25.5 C
Kocaeli
Perşembe, Eylül 25, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1255

Şiirin İsyan Bayrağı

0

Şiir deyince kiminin aklına börtü – böcek gelir. Kimi de ‘Saddam şiir yazsaydı, Miloseviç okusaydı; bu zulümler olmazdı‘ kabilinden Ren türü cümleler geyiklerler. Sanki şiirin silahı yok.

Şiire ve şaire yapılan en büyük zulüm de budur. Şiir bir yumuşatıcı markası, Yumoş değildir. Mankenlerin, artistlerin kelime gevelemeleri hiç değildir.

Şiir tahrip gücü yüksek bir bombadır, patlar: Hem Cahiliyye Devrinde hem de Asr-ı Saadet‘te.. Peygamberin bürdesi (hırka) bir kasideye niçin gitmiştir? Ve niçin Kur’an’ın inzalinden sonra birçok şair şiir yazmayı bırakmıştır?

Bu yazıyı şiirin vezninin, kafiyesinin hatırına yazdığımı düşünmediniz umarım. Bu meyanda size Arap şair Nizar Kabbani‘yi takdimden mutluluk duyarım:

“Dostlarım !
Başkaldırmıyorsa nedir ki şiir?
Azgınları ve azışları devirmiyorsa nedir ki şiir?
Zamanda ve mekânda
Sarsıntı yapmıyorsa nedir ki şiir?
Kisra Nuşirevan’ın başındaki tacı
Yere çalmıyorsa nedir ki şiir?”

Hem Lübnan‘lı olacaksınız hem de Ortadoğu denilen ateş çemberinden canınız ciğeriniz yanmayacak. Hem gariplerden olacak (selam olsun gariplere) hem de küresel zulüm zebanilerinin petrol ağaçlarında budanmayacaksınız.

“Bunun için çekiyorum isyan bayrağını !
Kediler gibi boğazlanmaya götürülen milyonlar adına
Göz kapakları çıkarılanlar adına
Dişleri sökülenler adına
Sülfirik asitte eriyenler adına, kurtçuklar gibi
Mahrum olanlar adına
Sesten, fikirden, dilden
Çekeceğim isyan bayrağını”

El öpmez onun şiiri. Doğrusu sultanlara düşer onun şiirinin ellerini öpmek. Develer gibi yük çeken halklar adına, sudan ve arpadan başka hakkı olmayan, dostluğu büyük kaşıklarla içen halklar adına haykırır:

“Yaşasın bir demet yonca !
Yaşasın tek ilah diye Allah’a yalvaran
Halklar adına..”

O bir nâr-ı eşcârdır yani ateş ağacı.. Ve bıçağın saltanatını reddeden muttasıl kanayan yaradır. Yazdıkları mazlumlar adınadır, mısraları mitralyöz cinsinden bir makinadır.

“Ey mümtaz dostlarım,
Dudaksızların dudağıyım ben
Gözsüzlerin gözüyüm ben
Okumuşlara denizin kitabıyım ben
Bir çığ gibiyim ben, sevgilim
Çılgınlılarla karşılarım çılgınlıklarla
Kırarım nesneleri çocukluk içre
Kanımda devrim ve limon kokusu
Yoksa var olmak istemem”

Aslında insan hiçbir zaman, hiçbir yerde çaresiz değildir. Bazen tek bir söz, bazen tek bir sinek, bazen tek bir taş bütün korku imparatorluklarını yer ile yeksan edebilir. İşte o yüzden ‘Lâ tehaf / Korkma !’ diye başlar İstiklal Marşı Şairimiz Milli Şiirimiz‘e. Efendilerin gücü kölelerin sadakati kadarmış. Bkz: ABD.

“Dostlarım !
Hakiki şiir sizsiniz
Gülmenin de ehemmiyeti yok
Surat asmanın da
Sultana öfkelenmenin de
Siz benim sultanlarımsınız
Dostlarım !
Sizi beklemekteyim hala
Kıvılcım tutuşturmak için”
Son: Şimdi değilse ne vakit?

Bosna-Hersek Gezisi Notları – 4

0

Bu gün son günümüz.

Sarajevo (Sevdalinka, Boşnakça’da ‘sevda şarkıları’ ) da ünlü baş çarşıyı gezeceğiz. Saraybosna Türklerin Avrupa’da kurduğu en büyük kent olarak kabul edilir. Aracımız bizi otelimizden alarak Miljacka Nehri kenarından baş çarşının güneyinden gezeceğimiz yere götürüyor. Nehir üzerinde birçok köprüler mevcut ancak bir tanesi çok özellikli bir köprü. Hünkâr köprüsü. 1.Dünya savaşının çıktığı köprü.

Kendinizi herhangi bir Türk şehrinin pazar yerine giriyor gibi hissediyorsunuz. Geniş bir orta meydan sağında solunda aşağısında ve yukarısında değişik meslek gruplarına hitap eden arastalar, çarşılar. Hemen çarşının üst başında çarşının sembolü durumuna gelmiş ahşap sebilin bulunduğu bir meydana çıkıyorsunuz. Tertemiz kaynak suların aktığı bu çeşmeden kana kana içebilirsiniz. Ama benim gibi adını sormadan bu çeşmeden su içmenizi tavsiye etmem. Âşıklar çeşmesi adındaki bu sebilden içenlerin artık Saraybosna’dan ayrılamadığı rivayet ediliyor. Yanı başında kavak ağaçlarının çevresinde toplanan yüzlerce güvercin ayaklarınızı okşayarak dolaşıyor. Boşnak halkı kadar munis ve sıcakkanlı, sevecen varlıklar.

Yerler taşlarla döşenmiş (Arnavut kaldırımı) çarşı esnafı dükkânları yeni yeni açıyor. Sebilin sol tarafında bakırcılar çarşısı, sobacılar, sağ tarafta yemeniciler devam ediyor gidiyor. Şu anda turistik alışveriş çarşısı olmuş, turistik alışveriş malzemeleri satılıyor. Bosna kültürünü yansıtan çok fazla bir ürün gözümüze çarpmıyor.

Çarşının sağ tarafındaki dükkânların sonuna doğru Gazi Hüsrev Bey Camii ve külliyesi yer almakta. Camii savaştan sonra restore edilmiş. Yanındaki Kurşunlu Medresesinde eğitim hala devam etmekte. Dikkatimize sunulan bir bilgi hayli ilginç; Camiinin ve külliyenin kurulduğu 1531 tarihinden itibaren, savaş zamanı da dâhil olmak üzere her gün bir hatim indirilmekte. Osmanlı mimarisinin en güzel örneklerinden olan cami Mimar Sinan tarafından 1531 yılında yapılmış. Caminin harcında sütle yumurta kullanılmış. Camiyle, çarşı için kullanılan granit sütunlar 100 tane öküzle 10 km uzaktaki Lukovitza’dan getirilmiş.

Gazi Hüsrev, 1480 de doğdu. Babası Ferhad Bey, annesi 2. Beyazıt’ın kızı Selçuk Sultan. Semendire Sancakbeyliğine atanan Gazi Hüsrev Bey aynı zamanında Kanuni Sultan Süleyman’ın halasının oğlu. Belgrad’ın fethinde bulundu. Belgrad’ın fethinden sonra Bosna Sancakbeyliği’ne getirildi. Bölgede yeni fetihler yaparak sancağının sınırlarını genişletti. 18 Haziran 1541 de öldü. Gazi Hüsrev Bey Camii avlusunda ki türbesine gömüldü.

Caminin yanındaki saat kulesi de dikkatimizi çekti. Saat kulesinin üzerinde çalışan saat alaturka saat dilimine göre çalışmakta (Akşam ezanı saat 12.00 yi gösterir). Hemen saat kulesinin dibinde Moriça Han bulunmakta. Şu anda orası da turistik eşya satan dükkânlarla yaşamakta.

Sebilin hemen sağ yanında bakırcılar çarşısının hemen girişinde mimari yapısıyla ilgimizi çeken Ferhatpaşa Camii. İbadete açık Osmanlı camilerinden. Camiinin hemen bitişik alt tarafında Bezistan Çarşısı, Markale pazarı görülmesi gereken yerlerden.

Sebilin hemen yanından geçen yolla (Tito Caddesi), çarşı içinden uzanan yolun kesiştiği yerde eski Yugoslavya diktatörü Tito’nun zamanından beri yanmakta olan Tito Ateşi. İlk zamanlar kömürle yanmakta olan ateş daha sonraları doğal gazla günün 24 saati yanmakta.

Çarşı batıya doğru nehrin kenarında devam etmekte iken zaman içinde çarşının bir kısmı yıkılarak çarşının orijinal hali bozulmuş nehrin öte yakasında kalan kısımlarda bulvar ve stadyum çalışmaları yüzünden küçülmüş eski hali kalmamış buna rağmen hala Saraybosna için ilk görülmesi gereken yerlerden bir yer.

Miljacka nehrinin üzerindeki Hünkâr (Latin) köprüsüne değinmiştik. Bu köprünün bu kadar özellikli olmasının nedeni Birinci Dünya savaşının çıkmasına neden olan, Sırp milliyetçisi Gavrilo tarafından 28 Haziran 1914 de Macaristan veliahdı Ferdinant’ın bir suikast sonucu öldürülmesidir. Yani 1.dünya savaşının çıkmasına neden olan kıvılcım bu köprüdür. Köprü 1541 yılında ahşap olarak yapılmış 1565 yılında Ali Ayni Bey tarafından taş köprü olarak inşa edilmiştir. 1798 yılında sel sebebiyle tahrip olan köprü Hacı Abdullah Briga tarafından yeniden inşa edilmiştir. Aslı 4 kemer ve 5 ayaktan oluşan köprü şu anda 4 ayaklı ve 3 kemerli olarak ayakta durmaktadır.  Hemen köprünün karşı kıyısında Fatih Camii yer almaktadır. Burada Fatih Sultan Mehmed’in şehre girdiğinde ilk Cuma namazı kıldığı yeşil kubbesi ile dikkat çeken Fatih Camii bulunuyor. Fatih Camiin den az ötede ise İnat Kuça Evi yer almakta. İnat Kuça inat ev anlamına gelmekte. Şu anda lokanta olarak hizmet vermektedir. Asıl özelliği binaya ismini veren inat ev’dir. Evin sahibi yerine yapılması düşünülen devlet dairesi için evini yıktırmamış daha sonra bir şartla; Evin sökülerek aynı malzeme ile karşı tarafa yapılmasını şart koşmuş taşınmasını kabul etmiş bu günkü yerine yapılmış o gündür evin adı inat evi olarak kalmış.

Daha sonra Avrupa’nın sayılı kütüphanelerinden olan Saraybosna kütüphanesine gidiyoruz. Sırplar tarafından her zamanki haçlı taassubu ile daha önce Kurtuba’daki kütüphaneleri ve içindeki kitapları yakan zihniyet burada da aynı şekilde kütüphaneyi ve içindeki çok kıymetli el yazması ve diğer kitapları yakarak tarumar etmişler. Elde kalan ve kurtarılan kitaplarla Kütüphane hizmet vermeye devam ediyor.

Sonsöz olarak Yeni Dünya dergisinden okuduğum (2007 Şubat) şu cümleler aklımdan hiç çıkmazdı: Saraybosna’da Erzurum’dan, Amasya’dan, Edirne’den izler bulursunuz. O yüzden Saraybosna hayatımızın tam da içindedir. Farkında olsak da olmasak da. Orda Türk evini, Türk sokağını, Türk kaldırımını bulursunuz. Yürürken yaptığınız yolculuk alelade bir sokak gezintisi değildir. Yürüdüğünüz yer zamanın içidir. Sonsuzluğun köşesidir.

Saraybosna’ya hiç gitmemiş olsanız bile orada sizin birçok hatıranız var. Derim ki; bu hatıralar hatırına Saraybosna’ya bir uğrayın.

Türkiye’ye dönmek üzere buruk bir hüzünle hava alanına doğru hareket ediyoruz.

Şehâdetin Sembolü Olarak Doğu Türkistan

0

Uygur kardeşlerimizin Çin işkencesi altındaki katliamı gündeme gelir gelmez, katliam üzerinde stratejik yorumlar ve siyasi senaryolar yoğun bir şekilde yazıldı, konuşuldu. Çin’in, Amerika’nın ve Rusya’nın hesapları yeniden güncellendi. Küresel iletişim ağları bir güç olarak, bir iktidar biçimi olarak, bu katliamı yeni bir tüketim malzemesi olarak kullanıma soktu. Bu hesaplar ve değerlendirme biçimleri, aslında her ne kadar 38 milyonu aşan Uygurların sorunlarını dile getirme adına yapıldıysa da, onların acılarını, ölümlerini ve kıyımlarını medyatik bir malzemeye de dönüştürdü.

Ben bu mü’min kardeşlerimin acılarını, zamana yayılan ve beklenen ölümlerini ve şehâdetlerini bir başka açıdan değerlendireceğim. Çünkü medyada gösterime konan senaryoların ve konuşulan küresel hesapların, onların acılarını ve ölümlerini azaltmayacağını biliyorum. Bundan dolayı, onların acılarını, ızdıraplarını ve kitlesel şehâdetlerini bir başka açıdan değerlendireceğim. Her hangi bir küresel gücün hesaplarına ve senaryolarına göre değerlendirmeyeceğim. Onların hesabı olabilir. Ancak tarihten biliyoruz. Kitlesel kıyım yapanlar direnen bir halk karşısında her zaman mağlup olmuşlardır. Uygurlar da bunu yapıyor. Bundan dolayı Uygur direnişi örnek bir direniştir ve varolma mücadelesidir.

İnsanlar ahlaklarıyla, ilimleriyle, siyasi duruşlarıyla, cesaretleriyle, kahramanlıklarıyla, direnme biçimleriyle örnek olmuşlardır. Tarih ve edebiyat kitapları bu tür örnekleri anlatırlar, yeni nesillere aktarırlar. Ancak öldürülme sürecini yani şehâdeti; bir varoluş biçimi olarak destanlaştırmaya dair örnekler çok azdır. Bu örnekler de daha çok ferdidir, kişiseldir. Hallac’ın kendi idamını, bir sembole dönüştürmesi, şehâdeti dirilişe dönüştürmesi buna örnektir. Hz. Sümeyye’nin kendi şehâdetini, bir varoluş biçimi olarak göstermesi ve yaşaması da ferdi bir misaldir.

Çanakkale savaşındaki Türk askerinin şehâdeti de benzer bir misaldir. Ancak Çanakkale Savaşlarının şehitleri ve askerleri emir ve komuta zinciri içinde usta bir uygulamanın parçası olarak bu mahşeri yaşamışlardı. Bilinçlerini şehâdetle bütünleştirmişlerdi. Kendilerini Allah için kurban etmeyi, asker olarak, özümsemişlerdi.

Doğu Türkistan’da ve Gazze’de yaşanan şehâdetler ferdi değildir. Örgütlenmiş, programlanmış ve disiplinle kurgulanmış şehâdetler de değildir. Bir halkın bütün varlığı ile birlikte, şehâdeti bir varolma biçimi olarak yaşamasının örnekleridir. Bu bakımdan Doğu Türkistan ve Gazze halkının şehâdeti, varolma mücadelesinin, iki önemli örneğidir. Bu makalede Doğu Türkistanlıların yani mü’min Uygur kardeşlerimin, şehâdeti, bir ifade biçimi olarak seçmesi ve direnişi kendi kıyımlarıyla ebedileştirmesini anlatmaya çalışacağım.

Türkistanlı kardeşlerimizin yaklaşık bir buçuk asırdır verdikleri mücadele, bir halkın varolma mücadelesidir. Bu mücadele örgütlü değildir. Her hangi bir kuruluş tarafından yönetilmiyor. Çünkü bu halkın karşısındaki güç, yani Çin devleti, örgütlenmeye dahi tahammülü olmayan gaddar ve zalim bir güçtür. Bu gücün siyasi düzeni, rejimi değişse de sonuç hep aynı kalmaktadır. Bu gücün Kralları, Komünistleri ve liberalleri konu Müslümanlar ve Türkler olunca farklı davranmıyorlar, aynı şiddeti mazlum halka uyguluyorlar. Uygurlar da bu durumu bildikleri için, toplu ve tabii direnişi ölümleri pahasına sürdürüyorlar. Bunu kendileri için bir varolma biçimine dönüştürüyorlar.

Bir buçuk asırdır, onlar çocuklarına ve torunlarına miras olarak; ev, araba, mal, mülk, mevki ve makam bırakmadılar. Kendi ölümlerini, direnişlerini, kıyımlarını ve şehâdetlerini miras olarak bırakıyorlar. Dünya’ya seslerini duyurmak için, küresel güçlerin de maşası olmayı denemiyorlar. İnançlarına, ihlâslarına, samimi duruşlarına ve Yüce Allah’ a güveniyorlar. Her şeyin bittiği bir zamanda “Hasbüna Allah ve Ni’mel Vekil” diyorlar. Söylenmesi ve yapılması gereken tek şey de budur.  Sapanla, ölüm makinesi uçaklara, taş attılar. Buzlu dağları yalın ayak yürüyerek aştılar. Ölülerini bilmedikleri tanımadıkları topraklara defnettiler. Kabe’ye sığınmaya koştular. Mevlânâ’nın ülkesine geldiler. Uygurlar, bu duruşları ile şehadeti tarihin ve hayatın kalbine oturtuyorlar. Onlar Yusuf Has Hacib’in, Kaşgarlı Mahmud’un torunlarıdır. Onların kadınları Zeynep olmuştur, erkekleri ise Hüseyin.

Uygur halkının ölümü, bir ordu şehâdeti, bir kişi şehâdeti değildir; bir halkın şehâdetidir. Çocuklarıyla, kadınlarıyla, özürlü ve yetimleriyle bütün bir halkın şehâdeti. Üstelik bu bir günde veya bir iki düşman saldırısı ile vuku bulan bir halk şehâdeti de değildir. Nesillerin, bir buçuk asırdır günbegün yaşadığı, bir sürecin şehâdetidir.  Uygurların toplu kıyımı, bu özelliği ile yaşanan bir süreç olmaktadır. Bir halkın toplu kıyımı, bir anda değil, sürece bağlı olarak yaşaması, çok ürkütücü bir işkence sahnesi gibi karşımızda durmaktadır. Çin işkencesi denilen işkence de tam bu türden bir işkence biçimini anlatmaktadır. Ancak her işkence ölümle sonuçlanmaz. Fakat Uygurların tabi tutulduğu işkence, toplu kıyımlarla, öldürmelerle sonuçlanmaktadır.

Onların bu şehâdeti, üstelik gizli kapaklı savaş oyunları ile, gece baskınları ile,  eşkıya ve terör tarzı saldırılarla gerçekleşmiyor. Mevzilerine çekilmiş düşman bekleyen bir halk değiller. Caddelerde, şehir meydanlarında bütün açıklığı ile yaşanan bir toplu kıyımın kurbanı olmaktadırlar. Uygurların kıyımı Gazze halkının kıyımı gibi, görsel imajlara ve ikonalara soykırımcılar tarafından da dönüştürülmüyor. Bu kurbanı gerçekleştirenler “Başını kaldıran Türkü öldürün” diyorlar. Onları görünmezliğe, tükenmişliğe ve kendini saklamaya mahkum ediyorlar. Uygurlar işte bu görünmezlikten kurtulmayı ölümleriyle, biz buradayız demekle ancak anlatabiliyorlar. Gaflet ve delalete katlanamıyorlar. Bunun için hiçbir küresel gücün hesaplarını öğrenme gereği de duymuyorlar.

Onlar Hallac gibi, vücudundan akan kanları yüzlerine sürerek, yüzlerinin solgunluğunu kanlarıyla kapatıyorlar.  Hz. Sümeyye aleni bir şekilde her kes görsün ve korksun diye şehid edilmişti. O da bunu bilerek korkmadı. Şehâdet getirerek şehâdeti yaşadı, direnişini ölümsüzleştirdi. Bize örnek bir davranış olarak bıraktı. Hallac bir mahkeme kararı ile şehid edildi. Onun da şehâdeti aleni bir şekilde başka insanlar korksun diye örgütlü, disiplinli ve planlı bir şekilde iktidar güçleri tarafından gerçekleştirildi. Ancak Uygurlar, çok vahşi bir tarzda ne bir mahkeme, ne de görselleştirme uygulaması olmadan öldürülüyorlar. Onlara dünyanın en büyük ordusu, en kalabalık halkı ve sermaye güçleri, bulundukları her yerde saldırıyor. Ölüm Uygurlar için, varolma ve bir ifade biçimi olmuştur. Umarım onların bu duruşu ve ifade biçimi, benzeri zulümleri yaşayan bütün kardeşlerimize örnek olur. Umut olur. Çünkü görünmezliğe katlanmak gaflettir. Kendi dışındaki bir gücün parçası olmak delalettir.

Aşk Nedir?

0

Aşkı ilk insandan bu yana herkes yaşadı, anlatmaya çalıştı. Kimisi o sadece yaşanır, anlatılamaz dedi, kimisi yaşanırsa biter dedi. Yaşananlar bitti, yaşayanlar gitti. Kalan tek gerçek, aşkın kendisi.

Sinan Paşa Tazarruname’de aşkı şöyle anlatıyor: “Aşk, bin incidir, her denizde bulunmaz. Aşk bir nurdur, her gözde görünmez. Aşk bir huzurdur, her gönülde bulunmaz. Aşk bir zevktir, onun da başka dili var. Aşk bir coşkunluktur, onun da deryaları var. Aşktır, bülbülleri dile getiren. Aşktır, çalgıcılara ahenk veren. Aşktır, gönülleri, gül yüzlüleri ortaya çıkaran. Aşktır, alemi lale, yasemin; insanı gümüş tenli eden. Aşktır, kaşları keman ettiren…”

Sinan Paşa aşkın her mekanda bulunmayacağını, daha doğrusu mekansız olduğunu söylüyor. Onun mekanı ne gönüldür ne eşya; ya da hem gönüldür hem eşya. En doğrusu, gönlün eşya üzerinde titrediği noktada ve anda. Gönül, öyle bakar ki, eşyada başkasının göremediğini görür, işitemediğini işitir, hissedemediğini duyar ve koklar; orada aşk başlar. Bir nurdur, bir huzurdur, onun başlangıcı Sinan Paşa’ya göre. Aşk, sürekli yaşanan bir zevk verir. Kullandığı dil, lisan değil; histir. Denizlerdeki coşkun dalgalar, beden deryasındaki coşkunluğun küçük bir numunesi olabilir ancak.

Tazarruname yazarına göre, aşk, beden vasıtasını harekete geçiren güçtür. Bülbülleri o konuşturur, inletir; ahenkli ahenkli.  Aşktan aldığı ilhamla terennüm eder bülbüller sabahlara kadar. Adı güldür o aşkın bülbül için;  ama her aşığın maşuku gül değildir. Her aşık, farklı bir gül koklar. Belki bütün aşıklar gerçek gülü arar. Aşk, bütün çirkinlikleri gizleyen zifiri karanlıktır. Aşkla, bütün kaşlar kemandır, bütün tenler gümüştür. Aşkla, bütün çiçekler laledir, yasemindir. Varlıktaki çirkinlik aşkla yok olur, yerini sözü edilen varlığın en ideal olanı alır.

Bir mekan tahsis etmek, bir enerji gözüyle bakmak da yanlıştır aşka. Somutlaştırmak, aşkı anlaşılır kılmak için gerekse bile yeterli değildir. Bunun ötesinde bir şeydir o. Aşk, varlıkta hiçliktir, zerrede deryayı görmektir. Bir görüştür, bir algılayıştır o. İdrakin yetmezliğini itiraftır ki, o, kelimelerle ifade edilmez, cümlelere sığdırılamaz. Bulunduğunda yok olan, bitmeyen bir arayıştır aşk. Sürekli olmasındadır onun diğer duygulara göre ayrıcalığı. Onun güzelliği, acı ile zevkin, ıstırap ile lezzetin harmanlanması ile oluşur. Her yakalayışta elinden kaçırdığın özlem isimli güvercindir aşk.

Bedenin dışındaki bir bedende yok olmayı gerektirir aşk. Tanımsız eylemdir. Her kötülüğü hoş gördüğü için aşk, bütün kötü duygulardan azat eder insanı. Ona gerçek hürriyeti tattırır. Özgürlüğe köle yapmak için dünyevi kölelikten kurtarır aşk bizi. Aşığın, verdiğinde gözü kalmaz, o, alamadığına hayıflanmaz. Eşyada mana, bedende inziva; aşkın diğer tanımıdır. Aşk, Alem-i Berzah’ta ruh, dünyada güruh, ahrette fenafillah demektir.

Gerçek aşk, insan olduğunu hissetmekse bu, kaçımızda var?

 

O Biçim Demokrasi

Bizim Batıcıları görüyorsunuz değil mi? Her fırsatta dillerinden düşürmedikleri, devletimizin kurucusu Atatürk’ün arkasına sığınıp, batılılaşmayı hedef gösterenlerin ne derece samimi oldukları her geçen gün daha iyi anlaşılıyor. Batıyı görmesek batının standartlarını bilmesek bizi inandırabilirler ama bunların davranışlarını gördükçe samimi olmadıkları, batıcılığı sadece kendi çıkarları için kullandıkları meydana çıkıyor.

Bunlara göre Batıcılık sadece açık saçık giyinmek, çıplak denizlere girmek, istedikleri yerlerde istedikleri kadar kafa çekmek, diledikleri zaman diledikleriyle diledikleri gibi bir arada olmak. Aksi düşünceleri potansiyel tehlike olarak gördükleri için milletin çoğunluğunun oylarıyla milletvekili seçilseler bile millet meclisinden milleti meclisten kovmak, meclise almamak… Bazıları başını örtüyor diye ne kadar bilgili ve yetenekli olursa olsun devletin vatandaşları için açtığı üniversitelerden uzak tutmak. Hatta üniversite giriş imtihanlarında ülke ikincisi olan İmam Hatip mezunu gençlerin üniversiteye girişini engelleyen yasayı meşru görmek.

Batı’nın her şeyden fazla değer verdiği halk iradesine bizim batıcıların saygısı yok. Millet iradesinin çoğunluğu ile meclise girmiş siyasi partinin, hiçbir hukuk kuralında yeri olmamasına rağmen kendi uydurdukları bahanelerle kapatılmasını uygun görebiliyor, iki kere ikinin dört ettiği kadar açık ve belirgin konuları gülünç nedenlerle tartışabilir hale getirebiliyorlar. Mesleklerinde zirveye çıkmış insanların bu kadar yanlışlara bulaşmalarının izahı mümkün değil. En tepedeki hukukçular bugüne kadar yaptıklarının tem terisine kararla imza atıp dün beraat kararı vediklerine bugün en ağır cezayı, dün cezalandırdıklarını bugün es geçebiliyorlar. Ülkeyi bölmeye çalışan bölücü örgütün yapılanmasında görevli meslektaşlarının görevlerine mani olma anlamına gelen müdahalelerin yapılmasının izahı olabilir mi?

Bazı batıcı siyasilerin durumu ise tam bir vehamet. Hukuku çiğneyen hatta mevcut hukuki düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs edenlerin normal, yani sivil mahkemelerde yargılanmasına karşı çıkıyorlar. Halkın iradesi ile seçilen ve kendilerinin de içinde bulunduğu meclisi devre dışı bırakmaya teşebbüs edenlerin bırakın yargılamayı, yapılanları neredeyse alkışlayacaklar.

Böyle bir anlayış demokratik rejimlerde değil, krallıklarda bile olmaz. Oralarda halkın seçtiği yöneticiler olmasa da yöneticilerinin vicdanları bu derece haksızlığa başvurmalarına elvermez. Bunların demokratlığı krallıktan daha faşist. Bunların her yaptıkları doğru! Halkın çoğunlukla da olsa aldığı kararlar yanlış. O biçim demokrasi işte.

 

Kim Türk Değil?

0

Hiç kimse mazisinde seyredemez. Hiç kimsenin yüzüncü kuşaktan dedesinin kim olduğunu bilmesi de mümkün değildir. Tarihi süreçte binlerce yıl içerisinde insan genlerinde nelerin değiştiğini bilecek hiç bir bilimsel çalışma olmadığı gibi olması da mümkün değildir. Hangi kuşakta kim kiminle evlenmiş, hangi ırka mensup biriyle hangi ırka mensup diğerinin müşterek çocuklarının atalarının kimliklerinin dökümünü yapabilecek  bir bilimsel cihazda icat edilmiş değildir.

Hal böyleyken, çıkıp ortalığı karıştırmak adına, Türkiye nüfusunun genetik haritasını çıkarmanın anlamı da gereği de yoktur. Dünyanın hiç bir ülkesinde homojen bir yapı olması, aynı düşünceler çerçevesinde mümkün görünmemektedir. Batıya sarkan Hun Ordusu’nun genetik kalıntılarını nasıl Türk sayamaz isek, aynı şekilde ırki manada dahi Türk olanın Türk olmadığını belirtmesi halinde, Türk olmayacağını düşünmemiz gerekmektedir. Türklük bir bilinç meselesidir. İnsanın kendisini ne kabul ettiğine bakılmalıdır. Samimi olarak kendisini Türk hisseden her insan Türk’tür.

Bu çerçeveden hadiseye bakıldığında Türkiye’de Türk nüfus hakkında yorum yapanların, aslında yaşanan sürece katkı yapmaya çalışan gafil ve hainler olduklarını düşünmek gerekmektedir. Neymiş efendim Türkiye’de Türk yokmuş, eeee.. sonra? Osmanlı da Türk değilmiş. Daha daha… devam edin deseniz, işin arkasında nelerin var olduğunu görürsünüz… Bunlara göre Sultan Mehmet Han da Rum’dur. El insaf demeyin. Adamlar hayat felsefelerinin gereğini yerine getirmekteler… Kendi kuracakları dünyada Türk olmamalıdır. Onlara göre Türkler sadece çekik gözlü-brakisefal tiplerdir. Tipolojik tasnif olsa olsa ırki bir tasniftir. Milliyetçilik ile ırkçılık ayniyet arz etmez.

İyi güzel de hani siz ırkçı değildiniz. Bu ırk temeline dayanma saplantısının sebebi nedir? Tabii, Türkiye’de Türk olmayınca Türk adının devlet adı olmasına da gerek yoktur. Azınlık olan bir milletin adının Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne verilmesi de asla ve kata doğru değildir. Hatta çoğunluğun azınlığa tabi tutulması gibi bir kötü sonuç da doğmaktadır. Bu kötü sonucun ortadan kaldırılması da insan haklarıyla alakalı önemli bir mesele olmalıdır.

Öyleyse ne yapmalı; önce şu Türkiye yerine Anadolu’mu desek acaba? Biliyorsunuz Anadolu kelimesinin aslı Yunanca. Biz kelimeyi ana ve dolu kelimelerinden oluşmuş bir bileşik kelime olarak kabul etmişizdir. Ve öyledir de.

Ancak, eğer Türkiye Cumhuriyeti yerine Anadolu Cumhuriyeti dersek, milliyetçi görüş dışındaki görüşlere uygun olarak; Yunanca “Doğu Ülkesi=Anatolia” sözcüğünü “Anadolu” şeklinde kullanmış olacağız. Bizim için Türkçeleşmiş kelime de Türkçe’dir.  Ancak Anadolu kelimesini başkaları   Türkçe bir kelime olarak algılamayacaklardır. Dolayısıyla kolayca kabul görecek ve sadece Anadolu halkının değil dünya halklarının ve hele hele Yunan halkının  kabulü ile onaylanmış olacaktır. Biliyoruz ki, onay almadan hiç bir şey yapamayacak duruma getirildik. Vesayet makamlarının onayı çok önemlidir(!)

Anadolu Cumhuriyeti yerine “Osmanlı Cumhuriyeti” diyebiliriz. Nasıl olsa “Osmanlı” kelimesinin içinde de Türk yok… Üstelik iddia sahiplerine göre, Osmanlılar Kayı boyundan değildir, yani Türk değildirler. Hatta nereden geldikleri belli olmayan bir halktır. Buradan çıkaracağımız sonuç; “Osmanlı Cumhuriyeti” dahi Türkiye Cumhuriyeti yerine kullanılabilir… sadece ve sadece şu “Türkiye” kelimesini çıkarırsak, ırkçı yaklaşım sona erecektir ve Anadolu topraklarında Türk’ten eser kalmayacaktır. Türk kimliği olmayan bir Anadolu olsa olsa Bizans adıyla anılabilir. İyide şu Anadolu’nun aslında  milat öncesi açılmış kapılarını 1071 de yeniden açan Alparslan ve ordusu acaba brakisefal kafa yapısına sahip miydi?

Durun beyler, hangi ihanet noktasından emir alırsanız alın, bu cumhuriyet muz cumhuriyeti değildir. Burası, ana ve dolu kelimelerinin birleşmesi ile oluşmuş Anadolu’dur ve burada var olan devletin adı: TÜRKİYE CUMHURİYETİ’dir. Hiç bir güç bu devleti kuran Atatürk ve arkadaşlarının manevi mirası üzerinde kafalarına göre tasallut ile tasarrufta bulunamaz.

Çünkü biz varız…

Post-Modern Büyü

Yabancılara aşırı değer veren onların çoğu kere telkin ve tekliflerini bile adeta emir kabul eden kötü bir geleneğimiz var. Geleneklerimize bağlıyız; ama bu ve benzeri gelenekleri de kabullenemiyoruz. Tanzimat dönemi ile alevlenen Batı önündeki bu eziklik halâ sürüyor.

Bazen bazı yabancılara ve yabancı kuruluşlara o kadar değer atfederiz ki onları bile şaşırtırız. Yabancıların yargımıza müdahale örnekleri son beş altı yıldır o kadar çok arttı ki;  bunlar bu makaleyi bütünü ile doldurabilir.  Dışarıyla iş birliği yapanlar veya dışarının ekmeğine yağ sürenler ile ilgili bir dava oldu mu adliye koridorları yabancı müfettişler ile dolar. Kendilerinin pek ciddiye almadıkları demokrasi ve insan hakları hikayeleri dillerde dolaşır. Bunun bir çirkin örneğini Elif Şafak davasında yaşadık. Hrant Dink ile davada da benzeri olaylar olmuştu.  Ertesi gün davası bulunan Elif Şafak’a bir gün önce Sayın Başbakan doğum tebriğinde bulunmuş ve davanın hayırlı bir sonuca ulaşmasını temenni etmişti. Bazı davalar var ki, hakimler o davalardan çekilmektedir. Henüz başlamamış davalar bazı siyasetçi ve basın organlarınca çoktan bitirilmiş ve hüküm verilmiş olmaktadır. Gizli kalması gereken dosya bilgileri yandaş basına sızdırılmakta; ardından da belge verilenler gazetecilik ödülü almaktadırlar.

Yargısız infaz yapanlarca sanki yargı süreci bir teferruat gibi zannedilmektedir. Yargının siyasallaştırılmasını gerçekleştiren pişkin siyasetçi tipi, Yargıtay Başkanı bir beyanat verdiği zaman “yargı yargıya karışmamalı, yargı mensupları siyasetçi değil” uyarısı yapmaktadır. Yargıtay Başkanı Sayın Gerçeker‘in askere sivil yargı yolunu açılması ile ilgili beyanatı doğru ve bunun bir anayasa ihlali olduğu da bir gerçektir. Kararı Anayasa mahkemesi verecek diye herkes susacak mı? Ama önemli olan değişikliğin Anayasa’ya aykırı olması değildir; nasıl olsa elimizdeki çoğulcu değil; çoğunlukçu demokrasi silahı kullanılabilir, bir gece ansızın o maddeler de değiştirilebilir. Aslında Sayın Yargıtay Başkan’ının suçu Türk olmaktır. Eğer bir yabancı olsa idi; kendisine bu çıkış bile yapılamazdı. Yapılsa bile ertesi gün tekzip edilirdi.

Son günlerde bir rapor ortada dolaşıyor. Brüksel’deki bir ABD kuruluşunun “Uluslar arası Kriz Grubu Raporu”. ABD işgal altında tuttuğu Irak topraklarından er geç çekilecektir. ABD çekildikten sonra Müslüman katili ABD’nin işbirlikçileri olan Kürtler ne olacaktır? ABD çıkarları ve Irak’ın Kuzey’indeki yeni tip bir İsrail örneği nasıl korunacak ve yaşatılacaktır? Petrol işi ne olacaktır? Sorun kısaca budur. ABD, Kürtlere sahip ve koruma aramaktadır. Türkiye’deki demokrasiyi beğenmeyenler, şimdi bunu methederek Musul Vilayeti’nin dün olduğu gibi bugün de Türkiye’ye bağlanarak, Yeni Osmanlıcılık okşamaları yapılmaktadır. Dün Osmanlı’nın canını okuyanlar, ona küfredenler; Türkiye’nin milli devlet ve üniter yapısı hedef alınınca; birden Osmanlıcı oluverdiler. Kısaca ABD Irak’ın Kuzey’inde bize güvenlikçi rolü vermek istiyor. ABD’nin bu bölgeden tamamen çekileceğini beklemek de hayaldir.

Önemli olan hem Orta Doğu siyasi coğrafyasını daha da ufalamak, hem Türkiye ile pazarlığı güçlendirici bir kozu önümüze koymak, hem de Türkiye’yi federal bir yapıya zorlamaktır. Aslında bu oluşum küreselleşme ve onun akrabası olan post-modern ve çok kültürlülük politikalarına da uygundur. Bunlar olmaz ise; küreselleşme başarılı olamaz. Bundan dolayı küreselleşme ortada maskeli olarak dolaştırılmaktadır. Küreselleşme vahşi kapitalizme bir alternatif değil; ona Dünyayı uyutacak yeni bir elbise giydirmektir. Emperyal güce bağlı çokuluslu şirketlerin ideolojisidir küreselleştirme.. Küreselleşmenin ideolojisi de çok kültürlülük tezleridir. En iyi bütünleşme çözülmedir. Artık klasik ideolojik çatışmaların yerini, etnik ve mezhep çatıştırmaları almıştır. Bu çatıştırmalar yolu ile milli devletler zayıflatılmalı, milli direnç noktaları yok edilmelidir. Milli sınırlar ve milli devletler küreselleşme ve uluslararası sermayenin yayılmasının önündeki engellerdir. Modernleşmeye tepki gibi gösterilen gelenekleri reddeden post-modern yaklaşım da küresel güce servis yapan bir araçtır. Bu anlayış; farklılaştırmayı, yöreselliği, parçayı, marjinal grupları güçlendirerek milli devletlerin karşısına dikmektedir. Modernleştirme ile hedef gerçekleşmediğine göre;  post-modernleştirme büyüsü gerekmektedir.

Zengin Müslümanların Hayat Tarzı

Öncelikle “zengin Müslüman” tabiri bana ait değil. Kendini tanımlarken Müslüman kimliğini ön plana çıkarmayan, hatta ibadet yaptığına dair bir emare görmediğimiz kişilerin bile Müslüman olmadığını söyleyemem. Bu kapsamda Tüsiad üyelerinin de bana göre (gayrimüslim olduğu bilinen birkaçı dışında) “zengin Müslüman” sayılması gerektiğini düşünürüm. Ancak bu kavramı kullananlar, kendini tanımlarken Müslüman olduğunu vurgulayan kesim. Daha çok “Yeşil Sermaye“, “Anadolu Kaplanları”, Müsiad üyeleri arasında yer alan ve siyaseten Ak Parti’yi destekleyen zenginler bu kavram içinde değerlendiriliyor.

Türkiye’de “zengin Müslüman” sayısının çoğaldığı, eskiden çevrede olan bu zümrenin, artık merkezde ciddi bir güç teşkil etmeye başladığı dikkat çekiyor. Sermayenin yaygınlaşması, Anadolu sermayesinin yurtiçi ve yurtdışında rekabet gücü kazanması, büyük ölçekli kuruluşların ortaya çıkması çok olumlu gelişmeler.

Müslüman burjuva olarak da tanımlanan yeni sınıf, bu statülerine geçişte hayat tarzlarını da değiştirmekte. Bu değişim kaçınılmaz bir gereklilik olarak algılanabildiği gibi, Müslüman’a yakışmayan bir tarz olarak da dile getirilmekte.

Bir yandan “komşusu aç iken tok yatan bizden değildir” hadisini tekrarlarken, diğer yandan da asgari ücret fiyatına başörtüsü almak, beş veya yedi yıldızlı otellerde tatil yapmak, yüz binlerce liralık cipler kullanmak eleştiriliyor. Tam bu ortamda Müsiad‘ın kurucu başkanı Erol Yarar, cesur bir çıkış yaparak Müslüman burjuva sınıfının hayat tarzına dair görüşlerini ortaya koydu, sınırlarını çizdi:

“Bazı aşırılıkları gözlüyorum ama bir lokma bir hırka felsefesine de inanmam. Bu bize yutturulmuş bir zokadır! Allah verdiği nimetleri kullarının üzerinde görmek ister. Osmanlı padişahının giyimi Karacaoğlan gibi değil. Ölçü minimum giyinmekse İmamı Azam’ın giyimini nasıl izah edeceğiz? Evi Bağdat’ın en güzel eviydi. Zekâtımı veriyorsam İslam’da kimse niye böyle yapıyorsun deme hakkına sahip olmuyor. Malının tümünü infak etmeyi Allah’ın Resulü de izin vermiyor. Zannediyoruz ki adam zenginleştiği halde fakir hayatı yaşayacak. Öyle bir şey yok.”

“Müslüman zengin olsa da lüks yaşayamaz, israf edemez” diyen Mehmet Şevket Eygi ise, bu camiayı yakından tanıyan bir kişi olarak üzüntü ve ıstırap içinde. M. Şevket Eygi’ye göre, “Yüce İslâm dini ve Şeriatı lüks ve israfı yasak ve haram kılmıştır. Halkın bir kısmı patates, makarna, bulgur pilavı yiyemezken, Müslüman zenginlerin Nemrud ve Firavun gibi bir hayat sürmeleri övünülecek bir şey değil, iğrenç bir yüz karasıdır.”

Bu ifadelerden ve zengin sahabelerin var oluşundan İslam’da zengin olmanın değil, “lüks ve israfın haram” olduğu anlaşılıyor. Dini konuda bir hüküm verme ehliyetini kendimde görmediğim için meselenin dini boyutunu bu kadarla bırakacağım.

Ancak “zengin Müslüman” denilen bu kitlenin hayat tarzının İslami ölçüler dışına çıkması kadar toplumda yarattığı sosyal ve siyasi sonuçlarının tartışılması gerekiyor. Son mahalli seçimlerde Saadet Partisi’nin İstanbul Belediye Başkan adayı Mehmet Bekaroğlu‘nun kullandığı “başörtülü cip kullanamaz” tezi ve açıklamasına önem vermemek olmaz. “Bir tarafta yanında küçük çocuğu ile otobüs durağında buz gibi havada bekleyen bir anne var, diğer tarafta ise cipiyle son sürat yanından geçen başka bir başörtülü. Şehirde jip kullanmak insanlığa isyan etmektir.”

Saadet Partisi’nin bu ifadesi din menşeli olduğu kadar, “sosyal adalet” kavramı çerçevesinde yapılmış bir çıkıştı. Türedi ve görgüsüz zengin Müslüman kişilerin AKP’yi desteklediği anlatılıp, fakir Müslümanların sığınacağı kapı olarak Saadet Partisi gösterildi. Ancak bu konu kampanya sırasında yeterince anlatılamadı ve SP istediği oranda başarı sağlayamadı.

Türedi zenginlerin hayat tarzı ile beraber servetlerini edinme yolu da göz önünde tutulmalıdır. Önemli olan bu yeni Müslüman burjuva içinde başkalarının hakkını yiyerek, kamu malının talan edilmesi suretiyle edinilen servetler hangi orandadır?

Rahmetli Turgut Özalben zenginleri severim” demişti. Nedense her iktidara gelen zenginleri seviyor. Elbette zenginleri sevelim ama fakirleri sevmeden ne kâmil bir mümin olmak ve ne de devlet yöneticisi olmak mümkündür. Kendi yakınlarını inanılmaz servet ve güce kavuştururken, açlık sınırındaki kesimi sosyal yardımlarla bağımlı hale getirmek; bir günlük yemek parası kadar, göstermelik zekât dağıtarak kendini rahatlatan zengin Müslümanların tavrından farklı olmasa gerek.

M. Şevket Eygi’nin ifadesiyle “Bugün toplumumuz gırtlağına kadar eğriliğe batmıştır. Kokuşma korkunç boyutlara ulaşmıştır. Ülke, devlet, halk soyulmaktadır. Müslümanların bu gibi pisliklerden, haramlardan kesinlikle uzak durmaları gerekir.”

Zenginleşen Müslüman kendisi güzel ve konforlu bir hayat yaşarken, işçisinin hakkını tam ve gecikmeden vermeli, komşularının ve içinde yaşadığı toplumun hakkını gözetmeli. Böylece toplumda, gelir dağılımı açısından uçurumlar oluşması ve toplumsal çalkantıların, suç oranlarının artışı ve ahlaki zafiyetin artması gibi olumsuzlukları önleme yolunda faydalı olmalıdır. Aksi taktirde Ortaçağda zengin ve asillerin kaleler içinde yaşamaya mecbur olması gibi, kendilerini toplumdan soyutlayıp, kalın duvarlı, özel güvenlik tertibatlı villalara veya sitelere hapsetmek zorunda kalacaklardır.

Helal kazanılmış ve helal yollarda harcanan servetlerde başkalarının gözü olmaz.

Benim için “zengin Müslüman” kazancının önemli bölümünü toplumu ile paylaşabilen insandır.

Estetik ve kültürel gelişimini tamamlamış, milli kültürümüzü uluslararası arenada en güzel şekilde temsil eden, ortak vicdanımızın sesi olmuş, milletten kazandığını milletimizle paylaşan zenginler varsa ve hele de bunlar Müslüman’sa ben de bu kişileri çok severim, çok sayarım.

Bosna-Hersek Gezisi Notları – 3

0

Üçüncü gün… devam.

Alperenler Tekkesi’ne arkamızda bırakarak Mostar’a doğru gitmekteyiz. İnsanlığın işlediği cinayetlerin buralarda da devam ettiğini görüyoruz. Hunharca katlettikleri müslümanlarla beraber müslümanlara ait tüm bağ ve bahçeleri de yakıp yıkmışlar. Etrafımızda yakılan bağların yerine yeniden dikimi yapılan üzüm ve meyve bahçelerini görüyoruz.

Hırvatlar, savaştan galip geleceklerine o kadar inanmışlar ki Hırvatistan’dan 300 kişilik bir komando ile son vuruşu yapmak üzere birlik çıkarmışlar. Bunu haber alan müslümanlar Allah’ın lütfu ile 300 kişinin tamamını Mostar’a yakın bir bölgede yok etmişler şu anda onların maşatlığının yanından geçiyoruz. Maşatlıktaki ve diğer gördüğümüz yerlerdeki hıristiyan mezar taşları siyah mermerden yapılmış. Sanki bu dünyamızı kararttık, ahiretimiz de kara anlamında. Onlar her şeyin vahşet ve zulümle yok edileceğini sanmışlar. müslümanların imanını hiç hesaba katmamışlar ki o müslümanlar Osmanlı’nın Avrupa’da serhat şehirlerinde bayraktarlığını yapmış İslamla şereflenmiş kişiler. Mostar şehrine girdik camiinin avlusundan ufak bir kapıdan geçtik ve dallarından sükunet ve huzur akan ağaçlarla dolu bir avluya girdik: Koski Mehmet Paşa Camii. Cami solumuzda kalacak şekilde şadırvanın yanından ilerledik ve köşeyi dönünce birden meşhur köprüyle göz göze geldik! Mostar Köprüsü’ne bakmaktayız. Önce uzaktan temaşa ediyoruz, bir taraftan fotoğraf makinelerinin flaşları çakmakta herkes kendine göre en güzel görüntüleri alma yarışında. İki kule arasında hilal şeklinde taş bir yapı, yolda gelirken 1500 lü yıllarda, yapımı esnasında kullanılan taşların çıkarıldığı taş ocakların gördük. Yıkılışından sonra bir kısım taşlar yine aynı ocaktan çıkarılarak kullanılmış. Mostar Çarşısı’nın müslüman mahallesi kısmından geçerek Mostar Köprüsü’ne ulaşıyoruz.

Kanuni Sultan Süleyman, mimarı Koca Sinan’a ” Ey koca mimar! Batıda gittiğimiz uç ilimiz Mostar’da öyle bir köprü yaptırasın ki, bu güne kadar eşi benzeri görülmeye; bakan gözü, gönlü fethede; Türk’ün adını hatırlata, yaşata” diyerek Mostar Köprüsü’nün yapılma emrini veriyor.

Mostar Köprüsü:

Neretva Nehri’nden (Yeşil Nehir) 24 metre yüksekte 30 metre uzunluğunda, 4 metre genişliğinde olan Mostar Köprüsü, dönemine göre gelişmiş bir teknolojiyle inşa edildi. Mostar şehrinden geçen, Neretva Nehri üzerinde Mimar Sinan’ın öğrencisi Mimar Hayrettin tarafından 1566 yılında inşa edilen köprüdür. Mimar Hayruddin, köprü için 456 kalıp taş kullanmış. Çevresindeki kente adını da veren köprü güzelliğinden ve nehir üzerinde oluşturduğu siluetinden dolayı “Taş kesilmiş ay” diye anılırmış zamanında. Köprünün iki tarafındaki kulelerden sol taraftakine (Herceguşa) tara, sağ taraftakine Helebiya (Zindan ) denilmekte. Mostar Köprüsü, cesur sporcular tarafından yıllarca bir atlama platformu olarak kullanılmış. Geleneğe göre şehrin erkekleri, nişanlılarına cesaretlerini ispatlamak için düğün öncesinde köprüden atlarlarmış.

İç savaş sırasında Mostar Köprüsü’ne ilk saldırıyı 1992 de Bosnalı Sırplar  düzenlemiş. 1993 te Hırvat tankları köprüye daha büyük bir zarar veren saldırılarını başlatmış. Savaş sırasında Hırvat topçuları tarafından defalarca vurulmuş, zarar görmesin diye lastiklerle kaplanmasına rağmen hınçla ve nefretle tutulduğu top ateşine dayanamamış. Kasım ayının sonunda köprü tamamen yıkılmış. Dev taşları, Neretva Nehri’nin sularına gömülmüş. Mostar Köprüsü, yüzyıllar boyunca Bosna’da hoşgörü ve kültürel çeşitliliğin sembolü olarak kalmış. Şehrin Müslüman ve Hırvat kesimini, birbirine bağlıyormuş. Savaş sırasında Köprünün yıkımı, Mostar’ın çok uluslu mirasının reddedilmesi anlamına geldiği kabul ediliyor.

Mostar Köprüsü gördüğüm kadarı ile çok işlevsel olmayan sadece yayaların kullanabildiği taş bir köprü. Asıl önemi köprünün bir sembol olmasından ileri geliyor. Üzerinde manevi bir simge olarak Allah’ın 99 ismini işaret eden 99 basamak var. Bir diğeri ise mimari olarak İslam’ın sembolü hilal şeklinde olması. Tahammülsüzlük asıl buradan gelmekte. Çünkü savaştan sonra Hırvatlar Mostar Köprüsü’nün batı tarafındaki dağın en üst noktasına devasa bir haç dikerek bu tahammülsüzlüğü bugün devam ettirmekteler ancak buna Bosnalı Müslümanların cevabı çok net: “sizler en yüksek tepelere de haç inşa etseniz gökteki Ay ve Yıldızdan daha yükseğe inşa edemezsiniz buraya ulaşma imkanınız yok.” Yine son dönemde bir ziyaretçinin anılarındaki hitabı ile “Bu dev haç, köprüyü yıkan top atışlarının yapıldığı yere, köprüyü yıkanlara benzer fanatikler tarafından, üstelik de savaştan sonra katolikliklerinin sembolü olarak dikilmiş. Ama bana sanki insanlara yıllarca yan yana yaşadıkları komşularını ve şehirlerinin sembolü köprüyü vurduklarını unutmasınlar diye dikilmiş gibi geliyor.”

Eski köprünün mimari denemesi için kullanılan, Mostar Köprüsü’nün batısında daha eski ama ünsüz (Kriva Çupriya) köprüye şöyle bir baktıktan sonra nehir kenarına indik. Bu küçük köprü Türk mimar Seyvan Kethüda tarafından 1558 yılında yapılmış.

Her yerde gördüğümüz manzara burada da mevcut tarihi camiler bombalanmış yıkılmış ama savaştan sonra aynı özelliklerine bağlı kalarak yeniden restore edilmişler. Bir çok bina özellikle büyük oteller bombalanmış bir kısmı yenilenmiş ama bazıları o haliyle, bombalanmış kurşun izleri ile durmakta. Çarşı içinde şehitler sanki beyaz kefenleri ile yatmakta. Tüm şehitlikler beyaz mermerlerle belirlenmiş. hepsinin ruhlarına fatiha.

Koski Mehmet Paşa Camii Osmanlı’dan kalma tarihi bir camii. Şehrin ortalarında 1557 de Mimar Sinan’ın yaptığı Karagözbey (Karadjozbegova) Camii yine Osmanlı eserlerinden, yanında medresesi, imaret hanesi ve sağlık evi ile hala hizmet etmekte. Caminin avlusunda, aynı şehirdeki eski evlerin arasında sıkışmış küçük parklar gibi, mezar taşı koyacak yer kalmamıştı. Caminin karşısında bir yatır bulunmakta. Daha sonra yolun arabalara kapalı olan kısmına vardık ve Arnavut Kaldırımı tertemiz beyaz taşlı sokaktan beyaz duvarların arasından beyaz çatılara bakaraktan devam ettik. Bu bölgeye “Kuyumculuk” deniyor. Akşamın alaca karanlığında geldiğimiz yollardan Saraybosna’ya geri dönüyoruz. Yarın son günümüz. Saraybosna merkezini gezeceğiz.

Sincan Bölgesi ve Dış Türkler

Son günlerde tekrar üzücü sancılı bir şekilde gündeme gelen veya getirilen Uygur Türklerine Bütün dünyanın gözü önünde yapılan zulmü iyi kavramak lazım. Genellikle medeni olmayan toplumlar olaylara duygusal yaklaşır. Yas tutar bol bol muhabbetini yapar sonra başka konular geldiğinde unutulur başka konular hakkında olayların cinsine göre yas veya muhabbetini yapar.

İletişimim bu kadar yoğun olmadığı kapalı sistemlerin hakim olduğu dönemde, bizler 1980 öncesi Dış Türkler bahsederdik onların zulüm gördüklerini, bir gün bu zulmün biteceğini, Dünyada Türk birliğinin kurulacağından…. Bahseder idik. Buna mukabil bize “Dünyanın neresinde Türk var, Türk mü varmış!!” derlerdi.  Devletin Dış Türklerle ilgili gizli ve açık bir politikasının olmadığını, Dışişlerinde önemli kişilerin Dış Türklerle ilgili bilinçli veya bilinçsiz kara cahil olduğunu bir şekilde öğrendiğimde yıkılmıştım.

Mustafa Kemal Atatürk’ün 1933 yılında söylediği bir söz var Dış Türklerle ilgili bu sözleri hep gizlenmiştir ortaya çıkarılmamıştır. Hiçbir İlköğretim okullarında Lisede ve Üniversitede ve kamu kuruluşlarında bu sözlerini göremezdiniz şimdilerde bazı yerlerde var oda Rusya çözüldükten sonra Atatürk bunu öngörmüştü kabilinden demek için yazılı ve görsel medyada çıktı.

“Bugün Sovyetler Birliği dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını bugünden kimse kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir, ufalanabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir…

Bizim bu dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır? Manevi köprüleri sağlam tutarak. Dil bir köprüdür. İnanç bir köprüdür. Tarih bir köprüdür. Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimizin içinde bütünleşmeliyiz. Onların (dış Türklerin) bize yakınlaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekli…” Mustafa Kemal ATATÜRK ( 29 Ekim 1933 )

Sizce o zaman geldiğinde Türkiye ne yapacağını bilmiş midir? Yukarda bahsedilen sözlerin hangisini 65 yıldır gelen geçen hükümetler politika olarak benimsemiş ve uygulamıştır.

Size Mustafa Kemal’i anlayan Afganistan ve Pakistan liderlerinin sözlerinden birkaç örnek vereyim..”Büyük Atatürk’ün kaybından dolayı üzüntümüz o derece derin ve sonsuzdur ki bunu anlatamam. Çünkü Atatürk, yalnız Türkiye’nin değil, bütün Doğu’nun Atasıydı.

Büyük yasınıza Afgan Kralı ve hükümeti olduğu gibi bütün Afgan Milleti’de candan katılıyor. Bu içten acımızın bir belirtisi olarak Türk bayrağının yası devam ettiği sürece, Afgan Bayrağı’da yarı çekilecektir. Bütün yabancı ülkelerdeki temsilciliklerine talimat verilmiştir.” Altes Veli Han Afgan Kralının Amcası

“O büyük insan yalnız Türkiye için değil, bütün doğu milletleri için de en büyük önderdi.” Emanullah HAN Afgan Kralı

“Atatürk, yalnız Türk Milleti”nin değil, özgürlüğü uğruna savaşan bütün milletlerin lideriydi. O’nun direktifleri altında siz bağımsızlığınıza kavuştunuz. Biz de o yoldan yürüyerek özgürlüğümüze kavuştuk.” Sucheta KRIPALANI  Hint Parlamento Heyeti Başkanı

“Kemal Atatürk, yalnız bu yüzyılın en büyük adamlarından biri değildir. Biz Pakistan”da, Onu geçmiş bütün çağların en büyük adamlarından biri olarak görüyoruz. Askeri bir deha, doğuştan bir lider ve büyük bir yurtsever.”  Eyüp HAN  Pakistan Cumhurbaşkanı

Brezinski’nin “Büyük Satranç Tahtası” kitabının önsözünden birkaç satır aktarmak istiyorum.

 “Avrasya yaklaşık olarak 500 yüzyıl önce, kıtaların siyasi olarak etkileşimde bulunmaya başlamasıyla birlikte, dünya iktidarının merkezi olmuştur…………

20.yüzyılın son on yılı, dünya meselelerinde tektonik bir değişime şahit oldu. Tarihte ilk kez, Avrupalı olmayan bir güç Avrupa ilişkilerinin başhakemi olmakla kalmadı, aynı zamanda dünyanın en büyük gücü olarak belirdi. Sovyetler Birliği’nin başarısızlığı ve çöküşü, Batı Yarıküre’den bir gücün, Amerika Birleşik Devletleri’nin, tek başına ve aslında gerçek anlamıyla ilk küresel güç olarak hızlı yükselişinin son hamlesiydi.

Avrupa, halen dünya siyasetinin ve ekonomik gücün pek çok yönden merkezi olmaya devam ederken, doğu bölgesi Asya da yakın zamanlarda ekonomik büyümenin ve yükselen siyasi nüfuzun önemli bir merkezi olmuştur. Bundan dolayı, bütün dünya ile uğraşan Amerika’nın karmaşık Avrasya iktidar ilişkileriyle nasıl baş ettiği sorusu ve özellikle baskın ve rakip bir Avrasya iktidarının ortaya çıkışını engelleyip engelleyemeyeceği noktası Amerika’nın küresel üstünlüğünü kullanma kapasitesine bağlı kalmaktadır.

Bunun sonucu olarak, iktidarın çeşitli yeni boyutlarını- ticaret ve finansa ilaveten, teknoloji, iletişim ve enformasyon-geliştirmenin yanı sıra Amerikan dış politikası jeo-politik merkezli olmayı sürdürmeli ve Avrasya’daki nüfuzunu Amerika’nın siyasi hakem olduğu kalıcı kıtasal dengeyi yaratmak için kullanmalıdır.

Bu nedenle Avrasya, küresel üstünlük mücadelesinin oynandığı satranç tahtasıdır ve mücadele jeostratejiyi, yani jeopolitik çıkarların stratejik idaresini de içerir. 1940’lı yıllar kadar yakın zamanlarda Adolf Hitler ve Joseph Stalin (o yılın kasım ayındaki gizli görüşmelerde), Amerika’nın Avrasya’dan dışlanması gerektiği konusunda açıkça anlaştılar. Her ikisi de Avrasya’yı kontrol edenin dünyayı kontrol edeceğine inanıyordu…….”

Bu hadiseleri beğensenizde beğenmesiniz de 1940’larda konuşuyor bu liderler.

Olaylara farklı perspektiflerden baktığımızda Rusya ve Çin arasında Sincan bölgesi her zaman jeostratejik açıdan çok önemlidir. Soğuk savaş dönemlerinde tampon bölge görevi üstlenmiştir. Şöyle bir baktığımızda etrafında Afganistan, Kazakistan, Tacikistan, Kırgızistan Kuzey ucunda Rusya ile de sınırdır. Sizlere soruyorum. Eğer Rusya hariç etrafında halkı Türk olan bu ülkeler güçlü bağımsız birer ülke olsaydı Çin Böyle bir hareketi yapmaya cesaret edebilir miydi?

Şimdi sizlere bazı bilgiler vereceğim siz Çin olsanız bu bölgeden vazgeçermiydiniz?.

Sincan 2008 yılında 28,4 milyon ton ham petrol üretimi ile Çin’in 2. bölgesi. Yurt içi üretiminin % 14’ünü karşılıyor. Sadece Sinopec bölgesinde 2010 yılı için hedef 10 milyon ton.

Doğal gazda ülke üretimini üçte biri olan 24.1 milyon metreküplük bölümü bu bölgeden çıkıyor. 2020 yılında iki katı kadar daha çıkarmayı hedefliyorlar. Kömürde ise üretimde birinci sırada. Ülke rezervinin %40 ı bu bölgede.

Yili havzasında 2008 yılında jeologlar büyük uranyum yatağı keşfettiler.(10.000 ton) Brüksel Çağdaş Çin Araştırmaları Merkezi araştırmacıları “Çin’in enerji ihtiyaçlarından dolayı bölge önemli bir enerji kaynağıdır” diyorlar.

Sincan resmi rakamlarına göre 138 çeşit maden filizi var. Ayrıca bakır, kurşun, çinko, altın gümüş madenleri de hatırı sayılı miktarda var.

Dünyanın en büyük nükleer denemelerinin yapıldığı Lop-Nor bölgesi(100.000 kilometre kare) Sincan’da. 1964’de 1996’ya kadar 40’ın üzerinde atomal denemelerin yapıldığını uzmanlar söylüyor. Yine uzmanlar bu bölgede balistik ve bakteriyolojik denemeler yapıldığından bahsediyorlar.

Nükleer fizik araştırmaların yapıldığı dünyanın sayılı merkezlerinden olan Malan’da Sincan’da

Kazakistan’ın merkezi olan Atasu’yu Çin’in batısındaki Alashankou’yu bağlayan Çin – Kazak boru hattı bu bölgeden geçiyor. Sincan’ı Türkmen gaz yataklarına, Kazakistan ve Özbekistan gaz yataklarına bağlayan boru hattıyla büyük bir enerji koridoru oluşturuldu. Bölgenin önde gelen petrokimya tesislerinin oluştuğu bir havza haline geldi.

Burada daha ifade edemediğimiz birçok gelişmeler var. Çin için Sincan bölgesi geleceğinin teminatı gibi bir bölge . Bu bölgeden vazgeçeceğine inanmıyorum ve bugünlerde olan olaylara benzer olayların o bölgelerde tekrarlanacağına inanıyorum.

Bu olaylar karşısında savaş karşıtı guruplar, her türlü zulmü protesto eden STK’lar, Ülkemizin mahir dışişleri ile ilgili ve ilgisiz kurumları, engin görüşlere sahip stratejistler ve her şeyden önemlisi “Uygur Diasporası” ne yapar bilemiyorum.