15.5 C
Kocaeli
Cumartesi, Eylül 27, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1232

Bulgar Türkleri ! / Kürt Türkleri !

Oğuz Çetinoğlu yazdığı tarih sözlüğünde Bulgar Türklerini şöyle tanımlıyor : “İslamiyeti ilk kabul eden Türk kavmidir. Hunlar ile Oğuz Türklerinin karışımından oluşmuştur. İlk Bulgar – Türk Devleti, 630 yılında Göktürk İmparatorluğu’nun dağılması üzerine kuruldu. Bulgar Türkleri, Hazar Türklerinin baskıları sebebi ile 665 yılında Balkanlara geçtiler. Orada Hıristiyanlığı kabul ettiler ve Slavlaştılar.”

Türk Milletinin bir boyunun tarih içerisinde meydana gelen olaylar sebebiyle başkalaştığına, ayrıştığına ve ötekileştiğine en iyi örneklerden biri “Bulgar Türkleri”dir.

Bugün Bulgaristan’a baktığımızda ortada kendini Bulgar olarak niteleyen bir halkın yanında ayrıca Bulgaristan Türkleri’de yaşamaktadır.

Ancak yukarıda bahsettiğimiz Bulgarlar ile Bulgaristan Türkleri arasında benim “Bulgar Türkleri” olarak gördüğüm yeni bir insan kütlesi oluşmuştur.

Bu “Bulgar Türkleri” Bulgaristan Türkleri arasından zuhur etmiştir. Bunların, ana ve babaları Türk ve dinleri İslam olmasına rağmen çeşitli nedenlerle Bulgar olmaya ya da Bulgarlaşmaya meyil ettiklerini görmekteyiz.

Bunlar arasında Bulgar gibi düşünüp Bulgar gibi yaşamak ve Bulgarca konuşmak son derece moda haline gelmiştir.

1989 Göçü ile Türkiye’ye göç eden Bulgaristan Türkleri arasında tarif ettiğimiz “Bulgar Türkleri” ne dahil olma çabası azımsanmayacak boyutlara ulaşmıştır.

Bulgaristan Cumhurbaşkanı Parvanov’un, göreve geldiği 2006 seçimlerinde ülkemizde yayınlanan Amerikancı Cemaatin gazetesinde konuyla ilgili habere “Bulgarlar Bursa’da sandığa koştu” başlığını atması ne tür bir sorunla karşı karşıya olduğumuzun çok güzel bir kanıtıdır.

Türkiye’ye 1989 zorunlu göçü ile gelmiş Bulgaristan Türkleri arasında, halen Bulgar isimlerini değiştirmeyen, Bulgar isimli pasaportlarını kullanan, düğünlerine ve dernek gecelerine Bulgar sanatçıları getirerek Bulgarca şarkılarla eğlenen, Bulgar müziğini Türk müziğine tercih eden, Bulgar isimli restoran kafeterya ve barlarda eğlenen, Bulgar yemeklerini yemekten zevk alan ve Bulgar kültürünü yaşayan ve yaşatan çok sayıda insan vardır.

Oysa bunlar Türk oğlu Türktür. Ancak bugün bir sürü nedenle Türklükten ziyade Bulgarlığa yaklaşmaktadırlar. Ben bunlara kimse kızmasın ama “Bulgar Türkleri” demekteyim.

Elbette günümüzde Bulgaristan’da ve Türkiye’de Türklerin “Bulgar Türklüğü” ne geçişte; sosyal, ekonomik ve siyasal nedenler ile menfaatlerin göz önünde bulundurulması gibi sebepler vardır ama böyle bir olgunun varlığıda bir gerçek olarak hepimizin önündedir .

Bulgar Türklüğü’nün tespitinde yazdığım şeyler aynen “Kürt Türkleri” içinde geçerlidir.

Kanaatimce; bu gün “Kürt” olarak tanımladığımız kardeşlerimiz Turani bir kavim olup, Türk Milletinin ayrılmaz bir parçasıdır.

Onları ayrıştırmak, ötekileştirmek ve başkalaştırmak için, Batı’nın ve Haçlı zihniyetinin yaklaşık 1768’den bu yana bilinçli bir çaba içinde olduğunu Bilal Şimşir’in Kürtçülük I ve II adlı kitapları başta olmak üzere bir çok kaynaktan biliyoruz.

Kürt dediğimiz insanlarımız arasında bu gün farklı düşünen ve kendini farklı gören insanlarımız var. Oysa ki hepimiz Büyük Türk Milleti ailesinin, onurlu ve vazgeçilmez bir ferdiyiz.

Türk Milleti’ni ayrıştırmak ve içinden başka halklar türetme mücadelesini artık hepimiz anladık. Bunları kimin yaptığı da biliyoruz.

Şimdi önümüzde aynı milletin çocukları olmalarına rağmen Türk ve Kürt diye iki olgu var.

Ancak bir de bunların arasında ana ve baba Türk olmasına rağmen Kürtlere yaklaşan (ancak burada kast ettiğim PKK yanlısı terörist ve bölücü kitleler) onlar gibi hareket eden, provakasyonu körükleyen, bölücübaşını öven, haksız isnadlarla Türk Milletini ve Türk Devletini suçlayan, ülkeyi yakıp yıkanları alkışlayan ve Türk Milleti aleyhine aklınıza gelen her türlü rezilliği yapan “Kürt Türkleri” türemiştir.

Bunlar aynen Bulgar Türklerinde olduğu gibi ana baba Türk olmasına rağmen türlü nedenlerle kendilerini bölücülere yakın gören “Kürt Türkleri”dir.

Eğer bunlar bir başkalaşıma uğramasalar bugün yapmış oldukları rezillikleri yapmaz, aksine Türk Milletine mensup olmanın gurur ve sorumluluğu ile hareket ederlerdi.

Bu yazıyı yazmamın nedeni Türk olmalarına rağmen Bulgar ya da bölücü Kürt gibi hareket edenlerin varlığını ortaya koymak, bu tip insanlara karşı uyanık olmayı teşvik etmek ve her şeyin farkında olduğumuzu da bu şekilde davrananlara bildirmektir.

Bahsettiğimizin kişilerin kraldan fazla kralcı olmasını anlayamıyor ve böyle davranmaları için de haklı ve mantıklı bir neden de göremiyorum.

Peki sadece bu konumda “Bulgar Türkleri” ya da “Kürt Türkleri” olarak tanımladıklarımız mı var? Cevabımız tabii ki; hayır…

Sayalım isterseniz Türk olmalarına rağmen, Amerikan Türkleri, Arap Türkleri, Gürcü Türkleri, Arnavut Türkleri, Alman Türkleri, İngiliz Türkleri var.

Bunlar maalesef Türk olmalarına rağmen özellikle menfaatleri başta olmak üzere sosyal, ekonomik ve siyasal nedenlerle kendilerini başkalaştırmaya gönüllü olarak talip olmakta, Türk kimliğinden sıyrılarak asimilasyona uğramaktadırlar.

Günlük düşünme hastalığı ve milli şuur noksanlığı bizi bu insanlarımızı kaybetme olasılığı ile karşı karşıya bırakmaktadır.

Başkalaşıma uğrayan bu insanlarımız bilmelidir ki; sürüden ayrılanı kurt kapar. Günü kurtardıklarını sanırlar ama yarınlarını kaybederler.

Bulgarlaşma, Kürtleşme, Araplaşma, Gürcüleşme, Arnavutlaşma, Amerikanlaşma, Almanlaşma projeleri Batı’da ortaya konan tezgahlardır. Bu projeler Türkiye’de buna hazır işbirlikçiler eliyle uygulamaya konmaktadır.

Dış güçlerin kontrolüne girmiş Cemaat ve Tarikatların içinde olan vatandaşlarıma seslenerek bir hususu hatırlatmak istiyorum.

Cemaat ve Tarikat yuvalarında; Türk Milleti kavramı özellikle red edilmekte yerine ümmet kavramı üzerinde durulmaktadır. Buna karşılık “insan ne ise odur” denmek sureti ile herkesin kürt, çerkez, gürcü, arnavut, arap, patriot, pomak vs. olabileceği ve bunların açıkça ifade edilmesinin mahsuru olmadığı belirtilir . Bu ne perhiz bu ne lahana turşusudur: Türk kimliğini red ettirerek başka kimlikleri deklare ettirmek. Hem de Allah korkusu, Peygamber ve Kuran sevgisi yolu ile yapılan Türk Milletine karşı bu bir oyun değil de nedir?

Onun için gelişen olaylar karşısında Bulgar’dan fazla Bulgarcı ve Kürt’ten fazla Kürtçü olan “Bulgar Türkleri” ve “Kürt Türkleri” üzerinde düşünmemiz gereken iki önemli örnek teşkil eden konulardır.

Karadeniz’e Özlem

Denizin maviliğine
Yeşilin enginliğine
Sevginin zenginliğine
Hayranım doyamadım Karadeniz’e

İnsanın canlılığına
Yazların sıcaklığına
Arkadaşın dostluğuna
Aşığım arıyorum, Karadeniz

Çamların derinliğine
Denizin huzuruna
Pikniğin doyumuna
Kanamadım istiyorum, Karadeniz

Kuşların özgürlüğüne
Denizdeki hamsisine
Havadaki temizliğine
Alışığım tutsağım, Karadeniz

Hicri 1431 – 2

0

Ve kutlu yolculukta son durak Medine; Beklenen misafirlere coşkulu bir karşılama meşhur “Dele al Bedru Aleyna” ilahisinin doğuşu.

Medine’de ki manzara

Evs ve Hazrec isminde sürekli birbiriyle savaşan iki Arap kabilesi. Bunlara silah satan irili ufaklı birkaç Yahudi kabilesi. Fakat ne ilginçtir ki Evs ve Hazrec arasında ki savaşın  galibi yok.

Aksi takdirde silah satışı durur. Yani savaş sanayi Yahudilerin elindedir. Günümüzde de olduğu gibi. Onlar da ekmek kapılarını kapatmak istemezler.

Savaştan, kandan yorgun düşen Evs ve Hazrec kısa zaman sonra Müslüman olunca kardeş olurlar aralarında ki kin ve düşmanlıkla beraber savaşta biter.

Dün birbirlerinin kanlarını döken insanların bugün kardeş olmaları vahşetten medeniyete geçiş değil mi?

Darısı bugün ki müslümanların başına.

Bu durum da Yahudilerin hiç mi hiç hoşuna gitmez. Peygamberi (sav) inançları uğruna varlıktan yokluğa düşen Müslümanları da “Ne kadar çile o kadar sevap” düşüncesiyle açlığa terk etmez. Bir ensar ile bir muhaciri kardeş ilan ederek muhacirlerin geçim işlerini ensarla paylaştırır.   

Müslümanların birçoğu kısa bir süre sonra ticaretle zenginleşerek ensara yük olmaz kendi geçimlerini sağlarlar.

Aradan bir yıl geçer.

Azgınlığın, arsızlığın, kin ve nefretin doruk noktası. Müşrikler bir ordu ile Medine üzerine yürümeye başlarlar.

Ve ilk karşılaşma;

 Bedir Savaşı;

Müslümanların kesin zaferi

Ele geçirilen çokça ganimet

Müşrikler açısından öfkenin bedeli

Ve bir medeniyet ve kardeşlik örneği

Ganimetler taksim edilirken Peygamber (sav) ensara hitaben “Bu ganimetlerde ki hakkınızı muhacir kardeşlerinize bağışlayın onlarda kendi geçimlerini kendileri sağlasınlar, artık size yük olmasınlar.” teklifi.

Ensarın cevabı; Ya Resulallah “Bize düşen ganimetler onların olsun, yine onların bakımı da bizim üzerimize olsun.”

İşte burası benlikten bizliğe geçiş noktası.

Bu gün Müslümanların bu konu üzerinde çokça düşünmeleri gerekir.

Ne idik, ne olduk, daha da ne olacağız.

Aradan bir sene geçiyor, müşrikler kudurdukça kuduruyor, bitmeyen intikam ateşi ve

Uhut.

Okçuların bir hatası Müslümanlar lehine süren savaşın gidişatını değiştiriyor ve çok zor anlar.

Herkes Peygamberin etrafında pervane olmuş düşman kılıçları ona değmesin diye,

Peygamberimizin amcası Hz. Hamza ve Vahşi vahşiliğini yapıyor bir çınar devriliyor.

Vahşet bütün çıplaklığıyla kendini gösteriyor.

Hz. Hamza’nın göğsü yarılıyor, kalbi ve ciğerleri dışarı çıkarılarak alçakça dişleniyor.

İşte burası “Belhum edal noktası”

Bugün ki zihniyet dün ki zihniyetten farklı mı sanıyorsunuz.

Müslümanlar kısa bir şaşkınlıktan sonra toparlanıyor, savaş sona eriyor.

Nihayet aradan yıllar geçiyor ve Mekke…

… ve Mekke fetih edildi.

Allah(cc) Resulullah (sav)’a verdiği vaadi gerçekleştirmişti.

Şimdi size bir soru; siz olsaydınız Mekke’yi fetih edince o gün ki müşriklere ne yapardınız yâda neler yapmazdınız?

Siz bunu biraz düşünün.

Ben şu anda böyle bir durumla karşılaşmak istemem.

Kâbe putlardan temizleniyor, aslına döndürülüyor.

Ve Mekke gerçek sahiplerinin eline geçiyor.

Unutulmuyor, terk edilmiyor.

Hicret gelmek için gitmek değil miydi ve geldiler.

Hayatlarına kast eden Hz. Hamza (r.a)’yı şehit edenleri Hz. Peygamber affediyor.

İntikam duygusuyla hareket etmiyor işte burası medeniyet noktası.

Müşriklerin elebaşları aveneleriyle beraber Müslüman oluyorlar.

Vahşi Hz. Peygamberin vefatından sonra Hz. Hamza’yı şehit ettiği mızrağıyla yalancı peygamber Müseylemetül Kezzab’ı öldürüyor.

Bu sevabım o günahıma kefaret olsun diyor.

Rahmetüllahi aleyhim ecmain.

Darısı günümüzde ki dahili ve harici vahşilerin başına.

Müslümanlar da hoşgörü ve müsamaha çok ama vahşilerin vahşiliklerinden vazgeçeceği de yok.

Zamanımızın vahşilerinin de medeni olmaları dileğiyle…

Muharrem Ayı ve Aşure Günü Neyi Hatırlatıyor

17 Aralık 2009 Perşembe günü hicrî 1431 yılının ilk ayı olan Muharrem ayı başladı. Bilindiği gibi, Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa Aleyhis salatü vesselâm, 622 yılında, Mekke-i Mükerreme’den Medîne-i Münevvere’ye hicret etmişti. O yılın Muharrem ayının birinci günü de, hicrî yılbaşı olarak kabul edilmişti.

O zaman kullanılan takvimin ilk ayı da Muharrem idi. Çünkü bu ayda bulunan aşure günü tarih boyunca bir çok fevkalâde hâdiselere şahit olmuş, birçok hayırlı ve hattâ hüzünlü hâdiseler bu Muharrem ayında vuku bulmuş ve geçmiş kavimlerce de farklı bir gün olarak kabûl edilmiştir.

Nitekim, Âdem Aleyhisselâm’ın tevbesinin kabûlü, Mûsa Aleyhisselâm’ın, Firavun’un takibinden kurtulması ve Firavun’un boğulması, Nûh Aleyhisselâm’ın tûfandan kurtulup karaya çıkması, Yunus Aleyhisselamın tevbesinin kabul edilerek balığın karnından çıkarılması gibi hayırlı hâdiseler, hep 10 Muharrem’de vuku bulmuştur.

Bu yüzdendir ki, hemen bütün İslâm ülkelerinde, 10 Muharrem’de çeşitli tahılların bir araya getirilerek yapıldığı aşure tatlısı yapılır, bu tarihî hâdiselerin hatırlanması için eşe dosta aşure yedirme âdeti devam eder. Aslında böyle bir tatlı yapımı, İslâmî bakımdan ne emredilir, ne de nehyedilir. Yani aşure yapmak dini bir emir değil, sıradan bir ikramdır, hoştur. Halk arasında ‘Kurban kesen aşure de dağıtmalı’ gibi inanışlar var. Bunun aslı yoktur.

Şiîler, 10 Muharremi Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da şehit edildiği gün kabul ederler ve matem yaparlar. Muharrem’in biri ile onu arasında gülmez, et yemez, yeni elbise giymez, yeni bir işe başlamazlar. 10 Muharrem onlara göre dövünme ve yas günüdür. Sonra yas bitti mi aşûre törenleri yaparlar.

Bizler ise o günleri oruç tutarak geçiririz, Cenabı Hakka yaklaşma vesilesi kabul ederiz.

Nitekim Allah Rasulü s.a.v. Mekke müşriklerinin zulmünden uzaklaşıp Medine’ye hicret ettiğinde Aşure günüydü. Yani Muharrem ayının onuncu günü.

Rasul-i Ekrem s.a.v., o güne Hristiyan ve Yahudilerin hürmet ettiğini, oruç tuttuğunu fark etti. “Ben Musa’ya daha yakınım.” diyerek o gün oruca niyetlendi.

Ardından şöyle buyurdu:

“Haydi, insanlara duyurun! Kim bir şey yemişse, günün kalan kısmını oruçlu geçirsin. Bir şey yemeyen oruç tutsun. Zira bugün Muharrem’in onu, aşure günü.” (Buharî, Müslim, Nesaî)

Yine şöyle buyurdular:

– “Aşure orucunu bir gün önce ve bir gün sonra tutmak suretiyle Yahudilere muhalefet edin.” (Ahmed. b. Hanbel)

Ramazan orucu farz kılınınca, önceden vacip olan Aşure günü orucu isteğe bırakıldı. (Muvatta).

Fakat bu orucun fazileti ve kıymeti, diğer peygamberler ve Rasulullah s.a.v.’in tavsiyesi ile bizlere sünnet oldu.

Rasulullah s.a.v. Efendimiz buyurdular ki:

“Kanaatime göre Allah, Aşure günü orucuyla önceden işlenmiş bir senelik günahı siler.” (Müslim, Nesai, E. Davud)

“Ramazan’dan sonra en üstün oruç, Allah’ın ayı olan Muharrem ayında tutulan oruçtur.” (Müslim, Tirmizî, Ebu Davud)
 
TARİHTE AŞURE GÜNÜNDE MEYDANA GELEN ÖNEMLİ OLAYLAR:

Aşure günü vesilesiyle yapılacak güzel bir şey de, tarihte bu gün vuku bulduğu bildirilen olayları hatırlamak ve onlardan ibret almaktır. Onun için Cenabı Hakkın da Kur’anı Kerimde tafsilatlı bir şekilde bahsettiği bu tarihi olayları hatırlamak faydalı olacaktır:

Adem Aleyhisselamın Tevbesinin Kabulü:

Allah tarafından topraktan en mükemmel şekilde yaratılan Adem Aleyhisselam ve Adem’den yaratılan Havva validemiz Cennette yaşarken, şeytanın Allaha yeminle, onları kandırarak, yenmesi yasaklanan ağaçtan yedirmesi üzerine Adem Aleyhisselam ve Havva validemiz Cenabı Hakkın “Ben size bu ağacı yasaklamadım mı? Şeytan size apaçık bir düşmandır, demedim mi?” (Araf,22) itabına muhatap oldular. Çok pişman olan Adem Aleyhisselam ve Havva validemiz hatalarını anladılar ve affedilmeleri için uzun zaman Cenabı Hakka yalvardılar. Dediler ki: “Rabbimiz! Biz kendimize zulüm ettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.” (Araf, 23)

Rabbül alemin onların tevbelerini kabul etti. Ancak onları dünyaya gönderdi. “Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan (mahşere) çıkarılacaksınız.” (Araf, 25)

Nuh Aleyhisselam Ve Tufan :

Hz. Nuh Aleyhisselam Hz. Ademden yaklaşık 1000 yıl sonra ve Allah’a şirk koşan, taşlardan ve ba­kırlardan yapılan putlara tapan ve bu taptıkları şeylerin, kendisine ta­panlara gelebilecek herhangi bir zararı uzaklaştıracağına, kendi­lerine fayda sağlayacağına ve zenginleştireceğine inanan bir kavme Peygamber olarak gönderilmişti. 950 yıl yaşamıştır.

Hz. Nûh Aleyhisselam, yıllarca hatta asırlarca kavmini Allaha davet etti. Onlara apaçık deliller getirdi, her türlü yolu denedi. Yine de kendisine inanmadılar, alaya aldılar. Zulme, ahlaksızlı­ğa, sapıklığa devam ettiler.

Hz. Nûh Aleyhisselam, kavminin iman etmesinden ümit kesince, kavminden Allah’a sığındı. Cenab-ı Hak da, Hz. Nûh Aleyhisselama kavminin tufan ile helak edileceğini ve bir gemi yapmasını emretti. Cenabı Hak Hz. Nûh Aleyhisselama, gemiyi nasıl yapması gerektiğini de öğretti. Kavmi ise ona her uğradıklarında, onunla yaptığı iş hususunda eğleniyorlar ve alay ediyorlardı.

O da ayeti kerimedeki ifadesiyle “Bizimle alay ediyorsunuz. Ama (siz bizimle) alay ettiğiniz gibi (Allah’ın azabı üzerinize geldiğinde o zaman) biz de sizinle alay edeceğiz. Rezil edecek olan azabın kime geleceğini ve kime sürekli azabın ineceğini pek yakında göreceksiniz, derdi.” (Hud,38-39)

Hz. Nûh (a.s), geminin yapımını bitirince Cenab-ı Allah ona, kendisiyle birlikte ailesini ve iman etmiş müminler toplu­luğunu, dişi ve erkek olmak üzere her gruptan hayvanları gemiye yüklemesini emretti.

Sonra, “Biz de göğün kapılarını, dökülürcesine yağan bir yağmurla açtık. Yeryüzünü pınar pınar fışkırttık. Derken sular takdir edilmiş bir iş için birleşti. Biz Nûh’u çivilerle perçinli levhalardan oluşan gemiye bindirdik. Gemi, inkâr edilen kimseye (Nuh’a) bir mükâfat olarak gözetimimiz altında yüzüyordu. Andolsun, biz onu (tufan olayını) bir ibret olarak bıraktık. Var mı düşünüp öğüt alan? Benim azabım ve uyarılarım nasılmış (gördüler)!” (Kamer, 11-16)

150 gün süren yolculuktan sonra Muharrem ayının 10. günü “Ey yeryüzü! Yut suyunu. Ey gök! Tut suyunu” denildi. Su çekildi, iş bitirildi. Gemi de Cûdî’ye oturdu ve “Zalimler topluluğu, Allah’ın rahmetinden uzak olsun!” denildi.” (Hud, 42-44)

Bunun üzerine Hz. Nûh Aleyhisselam ve beraberindekiler tufandan kendilerini kurtardığı için Allah’a bir şükür ifadesi olarak oruç tuttu. Âşûrâ gününde tutulan bu oruç, İsrail oğullarına geçti. İslam dini de Aşûrâ gününde tutulan bu orucu kabul edip onayladı.

Musa Aleyhisselamın Kızıldenizden Geçişi Ve Firavunun Helak Oluşu:

Musa Aleyhisselam, İbrahim Aleyhisselamın soyundan olup, Allah Teâlâ tarafından İsrailoğulları’na gönderilmiş bir peygamber idi. O da tıpkı kendisinden önce gönderilmiş olan peygamberler gibi kavmini Allah’a iman etmeye çağırdı. Kavmine zulmeden ve ilâhlık iddiasında bulunan Firavun’a karşı tevhid yolunda mücadele etti. Bu uğurda, bütün peygamberlerin karşısına çıkan güçlükler, onun da karşısına çıktı.
Firavun, İsrailoğulları halkına dayanılamayacak eziyetlerde bulunuyor, bu insanları zulmüyle kasıp kavuruyordu. Bunun için İsrailoğulları, dedelerinin yurdu olan Kenan illerine gitmek istiyorlardı. Ama onları köle gibi kullanan Firavun, yakalarını bir türlü bırakmak istemiyordu.

Cenabı Hak’tan hicret için izin çıkınca Musa Aleyhisselam da bir gece tüm İsrail oğullarını alarak yola çıktı.

Bundan sonrasını Kur’andan takip edelim:

“Firavun ve adamları gün doğarken onları takibe koyuldular. İki topluluk birbirini görünce Mûsâ’nın arkadaşları, “Eyvah yakalandık” dediler. Mûsâ, “Hayır! Rabbim şüphesiz benimledir, bana yol gösterecektir” dedi. Bunun üzerine Mûsâ’ya, “Asan ile denize vur” diye vahyettik. Deniz derhal yarıldı. Her parçası koca bir dağ gibiydi. Ötekileri de oraya yaklaştırdık. Mûsâ’yı ve beraberindekilerin hepsini kurtardık. Sonra ötekileri suda boğduk. Bunda şüphesiz bir ibret vardır. Ama pek çokları iman etmiş değillerdi. Şüphesiz ki senin Rabbin elbette mutlak güç sahibidir, çok merhametlidir.” (Şuara, 60-68)

Yunus suresinde de şöyle anlatıyor:

“İsrailoğulları’nı denizden geçirdik. Firavun da, askerleriyle birlikte zulmetmek ve saldırmak üzere, derhal onları takibe koyuldu. Nihayet boğulmak üzere iken, “İsrailoğulları’nın iman ettiğinden başka hiçbir ilâh olmadığına inandım. Ben de Müslümanlardanım” dedi. Şimdi mi?! Oysa daha önce isyan etmiş ve bozgunculardan olmuştun. Biz de bugün bedenini, arkandan geleceklere ibret olman için, kurtaracağız. Çünkü insanlardan birçoğu âyetlerimizden gerçekten habersizdir.” Yunus, 90-92

(İngiltere’de müzede sergilenen, Kızıldeniz kenarında bulunmuş, secde halindeki cesedin Firavun olduğu tahmin edilmektedir.)

Yunus Aleyhisselamın Balığın Karnından Kurtuluşu :

Yunus Aleyhisselam da İbrahim Aleyhisselam soyundan gelen bir Peygamberdir. Ninova’da (Şimdiki Musul) 100.000 den fazla nüfuslu bir şehre peygamber oldu:

“Biz onu yüz bin,yahut daha fazla insana peygamber olarak gönderdik”Saffat 147

Bu beldenin insanları da putlara tapıyordu. Yunus Aleyhisselam 33 yıl milletini Allaha iman etmeye, küfürden kurtulmaya davet etti. Ancak sadece 2 kişi ona inandı. İnsanların bu şekilde küfürde direnmesi Yunus Aleyhisselamın zoruna gitti. Kavminden ümidini kesince Ninova’dan ayrılmak için bir gemiye bindi.

Olay Saffat suresinde şöyle anlatılıyor:

“Hani o kaçıp yüklü gemiye binmişti. Gemidekilerle kur’a çekmiş ve kaybedenlerden olmuştu. Böylece, Yûnus kendini kınayıp dururken balık onu yuttu. Eğer o, Allah’ı tespih edip yüceltenlerden olmasaydı, mutlaka insanların diriltileceği güne kadar balığın karnında kalırdı.” (Saffat 140-144)

Burada Yunus Aleyhisselam hatasını anladı ve nefsini kınamaya başladı.

“Zünnûn’u (balık sahibi yani Yunus a.s) da hatırla. Hani öfkelenerek (halkından ayrılıp) gitmişti de kendisini asla sıkıştırmayacağımızı sanmıştı. Derken karanlıklar içinde,  ‘Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni eksikliklerden uzak tutarım. Ben gerçekten (nefsine) zulmedenlerden oldum’ diye dua etti. Biz de duasını kabul ettik ve kendisini kederden kurtardık. İşte biz Mü’minleri böyle kurtarırız.” Enbiya, 87-88)

“Eğer o, Allah’ı tespih edip yüceltenlerden olmasaydı, mutlaka insanların diriltileceği güne kadar balığın karnında kalırdı.” Saffat 143-144

Bu olaylardan alınacak ibretleri düşünmeyi de size bırakıyoruz.

Cenabı Hak hicri yeni yılımızı ve Muharrem ayımızı mübarek eylesin. Kalbimize ibadet aşkı versin, salih ameller işlemeye cümlemizi muvaffak kılsın. Amin.

Türk Tarımının Sorunları ve Çözüm Yolları

0

Hemen her zaman ve zeminde üzerinde durulan bu konuyu burada bir defa daha dile getirmekte yarar görmekteyim. O da Türk tarımındaki işletme sayısının azaltılması, tarımda fazla nüfusun, Tarım dışı sektörlere aktarılması, fakat bu nüfusun büyük şehirlere değil bulundukları bölgelerde istihdam edilmesi, tarımsal sanayiye önem verilerek bir avuç toprağın bile boş bırakılmamasıdır.

Tarımda desteksiz düze çıkmak söz konusu değildir. Çünkü diğer sektörlerde de gerek Sanayi ve Ticaret sektörü, gerekse hizmetler sektöründe de gelişme ve büyümeler Devletin destek ve teşvikleriyle olmaktadır. Bu destek ve teşviklerin sonucu; yatırım ve üretimlerin artması ve yayılması gelişip zenginleşmesidir. Tarımda bu güne kadar üretim planlaması yapılmamıştır. Gerekli hassasiyet gösterilerek plan dâhilinde Tarımdaki yapı bozukluğu ve işletmeler rehabilite edilmelidir.

Bugünkü uygulamalara göre; hububat dışında hiçbir bitkisel ürünün üretim sonrası işlemlerinde, pazarlanmasında depolanmasında iç ve dış Ticaretinde Tarım ve Köy işleri Bakanlığının hiçbir yetkisi ve sorumluluğu bulunmamaktadır. Özellikle Şekerpancarı ve çay üretiminin her hangi bir sürecinde bu Bakanlığın hiçbir katkısı olamamaktadır. Dolayısıyla birbirinin alternatifi olan ürünlerin ekiminden pazarlanmasına kadar olan tüm aşamalarında değişik kurum ve kuruluşların görevli ve yetkili olması bazı ürünlerde üretimin düşmesinin en başta gelen sebeplerden birisi olmuştur.

Tarımda Başta Çözümlenmesi Gereken Sorunlar İse:

Tarımsal Politik hedeflerin belirlenmesi,

Sürdürülebilir Tarım temel ilkelerinin tespit edilmesi,

Uzun vadeli Tarımsal Planların yapılması,

Tarımsal destekleme modelinin belirlenmesi,

Tarıma ayrılan finansmanların rasyonel bir şekilde kullanımının sağlanması,

Üretici ve yetiştirici birliklerin kurulmalarının desteklenmesi

Tarımsal örgütlenme çalışmalarının tek elden yürütülmesinin sağlanması,

Yönlendirmede görevlendirilecek müdahale kuruluşlarının belirlenmesi,

Ürün deseni ve ürünler arası parite çalışmalarının yapılması,

Tarımsal ürünlerin doğal afetlere karşı sigorta ettirilmesinin teşvik edilmesi,

Devletçe yapılacak prim desteği ile ilgili esasların düzenlenmesi,

Doğal ve sınırlı kaynak olan Tarım topraklarının korunması ve geliştirilmesi,

Toprakların ve su kaynaklarının üretken ve verimli kullanımının sağlanması,

Arazilerin kulanım önceliklerinin belirlenmesi, toprağın amaç dışı kullanımlarının ve yanlış tarım uygulamalarının önlenmesi,

Üretim parsellerinin ekonomik işletme büyüklüğü altında parçalanmasının önlenmesi,

Tarımsal üretime konu olabilecek her türlü gen kaynağının korunması,

Modern Tarım tekniklerinin uygulanması için gerekli tedbirlerin alınması,

Ekolojik Tarımın ve sözleşmeli tarımsal üretimin desteklenmesi ve geliştirilmesi, hizmetlerin tek elden etkili bir şekilde bir bütünlük içerisinde yürütülmesini ve dolayısıyla tarım sektörünün yeniden yapılanması sağlanmalıdır.

Bu Ülkenin Gerçek Annesi Kim?

0

Bilinen hikayedir, hikayenin Hz. Süleyman’a izafe edildiğini bir yerde okumuştum. Hikaye şu: İki kadın bir çocuk üzerinde annelik iddiasında bulunur. Olay muhakeme edilmek ve çocuk, annesine verilmek üzere Hz. Süleyman’a intikal ettirilir. Hz. Süleyman karar verir: Çocuk ikiye bölünecek, çocuğun iki yarısı annelere yarımşar verilecektir. Bu karar üzerine annelerden biri, çılgına döner ve “Çocuk benim değil, onundur; çocuğu ona verin.” der. Çocuğun gerçek annesi anlaşılmıştır. Çocuk, fedakarlık yapan anneye verilir.

Öykücükte üç kişi var: Çocuğun gerçek annesi ve annesi olmadığı halde ona sahip olmak isteyen iki kadın ile adaleti gerçekleştirmek isteyen Hz. Süleyman. Hz. Süleyman hukuku tesis ettirmek ve gerçeği ortaya çıkarmak istiyor, bir yandan da bölücü görünüyor. Kadınlardan biri, bir hasetçinin kurbanı olarak gerçek evladından mahrum edilmek isteniyor. Diğer kadın ise şimdiye kadar bir çocuk sahibi olamamanın hem intikamını masum bir insandan alıyor hem de beleşten bir çocuğa sahip olmak istiyor. Bu kadın böyle davranmakla haksızlığa, hukuksuzluğa, zulme sebep oluyor. Bunun altında yatan duygu, içini bir kurt gibi kemiren hasetlik. Hasetlik, hem 

Ülkemiz, zor dönemden geçiyor. (Gerçi, bu ülkede zor dönem hiç bitmedi.) Sapla saman birbirine karışmış durumda. Bir yanda emeksiz yemek yiyip beleşten ülkeye sahip olmak isteyen fesatçı tipler, bir yanda zulme uğramış, gerçek vatan evlatları bir yanda da Hz. Süleymanlar. Süleyman iyi niyetli, hakkı ortaya çıkarıp sahibine teslim etmek istiyor. Bunun için acı reçete kullanıyor. Yoksa gerçek ortaya çıkmayacak, kavga devam edecek. Bu reçete acı. Bölücü diye suçlanmak, kaçınılmaz sonuç. Bu reçeteye rağmen gerçek anne anlaşılmazsa çocuk bölünmekle kalacak, iki yarım çocuk kimseye yaramayacak. Süleyman, bölücülükten kurtulamayacak. Gerçek annenin, çocuğun bölünme anına kadar sabırlı olması gerekecek. Bir anne için çok zor bir süreç. Anne, fedakarlığının sonucunu görememe kaygısını her an yüreğinde hissedecek. Hele, haksız yere çocuğundan mahrum olma ihtimaline tahammül edemeyecek. Bir fesatçının kurbanı olmayı hazmedemeyecek. Bir fesatçıyla karşılaştırılmasının mantığını bile bir türlü anlayamayacak. Diğer yandan haksız kazanç peşindeki anne, beslendiği fesat duygusu sebebiyle “Bende yoksa onda da olmasın.” diyecek. “Onda var, Allah bir gün bana da verir.” diyerek tevekkül etseydi belki bir gün onun da çocuğu olacak, aynı zamanda bir zulme sebep olmayacaktı. Teslimiyetçi, sabırlı halinden dolayı ona yardım edenler de olabilecekti. Şimdi bu fesatçı haliyle hem çocuktan hem yardımdan mahrum oldu.

Özellikle, zor dönemlerde sapla samanı ayırmak, feraset sahibi olmak gerekiyor. İki kadın ve Hz. Süleyman tipleri kaos ortamındaki ülkemiz gerçeklerine ne kadar denk düşüyor. Varlığını ortalığı karıştırarak gösterenler ve mutluluğu huzurda arayan mağdurlar!… Herkes şapkasını alıp önüne koymak zorunda. İnsan tiplerini doğru tespit etmek, herkesin görevi. Adalet, önce vicdanlarda, gönüllerde tecelli etmeli. Karşılığını bulamayan adalet, adalet değildir.

Yaşadıklarımız ve yaşayacaklarımız, layık olduklarımızdır. İşe kendimizden başlamalıyız. Yoksa, suçla ayağa kalk, dendiğinde hepimiz kalkmak zorunda kalırız.

Harput Düşleri – 2

0

Aydınlar Ocaklarının 26-31 Mayıs 2009 tarihleri arasında Kosova gezisinin ardından gerçekleştirilen 33.Şura toplantısı Harput Aydınlar ocağının Türk misafir perverliğinin güzel örneklerinden birini sergiledikleri ev sahipliğinde yapıldı.

Anadolu’muzun tabiat,kültür ve düzenli şehirlerinden biri olan Elazığ’ın son zamanlarda oldukça gelişmiş olduğunu tespit ettik.

Genç şehirleşme alanlarından olan Elazığ’ın kuruluşu 1834 yılından itibaren  Harput’un 5 km. güneydeki bulunan bir zamanlar mesire ve tarım alanı olan Mezre’ye yerleşim ile başlamıştır.

Harput, Artuklular döneminde  (1113-1234) altın çağını yaşamasının yanı sıra Cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllarda da Doğu Anadolu’nun çok önemli merkezlerinden biri olmaya devam etmiştir. Yeni yerleşime açılan Mezre, Sultan Abdülaziz’e atfen Mamuret ül Aziz olarak adlandırılmış Atatürk tarafından da Elazık adı verilmiştir. Ancak Elazık halk ağzında Elazığ olarak telafuz edilmeye başlanmıştır.

Ovaya göçün hızlı yaşandığı 1930-1950 tarihleri arasında Harput yalnızlığı, mahzunluğu ve acımasızlığı  yapıları ile birlikte yaşamıştır. Bu dönemde yapıların taşları sökülüp yeni yerleşim alanına  taşınanlara satılmış, bu yıkımdan kurtulabilenler günümüze kadar gelebilmiştir.

Elazığ  ve Harput’u ben 1952 yılında ilk defa görme imkânını 5 yaşında çocukken buldum. Bu tarihte Elazığ, Şanlıurfa, Mardin ve Diyarbakır’a nazaran oldukça gelişmiş bir şehir olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. 1961 yılında ikinci defa ziyaretimde çok güzel ve düzenli olduğunu gördüm.

Ömrümde ilk Vişneyi, Elmayı, Armut’u dalından Elazığ’da 1952 de yedim. Bu tarihte bizde meyve ağacı yoktu. Meyve ağacı olarak Dut, Kaysı, Erik ve Asma vardı. Doğum yerim olan Viranşehir ova olması nedeniyle olmalı ki, yalnız Buğday, Mercimek ve Arpa tarımı yapılmaktaydı.                

Zamanında Harput zapt edilmesi zor kalesiyle cazibe merkezi iken, değişen şartlar ve zaman içerisinde özellikle yolun azizliğine uğramıştır.

Malatya yolunun açılımı ile Elazığ gelişmeye, Harput ise her gün cazibesini yitirmeye başlamıştır. Bu günün Harput’u bir açık hava müzesi ve mesire yeri olmaktan öte bir yer değil. Harput çocukluğumdan bu yana hatıralarımda esaslı yer tutmuştur.

İnsan bir şehre üzülür mü?

Bilemem. Ancak bu haliyle Harput bende bir şehre duyulan acıma ve bir üzüntü hissettirdi. Ülkemizde bilinçsiz restorasyonlar, tarihi eserlerin güzelliğini ortaya çıkartayım derken ona en büyük zararları vermekte. Bu durumdan Harput’taki eserlerde fazlası ile nasibini almış olduğunu gözlemledik. Mansur Baba Kümbetindeki betonarme sıva açıkça sırıtmakta, diğer taraftan çevre düzenlemeleri tarihi dokuya riayet edilmeden yapılmıştır. Arap Baba türbesinin yan tarafındaki iki niteliksiz akasya ağacı görüntüyü perdelemekte tarihi yapının net görüntüsünü engellemektedir.

Dışarıdan gelen orada yaşayandan daha iyi bir gözlemcidir. Bizim bu belirttiklerimiz bir tenkit olmayıp sadece acizane tespitlerimizdir.  Sağlıcakla kalın.

Öğrenilmiş Çaresizlik Ve Biz Bu Haltı Niye Yedik?

DTP Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı. DTP’li iki milletvekiline (Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk) siyaset yasağı gelince DTP’li 19 vekil istifa etmek ve sine-i millet kararı aldıklarını açıkladılar. Bunun üzerine siyasetle ilgili kamuoyu oluşturma görevini üstlenmiş malum yazarlar, başta bazı AKP yönetici ve milletvekilleri olmak üzere siyasiler ve kerameti kendinden menkul akil adamları müthiş bir telaş sardı. 

Bu kişiler neredeyse DTP’lilere yalvar yakar oldular: “Aman Meclisi terk etmeyin, yedekte tuttuğunuz BDP ile yeni bir grup kurun, faaliyetlerinize aynen devam edin” telkininde bulundular.

Eski DTP Başkanı Ahmet Türk, “sayın” sıfatıyla andığı terör örgütü lideri Öcalan’ın İmralı’dan ilettiği emrine uyarak istifadan vazgeçtiklerini ve siyasete BDP çatısı altında devam edeceklerini açıkladı. Bu açıklama üzerine, bahsettiğimiz kamuoyu oluşturucularının bir zil takıp oynamadıkları kaldı.

BDP’nin Mecliste grup kuracak olması, medyada “Apo TBMM’de grup kuruyor” başlığı ile duyuruldu. Öcalan’ın PKK ve DTP/BDP ye tam olarak hâkim olduğu, “açılım”ın İmralı muhatap alınmadan yürütülemeyeceği açık açık ifade edilmekte.

Açılımın, ‘hücre’den ‘açık hava’ya çıktığı ve işlevsel bir BDP üzerinden Öcalan’ın “soruna taraf” olarakçözümün parçası” haline dönüştürülebilmesinin bir şans olduğu yazılmakta. “Üzerine bir haftadır karabulutlar çöken ‘Açılım’ın yönü ve doğrultusu konusunda bugün daha iyimser bir noktadayız” denilmekte. (Bkz. Cengiz Çandar)

Bu gelişmeleri özetlememin bile çoğu okuyucuya muazzam bir sıkıntı verdiğini biliyorum. Olayları takip edenlerin bir kısmının aklına “ağa ile ırgatı/marabası” arasında geçen meşhur fıkranın geldiğini sanıyorum. Ben bu fıkranın biraz daha modern sürümünü hatırlatmakla yetineceğim:

Yaşlı borsacı ile genç borsacı parkta sohbet ederek dolaşıyorlar. Yaşlı, gence mesleğin püf noktalarını anlatıyor:

– Bak evladım. Bu meslekte başarılı olmak için sadece fırsatları değerlendirmek yetmez. Zaman zaman fırsatları da senin yaratman gerekir. Bunun için sürekli dikkatli olman gerekir. Uygun bir yorumla hiç umulmadık olaylar bile, çok büyük fırsatlara dönüşebilir. Bak mesela, şu karşıda gördüğün köpek pisliği sana sadece iğrenç bir şey olarak geliyordur. Ama ben eğer, ‘şu pislikten bir lokma alıp ağzına atarsan sana 1 milyar lira veririm’ dersem, olay senin açından nasıl da büyük bir fırsata dönüşüverir, değil mi? Yapar mısın?

Genç borsacı, “tabi efendim”  der. Parmağını pisliğe daldırır, bir lokma alır yutar. Yaşlı borsacı cebinden bir milyarı çıkartır, gence verir. Bir süre yürürler, genç dayanamaz sorar:

– Hocam, ben size aynı teklifte bulunsaydım kabul eder miydiniz? Bakın ileride de başka bir pislik var. Bir milyar karşılığı dener miydiniz?

Yaşlı borsacı tabi ki, der. O da bir lokma alıp yutar. Genç borsacı da çıkartır, biraz önce kazandığı 1 milyarı iade eder. Bir süre sessiz sessiz yürürler. Genç yine dayanamaz sorar:

– Hocam. Ne sizin cebinizdeki para miktarı değişti. Ne de benim cebimdeki. Söyler misiniz, biz bu b.ku niye yedik?

Kurt borsacı cevap verir:

– Öyle deme evladım. 2 milyarlık işlem hacmi yarattık!!!

Bu fıkradaki hali, ister kapatma kararından sonraki gelişmeler için, isterseniz “mademki teröristlerin dediğini yapacaktık, neden bunca şehit verdik” şeklinde, bizatihi “açılım” için benzetebiliriz.

Anayasa Mahkemesinin kapatma kararından sonra, örgüt liderinin emrine göre hareket eden vekillerin faaliyetinden mutlu olanların ne yediğini bilmiyorum. Ancak “oluşan işlem hacminden” nemalanma gayretinde olduklarını tahmin edebiliyorum.

ÖĞRENİLMİŞ ÇARESİZLİK: Yedi sene öncesinde tamamen etkisiz hale getirilmiş, lideri hapse tıkılmış, eylem yapamayan ve siyaseten gündemden düşmüş bir örgüt, bu kadar zaman içinde nasıl böyle gündeme hâkim olabilir hale geldi? 

Herkeste bir bıkkınlık ve devleti yönetenlerdene yaparsak yapalım terörün kökünü kazıyamayacağız” çaresizliği, bilinçli bir “öğrenilmiş çaresizlik” yaratma projesinin bir sonucu olabilir.

“Hayvanların ya da insanların, karşılaştıkları olumsuz olaylar üzerinde kontrollerinin olmadığını düşündükleri durumlarda ortaya çıkan duygusuzluk ve tepkisizlik durumuna öğrenilmiş çaresizlik” deniyor. Dr. Seligman ve çalışma arkadaşları tarafından bulunan bir psikoloji terimi bu.

Seligman’a göre, bireyin olumsuz olaylara maruz kalmasıyla gelişen öğrenilmiş çaresizlik duygusu; motivasyonsuzluk, uyumsuzluk, pasiflik, depresyon, umutsuzluk, eylemlerin sebepleri ve sonuçlarıyla ilgili bir bağ kuramama gibi sorunlara neden olmaktadır. 

“Bir araştırmada bu konuyla ilgili çok güzel bir örnek vardır: rastgele seçilen bir grubu kapalı bir odaya koyan araştırmacılar; gruba yüksek sesli bir müzik dinletmişler. Gruptaki kişiler odadaki düğmelere defalarca basmış, oda kapısını açmaya çalışmış, müziğin kaynağını bulmaya çalışmış ancak her seferinde başarısız olmuşlar. Müzik sadece araştırmacılar istediğinde kesilmiş. Bu 10 gün boyunca deney saatleri içerisinde devam etmiş. 10 günün sonunda araştırmacılar odadaki düğmeleri işler hale getirmiş ve kapıyı da kapalı tuttukları halde kilitli bırakmamışlar. Buna rağmen araştırmaya katılan kişilerin hiçbiri sesi kapatmak için çaba harcamamış. Sesin kendiliğinden kapanmasını beklemişler. 

Aradaki engeller kalkmış olsa bile deneye katılan kişilerin yeniden deneme gücünü kaybedip başarısızlığı kabul etmesini, yani başarısızlığa şartlanmasını”öğrenilmiş çaresizlik” olarak adlandırabiliriz. Hepimiz zaman zaman karşımıza çıkan engellerle mücadele etmeyip geri çekiliriz. Geri çekilmek bazen daha temkinli olarak yeniden harekete geçmeyi sağlarken bazen de yeniden denememeye sebep olur.” 

Bizi yönetenlerde ve halkımızın bir bölümünde böyle bir “öğrenilmiş çaresizlik duygusu” yaratılabilmiş ise durum vahimdir. Son bir haftadır yaşananların böyle bir duygu yaratmaya hizmet ettiği açıktır.

Öğrenilmiş çaresizlik bir yandan tüm yöneticilerin ve yönetimlerin geçici olduğunu unuttururken, bir yandan da her gelenin aynı şeyi yapacağını düşündürür.”

Kurtuluş Savaşı yıllarında birçok aydın ve devlet adamının, büyük devletlerin mandası olmak veya himayesine girmekten başka çare görememesi bu çaresizlik duygusu sonucu olmalıydı. Bereket çaresiziz yerine, “ey Türk Milleti çare SİZ’ siniz” diyen bir Milli Mücadele önderi ve kadrosu çıkabilmiş ve bu olumsuz duygu yıkılabilmişti.

Bugün de her şeyden önce buöğrenilmiş çaresizlik duygusunu” ortadan kaldırmak, mümkün olamıyorsa bu duygu içindekilerin etkili ve yetkili olmamalarını sağlamak zorundayız.

Ahlâki disiplinlerin ekonomik anlayışa katkıları ve zenginleşme(6)

Herkes genellikle Japon mucizesini merak eder. Bu mucizenin onların geleneklerine bağlılıkları ile bu ekonomik mucizeyi gerçekleştirdiğine inanır.

Bizim konumuz ahlaki disiplinler olduğu için bu perspektiften baktığımızda Japonya’da tek bir ahlaki disiplin olmadığını görüyoruz. Dolayısı ile oradaki farklı ahlaki disiplinlere bakıp etkilerini inceleyelim.

Halk kademesinde Budizm’in ağırlığımı, seçkinlerde ise Konfüçyüs akımının hakim olduğunu, ayrıca yüzyıllardan beri gelen halk inanışlarının Japon halkı üzerinde etkilerini görüyoruz. Japonya’da da ilk dönemlerde tüccar sınıfı itibarlı bir sınıf değil..

Tokugawa dönemi (1600-1868) Japonya’da incelenmesi gereken en önemli dönemidir. İlk hanedanlarda Ieyasu için şu tabir kullanılır. ” Ieyasu ülkeyi at sırtında fethetti, fakat aydın ve akıllı bir insan olarak ülkenin at sırtında yönetilemeyeceğini çok çabuk kavradı. Ülkeyi yönetmek ve insanca bir yola girmek için bilgi yolunu takip etmesi gerektiğine akıllıca karar verdi. Bu bakımdan, işin başından itibaren öğrenmeyi teşvik etti.”

Bakıldığında Konfüçyan ahlaktaki toplumdaki hiyerarşik anlayış yönetimi kolaylaştırdı( Oğul babaya, Kadın kocaya, küçük büyüğe,, teba beye olan bağlılık v.b.)  Tokugawa döneminde seçkinlerin ve Budist keşişlerin elinden çıkan Budist öğreti, Samuray ve şehirlerde gelişir oldu ve büyüdü. Japonya’da din ve devlet ilişkisinde konfüçyan bir yol izlenirken, din ve ekonomi konularında da Budist bir anlayışın hakim olduğunu görüyoruz.

Konfüçyan düşüncenin temel felsefesinden biride ” Ekonomi ile siyasetin birliğidir. “Tokugawa döneminde “Keizaı”  kelimesi “İmparatorluğu yönetmek için ahaliyi beslemek” anlamına gelmektedir. Mencius ” Belirli bir geçim kaynakları olmadan sarsılmaz bir kalbe sahip olmayı sürdürebilenler sadece eğitilmiş insanlardır” der. Ayrıca ” Ahaliye gelince, eğer belirli bir geçim kaynakları olmazsa r kararlı bir kalpleri olmaz. Ve eğer kararlı kalpleri yoksa kendini kaybetme, ahlaki sapma, baştan çıkma ve düzene uymama yolunda yapmayacakları şey kalmaz” diye ifade eder. Buradaki politika onun için “Keizaı” esasına göre yapılır, yani ahali beslenir.

Konfüçyan iktisat politikasının ideal ifadesi şu cümlede gizlidir. “Üretimi teşvik et, tüketimi caydır.” Konfüçyüz’ün şu ifadeleri de çok etkin olmuştur. ” İsraf itaatsizliğe yol açar, cimrilik rezilliğe. Rezil olmak itaatsiz olmaktan iyidir.” Bu öğretilerin toplum üzerinde çok etkili olduğunu görüyoruz.

Diğer bir anlayışta Japonya’da iş yapmak “millete olan borcun ödenmesi ” anlamına gelmektedir. Özellikle Tokugawa döneminde bütün halk tabakalarının ülkesine sadakat göstermesi ve milletin sunduğu nimetlerin ödenmesi gerekliliği anlayışı hakim olmuş, yönetim bu beklentisini açık açık hissettirmiştir.

Jodo Şinsu mezhebi, Japonya’nın tüm kesiminde yayıldı. Bu mezhebin kurucularından Rennyo Şonin’e göre iş hayatı yiyecek iç içek gibi idi ” Eğer iş ve ticaretle uğraşacaksak, bunun Budizmin hizmetinde bir şey olduğunu anlamamız gerekir.” der.

Şingaku hareketi ve onun kurucusu olan İshida Baigan Konfiçyüzim, Budizim, Şinto ve taozimden faydalanarak karma bir öğreti üretmişlerdir. (18. Yüzyıl)

Bu öğreti; bilgi, tecrübe ve ahlakın kaynağı kalptir diye ifade eder. Ayrıca “gündelik faaliyetlerin düşünülerek yerine getirilmesiyle kişisel ve toplumsal ahlak geliştirilebilinir” anlayışı hakimdir.

Hayatı boyunca Baigan olağan dışı derecede insiyatif ve risk alma arzusu gösterdi, öğretilerinin içeriği de aynı derece de kayda değerdi. Otoriteye her zaman saygılı olup asla ona isyanı desteklemese de, hangi sınıftan olursa olsun her bireyin saygınlığı ve herkesin ruhsal aydınlanma ve etik erdemleri edinme kapasitesine sahip olduğu iddialarında kararlıydı.

Resmi Tokugawa görüşüne göre samuraylar sırasıyla çiftçilerden, daha sonra zanaatkârlardan ve hele özellikle tüccarlardan daha üstün şerefe sahiptiler. İşte Baigan buna tamamen karşıdır.

“Tüccarın Yolu” savunmasında tüccarların toplumun ütün kesimlerine karşı özel sorumlulukları olduklarını kabul eder. Tüccarların yaptığı işlerin diğer bütün sınıflarınki kadar onurlu olduğunu ifade eder. Nihai olarak tek bir yol vardır:   “Bir Tüccarın Yolu” derken bunu nasıl Samurayınkinden, Çiftçininkinden ya da Zanaatkarınkinden ayırabilirsiniz? Mencius “sadece tek bir yol vardır” demiştir. Ayrıca “Samuray, çiftçi, zanaatkâr ve tüccar cennet yaratıklarıdır. Cennette iki yol mu vardır ?” diyerek bütün sınıfların onurlu olduğundan bahseder.

Shinkogu hocaları çalışkanlık, dürüstlük, itimat, gayret, eli sıkılılık, sözünde durma  gibi tüccar meziyetlerini tüccarların yapmaları konularında vaazler verdiler.. Açlık ve hastalığa maruz kalan insanlara yardıma koştular. Köylerde tarımla uğraşan çiftçilere daha ileri tarım teknikleri konusunda bilgilendirmeler yaptılar. Sadece bilgilendirmelerle kalmayıp onların ana ihtiyaçları konularında ( gübre, tohumluk ve tarım aletleri gibi) konularda yardımcı oldular sıfır faiz veya sıfıra yakın faizli borçlar vererek çiftçilerin gelişimini sağladılar.

Ishida Baiganın çok beğendiğim ve manidar gördüğüm sözü ile bitiriyorum. ” Kalbi tanımak aydınlanmanın (gakumon) başlangıcıdır. Tabiatı tanımak aydınlanmanın özüdür, kalbe ulaşmaksa aydınlanmanın ta kendisidir.”

Ben Korkmuyorum!..

Son günlerde karşılaştığım herkesteki endişeyi görünce acaba dedim ben de kendi kendime.

Acaba korkulan olur mu? Sokaklar kan gölüne döner mi? Zira “Taraf”lı tarafsız herkesin, gelinen noktada açılımın sona erdiğine ama çatışmaların hız kazanacağına dair kanaatleri mevcut.

Korkanların bir kısmı samimi bir endişe içinde…

Bir kısmı ise korkar gibi yapıp nihai hedeflerine bir an önce varılmasının telaşı içindeler.

Bunlar çok korkuyorlar çok.

Zira kel görünmeye başladı

Ben ise, hiç ama hiç korkmuyorum!

Neye mi güveniyorum?

Bu millete.

Millet nereye açıldığımızın farkına vardı nihayet.

Gerisi kolay.

12 Eylül öncesi benzetmelere de katılmıyorum.

O günleri bizzat sokakta yaşamış bir adamım ben…

Marjinal 200 kişiyi aşmayan gurupların sokak eylemlerinde gideceği nokta belli. Toplumun geniş kesimlerinden desteği yok bunların. Adına eylem koyduklarını söyledikleri, Kürtçe konuşan kardeşlerimiz de, bunlara en az bizim kadar tepkili.

O çok korkanlardan birisi de karşı “Taraf”taki Ahmet Efendi.

Taraf” lı Ahmet, gazetedeki köşesinde Başbakan’ı gelinen noktanın farkına varmaması nedeniyle eleştirip, ‘Kürtler’e bir şeyler var ki Türkler’e bir şey olmasın’ diyor.

Ne verelim Ahmet Efendi?

Ne buyururdunuz…

Biraz Diyarbakır üstü Mersin’e ne dersiniz?

Hazmı kolaylaştırıcı bir şey de gerekir mi? Ola ki ağır gelir, mide spazmına sebep olmasın.

Bu kadar ihanet fazla değil mi Allah aşkına!..

Öfkesi burnunda bu millet, dağdaki eşkıyaya, sokaktaki teröriste kızdığı kadar da bunlara öfkeli.

Bunlar şu mazlum milletin arasında nasıl dolaşacaklarına bir karar verdiler mi acaba?

Ben konuştuğum insanlara bakıyorum da, Ahmet’in “Taraf”ında olsam, bu milletin fertleriyle mümkün olduğunca karşılaşmamaya gayret ederdim…

Bunların babalarından kalan “Tüccar Terzi” istidatları söz konusu.

Türkiye üzerinde yapılan hesaplarda bir satış mı söz konusu, bunlar hemen devrede. Babalarından kalan bu mesleği her iki kardeş de itina ile sürdürüyor.

Başbakan, hiçbir strateji uzmanına danışmadan, ülkenin hayrına yapılacak olanları, bir bir bunların söylediklerinin tersini yaparak bulabilir.

Ne derlerse yap tersini, doğru olanı, ülkenin hayrına olanını buldun demektir.