19.4 C
Kocaeli
Cuma, Eylül 26, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1239

Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar ve Gıda Güvenliği

0

GDO Nedir;

Bir canlı türüne başka bir canlı türünden gen aktarılması veya mevcut genetik yapıya müdahale edilmesi yoluyla yeni genetik özellikler kazandırılmasını sağlayan modern biyoteknoloji tekniklerine gen teknolojisi, gen teknolojisi kullanılarak yeni özellikler kazandırılmış organizmalara da genetik yapıları değiştirilmiş organizma GDO adı verilmektedir.

Ülkemizde ise genetik yapısı değiştirilmiş tarımsal ürünleri ayırmak için genel isim olarak “Transgenik Ürün” tabiri kullanılmaktadır.1994 Yılında ilk genetiği değiştirilmiş gıda olarak “olgunlaşması geciktirilmiş domates”üretilmiştir. Daha sonra, genetik olarak değiştirilmiş birçok gıda üretilmiş ve birçok ülkede tüketilmiştir. Bu yeni teknoloji üretilen ürünlerin güvenli olup olmadıkları en çok tartışılan konular arasında yer almıştır.1998 yılından itibaren ise Türkiye’de GDO’ lu ürünlerin üretimi yasaklanmıştır.

GDO LAR NİÇİN BU KADAR TARTIŞMA KONUSU OLMAKTADIR;

Gen teknolojisi ve gen transferi çalışmalarının günümüzde ön plana çıkardığı tartışmalardan biri de Transgenik ürünlerin genetik maniplasyonlar sırasında istenmeyen ve öngörülemeyen genetik özellikler kazanması konusudur. İstenmeyen özellikleri kazanmış Transgenik canlılar ve bunların ürünlerinin insan, hayvan ve çevre sağlığı açısından sorunlar yaratabileceği fikri, özellikle AB ülkeleri başta olmak üzere birçok yerde belirli bir taraftar kitlesi kazanmıştır.

Olumlu yönleriyle kullanıldığında insanlığa büyük faydalar sağlamakla birlikte modern biyoteknolojinin en büyük olumsuzluğu, kullanıldığı materyalin doğrudan canlı varlıklar olmasından kaynaklanmaktadır. Ancak; olumsuz kullanıma açık olması yanında yenilikler ile birlikte bilinmeyenlerin ortaya koyduğu risklerde ihmal edilmeyecek durumdadır. Günümüzde tarım ve gıda sektörlerini ilgilendiren alanlarda biyoteknolojik süreçlerin kullanımı ve ürünlerin tüketimine tepki şeklinde ortaya çıkan tartışmalar, Uluslar arası boyutlarda giderek artmaktadır. Bu tartışmalar ürünlerin ithalatını sınırlamaya varan politik tasarruflara yöneltmiştir.

Tartışmalar gen aktarımıyla yeni karakterler kazandırılmış ürünlerde henüz tam olarak bilinmeyen fakat insan, hayvan ve çevre sağlığının yani biyogüvenliği kısa yâda uzun vadede olumsuz yönde etkileyebilecek başka özelliklerin bulunabileceği kuşku ve varsayımına dayanmaktadır. İçinde bulunduğumuz dönemde sorunların en çarpıcı örneğinin ABD ve Kanada’nın oluşturduğu blok ile AB arasında yaşandığını görmekteyiz.

TARIMDA MODERN BİYOTEKNOLOJİNİN KULLANIMI;

Modern Biyoteknoloji en geniş kullanım alanı tarım ve hayvancılıkta bulmuştur. Yüksek miktarda ve kalitede ürün almak amacıyla geleneksel Kültür çeşitlerinin veya bunların yabani akrabalarının genetik yapıları değiştirilmektedir. En çok üzerinde çalışılan özellikler, hastalık ve zararlılara karşı dayanıklılık, yabancı ot ilaçlarına karşı dayanıklılık, meyve olgunlaştırma sürecinin değiştirilmesi, raf ve depolama ömrünün uzatılması ve aromanın artırılmasıdır. Gen transferinde en başarılı olunan bitkiler domates, patates, soya fasulyesi, tütün ve kolzadır.

MODERN BİYOTEKNOLOJİNİN RİSKLERİ NELERDİR;

Modern biyoteknoloji ürünlerinin risk oluşturma ihtimalini 3 ana başlık altında toplayabiliriz.

1)- İNSAN VE HAYVAN SAĞLIĞI AÇISINDAN

İnsan ve hayvanda alerjik ve toksik etkisi olan genlerin aktarılması, Gıda Kalitesi ve besin öğelerini azaltıcı maddelerin gıdaya geçiş tehlikesi, transfer edilen genlerin, insan ve hayvan bünyesindeki mikroorganizmalarla birleşme ihtimali, antibiyotiğe dayanıklı genin kullanılması sonucu insanlarda antibiyotiğe dayanıklılığın artması.

2)- ÇEVREYE ETKİSİ

a)-Genetik Kirlilik, Doğal türde genetik çeşitliliğin kaybı
b)-GDO’nun yetiştiği ortamda yaşayan bitki, böcek, mikroorganizma diğer canlılara etkisi
c)-Doğal ortam dengesini bozması ve tek yönlü floranın oluşması.
d)-Virüs kaynaklı genlerin dayanıklılık genini diğer virüslere transfer etme ihtimali.
e)-GDO mikroorganizmalarının toprak mikroorganizma yapısına olumsuz etkileri.
f)-Bu toksinlerin hedef dışı organizmalara etki etme riski.
g)-Böceklerin genetik değiştirilmiş bitli tarafından üretilen toksinlere direnç kazanması.

3)-SOSYO EKONOMİK BAKIMINDAN

a)-Pahalı tohum, küçük çiftçilerin bu durumdan zarar görmesi.
b)-Bu teknolojiyi üreten gelişmiş ülkelerin dünya gıda ticaretini ellerinde tutmaları nedeniyle gelişmekte olan ülkelerdeki gıda güvencesini olumsuz etkilemeleri.
c)-Organik ve diğer sürdürülebilir tarım yöntemlerine zarar vermesi
d)-Gıda yardımı kapsamında GDO’lu ürünlerin kullanılmasının etik olmaması.

GDO’LU ÜRÜNLERİN POTANSİYEL YARARLARI NELERDİR

Verimliliğin artması, Çiftçilik maliyetlerinin düşmesi, Besin öğelerince zenginleştirme, Ürünlerin içinde yenilebilir aşılar, Uygun olmayan koşullarda bile yetişen ürün çeşitleri.

SONUÇ OLARAK:

1998 yılından itibaren ülkemizde kesinlikle GDO’lu ürün üretimi yapılmamaktadır. Ancak yurtdışından ithal edilen genelde hayvan yemi olarak getirilen soya ve mısır ithalatında bu ürünlerin GDO’lu olup olmadığı bilinmemekteydi. Muhtemelen de bugüne kadar GDO’lu ürünler ülkemize girmekteydi. Çünkü Tarım Bakanlığı ithalat esnasında ürünün GDO’lu olup olmadığına dair bir analiz istemiyordu. Dolayısıyla Gıda yâda yem olarak gelen soya, mısır gibi ürünlerden mamul madde yapımında birçok üründe katkı maddesi olarak kullanılmıştır.

Tarım Bakanlığı, yeni çıkarmış olduğu yönetmelikle, bununla ilgili bir mevzuat olmadığı için bu boşluğu doldurmuştur. Gıda yâda yem olarak ithal edilen bir ürün toplamda en az %0,9 oranında GDO içeriyor ise GDO lu olarak kabul edilir. Gıda yâda yemin %0,5 ten fazla izin verilmeyen GDO içermesi halinde ithalatına, nakline, işlenmesine, dağıtımına ve satışına izin verilmez.

Çıkarılan bu yönetmelikte en fazla tartışılan konu GDO’ süz ürünlere etiket konulmasının yasaklanmasıdır. GDO’ süz ürünlere etiket konulmasının yasaklanması, bu durumun, mevcut Türk gıda kodeksi etiket yönetmeliğine aykırı olmasından ileri gelmektedir. Yönetmeliğe göre, bir üründe %0,9 oranında GDO bulunması halinde, ürünün etiketinde GDO’lu olduğu belirtilecektir. Bu oranda tartışma konusu olmaktadır. Bunu da Tarım Bakanlığı AB mevzuatına göre yaptığını söylemektedir.

Bana göre, burada en fazla tartışılması gereken şey; Tarım Bakanlığı’nın GDO lu gıda ve yemler hakkında çıkardığı bu yönetmeliğin uygulanıp uygulanamayacağı, gerekli altyapının olup olmamasıdır. Bu konuda endişeliyim.

Ayrıca yönetmelikte belirtilen diğer hususların tam olarak uygulanması açısından sivil toplum örgütleri, basın, siyasi partiler, bilim kuruluşları, tüketici dernekleri, vb. ne siyasi kaygı ne de reyting kaygısı gütmeden konuya müdahil olmalılardır. Aksi halde müthiş bir bilgi kirliliği oluşmaktadır.

Modern biyoteknoloji üzerinde yapılan tartışmaların, teknolojinin kendisine değil bu teknolojiyi kullanılarak üretilen son ürünlere yönlendirmesi varılacak sonuçların doğruluğu açısından önemlidir. Bu nedenle üzerinde durulması gereken husus, modern biyoteknolojinin nasıl kullanılacağı önemlidir.

Kulağında Küpe Olsun Unutma!

Türk Dünyasında özel bir yeri olan Gaspıralı İsmail Bey ; ” Millete hizmet etmek istiyorsan elinden gelen işle başla …” diyor
Günümüzde yaşadıklarımıza bakınca, Türk Milletine mensup her Türk evladı; içinde bulunduğu şartlara bakmaksızın millete hizmete tıpkı Gaspıralı İsmail bey ‘in dediği gibi elinden gelen işle başlamalıdır.
Türk Milleti, yüzyıllar boyunca yaşadığı gerilemeyi, sürgün ve göçü Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde verdiği Kurtuluş Mücadelesi ile durdurmayı başarabilmiştir.
Tahir’ül Mevlevi, 14 Ağustos 1913 tarihli ” Kulağında Küpe Olsun Unutma ” adlı şiirinde

“Rumeli’nin dağı taşı ağlıyor
Kan içinde her subaşı ağlıyor
Parçalanmış gövdelerin yanında
Can çekişen arkadaşı ağlıyor” diye başlıyor ve ;

“Ey Müslüman kendini hiç avutma
Yüreğini öç almadan soğutma
İnim inim inleyişi yurdunun
Kulağında küpe olsun unutma …” diyerek te bitiriyor.

Eğer unutmasaydık bu günleri yaşarmıydık?
Boğazımıza kadar borç, Başbakan’ın ifadesi ile 36 etnik parça bir millet, AB’nin ya da küreselcilerin emrine girmiş bir ekonomi, işsizlik, fakirlik, eğitimsizlik ve yine tarihte yaşadıklarımızın tekrar yaşanacağı endişesi…

Oysa biz bu badireleri atlatmış ve tedbirleri almıştık. Ne oldu bize?

Bu gün artık yaşamayan Yugoslavya Devletinin efsane başkanı Tito, 12 Mart 1968’de kendi devletinin kuruluş yıl dönümünde şunları söylüyor:

” Ülkemiz kristal bir küredir, Ben Tito olarak, bu küreyi ellerimle tutarak değil, alttan nefesimle üfleyerek havada tutuyorum. Umarım benim nefesim tükendiğinde bu görevi birisi devralır. Yoksa kristal küre yere düşer ve tuzla buz olur… İşte o zaman dünyanın kaderinin korunması başka ülkelere kalır… Dünyanın geleceğinin korunması önce Anadolu’ya düşer. Anadolu’da Kemalistler tarafından kurulan devletin temeli bağımsızlıktır. Bu yüzden Anadolu dünyanın kaderini kurtarma görevini omuzlarına alır.”

Acaba Türk Devleti ve milletinin geçmişte yaşadıklarından haberdarmıyız ve dünyanın kaderini kurtarma görevinin Türkiye’ de yaşayan Türk Milletinin sırtında olduğunu biliyormuyuz?

Kusura bakmayın ama biz hiç bir şeyi bilmiyoruz. Bilseydik Habur’dan girip gövde gösterisi yapan zibidilere izin vermez, Türk Milletini ve Türkiye Cumhuriyeti devletini bu kadar aşağılatmazdık.

Şunu bilmelisiniz ki; başımıza gelen hiç bir şey tesadüf değil. 12 Eylül, Turgut Özal, Mesut Yılmaz, Tansu Çiller, bölücübaşının teslimatı, 2001 krizi, Kemal Derviş, AKP ve Erdoğan iktidarı, aşırı borçlanma, ekonominin bağımsızlığını yitirişi, satılık medyanın çabaları, milletleşme sürecine darbe, Habur gösterisi ve daha nicelerinin hiç biri ama hiç biri tesadüf değildir.

Teröristlerin Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşuna rastlayan 29 Ekim’den bir gün önce Avrupa’dan İstanbul’a getirilmek istenmesi, Kürt açılımının 10 Kasım’da TBMM’ ye getirilmesi asla tesadüf değildir.

Bu tarihlerin biri Türk Devletinin kuruluş tarihi diğeri ise milli devletin kurucusu Büyük Önder Atatürk’ün ölüm tarihi. Bu şekilde yaparak Türk Milletine karşı anlamlı tarihi hareketler oluşturmaya çalışıyorlar hem de Türk Milletini yönetenlerin eliyle…

Gelin isterseniz Prof. Dr. Ahmet Buran’ın “Kurşunlanan Türkoloji” adlı kitabında yer alan şu satırları bir okuyalım “Sovyetler döneminde bir çok Türkoloğun cezalandırıldığını ve genellikle kurşuna dizilerek öldürüldüklerini, öğrenince gerçekten çok üzüldüm. Bunlarla beraber bir çok şair, yazar, fikir ve devlet adamları da öldürülmüştü. Öldürülen bu şair, yazar, fikir ve devlet adamları Türk topluluklarının fikir ve kanaat önderleriydi. Onlar Türk toplumuna yol gösterecek, Türk dilini işleyecek ve Türk aydınlanmasını gerçekleştireceklerdi. Onları yok etmek, Türk Milletini, yolunu aydınlatacak ışıktan yoksun bırakmak demekti. Onlar sadece bir can değil, bir millet demekti…”

Görüyorsunuz değil mi? Türk milleti nasıl planlı oyunların içinde yok edilmek isteniyor.

Türk Milletini var etmek için mücadele edip katledilenlerden biride Sovyetlerin yani Rusların yargılanmasından 9 gün önce idama mahkum ettikleri ve kurşuna dizilerek şehit edilen büyük Kazak Türkü şair Mağcan Cumabay’dır.

Tanımıyorsunuz değil mi? Biliyorum, adını da duymadınız… Halbuki Elif Şafak, Orhan Pamuk, Yaşar Kemal, Ahmet Kaya, Hülya Avşar, Sezen Aksu, Ahmet ve Mehmet Altan biraderler ve daha nicelerini ezbere biliyorsunuz değil mi?

Oysa sizin tanımadığınız ve Türk Milleti için canını vermiş olan Mağcan Cumabay’ın gönlünde Türkiye’de yaşayan Türk Milletinin özel bir yeri vardı.

Türk Milleti; Mustafa Kemal’le Kurtuluş Mücadelesini verirken, 1921 yılında yazdığı “Uzaktaki Kardeşime” isimli şiirini bizlere ithaf ettiğini bilmiyoruz bile… Mağcan Cumabay bu şiirinde bize seslenerek:

“Uzaktaki ağır azap çeken kardeşim!
Kuruyup lale gibi çöken kardeşim,
Amansız, zalim düşmanlar ortasında,
Göl gibi göz yaşı döken kardeşim!
Ey pirim! Ayrıldık mı ulu bütünden?
Dağılıp yıkılmayan yağan oklardan,
Türk’ün pars gibi yüreği varken,
Korkak kul mu olduk düşmandan sinen ” diyerek yolumuzu işaret ediyordu.

Haberimiz yok değil mi? Bu kadar büyük bir millet olduğumuzdan. Düşman hep aynı oyunu oynuyor. Bazen kardeşimizi satın alıyor bazen pusu kuruyor. Ancak ruhumuzu kanatan Mağcan Cumabay’ın son iki dize de ifade ettikleridir. Eğer bizi bu hale düşürdüğünü sananlar varsa onlar utansın  Ama yanılıyorlar…
Günümüzde yaşadıklarımız yüzyıllardır devam eden saldırıların bu güne ait olanlarıdır. Türk Milletine karşı oynanan oyun tüm kuvveti ile sahnelenmeye devam etmektedir.
Atalarımızın neler çektiğini bilip anlayabilirsek bugünkü saldırıya mukavemet etmek o denli kolaylaşacaktır. Günümüz de saldırıların tek amacı vardır o da Türk Milletini yok etmektir.
Anayasadan Türk adını, Türkçeyi çıkartmak, 301. maddeyi kaldırmak isteyenler ve açılım diyenler aynı kişilerdir.
Bunlar te

“Atatürk’ün Ruhaniyetinden İstimdat”

Can Yücel; ‘Ben okuya okuya komünist oldum der. Ben de okuya düşüne Atatürkçü oldum. Hem de modanın Atatürk‘e saldırmaya sıra geldiği günlerde..

Bizim camialarda Atatürk karşıtlığı dinin gereklerinden, zoraki temenna da siyasetin gereklerinden biri gibi sunulur. Ezberler 5 vakit hâlen öyle..

Geçen yüzyılda dinin rantını sülâle boyu devşirenlerin düzenine çomak soktuğu için Mustafa Kemâl adını neredeyse lânetle anacaklar var. Oysa onun yaptığı yenilikleri kalsa bir Osmanlı padişahı da yapmak durumundaydı, bu bir. Hanefîliği, Matûrîdiliği, ilim – tefekkür dengesini en iyi koyan Müslümanlardan biridir, bu da iki.

Televole‘ci Adnan Menderes‘i bana Yassıada evliyası gibi belletmeye çalışanlara hakkımı helâl etmiyorum. Dinî teşekküllerin fabrikasyon tek tip imalâtından hakkını yediğim için Atatürk‘ten 71 kere özür diliyorum.

Ve işi kuru bir özürle kıvırmamak için Rıza Tevfik Bölükbaşı‘nın önce çok karşı çıktığı fakat sonra büyüklüğünün hakkını teslim etmek zorunda kaldığı ve sözün namusu adına yazdığı ‘II. Abdülhamit’in Ruhâniyetinden İstimdat‘ şiirini güncelleyerek ve dahi revize ederek tüm III. şahısların dikkatine sunuyorum:

Nerdesin şevketli Mustafa Kemâl?
Feryadım varır mı Anıt Kabrine?
Ölüm uykusundan bir lâhzacık kalk,
Şu nankör milletin bakma gadrine.

Tarihler ismini andığı zaman,
Sana hak verecek koca kahraman;
Bizdik utanmadan iftira atan,
Asrın en mucizevî liderine.

Divâne sen değil meğer bizmişiz,
Bir çürük ipliğe hülya dizmişiz.
Sade deli değil, edepsizmişiz;
Sövdük milletin ortak değerine.

Çok kişiye şimdi vatan mezardır,
Herkesin belâdan nasibi vardır,
Selâmetle eren pek bahtiyardır,
Bu ak zûlmetin aydınlık fecrine.

Türk-İslâm dâvâsı fıska büründü,
Müslümanlık sancağı yerde süründü,
Mü’min ruhlar zorla âsi göründü;
Hem Allah’ına, hem peygamberine.

İslamda Hizmetin Önemi ve Hizmette Edeb

Hizmetin Alanı

İnsanın Allah rızası için yaptığı tüm iyiliklere hizmet denir. Bir insanın sıkıntısını giderme, işini görme, yetimi büyütme, talebeye yardım, iş bulma, çırak yetiştirme, borçluya destek olma, kamu yararına cami, okul yaptırma, hizmettir.

Hatta, hayvanları himaye etme, eziyet veren bir şeyi yoldan kaldırma da hizmettir.

En büyük hizmet ise bir insanın Rabbini tanımasını, ona yönelmesini sağlamaktır.

Mümine hizmet gerektiği gibi, inkar bataklığına batan, haramlara bulaşan insana da hizmet gerekir.

Hizmet, imanın ve güzel Müslümanlığın ölçüsüdür. Hizmet müminin aynasıdır.

Hizmet, Cenab-ı Hakk’ın ahlakının kulda yansımasıdır. Rahman ve Rahim olan, kainata merhametle tecelli eden Rabbini tanıyan müminin hedefi, herkese rahmet olacak bir kıvama gelmek olmalıdır.

Hizmetin Kıymeti

Allah rızası için bir hizmetin içinde bulunmak kadar kazançlı bir iş yoktur. Resûlullah Sallallahu Aleyhi Vesellem Efendimiz hizmet ehli için şöyle buyurmaktadır:

“Kim bir müminin dünya sıkıntılarından birisini giderirse, Allah da onun kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim mümin kardeşinin ayıbını örterse, Allah da onun dünya ve ahiretteki ayıplarını örter. Bir kul din kardeşinin yardımında bulunduğu sürece, Allah da ona yardım eder.” (Ebu Davud, Tirmizî)

Bir topluluk içinde en büyük sevabı onlara hizmet eden alır.”

Hizmetin faziletini anlatan en güzel hadisi şerif şudur:

Ashabtan Abdullah İbnu Abbas (Radiyallahu Anh), Hz. Peygamber’in (s.a.v) mescidinde itikafa girmişti. Yanına bir adam geldi, selam verdi ve oturdu. İbnu Abbas (r.a) adamın yüzüne baktı, onu biraz kederli gördü:

-Ey falancı! Seni kederli ve üzüntülü görüyorum, bir sıkıntın mı var? Diye sordu. Adam:

-Evet, ey Allah Rasülünün amcasının oğlu. Falancının üzerimde velâ hakkı var, para karşılığında beni hürriyetime kavuşturdu. Fakat şu kabirde yatan Peygamber hakkı için söylüyorum, üstlendiğim borcu ödeyecek gücüm yok dedi. İbnu Abbas (r.a):

-Onunla senin hakkında konuşsam olur mu? diye sordu. Adam:

-İstersen bir konuş dedi. İbnu Abbas (r.a) hemen ayakkabılarını giydi, mescitten çıktı.

Adam:

-İtikafta olduğunuzu unuttunuz herhalde! diye hatırlatmada bulundu. İbnu Abbas (r.a):

-Hayır unutmadım. Fakat ben şu kabirde yatan Hz. Peygamberden (s.a.v) işittim. O aramızdan ayrılalı çok geçmedi. Bu arada İbnu Abbas’ın gözlerinden yaşlar boşandı. Sözüne devam etti: Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdu:

“Kim bir din kardeşinin ihtiyacını gidermek için yürür ve sıkıntısını giderirse, bu yaptığı, onun için on senelik itikaftan daha hayırlıdır. Halbuki, kim Allahu Teala’nın rızası için bir gün itikafa girse Allahu Teala onunla cehennem ateşi arasında üç hendek koyar. Her bir hendeğin arası doğu ile batı arası kadar uzaktır.”

Tabiinden Ebu Kilabe el-Basri (Rahmetullahi aleyh), şu hadiseyi anlatmıştır:

“Resûlullah (s.a.v), yolculuk yaparken ashabını gruplara ayırıyordu. Bir defasında grubun birisi Efendimizin (s.a.v) huzuruna gelerek gruptaki bir şahsı şöyle övmeye başladılar:

“Ey Allah’ın Resûlü! Biz bunun gibisini görmedik. Bir yere indiğimizde hemen namaza koşar; durmadan namaz kılar. Hareket edince tek işi Kur’an okumaktır. Bir de devamlı oruç tutuyor.” dediler.

Resûlullah (s.a.v):

“O bunları yaparken ihtiyaçlarını kim görüyor?” diye sordu. Arkadaşları:

“Bizler!” diye cevap verdiler. Resûlullah (s.a.v), aynı soruyu bir kere daha sordu. Onlar tekrar “Bizler!” diye cevap verince, Efendimiz (s.a.v):

“Bu durumda sizin hepiniz ondan daha hayırlısınız buyurdu.”

Hizmetteki Edepler

Ancak, Arifler “Hizmetteki edep, hizmetten daha üstündür.” demişlerdir. Hizmetin bu derece kıymetli olması ancak şu edeplere dikkat edildiğinde mümkün olur:

Hizmet sırf Allah için olmalıdır. İçimizdeki nefsani hisleri tatmin etmek, insanların rağbetini çekmek, özel çıkarlar sağlamak, baş olmak, hürmet beklemek için hizmet etmek doğru değildir. Din ile dünya kazanmaya çalışan, kullar görsünler ve övsünler diye hayır peşinde koşan, Yüce Allah’ı unutup insanlardan gelecek menfaate bakan kimse büyük bir aldanma içindedir.

– Hizmette öncelik sırasına dikkat edilmelidir. Farz bir ibadeti ihmal edip hizmet peşinde koşmak Yüce Mevla’nın rızasına uygun değildir. Hizmet ehli önce farz vazifeleri ve hizmetleri yerine getirmeye çalışmalı, haramlardan kaçınmalıdır.

– Hayır ve hizmet yapmaya en yakınlardan başlamalıdır. İnsanlar içinde anne baba hukuku en ön sırayı alır. Anne babayı aç bırakıp mahallenin muhtaçları ile uğraşmak doğru değildir.

– Hizmet ehli ailesinin, çoluk çocuğunun haklarını da dikkate almalıdır. Hizmet yüzünden evini ve işini ihmal eden başarıya ulaşamaz.

Ancak hizmetin gerektirdiği fedakarlıktan da kimse kaçmamalıdır.

– Bir kadın kocasının hak yolundaki hizmetlerini destekler, yardımcı olur ve elinden geldiği kadar ona imkan hazırlarsa, onunla aynı sevabı alır.

– Allah yolundaki hizmetlere katılan bir kadın, evli ise kocasının haklarını göz ardı edip nefsinin istediği gibi serbest hareket etmemelidir. Müslüman bir kadının koca ve çocuklarına karşı farz olan vazifelerini yapması zaten dinî bir hizmettir, en büyük hayırdır.

– Dili acı, yüzü sert, kalbi katı, gönlü dar olan kimse, hizmet edeyim derken hezimete sebep olur. Kalpleri toplamak yerine dağıtır, ısındırayım derken soğutur ve sevdirmek yerine nefret ettirir. Hizmette kin, intikam, acelecilik, düşmanlık, haset ve ihanet olmaz.

Hizmet ehli, şu ayeti kerimede işaret buyurulduğu gibi insanlara yumuşak davranmalıdır:

“Rasulüm sen onlara Allah’tan bir rahmet ile yumuşak davrandın. Eğer sen kaba ve katı yürekli olsaydın, etrafında kimse kalmaz hepsi dağılır giderdi. Onlarda gördüğün kusurları affet, onlar için Allah’a istiğfar et ve yapılacak işlerde kendileriyle istişare yap.”

– Hizmetteki bir başarıyı kimse kendinden bilmesin. Her türlü başarı Rabbül Aleminin ikramıdır. Yeryüzünde müminler, gökyüzünde melekler, dua, istiğfar ve sevgileri ile hizmet ehlini desteklemektedir. Bunu bilen bir mümin,  onu vereni bilir, hayırlara vesile yapıldığı için sevinir, bir taraftan Allah’a hamd eder, öbür yandan da hizmetteki kusurları için istiğfar eder, kibre düşmez.

– Bir de hiç bir karşılık beklemeden hizmete koşan nice insanlar vardır. Fakat her hizmeti bizzat kendisi yapmak istiyor. Doğru da yapsa başkasının hizmetini kabul etmiyor. Bu da hizmet edebine sığmaz.

– İnsanlardan, fakirlikten, kınanmaktan, gelecekten korkarak Yüce Allah’a dostluk ve güzel kulluk yapılamaz. Hizmet ehli hiçbir şeyden korkmayacaktır. Arifler: “Canı değerli olanın dini değersiz olur.” demişlerdir.

– Hizmetin en büyük düşmanı fitnedir. Bunun kaynağı genelde yalandır, çoğu kez de kötü zandır. Acele verilmiş istişaresiz kararlar, delilsiz hükümler, hissi hareketler, sinsi davranışlar, fitne ateşini alevlendirmek için birebirdir. İnsan günahlarına tevbe ettiği gibi, hizmetteki kusurları için de istiğfar etmelidir.

– İnsanı bütün hayırlı ibadet, iş ve hizmetlerden geri koyan önce nefsi, sonra kötü arkadaşıdır. Onun için boş kalmaktan, işsiz, ibadetsiz, hedefsiz yaşamaktan şiddetle sakınmalıdır. Tek başına kalan kimseye şeytan yakın olur. Onun hem niyetini, hem amelini bozar. Boş kalan kimse, boş işlere bulaşır. Onun için her insan salih insanların nezareti altında Allah yolunda bir çeşit hizmet etmeyi ve onların nazarları altında kalmayı cana minnet bilmelidir.

– Hizmetin gayesi Yüce Allah’ı zikir ve yüceltmektir. Allahu Teala bütün ibadetleri kendisini zikir için emretmiştir.

Şu hadisi şerif, bunu ortaya koymaktadır. Muaz b. Enes (r.a) anlatıyor:

“Bir adam Hz. Peygambere (s.a.v) gelerek: Hangi cihad daha faziletlidir; hangi mücahit daha çok sevap alır?” diye sordu, Efendimiz (a.s):

“En faziletli cihad, içinde Allah’ın en fazla zikredildiği cihattır. En fazla sevap alacak mücahit de, Yüce Allah’ı en çok zikreden mücahittir.” buyurdu. Adam:

“Sevabı en fazla olan oruçlu kimdir?” diye sordu, Efendimiz (a.s):

“Yüce Allah’ı en çok zikreden oruçlu en fazla sevap alır.” buyurdu. Adam, namaz, zekat, hacc ve sadakayı sordu, Efendimiz (s.a.v), her defasında:

“Bu ibadetleri yaparken Yüce Allah’ı en çok zikreden kimse, en fazla sevabı alır.” buyurdu.

Orada bulunan Hz Ebu Bekir (r.a), Hz. Ömer’e:

“Ya Eba Hafs, zikredenler bütün sevabı alıp götürdüler.” dedi.

Rasulullah Efendimiz (a.s), ona yöneldi: “Evet öyledir.” buyurdu.

Netice olarak;

Her mümin Allah yolundaki hizmetlere bir şekilde katılmalıdır. Malı ve canı ile bizzat hizmetin içinde olamayan kimseler, kalbi, niyeti, duası, sevgisi ve rızası ile hizmetlere destek vermelidir.

Bir hayra rıza gösteren, teşvik eden ve sebep olan kimse, o hayrı yapmış gibidir. Müminin niyeti amelinden hayırlıdır. Bir hayra niyet eden fakat gücü yetmediği veya bir mazereti olduğu için onu yapamayan ve buna üzülen kimse, o hayrı yapmış gibi sevap alır. Bunun ölçüsü, niyet edilen şeyi yapma fırsatı bulduğunda hemen yapmaktır. Yoksa boş temenni olur. İyi şeyleri temenni etmek de güzeldir, fakat bu temenni azim, arzu ve karar derecesine çıkmalı ki, o işi yapılamayınca bile sevap kazandırsın.

Herkes, kıldığı namazın, yaptığı ibadetin, kalbine fayda verip vermediğini, halka karşı muamelesi ile ölçmelidir.

Büyük veli Fudayl b. Iyaz (k.s), ölçüyü şöyle ifade ediyor: “Bir kul, bütün insanlara iyi muamele etse, fakat kümesindeki tavuğa kötü davransa, o kimse iyilerden sayılmaz.”

Terbiye olmuş insanın aldığı edep, düzen, temizlik, sadelik ve kibarlık bütün işlerine yansır. Onun kalbi gibi dili de temizdir. Niyeti gibi işi de doğrudur. İçi gibi dışı da edepli ve sevimlidir. Namazı gibi alış verişi de ilahi ölçülere uyar. Onun Yüce Allah ile hukuku ve edebi güzel olduğu gibi, anne babası, ailesi, komşuları, iş çevresi ve diğer bütün cemiyet ile de her işi güzeldir.

Rabbimiz, bizleri edebiyle hizmet edenlerden eylesin. Amin.

İnsanlar ve Sırtlanlar – 2

0

Allah (cc ) neden en güzel şekilde yarattığı insanı aşağıların aşağısına, yani cehennemin dibine atar ki;
İnsanı insan yapan Allahın canlılar içerisinde sadece insana verdiği akıl nimetidir.
İnsanlar akılları sayesinde Rabbini de nefsini de tanırlar.
Akıl yaradılışa uygun veriliş amacıyla mütenasip hareket ettiği zaman insan Allah’ın yeryüzündeki halifesi olur
Hakkıyla yetinir.
Başkalarının hukukuna tecavüz etmez,
Bedevilikten kurtulur medeni olur
Eşrefül mahlûkat yani yaratılmışların en şereflisi olur.
Aksi takdirde yaratılmışların en şerlisi olur.
İşte o zaman sırtlanlardan da yırtıcı olur ki onun yeri de cehennemin dibidir.
Cehennem sırtlanlaşmış insanlar içindir
Midesi doyduğu halde gözü doymayan hepsi ama hepsi benim olsun diyen bir yırtıcı hayvan türü biliyor musunuz siz?
Avını yakalayıp ta karnını doyuran bir aslan kalan kısmını diğer hayvanat için orada bırakır. Gözü toktur aç gözlülük aslana yakışmaz.
Bu ormanların aslanı yani vahşisi..
Oysa insanoğlunun gözünü bir gökdelen dolusu para doyurmuyor.
İkincisini istiyor.
Bu da kentlerin aslanı yani medenisi..
Sahi sizce hangisi daha vahşi hangisi daha medeni daha vicdanlı, daha merhametli.
İstisnaları tenzih ediyorum sözüm sırtlanlaşmış insanlar içindir.
Efendim hep deriz ya,
Eğitim şart.
Aslında bunu tersinden okursanız eğitim tıraş olur.
Şart olan vicdanlı olmaktır.
Şart olan insan olmaktır.
Vicdan ile cüzdan yan yana geldiğinde tercihini vicdandan yana yapar olmaktır.
Bugün tercihini vicdandan yana yapacak yüzde kaç müslüman çıkar?
Bankaları boşaltan paraları çuvallarla valizlerle kaçıran eğitimli insanlar değil mi?
Ülkenin dövizini tırlarla dışarıya kaçıranlar
Fakir fukaranın; garip gurebanın vergisini hortumlayan eğitimli insanlar değil mi?
Hangi çobanın ya da köydeki-varoşlardaki kasketli Mehmet amcanın hortumculuk yaptığını gördünüz ya da duydunuz.
Zaten böyle bir işi de beceremezler
Üstat Necip Fazıl (R.aleyh) ne demiş?

Bu taksimi kurt yapmaz
Kuzular şah
olsa

Memleketin kaynağını veda kaymağını yiyenler

Afiyet zıkkım olsun
Yiyin de çıkarmayın

Bari ayranına ve de tortusuna göz dikmeyin.
Geride milyonlarca insan var ayrandan tortudan nasiplenmek isteyen,
Sahi insanlar mı daha vicdanlı?
Kurtlar mı?
Malum insanlar solunum yaparlarken oksijen (O2) alır karbondioksit ( CO2 ) verirler,
Yani temiz hava alır kirleterek onu dışarıya veririz.
İnsanlar kirlettikleri havada zehirlenerek yok olmasınlar diye Allah yeryüzüne fotosentez sistemini yerleştirmiştir.
Fotosentez yoluyla insanların kirlettikleri hava temizlenerek tekrar insanların hizmetine sunulur.
Fakat insanlar kendilerinin hayat kaynağı olan ormanları yakmaktan yeşil alanları yok etmekten geri kalmazlar.
Kendi elleriyle kendi sonunu hazırlayan başka bir canlı türü biliyormuşsunuz…

Devamı var

Hüzünlü Sonbahar

Hüzünlü sonbaharda dökülen yapraklar gibi
Hani aşkımız vardı sararmayan
Yanardı içimiz romantik akşamlarda
Mum ışığı gibi ısıtırdı içimizi

Eriyen mum gibi eridik sanki
Sevgimiz, aşkımız, umutlarımız, birbirimize olan saygımız
Neyimiz kaldı ki bizi ayakta tutan
Tükettik birbirimizi ne olduğu anlayamadan

Güvencim vardı sana
Yanılmazdım diyordum
Ama sen her şeyi alt üst ettin
Sarardık hüzünlü sonbaharlar gibi

Oysa ki hayatta mutlu olabilirdik
Gerçekten sevsek ve inansaydık
İki elmanın yarısı gibi hayatı paylaşsaydık
Aşık olduğumuz gibi güvenseydik ve sevseydik

 

Harput Düşleri-1

Aydınlar Ocaklarının 33. Büyük Şûrası; 28 Ocağın katılımı ile ev sahipliğini Harput Aydınlar Ocağı’nın Keban Yolu Hulisi Sayın Bulvarı üzerindeki Akgün Elazığ Hotel de “Doğu Anadolu’da Emperyalizmin Tuzakları” başlığı altında yoğun bir gündemle 30-Ekim-01 Kasım 2009 tarihleri arasında yapıldı.

Aydınlar Ocakları; Milli kültür ve şuuru geliştirmek suretiyle Türk Milliyetçiliği fikrini yaymak, millî bünyemizi sarsan fikir buhranı ve mefhumlar anarşisi ile mücadele ederek millî varlığımızı meydana getiren unsurları yaşatıp kuvvetlendirme amacını taşımaktadır.

Şûralar; yılda iki defa olmak üzere, her seferinde farklı bir Ocağın ev sahipliği ve belirlediği bir gündemle biraraya gelinerek ülke ve dünya meselelerinin tartışıldığı fikrî toplantılardır. Bu toplantılar sonucunda alınan kararlar şûra sonuç bildirileri ile aydınlarımızın; halkımızın, siyasetçilerin ve idarecilerin istifadelerine sunulmak suretiyle milli ve vicdanî görevlerini yerine getirdiklerine inanmaktadırlar. Elazığ 33. Büyük Şûrası da bu düşüncelerle tertiplenmiştir.

33. Büyük Şûra gündemi Harput Aydınlar Ocağı tarafından rasgele belirlenmemiştir.

Emperyalist ABD‘nin Türkiye dahil Moğolistan, Pakistan, Afganistan, Çeçenistan, Suriye, Irak, İran, Mısır, Kuzey Afrika ve Yemen gibi enerji kaynakları (Petrol, Doğalgaz, Uranyum, Su) üzerindeki en az 20 ülkeyi kapsayan büyük bir coğrafya parçasına yönelik siyasi, hukuki, bilgi kirletme, eğitim, ekonomi, sosyal ve askeri boyutlu kısa ve uzun vadeli bir değişimi hedefleyen sinsi bir stratejik BOP planının olduğu malumdur.

BOP Projesinin Türkiye ayaklarından biri olan “Açılım İhaneti” ‘nin uygulanmaya sokulduğu bir zamanda 33. Büyük Şûra gerçekleştirilmiştir.

Elâzığ ili, M.Ö. 3000 yıllarında kurulan Harput‘un  nispeten düzlük olan mezra’ya 1834  tarihinde taşınmasıyla yerleşime açılmıştır. 1862 Sultan Abdulaziz‘in tahta çıkışının 5 yılında Mamuret ül Aziz ismini alan şehir Atatürk tarafından tahıl ambarı bolluk ve bereket anlamına gelen El’azık adı 1937 yılında verilmiş ve zamanla da Elâzığ olarak söylene gelinmiştir.

Elazığ İli, doğusunda  Bingöl, kuzeyde Tunceli, batısında Malatya, güneyinde ise Diyarbakır illerimize komşu olup, son zamanlarda göç alan illerimiz arasında yer almaktadır.   

Pegasus Hava Yolları ile Saat:15;10’da Sabiha Gökçen Hava Alanından hareketle Elazığ’a rahat bir yolculuk yapmanın huzuru içindeyken Elazığ Hava Alanına inişte uçak tekerleklerinin büyük bir gürültüyle piste çarpması sonucunda uçakta kısa süreli bir panik yaşandı.

Fırat Üniversitesi sosyal tesislerinde yenen ilk akşam yemeğinden sonra Atatürk Kültür Merkezine geçildi. Buradaki konuşmaların ardından Elazığ Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğüne bağlı Harput Kürsübaşı Ekibi tarafından verilen mini konserde Harput ve Şanlıurfa türkülerinden oluşan bir demet sunulması günün bütün yorgunluğunu üzerimizden aldı.

Hoca Ahmet Yesevi Vakfı  Başkanı Sayın Erdoğan Aslıyüce’nin organize ettiği bir gurup arkadaşla  31-10-2009 Cumartesi günü akşamı saat:20.30 da Vali Fahribey Caddesi üzerindeki Huzur İş Merkezinin beşinci katında bulunan “Manas Yayıncılığı” ziyaret ettik.

Manas Yayıncılık  yöneticilerinden Sayın Şener Bulut Beyefendi ve arkadaşlarının sıcak karşılamasının ardından, hoş geldin faslından sonra ikram edilen Elazığ usulü çiğ köftenin ardından içilen demli çayların yanında koyu bir sohbet başladı. Mütevazı ev sahiplerimiz değişik mesleklerden on kadar bir arkadaş gurubu bir araya gelip “Manas Yayıncılık” adında bir işletme kurarak faaliyete başlamışlar. Bu güne kadar 37 eser yayımlamak suretiyle de kültür hayatımızın gelişimine katkıda bulunduklarını gördük.

Elazığ her ne kadar yeni bir cazibe ve yerleşim merkezi olmasına karşılık kültürel kökenlerini eski şehir Harput’tan getirdikleri birikimle geliştirmiş aydını bol bir ilimiz.

Bu arada İlin sosyal, kültürel ve ekonomik kalkınmasında gayret ve fedakarlıklarını esirgemeyen Vali Sayın Muammer Erol ile Belediye Başkanı Sayın M. Süleyman Selmanoğlu’nu tebrik ederiz.

Yine Keban İlçesinin genç Kaymakamı Hüseyin Çakırtaş’ın baraj gezimizde heyetimize gösterdikleri refakat ve nazik karşılamalarından dolayı kendilerine teşekkür ederiz.

Yazımın başlığını Harput Düşleri olarak belirlememe rağmen düşte yolculuğa bu günkü yazıda çıkamadık. Ancak kısmet olursa düşlerimizi dile getirmeye çalışacağız.

Sağlıcakla kalın.

Tak Kafana Tokadan Başka Şey

0

Ön sırada oturan öğrencim Ece’ye: “Biliyor musun, bugün, senin için çok önemli bir gün.” deyince Ece birden şaşırdı. Gözleri parladı, iki yanağı yeni açmış iki güle döndü. Niye böyle dediğimi anlayamamıştı. Meraklanması için biraz yutkundum, zaman kazandım. “Bazı günler unutulmaz, önemlidir; okula başladığınız ilk gün, evlilikteki ilk gün gibi. Bugün de, senin bundan sonraki hayatının ilk günü.” Yaptığım terdit (şaşırtma) sanatı hem Ece’nin hem sınıftaki diğer öğrencilerimin hoşuna gitmişti.

“Takma kafana, tokadan başka bir şey.” sözünü hepimiz duymuşuzdur. İnsan olmayı küçümseyici bir yaklaşım. Kafa sanki sadece toka takılacak bir mekan. İnsan olan insan, aklıyla, zekasıyla, bilinciyle, sorumluluk duygusuyla vardır ve insandır. Bu nitelikteki varlık; duyar, düşünür, gerekirse ilgi alanına giren konuları kafasında tartar, yani kafasına takar. Kafasına taktığı konular bazen kişide takıntı oluşturabilir. Bu da insan olmanın sonucudur.

Takıntı (Obsesyon), ruhçulukta ve ruhbilimde farklı tanımlanır ve farklı kavramları ifade etmek üzere kullanılır. Psikiyatri sözlüklerinde kısaca “yanlış olduğunu bildiğimiz halde kafamızdan atamadığımız, mantık ve muhakeme ile uzaklaştırılamayan, arzu edilmeyen saplantı halindeki fikirler” olarak tanımlanır. Bir zamanlar ben, her apartmanın katlarını, indiğim ya da çıktığım merdivenlerin basamaklarını sayardım. Herkesin kendince bir takıntısı olabilir. Takıntı; iradeyle, tedaviyle giderilebilecek psikolojik hastalıktır.

Geçen gün arkadaşlara şöyle dedim: “Burada sekiz kişiyiz. Dense ki ‘Azrail yedi kişinin canını alacak, bir kişiye dokunmayacak.’ sizce bu kimdir? Herkes bu kişinin kendisi olduğunu düşünecektir. Çünkü, hiç kimse ölümü kendisine yakıştırmamaktadır. Ölüm, sanki başkası için vardır, kendisi ölmeyecektir.” Ölüm, sürekli tekrarlanan, kaçışı olmayan gerçektir. Kimine göre korkunç, kimine göre sempatik. Mademki ölüm var, biz hayatımızı niçin ölüm gerçeğine göre tanzim etmiyoruz, edemiyoruz?

Rahmetli dedemden “Her geleni Hızır, her geceyi Kadir bil.” cümlesini öğrenmiştim. Kişilere değer vermek ve zamanı bereketlendirmek, kıymetlendirmek adına harika bir öğüt.

“Aklımı seveyim.” cümlesini çok severim. Kişinin özgüvenini artırdığı gibi, kişiye sinerji veriyor. Üzerinde uzun zaman çalışıp iş başardığımızda, bir orijinalliği keşfettiğimizde, başkalarının içinden çıkamadığı bir sorunu kolaylıkla çözdüğümüzde söyleriz bu sözü. Bu sözü birazcık değiştirip “Ben takıntımı seviyorum.” desek ne olur? Bunun için önce sevebileceğimiz bir takıntı edinmek gerek.

Hayatımızın son günü, ilk günümüzden daha önemsiz değildir. Her gördüğümüzü Hızır, uyandığımız her günü son gün bilmek gibi bir takıntımız olsa nasıl olur? “Bugün uyandım, bir günlük ömrüm var, akşama öleceğim.” diyebilmek,  güne bu düşünceyle başlamak ne kaybettirir bize? Bu düşüncemizi takıntı haline getirerek günümüzü ve ilişkilerimizi buna göre tanzim etmek, bizi erdemli insanlar sınıfına yükseltecektir.

Bugünümüzün, son günümüz olmadığına emin miyiz? Ruh, can kafesini terk etmeden!…

 

Hukukçu Olmak İyi Bir Şey mi?

Gazetelerin üçüncü sayfa haberlerine pek ilgi duyduğumu söyleyemem. Bu seneye kadar, zaman zaman birinci sayfaya kaymış ilginç olaylar ile ulusal gazeteleri internetten okuduğumda ana sayfaya yerleştirilmiş benzer haberleri okumanın dışında cinayet, hırsızlık, tecavüz, dolandırıcılık gibi adli vakalar bana cazip gelmedi.

Otuz yıllık mühendislik ve yöneticilik hayatımda çok “steril” olarak tanımlayabileceğim bir çevrede yaşadım. Bu çevrede herkesin duymasını gerektirecek ilginçlikte adli vakalar pek yaşanmadığı için, üçüncü sayfa haberi olabilecek olayların hayatımda pek bir yeri olmadı. Sadece, hekim olan eşimin “adli nöbetlerinde” gece olan vakalarda karakola veya olay mahalline birlikte gitmek durumunda kaldığımız için birçok olaya şahitlik etmiştim.

Cinayet, intihar, kanlı kavgalar yanında aile içi kavgalar, kız kaçırma, tecavüz, hırsızlık, trafik kazası vd çok sayıda adli vaka sonrası yaşananları gözleme imkânım olmuştu.

Bu olayları gördükçe her defasında bir akvaryum gibi gerçek dünyanın çirkin olaylarından soyutlanmış nezih bir çevrede yaşamanın şükrü içinde olmamız gerektiğini düşünürdüm.

İş hayatımı devam ettirirken çok büyük bir zevkle hukuk tahsilimi yapmış, fakülteden mezun olarak “hukukçu” unvanını kazanmış olmama rağmen, mahkemelere intikal eden pratik olaylar ve hukuk uygulamalarının doğrudan içinde bulunmamıştım. Yaklaşık bir seneden beri doğrudan adli vakalar, mahkemelere intikal eden uyuşmazlıklar ve yargılama süreçlerini çok yakından izlemekteyim. Yüzlerce duruşmayı izleme, katılma, hakimler, savcılar ve avukatlarla tartışmanın yanında, yüzlerce dosyayı incelemem sonucu, kendimi şimdiye kadar yaşadığım steril hayattan çok farklı bir dünyanın içinde buldum.

Bu dünyada, eşini para karşılığı başka erkeklere satarak kendi gözü önünde tecavüz edilmesini izleyen kocalar, kocasının yeğenini ayartıp ilişkiye giren ve eşinden boşanarak yeğenle evlenen kadınlar var.  Uyuşturucu ticareti, silah kaçakçılığı ve terör örgütü üyeliği gibi iç içe geçmiş örgütlü suçlar; sahte nüfus cüzdanı düzenleterek işyeri açıp, bankalardan çek ve kredi kartı alan, çok sayıda esnafı dolandırarak kaybolan dolandırıcılar ve daha nice suç makineleri var. Birkaç tane yakınını zehirleyerek öldüren sıradan köylü kadın, hastane tuvaletinde düşürdüğü çocuğunu çöpe atarak ölümüne sebep olduğu için müebbet hapse mahkûm olan bir başka genç kadın da var.

Bunların yanında sıradan insanların başına gelebilen çeşitli vakaları da hatırlatmam lazım. Ödenemeyen veya ödenmeyen borçlar sebebiyle olan ihtilaflar, hacizler; Belediyeye ait arsa üzerindeki suyun veya elektriğin kaçak kullanımı sebebiyle cezalandırılanlar; ölen eşinden almakta olduğu SSK emekli maaşını, yeniden evlendiğinde SSK’ya bildirip kestirmeyi unuttuğu için, devletin herhangi bir zararı olmadığı halde, sadece tazminat değil, hapis cezası alanlar. Kardeşinin yeşil kartını kullanarak tedavi olup, devleti 30 TL zarara uğrattığı için iki sene hapse mahkûm olanlar da var.

Şahit olduğunuz binlerce çeşit hukuki ihtilafta farklı duyguların sizi sarması mukadder. Yıllarca bir arada yaşamış, çocukları olmuş çiftlerin boşanma davaları ile üzülürsünüz. Bin bir ümitle ev sahibi olmak ümidiyle senelerce aidat ödeyip, kooperatif yöneticilerince dolandırılanlara acırsınız. Devletin kamulaştırma yapması sonucu hak kaybına uğrayıp çare arayanlar; haksız tayin ve disiplin cezaları için yürütmeyi durdurma ve işlemin iptali için idare mahkemelerinde uzun yıllar mücadele edenler; idare aleyhine sonuçlanan davaları uygulamayan idarecilere karşı yeniden mücadelelerde devletimizi daha adil olmasını özlersiniz. Kardeşlerinin miras paylarının üstüne konanlara kızarsınız.

Muvazaalı satışlar, mal kaçırmalar, kaçak yapılaşmalar, çevre suçları ve yazmaya yerimin müsait olmadığı nice dava çeşitlerinde farklı duygular yaşarsınız.

Bu dava türleri insanlar arası ilişkilerdeki çeşitliliği gösterdiği gibi, birbirinin benzeri olduğunu sandığımız ve davanın konusu başlığı altında aynı kelimelerle tanımlanan her bir davanın kendine mahsus farklılıkları da söz konusudur. Adeta birbirine benzer saydığımız bütün Çinlilerin parmak izlerinin farklı olması gibi.

Adalet terazisini dengeli tutmaya çalışan hâkim, savcı, avukatlar ile diğer yargı mensuplarının işlerinin zorluğu buradan kaynaklanıyor olsa gerektir. Çünkü hem bir yandan, her bir olayın kendisine mahsus özelliklerini dikkate almak ve hem de (kara kaplı kitabın yazdığı) yazılı hukuk normlarını uygulamak zorundasınızdır.

Her bir somut hukuki ihtilafta tarafların hepsinin adalet anlayışına uygun bir çözüm bulunması mümkün değildir. Hatta nihai kararı veren hâkimlerin bile, sık sık verdikleri karardan bir iç huzuru duymadığı olabiliyor. Çünkü adaletin tam tecelli edememesi sadece “vicdan ile cüzdan arasında sıkışmaktan” kaynaklanmıyor.

Adalet, hukuk normlarına ve hukuki eşitliğe sıkı sıkıya bağlı kalmakla sağlanamayabiliyor. Çünkü bazen hukuk düzeni adil olmayabilir. Ayrıca hukuk insanların sadece toplum içindeki davranışları ile ilişkili olmaktan ibaret değil. Ahlak ve din kuralları ile de ilişkilidir. Onun içindir ki her hukuk tartışılır bir alandır.

Adalet anlayışı zamana ve taraflara göre değişkenlik gösterebilmektedir. Bir adamı öldürenin idam edilmesi, maktulün yakınlarınca adaletin tecellisi sayılabilirken, günümüz hukukçularının çoğunluğu idamı adil bulmamaktadır.

Bir müteahhidin bir başkasının arazisine, imar planına aykırı şekilde yaptığı binaya ait daireleri satması durumunda, arsa sahibini koruyup binayı yıkmak mı adildir, daireleri satın alan iyi niyetli üçüncü kişileri korumak mı daha adildir? Böyle somut olaylarda hukuk sistemi belirli tercihleri yapmak zorunda kalıyor. Bu tercihin, menfaatine uygun olmayan taraflarca adaletsiz olarak değerlendirilmesi de kaçınılmaz.

Bütün bunlara rağmen adaletin sağlıklı bir toplum ve sağlam bir devlet yapısı için vazgeçilmez olduğu muhakkak. Onun içindir ki adaletin tecellisi için çalışan bütün meslek dallarının kutsal olduğu da ortada.

Haksızlığa veya zulme uğramış olanın da, suçlu ve zalim görünenin de savunulması adaletin tam tecellisi için vazgeçilmez bir gereklilik.

Sevgili dostlar, bu durumda hayatımın bu aşamasında avukatlık mesleğini tercih etmem sizce de doğru bir karardır, diyebilir miyiz?

Atatürk’ü Anlamak

0

Yazımın başlığını okuyan okuyucuların zihinlerinde şöyle bir düşüncenin oluştuğunu tahmin etmek güç olmaz; “…Atatürk’ü tarif etmek mümkün değil, belki O’nu anlamaya çalışmak en doğru yol olur…”

Böyle bir varsayım son derece isabetlidir. Zira Atatürk’ü kelimelerle tarif etmek mümkün olsaydı, yaptıklarının sınırları çok daralırdı; yaptıklarının tarifi tam yapılamayacağına göre, O’nu da tarif etmek mümkün ve doğru olmazdı…

Evet, vefatının 71. yılında bile hâlâ tam anlaşılamayan, anlatılamayan Atatürk’ü anlamaya çalışmak en doğru bir yöntem ve çıkış yolu olabilir…

Eğer “tarif” kelimesinin sınırları içinde bir anlam geliştirilecekse bu, Atatürk için yetersiz kalır. O takdirde kişilerin söylemleriyle sınırlı bir Atatürk tarifi olabilir ki bu doğru değildir; örneğin denilebilir ki Atatürk, komple bir sporcuydu, atletti; büyük devrimciydi, askerdi, komutandı, devlet adamıydı; deha idi, filozoftu… Tüm bu özellikleri kendinde toplamış olan bir insan…

Bu özellikleri ve yetenekleri kendinde, benliğinde birleştirmiş ve Türk milletiyle bütünleşmiş, kendini geleceğe göre programlamış mütevazı, sevgi dolu, dünyaya barış için bakan, ülkesine demokrasi getirmek için gecesini gündüzüne katan, varlığını milletine adayan örnek bir insan…

Emperyalizme karşı açılan milli mücadele savaşını tüm halkıyla birlikte vermiş ve kazanmış… Zor olanı, hatta imkânsız olanı başarmış… Sadece Türk milletinin istikbalini etkilememiş, mazlum milletlere örnek oluşturmuş, Hindistan’dan Küba’ya kadar dünya milletlerine istiklâlin anlamını öğretmiş, örnek olmuş…

Hiçbir şeyi “kendisi için”, egosunu tatmin etmek için yapmamış, her şeyi milleti için yapmış… Fani dünyadan çekip gittiğinde de milletinin kalbinde silinmeyen bir iz bırakmış… Bir insan için bundan daha büyük bir varlık, değer, miras olabilir mi?

Atatürk’ü anlamayan ve O’nun fikirlerine inanmayanların hep tekrarladıkları tekerlemeyi duyar gibiyim; “…Atatürk ne yaptı ki?”

Fi tarihinde öğretmen sınıfta öğrencilerine bir kompozisyon yazdırmak istemiş, Atatürk ile ilgili olarak bir konu vermiş, kompozisyon konusu olarak; “Atatürk Türk milleti için neler yaptı?”

Verilen sayfalar dolusu cevapları inceleyen öğretmenin dikkatini tek cümle içeren bir sınav kâğıdı çekmiş; “Atatürk ne yapmadı ki!?”

Bugünkü yaşamımızda “Atatürk’e neler borçluyuz”, diye bir soru da sorulduğunda verilecek cevap ne olmalıdır acaba? Verilecek çok kısa bir cevap da olabilir, uzun da… Denilebilir ki, “…neler borçlu değiliz ki!”

Cumhuriyet düşmanları da minnettar…

Atatürk’ün kurduğu cumhuriyet rejimini yıkmak isteyenler de demokrasi merkezli cumhuriyet idaresinde varlıklarını sürdürmekteler… Bu yıkıcı ve yok ediciler de Atatürk’e borçlular… Milletin manevi değerlerini “işportacı…” malzemesi yapan “karanlık” kafaların varlığı da Atatürk’e borçlu…

Atatürk ve arkadaşlarının önderliğinde, Türk milleti ile birlikte, kurdukları Türkiye Cumhuriyeti Devletinin temel kurumlarına kurşun sıkan zihniyetlerin oluşup gelişmesini sağlayan “karanlık” kadroların, Atatürk’ün kurduğu rejim sayesinde devlet idaresine gelmesini bile sağlamıştır…

Yine denilebilir ki, sanat yapabiliyorsak, kitap yazabiliyorsak, özgürce konuşabiliyorsak, TV programı yapabiliyorsak, düşünce üretebiliyorsak bunun temeli Gazi Paşa’nın bize hediye ettiği laik, hukuk, demokratik cumhuriyete borçluyuz..

Varlık sebebimiz, Milli Mücadele Ruhu ve kazanılmış istiklâldir; bu da Mustafa Kemal ile gerçekleşti; bunu inkâr edebilecek olabilir mi?

Olur!

Çünkü, haini bol olan bir milletiz!

Hele bugünlerde bunların sayısı oldukça artmış durumda…

Cumhuriyetin temeli kültürdür…

Atatürk’ün yetiştiği “kutsal ocak” olan Türk Silahlı Kuvvetlerinden çıkmış olması bir şeyi hatırlatıyor; silahlı kuvvetler her zaman ve her devirde yeniliğin, modernliğin, çağdaşlığın öncülerini yetiştirmiştir…

Atatürk bu ocaktan dünyaya seslenmiş… Türk toplumu için düşündüğü ve uygulamaya koyduğu devrimleri “muasır medeniyet” hedefine uygun olarak planlamış ve yapmış…

Günümüzde açıkça ortaya çıkan ve “pervasızlığı” marifet sanan “kara odaklar” tarafından Atatürk düşüncesine yeni düşmanlıklar üretilmekte, hedefler saptırılmaktadır… Çağdaşlığa karşı geliştirilen “düşmanca” karşı devrim girişimleri, demokrasinin nimetlerini de kullanarak, zaman içinde gelişmiş, devlet kurumlarında kökleşmeye başlamış ve tedricen cumhuriyet kazanımlarını hedef almaya başlamıştır. Kendi kafa çemberi dışında düşünce ve görüş kabul etmeyen, fakat çok ustaca kamuflajlarla “takiye” yapan kadrolar, rejimi hedef alan yapılanma içinde olmayı sürdürmüşler ve devam etmektedirler…

Farklı düşünce ve inançta olmanın zenginliği esasına dayanan çağdaş toplum olmanın kriterleri belli noktalarda yoğunlaşmaktadır; bunların başında da laiklik gelmektedir. Toplumsal değerlerin çatışmadan bir arada yaşamasını sağlayan değer yargısı olan lâikliğin önemi işte burada ortaya çıkmaktadır…

Bugünü ve geçmişi kıyaslamak gerek… Hem lâik hem de Müslüman olunabileceğini, Atatürk Cumhuriyet rejimi ile gösterilmiş, fakat bunu hazmedemeyenler sürekli “…Atatürk düşmanlığını teşvik etmiş ve desteklemişlerdir…”

Dini motifler her toplumun fertleri arasında “harç” niteliğinde olan “yapıştırıcı” değerlerdir, bunu inkâr etmek yanlış olur; ancak, dini motifleri kullanarak insanlar üzerinde, toplum üzerinde “baskı” unsuru kurmak isteyen siyasi iradeler birinci derecede demokrasi ve Atatürk düşüncesinin rakipleri sayılmalıdır… “Esans kokulu” yerel yönetimler tarafından uygulanmaya konulan ve yöresel olarak belli alanlarda oluşturulmaya başlanan “yasaklar”, aslında kişilerin yaşam biçimlerini gösteren yeme-içme alışkanlıklarını sınırlamak değil, kişilerin özgürlükler bütünlüğünün bozma hedefidir!

Atatürk, Türkiye Cumhuriyetini kurarken söylediği su ifade son derece önemlidir; “…Cumhuriyetin kuruluşu ne bir soy, ne bir ideoloji ne de bir din üzerine kurulmuştur; cumhuriyeti kültür üzerine kurduk…” diyor. Atatürk düşüncesinin esası bu ifadelerde saklıdır; bunlardan, cumhuriyetten ödün verilemez… Atatürk’ü anlamak için cumhuriyet kazanımlarını, özgür yaşamanın derinliğini, ibadetini zevk ve huşu içinde yapmanın huzurunu anlamak gerek…

Atatürk’ün Türk milletine en büyük hediyesi cumhuriyettir… Etrafınıza bakınız; Ortadoğu “sefalet çamurunda” debelenmeyen bir Türkiye varsa, bunu Atatürk’e ve Cumhuriyet rejimine borçludur…

Dikkatli olmak, sıkı durmak, sağlam yere basmak gerek… Ülkemin ve de milletimin hem dışarıda hem de içeride düşmanı çoktur… Kendine çok fazla düşman yetiştiren bir milletiz…

Şu günlerde Türk milletinde eksik hissedilen bir nokta var; Atatürk’ün ifade ettiği bu hedef anlamında bir tarih bilincine ihtiyaç var. Toplumuzda eksik bazı değerler, anlamalar, algılamalar sorunu var; geçmiş tarihe, toplumsal algılama ve değerlere sahip çıkma sorunu var…

Atatürk’ü anlamak, ideallerini görmek, yaşama geçirdiği fikirleri görmek, fikirleri duygulara dönüştürmek demektir… Bunlar başarılmadıkça cumhuriyetin ve demokratik yaşamın kazanımları yaşanmadan silinir gider…

Atatürk’ün cumhuriyetin temelini dayandırdığı kültür üzerindeki bu vurguyu milletimiz, başta aydınlarımız anladı mı? Biraz şüpheli! Çünkü, Atatürk düşüncesini istismar edenler de, onun ticaretini yapanlar da, onun ardına sığınıp “takiye” yapanlar da, “esans” marka ideolojilerini gerçekleştirmek için cumhuriyet kazanımlarını “araç” olarak kullananlar da “aydın” geçinen diplomalı aydıncıklardır! Vatandaş Mehmet bundan zaten haberdar değildir…

Atatürk diyor ki “…Aydınlarımız içinde çok iyi düşünenler vardır. Fakat genel olarak şu hatamız vardır ki, inceleme ve araştırmalarımızı temel olarak çoğunlukla kendi ülkemizi, kendi tarihimizi kendi geleneklerimizi, kendi özelliklerimizi ve ihtiyaçlarımızı dikkate almayız. Aydınlarımız belki bütün dünyayı, diğer milletleri tanır, ama kendimiz bilmeyiz…”

Kurtuluş savaşı verilirken Atatürk’ün çevresindeki en yakın dostları “Amerikan mandası veya İngiliz mandası…” fikrini önerirken, O, sadece şunu düşünmüş ve uygulamış; “…ya istiklâl ya ölüm…” demiştir… Günümüzde de, tıpkı Atatürk döneminde olduğu gibi, ABD ve AB mandacılığının ötesinde “uşaklık” yapmaya hazır idealsiz, ruhsuz insanların öttürdüğü “köşe başı” isterik -düdük- çığlıklar dikkate alındığında, o günün zor şartlarında “mandacı” tabir edilenlerin, bugünkü “uşak” ruhlular yanında çok daha vatansever ve milliyetperver oldukları anlaşılacaktır.

Hiçbir devlet liderinde gözlenmeyen, fakat Atatürk’te dikkat çeken bir özgüven var… Hal ve hareketlerin temelinde bu özgüven vardır; doğal karşılanmalıdır ki özgüveni olmayan, büyük işlerde asla başarılı olamaz…

Atatürk, özgürlük ve bağımsızlık derken, milletinin dışında bir değeri ret ederken, bir aydınlanmayı, yönü, hedefi öne çıkarıyor… Kişiyi bu düşünce boyutuyla birleştiriyor…. Özgürlüğü somut bir değer olarak bireye vurgu yapıyor, “aidiyete” itibar etmiyor, bir ideolojiye, totaliter rejime sığınmıyor…

Toplumun özgün değerlerini toplumun varlık sebebi olarak alıyor ve değerlendiriyor. Örneğin, toplumun manevi değerlerini kendi gerçekleri içinde kabul ediyor. Manevi değerlerin istismar edilmesini katiyen istemiyor. İstediği şeyler somut şeyler olup uygarlığa katkı yapacak şeylerdir. Laikliği, manevi değerlerin, inançların, ibadetlerin sağlam ve özgürce uygulanması için teminat olarak görüyor, dini ve manevi değerleri fertlerin hegemonyasından arındırtıyor. Laikliğin bir anlamda inancın garantisi sayılması bu noktada önem kazanıyor.

İnsanın biyolojik doğası gereğince farklı algılamaları olabilir; bunun doğru anlaşılması ve yönlendirilmesi gerekir ki topluma yararlı olabilsin… İnsan yaşamı itibarıyla kocamış olabilir, fakat aklı ve düşüncesiyle genç olabilmek önemlidir… Türk halkı bu özelliği ile her zaman “genç” kalmayı başarmıştır…

Bugün de Türk milletinin bir bütün olarak “fikirde genç ve taze” olmak mecburiyeti vardır. Bu genç düşüncenin temeli de, Gazi Paşa’nın fikirlerini anlamaktan geçer, bu fikirleri çağdaş normlar açısından değerlendirilip “ulus-devlet” düşüncesinin esası olmalıdır. Kurtuluş savaşı, Atatürk düşüncenin oluşması, geliştirilmesi ve yaşatılması ile bu düşünce bütünlüğü bağlamında sağlanmış ve başarılmıştır…

Atatürk’ün tevazu dersi…

Atatürk’ü anlamak demek onu sevmek demektir; methetmek demek değildir… Bu ayırımı çok iyi yapmak ve anlamak gerek… Bu nedenle kendisini methedenlere karşı tevazu gösteriyor, sadece milletinin hizmetinde olduğunu, görev yaptığını ifade etmekte geri durmuyor…

Özellikle Atatürk’ün Samsun’da öğretmenlerle yaptığı toplantıdaki konuşmasında bu hususa çok iyi değinmiştir; “…şahsıma karşı birçok iltifatı yapma nezaketini gösterdiniz. Bu iltifatlar samimi ve kalpten olduğu için kuşkusuz çok memnun oldum. Duyguluyum ve çok teşekkür ederim. Yalnız, sizden olan bir kişiye sizden çok önem vermek, her şeyi ulusun bir ferdinde toplamak, geçmişe, bugüne ve geleceğe ait bir toplumsal açıklamayı böyle yüksek bir toplumun mütevazı bir ferdinden beklemek, elbette ki layık ve gerekli değildir…”

Burada verilmek istenen mesaj bellidir; amaç kendini küçültmek değil, topluma bir kıvanç duygusu vermek istediği belirtiliyor… Toplumun tüm fertlerin cumhuriyetin yerleşip yaşanmasında görevli olduğunu, sade bir vatandaş gibi kendisinin de sorumlulukları olduğunu fakat her şeyin tek kişide, kendisinde, toplanıp onun omuzlarına tüm yüklerin bindirilmemesi gerektiğini hatırlatıyor. Ayrıca, burada gurur dolu bir tevazu da var…

O’nun şerefi, şanı tarihe kalsın; tarih en iyi şekilde değerlendirir…

O’nu anlayalım ve fikirlerini yaşama geçirelim yeter…

O’nun methiyelere ihtiyacı da yok; Türk milletinin, gelecek nesillerin O’nun rehberliğine ihtiyacı var…

Bilime, bilgiye ve sanata imkânlar sağlamak ve ortamı hazırlamak bizlerin, devleti idare edenlerin, tüm sorumlu ve yetkililerin görevidir… Bunu yapmak Atatürk’ü anlamakla başlar…

Atatürk düşüncenin temeli, ileriye yönelmeye, iler gitmeye, yeniliği yakalamaya yöneliktir…

Gençliğe emanetin anlamı…

Bunun için geleceği gençlere emanet etmenin temelinde sürekli ilerleme ve gelişme ruhu ve azminin yaşamasını, yaşatılmasını sağlama amacı vardır… Neden yaşlılara, orta yaşlılara değil de gençlere emanet ediyor Cumhuriyeti; çünkü onlar “gelecektir”, onlar gelecektir

Atatürk’ün “Gençliğe Hitabesi” bir şiir değildir… Geleceğe yönelik mesajdır, yol gösterici mesaj…

Gelecekte, yarın hür olup olmayacağımızı anlatan bir söylemdir…

Kullandığımız tüm özgürlükler bu söylemde saklıdır…

Geleceğimize yönelik tehlike ve düşmanlara işaret ediyor, tehlikelere karşı cumhuriyeti korumaya çağırıyor. Lâik, hukuk devleti ilkesi mutlaka korunmalıdır, diyor… Bu, Cumhuriyetin temel ilkesidir… Bu ilkeden taviz verildiği takdirde cumhuriyet rejimi de biter… Laik cumhuriyet, Atatürk’ün en büyük hediyesidir…

Geçmişi, tarihi iyi bilmek…

Atatürk’ün en büyük özelliklerinden biri de geçmişine çok değer vermesidir… Tarihi çok iyi bilmek ve bildirmek, öğrenmek ve öğretmek ana ilkesi olmuştur Atatürk’ün…

Bakınız şu gerçeğe; Atatürk tüm askerlik hayatı boyunca cepheden cepheye koşmuş; nerede askeri sorun varsa oraya yönlendirilmiş; Trablusgarp, Kafkaslar, Şam, Halep, Çanakkale…

Giderken de tarih okumuş, incelemiş… Örneğin, Osmanlı askeri -komutanı- olarak Şam’a giderken bile, yolda, at sırtında, tarih okumuş, araştırmış, etrafına de eğitim vermiş, tarih öğretmiş… Bu gerçekleri görüp anladıkça, Atatürk’ün bir toplumun millet olabilmesi için gerekli temel vasfın tarih ve kültürel değerler olduğuna inanması sıradan bir olay değildir…

Bu bağlamda Atatürk tarihi olayları incelemiş, geçmiş ile günün şartlarını kıyaslamış ve gereken dersleri çıkarmış, nihai kararlarını da uygulamış… Bunun için şu gerçeği ilke olarak ifade etmiş “toplumlar tarihini bilmek zorundadır…”

1932 yılında yapılan ilk Tarih Kongresinde, Atatürk çok önemli bir konuşma yapar; “…Türkler dünyaya medeniyet öğretmenliği yapmışlardır… Şimdiden emir veriyorum, kongre 4 sene sonra yapılacak, bir komisyon kurun ve dünya tarihini bilenler olsun, arkeologlar olsun, tarih araştırmaları yapan uzmanlar olsun. Lütfen bunları seçin ve 2. Tarih Kongresinde bunların hazırladığı raporu görmek istiyorum…” der…

Aradan zaman geçer ve 2. Tarih Kongresinde komisyonca hazırlanan rapor okunur, ardından komisyon tarafından hazırlanan bu raporlar Ata’ya verilir… Atatürk raporu derin bir sessizlik içinde dinler… Ve, gözlerinden aşağı süzülen yaşları silmeye gerek duymadan, yine en üstün vakar dolu duruşuyla şu ifadeleri kullanır; “…işte benim tarihim…” der…

Ve ondan sonra da Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu gibi milli değerleri araştıran kuruluşların toplum hayatında ne denli önemli olduğunu insanlarımız zaman sürecinde anlamaya başlar…

Atatürk’ü anlamak için yaptıklarına bakmak gerek…

Cumhuriyete, onun nimetlerine bakmak gerek…

Atatürk’ü anlamak, millet olmak demek…

Atatürk, “neden her şeyde ve işte sadece Türk milletine güvendi”, diye bir soru sorulduğunda, verilecek tek cevap yoktur; birçok cevap vardır… Millete dayanmak, ona inanmak, ona güvenmek… Bunun elbette ki bir sebebi olmalı… Millete dayanıp güvendiğinin temel ilkesi, toplumu “millet” yapan hasletlerin, kriterlerin, değerlerin Türk milletinin ruhunda bayraklaştığını görmesidir…

“Bir milleti millet yapan unsur nedir”, sorusuna Atatürk kafa yoruyor ve araştırıyor. 12 yasından itibaren “düşünen” adamdır Atatürk… Haksızlıklara, olumsuzluklara tahammülü olmayan bir karakteri vardır… Haksızlıklar karşısında akılla tepki vermeye özen gösterir… Bu konularda okurken ve araştırmalar yaparken çok etkilendiği yabancı bilim insanları vardır; millet konusunda çok önemli tespitlerde bulunan araştırmacılardan etkilenmiştir…

Sosyologlara, sosyal bilimcilere göre millet olma ilkeleri farklıdır ve bunlar temel kriterleri şöyle özetlenebilir:

1-“…Milleti millet yapan şey ırk değildir; çünkü bütün modern devletler etnik karışımdır…”

2-“…Milleti millet yapan unsur din de olamaz. Devletlerin sınırları ile mezheplerin sınırları birbirleriyle özdeş değildir…”

3- “Milleti, tabii sınırları referans alarak tanımlamak da tehlikeli ve böyle keyfi bir teori de olamaz…”

İşte bu temel ilkeler etrafında “millet” olmanın ana hatlarını inceler ve irdeler… Atatürk, milleti millet yapan unsurlar konusunda kafa yorarken sosyal bilimlerin bu özelliğinden çok etkilenir.

Atatürk’e göre bir milleti millet yapan unsurların başında tarih gelir. Uygulamalarında tarihin yerini ayrı olduğunu belirtir. Çünkü tarih, milletlerin hayatını, sürekliliğini göstermektir… Tarihi olmayan milletler sürekli olamamışlardır… Medeniyetler kuran milletlerin sürekliliğini sağlayan tarih ve dil birliğidir. Tarih ve dil yaratamamış olan milletlerin hiçbir şekilde iz bırakamadıkları bilinir…

Çünkü millet, maddi olgularla tasvir edilemez…  Millet bir ruhtur, manevi bir değerdir; çokların, teklerin bütünüdür; onu anlamak ve hissetmek gerek…

Bu ruhu ve bu manevi değeri aslında “tek” değer olan iki şey teşkil eder; bunlardan bir “mazi”, diğeri ise “hal” (mevcut durum) dır; bu ifadelerin taşıdığı, yüklendiği derin anlamlar bu “tek” kavramını güçlendirir…

“Mazi” konusunu derinlemesine işlemek bu yazının sınırları yetmez, fakat “hal” durumu kısaca ifade etmek mümkündür.

O “hal” nedir, yani bugünkü özlemlerimiz nelerdir?

İnsanoğluna dair özlemlerimiz, değerlerimiz nelerdir?

Zengin bir manevi hatıralar mirasının müşterek sahipliği değil midir?

Birlikte yaşama arzusu değil midir?

Birlikte bırakılan mirası yüceltme iradesi değil midir?

Evet, özlemlerimiz, özlenen değerler bunlardır…

Birlikte bir şeyleri yükseltebilmek, yani milliyetçi olmak, yurt sevgisine sahip olmak, değerler bütünü kültüre sahip olmak demek, bir coğrafyaya, vatan toprağına, bir dile âşık olmanın sorumluluğu ile hep birlikte güzel bir şeyler yapabilme özlemidir… Kırmadan, dökmeden, çatışmadan birlikte yapabilmek, varlığı da yokluğu da paylaşabilmek…

İşte bunu anlatıyor Atatürk…

Kişiye “kul” değil vatandaş olabilmek…

Tek bir kişinin, padişahın, kulu olmaktan değil aynı zamanda emperyalizmin esaretinden kurtarmış, esaret çemberini kırmış, vatandaşlığa gelmemizi sağlamış…

Kutsal kabul edilen tüm değerlerin yok olmasına, aşınmasına karşı durmuş; istiklal demiş, vatan demiş, millet demiş, bayrak demiş…

İşte cumhuriyetin kazanımları bunlar… Bu kazanımları koruyarak, avantajları kullanarak özlemlerimizi gerçekleştirmek ve Atatürk’ün işaret ettiği “muasır medeniyet” üzerine çıkmak bizim görevimizdir…

Atatürk’ü bu anlamda anlamak ve kavramak gerek… Atatürk’ü şekilde anmak değil, beyinsel olarak yürekten anlamak ve anlatmak gerek… Atatürk düşüncesini, “şekilcilikte” değil, dimağda, kafada özümlemek gerek…

Atatürk’ü anmak için anlamak gerek… Anlamak ve yine de anlamak…