inleyen kağnıların gıcırtılarını, keman taksimini hazzıyla dinlerdik.
Çamura saplanmış danalar.

Yorgunluktan yolda kalmış kuzular, ya kağnıların terkilerinde(3) ya da mörbetlerin(4) omzunda bir atkı gibi taşınırdı.

Soğuktan üşümüş buğday başakları gibi sarı ile siyah arasındaki bıyıklarımızı, duvara iliştirilmiş ayna karşısında, bir genç kızın saçlarını okşarcasına dikkatlice ve dakikalarca okşardık.

Yine, şimdi yayla zamanı.

Saçlarımıza mevsimin ilk karı yağmış olsa da, mörbetler gibi şendir gönlümüz.

Gönlümüzün terkisinde; Kız gölünün akağından su içmek, Sedeva gölünün yüzen çimlerini birer sal gibi kullanmak, Kençiyan eteklerinde pikal(5) taşlarla Temmuzda kar üzerinde kaymak, hülasa Arsiyan yaylasında ciğerlerime oksijen depolamak var.

Mayınlı tarlaları, sahte belgeleri, hülasa akbabaları leş kovalamada bırakarak, sadece dostlarımın özlemiyle dolaşmak var.
Memleketimin yaylalarında.

İşte şimdi onun zamanı.

Gözünüzün ucundaki dağların dorukları beyazlaşmayı beklemeden, yeşilin sarıya dönüştüğü, güneşin az ısıttığı, yerini kalb-i sıcaklığınızın doldurduğu bir hazan sabahı tekrar buluşuncaya kadar;

Hoşça kalın,
Dostça kalın.

  1. Bayat
  2. Yaylaya götürmek için kağnıya yüklenen bütün taşınıra Artvin yöresinde verilen ad.
  3. Arka
  4. Delikanlılıkla çocukluk arası yaş dönemindeki genç
  5. Yassı düz taş

Türk Solunun Ölü Seviciliği

Ölüsevicilik / nekrofili kavramını literatür olarak Alev Alatlı‘ya borçluyuz. ‘Viva la Muerte‘ yani ‘Yaşasın Ölüm‘ serisi bir zamanlar beyne ve ruha yeni menfez kabilindendi. Tam da bu başlıklar meramımıza manzara koyuyor.

Ezilen kesime vuruş yapmak tarzımız değil. Ne ki Sivas Olayları fetişizmi nerdeyse tarihe bir kara delik olarak mal olmak üzere. Propagandanın gür ırmaklarında yıkanmış her türlü vaka tarihçinin zamana tanıklık yapma alışkanlığıyla karşılanır. Böylece kalabalıkların kabul kronolojisiyle hakikatin yalnız yolculuğu birbirini dengeler.

Sağ kesim ‘ölüm‘ü yüceltir, sol ise ‘ölü‘yü. Sağ ideolojide vuruşarak, ileriye atılarak, hamle yaparak can vermek kahramanlık payesiyle apoletlendirilir. Soldaysa vurulmak, öldürülmek, ezilerek yok edilmek destanlaştırılır. Bilmiyorum hangisi daha Ortaasya‘lı ve hangisi daha verimli? Bilmiyorum; “Alper Tunga öldü mü / Issız acun kaldı mı / Felek öcün aldı mı / Şimdi yürek yırtılır” dörtlüğü hangisi için daha açıklayıcı?

Ne var ki Sivas Olayları‘nın 17.Yıldönümü‘nde iş Kerbelâ Vakası‘nı sosyo – kültürel üretim olarak geçmiş durumda. 17 yaşına gelen delikanlılar ve genç bayanlar için tarihin tekrar tekniğini kullanarak kayıt düşüyoruz.

1.  Temmuz 1992 günü Madımak Oteli’nin yakılmasıyla 33’ü konuk, 2’si görevli 35 kişi feci şekilde can vermiştir.

2.  Can verenler arasında kafalarına tabancayla tek yada çift kurşun sıkılmış 10 – 15 civarında insan bahis konusudur.

3.  Elde olup da olaydan sağ çıkan bazı meşhur kimselerin tabancalarının balistik raporları arşivde hâlâ mevcut mudur?

4.  Bu açık provakasyonu kimlerin, niçin yaptığına bakılmaksızın ‘gericilerin aydınları yakması’ şeklinde üstünün örtülmesi hangi fraksiyonların işine yaramaktadır?

5.  Olaydan sağ kurtulan Can Şenliği mensupları Otelin bitişiğindeki BBP binası üzerinden kurtarılmışken o partinin merhum lideri hâlâ neden hedef gösterilmektedir.

6.  Olayın sene-i devriyesinde yani 5 Temmuz 1993’te Erzincan’ın Başbağlar Beldesi’nde öldürülen 33 kişi neyin karşılığıdır ve niye anılmamaktadırlar?

7.  Sağ ve sol üzerinden 80 öncesi provakatif eylemleri herkes lânetlerken 90 sonrası bu Alevi – Sünni çatışması gibi sunulan tertibe niçin balıklama atlanılmaktadır?

8.  Dış servisler ülkemizde hangi başka meşhur olayları sahnelediği halde sağ yada sol guruplarca hemen sahiplenilerek kapatılma yoluna gidilmiştir?

9.  Olayların arka plânlarını sorgulamak yerine hadiselerin edebiyatının vergisini ödemek ne menem bir davranıştır?

10. Sivas Olayları 20.Yıldönümü’nden sonra mı tarih kitaplarına katliam örneği olarak teklif edilecektir?

11. Tertip ile katliam, komplo ile vahşet illiyet bağı olarak 31 Mart’tan Seyh Said’e, Menemen’den Sivas’a ne kadar veya nereye kadar değişkenlik gösteririr?

12. Kuklaya değil de niçin kuklacıya nişan almıyoruz?