17.7 C
Kocaeli
Cumartesi, Eylül 27, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1228

Bitirim Şiir

Vefasız! Acımadan kırdın gönül pulumu,
Her kapıya muradım gele attı, rast gele..
Koltuğuma kıstırıp sanki hayat yolumu,
İnadına yürüdüm şoseleri rast gele..

Hepayaz’a bağlandı gönlümde tüm hevesler,
Nargile dumanında heder oldu nefesler,
Düzenbaz iklimlere savrulurken kafesler,
İsyanlarla paylaştım heceleri rast gele..

Elde çift okey olsan artık geri dönmem bil.
Ömür denen desteyi bir kez daha bölmem bil.
Kim verdiye bırakma bitirmeden ölmem bil.
Pişmanlığa büründüm niceleri rast gele..

Iskartaya ayırdım rüyamdaki resmini,
Istakamda per olsan artık istemem seni,
Kapandı aşk mekanım al hissene düşeni,
Belki de hatırlarım geceleri rast gele..

Aşurenin Düşündürmedikleri

Aşure için birçok hikayeler, adetler, olaylar, makaleler yazılmış ve anlatıla gelmiştir. Muharrem ayının onuncu günü hasabiyle on sayısı ile ilişkilendirilmiş. “aşr” veya “aşır” veya develerin güdülmesi ile ilgili “ışr” kökünden türemiş arapca bir kelime olarak kabul edilmektedir. Bazı bilim adamları da İbraniceden gecen bir kelime de demektedirler.

Bu konuda iki görüş hakimdir.

  • 1. Hz. Musa(as) ve kavminin Firavun’un zulmünden kurtulduğu ve Yahudilerin oruç tutmakla mükellef oldukları bir gündür.
  • 2. Hz. Nuh (a.s)’dan itibaren bütün sami dinlerde mevcut olan ve cahiliye devri Arapları arasında da Hz. İbrahim (a.s)’den beri önemli görülüp oruç tutulan bir gündür. (Prof.Dr. Yusuf Şevki Yavuz www.sonpeygamber.info)

Hz. Hüseyin’in 10 Muharrem 61’de (1 Ekim 680) tarihinde Kerbela’da şehid edilmesinin sonucunda Şia geleneğinde bu gün matem günü olarak idrak edilmiş ve günümüze kadar gelmiştir.

Âdem Aleyhisselâm’ın tevbesinin kabûlü, Mûsa Aleyhisselâm’ın, Firavun’un takibinden kurtulması ve Firavun’un boğulması, Nûh Aleyhisselâm’ın tufandan kurtulup karaya çıkması, Yunus Aleyhisselamın tevbesinin kabul edilerek balığın karnından çıkarılması gibi hayırlı hâdiseler, hep 10 Muharrem’de vuku bulmuştur.(Abdullah KESKİN www.kocaeliaydinlarocagi.org.tr)

Nuh Aleyhisselam Ve Tufan :

Hz. Nuh Aleyhisselam Hz. Adem’den yaklaşık 1000 yıl sonra ve Allah’a şirk koşan, taşlardan ve bakırlardan yapılan putlara tapan ve bu taptıkları şeylerin, kendisine tapanlara gelebilecek herhangi bir zararı uzaklaştıracağına, kendilerine fayda sağlayacağına ve zenginleştireceğine inanan bir kavme Peygamber olarak gönderilmişti. 950 yıl yaşamıştır.

Hz. Nûh Aleyhisselam, yıllarca hatta asırlarca kavmini Allaha davet etti. Onlara apaçık deliller getirdi, her türlü yolu denedi. Yine de kendisine inanmadılar, alaya aldılar. Zulme, ahlaksızlığa, sapıklığa devam ettiler.

Hz. Nûh Aleyhisselam, kavminin iman etmesinden ümit kesince, kavminden Allah’a sığındı. Cenab-ı Hak da, Hz. Nûh Aleyhisselama kavminin tufan ile helak edileceğini ve bir gemi yapmasını emretti. Cenabı Hak Hz. Nûh Aleyhisselama, gemiyi nasıl yapması gerektiğini de öğretti. Kavmi ise ona her uğradıklarında, onunla yaptığı iş hususunda eğleniyorlar ve alay ediyorlardı.

O da ayeti kerimedeki ifadesiyle “Bizimle alay ediyorsunuz. Ama (siz bizimle) alay ettiğiniz gibi (Allah’ın azabı üzerinize geldiğinde o zaman) biz de sizinle alay edeceğiz. Rezil edecek olan azabın kime geleceğini ve kime sürekli azabın ineceğini pek yakında göreceksiniz, derdi.” (Hud,38-39)

Hz. Nûh (a.s), geminin yapımını bitirince Cenab-ı Allah ona, kendisiyle birlikte ailesini ve iman etmiş müminler topluluğunu, dişi ve erkek olmak üzere her gruptan hayvanları gemiye yüklemesini emretti.

Sonra, “Biz de göğün kapılarını, dökülürcesine yağan bir yağmurla açtık. Yeryüzünü pınar pınar fışkırttık. Derken sular takdir edilmiş bir iş için birleşti. Biz Nûh’u çivilerle perçinli levhalardan oluşan gemiye bindirdik. Gemi, inkâr edilen kimseye (Nuh’a) bir mükâfat olarak gözetimimiz altında yüzüyordu. Andolsun, biz onu (tufan olayını) bir ibret olarak bıraktık. Var mı düşünüp öğüt alan? Benim azabım ve uyarılarım nasılmış (gördüler)!” (Kamer, 11-16)

150 gün süren yolculuktan sonra Muharrem ayının 10. günü “Ey yeryüzü! Yut suyunu. Ey gök! Tut suyunu” denildi. Su çekildi, iş bitirildi. Gemi de Cûdî’ye oturdu ve “Zalimler topluluğu, Allah’ın rahmetinden uzak olsun!” denildi.” (Hud, 42-44)

Bunun üzerine Hz. Nûh Aleyhisselam ve beraberindekiler tufandan kendilerini kurtardığı için Allah’a bir şükür ifadesi olarak oruç tuttu. Âşûrâ gününde tutulan bu oruç, İsrail oğullarına geçti. İslam dini de Aşûrâ gününde tutulan bu orucu kabul edip onayladı. (Abdullah KESKİN www.kocaeliaydinlarocagi.org.tr)

Aş: Yenecek yemek

Üre: Bereketli

Aşure: Bereketli yemek

Aşure ayının 10.günü Nuh (a.s)’in toprağı gördüğü günü, gemisinde son kalan yiyecekleri karıştırarak elde ettiği bir yemek olarak rivayet edilir.

Muharrem ayında aşure pişirilir ve aşure bu ayla özdeşmişdir. Aşure ayı diye anılır. Hatta bizde kurban eti verildiğinde söylenen ” Allah kabul etsin” sözü Aşure ikramı yapılan kişiler tarafından  da ifade edilerek kutsallaştırılmıştır.

Hz. Nuh (a.s) Aşure adında yiyeceği pişirdikten sonra sizce bu yemeği kimlerle paylaşmıştır?.

Tabiiki gemide bulunan tüm canlılarla paylaşmıştır. Gemide insandan kat kat fazla hayvanlar olduğuna göre, hayvanlarla paylaşmış diye düşünmüştüm. Kutübi sitte’nin Medine baskısında Aşure günün faziletleri bahsinde gemideki tüm canlılara ikram edildiğinden bahsedilmektedir.

Acaba Aşure pişiren hanımlarımız, beylerimiz, Ahçılarımız pişirme işlemini yaparken hayvanların da hakkı olduğunu sizce düşünmüş müdür? Aklına geminin içinde 150 gün süren yolculuktan sonra karaya oturmasının karayı görmenin sevincini hissetmiş midir? Kurtuluş sevincini yaşamış mıdır ? Paylaşmanın ne kadar önemli olduğunu hissetmiş midir? Pişirilen aşurenin ayırt etmeden tüm canlılara dağıtılacağını onlara ikram edileceğini hissetmiş midir?

Günümüzde dernekler, vakıflar, siyasi partiler, farklı farklı guruplar Aşure pişirirken Nuh (a.s) zamanında gemide olduğu gibi dünyayı beraber paylaştığımız hayvanlarında bu pişirilen yemekte hakları olduğunu düşünmüşler midir?

Yaptığım saha araştırmalarında Anadolu’da, Aşure yapıldıktan sonra, kuşların, kediler, köpeklerin ve eğer varsa diğer hayvanların hakları gözetilerek aynı gemide olan anlayışa uygun bir düşüncenin yaklaşımın hakim olduğunu gördüm. Şehirleşme ile birlikte bu güzel adetlerin, anlayışın devam etmediğini hep beraber görüyoruz.

Esas olan bence bu dünyayı da, çevreyi de, gıdaları da paylaşacağımız bizden başka canlıların da olduğunu bilip, ahenk içinde yaşamak değil midir?…. 

Kışın Büyüsü

Kışları seviyorum. Yazı sevdiğim kadar. Baharı, sonbaharı sevdiğim kadar.
Bütün mevsimleri sevmenin aslında hayatı sevmek olduğunu bilmeyen mi var? Hem, hepi topu dört mevsim, niye sevmeyelim ki? 

Kışlar, soğuk, rüzgârlı, yağışlı, karlı günlerdir. İnsanı eve bağlar. Hareket alanımızı kısıtlamakla, aslında kış, bize büyük iyilik bahşeder. Kışları, herkesin evinde oturup güzel güzel bir şeyler yapmasına, bir işle meşgul olmasına imkân veren yegâne mevsim. Sözün burasında bir nakış ustası hatırıma gelir.  

Pencere önünde gün ışığına açık divan köşesinde kendini tümüyle işlediği bohçaya veren o hanım, yüzünü nakıştan kaldırmadan saatlerce iğneye parmaklarıyle yön verir, daldığı nakış ummanında kendince kulaçlar atar, tablo güzelliğinde işler meydana getirirdi. Onu bir başka zaman, sonradan kazak, çetik, yelek, süvetere dönüşecek bir dizi maharetle baş başa, iki el ve iki örgü şişiyle yün yumakları arasında  yine kendi âlemine dalmış olarak bulmakla zamanı  sevgilerine hasredişini seyretmek insanı yalnızca seyir zemininde bulunmaktan çıkartır, bizlere de el emeği göz nuru bir işi ortaya koymamıza vesile olurdu. 

Kışın kısa günleri, uzun geceleri  kendi dünyalarımızda en çok severek yapabileceğimiz işlere doğru bizleri hiç farkına varmadan yöneltir.  

Bu yöneliş kitaplarla da olur. Yeni yayımlanmış olanlarla bir kış yolculuğuna çıkılabilir. Meselâ son yıllarda iyi eserler vermiş bir ismin en az beş eserini ele alıp evin sıcak köşesine çekilebilir, o yazarın dünyasında bir yolculuğa çıkabiliriz. Veya vaktizamanında birbirinden güzel eserler verdikten sonra ahirete intikal etmiş nice yazarımızın eserlerine zamanımızı ayırmak, onların dünyalarında bir yolculuğa çıkmak kış mevsiminin bize sunduğu imkânlardandır. Sözü İstanbul cihetinden açacak olursak, kış mevsimi, bizi İstanbul’u anlamaya hazırlayan mevsimdir. Köşemizde sıcacık oturup Abdülhak Şinasi Hisar’ın kaleminden İstanbul’u okumak yaza bir ön hazırlık kabilindendir. Abdülhak Şinasi Hisar merhum, İstanbul yaşantısına dair zevklerden bahsederken “bülbül dinlemeye gitmekten ” söz açar. “Mehtaba çıkmak” bir başka sefadır. İstanbul medeniyeti diye bir kavramı da dile getiren odur. Kanlıca’yı, Çamlıca’yı, Göksu’yu bize bütün revnakıyle, hususiyetiyle anlatır eserlerinde. Boğaziçi Mehtapları’nı okurken bizde İstanbul’un o kendine has, kendi yaşantısından meydana getirdiği eğlence ve düşünce tarzını kavrar, bugünle bir kıyaslama imkânı buluruz.  

Kışın okunacak bir diğer yazarımız Ahmet Rasim, bize şehir hayatının pratiğini, kıssasını, ayrıntılarını, mizahını sevimli kalemiyle pek güzel anlatır. Anlatmak ne kelime,

 Büyük bir zevkle tespit eder. Nerelere gidilmiş, neler alınmış, neler söylenmiş, kim kime ne demiş hepsini ondan neşeyle öğreniriz. Tabii bu arada Rasim, kendi yaramazlıklarının ip uçlarını da vermekten kaçınmaz. Gerçi bugün onların anlattığı İstanbul’u yaşamak hayaldir amma, en azından bugünün insanı, bizler neleri kaçırmaktayız, hiç olmazsa bunu anlayabiliyoruz. Kışın okumak, yazın yaşamaktır İstanbul’da aslolan.                                                                                                          

Bir başka yazarın veya şairin mirası olan dünya görüşünü, hayatı algılayış tarzını en iyi, bu kış okumalarında anlayabiliriz. Ön yargısız, reklamsız, infazsız, tamamen kendi değerlendirmemizle yeniden tanımak, tanımaya çalışmak başlı başına yeni bir keşif heyecanı verir; yeni yüzler, yeni hissedişler kazandırır. Oturduğumuz yerden o yazarla, şairle veya tarihçiyle, fikir işçisiyle  bir bağ kurar, kendimize yepyeni ufuklar açabiliriz.  

Aşağı yukarı bütün canlı türleri için kış mevsiminin hareketi kısıtlayıcı, daraltıcı tesirinin bir sonraki mevsime hazırlanış olduğunu biliriz bilmesine de, insanoğlu için böyle bir içe kapanışın, zihnen, fikren bir yoğunlaşma dönemi olduğunu  çoğu zaman göz ardı ederiz. Böylesi mevsim dönemlerinin insanı daha hızlı bir düşünmeye itmesi içimizdeki araştırma duygusunun, yenilenme ihtiyacının, kara kışla birlikte görünüşte bir uyuşukluk mevsimi gibi algıladığımız bu dönemin, bütün hareketsizliğimize, dar yaşam alanlarımıza bir karşı direniş olarak  canlanmasıdır.  

 Bu noktada kitapların, basılı eserlerin varlıklarını her daim sürdürüyor oluşlarının hikmetini de göz ardı etmemek gerekir. Bir fikir adamının ortaya koyduğu bir eser, bir düşünce hizmeti, bir defa yazılıp yayımlandıktan sonra varlığını adeta ilelebet koruyabilmektedir. Fikirlerin, düşüncelerin ölmezliği denen husus işte bu. Aynı husus diğer sanat eserleri içinde, meselâ bir beste, bir tablo için de geçerlidir. Sanat eserlerinin bir defa ortaya konduklarından itibaren varlıklarını devam ettirmelerindeki özellik, tıpkı kış mevsiminin, bembeyaz bir örtüyle bütün tabiatı kaplayıp zamanı nadasa bırakmasına ne kadar da benzer! Gün gelir, bahar saçak buzlarından damlalar indirmeye başladığında kar tabakası gittikçe incelir ve yerini küçük yeşil filizlere bırakır. Bir kış odasında, zamanı gelince bir başka dimağda yeşermeye duracak olan bir eserin, konusu etrafında yavaş yavaş belirip toparlanması başlangıçta heyecan vericidir. Oluşmakta olan bir nebuladır zihin. Kendi etrafında dönerek yarattığı anaforun içinde başka âlemlerle karışması, onlardan yepyeni bir sarmal, daha önce denenmemiş bir çalışma atmosferi kazanması kış mevsiminin gözle görülemeyen,  kar altındaki uzun bekleyişin bir başka ifadesidir.

 İstanbul kışları okumaya müsait zemini hazırlaması bakımından mekân itibariyle de oldukça zengin. İyi ısıtılmış aydınlık kütüphaneler kışın en tatlı, en sakin, huzurlu köşeleri değil midir? Size kaçta gideceğiniz, ne kadar kalacağınız sorulmaz. Kimliğinizi bırakır girersiniz. Dışarıda yağmur, kar, fırtına, ne beis! Siz kitaplar denizinde istediğiniz kadar kulaç atabilir, zihnen gidebildiğiniz kadar gidersiniz. Kışın kütüphaneler, dışarıda harcıyacak fazla parası olmayan pek çok öğrenci için eşi bulunmaz şefkatte bir ana kucağıdır. İçeri adımınızı attığınız andan itibaren kış dışarıda kalmıştır. Siz sıcak ortamda buyrun, şiirin baharlı yazlı dünyasına dalın isterseniz. İsterseniz halis muhlis İstanbul şairleriyle birlikte mısra mısra gezinin bu kentte. Nasıl isterseniz.  

Okumaktan tad aldığımız nice büyük yazarlar vardır ki onların herhangi bir eserini, aynı tarih dilimi içerisinde yazılmış başka bir yazarın gözünden ve kaleminden okumak insana farklı bakış açıları kazandırır. Bugün  Çanakkale savaşları üzerine yazılmış kitapların azlığından yakınıyorsak  otuz sene öncesinde bunların bile olmadığını hatırlamamız lâzım. Belirli konulardaki karşılaştırmalı çalışmaların, var olan belgeleri yenileriyle zenginleştirip alanı genişletmenin bizim edebiyatımızda zevkine yeni yeni varılıyor. Son birkaç yılda yayımlanan tarih araştırmalarına dayalı kitaplardaki artış ortadadır. Sadece tarih sahasında değil, hatıratta, portre incelemelerindeki gelişmeler, hikayeyle roman arasındaki sınırların zorlanışı, tarihle romanın alış-verişi zihni faaliyetimizin bir ihtiyaç halinde bizi zorlamasıyle, zamana not düşmek şevkiyle  mümkün olmaktadır.  

 İnsanlığın evrensel serüvenine ölmez bir eser bıraktığımızı farz etsek, kani olsak bile  zamanın çok ötelerinden  geriye sadece ismimizin kalacak olması bizi ne kadar mutlu ederdi acaba? İnsanlığı şerefli yerine iade edecek olan evrilmeyi hangi kitap gerçekleştirebilir? Ki dört kutsal Kitabın mensubu olduklarını ileri sürenlerin içine düştükleri hal bugün itibariyle ortadadır. İnsanlık adına evrimden bahis açanların geldiği nokta burası. Hangi evrim, hangi iman, hangi korku! Bu çılgın ve şirazesinden çıkmış çağa nasıl bir ad verilecek? Her halde “Yedi Uyuyanlar.”

Kışları, şehir hatları vapurunda insanların bir kitapla baş başa birkaç dakikalarını geçirmeyi tercih etmeleri, ellerindeki kitaplara gömülmüş halleri bende büyük memnuniyete yol açıyor. Onlar okuyunca bana ne ki? Bana olan her halde şu: Okuyan insanlar arasında sanki daha emniyetteyim. Okuyanlar yani zararsız insanlar ve hattâ bana, bize ilerde faydası dokunacak insanlarmış gibi gelir. Kışın en tatlı İstanbul manzaralarından biridir bu: Vapur Karaköy iskelesinden ayrılmıştır, boğuk ve kara isli düdüğüyle şehre selam vermiş, Marmara’nın karşı kıyılarına doğrultmuştur burnunu. İçerisi yolcu doludur, sıcaktır. İnsanlar montları, kaşkollarına sarınmışlar, kimi gazetesiyle, kimi kitabıyle meşguldür. Çaycı sürekli dolaşmakta boşları toplarken bir taraftan da sıcak çay, salep gezdirmektedir. Vapuru tarçın kokusu sarmıştır. Camlar buğulanmış, ince damlacıklardan oluklar habire aşağı aşağı inmekte, şehir kendi insanıyle barışık yaşamaktadır. Bu manzara dünyanın hiçbir yerinde yoktur. Varsa bile böyle değildir. Böyle olmuş olsa bile böyle kokamaz. Deniz, tarçın ve kitap… Kış İstanbul’u. Ve herkesin kafasında bir an önce evine varmak, sıcak sofraya oturmak. Sırtını kalorifere dayamak veya soba kenarında bir şilteye uzanmak…

 İşte kış mevsiminin, insan türünün kozmik hayatına bir göndermesidir evlere kapanmak. Zamanı en verimli ancak kışları işleyebiliriz. Zamanı işlemek. Okuyarak, yazarak  dokumak: Yeni fikirler devşirmek, yeni terkiplere ulaşmak veya dünya döndükçe geçer akçe kavramları, yüksek insani değerleri yeniden zihinlerin hizmetine sunmaktır.

Bürokrasinin Temel Yanlışı Ve Bölücülük

Kamu Çalışanları Vakfı Antalya Şubesinin düzenlediği “Küreselleşmenin Doğurduğu Sonuçlar” konulu toplantıda Sayın Ramazan Kurtoğlu ile beraber konuşmacı olarak bulundum. Oldukça kaliteli bir iştirakçi kitlesi önünde konuyu ele aldık. Vakıf başkanı Sayın Mustafa Patat ve arkadaşlarını tebrik ediyor, başarılar diliyorum.

Bu vesileyle Antalya ve çevresi hakkında yeni bir takım üzücü bilgiler edindim. Sahil şeridimizin birçok yerinde olduğu gibi yabancılara öyle satışlar yapılmış ki; çevrede Rus, Alman ve İngiliz bölgeleri doğmuş. İşin üzücü tarafı, bazı Uzakdoğu ülkelerinin kullanıldığı gibi bir fuhuş sektörü ortaya çıkmış. İnsanlarımız para ve yurt dışına çıkma vaatleriyle kandırılıyorlar. Misyonerlik faaliyetlerine ise; zaten kendi elimizle imkân hazırlamışız. Demek ki; muhafazakâr iktidar olmak bunu gerektiriyor.

Elimde 28 Kasım 2000 tarihli Sabah Gazetesi var. Bazı nüshaları ve bilgileri saklamak gerçekten faydalı oluyor. Gazetenin 24. sayfasında zamanın MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun’un ve yardımcısının geniş bir mülâkatı yer alıyor. Bugün açısından oldukça ibret verici ve düşündürücüdür. Bu mülâkatta “Kürtçe TV Gerekli” başlığı atılmış. Bugün bizce son derece yanlış bir uygulama olan TRT 6’nın ve birçok açılımın nerelerden desteklendiği daha rahat anlaşılıyor. Anlayış kamudaki bürokrasinin çarpıklıklarını sergiliyor. Bugün, dün yapılan yanlışlar bir bir ortaya çıkıyor. Bazı kamu görevlilerinin şu yanlışı yaptığını hep gördük: “Komünizmi getireceksek; bizim kontrolümüzde gelir. Kürtçülük yapılacaksa veya sözüm ona kullanılacaksa; bunu ırkçı partilere bırakamayız, biz âlâsını yaparız. Böylece kontrol altına alınmış olur.” Eski müsteşar “Apo’yu getiren de biziz, asılmaması için en büyük mücadeleyi veren de biziz ve “Apo’yu biz neden kullanmayalım?” diyor. Bugün Kürtçe’yi ve Apo’yu Türkiye’ye karşı kimler kullanıyor? Ve işin acı tarafı kimler kullanılıyor? Çağdaşlaşma yerine Batıcı olursanız; kıblenin de yönü değişir. Milli çıkarlarınızı koruyamazsınız. Mustafa Kemal Batıcı olsaydı; mandacı olur, Milli Mücadeleye de ihtiyaç duymazdı.  

Vatandaşı kazanmanın yolu Devletin dili olan Türkçe’den vazgeçmek değildir. Analar Türkçe bilmiyor diye anaları kurtarırken; Türkçesi gayet iyi olan çocukları, gençleri mahalli dile yönlendiriyoruz. Üstelik, Devletin dilini ve egemenlik haklarımızı yıpratarak ve kafaları karıştırarak… TRT’nin Güneydoğu’da yaptığı araştırmalar, bazı bürokrasinin ve bazı askerlerin yanlış düşündüklerini ortaya koyuyor. Özellikle TV yayıncılığıyla birlikte Türkçe güçleniyor ve yayılıyor. Ancak sorun, gençlerin yeterli ölçüde Kürtçe bilmemesi.

Sahayı bölücülere bırakmamak için biz yaparız, kontrolümüzde olur anlayışı çökmüştür. Ancak, günümüzde açılımlar adı altında hâlâ bu yanlışta ısrar edilmektedir. “Sen silâh bırak, terörden vazgeç, iyi vatandaş ol, ben de devlet olarak birçok şeyi unutayım. Şehitleri ve şehit ailelerini hesaba katmayayım. Örgütün isteklerinin bir bölümünü yerine getireyim.” anlayışı maalesef 90’lı yılların devam eden gafletidir. Bunlar, açılım adı altında yutturulmaya çalışılmaktadır.

Oysa, asıl açılım bitmeyen GAP‘ın bitirilmesidir. Türk sanayiini ve tarımını çökerten dayatmalara ve ülkeyi üretmeyen bir ithal cennetine çevirmek isteyenlere direnebilmektir. Bankaları ve sanayi kuruluşlarını komik karşılıklarla özelleştirmeye dur diyebilmek ve bunların doğurduğu işsizliğe çare bulabilmektir. IMF kısır döngüsünden kurtulabilmektir. Oysa, dış destekli yöneticilerimiz Türk olmaktan vazgeçmenin ve Devleti değiştirmenin yollarını arıyorlar. Erbakan Hocaya vefasızlık yaptıktan sonra bir başka hocaya yaslanmak ihtiyacı duyuyorlar. Oysa, yaslanılan kişi ne milli; ne de yerli. Her alanda devlete, kamu kurumlarına karşı alternatif yönetim ve kurumlar yaratılıyor. TSK ile uğraşılıyor. Askerin yerini sınırda özel güvenlik alıyor. Etnik odaklı politikalarla birlik ve bütünlük dinamitleniyor. İki, üç dilli ve iki, üç milletli bir yapıya zemin hazırlanıyor. Dünya birleşirken; biz ayrışmanın ve ufalanmanın yollarını arıyoruz. Demokratikleşme adına…

Almanya, Fransa, İngiltere ve hatta Rusya gibi ülkelerin yaptıklarının tersini yapıyoruz. Rusya, 2009 yılında Dumadan çıkardığı 309 sayılı yasa ile Federasyon bünyesindeki okullarda Rus dilini esas alıyor. Bizde bazılarının demokratikleşme tutkusu, küresel kuşatmanın aracı olan emperyal bir demokrasiye hizmettir.  Bunu görmemek

Hz. Ömer (RA)

Kureyş kabilesinin Adiyoğulları kolundandır.
Miladi 586 yılında Mekke’de dünyaya gelmiştir.
Peygamber (SAV)den 15 yaş küçüktür.
İslamdan önce Mekke şehir devletinin dışişleri bakanı idi.
Ticaretler uğraşırdı.
İslamiyetin ilk yıllarında peygamberimizin ve Müslümanların en sert muhalifi idi.
Peygamberimizin Müslüman olması için dua ettiği iki Ömer’den birisi idi.
Diğeri ise Ebu Cehil’dir.
O’nun Müslüman olması müşrikler de şok, Müslümanlarda bayram etkisi meydana getirmiştir.
Medine döneminde kadınlardan biat almakla görevli idi.
Uhud savaşında Müslümanlar arkadan kuşatılınca peygamberimizin yanından ayrılmayıp O’nu koruyan on dört sahabeden birisi idi.
Peygamber (SAV)in vefatında kim “Muhammed öldü derse onun kafasını uçururum” diyecek kadar peygambere bağlı idi.
İlk halife seçiminde Hz. Ebubekir’e ilk biat eden sahabedir.
Hz. Ebubekir’in danışmanı idi.
İşlerini yürütürdü.
Hz. Ebubekir hastalanınca Müslümanlara namaz kıldırmak için onu görevlendirmişti.
Hz. Ebubekir (RA)in tavsiyesi üzerine halife seçilmiştir.
Hz. Ömer (RA) zamanında yeni fetihler gerçekleşti.
Basra, Kufe, Fustat gibi yeni şehirler kuruldu.
İslam tarihinde ilk kez divan teşkilatı kurularak devlet gelirlerinin adil bir şekilde dağılması sağlandı.
Hz. Ömer tarihe en çok adaleti ile geçmiş bir devlet adamı idi.

Fırat kenarında bir kurt kapsa koyunu
Adli ilahi gelir de Ömer’den sorar onu.

Sözü Onun adalete ne kadar önem verdiğini gösterir.
Medine döneminde peygamber (sav)’in hükmüne rıza göstermeyip de kendisine görüş soran bir münafığın başını uçurmakla “Faruk” lakabını (künyesini) almış, Ömer’ül Faruk olmuştur.
Geceleri dışarı çıkarak dolaşır, muhtaçları tespit eder. Anında ihtiyaçlarını hazineden karşılamaya çalışırdı.
Devletin işlerini görürken devletin mumunu, kendi işlerini görürken kendi mumunu yakardı.
Devletin hazinesi dolu olmasına rağmen ihtiyacından fazla maaş almazdı.
Devlet gelirlerini dağıtmak için kurduğu divan teşkilatında insanları İslam dinine yaptıkları hizmete ve peygamber yakınlarına göre derecelendirmiş, en fazla ücreti peygambere en yakın olan ve İslama en fazla hizmeti seçenlere vermiştir.
Eş-dost-hısım akraba vs. sebebiyle adam kayırma yapmamıştır.
O’nun kurduğu bu divan teşkilatı sayesinde henüz doğmamış çocuklara bile maaş bağlanmıştır.
Mezopotamya toprakları fethedilince Müslüman askerler bu toprakların sahipleriyle beraber kendilerine verilmelerini istediklerinde; Hz. Ömer (RA.) sahabe ile yaptığı uzun istişareler sonucu bu isteği şu gerekçe ile reddetmiştir.
Bu taksimat gerçekleştirilirse; Müslüman askerler bu insanları köle olarak kullanır. Bizler hayattan çekilince bizden sonra gelecek çocuklarımız da onların çocuklarını köle olarak kullanır. Müslümanlar iş başında olduğu müddetçe bu insanlar kölelikten kurtulamazlar. Benim vicdanım da buna razı olmaz.
Topraklarında servetin belli ellerde toplanmasını engellemek amacıyla gelirlerinden tüm Müslümanların faydalanması kaydıyla devlet denetimine almıştır.
Hz. Ömer Hz. Ali (RA.)’ın görüşlerine çok önem verirdi.
Bu kararları alırken de Hz. Ali (RA.)’in görüşlerinden istifade etmiştir.
Bu sebeple der ki; “Ali olmasaydı, Ömer mahvolurdu.” buyurmuştur.
Hz. Ömer Müslümanların idaresi altında gayri Müslimlerin inanç ve ibadetlerine saygı gösterilmesini mabetlerini, dillerini ve örflerini koruma konusunda çok hassas davranmış asimile edilmelerine ve dinlerini değiştirmeleri için zorlama yapılmasına kesinlikle karşı çıkmıştır. Onlardan fazla vergi alınmasını Müslüman valilere gönderdiği talimatlarla yasaklamıştır.
Fakir ve yoksul gayri Müslimlerden cizye vergisi almamıştır.
Müslüman olmayan fakirlere devlet hazinesinden yardım yapmıştır.
Çok sade bir yaşantısı vardı. Giydiği elbisenin eski olmasını umursamaz ama temiz olmasına dikkat ederdi.
Maaşı yetmediği zaman hazineden borç alırdı.
Hurafelere karşı çıkmıştır. Hudeybiye antlaşmasının yanında yazıldığı (Beyatur Rıdvan) ağacını insanların kutsallaştırdığı gerekçesiyle kestirmiştir.
Hz. Ebubekir (RA) hilafeti zamanında Hz. Ömer’in teklifi üzerine Kur’an ayetleri Zeyd B. Sabit’in başkanlığından kurulan bir komisyon tarafından toplanarak kitap haline getirilmiştir.
Kur’an daha sonra Hz. Osman (RA) zamanında çoğaltılarak İslam dünyasının büyük merkezlerine gönderilmiştir.
Hz. Ömer (RA.) zamanında hicret, yılbaşı olarak kabul edilmiştir.
Hilafeti süresince sade bir yaşam sürdürmüş, adalet ve doğruluktan ayrılmamıştır.
Hilafeti süresince halkın gönlünü kazanacak bir yönetim sergilemiş, yaşantısı ile de halka örnek olmuştur.
Nihavent savaşı (642) sırasında esir alınan Ebu Lulu isimli bir köle tarafından bir sabah namazı esnasında hançerlenmiştir.
Yaralı halde iken kendisinden sonra kimin devlet başkanlığına (hilafet makamına) seçilmesi gerektiği sorulunca konuyu şura’ya havale etmiştir. Oğluna da halifeliği yasaklamıştır.
Yaralandığının üçüncü günü (3 Kasım 644) yılında 63 yaşında şehit olmuştur.
On yıl hilafet makamında kalmış adaletiyle dünyaya ün salmıştır.
Sağlığında cennetle müjdelenen (aşere-i mübaşereden olan) on sahabeden birisidir.
Hulafe-i Raşidin denilen (dört halifeden) ikincisi olan Hz. Ömer peygamber (SAV)’in kayınpederidir.
Dört halifeden Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer peygamberimizin kayınpederi, Hz. Osman ile Hz. Ali ise peygamberimizin damatlarıdır.
Günümüz İslam dünyasında Hz. Ömer gibi idarecilere ne kadar da ihtiyaç vardır.
(Radıyallahu anhum = Allah onlardan razı olsun.)
Bizlere onların yolunda yürümeyi nasip etsin.

Adaletli yarınlarda buluşmak dileğiyle.

Gazeteci Hain Öcalan Paşa

Geçtiğimiz Ekim ayında yazdığım bir yazıda, eğer gereken tedbirleri alamazsak “Hain Öcalan Paşa” haline getirdiğimiz bir insan müsveddesinin yakında maaşa bağlanacağını alaycı bir dille ifade etmiştim.

Ne yazık ki; aradan üç ay geçmeden bölücübaşının İtalyan İl Manifesto gazetesinde köşe yazarı olduğunu öğrenme bahtsızlığına eriştik.

Bölücübaşı tahminimce bu yazıları karşılığında iyi bir para da alacaktır. Böylece bizim öngörümüzde gerçekleşerek, Hain Öcalan Paşa, “Gazeteci Hain Öcalan Paşa” haline gelerek maaşa bağlanmış olmaktadır.

İnsan sormadan edemiyor burası nasıl bir memleket ve bu nasıl bir adalet anlayışı?

Sen git binlerce kişinin kanına gir, ülkeyi milyarlarca dolar zarara uğrat, ABD – AB – İsrail ve Rusya’nın taşeronluğunu yap sonra git gazeteci ol. Pes vallahi!!!

Bir an için ülke ve millet açısından değil de bölücübaşına şahsi hak ve menfaatlerim açısından baktığımda, hayatımın en güzel 26 yılının terörle geçtiğini görüyor, uçup giden hak, menfaat ve hayallerim için bu adama ve çetesine lanet okuyorum.

Şimdi gazeteci geçinen zerzevata soruyorum. Bu durum karşısında ne diyeceksiniz?

Herhalde bir çoğu gazeteci (!) Fatih Altaylı’nın “… İşte özgürleşen, demokratlaşan, birbirine karşı Türkiye’nin halkının (Türk Milletinin değil) geldiği nokta. Gergin, tahammülsüz, birbirini sevmeyen, birbirini yanında görmek istemeyen, birbirine düşman bir halk. Muhteşem öngürülü politikalarla Türkiye’yi bu hale getirenleri canı gönülden kutlamak istiyorum. Ama onlardan daha çok kutlanmayı hak eden ise Türkiye’yi bu hale getirenler kadar bile umut veremeyenler. Birde utanmadan erken seçim istiyorlar. Her halde üzerine tüy dikecekler” dediği gibi çözümsüzlük üretip, Gazeteci Hain Öcalan Paşa’yı meslek erbabı bir yandaş olarak herhalde umut haline getirecekler. Öyle ya muhalefet umut değilse kim umut olacak!!! PKK sorunu biterse çağ atlarız balonu acaba kime ait?

Bölücübaşı’nın gazeteciliğe başlamasına ses çıkarmayanlar yarın onun serbest bırakılması için yine Türk Milletine çözümsüzlük pompalayacaktır.

Ne haldeyiz değil mi? Türkiyeli medya ve Türkiyeli medyanın yeni mensubu gazeteci hain Öcalan Paşa! Alın hepsini tepe tepe kullanın.

Hukukun üstünlüğü bir insanlık canisinin taltifi ile mi gerçekleşiyor? Demokrasi, insan hakları ve diğer cart curt laflar; Gazeteci Hain Öcalan Paşa söz konusu olunca unutuluyor mu?

Adama dün paşa yakıştırması yapanlar bu günde gazeteci sıfatını uygun görüyor. Yarın da milletvekili, siyasi lider belki de başbakan ya da cumhurbaşkanı. İroni yaptığı mı düşünüyorsanız aldanıyorsunuz. Bu millete bunlar her şeyi yedirir.

Fatih Altaylı, Enis Berberoğlu, Bekir Coşkun, Yalçın Doğan, Ekrem Dumanlı, Ertuğrul Özkök, Mehmet Ali Birand, Ahmet Hakan, Ali Bulaç ve saymakla bitiremeyeceğimiz diğerleri bakalım yeni meslektaşınız hakkında ne diyeceksiniz?

Yoksa sizde aranızda İl Manifesto’nun yaptığı gibi; kimin bölücübaşını köşe yazarı yapacağı konusunda bir savaşa mı girişeceksiniz? Gazetelerinize Bölücübaşı yazar olarak eminim ki çok katkı sağlayabilir. Fırsat bu fırsat kaçırmayın. Öyle ya ekmek parası!

Çünkü Gazeteci Hain Öcalan Paşa’yı; İl Manifesto’da yazmak kesmez, mutlaka anlı şanlı Türkiye Medyasında ona bir köşe bulmak zorundayız.

Hain Gazeteci Öcalan Paşa’nın fikirlerinden Türkiye’yi ve insanlık alemini mahrum etmemeliyiz. Yoksa birçok şeyden eksik kalırız.

Bu ne biçim bir hukuk düzeni? İnsanlık canisi için milyon dolarlarla lüks cezaevi inşa ediyor, yazıları ile Türk düşmanı cepheyi aydınlatmasına izin veriyor, santimetrekare hesabı yüzünden Türkiye’yi karıştırmasını seyrediyor, siyasi uzantılarının her birinin davranışına göz yumuyoruz. Olurmu böyle şey? Allah aşkına biriniz çıkıp anlatsın bana.

Televizyonlarda bir iki istisna dışında genellikle hain ve gafiller, Türk Milletinin ve Türk Devletinin bekasına yönelik sorunlar hakkında konuşturuluyor. Türk halkına çözümsüzlük yönünde karamsarlık aşılanıyor.

Ama artık Gazeteci Hain Öcalan Paşa var. Onun yazdıkları ile Türkiye’nin ve dünyanın gerçeklerini öğreneceğiz. Hain Öcalan Paşa’nın hapisten gazeteciliğe başlaması “Açılım” ın ağababasıdır. Bu açılımı gerçekleştiren hükümeti, medyayı, akademisyenleri ve bilcümle insanoğlunu kutluyorum. Yazık yazık… Yirmi yaşında 96 günlük askerken Diyarbakır Kulp’ta şehit düşen yeğenimin kanını; bölücüyü gazeteci yapanlara asla helal etmiyoruz.

Yazılı ve görsel basında yazan çizen takımının arasına bölücübaşı da katıldı. Böylece medyamızın güçlendiğini ve ayrı bir anlam kazandığını düşünüyorum!

Bütün bunları öküzün trene baktığı gibi seyreden hukuk düzeni de eminim ki kendisi ile iftihar ediyordur.

Böyle giderse biz, idama mahkum ettikten sonra müebbet hapisle taltif ettiğimiz Hain Öcalan Paşa’yı; yakında cezasından terhis eder ondan sonrada tepemize oturtur “biz ettik sen etme” diye yalvarır hale geliriz.

Bu hale gelmemize Gazeteci Hain Öcalan Paşanın , yazılı ve görsel basındaki demokrasi havarisi arkadaşlarıda emin olun büyük katkı yapar .

Ben ciddi ciddi Hain Öcalan Paşa köşe yazarı oldu diye yazmayı bırakmayı düşünüyorum .

Bir adam bu kadar kan gölünün oluşmasına sebeb olsun ve halen çetesini oturduğu yerden talimatları ile idare etsin , yetmedi keyif sürsün o da yetmedi gidip İtalya’da köşe yazarlığı ile gazeteciliğe soyunsun diyecek bir laf bulamıyorum .

Nerede suç ve ceza arasındaki denge ? Nerede cezasız suç kalmaz prensibi ? Nerede Hukuk Profesörleri nerede hakim ve savcılar ? Niçin susuyorlar ?

Gazeteci Hain Öcalan Paşa’nın , Türkiye’li meslektaşları neredesiniz ? Patlatın bir hukuk ve demokrasi ya da insan hakları manşeti , şöyle bir rahatlayalım .

Garibanın biri , bölücübaşının binde biri kadar bir suç işlese adamın herşeyini burnundan getirirsiniz ama konu Gazeteci Hain Öcalan Paşa olunca sus pus oluyorsunuz .

Merak etmeyin sizden gazetecide olur , hukukçuda ama adam olmaz adam . Baksanıza adam içine edilmiş hukuk düzeninde gazeteci bile oldu .

Siz de ortalarda gazeteciyim , hukukçuyum diye dolaşıyorsunuz . Ben bundan sonra Gazeteci Hain Öcalan Paşa’nın sadık bir okuru olacağım . Size de tavsiye ederim . Bilin ki ; zaferin birinci kuralı düşmanı iyi tanımaktan geçer . Anladınız herhalde vesselam …

 

Doğanın Verdiği Huzur

Aradığım huzuru

Buluyorum mavide

Enginliğinde kaybolup

Dalınca denize  

 

Ne mutlu ki bana

Mavi ve yeşil dünya

Renkler büyülüyor beni

Daldığımda dünyasına  

 

Ne gerek var karanlığa

Pembe olmasa da dünya

Aşık olmasan da seversin

Girdiğinde sevdasına  

 

Hor görüyorsun siyahı

Fark etmeyince güzelliği

Halbuki gizli onda

Renklerin asiliği

Muharrem Ayı

Muharrem ayını, peygamberimiz Allah’ın ayı diye tanımlamıştır. Hz. Adem’ in tövbesi kabulü, Nuh peygamberin inananları tufandan koruyan gemisinin görevini tamamlaması, Hz. Yunus’un balığın midesinden çıkarılması, Hz Yusuf’un kuyudan kurtarılması, Hz. Musa’nın halkını firavunun zulmünden kurtarması gibi son derece önemli olaylar hep bu ayda gerçekleşmiştir. Bu mübarek ayın simgesi ise aşure yemeği olmuştur.

Aşure herhalde dünyanın en eski en yaygın, en kıdemli aşıdır . Bu yemeğin hemen hemen her kültürde yeri vardır. Müslümanların, Hıristiyanların ve Musevilerin aşureyi inanışlarına göre kutsal saydıkları günlerde pişirip kendilerine özgü bir törenle dağıttığı ve tükettiği bilinmektedir.

En yaygın inanışa göre, tufanın durup suların çekilmesiyle karaya oturan Nuh Peygamberin gemisindeki insanların kurtuluşlarının neden olduğu sevinçle pişirdikleri yemektir. Bu yemek, yakılan ateşin üzerine konan büyük tencereye, su ve gemide arta kalmış tüm yiyeceklerin konarak ve karıştırılarak iyice pişirilip macun kıvamına geldikten sonra  hep beraber yenmesidir.

Bir başka inanış ise yüzyıllardır Müslümanlara hüzün veren Kerbela olayıdır. İnananlarının kalbinde onulmaz bir acı bırakan hicran yarası ile ilgilidir. Kerbela’da şehit edilen Hz. Muhammed’in torunu, Hz. Ali’nin oğlu imam Hüseyin’in ve yanındaki 72 yakınının anısına tutulan 10 günlük yas orucunun (muharrem orucu )  imam Zeynel Abidin’in sağ olarak kurtulduğu haberinin duyulmasıyla sona erdirilip ve bu vesileyle  pişirilip,  yenen yemeğe verilen isimdir aşure.

Genel olarak kabul edilen bir özellik aşurede su, şeker (pekmez),   tuz ve kabuğu alınmış yarma buğdayın bulunmasıdır. Bu aşurenin olmazsa olmazıdır. Ancak bilinen tüm aşure tatlıları en az on iki (12) çeşit malzemenin katılımı ile pişirilmektedir.

Eski dönemlerde evlerde aşure pişirilmesi uğur, mutluluk ve bereket için gerekli sayılırdı. Şimdilerde pek rastlanmamasına karşın, eskiden aşureye kuru bakla katılması âdeti de vardı. Aşure yenirken kaşığa gelen ilk bakla tanesi hemen ayrılır, yıkanıp kurutulur, evin beyine verilirdi. Bakla tanesi bereket getirmesi dileğiyle hemen para kesesine konurdu. Baklanın bereket hükmü bir yıl süre ile geçerliydi. Bir yıl sonra yenilenmesi gerekirdi.

Osmanlı İmparatorluğunun belli bir süresinde muharrem ayının önemli figürlerinden biri de ismi günümüze kadar ulaşan “Goy Goycular”dı ( 1900’lerin başında yasaklanmıştır). Goy goycular, İmparatorluğun ruhsatlı dilencileriydi. Anadolu’nun değişik yerlerinden İstanbul’a gelen görme engelli insanlardı.

Muharrem ayında, bir örnek elbise giyerler, altışar kişilik gruplar halinde, bir ellerini önlerindeki arkadaşlarının omzuna koymak suretiyle  yürüyüşe geçerlerdi. Her grubun önünde ya bir topal veya bir çolak engelli bulunurdu. Goy goycuların omuzlarına iki gözlü, biri sırt tarafında diğeri önünde olmak üzere heybe konurdu. Goy goycular geçtikleri semtlerde Kerbela Faciasıyla ilgili ağıtlar söyleyerek yürürler arada bir de “- Hoy hoy canım, koy koy canım” teranesini söyleyerek ev sahiplerinden yardım beklerlerdi. Aslında bu geçiş, mahalledeki çocukların ilgisini çeker onlar da bu teraneye katılarak bu konvoya eşlik ederlerdi.

Goy goycular topladıkları yiyecekleri ve erzakları Beyazıt civarında bulunan kethüdalıklarına götürürler, orada pişirir ve ihtiyaç sahiplerinin katılımıyla,  paylaşarak yerlerdi.

Günümüzde aşure yemeği genellikle tatlı olarak algılanmaktadır. Yapılışında şeker, tuz, buğday, pirinç, nohut, fasulye, incir, kayısı, üzüm, badem, yer fıstığı, fındık gibi malzemeler katılarak pişirilir. Doğudan batıya her coğrafyada ve inanışta, hiç bir din ayrımına meydan vermeyen ve pek çok efsaneye konu olan her kültürün sahiplenmek istediği uluslararası bir dünya aşıdır aşure.

Binlerce yıldır insanların ağızlarını tatlandıran bu efsane yemek, sevginin, dostluğun, hüznün, bereketin ve paylaşımın en güzel ve en yaygın simgesi olarak geleneksel varlığını günümüzde de insanlara mutluluk vererek   devam ettirmektedir.

 

İslâmiyet Müslümanlara Beş Numara Büyük

80‘lerin sonlarına doğru meşhur Patagonya’nın Sesi Radyosu‘nda sorardı ecnebiler vatandaş Rıza‘ya:

  • Sen Müsliman?
  • Eh, zaman zaman.

Mısır‘ın fethi Osmanlı için sonun başlangıcı oldu. Zira ardından Kanunî devrinde tavan yapan Osmanlı yavaş yavaş dibe salınmaya durdu. Çünkü Osmanlı Türk‘ünün beynindeki Matûridî çip yerini Eş’arîliğe bıraktı.

Marka Müslümanlığı, menkıbevî Müslümanlık, an’ane Müslümanlığı, kaba  softa / ham yobaz‘lık gibi isimlendirmelerden öte merhum Âkif gibi şakakları zonk zonk bir vicdan abidesi bile Avrupa dönüşünde “Dinleri yaşantımız gibi, yaşantıları Dinimiz gibi” demek durumunda kalmıştı.

Bizim hacılar – Allah kabul etsin – ‘Yâ sabır‘ yemini ettikleri için uhrevî  telezzüzden gayrisini anlatmazlar. Oysa Allah’ın Beyti‘nde bile Müslüman Müslümanı omuz – dirsek yara yara geçiyor.

Temizlikten bîhaber hacının yada ehl-i namazın enforme edilmesi için  hangi canlı yayına bağlanacağız?

Dünyada rüşvetin en yaygın olduğu ülkeler: Pakistan, Mısır, Azerbaycan, Nijerya, Türkiye.. Hatta gittiğimiz Avrupa ülkelerine bile hile – hurdayı biz öğrettik, iftiharla.

Dinimiz “oku” der, yatmayı tercih ederiz. “İnsana çalıştığından başkası  yoktur” der, Sazanlık Piyangosu’na milyon milyon sarkarız. Dedikoduyu, gıybeti, hasedi yasaklar; dizilerle ailemizin ‘sıfır kilometre‘ üyelerine bile tay tay‘ı bunlarla yaparız.

Çevre bilincimiz katletmek üzerine, sorumluluk anlayışımız “Bu dünyada  bir tek ben yaşıyorum” üzerine. “Kitabına uydurmak” en sevdiğimiz şey ve padişah dedelerimizden miras.

Müslüman her şeyin en iyisine lâyık” teranesiyle çocuklarını yurtdışındaki ülkelere gönderip genç kızlarla tanışsınlar diye yarışan İslâm-cı sosyetemizin makyajları rahmet yağmurunda bile dökülmüyor.

Olumsuz örneklemedeki “Bunu yapan birkaç kendini bilmez. Gerçek  Kocaelispor’lular kesinlikle yapmaz” repliği bizim Müslümanlık anlayışımıza sökmüyor birader.

Temel‘in ters yol anonsunu duyduğunda dediği gibi: “Biri değil, biri değil,  hepsi!” “Siz onlar görseydiniz deli derdiniz, onlar da sizi görseydi ‘Bunlar Müslüman değil’ derlerdi

Filmin en acıklı sahnesi hastanın hasta olduğunu bilmemesi. Cuma Hutbesinde gözü açık uyurken ‘ilim farz‘ cümlesini ‘filim az‘ deyu algılayan, şişeden – zardan düşmeyen ama din-ci’liği de kimseye bırakmayan nesiller yetişti on yıllarda her yaştan.

24 saatinin yarım saatine bile uğramayan dindarlık arkadaşın seçim  sandığında gemi çapası gibi bekliyor. Bir elinde pusula, bir elinde ayna; işkemben yazsın, sen oyna!

Necip Fazıl yaşasaydı; “Bize kalan aziz görev, asırlık zamanlardan /  Temizlemek tarihi sahte Müslümanlardan” der miydi?

Tek yol; Kur’an ikliminde, Nebevî ahlâkı duyumsaya duyumsaya, Matûridîlik‘le Hanefîlik‘in akıl bileşkesinde meâl müdrik bir vaziyette iman inşâsına yeni baştan başlamak.

Sürekli olarak yaptığınız şey neyse biz oyuz‘. ‘İkra!‘ diyoruz.

Küreselleşmenin Türkiye Ekonomisine Olumsuz Etkisi

20. yüzyılda batı bütünleşmesinin bir sonucu olarak görülen ve mekânsal olarak uzak yerleşim bölgelerinde meydana gelen yerel oluşumların birbirlerini etkilemeleri ve bunun sonucunda dünya çapında toplumsal ilişkilerin yoğunlaşması olarak tanımlanan küreselleşmenin tüm olumlu olanaklarına karşı olumsuz yönleri de bulunmaktadır.

Ülkelerin küreselleşmeye ayak uydurması ve tüm bu olumsuzlukları kendi lehine çevirmesi için öncelikle, devletin ekonomideki rolü yeniden ve doğru tanımlanmalı, kendine öz politikalar, kanunlar ve yönetmelikler oluşturulmalı, ekonominin kaynakları yatırımlar ile üretime yönlendirilmeli, istihdam arttırılmalı ve kültürel yozlaşmaya izin verilmemelidir.

Devletin daha önce üstlendiği birçok mali işlevi piyasaya bırakması, daha küçük hacimli bütçelerle piyasayı daha az etkilemeye çalışması, hukuksal ve siyasal değişimlere gitmesi ve kültürel açıdan batıya ayak uydurma çabaları da bunu göstermektedir. Esas olarak devletin küçülmesini ve çoğu işlemlerin piyasaya bırakılmasını öngören küreselleşme, gelişmekte olan ülkelerde ekonomik krizlere de neden olmakta bu da ekonomilerde maliye politikasının para politikası üstündeki önemini artırmaktadır.

Küreselleşmenin en önemli sonucu ise özelleştirmedir. Özellikle son beş yılda yapılan özelleştirmelerden elde edilen gelirlerin 29 milyar doların üzerinde olması, özelleştirmelerin devlet gelirleri içindeki payında önemli bir oranda artış olduğunu göstermektedir. Ancak özelleştirme gelirleri, verimliliği arttırıcı yatırımlarda kullanılmak yerine daha çok kamu sektörü borçlanma gereksinimini azaltmak için kullanılmıştır.

Geniş bir sosyo-ekonomik yansımayı beraberinde getiren özelleştirme programının sonuçları zaman geçtikçe daha net olarak ortaya çıkmaktadır. Özelleştirme, KİT’lerin finansman yükünün büyük ölçüde azaltılmasının yanında işsizlik, sendikasızlaştırma, sosyal güvenlikte zayıflama, ücretlerde düşme, çalışma koşullarının ağırlaşması, özel tekellerin oluşması, kamu mallarının değerinden düşük fiyatlarla elden çıkarılması, sosyal hukuk devleti ilkesinin zayıflaması gibi önemli sonuçlar doğurduğu için uzun vadede tüm ülke yönetiminin geleceği ile yakından ilişkilidir.

Yapılan araştırmalara göre özelleştirme uygulamaları sonucunda ortaya çıkan durum beklenildiği gibi olumlu olduğu söylenemez. Çünkü özelleştirilen kamu kuruluşlarında verimliliğin ve kârlılığın arttığı görülmemiştir. Özelleştirilen kuruluşlarda çok düşük değerlendirmeler ile hazinenin ve kamunun zarara uğratıldığı, istihdamda % 50′ lerin üzerinde daralmalar görüldüğü ve kârlı kuruluşların yok pahasına satılmasıyla devletin vergi kaybına uğratıldığı ortaya çıkmıştır.

Örnek verecek olursak İstanbul Gübre Sanayi A.Ş. diğer adıyla İGSAŞ’ ın özelleştirilmeden önceki sendikalı işçi sayısı 2004 yılında 394 olmasına rağmen özelleştirme sonrasında bu sayı 30′ a düşmüştür.

Türkiye’ nin 500 büyük sanayi kuruluşu listesinin birinci sırasında, dünyanın ise en büyük 500 şirketi sıralaması içinde de 480. sırada yer alan ve Türkiye’nin yıllık vergi ve fon gelirinin % 20′ sini tek başına karşılayan, Türkiye’ deki rafineri kapasitesinin % 88′ ini ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 700 – 800 bin tonluk akaryakıt ihtiyacını karşılayan, 153 bin ton/yıl kapasiteli Türkiye’nin tek lastik hammaddesini üreten Türkiye Petrol ve Rafineri A.Ş. diğer adıyla TÜPRAŞ’ ın yıllık gelirinin 4 katı bir rakam karşılığında özelleştirmesi ve diğer yandan dünyanın en büyük altyapısına sahip telekom operatörlerinden biri olan Türk Telekom’ un stratejik öneme sahip olmasına, güçlü iş profili ve önemli nakit akışı olmasına rağmen 6,55 milyar dolara özelleştirilmesi hususunu anlmak mümkün değildir.

Türk-İş verilerine göre 1989 ile 2006 yılları arasında yapılan özelleştirmeler sonucunda sendikalara üye olupta işten çıkartılan işçilerin sayısı 21.676′ dir. 2009 yılına gelindiğinde ise bu sayının 25.000′ i geçtiği ifade edilmektedir.

Çimento, kâğıt, gübre ve petro kimya sektörlerini inceleyen bir başka araştırmada bu sektörlerdeki özelleştirme uygulamalarının sonucunda; işten çıkarma, yaygın taşeronlaşma ve bölgesel tekellerin oluştuğuna dikkat çekilmiştir. Ayrıca özelleştirme uygulamalarının Petrol Ofisi, İstanbul Gübre Sanayi, Türkiye Petrol Rafineleri Anonim Şirketi ve Türk Telekom gibi sektörünün en etkin işletmelerinde devam ettiği ve özelleştirme sonrasında bu işletmelerin karlarının ve dolayısıyla ödediği vergilerin düşük olduğu görülmektedir.

Özelleştirmelerin olumsuz sonuçlarını azaltmak için özelleştirilecek kamusal tesisler arsa bedeline satılmamalı, tesisin bedeline özdeş hisse senetleri sermaye piyasasına ihraç edilmelidir. Diğer bir ifadeyle tesisin gerçek bedeli hisse senetlerine dönüştürülerek, anonim ortaklıklar haline getirilmeli yeni KİT oluşturulmadan özelleştirmenin maliyeti düşürülmelidir.

Ayrıca özelleştirilecek şirketler için vergi indirimi veya vergi muafiyeti getirilerek bunun karşılığında yıllık istihdam oranında ve yatırım kapasitesinde gerçekleştirilmesi muhtemel artışlar taahhüt altına alınmalı, 6 aylık dönemlerde özelleştirilen işletmelerin bu taahhütleri yerine getirip getirmediği kontrol edilmelidir. Öyle ki şu an yaşanan küresel ekonomik krizden de anlaşılacağı üzere, ekonomik düzenin ne kadar oturmuş olursa olsun ekonomi tüm yönleriyle serbest piyasaya bırakılacak kadar basit değildir ve mutlaka devlet ergümanlarınında devamlı olarak kontrol mekanizmasını çalıştırması ve hatta bizzat ekonominin içinde yer alması, ulus devletinin hâlâ önemli işlevler üstlenmesi ve krizleri önlemede etkin rol oynaması gerekmektedir.

Özelleştirilecek kamusal tesisler arsa bedeline satılmamalı, tesisin bedeline özdeş hisse senetleri sermaye piyasasına ihraç edilmelidir. Diğer bir ifadeyle tesisin gerçek bedeli hisse senetlerine dönüştürülerek, anonim ortaklıklar haline getirilmeli yeni KİT oluşturulmadan, özelleştirmenin maliyeti düşürülmelidir.

Ayrıca vergi indirimi veya vergi muafiyeti getirilerek bunun karşılığında yıllık istihdam oranında ve yatırım kapasitesinde gerçekleştirilmesi muhtemel artışlar taahhüt altına alınmalı, 6 aylık dönemlerde özelleştirilen işletmelerin bu taahhütleri yerine getirip getirmediği kontrol edilmelidir. Öyle ki şu an yaşanan küresel ekonomik krizden de anlaşılacağı üzere, ekonomik düzenin ne kadar oturmuş olursa olsun ekonomi tüm yönleriyle serbest piyasaya bırakılacak kadar basit olmadığı mutlaka devlet ergümanlarınında devamlı olarak kontrol mekanizmasını çalıştırması ve hatta bizzat ekonominin içinde yer alması, ulus devletinin hâlâ önemli işlevler üstlenmesi ve krizleri önlemede etkin rol oynaması gerektiği anlaşılmıştır.

Türkiye’ nin ayrıca küreselleşme sürecini sorunsuz yaşaması ve yeni dünya düzeninde kaybedenlerin arasında olmaması için, milli bir strateji izleyerek üretimi arttırıcı politikalar geliştirmesi ve elinde bulunan mevcut güç potansiyeli olan genç nüfusunu üretime yönlendirmelidir.