19.1 C
Kocaeli
Perşembe, Eylül 19, 2024
Ana Sayfa Blog Sayfa 1255

“Cumhuriyet Mitingi” ve Cumhurbaşkanlığı Seçimi

Gerek şahıs olarak diğer insanlarla ilişkilerimizde yaşadığımız sıkıntılar ve gerekse kurumların, diğer kurumlar ve halkla yaşadığı sorunların temelinde iletişim problemleri yatar. İletişim ise tek taraflı değil, iki taraflı gerçekleştirilebilen bir olaydır.

İnsanlar genellikle anlaşılmak isterler. Anlaşılmak için hiçbir çaba göstermediği halde anlaşılma beklentisi içinde olanlar olduğu gibi; anlaşılmak, kendini ifade etmek için ciddi gayret gösterenler de az değildir. Muhatabımızı dinlemek ve anlamak konusunda gayret gösterenimiz ise çok çok azdır.

Oysaki iletişimsizlik daha ziyade karşımızdaki insanı dinleme ve anlama becerimiz olmamasından kaynaklanır. Genellikle karşımızdaki insanı, kendi yargılarımızdan, geçmiş yaşantılarımızdan, tecrübelerimizden veya dış etki ve telkinlerden yola çıkarak anlamaya çalışırız ve onun daha kendisini tam olarak ifade etmesini beklemeden yargılar veririz. Böylece kurulması muhtemel bir iletişimi ya kurulmadan sona erdirir ya da gelişmeden kopartırız.

Karşımızdaki insanı anlamak için, öncelikle iyi niyet ve arkasından da onun hislerini ve duygularını paylaşmak gibi özel bir insani çaba göstermek icap eder.

Muhatabımızı anlamak konusunda iyi niyetli isek, yani maksadımız üzüm yemek olup, bağcıyı dövmek değilse, önce karşımızdaki insana saygı gösterip onun kendisini tam olarak ifade etmesine imkân vermeli ve kendimizi onun yerine koyarak, yani empati (duygudaşlık) kurarak onu anlamaya çalışmalıyız.

Kutsal kitaplardan sonra dünyada en çok okunan kitaplar arasında yer alan “Etkili İnsanların Yedi Alışkanlığı” kitabının yazarı Stephen Covey, yukarıda özetlemeye çalıştığım anlayışı “önce anlamaya, sonra anlaşılmaya çalışın” şeklinde formülleştirmiş.

Bu anlayış çerçevesinde Cumhurbaşkanlığı seçiminde Sn. R. Tayip Erdoğan’ın muhtemel adaylığı (ve seçilmesi) ile 14 Nisanda Ankara’da gerçekleşen “Cumhuriyet Mitingi”ni yorumlamaya çalışalım.

Sn. Başbakanı anlamaya çalışmak için empati kurarsak, muhtemelen O demokratik seçimler sonucu (tek başına iktidar olmaya ve Cumhurbaşkanı seçmeye yeter Meclis çoğunluğunu elde etmiş) iktidar partisinin başkanı olarak, Cumhurbaşkanlığı makamının kendisinin en tabii hakkı olduğunu düşünmektedir. Fani olan insan hayatında bir defa gelecek böyle bir fırsatı kaçırmak istemeyecektir. O’na göre Ankara’daki miting neticede birkaç yüz bin kişinin görüşünü aksettirmekte, anayasanın ve yasaların kendisine verdiği haktan vazgeçmesi için bir gerekçe teşkil etmemektedir.

Bu mitingden sonra Sn. Erdoğan aday olmaktan vazgeçerse “yapılan baskılara dayanamadığı için”, Cumhurbaşkanı olamadığı ile kalmayıp, bu tercih sonucu seçmen kitlesi nezdinde itibarının sarsılacağını, partisinin de yapılacak genel seçimlerde ciddi oy kaybına uğrayacağını düşünecektir. Artık geri dönüş pek mümkün değildir.

Öte yandan yedi yıl süreyle bu milletin Cumhurbaşkanı olmaya niyetlenen birisinin, mitinge katılanlar ve katılamayıp aynı görüşü destekleyenlerin duygularını anlamaya ve endişelerini gidermeye çalışması gereklidir. Anlaşılan odur ki, sayıları milyonlarla ifade edilebilecek vatandaşımızın “vatanın satılması”, “rejimin değişmesi” gibi ciddi kaygıları vardır. Bu kitleler Cumhurbaşkanı olması muhtemel kişinin “vatan haini” olduğuna, anayasada belirtilen “devletin temel değerlerini” yıkmaya çalışacağına inanmaktadırlar.

Miting göstermiştir ki, birbirini anlamaktan çok uzak kitleler mevcuttur ve bu durum gerilim ve çatışma potansiyeli yaratmaktadır. Herkesin sağduyu ile hareket etmesi gereken bir döneme giriyoruz.

Sorumluluğun büyük bölümü Sn. R.Tayyip Erdoğan’a düşmekte olup, kendisine karşıt kitlelerin endişelerini giderecek, ortak milli ve manevi değerlerimizi sahiplenen bir devlet adamı görüntüsü çizmesi şarttır. Aksi taktirde korkarız ki yeni dönem milletimiz için de, kendisi için de çok zor geçecektir.

Engelli Çocuklar ve Eğitimi

Engelli çocuk anne-babası olmanın ne demek olduğunu yalnızca başka bir engelli çocuk anne-babası bilir.

Engelli çocuk anne – babası hiçbir zaman böyle bir çocuk sahibi olmak istememişlerdir. Ne de çocuğumuz bu şekilde dünyaya gelmek istemiştir.

Anne-baba, aslında çoğu zaman anne, çocuğunun engelli olduğunu öğrendikten sonra kimi zaman yıllar süren şok, isyan ve durumu kabullenememe süreci yaşar. Bu arada en çok ezilen anneler olmaktadır. Sanki suçlu muamelesi görmektedirler. Çeşitli nedenlerle engelli çocuk dünyaya getiren ailelerin önemli bölümü kendilerini “suçlu” hissediyor. Bu da eşler arasında çatışmalara ve ailenin tüm bireylerinin mutsuzluğuna yol açıyor.

Aileler için özürlü bir bireye sahip olmak, yaşamlarının en zorlu deneyimidir. Özürlü bir çocuğa sahip olduğunda anne babalar ilk olarak hayal kırıklığı yaşarlar. Çocuklarına ne olduğunu bilemediklerinden hayal kırıklığına uğrarlar. Büyük endişe içindedirler. Kendilerini, eş ve yakınlarını ya da sağlık ekibini suçlarlar. Çocuklarına tam teşhis konunca bu duygu ve endişeler kaybolmaz. Çocukların durumunun ne olduğunu kabul etme, birkaç ay veya yılları alabilir.

Sorunlarıyla yalnız kalan ve destek bulamayan aile bireylerinin içinde bulundukları duruma tepkileri farklı oluyor. Engelli çocuğunu eve kapatıp, utanılacak durum gibi gizleyenler de bulunuyor. Kimi de “kader” diyor, içinde bulunduğu durumu kabulleniyor.

Akraba evliliklerinin engelli çocukta önemli risk faktörü olmasına rağmen bu sakıncalı evlilikler ısrarla sürdürülüyor. Engelli çocukların yüzde 28’inin anne ve babaları akrabalardan oluşuyor. Zihinsel engelli çocukların engelli olmasında en büyük etkeni, doğum anında ya da erken çocukluk döneminde yaşadıkları ateşli hastalıklar ve havaleler gibi travmalar oluşturuyor.

Annelerin yüzde 80’i çocuğa korumacı yaklaşıyor, yüzde 83 çocuğunun geleceğinden kaygı duyuyor. “Ben ölürsem o ne olur?” kaygısı yaşayan anne, babadan daha fazla psikolojik sorun yaşıyor. Annelerin yüzde 44 engelli çocuğun bakımında eşleri tarafından yalnız bırakılmaktan yakınıyor.

Aile cephesinde sorunun çözümü için ise önce çocuğun engelini kabul etmek gerekiyor. Aile, bu durumu kabul etmediği sürece eğitim ve rehabilitasyon imkânlarını araştırmıyor.

Eğitimciler olarak ilk önce ailelerin eğitimi gerekmektedir.

Sonra sıra çocuğun eğitimine gelir. Çocuğun bir kez eğitim almaya başladıktan sonra yavaş da olsa bir şeyler öğrenmeye başlaması, hem kendisini hem de anne-babasını mutlu eder. Üstelik her gün okula gitmek, arkadaş edinmek, arkadaş ve öğretmenleriyle gezilere katılmak, çocuğa da, ailesine de iyi gelir.

En ağır durumdaki engelli bir çocuğun bile yapabileceği şeyler var ama buna karşın bu özel çocuk ve gençlerin çoğu evlerinde, dört duvar arasında yaşamak zorunda.

Temel amacımız özürlü çocuklarımızın ve ailelerinin acılarını çok yönlü paylaşmak ve onların eğitim ve rehabilitasyonunu sağlamaktır. Bunun için de uzmanlar nezaretinde

  1. Öncelikle engelli çocukların aileleri eğitilecektir.
  2. Yine engelli çocukların Eğitimi ve Rehabilitasyonu sağlanarak el becerileri geliştirilecektir.
  3. Yeterince eğitim görmüş zihinsel engelliler için istihdam sağlanacak ve işe yerleştirilecektir.
  4. Zihinsel ve bedensel engellilere devletçe tanınmış haklar ve sağlanan kolaylıklar konusunda aileler bilgilendirilecek ve bu haklardan faydalanmaları sağlanacaktır.
  5. Anne ve Babanın ölümü halinde bu çocukların, koruma altına alınarak barındırılmaları sağlanacaktır.

Önyargılarımız ve Cumhurbaşkanlığı Seçimi

Olaylara, kişilere ve davranışlara çoğu zaman alışkanlıklarımız ve ön yargılarımızla yaklaşmakta ve hüküm vermekteyiz.

Prof. Üstün Dökmen’ in verdiği örnekleri kullanalım. Hepimiz eşeğin inatçı bir hayvan olduğuna, Arnavutların ciğer ve pırasayı çok sevdiğine inanırız. Oysa konuyu araştıranlar bu inanışların birer efsaneden ibaret olduğunu görmüşler.

Meğer eşeğin gözleri çok uzakları görebilmekte imiş ve daha önce yaşadığı kötü tecrübeleri hiç unutmayan güçlü bir hafızası varmış. Bizim inatçılıktan dolayı zınk diye durduğunu sandığımızda hayvancağız, ya yeni bir tehlikeyi görür veya geçmişte aynı yerde tökezlemesine yol açan eski bir tecrübesini hatırlarmış. Arnavutlar da ciğeri hiç sevmezmiş, çok sevdikleri yiyecek ise aslında pırasa değil, baklavanın Arnavutçası olan “bırasa” imiş.

Bunun gibi çok sayıda dış etkilerle oluşmuş, verilere dayanmayan önyargımız var. Özellikle sosyal konularda veri toplamak ve onları değerlendirmek belli bir bilgi birikimi ve değerlendirme yeteneğinin olmasını gerektirir. Bir kısım unvanı bilim adamı olanların da dâhil olduğu çok sayıda insan, işin kolayına kaçar ve önyargıları ile hüküm verirler.

Mesela günümüzün konusu, cumhurbaşkanlığı seçimi konusunda kanaat belirten farklı tarafların görüşlerini inceleyelim:

Birinci görüşe göre, Başbakan Recep Tayip Erdoğan, İslamcı bir çizgiden gelmektedir. Her ne kadar değiştiğini ifade etse de, AB ve ABD ile ilişkilerinde eski görüşlerinden çok uzak bir görüntü ortaya koysa da zihninin arka planında rejim değişikliği yatmaktadır. Eşinin başı kapalı olmasının yanında, beyinleri de ortaçağda kalmış bu zihniyetin temsilcisi olan Başbakan, Atatürk’ün oturduğu Cumhurbaşkanlığı makamına çıkmamalıdır, hatta çıkmasına engel olunmalıdır.

İkinci görüş, Başbakanlık icraatı içinde Sn.Erdoğan kötü bir sınav vermiştir. AB ve ABD ile ilişkilerde milli haysiyetimizi rencide edecek kadar fazla tavizler verilmiş, ekonomide uluslar arası sermayenin istediği her türlü düzenleme yapılarak, ekonomimizin bütün kritik noktaları yabancı sermayenin kontrolüne girmiştir. Ülkenin bütün mal varlıkları, arsaları, telekomünikasyon ve bankacılık dâhil kritik şirketleri yabancılara verilmiş, artan iç ve dış borçlarla buyruk alma süreci artarak devam ettirilmiştir. Bu dönemde yolsuzluk ve yoksulluk artmış, Ali Dibo vakaları çoğalmıştır. Ayrıca Başbakan fakirlerin temsilcisi olarak ortaya çıkmasına rağmen fakiri daha fakir, zengini daha zengin yapan politikaları ile tam bir zengin dostu olmuştur.

Genel Kurmay Başkanı ve MİT Müsteşarının da dile getirdiği gibi ülke milli varlık ve bütünlüğümüzün korunması açısından Cumhuriyet tarihinin en tehlikeli dönemini yaşamaktadır. Bu süreçte “milli görüş gömleğini çıkarıp”, uluslar arası güçlerin her dediğini yapan Başbakan asla Cumhurbaşkanı olmamalıdır.

Üçüncü görüş ise genelde AKP yi destekleyenlerden gelmektedir. Bunlara göre Başbakanlık döneminde çok parlak icraat sergileyen Başbakan, enflasyonu tek haneye indirmiş, dört yıl boyunca yüksek oranlı kalkınma hızlarını sağlamış, Türkiye’yi AB ülkesi yapma yolunda ciddi adımlar attırmış, yolsuzluk yapan büyük patronların üstüne gitmiş, büyük bir kalkınma hamlesini başarmış bir liderdir. Eğer kendisi isterse elbette ki cumhurbaşkanı olabilir ve hatta olmalıdır. Bu makam en çok O’na yakışır.

Bu görüşlerin hepsinde de görüşü destekleyecek veya çürütecek bir miktar veri bulmak mümkün. Ancak kanaatlerin çoğunlukla yoruma dayalı olduğunu söyleyebiliriz. Benzer verilerden çok farklı sonuçlara varılması genellikle verilerin sıhhatli okunamaması veya önyargılarımızla ilişkili olsa gerektir.

Bu durumda değerlendirmemize yeni bir ölçüt ilave etmemiz yararlı olacaktır. Belirtilen endişeleri destekleyecek veya bu endişeyi giderecek verilerin değerlendirmesini yapmanın yanında, Sn. Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı makamında neler yapıp yapmayacağının/ yapamayacağının da üzerinde durulması ve bu tahmini yaparken kişilik özelliklerinin dikkate alınması bakış açımızı genişletebilir.

Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Sn. Demirel başbakanlık dönemlerinde dayandığı kitlelerin değil, eski muhaliflerinin daha çok beğendiği bir politika izlemişti. Özellikle 28 Şubat sürecinin yönetiminde sol ve laikçi kesimlerden takdir alan icraatı, geçmişte savunduğu fikirlerle çelişir bulunmuştu.

Sayın Başbakan değişime çok açık bir kişilik sergiliyor. Değişimi gelişme biçiminde de, gerileme, başkalaşma biçiminde de sergilemek mümkündür. Sayın Başbakan Cumhurbaşkanı olunca da değişecektir. Ancak bu değişimin şeklini, onun kişiliğinin bir dava adamı olup olmadığı, bir başka ifadeyle şahsi menfaatini yüce değerlerin üstünde tutan bir kişiliğe sahip olup olmadığı belirleyecektir.

Başbakanın kişiliği ile ilgili bildiğiniz verileri alt alta sıralayınız. Bu verilerin ışığında tahmin etmeye çalışınız. Sn.Erdoğan cumhurbaşkanı olursa rejimi değiştirme gayreti içinde olması ihtimali yüzde kaç; mevcut güç odakları ile tam bir uyum sağlayıp, içinden geldiği siyasi geleneği dışlama ihtimali yüzde kaçtır?

Beyin Fırtınası

Günümüz insanı bazı açmazlarla uğraşırken çözüm arayışlarını dışarılarda ararlar. İnsanların en zayıf oldukları yönleri burasıdır. Bunun çözüm yolları nelerdir. Nasıl bir yol yöntem takip etmeliyiz. Bunları çözümlemek üzere bir araya gelindiğinde hep bildik çözümlerle olayların üstüne giderken sığ analizler yapılır ya da konuşmama tercih edilir.

İşte burada katılımcıların etkin görüşlerinin ortaya çıkması, yeni düşünce şekillerinin ortaya konması, yeni çözüm yollarının bulunması çalışmalarına BEYİN FIRTINASI tekniği terimini koyuyoruz.

Beyin Fırtınası Nedir?

Beyin Fırtınası, birden fazla kişinin bir araya gelerek bir konuyla veya olayla ilgili fikirlerini tartışmaksızın açıklayarak, birbirleriyle fikir alışverişinde bulundukları, paylaşımcıların yaratıcı, yapıcı düşünme gücünü geliştiren bir tekniktir.

Nasıl Uygulanır?

Beyin fırtınası tekniği uygulanırken

  1. Paydaşlara önce fikir üretecekleri bir konu verilir.
  2. Paydaşların her birine bu konudaki görüşleri sorulur.
  3. Paydaşların önerdikleri fikirler kara tahta üzerine veya paydaşların görebilecekleri slayt ekranı ile tüm üretilen fikirler yazılır.

Temel İlkeler

  • Önce Düşün: Beyin fırtınası çalışmalarında paydaşların fikirlerini sınamadan, mantık süzgecinden geçirip elemeden olduğu gibi söylemesi gerekir. Paydaş konuyla ilgili tüm düşüncelerini rahatlıkla söyleyebilmeli, yanlış yapmaktan korkmamalıdır. Tekniğin bu özelliği paydaşcıya duyurulmalıdır.
  • Farklı Fikirler İyidir: Paydaşların günlük düşüncelerin dışında, gerçekçi görülmeyen fikirlerine de değer verilmelidir. Saçma gelen bir fikrin, geliştirildiği zaman en iyisi olabileceği unutulmamalıdır.
  • Nicelik Önemlidir: Konuyla ilgili ne kadar çok sayıda fikir üretilirse, o kadar iyidir. Çok sayıdaki fikir arasından en iyisini seçmek daha kolaydır.
  • Fikirleri Birleştir Ve Geliştir: Paydaşların öne çıkan fikirleri geliştirmeleri, farklı fikirleri birleştirmeleri teşvik edilmelidir.
  • Tartış : Öne çıkan fikirler paydaşlar arasında özgürce tartışabilinmeli

Paydaşların fikirleri listelendikten sonra, ortaya atılan tüm fikirler paydaşlarla birlikte tek tek değerlendirilmelidir. Değerlendirme sırasında benzer olan fikirler birleştirilir. Açık olmayan fikirler sahibine açıklattırılır. Paydaşlarla birlikte en iyi olan fikirler seçilir ve uygulamaya koyulur.

Beyin Fırtınası Ne Zaman Yapılabilir?

  • Günümüz insanının arayış içinde bulunduğu olaylara çözüm yolu bulmak ve çözüm yollarından en iyisini seçmek için.
  • Paydaşları bildikleri bir konuda konuşturmak ve sahip oldukları bilgilerin doğruluğunu ya da yanlışlığını farkettirmek için.
  • İhtiyaç duyulduğunda her an ve ortamda yapılabilir.

Hz. Mevlana’dan Hareketle

Zannediyorum pek çoğunuzun malumudur: Unesco 2007 yılını Mevlana yılı olarak kabul etti. Bu çerçevede pek çok etkinlik düzenlenmektedir.

Mevlana Celaleddin-i Rumi, hiç şüphesiz Türk-İslam aleminin gönül ve akıl birlikteliğini içeren dünya görüşünü temsil eden en önemli isimlerin belki de başında gelmektedir.

Mevlana’nın genellikle gönüllerimize işleyen ve orayı harekete geçiren yönü, hem bizim tarafımızdan hem de onu anlamaya çalışan başka milletlerin mensupları tarafından, ön plana çıkarılmıştır. Tabii bu tutumda haksız sayılmayız.

Ancak Mevlana’nın hayatından yola çıkarak hem dini hem de din ile dünya bütünlüğünü doğru anlamamıza vesile olacak önemli noktaları idrak etmemiz mümkündür.

Öncelikle belirtmek gerekir ki dini doğru anlamak ve derinlemesine kavramak, derin bir bilgi birikimi gerektirir. Yani din sadece gönül işi değildir. Zira “neye, nasıl” gönül vereceğinizi doğru idrak edemezseniz, dinin size gösterdiği yolu da doğru anlayamazsınız. Dolayısıyla doğru bilgi sahibi olmak hem zihnimizin hem de kalbimizin doğru yönü bulması için temel şartlardan biridir.

Nitekim Hz. Mevlana’nın hayatına baktığınızda, annesi Mü’mine Hatun’un lakabının “mader-i sultan”, babası Bahaeddin Veled’in lakabının ise “alimlerin sultanı” olduğu görülür ki bunun anlamı kendisinin daha doğumundan itibaren kültür dolu bir ortamda yetiştiğidir. Bir de döneminin en iyi tahsilini aldığını göz önünde bulundurduğumuzda, zihin ve kalp bütünlüğünü nasıl sağlayıp ürettiği fikirlerle bugün bile hem aklımıza hem kalbimize nasıl nüfuz edebildiğini anlamak zor olmamaktadır.

Bu anlamda Hz. Mevlana, dinimizin de hedefi olan bu bütüncül eğitimin insanoğlunu nerelere yüceltebileceğini görmemiz açısında önemli bir örnektir. (Tabii burada sadece edinilen tahsilin yeterli olmadığını, kişisel yetenek ve gayretin de Hz. Mevlana’yı ulaştığı noktaya gelmede destekleyici unsur olduklarını belirtmek gerekir.)

Bütün bu hususların önemi nedir?

Bugün tarikat adı altında faaliyet gösteren yapılanmaların birçoğunun insanları neden yanlış etkileyip, dinle alakası olmayan durumlara düşürdüğünü anlamamızda Hz. Mevlana’nın şahsında temas ettiğimiz hususlar yardımcı olacaktır.

Öyle ki, cehalet dinin insana kazandırmaya çalıştığı olgunluk ve kemale ulaşmada önemli bir engeldir. Dolayısıyla siz hayatı ve insanı doğru anlamanıza vesile olacak bilgiye sahip olmadan ne dinin maksadını ne de ondaki hikmetleri anlayabilirsiniz. (Oysa bu yapılanmaların birçoğunda hem başındakilerin hem de onlara tabii olanların böyle bir eğitimden, birikimden ve derinlikten uzak olduklarını görüyorsunuz.)

Hal böyle olunca da kemale ulaşmak ve kurtuluşa ermek için ne kendine ne de başkalarına hayrı dokunacak kişilere adeta kul olmaktan kendinizi kurtaramaz, “eşref-i mahlukata” uygun olmayacak hareketler sergilemekten kurtulamazsınız.

Üstelik bunu yaparken olmayan kerametlere inanıp bu şahısları neredeyse Hz. Peygamber’den (S.A.V.) yüksekte (haşa!) tutmak gaflet ve delaletinden de kendinizi kurtaramayabilirsiniz!

İşte bahsettiğimiz tüm bu yanlışların yol açacağı sıkıntılardan uzak kalmak, dinimizin bize vermeye çalıştığı bütüncül hayat anlayışını idrak ederek kendimizi geliştirmek için gerek pozitif bilimler dediğimiz sahalara gerekse dini alana dair “doğru bilgi” edinmek zorundayız.

Unutulmamalıdır ki İslam açısından söz konusu iki bilgi dalından birini diğerine tercih etmek gibi bir anlayış söz konusu değildir. Zira her ikisi de Allah’ın, insanın ve hayatın doğru anlaşılması için yine Allah’ın koyduğu temel kılavuzdur ve birbirlerini desteklemektedir.

Dolayısıyla kılavuzsuz yola çıkmak nasıl yolumuzu kaybetmemize sebep olacaksa, bu iki temel kılavuzun bütüncül yaklaşımla ele alınarak hayatımıza rehber edilmemesi de hem bireysel hem de sosyal anlamda yanlış tercih ve tespitlerle kendimizi kaybetmemize yol açacaktır. Yani fikir ve gönül insanı Hz. Mevlana’nın öz bir biçimde ifade ettiği gibi: “Ayar olmadıkça, kalp ile halis altını seçmeye kalkışma”!… (Mesnevi II, çev. Veled İzbudak, İstanbul 1957, s. 57)

Global Yalnızlık

Geçtiğimiz günlerde babam, rahatsızlığı dolayısıyla hastanede yatarken ziyaretine gelen arkadaşlarından birinin söylediği söz bu haftaki yazımın konusunu oluşturmaktadır.

Kendisi belli bir süre ABD’de ikamet ettiğinden ziyareti esnasında kendisine “ABD’ni nasıl buldun, orada neler gördün?” gibi bir soru yönelttiğimizde verdiği cevap şöyle oldu:

“Orada burada olmayan herşey var. Rahat bir yaşantı, ekonomik rahatlık söz konusu ancak sen ABD’de hastalanıp orada hastanede yatsaydın ben veya başka bir arkadaşın seni ziyarete gelmezdi, gelemezdi, rahatlığın kazanılması için içinde bulunulan yoğun çalışma temposu buna izin vermezdi!”

Globalizmin yegane temsilcisi ve global değerlerin dünyaya yayılmasında başrolü çeken ABD’nin geldiği sosyal yapıya baktığımızda kişilerin üst seviyede yaşamak için günde 10 saat çalıştığını, bu çalışma temposunun getirisi olarak da giderek yalnızlaştığını görmekteyiz.

Çünkü bireyler çalışmaktan arta kalan zamanlarıyla ancak kişisel ihtiyaçlarını karşılayabilmektedir. Dolayısıyla sosyal yaşantıları giderek azalmaktadır.

Bu durum, dünyada giderek artmakta olan global yalnızlığın salt biçimde açıklamasıdır.

Globalizmin veya diğer adıyla küreselleşmenin getirdiği en önemli unsur dünyanın bütünleşip iletişim sayesinde küçülmesi olduğundan, bugün ülkemize bakıldığında büyük şehirlerde ve genellikle iyi eğitim alıp özel şirketlerde çalışanların durumu yukarıda anlatılan ABD’deki sosyal yaşantı ile eşdeğerlilik göstermektedir.

Bu durum neticesinde insanlar giderek yalnızlaşmaktadır. Bireysellik hayatın her noktasında ön plana çıkmaktadır.

İnsanoğlunu diğer canlılardan ayıran en önemli özellik hepimizin bildiği gibi sosyal bir varlık olmasında yatmaktadır. İnsanın yapısında varolan sosyalliğin azalması o kişiyi bunalımlı bir birey haline dönüştürür.

Nitekim bugün sosyolojide yeni bir terminoloji olarak kullanılan “bunalımlı toplum” kavramı toplumların giderek bireyselleşmesinden kaynaklanan sorunları açıklamak amacıyla kullanılmaktadır.

İş hayatının yoğunluğu toplumda ilk önce aile kavramını yıpratmaktadır. Ebeveynlerin yoğun çalışması çocukların anne ve baba ilgisinden, sevgisinden yoksun olarak büyümesine sebep olmakta, bu durum da ilerisi için toplumda bunalımlı bir yapı hakim olmasına yol açmaktadır.

Bunun yanında, yine iş hayatının yoğunluğu, artık günümüzde sosyalleşmenin en önemli vasıtası olan bayramları ve özel günleri, tatile gitme vesilesi haline getirerek ilerisi için milletin kültürel dokusunu deformasyona uğratacak zeminin varolmasına sebebiyet verecektir.

Çünkü her milletin bayramında o millete has ritüeller uygulanır. Bu ritüellerin yerine getirilmesi genç nesillere kültür aktarımına vesile olmaktadır. Dolayısıyla bu durumun değişmesi ilerisi için kültür deformasyonuna sebebiyet verebilir.

Kanatimce insanların giderek yalnızlaşmasının en vahim sonucu yalnızlığın yarattığı bunalım hali sebebiyle insanların içinde varolan şiddet dürtüsünün artmasıdır. Nitekim bugün medyadan hepimiz ülkemizde ve dünyada insanların birbirine uyguladığı dehşet verici şiddet haberlerini görmekte ve okumaktayız.

Peki ne yapılmalı?

Bu sorunun yanıtı yine kanaatimce insanın hayattan ne beklediğiyle doğru orantılıdır. Para kazanmayı hayatta amaç edinenler için yapacak pek bir şey yoktur. Çünkü dünyada varolan sistem zaten insanı bu amaca yöneltmektedir. Fakat hayattan salt maddiyat dışında manevi değerleri de amaç edinenlerin ise bu düzen karşısında dik durabilme cesaretini göstermeleri gerekmektedir. Çünkü bugün zor olan hangi konuda olursa olsun “dik durabilme” asaletini göstermektir. Saygılarımla!…

Alıştık mı alıştırıldık mı?

Bir yerde bir kötülük varsa elimizle, elimizle yapamıyorsak dilimizle o da olmuyorsa kalbimizle buğuz (ki bu da münafıklığın başlangıcıdır) edecektik.Ne oldu şimdi? Eskiden Filistin’de olanlara ne kadar üzülürdük değil mi? Şimdi insanlar yine öldürülüyor Filistin’de, Irak’ta ya da dünyanın bir çok yerinde. Ama biz aynı biz değiliz artık. Peki NEDEN?

Çanakkale de, Bedir de Müslümanlar namazlarını hiç bırakmamışlardı. Üzerlerinde doğru dürüst giysi de yoktu. Şimdi bizim her şeyimiz var. Ama şimdi birkaçımız bir araya geldiğimiz zaman hangi mağazada ne kadarlık indirim var …….malesef durumumuz şimdi bu. İsrail Devleti’nden örnek verelim. Bilirsiniz İsrail 1948 yılında kuruldu.Bu zamana kadar dünyada yersiz yurtsuz yaşadılar.(Yaptıkları kötülüklerden şimdi bahsetmeyeceğim.) Ama inançlarını hiç kaybetmediler ve devlet kurdular. Biz, biz MÜSLÜMANIZ.Bizim inancımız var. Biz biliyoruz ki zafer bizim. Yeter ki inanalım.

Alıştık mı Alıştırıldık mı diye size aklımda kaldığı kadarıyla bir hikaye anlatmak istiyorum. Çok eski zamanlarda, adamın biri birisiyle tartışırken düşmüş bayılmış. Ayıltmaya çalışmışlar ama kimse adamı bir türlü ayıltamamış. Oradan geçmekte olan bir bilge zat, “Çekilin demiş, ben onu ayıltırım” Çekilmişler,adam eğilmiş ve yerde yatan adamın kulağına bir şeyler söylemiş ve yerde yatan adam az sonra kendine gelmiş. Etraftakiler bu işe çok şaşırmış ve sormuşlar kimsenin ayıltamadığı adamı, sen nasıl ayılttın? O da “ Bu adam hayatında daha önce hiç kötü söz duymamış. Karşısındakinden kötü söz duyunca düştü,bayıldı. Ben de onun kulağına eğilip kötü sözler söyledim, o da buna alıştı ve kendine geldi” demiş.

Maalesef şu an dünyanın bir çok yerinde Müslüman kanı dökülüyor. Biz ise kendi kendimizi yiyoruz. Hud Suresi 113. ayet diyor ki “Zulmedenlere meyletmeyin. Yoksa size de ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra size yardım da edilmez.”

Umarım sizler alışmayan ve alıştırılmayanlardansınızdır.

Seçilme Yaşı Artık 25 Ama

Seçilme yaşının ülkemizde 25’e düşmesi süregelen siyasetteki en büyük reformlardan biri olup Türk demokrasi tarihinde devrim niteliğindedir. Bu yasayla meclis kapısındaki “30 yaşından küçükler giremez” anlayışı tarihin sayfalarına gömülmüştür.

Maalesef ülkemizde gençlerimizin apolitik olması, siyasetten nefret etmelerine karşı bu yasanın mecliste yasalaşması, gençlerin aktif siyasette rol almaları doğrultusunda ve temsilde adalet noktasında çok önemli bir girişimdir.

Ayrıca Meclis Başkanımızın AB parlamento toplantısında “Ulusal Avrupalılık Bilincinin Arttırılması” konusundaki gündem maddesi üzerindeki konusmasında öğrenci meclisleri projesi fikri AB Parlamento başkanları tarafıdan çok büyük bir ilgi gördü. Türkiye’nin siyasetin gençleştirilmesi adı altında yaptığı bu ataklar tüm dünyada takdir edilmiştir.

Her şeyin ötesinde hangi dünya görüşüne sahip olursa olsun gençlere 25 yaşında TBMM’ye girebilmesine imkan sağlayacak olan bu yasa Türk gençliğine siyaset alanında kendi meselelerini bizzat kendilerince ifade etmelerine imkan sağlayacaktır.

Tabiki ne seçilme yaşının 25 olması, ne de seçilme yaşına sınır getirilmesi siyasetteki bazı sıkıntıların ortadan kaldırılması noktasında çözüm yolu değildir.

Eğer daha temiz ve dürüst bir siyaset oluşturulmak isteniyorsa ölçü yaş olmamalıdır, en önemlisi liyakat ve ehliyet olmalıdır.

Şunu da unutmamak gerekir, Türkiye’nin yalnızca genç siyasetçilere değil belirli bir birikimi, sorumluluk bilinci, kamu ahlakı olan siyasetçilere de ihtiyacı vardır.

İster genç, ister yaşlı olsun.

Mesela, mülkiyete ait kötülükler, mülkiyet ortadan kaldırıldığında çözülür. Ama maalesef diğer kötülükler aynen kalacaktır. Seçilme yaşının düşürülmesi de, ne siyasetteki kirli oyunları ortadan kaldıracak, ne de siyaset üzerinde oynanan komploları ortaya çıkaracaktır.

En önemlisi insan eksenli, yani insanın kişisel ve ahlaki eğitimini ön planda tutan bir siyasi anlayışının olması gerekmektedir.

Tabiki siyasete ilgi duyan gençler olarak bu yasanın çıkmasına sevindik ama…

Ülkemizdeki siyasilerin bazı siyasi politikaları bizi kaygılandırmaktadır. Mesela:

Bir partinin Genel Başkan seçiminde aday olan bir Belediye başkanına karşı çok ciddi bir muhalefet rüzgarı estirilmişti. Geçmişte yapmış olduğu iddia edilen yolsuzluklar onu karalama politikaları ve onu destekleyen İlçe teşkilatlarının fesh edilmesi gibi olaylar yaşanmıstı. Madem ki bu insan yolsuzluk yaptı, o zaman siz niye partinizden belediye başkanı adayı olduğu dönemde yolsuzluk dosyalarını (tabii ki varsa) ortaya çıkarmadınız da, şimdi mi çıkarıyorsunuz?.. Bizim ülkemizde işin ucu birilerine dokununcaya kadar bir şey yok herşey yolunda ama, koltukları sallanınca kirli oyunları o zaman ortaya çıkarıyorlar maalesef.

Biz gençler olarak siyasete atıldığımızda ülkemizin meseleleri hakkında mı kafa yoracağız yoksa siyasetin kirli oyunları hakkında mı? Bu konuda endişelerimiz bulunmaktadır.

İşte meclisteki vekillerimizin yaş dağılımı:

TBMM’de 546 milletvekili bulunuyor.

Bunlardan yüzde 6,4’ü (35 milletvekili) 40 yaşın altında.

  • 40-50 yaş arası vekil sayısı 157. Bu rakam parlamentonun yüzde 28,7’sine tekabül ediyor.
  • 50 yaş üzeri vekil sayısı 253. Yüzde 46,3.
  • 60 ve üzerinde olan 101 milletvekilinin oranı ise yüzde 18,5.
  • 70 yaş ve üzerinde 9 milletvekili bulunuyor.

En yaşlı vekil 82 yaşındaki CHP İstanbul Milletvekili Şükrü Elekdağ.

Bu tabloya bakarak diyebiliriz ki; bizim ülkemizde siyasetçileri ancak o koltuktan, kara toprak ayırıyor maalesef…

Bizler artık monotonlaşmış ve kadrolaşmış, bir siyasi yapının varlığından rahatsız olan gençler olarak, delegelerin satın alındığı ucuz bir siyasette değil, liyakatli olanların başa getirildiği, temiz ve dürüst bir siyasi anlayışın hakim olduğu bir siyasette…

Siyasete atılmak istiyoruz…

Devlet Çarkı Nasıl Döner?

Devlet işlerini pek önemsememekten mi, yoksa kurumsal yapısı nedeniyle artık kişilere bağlı olmadığını anlatmak için midir bilinmez, bir şairimiz,

“Asiyab-ı devlet’i bir har da (eşek) olsa döndürür” demiş…

Bu mısraya Neyzen Tevfik şu meşhur cevabı verir:

“O kadar har koştular ki asiyab-ı devlete,
Çiğnemekten birbirin dolab-ı devlet dönmüyor.”

Yani, “Devletin değirmenine o kadar eşek koştular ki, birbirini çiğnemekten devletin dolabı dönmüyor.”

Neyzen Tevfik’in mısralarında yönetim bilimi açısından dikkat çektiği üç husus var: 1- Bir organizasyonda görev alması gereken kişi sayısının optimizasyonu. (Yani işin gerektirdiği miktarda görevlinin bulunması gerekliliği); 2- Görevlilerin veya birimlerin ortak hedeflerinin olması; 3- Ortak hedefe hizmet edecek bir çalışma düzeninin oluşturulması.

Organizasyondan kastımız sadece devlet gibi devasa boyutlu olanlar değil, şirket, dernek, siyasal parti, vakıf, kooperatif ve hatta ailedir.

Bir kişinin yapması gereken işi üç kişiye yüklerseniz her bir kişinin verimliliği üçte bire düşmez, daha da fazla düşer.

Üç kişiden biri çok çalışıyorsa, diğer iki kişi çok az çalışır veya hiç çalışmaz. Çalışmayanlar bir süre sonra çalışanın da şevkini azaltır ve ayrıca grup içinde dedikodu ve çekişmelere sebep olurlar.

Üç kişinin hepsi de çalışma arzusunda ise yeterli iş olmadığı için hepsi de az çalışmak zorunda kalır, bir süre sonra çalışma arzuları azalır.

Ayrıca organizasyonların karar mekanizmaları, (yönetim kurulları, komisyonlar, belediye meclisleri gibi) olması gereken büyüklüğün üzerine çıkarsa karar alınması güçleşir.

Bu bakımdan organizasyon şemasının oluşturulması aşaması ve sayının optimizasyonu organizasyonun başarısı için ilk şarttır.

İkinci aşama mensupların, organizasyonun ortak hedeflerini benimsemesi ve bu ortak hedeflere ulaşmayı destekleyen şahsi hedefler benimsemesidir. Ortak hedefi benimseyen kişi veya birimlerin birbirlerini köstekleyici değil, destekleyici olmasının herkesin yararına olduğu bilincinin yerleşmesi başarıya ulaşmanın ikinci basamağını teşkil eder.

Üçüncü basamağı başka bir yazı konusu yapmak daha uygun olur.

Şimdi bu bilgiler ışığında sizlere soruyorum: Neyzen Tevfik yukarıdaki mısralarında doğru söylemiş mi?

Çanakkale’nin Gör Dediği

Bu hafta Çanakkale Zaferinin 92. yıldönümünü idrak ettik Başta ulu önderimiz Atatürk olmak üzere silah arkadaşları ve tüm şehitlerimizin ruhları şad olsun!

Özellikle günümüz iç ve dış gündemine dair gelişmeleri ve insanımızın içinde bulunduğu ruh halini gözönüne alırsak, Çanakkale Zaferi gibi vakalara dair tarihimizin nasıl okunması gerektiği çok daha açık biçimde ortaya çıkmaktadır.

Zira Çanakkale Zaferi, hiç şüphesiz sadece askeri manada bir başarı olarak önem kazanmıyor. Çanakkale Zaferi, yokluğa, imkan darlığına rağmen kararlılığın, azmin ve inancın bir milletin yok olmaktan kurtulmasına vesile olacağını ispatlıyor. Şartlar ne kadar kötü olursa olsun umudun yitirilmemesi gerektiğinin, mücadeleden vazgeçilemeyeceğinin kanıtıdır Çanakkale.

Belki tarihimizdeki bu önemli gerçeklerin bizler tarafından idrakinin yol açacağı neticelerin farkına varılmış olmalı ki, son zamanlarda, Çanakkale gibi önemli köşe taşlarına dair “destan mı değil mi, zafer mi şans mı (İngilizlerin hatasından istifade gibi)” biçiminde tartışmalar oluşturulmaktadır.

Tabii ayrıca buradan hareketle, daha önce de temas ettiğimiz üzere, “şehitlik” gibi yine haksızlık ve zulüm ile mücadele etmemizde çok önemli dini bir motivasyon kaynağı olan bazı kavramların da içi (İngiliz şehitleri ifadesi gibi) boşaltılmaya çalışılmaktadır. Tüm bu hususlara ilaveten, Çanakkale Zaferi’nin, ortaya koyduğumuz savaş ahlakına ve insalık anlayışına dair (tüm haklı öfkemize rağmen) önemli bir örnek teşkil ettiğini, yine dünya gündemini de dikkate alarak, gözönünde bulundurduğumuzda, neden bu tip vakaların anlam kaymasına uğratılmaya çalışıldıkları kanaatimce daha iyi anlaşılıyor.

Çünkü insanlık dayanışmayı ve hakkı; hakka, adalete riayet etme ve dayanışma ise gücü ve başarıyı beraberinde getirir. İnsanlığı hiçe sayarak amaca ulaşmak için her türlü yolu mübah sayan anlayışın dünyadaki tezahürlerini ve neticelerini maalesef acı bir biçimde görüyoruz!

Bu noktada Alev Alatlı’nın “Şimdi Değilse Ne Zaman?” isimli kitabında zikrettiği şu hususları paylaşmak isterim: Alatlı, Amerika’nın ünlü deniz piyadelerinin yani marinelerinin sabah akşam şu sözleri kıraat ettiklerini vurguluyor: ““Bir deniz piyadesi nedir?” diye başlıyorlar. “Kimdir?” değil, “Nedir?” Ve şöyle sürdürüyorlar: “Birleşik Devletler Deniz Piyadeleri, iki yüz yılı aşkın titremesidir yerin. Cehennemdir, ölümdür, yıkımdır. Dünyanın gördüğü en iyi savaş makinesidir. Bombaların açtığı bir çukurda doğduk biz. Anamız bir M-16, babamız iblisin kendisi idi.” Sonra kime olduğu belirsiz (tersine, belirli bir tehdit):

“Yaşadığım her an, senin hayatına yönelik yeni bir tehdittir. Ben, kaba görünüşlü, gezginci bir deniz piyadesiyim. Ben, kibirli, ben-merkezci ve küstahım. Korku nedir bilmem; çünkü korkunun ta kendisiyim. Kan ve bağırsaktan yapılma yeşil bir canavarım ben. Suda ve karada yaşayabilirim. Sudan çıktım ve cerahatimi dünyada mukim Amerikan-karşıtlarının üstüne boşaltıyorum.” Yetmiyor, “Ne zaman gerekir, ne zaman olursa, muharebe alanında görkemli bir ölümle ölecek, hayatımı annem, ‘deniz piyadeleri’ ve Amerikan bayrağı uğruna feda edeceğim. Kartalı Hava Kuvvetleri’nden, çapayı Deniz Kuvvetleri’nden, halatı Kara Kuvvetleri’nden çaldık.” (Kartal, çapa, halat forsları oluyor, yani halat sarılı çapa üzerinde kartal.)

“Yedinci Gün’de, Allah dinlenirken, onun sınırlarını aştık, dünyayı çaldık ve o zamandan beri gösteriyi biz yürütüyoruz.”… “Biz piyadeler gibi yaşarız, denizciler gibi konuşuruz, ve her ikisinin de posasını çıkarırız şamarlarımızla. Gündüz asker, gece aşık, dilediğimizde şarhoş, ve Allah’ın izniyle, ‘deniz piyadeleri’yiz biz!” (s. 70 – 71) Ve ekliyor Alatlı: “Allah ne izin versin, ne de ellerine düşürsün!

Bir de kendi ülkemizi düşünüyorum, “vatan, millet, Sakarya” anılarıyla alay eder hale gelen ülkemizi! Çanakkale Abidesinin bakımını Anzaklara ihale edecek hale gelen ülkemizi! Nasıl olabildi diye baktığımda gördüğüm, kolaycılık, kabalık, indirgemeci düşünce biçimi, kelimelerin ardında yatanı boşlayan yüzeysellik. Sakarya’ya [veya Çanakkale’ye] burun bükmek, nasıl bir hoppalık olmalı?!” (s. 71)

Okuyup anladıkça güç almamız ve hisse çıkarmamız gereken tarihi zaferlerimize dair Alatlı’nın vurguladığı esef verici tutum içerisinde bulunulması hakkında yazarın verdiği tepkiye katılmamak mümkün mü?…