20.5 C
Kocaeli
Cumartesi, Eylül 27, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1226

Kuruluşunun 711. Yıldönümünde Osmanlı – 1

26 Ocak 1299’da Osmanlı devleti kuruldu ve bugün bu devletin kuruluşunun 711. yıldönümü münasebetiyle ecdadımızı yâd ediyoruz.

“Bizlere bu toprakları vatan yapan Müslüman bir beldede, Müslüman bir anne-babadan dünyaya gelmemizi sağlayan bil cümle ecdadımızın ruhları şad olsun”

İbni Haldun, birçok filozof ve tarihçiler devlet hayatını insan hayatına benzetirler.

İnsanlar nasıl doğar, büyür, yaşlanır, yaşar ve ölürlerse devletlerde aynı şekilde yaşar ve ölür.

İnsanların gençlik, olgunluk ve ihtiyarlık çağları vardır ve bu çağlar birbirine benzemez.

İnsan gençlik çağında daha güçlü, kuvvetli ve ataktır.

Olgunluk çağında ise tecrübeli, kararlı ve planlıdır.

İhtiyarlık çağında ise unutkan, güçsüz ve kuvvetsizdir.

İnsanların hayatında görülen bu haller dikkatle bakılırsa devletlerin hayatlarında da görülür.

Devlet ve milletler de kuruluş ve yükseliş devirlerinde heyecanlı, güçlü ve kuvvetli olurlar.

Duraklama devirlerinde daha dengeli, hesaplı ve durgun olurlar.

Gerileme ve parçalanma devirlerinde ise mütereddit, güçsüz ve kuvvetsizdir.

İnsanların vücutlarına arıza olan mikrobik hastalıklar tedavi edilmediği takdirde nasıl insanın ölümüne sebep olursa, devlet ve milletlerin bünyesine musallat olan, tedavi edilmediği zaman onu ölüme götürecek, ekonomik, ruhi, ahlaki ve içtimai hastalıklar vardır.

Sosyal olaylarda aynı sebepler aynı neticeleri doğurur.

Tarihte insanlar ayni sebeplerle devlet kurmuş yine aynı sebeplerle yıkılmışlardır.

Osmanlı’nın kuruluş ve yükseliş devirlerinde köylüsünden padişahına, askerinden kumandanına, amirinden memuruna kadar toplumu teşkil eden insanların kahir ekseriyeti dürüst, namuslu, kahraman, iffetli, cesaretli, helale harama riayet eden, komşu hakkı, kul hakkı gözeten insanlardı.

Size Fatih Sultan Mehmet’in iki hatırasını anlatayım:

-İstanbul’u fethetmeden önce tebdili kıyafet ederek esnafı dolaşması ve karşılaştığı manzara üzerine

Bu halk ile ben değil İstanbul’u Dünyayı bile fethederim sözü insan unsurunu en iyi anlatan ifadedir-

-Rum inşaat ustası İspilanti ile olan mahkemesine yazının ilerleyen bölümlerinde bu  değinmeye çalışacağım

Duraklama ve gerileme dönemlerinde bu meziyetlerin azaldığı, toplumu yıkacak olan hastalıkların çoğaldığı, imparatorluğu idare eden ehliyetli ve liyakatli insanların gerilere itildiği,

-Ehliyetsiz, liyakatsiz, cahil insanların gününü gün etmeye çalışan insanların çoğalarak ön plana geçtiği görülmektedir.

-Milletler meziyetler ile yaşamakta, rezaletler ile yıkılmaktadır.

Devleti “Tırnakları sökülmüş bir aslana benzeten” koca Ragıp Paşa ile devleti “Batan gemiye” benzeten Mütercim Rüştü Paşa devirlerinin tipik örnekleridir.

-Osmanlı Devletinin kuruluşunda kurucularında bir ruh vardı.

Osman Gazi, Şeyh Edip Ali ile tanıştıktan sonra zaman zaman onu ziyaret eder ve bazen evinde misafir olurdu.

Bir gün şeyhe misafir olmuştu.

Herkes yatınca, Osman Gazi yatmamıştı odanın rafında duran K.Kerim’i alarak gece boyunca saygıdan ayakta okumuş sabah namazını kıldıktan sonra yatmıştı yarı uyur, yarı uyanık halde iken gaipten bir sesin;

Ey Osman! Madem sen benim Kuran’ıma bu kadar hürmet edip ayakta okudun, bende seni ve senin evladını itibar edilir bir nesil yaptım.

Sen ve senin neslin bir devlet kuracak onlar da Kuran’a senin kadar hürmet ve itibar ettikleri, Kuran’ın içindekilerle amel ettikleri müddetçe şerefle yaşayacaktırlar.

“Biz istediğimizi yükseltir, istemediğimizi alçaltırız.”

Yükseliş Kuran’a sarılış, çöküş ise ondan ayrılıştır.

Osmanlı Kuran’a saygılı olduğu zaman Fırat’tan Dicle’ye Nil’den Tuna’ya Hilal üç kıtaya yayılmıştı

 Böylece Osman Gazinin rüyası Edebilinin yorumu gerçekleşmiştir

Osman Gazi ölüm yatağında iken oğlu Orhan Gazi’ye vasiyeti şu oldu;

Allah’ı tanımayan,

Kazancını şaraba veren,

Fuhuş eden,

Helal haram gözetmeyen insanlara

Devlet işlerinde vazife verme

VERİRSEN YÜZÜN KARA OLARAK AHİRETE GELESİN.

Zira bu tip insanlar Allah’ın gazabına müstahak oldukları için işlerinde hayır ve başarı olmaz.

Bunlar halka hüsnü muamele etmezler.

Rüşvete meyyal olurlar.

Memleket ve millet bunlardan zarar görür.

Bilmediğini bilene sor.

İşte Kur’ana sarılış budur

İmparatorluğun yolunu açan anlayışta budur.

Balyozsuz günler dileğiyle…  

Devamı var…

Gerçekler

Sen bunları anlamışsın
Bilemezsin ki duyguların doruklarını
Gözlerinde uçuşmaz ki hayaller
Çünkü sevmedin ki sen

Düşündüğümde doğruydu hepsi
Haklıydım her zaman ki gibi
Ama sen anlamadın beni
Çünkü hissetmiyordun ki sen

Kabul ettim sonunda gerçekleri
Fakat geç olmuştu o an
Tükenmişti duygularım
Çünkü akıllanmıştım ki ben

 

Beyaz Büyü

şa teslim olanı alkışlıyorum.

Kar tanelerinin yeryüzü seferleri adına essiz serpilişinde ritmini bulan beyaz bir musikîdir o. Ki kar hükmünde kararname ile söyler türküsünü. Kalpte çığ koparır, çerağlar tutuşturur beyin koridorlarında..

Yağan karın feryadını duy
Yere dü
sen çığğını dinle
Hıçkırı
ğını bir kenara koy da
Solu
ğunu almaya bak kalbinle

Kışı dondurulmuş saflığına bağışlıyorum.

Derin bir aklığın hücre çeperlerinde genişleme geleceğine mâliktir çünkü o. Ki mesafe çayırları boyunca süt renkli ilhamlar büyütür analık hakkına. Mevsimlere taç giydiren iklimler efendisidir. Aylar ve yıldızlar âzad kabul etmez kölesidir. Ve tebaasının damarlarında dolaşmayı bilir.

Rötar yaptı bahar kışı görünce
Ertelendi sevda seferleri
şmez de gönlümüze ilk cemre
şer kalp atışlarıyla kar taneleri

şın tartışılmaz âzametine alışıyorum.

Zira asildir o. Ki yükseklerde yaşar. Tenezzül takvimlerince yayılan sıcaklık boyu aramızdadır. Kesintisiz bir sessizliğin ocakbaşı çıtırtısında gizlidir yüreği. Kapı aralığından martı kanatlarına uzanan koşunun jokeyidir şubatı. Şu dumanlı başımızın gönderinde dalgalanır tekerrür küreği.

Kar tanelerine gözyaşlarımı bağlamalıyım
Oturup kardan adamlar için a
ğlamalıyım

Kışın bitimsiz gazeline başlıyorum:

s moraran cesedimize bakışımızdır
Ardından sarı
şın ağıtlar yakışımızdır
Bir buz tabakası altında akı
şımızdır
Beyaz
şimşeklere selam çakışımızdır
Yakamıza yanık kardelenler takı
şımızdır
Ya
samayı canla başla bırakışımızdır
Kış
bizim öldükten sonraki yasayışımızdır
Kış
o bizim kış oğlu kışımızdır

Tüketmek, Üretmek

Tüketmek ve üretmek, yaşadığımız sürece bizimle olan iki eylemdir. Yürümek, okumak, içmek; gerçekleştirdiğimiz sürece farkında olduğumuz eylemler olduğu halde üretmek ve tüketmek eylemlerini pek fark etmeyiz. Bu eylemler o kadar doğaldır ve iç içedir bizimle. Oluş anlamlı, kılış fiilleridir bunlar.

Bir işteki kar ve zarar kadar kardeştir, üretmek ve tüketmek. İşin yasası bu: Tüketim olmayınca üretim olmuyor. Bir şey üretmek için enerjiyi, zamanı, sermayeyi tüketiyoruz. Bazen, üretimden sonuç alamıyoruz, ümitleri tüketiyoruz. Üretimle sonuçlanmayan tüketim, karamsarlığa yol açıyor.

Dünyaya, üretmek için tüketerek geliyoruz. Annemizin kanını, babamızın sermayesini tüketiyoruz bir şeyler üretecek konuma gelmek için. Bu tüketim çok görülmüyor bize. Hatta tükettiğimiz çok şey mutlu ediyor bizim için üretim yapanları. Çünkü ümit besliyorlar bize karşı, bir gün üreteceğimizi düşünüyorlar. Yaşımız kemale eriyor, üretmek, görevimiz oluyor. Kendimiz, çevremiz, insanlık adına bir şeyler üretmemiz bekleniyor bizden. Bir dönemden sonra, ürettikleriniz sizi değerli, tükettikleriniz değersiz kılıyor.

Ekonominin güçlenmesi, medeniyetin yükselmesi için üretimin tüketimden fazla olması gerekiyor. Bazen ekonominin ayakta kalması için tüketimin fazlalığı teşvik edilse de asıl olan üretimin tüketimin üstünde olmasıdır. Tüketilmeyen bir üretim de, tüketmek için insan bedeninde depolanan kalori fazlalığına benziyor. Fazla kalorinin obezliğe yol açması gibi. Ayakta sağlıklı kalabilmek için üretimle tüketim arasında denge şart. Fazla tüketim, yoksulluk; fazla üretim, hamallık demek.

Tüketim, çılgınlık sınırına varmadığı sürece ayakta kalmanın gereği ve meşru bir eylem. Tükettiğiniz size de çevrenize de neslinize de zarar vermemeli. Bir mantığı, bir dayanağı olmalı tüketimin. Mantığı olmayan her tüketim, israftır. Harcadığınız zaman, içtiğiniz su, yediğiniz yemek, bindiğiniz araba, uyuduğunuz uyku, kazandığınız para, tatmin ettiğiniz haz; ihtiyaç fazlasıysa, size ve çevrenize zarar verecek sınırı aştıysa artık o israftır. Onun hesabını hem yaşarken hem öldükten sonra vermek zorundasınız. Tüketimde özgürlük olmaz, sorumsuzluk vardır. Bu da insani bir nitelik değildir.

Üretimde de mantık, meşruiyet gerekir. Neyi, niçin ürettiğini bilmek; varlık nedenimizdir. İnsan, tükettiğinin de ürettiğinin de sorumluluğunu taşıyan, hesabını yapması gereken ve hesabını verecek olan ayrıcalıklı varlıktır. Üretilen atom bombası, silahlar, komplolar, ideolojiler, zehirler, kozmetikler; insanlığa ne kazandırmıştır? İnsanlık, ürettiklerinin efendisi mi, kölesi mi olmuştur? Üretilen maddi veya manevi değerler, insanlığı bulunduğu noktadan alıp saadet ülkesine doğru yükseltmiş midir yoksa dibe mi indirmiştir? Hangi hesabını kolaylaştırmış, hangi hesabını zorlaştırmıştır? Bu soruların, vicdanlarda kabul görecek karşılığını bulamayan üretimlerin, bir kıymetinin olmadığını düşünüyorum.

Üretim de tüketim de insanoğlunun emrine tahsis edilmiş iki eylem. Onlara meşruluk kazandıran, ikisin dengede tutulması, bunlarda aşırılığa kaçılmaması. Sorumluluk bilinci, kendini bu dengede gösteriyor. Tüketmek çok kere istem dışı olsa da, üretmek bizim için zorunluluktur. Sevgi, güven, huzur, dostluk, güzellik üretenler; bu dünyadan gönül huzuru ile ayrılabilirler. Diğerlerinin işi zor.

Siz, biz, hepimiz; bütün tüketiciler; dün ne ürettiniz, bugün ne üretiyorsunuz, yarın ne üreteceksiniz?

101 Yıl Hapis

Bir insanın suçsuz yere 18 – 19 yaşlarında üç idam ve toplam 101 yıl hapis cezası almasına ne dersiniz?

Böylece bir baskı; insanı çıldırtır ya da aklını kaybetmesine neden olabilir.

Allah kimseye bu şekilde bir zulüm göstermesin.

Bunlar Türk Dünyası İnsan Hakları savunucusu, ressam ve porselen sanatçısı Bulgaristan Türkü Enbiya Çavuş’un “Türk Olmak”tan dolayı aldığı cezalardır.

Enbiya Çavuş; Bulgaristan’da yaşadığı 57 yıllık ömrünü; Türk olmanın getirdiği cezaların baskısında ve 16 yılı hapishanede olmak üzere geçirmiştir.

“Bilinmeyenlerin öğrenilmesi, unutulanların hatırlanması için hatıralarımı tarihe bırakmak benim için bir görevdi.” diyen Enbiya Çavuş; 1946 yılında 45 günlüğüne çalışma kampına gönderilmesi ile başlayan mahrumiyet ve mahkumiyet hayatının; Varna’da 1 yıl boyunca işkencelerle sürdüğünü, Tito ve Georgi Dimitrov’a suikast girişiminde bulunmaktan ayrı ayrı 3 kez ölüm cezasına çarptırıldığını, 4 yıl prangaya vurulduğunu, 1946 – 1956 yılları arasında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile 110 bin kişinin öldürülüp domuzlara yedirildiği Belene kampında yaşadıklarını “Bulgaristan’da Türk Olmak” adlı kitapta anlatıyor.

Evet yanlış duymadınız. Belene zindanlarında öldürülenlerin hesabı tutulmuyordu. Bulgar tarihçi Vasil Lilov Kazanski bu durumu “Ölüm Kampı Belene” adlı kitabında “Dışarıdan ne kadar mahkum gelirse o kadar mahkum öldürülecek” emri gereği 110 bin kişinin öldürülüp domuzlara yedirildiğini anlatıyor.

Komünistler yılan, çıyan dolu bataklık bir ada olan Belene’ye muhaliflerini ve Türkleri sürüp orada yok ediyorlardı. Açlık, çıplaklık ve dayaktan öldürdükleri insanları ceset arabasına koyup domuzlara yedirdiler. Buz kütleli sular Belene’ye basıp domuzlar sürüklenince insanlar domuzlara yem olmaktan kurtuldu. Bu sefer ölenler Tuna nehrine atılmaya başlandı.

İşte Enbiya Çavuş, Bulgaristan’da gidenin geri gelmediği Belene Cehenneminden kurtulup gelen ve Türk olmaktan dolayı yaşadığı zulmü unutmayan ve de unutturmamaya çalışan 85 yaşında genç bir insan hakları savunucusu.

Ancak özellikle bütün insan haklarının savunucusu olmakla birlikte yeryüzünün en mazlum ve mağdur milleti olan Türklerin, insan olmaktan dolayı doğuştan var olan haklarını arıyor.

Onu şahsen tanıyordum ama ilk karşılaşmamız birkaç ay önce 1989 yılında gerçekleşen son dalga Bulgaristan’dan zorunlu göçün 20. yılı törenlerinde Galatasaray Lisesi önünden Taksim Cumhuriyet Meydanındaki Atatürk Heykeline yapılan yürüyüşte oldu.

İzmir’den kalkıp İstanbul’a sırf bu törenler için gelmişti. İhtiyar delikanlı Enbiya Çavuş yürüyüşte sert ve diri adımlar atarken sanki, Bulgaristan başta olmak üzere Türk Dünyasında zulme uğrayan her Türk için çelikten bir irade sergiliyordu.

Enbiya Amca’nın ortaya koyduğu mücadele için şapka çıkarmamak, onu takdir etmemek ve bir Türk olarak minnet duymamak imkansız bir şey.

Enbiya Çavuş’un, Bulgaristan’da yaşadığı dönemde başına gelenlerin tek nedeni: “Türk Olmak”. Yoksa başka bir suçu yok. Maalesef en son Doğu Türkistan’da gördüğümüz gibi Türk Dünyasının yüzyıllardır yaşadığı en büyük dram “Türk olmak” ve bunda ısrarla direnmek.

Türk olmaktan vazgeçsek her türlü sorun ortadan kalkacakmış gibi görünüyorsa da durum hiç de öyle değil.

Örneğin Yunanlılar halen Karamanlı Ortodoks Türklere, Türk muamelesi yapıyor.

Enbiya Çavuş’un hatıralarında öğreniyoruz ki; 1944 yılından önce Bulgaristan’da 2 milyondan fazla Türk yaşıyormuş yani iki kişiden biri Türk. Belki daha fazlası var ama eksiği yok.

Ancak Bulgarların “Atalarımızın, 500 yıllık intikamını sizden alacağız; ya bu ülkeden gidin ya da geberin! ” anlayışı, Bulgaristan Türklerinin her nesilde budanarak göç ile hayata geçti.

Enbiya Çavuş, psikolojisi darma duman olmuş bir büyükannenin her sabah “yavrum, dışarıya yalnız çıkma! gâvurlar Türk çocuklarını çalıp öldürüyorlar” telkini ile büyüdü. Bu olay bile Bulgaristan Türklüğünün var olma çilesinin insanı kahr eden bariz bir delilidir.

En iyisi siz Enbiya Çavuş’un Bilgeoğuz Yayınlarından çıkan “Bulgaristan’da Türk Olmak” adlı kitabını alın okuyun.

Eminim hüzünlü bir tebessüm dudaklarınıza yansıyacak ve belki de gönlünüz ile vicdanınız kanayacak. Ama kitabı alıp okumak ve halen “ben Türküm” diye direnen Bulgaristan Türklüğünü anlamak lazım.

Kitabın çıktığını duyar duymaz yağmur altında sırılsıklam olmayı göz önüne alarak akşam karanlığında Çağaloğlu yokuşunu tırmanıp Bilgeoğuz Yayınları’na gittiğimde orada yayınevi sahibi Oğuzcan Cengiz’le tanıştım. Bu kitabı neden bastınız diye sorduğumda, onun cevabı tek cümleden ibaret net bir ifade oldu: “Enbiya Çavuş’un Türklük için 16 yıl hapiste kalması bizim bu kitabı basmamız için yeter sebeptir”. Evet! Sadece bu sebep sizin kitabı okumanız için yeterde artar.

Eğer katilliği konusunda tereddüt olmayan Ağca’ya veya Hrant Dink’in katli için gösterilen medya ve toplum duyarlılığı kadar Türk milletinin uğradığı soykırım ve zulümlere aynı ilgiyi gösterebilsek şüphesiz bir takım meseleleri çözme yolunda emin adımlarla ilerleyeceğiz.

İlginç bir durum ama yeryüzünde kendi başına gelenleri bu kadar konuşamayan ve içine atan aynı zamanda lider vasıflara haiz ikinci bir millet daha yok.

Bu sebeple toplum olarak geldiğimiz nokta itibarıyla; Enbiya Amcayla Bulgaristan’da Türk olmayı konuşabilsek bile artık Türkiye’de Türk olmayı nasıl konuşacağız, işte burası benimde bilemediğim bir nokta.

“Atalarımın toprağını bekleyebilmek isterdim” diyor Enbiya Çavuş, bekleyeceğiz be Enbiya amca, ölmedik ya biz…

Başbakan İsrail’e Ne Çaktı Ama

İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı alçak koltukta oturtacak Büyükelçi’yi. Hemen ardından Başbakan İsrail’e had bildirecek ve Büyükelçi’yi geri çağırmakla tehdit edecek İsrail Devleti’ni. İsrail de el aman deyip, özür üstüne özür dileyecek.

Vallahi bu bana hiç inandırıcı gelmiyor. Hatta bir senaryonun parçası gibi hissediyorum bu yaşananları.

“Açılım safsatası” nın getirdiği oy erozyonunu toparlamaya yönelik bir oyun bu.

Bu Başbakan değil mi, AJC örgütünden bugüne kadar “cesaret ödülü” alan 10 kişi içinde Yahudi olmayan tek kişi.

Bu  teşkilat öyle sıradan bir teşkilat olmadığı gibi kolay kolay Yahudi olmayan birine böyle bir ödülü vermez.  Açılımı “American Jewish Congress” olan bu kuruluş, WJC’ye bağlı. Theodore Herzl tarafından Dünya Musevilerini bir “ulusal yurda” kavuşturma amacıyla 19. yüzyıl sonunda kurulan “World Jewish Congress” (WJC) İsrail devletini kurmakla amacını gerçekleştirmiş bir Yahudi teşkilatıdır.

Bu  Başbakan değil mi,  İsrail’in talebiyle ve onun güvenliği için, kamuoyuna rağmen Lübnan’a asker gönderen.

İktidar’a gelene dek, Siyonistlere, Masonlara, Rotaryanlara, “bunlar  dünyadaki bütün kötülüklerin anasıdır” diyen Başbakan daha sonra, “Yahudi karşıtlığı utanç verici bir akıl hastalığının tezahürüdür, katliamla sonuçlanan bir sapkınlıktır” demedi mi?

Ali Babacan  masonik bir kuruluş olan Bilderberg toplantısına katılmadı mı?

Bu Başbakan, Rotaryan toplantısına katılan ilk Başbakan olmadı mı?

Bu Başbakan döneminde Türkiye’de ilk defa Siyonizm konferansı yapılmadı mı?

Theodor Herzl, Milli Kütüphane’de anılmadı mı?

AKP’li Belediye Başkanı Kadir Topbaş, Hür ve Kabul Edilmiş Büyük Masonlar Locası’nın toplantısına katılmadı mı?

AKP’li Bülent Arınç, Rotaryanlara Siz veren elsiniz, öpülecek elsiniz” demedi mi?.

Rotary rozeti takan Arınç, plaketini 2430. Bölge Guvernörü’nün elinden almadı mı?

Bütün bunlar aklıma geldiğinde, İsrail’de gelişen bu olayın bir senaryonun parçası olma ihtimali hiç yabana atılır bir şey olmadığına inanıyorum ben.

Başbakan, maalesef bu güne kadar samimiyet sınavından hep sınıfta kalmıştır milletimizin nezdinde..

Düne kadar ne dedi ise, ne vaat ettiyse insanların manevi dünyalarındaki hassasiyetleri ile ilgili, gün geldi, tam tersini yaptı.

Hükümetin değişmez Bakan’ı Cemil Çiçek, Türk Ocakları’nı ziyaretinde Uygur Türkleri konusunda hassas olduklarını söylerken, Başbakan Erdoğan,  Genel Başkan sıfatıyla gittiği Çin’de, “Tek Çin anlayışını destekliyoruz. Çin’in toprak bütünlüğü konusunda Türkiye’nin herhangi bir tereddüdü yok, saygısı vardır. Terörün dini, milleti, ırkı olamaz.” diye demeç vermedi mi?

“Akan Müslüman kanı ise ben sessiz kalamam” diyen Başbakan’ın  milletvekili Ömer Çelik, kadınları tecavüze uğrayan ve ülkesi işgal edilmiş Iraklı direnişçiler için “Katiller sürüsü!” demedi mi?

Başbakan;  “Çocuklarımız  dinini serbestçe öğrensin, bundan niye rahatsızlık duyuyorsunuz” dedikten sonra,  ülke tarihinde ilk kez bir “Kur’an Kursu Yıkımı” yaşanmadı mı?

Hem de 3 Nisan 2007 de, Akdamar Kilisesi’nin açılışından tam 5 gün sonra..

Bir de nerede bu Kur’an Kursu biliyor musunuz?

.- Başbakan’ın semti Kasımpaşa’da Büyük Piyale Kur’an Kursu.   

Üstelik yürütmeyi durdurma kararına rağmen..

Yüzlerce polisle..

Müslüman olmakla terörist olmak arasında bir fark görmeyen Avrupalı Dostları’na karşın, Papa Jean Paul’un  ölümünden sonra,  Hıristiyan Rusya’da bile bayraklar yarıya inmezken bizde bayraklar yarıya indirilmedi mi?.

Daha önce  Papa’yla görüşmeyeceğini söyleyen Başbakanımız, aksine Papa’yı uçağın merdivenlerinde karşılamadı mı?

2005 yılına dek hiç biri ödemiyorken bu tarihten sonra camilerden elektrik ve su parası alınmaya başlanmadı mı?

Üstelik kiliselerden bu para alınmamaya devam edildiği halde.

Geçmişte “Ayasofya ibadete açılsın!” diye yeri göğü inletirken,  AKP’li Belediye Başkanı Kadir Topbaş: “Ayasofya turizme açılmış, tekrar camiye çevirelim demek gereksiz bir polemik.” demedi mi?

“Milletimiz ahlaken çöküntüye uğratılıyor” derken, 2004 yılında “Gay ve Lezbiyen Filmleri Festivali”ne izin verilip  “Outistanbul 1. Uluslararası İstanbul Gay ve Lezbiyen Filmleri Festivali” düzenlenmedi mi?

Zina suç olmaktan çıkarılmadı mı?

Haram helal noktasında herkese ders verme eğiliminde olan bu Başbakan zamanında domuz ve yaban domuzu kasaplık hayvanlar arasına alınmadı mı?

Son olarak başörtüsü konusunda söylediklerini hatırlayın Başbakan’ın.

Aynı Başbakan daha sonra: “Başörtüsü konusunda hiçbir yerde, kimseye söz vermedim. Vaat etmediklerimizi, vaat edilmiş gibi gösteren, provake edenler var” demedi mi?

Başörtüsü sorunuyla ilgili vaadi olmadığını açıklayan Başbakan,  Fener Rum Patriği’ne ne söz verdi peki?

– “Bütün sorunlarınızı çözeceğiz.”

Yaşlanan Türkiye’yi Bekleyen Gelişmeler

Türkiye’de ortalama insan ömrünün erkeklerde 71’e, kadınlarda 76’ya çıktığını ve nüfus artış oranının azaldığını, batı bölgelerinde ise tamamen artışın durduğunu geçen hafta yazmış ve bizlere birey olarak etkilerine temas etmiştik. Bu gelişmenin şüphesiz ülke olarak Türkiye açısından da ciddi sonuçları olacaktır.

Nüfusu artmayan ve bir süre sonra da gerilemeye başlayacak olan, yaşlı nüfusun oranının yükseldiği bir Türkiye olmanın çok olumsuz bir gidişat olduğunu görüp, şimdiden tedbir alınması lazım. Çünkü “nüfus artış hızı yüzde 2’nin altına düşen ülkelerde trendi tersine çevirmek mümkün olmuyor.” DİE verilerine göre, “2008 yılında 1 262 333 doğum gerçekleşmiştir. Kaba doğum hızı, 2001 yılında yüzde 2,03 iken bu hız 2008 yılında yüzde 1,78 dir.”

Putin Rus kadınların Müslüman olmasına razı” başlıklı yazımızda, Rusya’nın bu trende girdiğini, nüfusun hızla düşmekte olduğunu anlatmıştık: “Rusya’da 1992 yılında 150 milyon olan nüfus, 2006 yılında 142 milyona indi. Her yıl yaklaşık olarak 700 bin kişi azalan nüfus, eğer bu gidişat değiştirilemezse 2050 yılında 100 milyonun altına, 2080 yılında ise 52 milyona inecek.” 50 yıl sonra Türkiye’nin nüfusunun altına düşmüş bir Rusya söz konusu. Putin bu gidişatı değiştirmek için Rusya’daki Müslümanların lideri olan Müftü’den yardım istemişti.

Başbakan R. Tayyip Erdoğan‘ın son zamanlarda sık sık “her aileye en az üç çocuk” tavsiyesinde bulunması boşuna değil. Ailelerin ortalama 2 çocuklu olması sabit nüfus demek. 1 çocuklu aile olduğunda ise nüfus gerileyecek demektir. Türkiye’de “Toplam doğurganlık hızı, (yani bir kadının ömrü boyunca doğurduğu çocuk sayısı ortalama olarak) 2001 yılında 2,37 çocuk iken 2008 yılında 2,10 çocuktur.”

Alınacak tedbirler yeterli olmazsa yani azalan ve yaşlanan bir nüfusa dönüşmesinin sonuçlarına uygun hazırlık yapılması gerekiyor.

Bu demografik gelişme sonucu okul ihtiyacı azalacak, (Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu’nun açıklamasına göre, ‘son 4 yılda düzenli olarak bir yıl öncesine göre öğrenci sayısı 70-80 bin azalıyor’) hastane ve yaşlı bakım evleri (huzurevi, darülaceze) ihtiyacı artacak. Eğitime ve spora yapılan devlet harcamaları azalırken, ilaç ve diğer tedavi araçlarına yapılan masraflar artacak.

Nüfusun yaşlanması şehirlerimizin ve binalarımızın yapısını dahi değiştirecektir.  Yaşlılara dönük turizm anlayışı gelişecek. Ekonomik aktörler tüketici davranışlarını izlerken, yaşlılık döneminin ihtiyaçlarını daha çok dikkate alacaklardır.

Sosyal sigorta kuruluşlarının aldıkları prim ve ödedikleri maaş dengesini tutturabilmeleri için, çalışanların daha uzun süreli prim ödemesi yani daha geç yaşlarda emekli olmaları gerekecek. Genç nüfusun oranı düşmekle beraber, geç yaşlarda emekli olanların oranı artacağı için genç nüfusun iş bulması zorluğunu koruyacak.

Genç nüfusun azalması orduda askerlik yapacak asker bulmayı, polis ve güvenlik gücüne eleman bulmayı, reel sektöre işçi bulmayı zorlaştıracak. Verimlilik artırıcı yollar devreye sokulamazsa, üretim düşecek. Kişi başına düşen gelir düşmese bile toplam milli gelir düşecektir. Türkiye, dünya milli gelir sıralamasında daha gerilere düşecektir.

Yaşlanan birçok AB ülkesinde olduğu gibi daha geri kalmış komşu ülkelerden genç işgücü talebimiz olabilecek. “Alamancı Türkler”, Fransa’daki Afrikalı Müslüman nüfus gibi muhacirlerin sosyal doku uyuşmazlıkları gündeme gelebilecek.

Yapılan son araştırmalara göre, “Nüfus artışı Ege ve Marmara’da eksi çıktı, Doğu ve Güneydoğu’da arttı.” Bölgeler arası dengelerin esaslı bir şekilde değişmesi ülkenin bölünmesi için uğraşanların cesaretini artıracak. Terör örgütünün İmralı’daki liderinin, kendi örgütü ve sempatizanlarına çok çocuk tavsiye edip, “belinize kuvvet” talimatı vermesi, “Kürt halkının kendi kimliği ile kültürünü yaşamak talebinden” de ötede hedefi olduğunu göstermekte. 

Bölgeler arası dengesizliğin tabii bir sonucu olarak, nüfusun hızlı arttığı Doğu ve Güneydoğu bölgelerimizden, nüfusun gerilemeye başladığı gelişmiş batı bölgelerine göç devam edecektir.

Mesele sadece “bölgesel dengesizlikten” ibaret değil. “Dar gelirli kesimlerde nüfus artarken, gelir düzeyi yükseldikçe evlenme ve çocuk sahibi olma oranı da düşüyor.” Bu ise, nüfusun kalitesinin yani sağlıklı ve eğitimli kesiminin oranının düşmesi demektir.

Devletin yıllarca doğum kontrol yöntemlerini gelir seviyesi yüksek kesimlerde yaygınlaştırırken, düşük gelirli ailelerde bu çalışmalarda başarılı olmaması nüfus kalitesini düşüren önemli bir faktör oldu. “Ne iş olsa yaparım” diyen mesleksiz, niteliksiz genç nüfusun ekonomiye katkı sağlayamayan, ailesine ve ülkeye yük olmasına sebep olan yanlış devlet politikaları halen terk edilmiş değil. Milli Eğitim Bakanı Çubukçu’nun ifade ettiği gibi “dünyada artık nüfus planlaması tarih oldu” ancak Türkiye’de sadece hamile kalmayı önleyici usuller değil, kürtaj da devletçe desteklenmekte.

Tabii sebep sadece nüfus planlamasından ibaret değil. Kadınların işgücüne katılımının artışı, bilhassa özel sektörde uzun mesailer, işverenin çocuk doğuran kadın işçiye verilmesi gereken izinleri vermek istememesinden kaynaklanan iş kaybı riskleri, çalışan kadının doğurganlığını düşüren önemli faktörler. Şehirleşme, konutların yüksek maliyetleri nedeniyle, az odalı evlerde oturma mecburiyeti gibi diğer faktörleri de gözden uzak tutmamak lazım.

ABD’ de, AB ülkelerinde siyasetçiler, sanatçılar gibi toplumda etki uyandıran kişilerden “çocuk da yaparım, kariyer de” anlayışını yansıtan örneklerle, çok çocuklu aile film ve dizileri ile çocuk doğurmak özendirilmekte, “çocuk yardımı, uzun süreli doğum izinleri” gibi teşvik mekanizmaları kullanılmaktadır.

Türkiye’de de nüfus yapısı ile ilgili sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasi tedbirler, uzun vadeli stratejik bir devlet politikası olarak planlanmalı, kesintisiz bir şekilde uygulanmalıdır.

Güher

Dardayım ,ismin yalın hali ile her gece.
Teselli gırnata sesinde kekremsi hece.
Şair! bu sükut içre olmaz, ağla gizlice.
Yanağında leyla’dan bir güher olsun.

Ne hevesler ki ziyan, sanma üstünde göz var.
Bir düşün ki mazinde tövbesiz onca söz var.
Yutkunma! boğazında günahlarınca köz var.
Dudağında leyla’dan bir güher olsun.

Köhne akşamlarda gel ilahi teraziye.
Mahcup ol! eğ başını, tazimle o maziye.
İlhama ver hesabı, yazamadın ar diye.
Dimağında leyla’dan bir güher olsun..

E7

G2, G7-G8, G20, G23, G33 derken E7 hakkında da bir şeyler yazmayı arzu ettim.  Türkiye hepimizin bildiği gibi ekonomik göstergeleri bütün olumsuz gibi gösterilen iç dinamiklere rağmen, dünyada ekonomik büyüklük olarak 17. büyüklükte ve G20 Ülkeleri içine girmektedir. 2009 yılı itibari ile de 16. Ekonomik büyüklüğe sahip bir ülke olacağından bahsedilmektedir.

Türkiye’nin bulunmuş olduğu coğrafya ve bulunmuş olduğu konum ister istemez bu bölgede hem stratejik, hem jeopolitik, hem ekonomik olarak gelişmeye, büyümeye zorlamaktadır. Enerjisini 1945’li yıllardan beri çok küçük olarak başlayarak günümüze kadar iç meselelerle boğuşmuş ve bu gidişle de bir müddet daha iç olaylarla enerjisini  boşa  çıkaracağa benziyor.

Buna rağmen bile yeni yetişen genç-girişimci bir gençlik özellikle dünyadaki  ekonomik gelişmeleri çok iyi analiz ederek dünyanın dört bir tarafında küçük küçük başladıkları ticari faaliyetleri artırarak devam etmektedir. Bu ticari tecrübeler zaman içinde küresel ticari dünyanın koşullarına uyumda diğer dünya ülkelerine göre daha avantajlı konuma geçecektir. Bu da ülkemizin refah seviyesinde yükselmeye işsizliğin azalmasına neden olacaktır.

G7  Gelişmiş yedi ülkenin kurmuş olduğu bir gurup. ABD, Japonya, Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya ve Kanadadır. Aslında 1975 yılına kadar G6 idi. Kanada’nın katılımıyla G7 , daha sonra Rusya’nın dahil edilmesiyle G8 ülkeleri olarak bahsedilmeye başlandı. Daha önceki yazılarımda belirttiğim gibi G20,G23,G33 ve G2 gibi guruplardan bahsetmiştim.(www.kocaeliaydinlarocagi.com.tr )

G8 ülkeleri, gelişmiş ekonomiye sahip ülkeler olarak addedilir. Peki gelişmekte olan ülkeler arasında bir yapılanma, guruplanma var mı?  Diye sorarsanız eğer. Onlarda başlangıçta BRIC ülkeleri diye literatürde yerini almış bir yapıları var. Bu ülkelere baktığımızda Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin’den oluştuğunu görüyoruz. Bu gurupta aynı GX ülkeleri gibi zaman içersinde farklı ülkeleri bünyesine katmış ve çıkarmışlardır. Örnekleyecek olursak; BRIC yapılanmasına Meksika dahil edilerek BRIMC gurubu olmuşlardır. Daha sonra da Arap Ülkelerini dahil etmişlerdir. Bu Arap Ülkeleri Suudi Arabistan, Katar, Kuveyt, Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri’dir. Bu guruba da BRICIA demişler sonra Türkiye’yi bu guruba katarak BRICET’e dönüştürmüşlerdir.

Aslında son durumda dünyada kabul görmüş ifadesiyle BRIC olarak anılıyorken Meksika, Endonezya ve Türkiye’nin de katılımıyla BRIC +3 olarak adlandırılmıştır.

Daha sonra BRIC +3 kullanımından vazgeçip bu guruba E7 (Emerging Economies) olarak adlandırılmış ve şu anda kabul görülen ve literatürde yer alan isim E7’dir. E7 ülkeleri Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Meksika, Endonezya ve Türkiye’dir.

E7’nin önemi aslında Price Waterhouse Coopers LLP’nin Mart 2008 de “The world in 2050” araştırmasından sonra ortaya çıkmıştır. (www.pricewaterhousecoopers.com )

Bu raporun en fazla düşündürdükleri E7 ülkeleri 2050 yılında G7 ülkelerinin ekonomik büyüklüklerini  % 75 oranında geçmiş olacağı hakkındadır.

E7’nin içinde Türkiye olacağına göre şimdiden gelecekle ilgili planlarımızı, kurgularımızı hem kurumlar olarak hem de bireyler olarak yeniden göz geçirmekte fayda var diye düşünüyorum.

Sağlıklı Olmak

Dünya Sağlık Örgütü anayasasında sağlık şöyle tanımlanmıştır: “Sağlık sadece hastalık ve sakatlığın olmayışı değil, bedence, ruhça ve sosyal yönden tam iyilik halidir.”  Bu tanıma özürlülük, engellilik, hastalık, hastalık tablosu(sendrom), bozukluk (disorders) ve benzeri tüm normalden sapmaları kapsar. Burada normalin tanımı gibi bir felsefi meselemiz de oluşmaktadır. Önce tüm bu isimlerin anlamını açıklayalım ve sonra bunlar arasında ne fark vardır ve tanımın hayatımıza etkileri nelerdir, sorularına cevap arayacağız.

Özürlülük, sağlığın bozulması sonucu oluşan yetersizlikten dolayı herhangi bir yeteneğin normal kabul edilen bir kişiye göre azalması veya kaybedilmesidir. Bireysel düzeydeki bozuklukları ifade eder. Özürlülük hali engelliliğe yol açar. Mesela, bir kişinin gözlerini çesitli nedenlerle görmemesi, körlük özrüne, bu da normal harflerle yazılan yazıları okuyamama engeline neden olur.

Hastalık ise vücutta  veya zihinde meydana gelen, rahatsızlık, dert ve görev bozukluğuna yol açan anormal bir durum olarak tanımlanmıştır. Bu tanıma özürlülük, sendrom, belirti, yaralanma, diğer tüm anomalileri kapsar. Sendrom ise belirli belirti ve bulguların bir arada bulunmasıyla oluşan ve genellikle sebebi tam bilinmeyen veya birden fazla nedeni olan hastalık tablosudur. Bozukluk (disorders) ise vücutta oluşan fonksiyonel (görevle ilgili) anomali ve kusurdur. Ruhi, genetik, fiziki, davranışla ilgili, şekille ilgili ve organın yeteneği ile ilgili olabilir.  Tüm bu hastalık tabloları çoğu zaman içiçe geçmiştir. Trisomi 21 ( 21. Kromozoun üç tane olması) bir genetik bozukluktur. Bu bozukluk DOWN sendromuna yol açar. Down sendromunda birçok fiziki ve mental yetersizlik, bozukluk  görülebilir. Bir kısmında, ileri yaşlarda diabet ve lösemi vb başka hastalıklarda  normal insanlara göre daha sık görülür.  Sadece omurganın şekil bozukluğu olan kifoskolyoz (kanburluk) ruhsal ve bedenle ilgili çeşitli bozukluk, hastalıklara neden olabilir.

Hastalık ve sağlığın kişiye göre farklı algılanması vardır. Sigara içen bir insandaki öksürük kişide gündelik yaşamını etkilemiyorsa, kişi kendini sağlıklı sanır. Oysa, bu kronik bronşitin veya kanserin ilk belirtisi olabilir. Benzer biçimde menisküsünde küçük bir yırtık olan büro işçisinin sağlığı kendine göre iyidir. Fakat, bir futbolcu için bu büyük bir sağlık problemidir.

Dünya Sağlık Örgütü’nün tanımı geniş, her türlü sağlık problemini kapsayıcı olmasına rağmen, bazı handikapları beraberinde getirmektedir ve bazı eksiklikleri de vardır. Şöyleki: Aynı büroda çalışan iki memurdan her ikiside bel ağrısında şikayetçi olsun. Bunlarda biri ara sıra aldığı ağrı kesiciler, masaj, gerilme egzersizleri ile ağrısını kontrol ederken, diğeri biraz tembel ve pimpirikli ise doktora gidecektir. Doktor buna Türkiye’de ve Dünya’da çoğu doktorun yaptığı gibi MR veya BT çektirecektir. Büyük olasılıkla diğer arkadaşında da olan, çoğu zaman bir önemi olmayan bulging (fıtıklaşma) çıkacaktır. ( Not: Bulging sinir basısı yapıyorsa veya yapma tehlikesi varsa önemlidir)  Doktorda” teşhisi koydum ! „ diye, bunu hastasına açıklayacak ve hastamızın gül gibi bir hastalığı olacak, bundan sonra ” Acaba felç olur muyum? Benim halim ne olacak? „  gibi sorularla  psikolojik durumu bile bozulacak, iyice hasta olacaktır. Yukarıdaki tanıma göre her iki memurumuz da hasta olsa bile,” gerçek hasta kim? ve bunu kim hasta etti? „ sorularının cevaplanması gerekir. Bu ve buna benzer durumları diğer birçok bozukluk veya hastalıkta da görmekteyiz.  Ben bu nedenlerle, herkesi  hasta  yapan bu tanımların hatalı olduğunu düşünüyorum.

Doğrusu tetkik edilirse, hele biraz da orta yaşı geçmişseniz sizde hastalık bulunmaması mümkün değildir. Yüzünde veya sırtında küçük veya büyük önemi olmayan bir ben, leke ve hatta lipom olan, önemsiz bir sırt eğriliği olan kişiyi hastamı sayalım? On hastanın birinde görülebilen karaciğer yağlanmasına bağlı hafif (iki misli artmayan) karaciğer enzimlerinin yüksekliğine ne diyelim? Hatta bu daha fazla artmış olsun ve hastamıza steohepatitis teşhisi koyalım, bilinen etkili tedavisi olmayan ve siroz yapma riski çok da fazla olmayan bir teşhis koyarak ne elde edebiliriz? Kendi branşımdan örnek verecek olursam: Diyelim ki bir hastada rutin kontrolleri sırasında pıhtılaşma testleri hafif uzun bulundu. Doktorumuz da bilgili ve meraklı biri, araştırdı ve hastanın hafif derecede Von Willebrand hastası olduğu teşhisini koydu. Hastamız, 45 yaşında kadın ve 3 doğum yapmış ve defalarca küçük yaralanmaları olmuş, hiç aşırı kanaması olmamış. Genetik geçen ve bir tedavisi olmayan bir hastalık teşhisi koymakla, hastamızın psikolojini bozmaktan başka ne elde ettik? Ben bu tür durumların kişinin bedenen veya ruhen tam bir iyilik hali olmamasına rağmen,  hastalık olarak adlandırılmaması kanaatindeyim.

 Dünya Sağlık Örgütü’nün tanımında bir de sağlığın sosyal yanına değinilmiş. Sosyal olarakta iyi olmak gerekiyor. Herhalde en tartışmalı konu budur. Bu durumda yaşadığımız toplumun kabulleri, değerleri, bizim üzerimizdeki etkileri de hastalık yapabiliyor.  İnsanın iş bulması, emekli olabilmesi, güvende hissetmesi ve toplumda kabul görmesinin sağlığına tesir ettiğini kabul etmek gerekir. Fakat, modern toplumda üzülmeye, dinlenmeye, düşünmeye zaman kalmadı. Hızlı ol! Çabuk karar ver!  Mutlaka geçmelisin! Birinci olabilirsin! Ve benzeri tavsiyeleri hergün dinlediğimiz toplumda, ruhen sağlam kalmak mümkün değil. Bunu en iyi  herhalde ÖSS sınavıyla açıklanır. Çocuklarımız, bizim oyun oynadığımız ve gelecek hayalleri kurduğumuz çağda dersane ve okul arasına sıkışıyor. Ve matematikten yüz kişiden seksenini geçememişsen başarısızsın. Dikkat! Yetmiş dokuzunu geçtin, yine de yetmedi. Senin çok iyi berber, terzi, kasap, tornacı, kaynakçı  vs. olmanın  hiç kıymeti yok. Gelde hasta olma !