16.6 C
Kocaeli
Cumartesi, Eylül 27, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1236

DTP’nin Oyunu

DTP Mecliste gürültüyü seyrederken, sokakta çatışmanın tohumlarını filizlendiriyor.

Geçtiğimiz hafta İzmir’de vuku bulan hadiseler, gelir geçer bir hadise olmaktan çok uzak, aslında bir prova niteliğinde.

Önceden kurgulanmış bir senaryo ve bunu sahneye koymaya çalışan figüranlar İzmir’deydiler geçtiğimiz hafta.

Yarın yurdun diğer tarafında, bir sonraki gün burada, yanı başımızda.

Maksat, sokakta çatışmayı körükleyerek dağda iken ağlattıkları analara yenilerini eklemek.

Bunun sonucunda da, bu oyunda “esas oğlan” ı oynayan “Uluslararası Güç” ün devreye alınma sahnesi bu oyunun “sahne ortası” dır.

Akabinde BOP’nin taşeronları ile birlikte daha önce el altından basına sızdırdıkları, uluslararası platformlarda sunumunu yaptıkları haritanın sınırlarını şekillendirme çalışmalarına bir an önce başlama hevesindeler.

Bu senaryonun nasıl yazıldığını, sonuçları karşısında nasıl bedeller ödendiğini iyi bilen nesiliz biz.

Ezberimizde tüm detayları ile geçmişte yaşananlar.

Bizleri bu sahnede rol almaya zorlayanlara söylenecek birkaç sözümüz de var.

Biz bu oyunun en “has” ını biliriz.

Bu millet için ödenecek ne hesap varsa önümüze gelen, boynumuzu “uysal koyun” gibi uzattık. Ama “Kızılderili” tamtamları ile bize “English Vals” yaptırmaya kalkmayın.

Sadece iktidarınızın ömrünü birkaç sene daha uzun tutmak uğruna, kapalı kapılar ardında sözler verirken, İzmir’de tezgahlanan oyunu da hesap edebilmeliydiniz sizler.

Bu gidiş hayra alamet değil.

Bu konuda geçmişe yönelik en fazla tecrübesi olan, hafızası olan bir camiayı, Türk Milliyetçileri’ni, bu oyunun bir tarafı gibi göstermekten vazgeçin.

Siz yazdınız, siz oynayın.

Hayır, biz bu oyunu içinde değiliz” diyorsanız eğer, bugüne gelene dek yaptıklarınızdan duyduğunuz nedameti milletin huzurunda dile getiriniz.

Türkiye’yi ayrıştırmaya yönelik çabalarınıza da bir an önce son veriniz.

Bu konuda en ufak bir adım daha atmayınız.

Çok daha iyisini yapıp, emaneti esas sahibine, size aldanan, siz “Karun” kadar zengin olup “Hummer Jeep” lerle gezerken, kendileri daha da fukaralaşan Türk Milleti’ne iade ediniz.

KOCAELİSPOR’UN İHTİYACI

Futbolda bir deyim var sıkça kullanılan, “bu topa girmemek gerek” diye. Ama Kocaeli’nde yaşayıp da, yaşanan bu trajediye bigane kalmak imkansız neredeyse.

Yazılanlara bakılırsa yaşanan tablo tam bir yürek acısı.

Futbolcuların yaşadığı sıkıntıları az çok tahmin edebiliyorum. Yine de herşeye rağmen gösterdikleri çabanın ayakta alkışlanacak bir davranış olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim.

Geçmişe yönelik çok şey yazıldı. Zaten o bir spor olayı olmaktan çıkıp bir dava dosyasına konu olacak nitelikte kriminal olay haline gelmiş durumda.

Kocaelispor’un toplam ne kadar borcu var bilmem.

Futbolcuya borcu ne kadar onu da bilmem.

Federasyona karşı yerine getirilmemiş edimleri nedir bilmiyorum ancak öğrenmem zor olmaz.

Ama bir şey var bildiğim, o da; Kocaelispor’u bu düştüğü durumdan bir adamın çıkarmasını beklemek, kanser hastasının aspirinle tedavi olmasını beklemek gibi bir şey olur.

Bu kentte Valimiz Sayın Gökhan Sözer’in hızlı bir şekilde devreye girerek, İlimiz milletvekili olan Sanayi Bakanı Nihat Ergün ile birlikte acil olarak geçmişte yönetimlerde bulunmuş kişiler başta olmak üzere bir “akil adamlar toplantısı” düzenlemesi gerekiyor.

Kentimizde bulunan ve bu kente kendini borçlu hisseden sanayici, tüccar, esnaf, işçi, memur, bunların bağlı bulunduğu odalar, sivil toplum örgütleri, kooperatifler, sendikalar OSB’le ve belediyelerin, yalnızca maddi değil fikri katkılarını da verebilecekleri bir platformun hemen oluşturulması gerekmektedir.

-Ne zaman?

Bir Alman Atasözü ile cevap vereyim…

-Dün!

Yani geç kaldık..

Hemen!.

-Kocaelispor kurtulur mu?

Çok kısa bir cevap vereyim

-Kurtulur..

Hele hafta başında GS Başkanı Adnan Polat, yönetici Haluk Üstünel, Bursaspor Başkanı İbrahim Yazıcı ve iki teknik direktörün de bulunduğu bir masada 13 maçta, oynamadıkları Ankaraspor maçından aldıkları 3 puan ile birlikte 7 puan toplayan Denizlispor’un Başkanı Ali İpek’in takımının düşmeyeceğine olan inancını gördükten sonra, 13 puanlı Kocaelispor çok daha rahat kurtulur.

İletişim Dili Olarak Türkçe’nin Kullanımı – II

B – TÜRKÇE’NİN SINIFLARA BÖLÜNMESİ

Bu kısımda bir milletin dilinin farklı zeminlerde farklı kullanım şekillerine ayrılmasıdır sorun. Toplumsal bir riyakârlığın dil alanında statüko kazanmasıdır. Millî bünye, psikolojik ve sosyolojik eşik aşıldıktan yani ayrımın üzerinden on yıllar geçtikten sonra olayı sindirir. Yanlış -doğru atılamayan virüsler bedenle dostluk kurarlar ve yeni organizmalar olarak canlı hayatındaki yerini alırlar.

Sınıflandırma, ince ayarlı ve ayrıntılı olarak da yapılabilir. Lâkin bize göre temelli bölünmeler, günlük yaşanan ve aldığımız eğitimin içinde en çok sırıtanlar:

1-) Kitabî Dil       2-) Sokak Dili           3-) Sosyete Dili

KİTABÎ DİL; kayıtlardaki yani olması gereken. İşleyişiyle, kurallarıyla; Ural – Altay Dil Ailesi’nden sondan eklemeli, küçük ve büyük ses uyumlu kadim Türkçe. Hoşluğu ve kullanım kolaylığıyla.. Müzikalitesi ve şiirselliğiyle.. İstanbul Türkçesi’yle ekmeliyetini bulan yazılı 2.500 yıllık dilimizin kitapları yüzlerce / binlerce güzel örneklerle doludur. Şairden romancıya, nüktedandan eleştirmene, bunlara baka baka yetiştirilirsiniz.

Fakat SOKAĞIN DİLİ farklıdır. Türkçe sokağa indiğinde başkalaşır.Kalıplar değişir, yüklemler düşer, çekimler kısalır, söylem sertleşir. Hoşluk ve güzellik yerini kabalığa ve kolaycılığa bırakır. Argodan ve sövgü edebiyatından bolca destek alınır.

“NABER LAN!” – “BOZUK ALLA ŞÜKÜR” – “VALLAMI?” – “MORUK SEN NAPIYON?” – “BİŞEY YAPMIYOM BE KANKAM” – “ÇÜŞ BE OLUM” – “OHA YAV!” Bu örneklemeleri buradan çıktığınızda her köşe başında duyabilirsiniz. Okul sıralarında farklı düşünen ama sokakta – caddede farklı konuşan, eğitim yuvalarında doğru öğreten ama dışarıda farklılaşan bir dille konuşabilme aralığı bulmak zorunda kalan, kitaplardakiyle sokaklardakinin birbirinin bütünleyemediği bir yapı toplumu çelişkiler yumağı yapar. Hatta millî bir riyakârlığı doğurur. Üniversite, memurluk yada iş sınavına girdiğinizde Türkçe’nin doğru kullanımını, onun dışındaki normal hayat koşullarında çılgın Türkçe.

Belki de kitapla – kültürle toplumca aramızın pek iyi olmayışı da bundan. ‘Okumak iyi bir şeydir’ diye söz yuvarlayan hiçbir vatandaşımız okumaz. İyi olan sadece diplomadır. O da cadde ve sokaktaki işyerimizin koltuk arkasına asılır. Ve o diplomanın önünde dilimizi kıra kıra konuşuruz.

Bir de SOSYETE DİLİ var. O hep farklı olmak durumundadır. Ne kitabî dille ne sokak diliyle uyum sağlamaz. O, onların seviyesine inmez. Aristokrat havalı ve asillik takıntılı, özentili insanların, parayla kafayı bulanların dili de bulutlar üstü olmalıdır. Bol miktarda ecnebi kelime ve bu kelimelerin ecnebice başarılı telaffuzu, ağzın ve burnun cümle ayarına göre kaldırılıp indirilmesi, hercaî söylem, söylenen palavraya çokça inanılmış bir görüntü, gösterişli kıyafetlerle tamamlanan bir ortam; bu dilin temel takıları, aksesuarlarıdır.

Halktan ısrarla ve inatla kopuk, lütfen aynı ülkede yaşadığımız, kendilerini tapılası gösteren ve ancak kendi kendilerine tapabilen bir insan türünün dilinden bahsediyoruz. Bu türün psikanalizinde mitolojik öykünme ve putlaştırma / ilahlaştırma eğilimi olduğundan mıdır nedir dilleriyle tanrısal bir üstünlük kurmaya gayret ederler ve çok da komik olurlar.

 

Mal da yalan mülk de yalan

Bazen sohbetlerimizde geçmişte çok zengin olup, bugün muhtaç duruma düşmüş insanlardan bahsedilir veya sıhhati, güzelliği/yakışıklılığı ile tanınmış kişilerin düşkün, yüzüne bakılamaz hale gelmeleri konu edilir. Bayramlarda ziyaret ettiğimiz mezarlıklarda yatan bazı kişilerin, yaşadıkları zaman diliminde etraflarında bıraktığı sevgi, korku, nefret, azamet, tiksinti vd duygular hatırlanarak, geçici/ fani hayatından geriye kalan bu izler buruk bir tatla hatırlanır.

Dünyanın ve dünya nimetlerinin gelip geçici olduğuna dair bu türlü sohbetler ve ziyaretler esnasında dillerden şu iki mısra dökülüverir:

“Mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi?”

“Mal da yalan mülk de yalan, var biraz da sen oyalan.”

Kültürümüzün şuuraltımıza kazıdığı bu dünya görüşü, bize aşırı hırs ve tamah ile hareket etmememizi tembih eder. Ayrıca başkasının ve kamunun haklarını çiğneme pahasına güç ve zenginlik aramanın yanlışlığını ve manasızlığını anlatır.

“Bu malın sahibi benim” demek yerine eskilerin tercih ettiği kavram, “ben bu malın emanetçisiyim veya bekçisiyim” demek olurdu. Çünkü diyelim ki bir arsadan bahsediyorsanız, bu arsada dünya yaratıldığından bu yana sahip olduğunu zannedenlerin hepsi artık başka bir dünyadalar ve hiçbiri bu arsayı gittiği yere götüremedi. Yeni bekçiler/ emanetçiler sahiplik iddiasını sürdürmekteler.

“Mülk sahibi” kavramı da iki anlamda kullanılmaktadır. Mülk taşınmaz/ gayrimenkul manasına geldiği gibi, “adalet mülkün temelidir” vecizesinde kullanıldığı üzere “devlet” manasını da ifade etmektedir. İngilizce’de de devlet kelimesinin karşılığı olan “state” kelimesinin, “estate” (mülk) den türetilmiş olması da tesadüf olmasa gerek.

Kur’an-ı Kerim’de (Âl-i İmrân sûresi, 26) mülkün hakiki sahibinin (malikül mülk‘ün) yalnızca Allah olduğu çok açık bir şekilde vurgulanır:

“De ki: Ey mülkün sahibi Allah’ım, dilediğine mülkü verirsin ve dilediğinden mülkü çekip alırsın, dilediğini aziz kılar, dilediğini zelil edersin; ‘hayır’ senin elindedir. Gerçekten sen, her şeye kâdirsin.”

Bu yüzdendir ki yüce yaratıcının güzel isimlerinden (Esmaül Hüsna’dan) biri “malikül mülk” tür.

Bütün bu açıklığa rağmen güç sahibi olanların kendilerini mülkün sahibi sanıp ebediyen güç veya zenginliği ellerinde tutacaklarına inanmalarını ve bu inanca uygun eylemlerde bulunmalarını anlamak kolay değildir. Hele de bu kişiler kendi kimliklerini tanımlarken “Müslüman” kavramını öncelikli olarak kullanan kimselerse.

Başlangıçta “devletin benzinini özel işimde kullanamam” hassasiyetinde olanların, bir süre sonra devletin sırtından geçinenler kervanına katılıp, Karunlaşma gayretine girmeleri anlaşılır şey değildir. 

Biz inanıyorduk ki, “Benim referansım İslam’dır” diyen bir yönetici, emaneten bulunduğu makamın kendisine sağladığı güç ve kudreti, şahsi menfaati için kullanamazdı. Yine halkımız inanıyordu ki, bu yöneticilerin makamda daha fazla oturma uğruna başkalarının en temel hak ve hürriyetlerini kısıtlaması, çocuklarımızın gelecekte hür olarak ve refah içinde yaşamalarının sigortası olan varlıkları yabancılara vermesi, ülkenin birlik ve dirliğinin parçalanmasına sebep olabilecek ayrıştırıcı politikaları uygulaması da mümkün olamazdı.

Bu inancı ve güveni duyan geniş halk kesimlerinin hayal kırıklığına uğratılmasının vebali büyük, sonuçları ağır olur. Milletimize “tuz da koktu” kanaatini vermenin bedeli ve “ne pahasına olursa olsun yaparız” denilenlerin maliyeti tahmin edilenden de yüksek çıkabilir.

Ümmî Sinan‘ın şu mısralarını severim:

Bir pınarın başına/ Bir testiyi koysalar
Kırk yıl anda durası/ Kendi dolası değil

“İslam ahlak ve faziletine” sahip olanlardan beklenen, bu mısraların işaret ettiği gibi, maneviyat pınarından gönül testisini doldurmak için gayret etmek ve bilenlerden yardım almaya çalışmaktır.

Oysaki siz bu mısraları iktidar çeşmesinden akan serveti testinize doldurmak, bu uğurda gerekirse “şahsî menfaatlerinizi, yabancıların siyasi emelleriyle tevhid etmek” ve hatta gayrimüslimlerden akıl ve buyruk almak şeklinde anlarsanız, Ümmi Sinan’ların maneviyatını da, “kutlu yolun yolcularını da” kahredersiniz.

Ahlâki disiplinlerin ekonomik anlayışa katkıları ve zenginleşme (3)

Prüten düşünür olan Benjamin Franklin’ .Unutma ki vakit nakittir…. Kredi paradır…paranın doğurgan tabiatı vardır….iyi bir ödeyici herkesin cüzdanının efendisidir” gibi ifadeler kullanır. Weber bu ifadeler şu şekilde yorumlar. “Şerefli olmak yararlıdır, çünkü kredi sağlar, dakiklik, çalışkanlık, ölçülülük de aynı, bunlar, bu yüzden erdemdir.” der.

Protestan mezhepleri bilinçli olarak Tanrının zenginlikle mükafatlandıracağı inancı ile kendi öğretileri arasında bir bağ kurdular. Buna “Doğruluk en iyi siyasettir” düsturunu da ekleyerek buna göre hareket etmişlerdir.

Katolik papazların sadece günlük yaşamlarını sürebilecek ölçüde çalışmalarının öğüt verildiği, cennetle müjdelenen Katolik anlayış Katolik olanları çok fazla geliştirmemiştir. Az okuyan az iş yapan, yenilikler kuşku ile bakan günah işlemeden çok korkan insan topluluğu oluşturmuştur.

Protestan ahlakta ise meslek sahibi bir kişi işini en iyi şekilde yapacak, işini geliştirecek, düzenli ve metodik çalışacak bu çalışmayı da dinin bir parçası gibi algılayıp o şekilde çalışacak. Bu ve diğer erdemli davranış biçimleri ile beraber iyi bir ticaret ahlakı da tesis edilerek bu anlayış içselleştirilmiş olacaktır.

Calvin açıklayıncaya kadar Protestanlık’ta faiz günahtı. O tarihe kadar insanlar birbirlerine faiz almadan borç verirlerdi. Tasarruf bilincinin yüksek olduğu Protestanlarda yastık altında ciddi paralar vardı. . Faizin Calvin’le birlikte meşrulaşmasından sonra yastık altı paralar piyasaya sürüldü ve iktisadi alanda canlanma meydana geldi. Böylelikle, modern kapitalizm ile Protestanlık özdeşir olmuştur.

ABD’nin iktisadi gelişmesi Prüten ahlakla doğrudan alakalıdır. Prüten ahlak ABD’de orta sınıfın çeşitli dernek ve cemaatler meydana getirerek geliştirdiği bir yapıdır. ABD’ye baktığınızda bir kiliseye üye değilsiniz ekonomik hayatta şansınız yoktur. ABD’de genel algı inançlı olmayana kimse güvenmez. Weber bu konuya şu ifadelerle açıklık getirmiştir. “Amerikalı girişimcilerin, endüstri şeflerinin, multi milyoner ve tröst krallarının arasında resmen bir mezhebe, en çok da Baptistler’e üye olanların sayısı az değildir. (hatta eski kuşaktan olanların çoğunluğunun üye olduğu söylenebilinir)… Protestanların düzenli yaşama nitelikleri ve ilkeleri, bu dinsel toplulukların (orta sınıfın) benimsediği tutumlar yaygınlaşmasaydı, kapitalizmin bugünkü ulaştığı yere, Amerika bile gelemezdi…”

Weber dünya dinleri ile ekonomi arasında bir çalışma yapmıştır. Batı tipi kapitalizm batı uygarlığı dışında gelişmemiştir sonucuna varır. Mistik bir eğilim taşıyan dinler iktisadi gelişmeye uygun olmadığından bahseder. Dünyaya dönük asketizimle uzlaşmış dinler iktisadi gelişme için münbit bir kaynağı oluştururlar. Mistik dinler Hint Çin dinleridir. İslam dini başlangıçta aktif riyazet karakterli iken, sonradan bazı toplumsal tabakaların etkisi (tasavvufun) ile mistik karaktere bürünmüşlüğünden bahseder.

Protestan ahlak öğretisi Calvin’in İlahi taktir öğretisine dayanır. Bu öğretiye referans olarak 1647 Westminster Bildirisi gösterilir. Bu öğreti, beş noktada özetlenebilir

(Aron, Raymond (1986), Sosyolojik Düşüncenin Evreleri):

1 – Dünyayı yaratan ve yöneten, ama insanların sınırlı akıllarının kavrayamayacağı mutlak, yüce bir Tanrı vardır.

2 – Her birimizin kurtuluşu (seçilmesi) ya da helâkı (lanetlenmesi) Tanrı tarafından önceden belirlenmiş olup kişinin, kendi çabasıyla önceden belirlenen bu akıbeti değiştirmesi mümkün değildir.

3 – Tanrı dünyayı kendi şanı için yaratmıştır.

4 – İster seçilmiş ister lanetlenmiş olsun bireyin dünyadaki ödevi, Tanrı’nın şanı için çalışmak ve yeryüzünde Tanrı’nın hâkimiyetini kurmaktır.

5 – İnsan için kurtuluş ancak tanrısal merhametle mümkündür.

İlahi takdir öğretisine göre; dünyada günaha batmış mümin, Tanrı için çalışmalıdır. Her şey Tanrı’nın takdirine bağlı olduğundan, fert, kurtuluşa mı ereceğini, yoksa lanetleneceğini mi bilemez. Bu durumda bireyler “seçilmesinin” işaretlerini arayacaktır. Kalvinci mezhepler, dünyevi (ekonomik) başarılarda seçilmişliğin (felahın) kanıtının bulunduğunu düşünürler. Birey, kurtuluş (seçilmiş olmak) belirsizliğinin verdiği korkudan kurtulmak için çalışmaya yönlendirilir. Seçilmişliğinden emin olmak için bir meslekte aralıksız çalışmanın en iyi yol olduğu özellikle salık verilir. Dinsel kuşkuyu sadece bu yatıştırır ve bağışlanma kesinliğini verir. Bu psikolojik süreç neticede ferdiyetçiliği güçlendirmiştir (Aron, Raymond (1986), Sosyolojik Düşüncenin Evreleri).

Yukarıdaki cümlelerden de anlaşılacağı gibi birçok faktör bir araya getirilerek birey çalışmayı; inancının bir gereği olarak yapmaya başlar. Çalışmaktan, üretmekten, tasarruf etmekten, iyilik yapmaktan zevk alır hale gelir. İlaveten ticari bir ahlaka kavuşur ve iktisadi bir sisteme dönüştürülen bir yapı kurulmuş olur.

Herkese Benden Bir Ayna!

Türkiye’de yaşayan ve kendini Türk Milletine mensup gören insanlara tuhaf bir şeyler oldu. Adeta bir başkalaşmaya uğradık.

Bu topraklar üzerinde nefes alıp veren insanlarımız tarih boyunca tarif edile gelen klasik Türk tipine benzemez bir hale geldi. Ya da ben öyle zannediyorum.

Dinden anladıklarımız farklılaştı, örf ve adetler geriye atıldı, vicdanlar çarpıldı, ahlak erozyona uğradı, doğrular karşısında suskunlaşarak sadece bireysel menfaatler peşinde koşar hale geldik ve saymakla bitmeyecek kadar,  nice ruh ve karakter değişikliklerine uğradık…

Bunlar münferit olaylar olarak gözükse, önemli değil deyip geçiştireceğim ama örnekler o kadar çoğaldı ki; toplumsal menfaatlerin göz ardı edildiği bir çılgınlık sürecine girdik.

Şahsi menfaatlerimiz ve ikbal söz konusu ise; dini de, ticareti de, eğitimi de, evliliği de, milli kavramları da, siyasi sorunları da başımıza ne gelir diye düşünmeden bunlara uydurur hale geldik.

Bu durum bir güneş tutulması örneği gibi adeta bir toplum tutulmasıdır.

Doğruları yapmaktan kaçınmak ve bundan utanmamak; insani ve imani ölçülerle kabul edilemeyecek hususlardır.

Mesela bir adama hem hırsız demek hem de ne yapalım namaz kılıyor Müslüman bu diyerek onu belediye başkanı seçmek, akıllı ve ruhu sağlıklı insanların yapacağı bir iş  değildir. Bu örnek bu ülkede bir çok yerde yaşanmıştır. İş sadece bir hırsızı namaz kılıyor diye belediye başkanı ya da milletvekili seçmekle kalsa diyeceğimiz bir şey yok. Her türlü rezilliğin ve milli tehlikelerin kılıfının böylece ustaca hazırlanmış olması ve halkın bunu gaflet içinde seyretmesi, bize halkın belirli mihraklarca derin bir uykuya sokulduğunu gösteriyor.

Türk Milleti tarih boyunca bu tür uyku hallerini bir çok kez yaşamıştır.

Tarihte Çinlilerle yaptığımız mücadelelerde, Çinliler; Türklere karşı günümüzde uygulanan uyku ve gaflet içinde bırakma yöntemlerini deneyerek bize çok büyük zararlar vermiş ve Türk Milletini yok olma noktasına getirmiştir.

Yüzlerce yıldır Türk Milletinin yaşadığı ve özellikle de devlet kurduğu topraklarda hepinizin bildiğine inandığım birbirinden değişik bir çok sorun vardır.

Bu sorunların neredeyse tamamının dış kaynaklı olduğu kesindir. O kadar geriye gitmeden sadece Cumhuriyet döneminde yaşadıklarımıza bakarsak sorunlarımızda yabancı etkisini çok rahatlıkla görürüz. Yabancı etkisi yok diyenlerin hepsi, o sorunları yaratan yabancıların parasını ödeyerek satın aldığı kişilerdir.

Peki bu dış kaynakların Türk topraklarında sorun çıkartmak için buldukları uygun zemine ve bu oyunları gaflet içinde seyredenlere ne demeli?

Konumuz ihanet edenler değil onları zaten biliyoruz. Dikkat çekmek istediğimiz nokta her türlü yanlışı görmesine rağmen menfaatleri sebebiyle her türlü hadiseye “bile bile lades” diyen insanların toplumda yarattığı zafiyettir.

Türkiye’de Cumhuriyet döneminde çıkarılan ve son PKK olayının da dahil olduğu bütün isyanların hepsi dış desteklidir.

Son günlerin moda isyanı Dersim’de meydana gelen olaylarda, İngiliz ve Fransız parmağı olduğu delillerle sabittir. Hal böyle olunca Dersim’de isyan edenleri savunmak ve Türkiye Cumhuriyeti devletini katliamla suçlamakta neyin nesi oluyor? Siz bana söylermisiniz ki; yeryüzünde kendisine karşı yapılan dış destekli bir iç isyanı eli kolu bağlı seyreden  bir devlet olacak. Elbette yoktur.

Burada önemli olan nokta, konuyla ilgili yanlışları bilmelerine rağmen susan ve menfaatlerini korumak adına takiyye yapan ve kendini Türk Milletine mensup olarak gören insanlardır. Bunların ne yazık ki etrafımızda olduğunu, hepimiz görüyoruz.

İngiltere, Fransa, İsrail, ABD, Almanya veya Rusya ya da diğerleri kendi amaçlarını tahakkuk ettirmek için önlerinde engel olarak gördükleri Türkiye üzerinde her türlü operasyonu yapabilirler.

Bunun için kendilerine yardım için yandaş olarak hainleri bulabilirler ve tarih boyunca da bulmuşlardır.

Ancak bu olayları gaflet içinde seyredenleri  aptallık derecesinde bir hümanizma ile olaylara bakanları, aslı astarı olmayan bir şekilde demokrasi havarisi kesilenleri ve tarihten bir türlü ders çıkaramayanları anlamak mümkün olamamaktadır.

Gerçi satılık medyayı, ücreti ödenmiş aydınların ihanetini ve kendini satmış cemaat ile tarikat şeyhlerini anlıyorum da kimseye müdanası olmayan sıradan vatandaşın, haksızlıklar ve yanlışlıklar karşısında bu kadar suskun kalmasına bir mana veremiyorum.

Eğer bu tepkisizlik ya da tavırsızlık, her hangi sebeple bir korku nedeni ile oluyorsa, unutmayalım  korkunun ecele hiçbir faydası yoktur. Korkmak, tavırsız, ilkesiz, duyarsız ve adam sendeci davranmak neticeyi değiştirmeyecek, başımıza gelecek olanları engellemeyecektir.

Dış güçler ülkemiz de bir olayı tezgahlarken toplumun sesini kısmak için yan faktörleri de dizayn etmektedir. Tıpkı günümüzde bilinmeyen bir açılıma toplumun ikna edilmesi için medyanın, bürokrasinin, siyasetin, satılmış aydınların, cemaatlerin ve tarikatların, sanatçıların, STK’ların top yekün çaba göstermesi gibi.

Açılım denen meçhul proje sadece siyasetin sunumu ile vatandaşı önüne gelse belki tekme yiyecek ama yukarıda saydığımız yardımcı unsurlar, tam mesai, halkı uyutarak ikna etme peşinde olunca, halk yine tereddüt etmeye başlıyor. İşte bu dış güçler ile yerli işbirlikçilerin değişmez ve vazgeçilmez bir yöntemidir.

Bu gün Türkiye’nin üzerinde amacı belli ancak uygulama planları çeşitli, tek bir oyun vardır. O da vatan bildiğimiz bu mübarek toprakların emperyalist haçlı zihniyetince teslim alınmasıdır.

Bunun hayata geçirilmesi için; açılım, pkk, medya, bilim dünyası, cemaat ve tarikat, siyaset gibi akla hayale gelmedik bir çok araç kullanılmaktadır.

İşaret ettiğimiz dış güçler; pkk eli ile terör yaratırken diğer yandan cemaat ve tarikatlar eliyle milli kimlikten arındırma projesini yürütmekte, medya eliyle zihinler karıştırılmakta, suni olarak çıkartılan ekonomik krizler sebebi ile midesinden başka bir şeyi düşünemez hale getirilen insanlarımız aydınların ihaneti ile de bir meçhule sürüklenmek istenmektedir.

Bütün bunlara karşı vatandaşlarımız ne yapmaktadır?  Bu sorunu cevabı bana göre bir muammadır.

Türk Milleti üzerine oynanan oyunun farkına varmıştır. Ancak buna rağmen, sosyal yapının Kürtleştirilmesi ve Araplaştırılması sebebiyle, nasıl bir ruhsal  işgale uğradığının farkında olmadan, adeta afyon yutmuş  bir halde, başına gelecek olanları uyuşuk bir vaziyette izlemektedir.

Türk Milletini karşılaştığı yaşamsal sorunlardan uzak ve uyku halinde tutmak için kullanılan en önemli arguman tarihimizde pek çok örneğini gördüğümüz gibi yine dinimizdir. Mustafa Kemal Atatürk “Bizi yanlış yola yönelten kimseler bilirsiniz ki, çok kere din perdesine bürünmüşler, saf ve temiz halkımızı hep şeriat sözleriyle aldata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyup, dinleyiniz… Görürsünüz ki milleti mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar hep din niteliği altındaki küfür ve kötülükten gelmiştir. Onlar her türlü hareketi dinle karıştırırlar. Halbuki Allah’a şükürler olsun hepimiz Müslümanız, hepimiz dindarız; artık bizim, dinin gereklerini öğrenmek için şundan bundan derse ve akıl hocalığına gereksinmemiz yoktur.” Demesine rağmen günümüzde bu yoldan sapıldığını ve Atatürk’ün işaret ettiği olumsuzlukların yaşanmaya başladığını görüyoruz.

Peki hiç mi bunun farkında olanımız yok?

Günümüzde binlerce cemaat ve tarikat yuvasında Türk insanı İslam dini ile ilgili olmayan kurallarla derin bir uyku içine sokulmuştur.

Hayatı boyunca öğrenmek ve bilgi ile kendini tazelemek zorunda olan insanoğlu; bu eylemden uzak olunca, korku dozu artırılmış sloganlardan ibaret propagandaların etkisinde kolayca kalabilmektedir.

Müslüman Türkler bu gün dinimizin şekli kurallarını harfiyen yerine getirmekte ama her nedense tefekkürden büyük bir nispetle kaçınmaktadır. Nurettin Topçu bu hali “Dinden bütün ruh sıyrılarak kendisiyle hiç alakası olmayan bir iskelete iman adı verildi.” diye tanımlıyor.

Eğer yazdıklarımızın aksi sabit olsaydı mücahitler müteahhit olmaz, “zinhar” diye söze başlayan çember sakallılar yoldan çıkmaz, Deniz Feneri ayağı altında fakirin ekmeğine göz dikilmez, Ali Dibolar sahne almaz, cemaat iktisadi teşebbüsleri kurulmaz, din kisvesi altında bölücülük bu kadar başını alıp gitmezdi…

Halkımızda bütün bu olanlara karşı sessizlik niye? Ne oldu bize? Oysa her şeyi görüyor ve hissediyoruz…

Topluma hakim olan anlayışlara şöyle bir bakın: “doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar” aman ha doğru söylemeyin sonra yaşayacak köy bulamazsınız. “Sana dokunmayan yılan bin yaşasın” kimse çıkıpta bu yılan gün gelir sana da dokunur demiyor. Bunları “dostlar alışverişte görsün”, “hem nalına hem mıhına” vb. gibi çoğaltmak mümkün. 

Yalnız herkes bilmelidir ki; doğru düşüncelerin ve bunların yaşama geçirilemediği bir toplum yaşamının felaketlerle karşılaşmaması imkansızdır.

Bir ferdin topluma zarar vermek pahasına kendi çıkarına yaptığı davranışlar gün gelir kendisi içinde bir sonuç vermez. Bu konuda düşünür Samuel Jackson “Adamlığın gerçek ölçütü insanın kendisine hayrı dokunmayanlara nasıl davrandığıdır.” demektedir. Bu sebeple ülkeye inanılmaz derecede kötülük yapanlara karşı halen onlara adam muamelesi yapmak adamlık değildir.

Sıradan bir Türk insanı, yıkıcı bir ortamın yaşandığı bu günlerde, ülkenin jeo-politik yapısına yönelik, iç ve dış odaklı olayların tehdit edici boyutlarına karşı, çeşitli savunma mekanizmalarını kullanarak ayakta kalmayı başarmalıdır.

Bunun için yapması gereken şey çok basittir. Öncelikle özümüze dönmeliyiz. İman ve inancımızı her türlü yanlıştan arındırmalıyız. Bireysel menfaatler yerine toplumsal menfaatleri göz önüne almalıyız. Genel ahlak kurallarını yaşamımızda taviz vermeden uygulamalıyız. Doğruluk bizi yaksa bile hiçbir zaman doğruluktan ayrılmamalıyız.

Unutulmamalıdır ki; gök kubbe çöktüğünde altında sadece hainler değil, gafiller ve haksızlıklar karşısında susan dilsiz şeytanlarda kalacaktır.

Amerika’nın kurucusu Thomas Jefferson “bizler faziletli kaldığımız sürece bizi kimse asla aldatamaz” diyor. İşte işin sırrı burada yani faziletli olmakta yatıyor.

Türk Milleti; ruhunda ve genetiğinde çok önemli özellikler taşıyan asil bir millettir. Bu sebeple Sevgili Peygamberimiz hadisi şerif yolu ile “Türkler size ilişmedikçe sizde onlara ilişmeyin” diyerek ashabını uyarmıştır. Hazreti Peygamberin bile böyle önem atfederek işaret ettiği Türk Milleti; bu gün kendinden bir haber  halde ve ne yapacağını bilmez bir vaziyettedir.

Türk Milletinin ağır sorunlarla karşı karşıya olduğu muhakkaktır. Ancak bu sorunların hiç biri çözümsüz değildir. Yeter ki karamsarlığa düşmeden yanlışlardan arınıp  silkinmek, yeniden tarih yazacak bir şahlanışa sebep olacaktır.

Bunu yapabilmek için kendi kendimizle bir yüzleşmeye ihtiyaç vardır. Bu yüzleşmeyi yapamazsak ödeyeceğimiz bedeller her geçen gün katlanarak artacaktır.

Gelin henüz vakit varken hepimiz bir aynanın önüne geçerek kendimizle bir yüzleşelim… Bu yüzleşme bize doğruları bir kez daha görme fırsatını verecektir. Ben de bunu kaçırmayalım diyorum. Üstelik aynalar da benden !

Kurban Çağrısı

0

Kurban sözcüğünü hem lafzi hem şekli anlamda değerlendirebiliriz. Karib, akraba; aynı kökten gelen sözcüklerdir. Yakınlık, yakınlaşmayı ifade eder bu sözcükler. Uğruna kurban olunan şey, kendisine yakınlaşılan, belki de kendisiyle aynileşilen şeydir. “Ben kendimi senin yolunda feda ettim, ben benliğimden çıkarak sen oldum” demektir. Kurban, şekli olarak bir hayvanın kesilmesidir; ancak mecaz anlamıyla, kişinin, uğruna kendisini feda ettiği bütün engelleri “kaldırıyorum” demesidir. İslam’a göre, uğruna feda olunacak, kendisine kurban kesilecek tek varlık, Allah’tır. Bunun dışında hiçbir değer için kurban olmaz.

Kurban, dini bir terimdir. Hak ya da batıl, bütün dinlerde kurban; hem şeklen hem lafzen vardır. Kurban sözcüğü Kuran’da on, İncil’de altmış, Zebur’da yirmi, Tevrat’ta üç yüz dokuz kez geçer. Hac Suresi 34’te Yüce Allah “Biz her ümmet için bir kurbanlık hayvan kesme zamanı/kurbanlık hayvan kesme yeri/kurbanlık hayvan kesme tarzı belirledik ki, kendilerine rızık olarak verdiğimiz kurbanlık hayvanların üstüne Allah’ın ismini ansınlar. Sizin tanrınız bir tek tanrıdır; o halde yalnız O’na teslim olun. Alçakgönüllü, saygılı kişileri muştula.” der. Diğer dini kitaplarda da kurbanın, kulları Tanrıya yaklaştıracağı, kurbanın kesim şartları uzun uzun anlatılır.

Bizim kültürümüzde, iki dini bayramdan biri olan bu bayramda kurbanlar kesilir, etleri ihtiyaç sahiplerine, komşulara dağıtılır. Yoksullar sevindirilir, birbirine uzak düşenler yakınlaşır. Hocalar tarafından kurbanın hikayesi anlatılır, şeklin dayandığı öze pek inilmez. Hele, Hz. İbrahim ile oğlu İsmail arasındaki konuşma, bir teslimiyet örneği olarak, pek hazin şekilde aktarılır. Her yıl kurban kesenler de sadece bir ritüeli tekrarlamış olurlar. Kurbanın manası bu mudur, böyle mi anlaşılmalıdır?

Dinimizde bütün ritüellerin tek hedefi vardır: Allah’la yek-vücud olmak. “Kurbanın ne etleri ne kanları Allah’a ulaşır. Allah’a ulaşan ancak takvanızdır.” denir Hac suresi 37’de. Namazın da, orucun da, haccın da tek hedefi vardır: İnsanı kul yapmak. İnsanı Allah’a yaklaştırmak. Bir namaz ki, bir oruç ki, bir kurban ki, bir hac ki sizi takva sahibi yapmıyor; bunların tamamı boş bir eylemdir, boşa çekilmiş zahmettir.

Suyu akan dere, çevreye hayat verir. Suyu akmıyorsa o dere çevre için mikrop üreten bataklıktır. Dereden akan su, akarken hem çevreyi bereketlendirir hem bir hedefe doğru ilerler. Ulaşacağı yer, deryadır.  İnsan da ibadetlerinde bir hedefe koşmalıdır. Hedefsiz ibadet, külfettir, sıkıntıdır, başa kakmadır. Parçası olduğu deryaya kavuşma arzusuyla koşan deredeki su gibi, Allah’a kavuşma niyetiyle kurban kesen bizler, her adımımızda bilinç ve iman düzeyimizi artırmalıyız. Bizi bizden alan, bizi dünyacı kılan, egomuzu güçlendiren, nefsimizi şımartan, kulluk aşkımızı körelten bütün engeller, kurbanın akan her damla kanıyla kaldırılmalıdır, temizlenmelidir.

Güzellik adına yapılacak bir şey varsa, bunu yapmak için hiçbir şey geç, değildir. Bu bayram kendi kendimize haykıralım: “Kin ve nefret duygumu öldürdüm; kibirliliği, bencilliği, cimriliği bir koç gibi kestim; dünya tutkusunun, tamahkarlığın, muhterisliğin kanını son damlasına kadar akıttım; mazoşist, narsis, sadist duygularımı bir daha çıkamamak üzere gömdüm; vefasızlığı, nankörlüğü, değerbilmezliği gönül dünyamdan kovdum; mevki, kadın, para tutkusunu sınır dışı ettim.” Öz olarak, “Her türlü maddi ve manevi pisliklerden kendimi kurtardım, yani hadesten ve necasetten tahareti gerçekleştirdim.” Bunların bütününü, en azından bir kısmını diyebiliyorsak, biz kurbanımızı kesmişizdir.

Kurbanınız, kurban olsun.

Cımbız Siyaseti

Taşları bağlayanlar, itleri de bağlasınlar,
Analar elemden değil, sevinçten ağlasınlar,
Yetkililer; Bölücülere, vatan hainlerine inat,
Birliği, iriliği, kardeşliği sağlasınlar.

Keser bu, kimin elindeyse ona göre yontuyor.

Her gündem, her politikacıya göre farklı yorumlanıyor, herkesin elinde cımbız, kendine menfaat sağlayacak kıymık koparma peşinde.

Öğle üzülüyorum ki;

Siyaset, bir çok değerimizin üstünde önem kazanmış, siyasi partilerimize, siyasi liderlerimize çok dar bir açıdan bakar olmuşuz. Herkes kendi partisine/partilisine/siyasi liderine toz kondurmuyor.

Bir zamanlar ben de siyasetle uğraştım ama benimkisi böyle değildi sanki…

“Benim partim hata yapmaz” demedim. “Benim siyasi liderim hata yapmaz” demedim.

Partili partisiz bir çok kişinin kalbinde taht kurmuş merhum Muhsin Yazıcıoğlu ile aynı partide çalışırken, belkide en az eleştirilmesi gereken o zatı muhteremi zaman zaman eleştirmekten geri durmazdım.

Zaten O’da “ne pahasına” desteği istemezdi ki.

Biz Türk Milleti olarak neden eğriye eğri, doğruya doğru demeyi öğrenemedik bilemiyorum.

“Benim liderim diyorsa bir bildiği vardır” safsatasından kendimizi bir türlü kurtaramadık.

Ben mesela merhum Yazıcıoğlu’nu Rauf Denktaş konusunda hep eleştirirdim.

Ben Türkiye’de Demirel ne ise, Kıbrısta Denktaş aynı şey diye düşünürken, (yani bu zatların ikisinin de ülkelerinin zaman kaybına sebep olduklarına inanıyorum) O, Sayın Denktaş’ı çok sever ve çok takdir ederdi.

Halbuki benim nazarımda Sayın Denktaş, Kıbrıs’ın dünyanın kumar merkezlerinden biri olarak anılmasına imza atmış, milletine milli ve manevi bir şey kazandıramamış, Kıbrıs’ı ve Kıbrıslıyı uzun süre oyalamış, uzun bir saltanatın ardından makamı oğluna teslim için elinden geleni yapmış bir liderdir.

Benim şahsi düşüncem tabi bu.

Bu düşüncemden dolayı da, Sayın Genel Başkanımla aynı şeyi düşünmeme konusunda irade kullanacak durumdaydık.

Halbuki bazı partililerin durumuna bakıyorum, yazdıklarına, çizdiklerine bakıyorum;

Liderleri Zembille inmiş, Partileri Hint Kumaşı.

Bir partiye bakıyoruz, Atatürk’le başlayıp, Atatürk’le bitiriyorlar.

Neredeyse yemeğin tuzu fazla kaçsa, Atatürk ilkeleriyle bağdaşmadığını haykıracaklar.

Tutunacak başka bir dalları da yok gibi.

Kanunlarımızda Atatürk ile ilgili o kadar madde var ki, hatta Atatürk’ü koruma kanunu balşı başına bir anayasa; Ancak ne hikmetse Atatürk’ü istismar konusunda hovardalık diz boyu.

Siyasi çıkmaza giren Atatürk’e sarılıyor,

Dini istismarı politik hedef seçenler Atatürk’e sarılıyor,

Bir mevkiye ihtiyacı olanlar, “Nasılsa bütün kapılar açılır” saflığı ile Atatürk’e sarılıyor.

Mevkiye susayan, başı ağrıyan, takımı mağlup olan bağırıyor tüm avazı ile; “Atam izindeyiz”.

(Allah’ım şu yüce milleti virgül olmaktan sen muhafaza et)

Atatürk dirilecek olsa; “Bu iz benim izim değil” diyeceğinden hiç kuşkum yok.

Dersim İsyanını savunanlar Atatürk’cü, İsyanın karşısında olanlar Atatürk’cü, Laikler Atatürk’cü, Laiklik karşıtları Atatürk’cü…

Atatürk büyük bir toplumun ortak paydası olabilir. Ama bir ortak payda da devamlı silah olarak kullanılmaz ki.

Demokrasi deyimi de, eziyet gören kelimelerden biri.

Adam (Sendika başkanıymış!) tren seferlerini engelliyor, binlerce kişiyi, çocuğu, yaşlıyı, hastayı mağdur ediyor. Ne yapıyorsun? “Demokratik hakkımızı kullanıyoruz” “Grev hakkı istiyoruz”

Grev hakkın yok bu zulüm’ü yapıyorsun, grev hakkın olsa kim bilir neler yaparsın.

Yani istismarcı bir toplum olup çıktık vesselam.

Bir başka partiye bakıyoruz; Bırakın alternatif düşünceyi, alternatif genel başkan adayına bile tahammül yok.

Aday adayları Kongre salonuna bile sokulmuyor, ardından Demokrasiden dem vuruluyor, Hak’tan hukuktan bahsediliyor.

Politika ne hallere düştü ve ülkeyi yönetmeye talip olanlarin halleri içler acısı.

Bu memleket ne zaman basiretli adamlar tarafından, adam gibi yönetilecek, “ben” yerini “biz” demeyi ne zaman öğreneceğiz çok merak ediyorum.

Gündeme bakıyoruz; Bir Açılım, bir Domuz Gribi, bir Dinleme

Gönül isterdi ki yüze-göze bulaştırmadan gerekli Açılım sağlanaydı da, Her hizmet herkese gitseydi, her kes her hizmeti yapsaydı.

En sosyete gibi her haşamalı da denizden aynı ölçüde faydalansaydı, Mağaraların (!) en ücra uçlarına en sosyeteler bile gidebilseydi, gezip göre bilseydi.

Ülkenin bir bölümüne Parti liderleri bile gidemezken, bölücülerin gidemediği yer yok!

Sokaklar adeta bölücülerin şov arenası!

Yakıyorlar, yıkıyorlar dokunulmuyor, üç-beş ay sonra birkaçı lütfen bulunup sorgulanıyor(!).

Taşları bağlayanlar, itleri de bağlasınlar,
Analar elemden değil, sevinçten ağlasınlar,
Yetkililer; Bölücülere, vatan hainlerine inat,
Birliği, iriliği, kardeşliği sağlasınlar.

Şu Domuz Gribi meselesi gerçekten muamma;

Dünyanın benim diyen birçok ülkesi aşı bulamıyor, bizde ganimet, Sağlık Bakanlığımız şiddetle teşvik ediyor. Hakkari’nin korunmasız, buz gibi köşelerindeki vatandaş grip olmuyor, Sayın Sağlık Bakanının çocukları Domuz Gribi oluyorlar! (Allah şifalar versin).

Sayın Bakanım bilmediğimiz bir tehdit mi var acaba?

Dinlenme meselesine gelince;

Benim yetkim olsaydı, niye yalan söyliyim Sayın Moğoltay’ın tayin ettiği hukukçuları dinlemek isterdim. Çünkü o kadar şaibeli bir tayin furyasıydı ki, kafaların karışmaması mümkün değil.

Yani politik düşüncelerden sıyrılmış kişilerden teşkil olması gereken o zemin, boğazlara kadar politize edildi ve hem de kasten…

Doğrusu o tayin rezaletinden sonra o makamlara “tarafsızdır” demek içimden gelmiyor.

Zaten onlar da basbas bağırıyorlar her halleriyle.

Bir Hukukçu düşünün; Eski Cumhurbaşkanı Sezer’e hakaret içeren laf sarfeden bir yazar için “şiddetle cezalandırılmalı” diyor, Başbakan Erdoğan’a daha ağır hakaretler savuran bir sanatçı için; “Sanatını icra etmiş” diyor…

Dinleme var mı, yok mu bilmiyorum, ancak çifte standartlı hukukçulara dikkat edilmesi gerektiğine gönülden inanıyorum.

Ve şunu da biliyorum; Özellikle Sol’un rahatsızlığı, iktidarlıklarına yavaş yavaş halel gelmesindendir. Çünkü Türkiye’de sağın hükümet olma yüzdesi hep yüksek olmuştur, ancak iktidar; malum kuruluşlardaki kadrolaşmadan dolayı hep sol’un kontrolünde olmuştur. Son birkaç yıldan beri bu noktalarda güç kaybeden sol, müthiş biçimde rahatsızdır. Biribirlerine düşmelerinin altında da bu hakikat yatmaktadır inancındayım.

 

Zor Bayramlar

Mübarek Kurban Bayramınızı tebrik ediyor; aziz şehitlerimizi ve gazilerimizi, Türk milliyetçiliği yolundaki çalışmaları ile hiçbir zaman unutmadığımız hocalarımızı, dost ve arkadaşlarımızı rahmetle ve saygı ile anıyoruz.

Bugünlerde adeta 1919 ve 1920’li yılların  bayramlarını kutluyoruz. Ülkenin geleceği bakımından o en olumsuz şartlarda da kötümser değildik; bugün de kötümser değiliz. Demokrasiyi rafa kaldıran, fikir ve düşünce hürriyeti üzerindeki baskılara,  iktidara biat eden kanallar haline gelen TV ekranlarına, çarpıtılan gerçeklere, barış ve demokrasi projesi diye takdim edilen tuzaklara, Türk Milletini etnik ufalama gayretlerine, etnik fitneye rağmen; bu karanlık günleri de aşacağımıza inanıyoruz. Yeter ki törpülenen, uyuşturulan  idealizmi ve “biz” olma şuurunu  tekrar canlandırabilelim. Küçük hesaplara âlet olup komik durumlara düşmeyelim.

Dün milliyetçi ve milli endişe  sahibi olarak tanıdığımız bazı kişi ve kuruluşlar, bugün tanınmayacak hale  gelmişlerdir. İktidar paraleline giren ve menfaat musluklarına göz diken bazı kişi ve kuruluşların bugün milliyetçiliği tartışılır hale gelmiştir. En hayati konularda bile ırkçı bölücülüğe, anti-Türk kışkırtmalara, etnik ayrıştırmaya kılları kıpırdamayan, tepki yerine dolaylı destek olanlar ibretle seyredilmektedir. Bunlar çok çabuk araziye uymuşlar ve iktidar nimetlerine göz dikmişlerdir.  En acısı inandıkları fikir ve idealleri bir başka bahara ayırarak buzdolabında saklamayı uygun görmüşlerdir. Herkesin kalitesi ve karakteri zor günlerde belli olmaktadır. Sahte milliyetçiler, Türk’e ve Türkiye’yi Türkiye yapan her değere karşı ırkçılık yapılırken bile seslerini  çıkartmamaktadırlar.

Bu zavallı tipler bu yanlış yoldan gittikleri sürece, ülkeyi açılım adı altında tanınmayacak hale getirenler, cesaretlenmekte ve bunlardan güç almaktadırlar. Önce terör örgütünü esas alan Kürt açılımı, daha sonra yumuşatılmış demokratik açılım ve daha sonra barış ve kardeşlik projesi diye yutturulan soytarılıklar  birbirini izlemektedir. Bu açılımların patentinin bizde olmadığı görülmüştür. ABD bize açılmayı emretmektedir. ABD ergeç Irak’tan çekilecektir. Irak’ın işgali ile beklenmedik fatura ile karşılaşan,  petrol gelirlerini garanti altına almak isteyen ve güney komşumuz haline gelen ABD, Türkiye’ye Irak’ın Kuzey’ine müdahale imkânlarını ortadan kaldırmıştır.

Koordinasyon çalışmaları adı altında uzun süre oyalandık. Terör sorunu siyasallaştırıldı ve önümüze konuldu. ABD, sorun PKK ise; ben bunu silahsızlandırır, tasfiye ederim, diyor. Ama sen de açılım yap talimatını veriyor.  Kamplardaki terör örgütü mensuplarını tekrar içine al, kabul et, onları şehirleştir ki ırkçı terör sorunu tekrar başa dönsün. Bize, binlerce vatan evlâdının şehadetine ve büyük bir meblağa mâl olmuş olan bu saldırı; terör örgütünün her alanda yenilgisine rağmen, örgütün isteklerinden bir bölümünün kabulü ile mi sonuçlanmalıydı?

“Çok masraf yaptık; bu masrafı başka yerlere ayırsaydık birçok tesis, fabrika yapardık. Analar artık ağlamasın” diye ortaya düşen ülkeyi yönetenler, şehitliğin anlamını biliyorlar mı? Şehit anası, babası, eşi olmanın şerefini paylaşabiliyorlar mı? Bunlar nasıl muhafazakâr?  Asıl anaları ağlatanlar, teröre ve etnik ırkçılığa taviz verip onu şımartanlardır. Terörle Mücadele Yasası ile oynayanlar, TCK’nin 301. Maddesini değiştirenler, örgütü ve onun başını muhatap alanlar, dolaylı aflar çıkartanlar bizim en kıymetli varlığımız olan şehitlerimizin analarını ağlatmışlardır.

Türkiye’deki çelişki; kendi kendilerini muhafazakâr olarak tanıtanların,  gerçekten muhafazakâr ve halkın değerlerinden yana kabul edilme yanlışıdır.  Oysa davranışlar ve uygulanan politikalar bunu göstermiyor. Yer adları ile oynayanlar, etnik taassupla bunları değiştirmeye kalkanlar, Türkçeye ve Türk kimliğine rakip yaratmaya çabalayanlar, vatansız, bayraksız, devletsiz, milli kimliksiz Müslüman yaratma özlemi içinde olanlar, ülke sathına etnik mayın döşemeyi demokratikleşme zannedenler, 15 günde fikir değiştirip AB baskısı ile zina yasasını değiştirenler, yeri geldiğinde liberalliğe soyunup dün ve bugün siyasi amaç taşıyan misyonerliğin önünü açanlar, ekonomik kaynakları yabancılara ikram edenler nasıl muhafazakâr olabilir?

 

İletişim Dili Olarak Türkçe’nin Kullanımı

(Eğitim 2023  Derneği’nin 21 – 22 Kasım 2009 tarihlerinde Ankara’da düzenlemiş olduğu TÜRKÇEMİZ ÇALIŞTAYI İkinci Oturum Tebliği’nin ilk kısmıdır)

İletişim dili olarak Türkçe’nin kullanımında derin yarıklar ve bozukluklar var. Bunları 3 x 3 toplam 9 kısımda ele alabiliriz.

A – TÜRKÇE’NİN EĞİLİP BÜKÜLMESİ

Bu durum; Türkçe’nin harf düzenini kullanan, cümle kurmada iyi – kötü gramer özelliklerini kullanan fakat tanımlanamayan ve yalnızca muhataplarının anlayabildiği ucube bir iletişim şeklidir. Buna ‘Tanımlanamayan Gök Cisimleri’ örneğinde olduğu gibi İngilâzcasıyla UFO yada Oktay Sinanoğlu tabiriyle TARZANCA diyebiliriz. Tarzanca yani hayvan türlerinin de mana ve davranış çıkarabileceği, hilkatin doğallığını yansıtan, ormanî bir dil.

Bunları da tasnif edersek; SMS Tarzancası, Mail Tarzancası ve Medya – Müzik Tarzancası diye üçleyebiliriz. Yeterince derdimiz olduğundan bu tasnife ‘Argo’ dâhil edilmemiştir. Hiç olmazsa sözlükte yeri ve insan hayatında bir anlamı var deyu şimdilik bahse konu değildir.

1-) SMS (Kısa Mesaj) TARZANCASI:

  • * Örnek – I – “mrb janım yrn nabıyon, nese baq chok güsel br hbr aldm”
  • * Örnek – II – “slm yha nerdsin yasıonmu, saol yni chok vefszsın”
  • * Örnek – III – “slmkm ben dlek sanna ulşmyrum, nbrsin ok msin?”

Buradaki durum; dilin tırpanlanması, iptidaî hale getirilmesi, seslerin düşürülmesi, ifadelerin ruhsuzlaştırılması ve kodlama şeklinde meram anlatımıdır. Küresel kapitalizmin istediği insan tipi ‘bireyselcilik’ ana dili de bu şekilde bireyin keyfine ve kapasitesine bırakmıştır.

Bu tarz mesajlaşma ile kurulacak olan iletişim değil iletişimsizliktir. Kelimelerin defolu bir biçimde kullanımının yanı sıra kelime karşılıklarının kişiler üzerindeki farklı çağrışımları anlaşmazlıkların ancak katsayısını arttırır.

2-) MAİL (Elektronik İleti) TARZANCASI:

  • * Örnek – I – “slm btül / slm / napıon / iiim, sen / saol bnde ainen / ok”
  • * Örnek – II – “hstmısn / hstyım ama çk diil brz / ii o zmn by by”
  • * Örnek – III – “dşr çıkcnmı / blk nie srdun / hiiç gzriz işt / tamm / ewt”

SMS bahsindeki durum burada vites büyütülerek sürdürülür.

Haberleşme ve iletişim teknolojisini arttıkça insanlar birbirleriyle daha da geçimsiz oldular. Her şeyden haberdar oldular gibi göründü ama bilip öğrendiklerinin hayattaki karşılığı neredeyse sıfır. Dolayısıyla zihnin ve gönlün bilgi posasıyla yada çer – çöple dolması bilim adına bir anlam ifade etmez.

Ayrıca bu iklimde, insanların kendi yaş, cinsiyet ve mesleklerini gizleyebilmeleri bilinçaltlarındaki olumsuzlukların yol bulup çıkmasına yarıyor. Bastırılmış duygular, toplumsal manevî baskı ortamı tedavülden kalkmış görününce arz-ı endam edebiliyor. Bundan ötürü de anlaşmazlıklarımız derinleşiyor, fiziksel hayat sözlü ve yazılı şiddet olarak dönüşebiliyor.

3-) MEDYA – MÜZİK TARZANCASI:

  • * Örnek – I – “ay vallayi ööle demedim kıız, hiç ööle bişe dermiyim?”
  • * Örnek – II – “sayın seyirciler, ortada fitbol yoktu, râkip de kötüydü”
  • * Örnek – III – “şappi, şappi.. ula oolum çiköfteyi yuurdunmu?”

Bu alanda doğruluk yerine meşhurluk taban bulur. Ün ve şöhret ‘her zaman haklıdır’ reklâmıyla örnek gösterilir. Onların zaafları, vicdanî ve lisanî bozuklukları hatta psikolojik boyuttaki marjinallikleri adeta dinimizdeki sahabelerin yerini alır. Bizim ahlâklarını yıldızlara benzettiğimiz o insan oğlu insanların yerine ahlâksızlıkları yüceltilen insancıklar kondurulur.

Hülya Avşar’a ‘Açılım’la ilgili, Müslüm Gürses’e uyuşturucuyla ilgili, Müjde Ar’a namusla ilgili, Cemil İpekçi’ye dinle ilgili vaazlar verdirilir. Cümle kuramadan konuşabilme, yalan – yanlış vurgular, pelteklik, telaffuz bozukluğu, yerel ağızlar, mevzudan mevzuya zıplama vb. her türlü eksiklik / gerilik alkış denilen ağız şapırtısıyla kapatılır.

Böylelikle seyir dalgasına takılanlar da rol kuşanarak hadiseyi kabullenirler. Zamanla da içselleşir ve güzelin / doğrunun yerini alır; hakikat öksüz kalır.

 

Biraz İnsaf Lütfen!

0

Başbakan konuşmamızı istemiyor. Sadece kendisinin konuşması ve bizim dinleyici konumunda kalmamızı, kendi demokrasisinin gereği sayıyor. Konuşana da Başbakanımız alışkanlığı gereği, ağıza alınmayacak laflar sarf edebiliyor.  En ağır bir üslupla gereksiz ithamlarda bulunabiliyor. Son zamanlarda üslup değişikliği tavsiye edilmiş olacak ki, tam bir komedik tiyatral  anlayışla yumuşak fakat derinden hakaretler gönderiyor. Sonra da mesela diyor ki; “lütfen bu liderler televizyona çıktığı zaman, çocuklarınızı televizyonlardan uzaklaştırın.”

Şehit cenazelerinde de; “şehitler ölmez, vatan bölünmez!”,”vatan sana canım feda!”, “Askere uzanan eller kırılsın!” tarzında sloganlar atmamız istemiyor. Bu sloganlar  PKK’lıları üzmektedir belli… PKK’lıların üzülmeleri önemli değil ama sayın Başbakanımızın bu sloganlardan rahatsızlığını dikkate almak (!) zorundayız. Başbakanımıza dokunuyor olmalı ki; şehit cenazelerinde hassasiyet gösteren insanları, şehit cenazelerinden rant sağlama  şuursuzluğuyla itham etmektedir. Sayın Başbakan’ın tebası konumundakiler PKK’ya tepki gösterecek milli hassasiyete sahip olmayabilirler. Bu durumda da başkalarının bu meseleyi sahiplenmelerini yadırgamamaları gerekir.

Başbakan TBMM’de yaptığı açılım konuşmasında söylediği sözlerle büyük bir günaha girdi. Üstelik bu sözlerinin açtığı yaraya tuz biber, aynı söylemlerini Malatya’da da devam ettirdi. Makul düşünebilen herkes Başbakan’ın meclisteki  sözlerine itibar etmedi. Bu sözlerdeki abesle iştigal haline gerçekten üzüldük.Türk milletinin değerlerini asla benimsemeyen, din menşeli düşünce tarzından da gömlek değiştirerek uzaklaşan Başbakanın, hangi düşünce sistemini benimsediği son konuşmaları ile anlaşılmaz  bir hal almıştır.

Bidayette Turgut Özal’ın dünyasında başlayan açılım düşüncesi, Tayyip Erdoğan ve şürekası tarafından yeniden ve daha ciddi bir şekilde ele alındı. Önce Kürt açılımı adıyla ifade edilen, sonra demokratik açılım olarak şekillendirilen ve hatta nasıl bir milli birlik anlayışına dayanıyorsa,  işte öyle bir milli birlik projesi olarak da gündeme getirilen bu açılım belası, istenen şekli almayınca da  sayın Başbakan dengesini kaybetti  ve millete yapılabilecek en büyük hakareti yaptı. Başbakan’a göre şehit cenazelerinde “bağırıp çağıranlar” siyasi rant için bunu yapıyorlarmış. Şehit cenazelerindeki tepkiyi bağırıp çağırmak olarak değerlendirmek nasıl bir anlayış düşünün, sizin içiniz yanıyor, yüreğiniz kanıyor, Başbakan’ın umurunda değil; O’na göre siz kuru gürültü yapıyorsunuz.

Türkiye Cumhuriyetinin Başbakanının bizzat kendisi, şehit kanı istismarı yaparak bu istismarı başkalarına, hem de çok çirkince yakıştırmaktadır. Şehitleri için hassasiyet gösteren şehit yakınlarını, vatan ve millet sevdalısı, yüksek hassasiyet sahibi  insanları, doğru olmayan ithamlarla kırmaktadır. Bir şehit yakını olarak hassasiyetimizi basit siyasi bir manaya indirgemek anlamına gelen ve hiç bir insaf sahibinin söylemeyeceği sözlere bir bakalım. Başbakan; TBMM’deki konuşmasında; “mevcut politikalarını sürdürebilmek için şehitler gelsin düşüncesinde olanlar var” diyor. Sayın Başbakan bu söylediğine acaba inanıyor mu?

Vicdanının sesine kulak vermediği bir anında söylediği söz olarak kabul edelim derken, Malatya’da da: ” ‘Bayrağa sarılı tabutlar gelsinde çığırtkanlık yapalım, bağıralım, çağıralım, işaretlerle beraber bunu ranta dönüştürelim’  diyen bir anlayışın da mensupları değiliz.” dedi. İnsan elinde olmadan düşünüyor. Sayın Recep Tayyip Erdoğan acaba kimin veya kimlerin başbakanı?.. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Başbakanı, dolayısıyla her siyasi görüş mensubu Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının başbakanı değil mi?  

Bu şekildeki bir konuşma benim tanıdığım Battal Gazi’nin torunları Malatya halkının tepkisini mutlaka almalıydı. Sadece Malatya halkı değil, Türkiyede yaşayan akıl ve insaf sahibi her insan bu hadisede taraf olmalı ve Türk milletinin şerefli evlatları bu insafsızca itham karşısında tepki koymalıydı. AKP’li siyasiler, AKP üyesi vatandaşlar partilerinden istifa etmeliydiler. Bizim mukaddes bildiğimiz değerlerimiz uğruna, canlarını feda eden şehitlerimiz için coşan duygularımızın tezahürü sloganları dahi bu kadar kötü niyetli bir yoruma tabi tutan Başbakanımızın yaptığı bu yanlış, bardağı taşıran son damla olmalıydı. 

Bu nasıl bir  büyüdür ve nasıl bir teslimiyet ki; şehitleri için ağlayanlara hakaret eden Recep Tayyip Erdoğan’ın bu hakaretleri görmemezlikten geliniyor. Yapılan hakaretin Türk milletinin tamamına yapılmış olduğu da algılanamıyor.

Biraz insaf sayın Başbakan, PKK’lılara gösterdiğiniz müsamahayı şehit ailelerine ve bu konuda hassasiyet sahibi olan insanlara da gösterin lütfen…