17.7 C
Kocaeli
Cumartesi, Eylül 27, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1229

ABD İle Gizli Anlaşma Var mı?

Bugün yaşadığımız siyasi olayların daha iyi anlaşılabilmesi için, sürecin geçmişini gözden geçirmek faydalı olacaktır.

Öncelikle ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında Irak’a müdahaleyi planladığı tarihlere dönüp, o tarihlerde yaşanan gelişmelerden bir kaçını voanews.com (Amerika’nın Sesi) sitesinden aldığımız haberlere göz atarak hatırlayalım.

26/02/2003  “Gül: Anlaşmaya Varıldı”  başlıklı haber: Başbakan Abdullah Gül, ABD’yle görüşmelerin tamamlandığını ve her konuda anlaşmaya varıldığını açıkladı. Abdullah Gül, daha önce Amerikan askerlerinin Türkiye’de üslenmesi ve Türk askerlerinin yurtdışına gönderilmesiyle ilgili tezkerenin mecliste bu hafta mutlaka oylanacağını söylemişti.

ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell, Çarşamba sabahı Başbakan Gül’e telefon ederek TBMM’nin 62 bin Amerikan askeri ve 255 savaş uçağının Türkiye’de üslenmesine izin veren tezkereyi hızla oylamasını istemişti. (Üslubun ne kadar rencide edici ve küstahça olduğuna dikkat çekmeye lüzum var mı?)

Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan, ABD’nin, Türkiye’ye verdiği bu desteğe karşılık hibe ve kredi garantisi olarak 30 milyar Dolar yardım önerdiğini söyledi.

01/03/2003 tarihli gazeteler:  TBMM Başkanı Bülent Arınç, Anayasa’da öngörülen ‘salt çoğunluk’ sağlanamadığı için asker göndermeye ve asker kabulüne ilişkin Başbakanlık Tezkeresi’nin reddedildiğini açıkladı.

04/04/2003 “Parris: İlişkiler Zaten Değişecekti” başlıklı, Yonca Poyraz Doğan’ın haberi: Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın sürpriz Türkiye ziyaretini ve Türk-Amerikan ilişkilerini, Türkiye’de Amerikan Büyükelçisi olarak görev yapmış olan Mark Parris’le konuştuk.

Powell’la Türk yetkililerin Ankara’daki görüşmesinden sonra yapılan açıklamalara göre Kuzey Irak’taki Amerikan askerlerinin gıda, yakıt ve malzeme ihtiyacı Türkiye üzerinden karşılanabilecek. Ayrıca Irak’a insani yardım aktarımında Türkiye yardımcı olacak.

Büyükelçi Parris, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün, Ankara’da Powell’la düzenlenen basın toplantısında yaptığı açıklamaların da Washington’da memnuniyetle karşılandığını söyledi.

“Gül’ün, Türkiye’nin koalisyonun bir parçası olduğunu açıkça ifade etmesi,  ki sanırım bu ilk defa dile getirildi, Washington’da çok iyi karşılanacaktır.”

20/03/2003 “Tezkere Meclis’te” başlıklı haber: Amerikan uçaklarına Türk havasının açılmasını öngören tezkere Meclis’te görüşülüyor. Tezkere bugün oya sunulacak.

Amerikalı yetkililer, Türkiye’nin tek başına Kuzey Irak’a girmesini istemiyor. Bu arada İngiltere Dışişleri Bakanı Jack Straw Abdullah Gül’e telefon ederek, İngiliz uçaklarına da Türk hava sahasını kullanma izni verilmesini istedi.

15/04/2003 “Powell: Türkiye’den Memnunuz” başlıklı haber: ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell, Türkiye’nin son haftalarda Irak konusunda yaptığı işbirliğini memnunlukla karşıladıklarını söyledi.

Türkiye’nin Irak konusunda son haftalarda izlediği tutumdan memnun olduklarını belirten Powell, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’le sürekli temas halinde olduğunu söyledi.

Abdullah Gül’ün Başbakan iken Colin Powell ile yaptığı gizli antlaşma

 

24 Mayıs 2003 Vatan Gazetesi. “Irak’ta yaşananlar bölgeye örnek olsun” başlıklı röportaj. Balgat’ta bulunan Dışişleri Bakanlığında, AKP’nin müstakbel köşk adayı Abdullah Gül, Sedat Sertoğlu’na röportaj veriyor.

Abdullah Gül bu röportajda bir ay önce dönemin ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’la yaptığı görüşmeyi Sertoğlu’na anlatıyor ve şunları söylüyor;

“Ben bu gezileri yapmadan önce, şimdi senin oturduğun koltukta ABD Dışişleri Bakanı Powell oturuyordu. Onunla 2 sayfalık 9 maddelik bir plan üzerinde anlaştık. Ama ben her yaptığımı kalkıp açıklayamam ki. Powell Suriye´ye giderken de benimle konuştu. Gizli olan bir sürü gelişme var.”

 
Bu gizli anlaşmanın içeriğine dair ilk ipuçlarını da yine Abdullah Gül, 17 Temmuz 2003 günü Filistin Dışişleri Bakanı Nebil Şaat´la görüşürken Powell’la yaptığı gizli mutabakatın ayrıntılarını şu sözlerle verdi:

“Tezkerenin reddinden sonra Powell’ın Türkiye´ye yaptığı ziyarette, bölgede yapılması gerekenleri beraber kararlaştırdık.”

Ahmet Erimhan’ın kaleme aldığı “Çuvaldaki Müttefik” adlı kitabın 376. sayfasından başlayıp 386 sayfaya kadar olan bölümünde Gül’le Powell’ın imzaladıkları gizli anlaşmanın maddelerinin neler olduğunu aktarılıyor. Bu maddeleri okuyunca aradan geçen süre içerisinde birçoğunun yerine getirilmiş olduğunu anlaşılıyor.

Var olduğu iddia edilen bu gizli anlaşmanın hükümleri arasında neler yok ki? Türk askerinin Kuzey Iraktan çekilmesi, sınır dışı harekât yapmaması, asker ve silah sayısında azaltma gibi TSK’ya yönelik maddeler var. Ayrıca Kıbrıs’ta Denktaş’ın etkisizleştirilmesi, Annan Planı’nın kabulü ve Ege konusunda Yunan/Rum tezlerine yaklaşılması. Ermenistan’la ilişkilerin normalleştirilmesi sağlanacak. Bu konularda hayli mesafe alınmış olduğu herkesin malumudur.

Henüz gerçekleştirilememiş, ancak kimine göre 2011 seçiminden önce yapılması, kimine göre de hazmettire hazmettire yapılmasının uygun olacağı düşünülen şu hususlar var:

Irak’ın kuzeyinde kurulan Kürdistan bölgesi bağımsızlığını ilan ettiğinde, Türkiye bu devleti tanıyacak.

Dört kişi hariç tüm PKK’lılara af çıkarılıp, PKK yasal parti olarak tanınacak, üyelerinin siyaset yapmalarına izin verilecek.

Powell ile Gül arasındaki mutabakatın içeriğinin iddia edildiği gibi bu konuları havi olup olmadığını ispat edecek durumda değiliz. Ancak gelişmeler ABD’nin böyle bir planı olduğunu, Türkiye üzerinde baskı ve yönlendirmelerle bu planı uygulamaya çalıştığını gösteriyor. Devletimizin tepesinde de, ABD ile böyle bir mutabakatın olduğuna dair işaretler hayli fazla. İşte birkaç işaret:

26/09/2003 “Powell-Gül Görüşmesinde PKK Ele Alındı” başlıklı Şebnem Şenyener  / New York haberi:

Amerikan ve Türk Dışişleri bakanları, Colin Powell ve Abdullah Gül arasında 24 Eylül Çarşamba akşamı New York’ta yapılan görüşme, af yasasının uygulanması garanti altına alındığı takdirde PKK’nın silahı bırakmayı kabul ettiğini ortaya çıkardı.

14 Mart 2006 günlü Radikal gazetesinin birinci sayfa başlığı: “Gül: BOP içinde ABD ile Birlikte hareket ediyoruz” Gül, alt başlıkta, BOP’un amacının “İslam ülkelerine özgürlük ve demokrasi getirmek” olduğunu belirtiyor. (Başbakan Erdoğan da BOP’un eşbaşkanı olduğunu sık sık ve gururla ifade ediyor.)

14 Eylül 2007 tarihli gazeteler – ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Nicholas Burns, Gül ve Başbakan Erdoğan için, “Güvenilir isimler. Bize verdikleri sözleri tuttular” dedi.

Burns, diğer yandan İran politikasını ABD ile daha uyumlu hale getirme, Ermenistan’la sınırı açma, 301’inci maddeyi kaldırma, Heybeliada’daki Rum okulunu açma gibi telkinlerde bulundu. PKK konusundaki işbirliğinin gözle görülür somut neticeler vereceği hususunda umut verdi.

Son iki yılda olanları da sizin hatırlayacağınıza inanıyorum.

 

Bi vefa

Makus talihimin her takvim yaprağında ah!
Mızrabın saz ile ülfetinde dem buldu segah
Çözülür her lahza muamma,eylersen nigah
Bi vefa, meramım yüreğini fethetse yeter.

Vakti tükettik nasılsa gecenin laciverdinde
Fakir gam ile hemhal,kalem vuslat derdinde
De ki; hey! Leyla’yım peri peyker yurdunda
Bi vefa,kelamım suretini methetse yeter.

Ne susuz çöllere ram,uğruna can-ı feda.
Vallahi dillere gam diyemem ki elveda.
Ne zekat ne sadaka, kafi olur murada.
Bi vefa,kararım haletini seyretse yeter.

Mezkür Meçhul Mesele(2 s)

Eko politik bu toplantılara Türkiye’nin “açılım” politikaları gündeme gelmeden başlamış, bu konuda ciddi çalışmalara imza atmış ciddi sivil bir organizasyon.

Çalıştayın katılımcı listesinden de anlaşılacağı gibi toplantılarda geniş bir spektrum içinde farklı kesimlerden insanlar Prof. Vamık Volkan’ın yönetiminde, Ekopolitik’in “Büyük Çatı” dediği bir platformda bir araya geldi. “Büyük Çatı” Sayın Volkan’ın Ekopolitik Koordinatörü A. Tarık Çelenk ile yaptığı “Herkesin Bir Çadırı Var” başlıklı röportajda ve kitaplarında ifade ettiği “Büyük Çadır” metaforundan ilhamla Ekopolitik’in benimsediği bir konseptir.(Murat Sofuoğlu-Ekopolitik)

Çalıştaya katılanlara bakıldığında çok farklı uç görüşlerden kişilerin olduğunu görüyoruz. Katılımcı isimlerinin çoğunu bu işlerle uğraşan ve kafa yoranlar bilebilir. Ancak bilemeyen arkadaşlarımız için sadece bazılarının özelliklerinden bahsedeceğim. Musa Serdar Çelebi (Ülkü Ocakları ve Avrupa Türk Fedarasyonu başkanlığı yapmış ülkücü hareketin öncülerinden), Şerafettin ELÇİ ( Katılımcı Demokrasi Partisi Başkanı, eski Bakan) Gülten KAŞINAK ( DTP Diyarbakır Milletvekili ) , Cezmi Bayram (İstanbul Türk Ocağı başkanı), Seydi Fırat (PKK dağ kadrosunda bulunmuş, olaylı 34 PKK ‘lının dağdan inmesini organize etmiş) . Hemen yanında PKK ile mücadele etmiş Bordo bereli diye  ifade edilen özel kuvvetlerde bulunmuş emekli  bir subayımız.  Hatip DİCLE ( Kapatılan DEP’in eski milletvekili), Cevat ÖNDEŞ( emekli MİT müsteşar yardımcısı) ve diğerleri

Konuşma sırası Cengiz Çandar’a geldiğinde Türkiye’nin bugün geldiği demokratik noktanın tespiti açısından bir anısından bahsetti. Bundan 10 ve 15 yıl önce MİT toplantısında, konusunun “Türkiye’nin tehdit ve güvenlik algılamaları” üzerine olduğunu söyledi. Bu toplantıyı yönetenin  Cevat ÖNDEŞ(o tarihte MİT Müsteşar yardımcısı) olduğunu, yanın oturan Hatip Dicle’nin(Kapatılana DEP milletvekili) o tarihte hapiste olduğunu, önünde oturan Seydi Fırat’ın dağda olduğundan bahsetti. O gün dağdaki insanları Hatip Dicle’nin bulunduğu yere (yakalayıp etkisiz kılmak için konuşmalar yapılıyordu) Gelinen bu noktanın Türkiye’nin ulaştığı aşamayı göstermesi bakımından önemli olduğundan bahis yaptı. Hatta o tarihte dağdaki Seyit Fırat’ı yakalamak içinde yanında oturan özel kuvvetlerden olan subayımızın olması geldiğimiz demokratik olgunluğun ve bu konunun çözülmesine yönelik iradenin, en azından başlangıcında bile olsa iyi bir mesafe alındığı olarak algılanıldı.

Bu değerlendirmemden sonra Başlangıç konuşmasını yapan A.Tarık Çelenk beyle Vamık hocamızın konuşmalarını verip bitireceğim. Bu arada Bu Toplantı metinleri  www.ekopolitik.org sitesinde yayımlanmaya başladı. Merak eden arkadaşlarımız siteden takip edebiliriler.

Şunu samimiyetle söyleyebilirim toplantıya katılanların % 95 çözümden, barıştan insani değerlerden yana idiler. Beni çok rahatsız eden birkaç konuşma dışında yapıcı, onarıcı diyalogdan yana yaklaşım sergilendiğini söyleyebilirim.

A.Tarık Çelenk:  Ben öncelikle herkese hoş geldiniz diyorum ve herkese teker teker teşekkür etmek istiyorum. Bu noktaya gelene kadar maddi ve manevi herkes, değerli dostlarımız, değerli aydınlarımız, değerli çalışanlarımız büyük çaba ve gayret gösterdiler. Sayın hocamızın desteği ile bugün bu noktaya geldik. Biz bu çalışmaları yaklaşık olarak 2-2,5 yıl önce tasarlamıştık. Hatta sevgili Rebia Dirim Hanımefendi o dönemde bizlerle beraber bir şeyler yapmaya çalışmıştık. Tabi bunun maddi ve manevi şartlarının realizasyonu çok zordu, o dönemlerde. Biz bağımsız olarak bu düşünceyi, bu bir araya gelmeyi gerçekleştirmeyi planladık. Herhangi bir politik etki yoktu. Gündem dışı bir olaydı, bu. Ama tesadüfen gündemle de çakıştı. Umarız faydalı olur, katkıda bulunur. Burada genellikle politik etkilerden bağımsız, içe dönük, iç dünyamızı beraber nasıl paylaşabiliriz, ona yönelik bir toplantı bu. Ben daha fazla sözü uzatmak istemiyorum. Ben sözü Sayın Hocama bırakıyorum. 

Vamık Volkan: Çok teşekkür ederim. Ben de herkese merhaba diyorum. Benim görevimi anlatmak için bana izin veriniz. 5 dakika konuşmak istiyorum, ondan sonra çok konuşacak değilim. Nereden başlamalı? 

1998’de ben Arnavutluk’ta idim. Arnavutluk’ta Enver Hoca diye bir diktatör vardı. O öldükten sonra ekonomi çökmüştü. O zaman ben INN (International Negotiation Network) diye bir gruba bağlıydım. Eski Amerikan Cumhurbaşkanı Jimmy Carter’ın, Carter Center’ında International Negotiation Network diye bir kurum vardı. Nobel kazananlar, eski cumhurbaşkanları bir araya geliyorlardı. Dünyada ne oluyor, ne olmuyor onlara bakıyorlardı. Beni de bu gruba almışlardı. Arnavutluk’taki ekonomik çözümü anlamak için oraya bir eski Amerikan diplomatı gönderdiler. Bu kişi hiçbir şey yapamadı, çünkü 20 tane Arnavut ekonomisti bir araya getirme imkanı yoktu. Bu nedenle Jimmy Carter dedi ki: Siz psikoloji bilirsiniz. Siz gidin. Bakın. Ne oluyor, ne olmuyor? Çok basit bir şey. Enver Hoca zamanında halk ikiye ayrılmıştı; birileri, zulüm yapanlar, ötekileri zulüm görenler. Bunların çocuklarını, torunlarını bir araya getirdiğiniz zaman tabii hiç konuşamıyorlar. Çok basit bir olay. Ama ondan bahsedecek değilim. Akşam oldu. Bize dediler ki: Sakın dışarı çıkmayın. Çok tehlikeli. 

Size öyle bir şey söylenirse ne yapacaksınız? Tabi ki dışarı çıkacaksınız. Ben de dışarı çıktım. Şöyle 50 metre filan otelden yürüdüğüm zaman yanıma bir adam geldi. Açıverdi paltosunu, altında bir kalaşinkof. “500 dolar” dedi. Ben de sandım ki, beni öldürecek 500 dolar vermezsem. Ödüm patladı tabi. Çok korktum. 

Murat Belge: Satıyor muymuş? Satışa mı çıkarmış? 

Vamık Volkan: Ondan sonra dedi ki: “İki kişi için 600 dolar” dedi. O zaman anladım ki beni öldürmeyecek. O zaman Arnavutluk’a gidenler ya mafyadır ya iş yapanlardır. Rakibin varsa onu öldürecek, 500 dolara. Ne kadar korktuğumu tahmin edebilirsiniz. Yavaş yavaş geriye çekiliyorum, ben. Ansızın çok acayip bir şey oldu, kafamda. Bir liste yaptım. Ölmelerini istediğim kişilerin bir listesini yaptım kafamda. O zaman kendi kendime güldüm. Bir gerileme oldu içimde, korku içinde. 

Bir liste yapmışım. Adama dedim ki: “Bir listem var ama onların hepsi Amerika’da.”  Adam hiç istifini bozmadı, “Merak etme. Bana uçak bileti bilet al. Hepsini öldürürüm” dedi. Söylemek istediğim kişisel nedenimle listeyi yapmışım. İçimde gerileme oldu. İçimde korku var. Bu nedenle, ben öleceğime başkaları ölsün… Kişisel bir şey. 

Şimdi bu hikayeyi başka bir olayla karşılaştırmak istiyorum. O zaman, 53 sene geriye gitmemiz gerekecek. Ben Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden 1956’da mezun oldum. Altı ay sonra, 80 kişi mezun olmuştu, 40’ımız Amerika’ya gitmiştik. Ben Amerika’ya gittikten birkaç ay sonra Kıbrıs’tan, babamdan bir zarf geldi. Onu açtığım zaman benim kardeşim gibi olan bir çocuk; aynı dairede yaşamıştık Ankara’da iki sene, benim erkek kardeşim yok, o benim erkek kardeşimdi. Onu, Rumlar, EOK (Rum çeteleri) vurmuş. Kıbrıs’a gittiği zaman, öldürmüş. Onu öldürenler para kazanmak için yapmamışlardı. Onu Erol olduğu için öldürmemişlerdi. Büyük grup kimliği için öldürülmüştü, Kıbrıslı Türk olduğu için. Böylece o zamandan beri bu büyük grup kimliği nedir diye kafamda bir sual çıktı. Tahmin edeceğiniz gibi ben yas tutamadım. Yapayalnızdım. Kimseyi bilmiyordum. 30 sene sonra ben Erol’un yasını tuttum, o başka bir hikaye. Fakat bu arada iç dünyamda olan bu merak, dürtü diyelim, niye birbirimizi şahsi şeyler nedeniyle değil de siz şu gruba bağlısınız, ben bu gruba bağlıyım nedeniyle öldürüyoruz? 

Dış dünyada bir olay oldu. Dış dünyadaki olayla ile iç dünyamdaki dürtü  birleşti. Ve bugün karşınızda olmamın nedeni odur. Dış dünyadaki olay 1979’da oldu. O zamanın Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat İsrail’e gitti ve İsrail parlamentosunda bir nutuk çekti. Bu konuşması  sırasında, İsraillilerle Araplar arasındaki çatışmanın %70’inin psikolojik nedenlerle olduğunu söyledi. Böylece yeni bir meslek ortaya çıktı. Eskiden de herkes merak ederdi, çatışmalı büyük grupları filan. O zamandan beri bir kaza neticesi bu işleri araştırmak için kurulan bir komisyonun içindeydim. O zamandan beri bu işlere kafa yoruyorum, 30 seneden beri çatışmalı yerlere gidiyorum. Araplarla-İsrailliler, Sovyetlerle-Amerikalılar… Bu nedenle karşınızdayım. Benim burada tek görevim sizin yardımınızla iç gruplar arasında bir diyaloğun gelişmesini sağlamaya çalışmak. Uzun uzun nutuklar yerine aramızda bir konuşma yapmaya çalışacağız. Burada ikinci grup var; gözlemciler. Onlar da çok önemli kişiler. 

Üçüncü oturumda onlardan da bazı fikirler elde etmeye çalışacağız. Bunu anlatmak istedim. Ben Türk-Kürt meseleleri hakkında bir eksper değilim. Bu nedenle benim fikirlerim olmayacak. Bütün mesele sizler arasında bir diyaloğun kurulup, bir yol gösterirse ne güzel bir şey. İlk oturumda ne yapacağız sualine cevap vermeyelim. Ben bir tıp doktoru olduğum için kimseye teşhis yapmadan ilaç vermek istemem. İlk oturumda teşhis yapacağız; neler düşünüyoruz? İkinci oturumda reçeteler gibi şeyler gelebilir, aklınıza. Üçüncü oturumda daha büyük bir grup olarak bunları konuşacağız. Benim söylemek istediklerim bu kadar.”

Burda Vamık hocamın bahsettiği şeyler çok önemli. Bir gurup kimliği kavramından bahsediyor ve bu gurup kimliği olanların davranış biçiminden sadece kendisi ile ilgili bir örnek verdi. Bu gurup kimliğinin farklı parametreleri de var.

Murat Sofuoğlu’nun toplantı süreçleri ile ilgili bilgilendirmesinden bahsederek bitireyim. “Bu çerçevede Ekopolitik en kısa sürede 16-17 Kasım Çalıştay-Konferansı formatında süreci devam ettirecek yeni toplantılar organize etmeyi planlamaktadır. Bunun için Türkiye’nin doğusunda ya da batısında, kuzeyinde ya da güneyinde bütün il ve ilçelerinde karşılıklı anlayış ve toleransı geliştirecek toplantılar organize edilerek geniş bir ağ hareketinin başlatılması planlanmaktadır. Ekopolitik diğer sivil toplum kuruluşları ile koordinasyon halinde; Baroların, ticaret odalarının, belediyelerin ve bilumum örgütlenmelerin birbirlerini ziyaret ettikleri ve ortak toplantılar organize ettikleri geniş bir ağ örmeyi amaçlamaktadır.” 

Yılbaşı

Ülkemizde, cumhuriyetin ilânından sonra 1925 yılında çıkarılan yasa ile milâdi takvim kabul edilince, 1 Ocak  yılbaşı olarak benimsenmiştir. Böylece hicrî  ve rûmî takvimlerin uygulanmalarına resmen son verilmiştir.

 Aslında yılbaşının hangi tarihte başlayacağı kültürler arasında uzun yıllar tartışma konusu olmuş ve çok sayıda uygulamalar yapılmıştır.  En sonunda dünya genelinde yaygın olarak  milâdi takvimin kullanılması kabul görmüştür.

Ülkemizde yılbaşı kutlamalarının ilki 1 Ocak 1829 tarihinde İstanbul’da  gerçekleşmiştir. Zamanın İngiltere büyük elçisi Haliç’te demirleyen bir İngiliz gemisinde düzenledikleri yılbaşı etkinliklerine, devrin devlet adamlarını davet etmişlerdir. Böylece Osmanlı Devletinin üst düzey yöneticileri yeni yıl kutlamalarına ilk defa tanık olmuşlardır. 1926 yılında Tayyare Piyangosu (Milli Piyango) yılbaşı çekilişinin  düzenlenmesi,  yabancı misyon mensuplarının Pera’daki ( Beyoğlu) yeni yıl kutlamalarının etkisi ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin üst düzey kademesinin verdiği  balolarla, yılbaşı kutlamaları büyük şehirlerde belli bir kesim arasında  yaygınlaşmaya başlamıştır. Nihayet 1935 yılında 2739 sayılı yasa ile 1 Ocak günü  resmî tatil olarak kabul edilmiştir.

Yeni seneye giriş gerekçesiyle, yılbaşını karşılama hazırlıkları toplumumuzda hoş görü ile karşılanmıştır. Çünkü bu vesileyle   yakın aile fertlerinin, akrabaların, dostların kendi aralarında güzel yemeklerle donatılmış bir sofra etrafında toplanmaları, eğlenmeleri, gençlerin kendi aralarında yılbaşı gecelerine özel oyunlar oynamaları (tombala, fırdöndü, at yarışı vs. gibi) . Ayrıca, karşılıklı hediyelerin verilmesi, yaşanan gecenin renklenmesine ve güzel anılarla süslenmesine neden olmuştur.

II. Dünya Savaşı sonrası (1945) radyoların evlere daha yoğun olarak girmesiyle, Türkiye Radyoları’nın hazırladıkları özel yılbaşı programları halk tarafından beğeniyle karşılanırdı. Şöhretli sanatçıların rol aldığı skeçler, şarkılar ve türkülerden oluşan konserler, oyun havaları ve yılbaşının vazgeçilmezi Milli Piyangonun büyük ikramiyesinin çekilmesi yeni yıla girişin önemli neşeli saatlerini oluştururdu.

Yeni yıla yaklaşırken sokaklarda da değişiklikler yaşanırdı.  Bugünkü güçlü pazarlama ortamıyla kıyas edilmesi, ölçülmesi elbette mümkün değildir ama o günkü koşullara göre önemli olan ticari hareketlenme kendini gösterirdi.

Yeni yılın yaklaştığının ilk simgesi duvara asılan takvimdi. Her gün bir yaprak koparılan bu takvimler aslında pek çok bilgiyi içerirdi.  Hemen herkese ait faydalı bir şeyler bulunurdu. Milli günler, dini günler, namaz vakitleri, o ay içinde yapılması gereken ziraî faaliyetler, önemli olaylar, tarihi kişi ve vakalar, nasihatler, fıkralar, yemek listesi, çocuklara verilecek isimler vs. bütün bu bilgiler ev halkı tarafından  ilgiyle okunur ve izlenirdi.

Bir özellikte bazı takvimlerin küçük ve büyük boyutlu olarak hazırlanmasıydı. Her ikisi de aynı bilgileri taşırdı. Sadece baskıları farklıydı. Büyük ebatlı olanlar yaşlıların rahat okuması için daha büyük puntolarla basılırdı.

Bir de o tarihlerde bankalar reklamlarını yapan ajanda adıyla cep takvimleri dağıtırlardı. Her gün için ayrı bir bölümü olan bu takvimlerin teknik bilgi, coğrafya, sosyal yaşam ve faydalı bilgiler sahifeleri bulunurdu.

Özel meslekler içinde değişik ölçülerde cep defterleri satışa sunulurdu. Daha sonraları aylık özel lüzumlu tarihleri gösteren duvar  takvimleri ticarethanelerce, reklam olarak müşterilerine verilmeye başlandı.

 Ayrıca, belediyelerin süslediği ana caddelerde ki ticarethanelerin vitrinlerinde sergilenen hediyelik eşyaların şık paketlerle müşterilere sunulduğu görülürdü.

Halk yılbaşı sembollerinden olan çam ağaçlarına rağbet etmezdi. Hatta alanlara da kızardı. Daha sonra plastik ağaçlarla bu tepkinin önüne geçildi. Her ne kadar evlerin kapısı yerine bacadan girmesi yadırgansa da, kocaman göbekli, kırmızılı beyazlı kürklü, kapşonlu, geyiklerin çektiği kar kızaklı ve sırtındaki çuvalla Noel Baba figürü, yaşamış olduğu Antalya iklimine hiç uymasa da ticari kaygı ile vitrinlerdeki  yerini alırdı.

Yılbaşı kartları  çok zengin çeşitleriyle, kırtasiyecilerde halkın kolayca görüp seçebileceği köşelerde sergilenir ve alıcılarının beğenisine sunulurdu.

Günümüzde yılbaşı kutlamaları, eğlenceleri artık evlerin dışına da çıkmış bulunmaktadır. Pek çok gazino ve kapalı eğlence mekanlarının yılbaşı programları gazetelerde ve diğer yayın organlarında halka duyurulmakta ve organizasyonlar yapılmaktadır.

Halen ülkemiz genelinde halkımızın çok büyük bir bölümü, yeni yılı evlerinde karşılamaktadır. Bu nedenle televizyonlarımız yılbaşı ile ilgili programlarıyla seyircilerinin hoşça vakit geçirebilmesini sağlamak için birbirinden güzel özel eğlence programlarını hazırlamakta ve izleyicilerine sunmaktadırlar.

Yılbaşı ve yeni yıl kutlamalarının en güzel yanı, insanların en iyi dileklerini ve hediyelerini birbirlerine sunmaları, sevgiyle mutlulukla büyük küçük aile fertlerinin, dostların bir arada olmaları ve yeni yıla en iyi temennileriyle girmeleridir.

 2010 yılının okuyucularıma ve dostlarıma esenlikler, sağlıklar ve mutluluklar getirmesini dilerim.

   

Unutulmaması Gereken Doğu Türkistan

Türkiye’de son zamanlarda meydana gelen olaylar beni derinden düşünmeye sevk etti.
Türk tarihini yeniden düşündüm Göktürkler’ den bugüne imparatorluklar, devletler nasıl kuruldu nasıl yükseldiler ve nasıl yok oldular. Düşmanlarımız kimlerdi? Neden Türk Milletine düşman olmuşlardı? Çin Setti niçin yapılmıştı?

Türkiye Cumhuriyet’i devletini kuran iradeyi, Mustafa Kemal Atatürk’ü düşündüm. Atatürk “Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur.” Derken Türk Milleti’nin yüceliğini bütün dünyaya ilan ediyordu. Ama birileri Türk Milleti’nin kanının zehirli olduğunu yazabiliyor.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni, Türk Cumhuriyetleri’ni, Akraba Türk Topluluklarını düşündüm.

Rusya’da, Doğu Türkistan eski Cumhurbaşkanı büyük insan İsa Yusuf Alptekin’i gördüm yanında oğlu Aslan bey oturuyordu. Hayatta iken tanıdığım ve çok saygı duyduğum büyük insanoğlu Alan bey’e Doğu Türkistan’ı anlatmasını söyledi.

Aslan bey Doğu Türkistan’ı anlatıyor;

10 Aralık 1948 tarihinde. “Beynelmilel İnsan Hakları Beyannamesi”, Birleşmiş Milletlere üye devletlerin oy birliği ile kabul edilerek dünyaya ilan edildi. Bu beyannamenin amacı: İnsanları doğuştan sahip oldukları temel hak ve hürriyetlerin kutsal, vazgeçilmez ve dokunulmaz bulunduğunu ilan ve korunması için gerekli her tedbiri almasını temin etmektedir.

İnsanlara hürriyet tanıyan bu beyannameden sonra, 17 Temmuz 1959 tarihinde Milletlere İstiklal hakkını tanımak amacı ile bir ” Esir Milletler Haftası” kabul ve ilan edilmiştir.

Bu iki tarihi günden bu yana yıllar geçti. Soğuk savaş ihtimali kalktı diyorlar, ama medeniyetler arası çatışma körüklenmekte, yeni bir dünya düzeni tartışılmakta. Ancak yine de milyonlarca milletler topluluğu, azınlıklar ve toprağın hakiki sahipleri hala siyasi baskı, kültürel asimilasyon, ekonomik sömürü, ekolojik yıkım, ırk ayrımcılığı ve hatta soykırıma maruz bırakılmakta.

Bütün insanlığın en yüksek yetkili organlarının, güya bütün insanlık yararına aldıkları bu iki tarihi karara rağmen, dünya nüfusunun yarıdan fazlası zulüm ve işkence altında kahredici acılar içinde inlemeye devam etmektedir.

Dünya bu genel görünümü içerisinde diğer esir milletlere kıyaslandığında esaret canavarının en büyük ağırlığı ile TÜRK DÜNYASI üzerine yüklenmiş bulunduğu derhal göze çarpmaktadır.

Tarihte, çeşitli desise, hile ve ihanetlerle Türkler parçalanarak çeşitli milletler tarafından yutulmuş.

Bugün Doğu Türkistan, Çin yöneticilerinin sistematik bir şekilde İnsan Hakları ihlallerini sürdürdükleri bir ülke olmaya devam etmektedir.

Doğu Türkistan’da 19. uncu yüzyılın vahşi sömürgecilik metotlarını bile aratan Komünist Çin Yönetimi tarafından uygulanan siyasetler soykırım ve insanlık suçları kapsamında ele alınabilir. Komünist Çin Yönetimi tarafından, Doğu Türkistan Müslüman Türklerine uygulanan bu siyasetlerin hepsi en temel insan hakkı olan YAŞAMA HAKKINI ihlal etmektedir.

Haysiyetli ve insanca bir yaşam için mücadele vermekte olan Doğu Türkistan Türkleri; keyfi tutuklanmalara, işkenceye ve hatta yargısız idam cezalarına çarptırılmaktadırlar, bununla kalmayarak ana rahmindeki korumasız bebekleri de insafsızca öldürmektedirler. Nükleer denemeler neticesinde ortaya çıkan hava kirliliğinden dolayı milyonlarca insan çeşitli kanser hastalıklarına yakalandı ve bakımsızlık ve tedavisizlikten dolayı hayatlarını kaybettiler. Ülkeyi sürekli Çinli kolonilerle doldurup, Müslüman Türkleri azınlıkta bırakarak ve bunların doğal nüfus artışları zulüm ve cebirle engellenmekte.

Doğu  Türkistan’da devasa bir insanlık trajedisi yaşanmaktadır.

Tüm bu trajediler, adaletsizlik, eşitsizlik, haksızlık ve vahşet sahneleri insan haysiyetinin, iffetinin, hayatının ve en temel yaşam haklarının korunması sözü üzerine kurulan Birleşmiş Milletlerin varlığına rağmen, ırktaş Türk Cumhuriyetlerine, dindaş İslam Alemine ve bilhassa Türkiye ve Türkçüler ve İslamcılara rağmen hala şiddetini hiç kaybetmeden devam etmektedir.

En temel insan haklarını elde etmeye çalışan, Doğu Türkistan Müslüman Türklerini şiddet ve imha siyasetinden koruyan bir unsur yoktur. Sıkıntılarını, isteklerini ve özlemlerini dile getirebilecekleri herhangi bir platform mevcut değildir. Birleşmiş Milletlerde seslerini duyurabilecek, dindaşları ve ırkdaşlarına rağmen, imkanları yoktur.

Doğu Türkistan Türkleri, Komünist Çin Yönetimini, bu baskıcı ve şiddet siyasetinden dolayı, kendilerinin meşru temsilcisi olarak tanımızlar. Çünkü komünist Çin Yönetim, Doğu Türkistan Müslüman Türklerine baskı uygulamak ve onları denetlemek için ellerinde bulunan bütün imkanı vicdan azabı duymaksızın kullanmaktadırlar.

DOĞU TÜRKİSTAN, bugün Çin Halk Cumhuriyeti diye bilinen Komünist Çin Yönetimi altında ve “Sinkiang Uygar Özerk Bölgesi” adı ile bahis olunmakta ise de hiçbir zaman Çin’in ayrılmaz bir toprağı değildir.

Tarihte Türklerin anayurdu olan Doğu Türkistan Çin’in coğrafyası içinde bulunmamıştır ve bulunmayacaktır. MÖ 210 yılında yapılan Çin Setti, Çin ile Doğu Türkistan arasındaki resmi hududunu teşkil eder.

Birçok Çin kaynaklarına göne, tarihte Doğu Türkistan’ı ziyaret eden birçok tanınmış Çin seyyahı yaydıkları hatıralarında Doğu Türkistan’ın şehir kasabalarında hiçbir Çinliye rastlamadıklarını kaydederler.

Çin Cumhuriyeti’nin kurucusu olan Dr. Sun Yat Sin 1924 yılında yayınladığı  meşhur “San Min Cu  Yi” ( Üç Halk Prensibi ) inde, Doğu Türkistanlılardan bahsederken “Müslüman Türkler ” tabirini kullanmıştır. Çin Hükümet’i tarafından yayınlanan yeni Çin Atlasında Sinkiang’daki Türkler Türkçe konuşurlar denilmektedir. Bu ve bunun gibi dünya çapında tanınmış Türk ve gayri Türk ilim ve bilim adamları Doğu Türkistan’ı Tük yurdu ve buranın adının da Doğu Türkistan olduğunu tespit etmişlerdir.

Kısaca değinmiş olduğumuz bu hakikatler karşısında Doğu Türkistan, Çin emperyalizmi tarafından işgal edilmiş olduğu hakikati ortaya çıkmaktadır.

İnsanlık cürümleri işleyen Komüniste Çin Yönetimiyle  her dünya ülkesi gibi, aziz Türkiye’mizin ali menfaatleri icabı Türkiye’mizin idarecileri yetkileri icabı, dostluk ve ekonomik işbirliği kurabilir. Doğu Türkistan Türklerinin bu hususta hiçbir itiraz hakkı yoktur. Amma, Çin ile dostluk ve işbirliği diye ve Çin baskısıyla, Birleşmiş Milletler, Agit ve Paris şartları ve Türkiye Cumhuriyeti Dernekler Kanunları çevresinde demokratik bir şeklide şiddet kullanmadan faaliyet göstermekte olan Doğu Türkistan Türklerinin, bir kalemde silinmesi, insanlık ve 35 Milyon Doğu Türkistan Müslüman Türkleri, namına kabul edemeyiz.

Bütün bu zulüm, işkence ve soykırım siyasetine maruz kalan Doğu Türkistan Türkleri, ırkdaş ve dindaşlarının kayıtsızlığına İNSAN HAKLARI İHLALLERİNE yönelik taraflı bir tutum sergilediklerini görerek son derece ümitsizliğe uğramışlar ve kırılmışlardır. Kendilerini ırkdaşları ve dindaşları tarafından, dertleriyle yalnız bırakılmış ve terk edilmiş gibi hislere kapılmışlardır.

Irkdaşları ve Dindaşları tarafından kendi kaderlerine terk edilen Doğu Türkistan Müslüman Türkleri; ümitsizlikleri, hayal kırıklığı ve kızgınlıkları içinde, hakkı olan temel insan haklarını alabilmek için tedrici olarak şiddet karşıtı yoldan uzaklaşmaktadırlar. Bu hal şiddet karşıtı siyaset üretenleri de zor durumda bırakmaya başlamıştır. Bu nedenle şu anda Doğu Türkistan ve Çin’in kendi içinde kanlı çarpışmalar patlak vermiştir. Hakkı olan hakkın verilmemesinden kaynaklanan ve arzu edilmeyen çarpışmalardır bunlar. Burada bir numaralı suçlu, silahsız insanlara ve bebeklere en son model silahlarla saldıran ve insanları ve ana rahmindeki korumasız bebekleri insafsızca öldüren Komünist Çin Yönetimidir.

Hayat sahibi her canlının yaşama hakkı vardır. Hiç kimse bir başkasının canına kıyma özgürlüğüne sahip değildir. Bir kişi başkasının yaşama hakkına son verebilme inisiyatifini kendisinde görürse, başkasının da kendisinin yaşama hakkına son verebilmesine imkan vermiş demektir.

İnsan haklarına saygı çatışmaları önlemenin temel şartıdır. Bu nedenle Komünist Çin Yöneticilerinin, Doğu Türkistan Müslüman Türklerinin, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Beyannamesinde kaydedilen haklarına saygılı olması bu hakları eksiksiz yerine getirmesi ve Doğu Türkistan Müslüman Türklerinin şiddet yollarına başvurmasının temel sebeplerini araştırıp ona göre çözüm yolları araması hayati önem taşımaktadır.

En tabii insan haklarını arayan Doğu Türkistan Türklerini tutuklamak, işkencelere tabi tutmak, idam cezalarına çarptırmak ve onları dünya kamuoyuna  terörist olarak lanse etmekle Doğu Türkistan’da patlak vermesi muhtemel milli bir ayaklanmayı önlemek mümkün değildir.

Diyalog, samimi olmak kaydıyla, anlaşmazlıkları izale etmenin tek yoludur. Diyalog olmadan karşılıklı itimat tesis edilmediği gibi, karşılıklı itimat tesis edilmeden barış tesis edilemez. Bu nedenle Komünist Çin Yönetiminin, Doğu Türkistan Müslüman Türkleriyle samimi olarak, anlaşmazlıkları her iki tarafın çıkarına uygun olarak barışçı yollarla çözümleyebilmek için derhal diyalog kurması gerekmektedir. Çünkü Doğu Türkistan Türkleri bugün büyük bir ümitsizlik içindedir ve ümitsizlik, insanları şiddet yollarına zorlar.

Çin ile siyasi ve iktisadi dostluk ve işbirliği kuracak devletlerin yöneticileri, Çin Yönetimi ile sürdürecekleri ikili görüşmeleri sırasında Doğu Türkistan’daki insan hak ihlallerini sürekli olarak dile getirmeleri, bütün Asya’yı ve hatta dünyayı istikrarsızlığa sürükleyebilecek siyasetinden vazgeçirmeye  çalışmaları ve Çin’i itidale davet etmeleri de son derece önemlidir. Aksi halde büyük vebal altında kalacaklardır.

Büyük Tük Milleti Tarih seninle var oldu seninle devam edecek, sen kıyamete kadar bağımsız ve hür yaşayacaksın sen yok olursan Tarihte yok olacaktır.

Tarihi yapan biziz, yazan siz.

Türk Milletine Tarih büyük sorumluluklar vermiştir. Sorunları onları yaratanların mantığı ile çözümlenemez.

           

Gerçekler Nerede?

Gözünüze en yakın olduğu halde hiçbir zaman göremeyeceğiniz yer neredir, dersem aklınıza neresi gelir? Sizi fazla zorlamayayım: İki gözünüzün arası. Burayı sizin dışınızda herkes görür; ama siz göremezsiniz. Siz görmek istiyorsanız, aynaya ihtiyacınız olacaktır.

İki gözümüzün arası, bizim için kör noktadır. Doğal yapımız, bizim için orayı doğrudan görünmez kılmıştır. Uzuvlarımızın biçimi, konumu, işlevi; sosyal yaşamımıza pek benziyor.  Hayatımızda nice kör nokta vardır, ulaşamayız oraya. Bir şeyler engel olur bize. Aşığın gözü kördür, denir ya onun gibi bir şey bu körlük. Hazlarımız, aşırı isteklerimiz, nefsimiz, tamahkarlığımız, megalomanlığımız, narsisliğimiz, enaniyetimiz; görmemiz gereken noktaları görmekten alıkoyar bizi. Görmemiz gereken o noktada yaptığımız hatalar, işlediğimiz günahlar, attığımız yanlış adımlar, yaşattığımız zulümler vardır. İki gözümüzün arasıdır onlar. Varlığımızdaki negatif kaptanlar, bizi o iskeleye demir atmaktan uzaklaştırır.

“Ah ile vah ile, geçti bu ömrüm.” dizesini söyleyen şair, sizce insanla ilgili hangi gerçeği vurgulamış olabilir? İster bir hayıflanma ister pişmanlık deyin, şairin, bir hatalar zincirinin son halkasında bulunduğu kesin. O da belki, iki gözünün arasını hiç göremedi ya da görmek istemedi.

İnsanla ilgili her şeyin başı ve sonu olan bir evrende yaşıyoruz. Ömrün, ömür içersinde sağlığın, zenginliğin, makamın, kariyerin başı ve sonu var. Onu da idrak etmekten acizim ama; öncesi ve sonrası olmamak, Allah’a mahsus. Taşıdığımız değerlerin bir gün sonlanacağını bildiğimiz halde eylemlerimizde bunu göz ardı ediyoruz. Zannediyoruz ki, sağlık devamlı, zenginlik bitimsiz, ölüm yok… Bunların bir gün bitebileceği idrakinden uzaklaşıyoruz. Bu uzaklaşma, hatalar yapmamıza yol açıyor. Bu durumda bir uyarıcıya ihtiyaç var. O, bize gençliğin, zenginliğin, makamların geçici olduğunu, ömrün bir gün sona ereceğini yüksek sesle hatırlatmalı. Yani “Kral çıplak.” demeli.

Hiçbir itiraf, yapılan hatayı telafi etmeye yetmez. İtiraf, acizlikteki samimiyetin ifadesidir. Her itiraf, aynı zamanda bir olumsuzluğun resmidir. İtiraf eden durumuna düşmemek için, bizi her durumda uyaracak, iki gözümüzün ortasını gösterecek dostlara, aynalara ihtiyaç var. Gözlerimizi kapatmakla, güneşin yokluğunu ispatlayamayız. Yaptıklarımızı gören, bizi bizden daha iyi takip eden başka gözler var. O gözlerin varlığını dikkate almayan bir varlık sahibi, bir yönetici, mutlaka pişmanlık duyar. Hatalarıyla yüzleşmek istemeyen her insan bir gün “Ah ile, vah ile geçti bu ömür.” demek zorunda kalır. Yaptığı işlemin sağlamasının yanlış çıkacağından korkan insan, işlem yapmamalıdır. İşlem yapan, işlemini doğru da yanlış da yapabilir. Önemli olan, sağlama yapmaktan kaçınmamaktır. Dostlar, aynalar; dört işlemdeki sağlama gibi, hayatımızın enstrümanlarıdır.

Günlerden bir gün Nasrettin Hoca iğnesini kaybeder. İğnesini evin avlusunda aramaya başlar. Fakat onca zaman aramasına rağmen iğne bulunamaz. Komşusu iğneyi nerede düşürdüğünü sorar. Hoca kendinden emin cevap verir: “Ahırda! ” Hayretler içinde kalan komşusu, “Ahırda kaybettiğini ahırda aramalısın! ” der. Nasrettin Hoca cevap verir: ” Ama ahır, karanlık. “

Nasrettin Hoca, kaçınsa da iğne oradadır. Biz göremesek de, görmek istemesek de iki gözümüzün arası vardır. Hayatımız, varlığından haberdar olduğumuz halde, kör çukurlarla doludur. Aradıklarımız o çukurlukların içindedir, lakin doğal yapımız, hislerimiz, kaygılarımız, önyargılarımız, tutkularımız, aceleci halimiz; karanlıklara gizlenmiş gerçekleri görmemizi hep engeller. Cesur olmak, inançlı olmak, azimli olmak, samimi olmak gerekir. Görülmez, ulaşılmaz dediğimiz hiçbir nokta ulaşılmaz değildir. Yeter ki umudumuzu, kararlılığımızı yitirmeyelim.

Medeniyet tarihi, görünmeyendeki gerçeği arama ve görme macerasının hikayesi değil midir?

 

Açılım Macerası Ve Demokrasi

Ülkemizde mutabakatlara ihtiyaç vardır. İktidar ve muhalefet, yargı, yürütme ve yasama güçleri ülke yararına belirli noktalarda uzlaşmak durumundadırlar. Yakın tarihimizde mutabakatsızlıklar, kamplaşmalar, ötekileştirmeler ve kutuplaşmalar ülkeyi beklenmedik krizlere götürmüştür. Bugün de kutuplaşma ve kamplaştırma ve iktidara körü körüne itaat anlayışı yerleştirilmemelidir. Kurumlararası çatışma, siyasi bir organ olmayan ve cevap hakkı bulunmayan TSK’na karşı yöneltilmiştir. Uzlaşma noktalarından birisi de; TSK’nin rahat bırakılması olmalıdır. İktidar yandaş ordu mensubu yaratma macerasından vazgeçmelidir.

Uzlaşmanın temel taşlarından birisi de; dış patentli, demokratik örtülü açılım macerasından vazgeçmektir. Önce Kürt açılımı şeklinde Anayasanın 10. Maddesi başta olmak üzere, pozitif ayrımcılığa sebep olabilecek, bazılarını imtiyazlı kılacak yanlışlar yapılmamalıdır. Demokratik haklar, Anayasa ve yasalarla çelişmez. Herkes için geçerli olmalıdır. Daha sonra demokratik açılım ve barış ve kardeşlik ismi takılan açılım, bizim ürettiğimiz bir proje değildir. Kimse kimseyi kandırmaya kalkmasın.

Bundan bir asır önce Wilson prensipleri olarak Dünya gündemine getirilen Ermenistan ve Kürdistan’ın kurulması şeklinde, ABD’nin Ortadoğu’da etkinliğini arttıracak bir dayatma da açılımdı. Toplumların kendi kaderini tayin hakkından hareket ediyordu. 1993’te yine açılım önümüze kondu. Daha sonra 1999’da açılımın gerçekleşmesi için bize teröristbaşı teslim edildi. Biz bunun daha ileride bize karşı kullanılabileceğini o dönemde düşünmedik. Nihayet 1997’de CIA ajanı Graham Fuller ve Prof. Henry Barkey şifreleri önümüze koyuverdiler. (Bu konuda Aslan Bulut’un “Açılımın Şifreleri” isimli eserine bakılabilir.) T. Özal da açılım yolunda ABD çıkarlarına az hizmet etmedi. Nihayet, bu yolda karar alabilecek cesur bir siyasetçi arayışına çıkıldı ve bulundu. Aslında, bu cesur siyasetçi İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı iken, daha sonra danışmanlıktan azlettiği birine bir Kürt raporu hazırlatmıştı. Bu raporun birçok maddesi bugün Sayın Bülent Arınç’ın “gerekirse istifade edebiliriz” dediği teröristbaşının yol haritasıyla örtüşmektedir.

Patenti bize ait olmayan açılım projesi perakende sunumlar şeklinde ortaya çıkarılmışsa da iki ayrı araştırmada buna karşı olanların oranı %70 çıkmıştır. Bu dış dayatmaların kolay hazmedilebilir olmadığını göstermektedir. Çözülme ve ayrımcılık, parçayı bütünün önüne koymak, insanları birbirine farklılaştırarak ötekileştirmek, sosyal mesafe doğurmak ve vatandaşları birbirinden soğutmak bütünleşme değil ki; demokratikleşme olsun.

Demokrasi ortak mutabakatlar arar. Demokrasinin bütün kurum ve kurallarıyla uygulanabilmesinin alt yapısı milli devlet, üniter yapı, insan hakları ve kültürel bütünleşmedir. Bu bütünleşme, farklı baskı gruplarının ortaya çıkışına ve farklı siyasi örgütlenmelere engel de değildir. Demokratikleşme yoluyla anormalleşme, istikrarsızlık, kriz ve bunalım tohumları ekmek, normalleşme olamaz.

Açılım, görüldüğü kadarıyla herkese genişletilmiş eşit hak ve hürriyetler tanınması yerine; milli ve üniter yapıyı değiştirici, farklılıkları kutsallaştırıcı, yasallaştırıcı ve milli kimlikten etnisiteler adına vazgeçmenin, bazılarına pozitif ayırımcılık yapmanın yolunu açacaktır.

Şu iyice anlaşılmalıdır ki; demokrasiyle, etnik ırkçılık ve etnik yobazlık bağdaşmaz. Demokrasi, milletleşme sürecinin geliştirilmesiyle yürütülebilir. Boy, kabile, aşiret, şehir ve etnik asabiyetin zirve yaptığı bir yerde demokrasi işletilemez. Demokrasi vatandaşlığın ve milli kimliğin reddi değildir. Vatandaşlığın ve milli kimliğin reddedildiği yerde demokrasi de yaşatılamaz. Terör, demokrasinin vazgeçilmez bir unsuru değildir. Teröre değişik şekillerde hoşgörü ve dolaylı aflar, demokrasiyle bağdaşmaz. Demokrasi farklı hukuk anlayışlarının uygulandığı bir rejim değildir. Habur’da teröriste başka, Ümraniye davasında tutuklulara farklı muamele demokrasinin ve hukuk devletinin bir gereği değildir. Milli devletin ve üniter yapının altının oyulduğu bir yerde demokrasi de yaşatılamaz. Demokrasi, iktidara itaat eden basına değil; hür ve demokrat basına ihtiyaç duyurur.

Bunların gerçekleşmediği bir yerde; hem yakalara ay-yıldızlı rozeti takmak, hem de Türk kimliği yerine, Türkiyelilikten ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı yapay kimliğinden bahsetmek, milli kimliği dışlayan Anayasa ve yasa değişikliklerine gitmek çelişkilerin en büyüğüdür. 

          

 

“Civanım delikanlım” ne hale geldi?

Başbakan Yardımcısı Sayın Bülent Arınç’ın bir konuşmasındaki sözcükleriydi bunlar.

Biz de bir bakalım dedik, ne hale gelmiş “Civanım Delikanlım”…

İETT’de memuriyetle başlayan, sonra bir sucuk fabrikasında tahsilât memuru olarak devam eden çalışma hayatında kazandıklarının hepsini yemeden içmeden biriktirse bile, o para Emine Hanım’ın giydiği paltoya yetmezdi Sayın Başbakan’ın.

Ülker Bayiliği sırasında beyan ettiği gelir matrahını zerresine bile dokunmadan biriktirseydi, Çamlıca’da sahip olduğu 5 villanın iç kapılarına bile yetmezdi o para.

Daha birkaç yıl evvel Amerika’da bizzat kendi ifadesi ile bir iş adamının verdiği burs ile okuttuğu oğlu, o burs paralarını değil 5 yıl yemeden içmeden biriktirmek, 155 yıl da biriktirse, o “gemicikleri” alacak kadar parası olamazdı.

Başbakan’ın damadı olmadan evvel gazeteci olan babasının o mütevazı bütçesi ile yaşayan damadı, şimdilerde Milli Piyango talihlisi gibi ihtişam içinde yaşamak için geçmişte ne işler yaptığını henüz bilemedik.

En sonunda da dünyanın en zengin Devlet Adamları Listesi’nde birçok Arap Emir’ini bile sollayacak duruma geldi “Civanım Delikanlım”.

Kadir Geceleri, Halil Demirkaya’nın siyah minibüsünde rahmetli Hasan Doğan ve Kasımpaşa Hacı Ahmet Mahallesi’nden arkadaşı ile camileri dolaşırken bıraktığınız Başbakan, sonradan Berlusconi’yi mahreminde nikâh şahidi yapacak hale geldi “Civanım Delikanlım”.

Buradan “Ağlayan Bakan” Sayın Arınç’a diyorum ki; Sayın Arınç, Başbakan’ın haline ağlamanıza gerek yok gördüğünüz gibi. Haline ağlayacak birilerini arıyorsanız, millet karşınızda. Milletin haline ağlayın siz.

Afyon’un Kışlacık Köyü’nde borçları için böbreklerini satan insanlara ağlayın…

Diyarbakır’da oğlunun kayıt parasını ödeyemediği için okulun halılarını yıkarken düşüp felç olan anneye ağlayın…

Şırnak’a tayin ettiğiniz 38 doktordan 33 ünün hiç Şırnak’a bile uğramadan, üçünün gittikten bir hafta sonra istifa etmesiyle sadece 2 doktorun görev aldığı Şırnak’taki hasta vatandaşlarımıza ağlayın…

Erzurum’daki savcının, hamiline çıkarttığı arama kararlarına maruz kalan suçsuz insanların haline ağlayın…

Muğla Milas’ta açlıktan ve soğuktan ölen Kore Gazisi’ne ağlayın…

“Cemaatlere dokunursan yakarım” denilen Erzincan’da görevini yapan yargı mensuplarına ağlayın…

Sokakta işsiz dolaşan 230.000 eğitim fakültesi mezununa ağlayın…

Borç batağına sürüklenmiş, evine ekmek götürmekten acze düşmüş, çareyi intihar etmekte gören vatandaşımıza ağlayın…

Yani demem o ki Sayın “Ağlayan Bakan” , siz yeter ki ağlamak istediğiniz söyleyin. Sizin ağlayacağınız, ağlamanız gereken o kadar çok şey sayarız ki size…

Hiçbir şey bilmiyorsanız, oturduğunuz yerden dışarı bakın, sokaktan geçen vatandaşın haline acıyın.

“Civanım Delikanlı” yı merak etmeyin siz.

O yükünü tuttu, işi tamamdır.

Eksik olan millet.

O’na bakın!

O’na ağlayın!

Anacığım Yavrucuğum

Toplumumuz da malum huzursuzluklar had safhada.
Allah ve resulünün kılavuzluğuna itibar edilmezse elbette ki bu sonuç kaçınılmaz olur. Sıkıntı sadece sokakta sınırlı kalmaz, evlerimizin içine kadar girer. Bundan; Anne ile baba, Çocuklarla anne baba, Gelinle kaynana nasiplerini alırlar.

Anlatacağım mevzu bu sıkıntılardan gelin ve kaynana arasında geçen ciddi bir sıkıntının mutlu bir şekilde son bulmasıdır.

Maalesef bütün sıkıntılar bu olayda ki gibi mutlu sonla neticelenmiyor.

Gelelim biz mevzuumuza; İstisnaları tenzih etmekle beraber gelinler kayınvalidelerinden, kayınvalideler de gelinlerden şikâyet ederler.

Gelinle kaynana arasına şeytan girmiş onları birbirine düşürmüştür.
Kayınvalide ne derse gelin aksini yapmakta, kaynana da bu durumu olur olmaz yerlerde pasta börek ziyaretlerinde anlatmaktadır.
Araya iki ayaklı şeytanlar da girince bire beş katarak bu sözler geline geri bildirimde bulunmaktadır.

Günler, aylar, yıllar böyle huzursuz geçmekte iken şeytan bir gün geline şöyle bir akıl verir.

“Yeter bunun derdini çektiğin zehirle de kurtul şundan hayatının sonuna kadar böylemi çekeceksin.” Bu fikir gelinin aklına yatar gider tanıdık bir eczacıya durumu anlatır.

Eczacı sana bir zehir vereceğim her gün onun çayına bir damla damlatacaksın yalnız hemen öldürme başın derde girer otopsi falan kendini de beni de yakarsın.

Bunun için komşuları da her akşam çaya çağır onun yanında kaynanana karşı çok iyi davran ki kimse senden şüphelenmesin.

Gelin eczacının dediği gibi yapar komşular çağırılır, çaylar pastalar gelir. Gelin kaynanasına karşı anacığım şundan da alır mısın, bir bardak daha çay içer misin? Şeklinde hitap etmeye başlar. Bir gün, üç gün, beş gün derken kayınvalide bu gelinde bir iş var ama dur bakalım bu işin kokusu yakında çıkar.

Her akşam çaylar demlenir kayınvalidenin çayına birer damla damlatılır. Aradan bir müddet geçince kayınvalide bizim gelin ne kadar iyiymiş de ben farkında değilmişim demeye başlar. Kaynana gelinin ilgisinden memnun kalınca kızım sen çok yoruldun bardakları da ben yıkayayım bu akşam çayı da ben demleyeyim demeye başlar. Anacığım, kuzucuğum muhabbeti aralarında ki sıkıntıyı sevgiye dönüştürür.

Gelinde benim kaynanam ne kadar iyiymiş de ben bilmiyormuşum, annemden daha iyi davranıyor bana demeye başlar. Sevgi derinleşince gelin eczaneden aldığı ilacı geri götürür ve eczacıya bu düşüncesinden vazgeçtiğini söyler. Eczacı akıllı insan geline der ki bak sen iyi insan olunca kaynanan da iyi oldu. Her zaman ilk adımı atan kazanır.
Sana verdiğimde zehir değil iştah şurubuydu.
Huzuru arayanlara duyurulur.
Darısı tüm insanlığın başına…

Mazlum

Saçma sapan şeyler
Anlamsızca yaşarlar
Meydanı boş bulunca
Sevdim seni diyenler

Bir gösterir kaçarlar
Anlamadan seni sarar
Sonra kapıları açarlar

Yaşarken anlarsın
Boşlukta kalırsın
Sonra eyvah desende
Ah ! eder ağlarsın 

Takma kafayı derler
Boş ver yaşamana bak diye
Seni boşa yorarlar
Hep mazlum kal diye