12.9 C
Kocaeli
Pazar, Eylül 28, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1216

Diyarbakırspor Başkanını Alkışlıyorum

Diyarbakırspor Türk futbolunun değil, Türkiye’nin bir sorunu haline geldi.
Bu olayın altında neler var onlar ayrı bir konu.
Ancak Diyarbakırspor Kulübü başkanı Çetin Sümer’in Habertürk’te yer alan bir programda Bursalıları kasd ederek “… kendileri de Türkiye’nin gülü. Biz 14 asırdır bu ülkedeyiz. Onlar gibi göçmen değiliz. Bu ülkenin gerçek sahipleriyiz…” diye konuşması bizi yakından ilgilendirdi.

Diyarbakırspor Kulübü Başkanı Çetin Sümer’i bu sözlerinden dolayı ayakta alkışlıyorum . Onu kınayanları da protesto ediyorum.
Çetin Sümer doğruyu söylemiş. Bir de adama kızıyorsunuz.
Balkanlardan kendisi ve ailesi Türkiye’ye gelmiş 35 milyonun üzerinde insan var.
Bu insanlar Türkiye’de neyi etkileşmişler ki Çetin Sümer’i protesto ediyorlar.

Göçmen olduklarını vurgulayan bizzat kendileri. Bu gün buraya göç edersin yarın da başka bir yere!
Bakın Çetin Sümer başka yere göç etmeye tevessül ediyor mu?
Balkanları koruyamadınız, savunamadınız, kan akıtmadınız, ölmediniz hop diye bu topraklara geldiniz. Adam size burayı yedirir mi?
Buraya Türküz diye geldiniz şimdi Arnavutum, Boşnakım, Bulgarım, Pomakım, Torbeşim falan diyorsunuz. Hele bazı Selanik Mübadillerinin müslümanlaştırılmış Rum olduğunu düşünmesi  insana pes doğrusu! dedirtiyor. Demek ki buraları sizin toprağınız değil. Çünkü burası Türk toprağı ve siz sadece sıradan bir göçmensiniz.
Dernekleriniz de bile “Türk” sözcüğünü kullanmıyor ve kullandırtmayanlara tepki bile vermiyorsunuz.
Diyarbakırspor Başkanı Çetin Sümer, Balkan göçmenlerini iyi tanıyor olmalı ki size böyle sallamış.

Göçmen denilen Rumeli – Balkan ya da Trakya insanı bir araya gelemez, toplu hareket edemez, milli şuur dersen hikaye…
Türklüğünü Balkanlarda da haykıramamış ve buraya topuklanmış insanların; Türkün anavatanı olan Türkiye Cumhuriyeti’nin topraklarını da korumak ve savunmak adına içinde bulunduğu gevşeklikte ortada.
Sahi kuzum siz buralara niye geldiniz?
Milli birlik, kardeşlik, demokratik açılım veya kürt açılımı denen projelere en büyük destek de Bursa’daki göçmen derneklerinden yükseliyor.
Bir de kalkmış adama kızıyor ve tepki koyuyorsunuz.
Nerede samimiyet? Kimseye inandırıcı gelmiyorsunuz.
Balkan Göçmenleri bir defa silkinip kendine gelsin. İstikametini iyi tayin etsin. Ondan sonra konuşsun. Yoksa adama böyle misafir muamelesi yapıverirler. Siz göçmenler Çetin Sümer’in sözlerini fazlaca hak ettiniz. Bu durum sadece aysbergin görünen küçük bir yüzü…
Ben ise bir Balkan Türküyüm göçmen değilim, Balkanlarda, Türkiye’de benim toprağım . Hem de öyle 1400 yıldır falan değil  4000  küsur yıldan beri benim.
Mehmet Akif Türk Milletini yani beni tarif ederken
        “Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
          Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
          Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
          Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.” diyor.
Yine milli şair;
“Bastığın yerleri “toprak!” diyerek geçme tanı.” diyerek de hükmü koyuyor.
Kendine halen göçmen diyenler şöyle bir aynaya baksın diye defalarca yazdım.
İnşallah Çetin Sümer size bir aynaya bakma fırsatı vermiştir.
Öyle ya bu toprağın sahibi misiniz? yoksa misafirimisiniz? bir karar verin, Diyarbakırspor Başkanı sizler için bir karar vermiş bu kararı ona verdiren sizsiniz bunu unutmayın.

Hacim Kütle Meselesi 4-5

Yıllarca montaj yapıp civata sıkmakla milleti kandırdık.

Uçan tabutları savaşan Şahin diye millete yutturduk.

Yâ da yutturmak zorunda kaldık.

Bütün bunlara rağmen karamsar olmamak gerekir.

Bugün gerek fert bazında  gerekse uluslararası arenada İslam dünyası eskisiyle kıyaslanamayacak kadar farklıdır.

Dev uyanmaya başladı.

Fakat kendine gelmesi biraz zaman alacaktır.

Fazlaca kandıramıyorlar.

Tehditlerde eskisi kadar işe yaramıyor.

İslam Dünyası bugün uluslararası arenada az da olsa varlığını belli etmeye kütlesini göstermeye başlamıştır.              

Türkî Cumhuriyetlerin bağımsızlıklarını kazanmaları,

Balkanlardaki ve Ortadoğudaki gelişmeler bunun ilk işaretleridir.

Elbette ki her asırda Musa’larda Firavun’larda olacaktır.

Mısır örneğinde olduğu gibi..

İsrail’in Hizbullah a saldırdığı gün ABD’nin Dışişleri bakanı yeni Dünya düzeni gereği 22 tane ülkenin sınırlarının değişeceğini söylüyordu.

Bu ifade Ortadoğu da DENGELER YENİDEN AYARLANIRKEN MÜSLÜMANLARIN ciddiye alınmadığının ifadesidir.

Hizbullah İsrail’e dolaysıyla tüm Dünya’ya Müslümanlarında bir kütlesinin olduğunu gösterdi.

Artık Kral çıplaktı.

İsrail’in burnu sürtmüş gururu kırılmıştı.

Acısını savunmasız Gazze halkından çıkarmak istedi.

Orada da umduğunu bulamadı.

İkinci kez acıyı ve yenilgiyi tattı.

Artık İsrail efsanesi bitmişti.

Müslümanlarda uluslararası arenada kendilerini göstermeye başlamışlardı.

Başbakanımızın Davos’ta bir dakika çıkışı..

İsrail Cumhurbaşkanını siz öldürmeyi iyi bilirsiniz diye kameralar önünde adeta fırçalaması Müslümanlarında bir kütlesi varmış denilmesine sebep oldu.

Tabii bunlar bizim açımızdan güzel şeyler.

Yıllarca bu tür seslere ve dirençlere hasret kalmıştık.

Attığımız şut rakip takımın kale direğinde patlamış kale sarsılmıştı.

Tribünler adeta coşmuş fakat gol olmadığı için skor değişmemişti.

Filistin ve Gazze açısından değişen fazlaca bir şey yoktu.

Filistin ve Gazze yine açlık ve ölümle baş başa idi.

Olsun yine de İsrail acıyı sadece savaşta değil Davos’ta da tatmıştı.

İsrail kırılan gururunu alçak koltuk kriziyle aşmak istedi.

Alçak adamlardan alçaklık beklenir.

Oda ters tepti.

Bu İsrail açısından akıllıca bir hareket değildi.

Çünkü öfke ile kalkan zararla otururdu.

Öylede oldu tarihinde ilk kez özür dilemek zorunda kaldı.

Burada büyükelçimize bir çift sözüm olacak.

Kabul edelim ki iyi niyetten dolayı karşı tarafın art niyetini anlamadınız.

Bu bile diplomaside eksikliktir.

Koltuğun alçaklığını da fark etmediniz.

Masanın üzerindeki Türk bayrağının yokluğunu nasıl fark etmezsiniz.

Bunun özrü olmaz.

Kütle (ağırlık ) denilen hadise sizin kantardaki kilonuz değil muhataplarınıza karşı göstereceğiniz asil tavrınızdır kimliğiniz ve kişiliğinizdir.

Sizi izzet ve de zillet sahibi yapacak olan budur..

Kütle Siyonizm’e uşaklıkla değil millete hizmetle olur.

Uluslar arası arenada İran’ı ve Mahmut Ahmedinecad’ı önemsemek gereklidir.

ABD – Avrupa ve İsrail’in her türlü baskı boykot ve tehdidine rağmen boyun eğmeden dimdik ayakta durması savunma sanayisinde nükleer güç durumuna gelmesi İslam Dünyası açısından elbette güzel bir olaydır.

Bugün İran’ın elindeki silahlar dolayısıyla Türkiye için tehdit olması söz konusu değildir.

Mezhebimiz farklı olsa da inançlarımız aynıdır.

Her fırsatta kinini kusan İsrail’i değil de, her zaman yanımızda olan İran’ı düşman tehdit görmek akıllı insan işi midir?

Burada Mısır’ı es geçmek olur mu?

Firavunlar hep tarihte mi kaldı?

Günümüzde hiç firavun olmaz mı?

Tarihteki firavunlar günümüzdeki firavunlardan daha şerefli idiler.

Haksızda olsa İsrail oğullarına karşı bir mücadele veriyorlardı.

Günümüzdeki Firavun ve avanesi aynı mücadeleyi kendi halkına ve kendi dindaşına karşı yapıyor.

Burada hangisi daha şerefli diye sorulmaz.

Günümüzdekilerin tarihtekilerden daha alçak olduğu aşikârdır.

Bugün İslam Dünyası halkı ve de sivil toplum örgütleriyle eskisinden çok farklıdır.

Bu da ümit verici bir gelişmedir.

Dev uyanmaya başlamıştır ama kendine gelip toparlanması biraz zaman alacaktır.

Bugün petrol Müslümanlarda…

Doğalgaz Müslümanlarda…

Para Müslümanlarda…

Nüfus Müslümanlarda…

Yeraltı ve yerüstü zenginlikleri Müslümanlarda…

Fakirlik,

Geri kalmışlık,

Ezilip sömürülmüşlükte Müslümanlarda…

Eksiklik nerede?

Sıkıntı beyin naklindedir.

İthal beyin ile vücut doku uyuşmazlığı yaşıyor.

İthal beyinler aracılığıyla İslam Âlemi adeta zombileştirilmişti.

Bu şoklar zombilerin uyanışına sebep olacak.

Uyanan zombiler.

Tarihini geçmişini kültürünü hatırlayacak işte o zaman esaret bitecek.

1,5 Milyar nüfuslu İslam âlemi batının pazarı olmaktan çıkıp kendi ihtiyacını kendi karşılar hale gelecek.

 İşte o zaman işsizlik, yoksulluk, ezilmişlik ve geri kalmışlıkta ortadan kalkacak..

 ABD, kıtalar ötesinden gelip Irak ve Afganistan’ı işgal edemeyecek.

Çin ve İsrail’de bugünkü zulmünü yapamayacak.

İşte o zaman D-8 hayal olmaktan çıkıp gerçekleşecek.

Bu aziz millette tarihteki saygın konumuna kavuşacak.

Ecdadına layık olacak.

Kardeş kavgası, kan, zulüm, gözyaşı son bulacak.

İnsanlık inananıyla inanmayanıyla huzur bulacak.

Bizim tarihimiz vahşet katliam soykırım tarihi değil medeniyet tarihidir.

Ecdadımız gittiği yerleri sömürmemiş oralara adalet ve medeniyet götürmüştür.

Osmanlı 3 kıtaya kılıç zoruyla hükmetmedi.

Aksini düşünenlere Bizans serpuşundansa Osmanlı sarığını görmeyi tercih ederim diyen Bizans halkının sözü yeterli gelir.

Müslümanların hacimleriyle kütleleri eşit orantılı olduğu zamanlarda insanlarda kardeşlik barış, sevgi, saygı, hoşgörü, huzur ve mutluluk vardı.

Sokaklar barut kokmuyor, toprak kanla sulanmıyordu.

İnsanlar köleleştirilmiyor, ülkeler sömürgeleştirilmiyordu.

Müslümanlar kütlelerini kaybedince adaletin yerini zulüm, kardeşliğin yerini kalleşlik aldı.

Mazlumları koruyamadıkları gibi kendileri de mazlum durumuna düştüler.

Kütle, Müslüman da adalet, Zalimde ise zulüm vesilesidir.

Kütle sahibi olmak birazda basiret sahibi olmakla ilgilidir.

Cennet Mekân Sultan Abdülhamit’e sormuşlar,

En zor dönemde 33 sene toprak kaybı olmadan Devleti Ali Osmanî’yi nasıl yönettin?

Cevaben Rus, İngiliz, Fransız elçilerini çağırır onlarla dünya meselelerini istişare eder çoğu zaman aksine hareket ederdim, isabet ederdi. Cevabını verir.

Çünkü ayıdan post, batıdan dost olmayacağını gayet iyi biliyordu.

Basiret herkesi düşman görmeden, dostu düşmanı doğru tespit edebilmektir.

Basiretin halkta olması güzel, ama İdarecilerde olması daha güzeldir.

Kütlemizin hacmimize denk,

Yarınımızın bugünümüzden güzel olması temennisiyle…

 Hacim kütle meselesi burada sona ermiştir.                                                        

Mesafenin Aslı

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde zaman zaman sıra dışı ve yüksek gerilimli toplantılara şahit oluruz. Karşı görüşlerin savunulması esnasında nadiren de olsa milletvekillerimizin kastı aşan sözleri, parlamentomuzda arzu edilen üslûbun dışına çıkılmasına neden olur.

İşte o andan itibaren de gürültü, niza, sövgü ve giderek artan tansiyon işi arbedeye itiş kakışa kadar vardırır. Meclisi yöneten başkan, milletvekillerini ılımlı, ölçülü ve soğukkanlı olmaları için uyarır, sonuç alamazsa idare amirlerini göreve davet eder yine başarı sağlanamazsa oturuma ara verir. Eğer başkan deneyimli değilse bu kargaşayı seyreder.

Geçenlerde T.B.M.M.’de böyle kavgalı ve gürültülü bir oturum yaşandı. Meclis başkan ve ilgililerinin girişimleri etkili olamadı. Milletvekilleri birbirlerini tartakladılar.

Bu olaylı oturumdan kısa bir süre  sonra M.H.P. lideri sayın Devlet Bahçeli “- Bundan sonra mecliste M.H.P. sıralarına bir metre yaklaşan, ne olacağını görür.” Açıklamasıyla, parlamentoda yeni bir sınırı gündeme getirdi.

Ancak, parlamentolarda parti grupları arasındaki ilk sınırın, orta çağa kadar uzanan eski bir tarihi vardır. 1215 yılında kabul edilen ve kralın yetkilerini  sınırlayan Magna Carta Libertatum’un kabulünden sonra oluşan gelişmeler ve edinilen deneyimler sonucunda İngiliz parlamentosunun oturma düzeni tespit edilmiştir. Bu  düzene göre, iktidar ve muhalefet milletvekilleri birbirlerini görebilecek şekilde karşılıklı tribünlerde otururlar ve aralarında yeşil rengin hakim olduğu bir koridor bulunur. Bu koridorun her iki tarafına çizilmiş birer kırmızı bant vardır. Koridorun genişliği  yaklaşık   dört metredir.

Tarafların bu kırmızı bantları aşmaları ve birbirlerine hasmâne  bir şekilde yaklaşmaları yasaktır. Ama daha önemlisi parlamenterlerin bu yasağa gösterdikleri kesin uyumdur.( http://www.editorsweblog.org/parliament_000.jpg)

Kırmızı bantların nedeni, eski dönemlerdeki en etkili silah olan kılıcın herkes tarafından taşınmasıdır ki, parlamentoda vuku bulan ateşli, sert ve kavgalı toplantılarda sinirlerine hakim olamayan vekillerin birbirlerine kılıç çekip saldırmalarını ve anında kılıç kılıca gelmelerinin önlenmesidir.

Demokrasinin gelişme ve olgunlaşma sürecinde tüm dünya parlamentolarında sert tartışmalar ve gerginlikler yaşanmıştır. Önümüzdeki dönemlerde de gene yüksek tansiyonlu ve tartışmalı oturumlar gerçekleşecektir. Önemli olan bu olaylardan çıkarılacak tecrübe ve birikimlerin gerçek demokrasiye ulaşmamıza  olumlu katkılar  sağlamasıdır.

 

Mehmet Akif 2010’da Yaşamış Olsaydı

 

İstiklâl Marşımızın TBMM tarafından kabul edilişinin yıl dönümünü geride bıraktık. Bu vesile ile örnek aydın, idealist, dürüst bir abide insan olan Mehmet Akif’i yine saygı ve rahmetle andık.

Mehmet Akif‘i, Ziya Gökalp‘i ve Yahya Kemal‘i ve fikir dünyamızı şekillendiren, duygu ve düşüncelerimizi yönlendiren bunlar gibi diğer zirve isimleri sürekli hatırlamalı ve bugünler için yorumlamalı ve düşünmeliyiz. Milletlerin geleceğini kurtarmak ve bugünkü ihanetleri alt edebilmek için bu isimler unutulmamalı, unutturulmamalıdır. Genç nesiller rehbersiz bırakılarak olmadık isimlere özendirilmemelidir.

Bugün, meselâ rahmetli Mehmet Akif yaşasaydı; Türkiye’nin önüne çıkarılan demokratikleşme ve açılım etiketli tuzakları nasıl değerlendirirdi?  Bu hileli kavramlar ve kamuflajlı tuzaklar, macera özentileri, O’nun ve diğerlerinin karakterine hiç uymayan çizgilerdir. Üstü örtülü tuzaklar, milli bağımsızlığı ve ülke bütünlüğünü hedef alan dıştan kumandalı fikirler, proje ve operasyonlara âlet olmak; sosyal bütünleşmeyi çözülmede görmek ancak fırıldak adamların işidir. Mehmet Akif ve diğerleri böyle bir çizgiden o kadar uzakta ki…  Bir taraftan yakanıza ayyıldızlı rozet takacaksınız; ondan sonra milli kimliği dışlayıcı, milli değerlerle tezat eylemler yapıp fikirler ortaya koyacaksınız. Bu tipik bir sahtekârlıktır.

Mehmet Akif’i Milli Marşın kabul yıldönümünde hatırlayacak ve M. Akif’in “Allah bu millete bir kere daha İstiklâl Marşı yazdırmasın” şeklindeki çok anlamlı, ders verici ifadesine sığınacaksınız; diğer taraftan Anadolu coğrafyası üzerinde dünün emperyal güçlerine davetiye çıkarıcı işlere âlet ve destek olacaksınız, açılım maceralarına açılacak, kurumlararası çatışmaya göz yumarak veya bizzat destekleyerek Türkiye’ye değişik müdahale şekillerine ortam hazırlayacaksınız. Yabancı çıkarların hedef ve engel gördüğü TSK’yı yıpratmak için her şeyi yapıp kamyonları takip edeceksiniz.

Ne garip ve acıdır ki; bazıları farkında olarak veya olmayarak “Allah bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın” diyen M. Akif’in aksine; Türk Milletine bir daha İstiklâl Marşı yazdırabilmek için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Bunlarla Türkiye’nin demokratikleşeceğini zannetmektedirler. İş törene ve gösteriye geldi mi, bazıları M. Akif’e methiyeler döşenmektedirler.

Mehmet Akif, ferdi duygu, düşünce ve zevklerini dile getiren  bir şair değildir. O, milli endişe ve milli heyecan sahibi, milleti için düşünmüş, üzülmüş ancak hiçbir zaman yok olmayan ümit ve inancı ile eserlerini yazmıştır. Teslimiyetçiliği, haysiyetsizlik ve şerefsizlik olarak görmüş, milli mücadeleye gönül vermiştir. Bu anlayışı ile de bugünkü milliyetsiz sağ ile tamamen ters düşmektedir. “Türk’e hiçbir kavmin horoz olmasını tahammül edemem” diyen, Türk’e düşman olunarak İslâm’a dost olunamayacağını öğreten yine kendisidir. Yeter ki bazıları O’ndan gerekli dersi alabilsin ve sadece yapay tören göstericiliği yapmasın. Çanakkale Şehitleri Şiirinde, aziz mehmetçikleri “Bedr’in aslanları” olarak isimlendiren yine Mehmet Akif’tir. Ancak, bundan bazıları maalesef rahatsız bile olmuştur.

“Türkçe’nin çekilmediği yer vatandır” diyen Yahya Kemal de, “Türk memleketinin asıl sırrı Türk’te imiş; Arnavut’u, Çerkez’i, Kürdü hâkim ve metin millet kitlesi eden Türk mayasıymış” demiştir.

Rahmetli Nihat Sami Banarlı üç şiiri muhteşem ve şiir üstü kabul etmektedir: İstiklâl Marşı, Mehmet Akif’in Çanakkale Şehitleri ve Yahya Kemal’in Süleymaniye’de Bayram Sabahı.

2009 yılında Sırbistan’da yapılan Mehmet Akif Sempozyumu‘na oldukça geniş bir iştirak olmuştur. Rahmetli’nin köyüne gidilmiş ve akrabaları ile görüşülmüştür. Türklük ve Türkiye sevgisini rehber almış olan bu insanların tavrı ve sözleri Türkiye’deki Türk düşmanlarını utandıracak cinstendir. Türkiye’de zihinlere etnik fitne aşılamak isteyenler, etnik yobazlığı demokratikleşme diye yutturanlar Türk Milletini ve kurumlarını zayıf düşürmeye çalışanlar, kimlere hizmet ettiklerini anlayabilmeleri için; Balkanlar’dan, Kafkaslar’dan ve Avrasya’dan Türkiye’ye bakabilmeli ve ülkenin asıl gündeminin maalesef burada tartışılmadığını fark edebilmelidirler.

“Soykırımı Saldım Çayıra”

Başbakanımız Davos‘ta Peres‘e ‘Siz adam öldürmeyi iyi bilirsiniz‘ diye gider yapmıştı. Şimdi de bize gider yapmak için ülkeler sıraya girmiş ‘Siz toplu adam öldürmeyi iyi bilirisiniz‘ diye diye meclis kararı alıyorlar.

Tayyip Erdoğan‘ın İsrail Cumhurbaşkanı‘na yaptığını ağır çekim / hızlı çekim (Oynat Uğur’cuğum) bol ketçaplı seyredenler şimdi sıranın ABD Başkanı ve İsveç Başbakanı‘na geldiğini görüyorlar. Dağılın üleyynnn!

Diyarbakır Belediye Başkanı BaydemirHastir‘ çekme terbiyesizliğinde bulundu, bakın başına neler geldi. Diyarbakırspor neredeyse küme düşmek üzere.

Hazır ol vaktine Mister Obama!2 ay sonra Kasımpaşalı Başbakanımız geldiğinde Beyaz Saray‘da kaçacak delik arayacaksın. White Party mi yaman, White House mı yaman; görürsünüz.

Avrupalı korsan ve haydutların kurduğu USA nam devlet, Kızılderili kanı ve zenci kamçısı üzerinde yükselttiği kibir anıtı gökdelenlerden – utanmadan – Türk tarihine ahkâm kesiyor. “Uy kesileyum sağa!

İsveç; hani şu dinamitten Nobel çıkaran, her çatışma bölgesine silah pazarlayan ve Sami, Tater, Lapon demeden kıra-geçe etnik kurutemizleme hizmeti yapan Stock ülkesi mi? İsveç’ten soykırım dersi; Yersen! Danimarka‘dan Petersen, Norveç‘ten İstersen!

21 AB ülkesi, 38 ABD eyaleti, 60 küsur dünya devleti çoktandır yoktan bir soykırımı var diye yutturdular. Bu gidişle Muhammedü’l-emin‘e (SAV) ‘yalancı‘ demek serbest olur, sözde Ermeni Soykırımına ‘yalan‘ demek yasaklanır. Allah sizi karikatürlerinize benzetsin.Kininizle geberin!”

Bizim Ermenici‘lerimiz gelinen süreçten mesut ve bahtiyar mı? Tarihle yüz’leşmede astar istemeye devam mı? Bursa‘da Âzeri bayraklarını yasakladığınıza değdi mi? ‘Açıl susam açıl!’ deyince açılıyor mu kapılar? Sevan Nişanyan çalsın, Sezen Aksu söylesin; oynasın kızlar ve vicdansızlar.

Bunlar iyi günlerimiz. Dünyada eşi ve benzeri görülmemiş ‘Komşularla sıfır problem‘ adlı 0 km. politikamız işledikçe neler olacak neler. Ve ‘yılanın kuyruk acısı, adamın evlat acısı‘ gibi eski hikayeler..

Sayın Başbakanımız, futbol terimlerini iyi bilir. Beraberliğe yatan bir takıma hakemin ittirmesiyle ofsayttan kontra iki gol döşenmek densizliktir. Bu tasarıların o ülke meclislerinden geçmesinde Futbol Mafyası‘nın ve Ergenekon‘un katkısı iyi irdelenmelidir.

Sayın Cumhurbaşkanımızın sevdiği Futbol Diplomasisi 2 maçta 6 puana mâl oldu. Âcizane önerim; diplomatik temas sırası Kick-box‘a gelmiştir. Erzurum‘lu Âdem Bozkurt‘la Ermeni Gago Drago, Ağrı‘da her iki ülkenin Cumhurbaşkanının da katılımıyla bir maç yapmalıdır. Bay ve Bayan Obama3 G‘ ile maça bağlanmalıdır. Hokus, Fox’us !

“Hikayelerle Hayat”

Oğluma bir köpek almak için veteriner arkadaşım Hüseyin’den yardım istedim. Cumartesi Foça yolundaki birkaç köpek çiftliğine gitmeye karar verdik.

Sabah beni evden aldı, bir köpek çiftliğine gittik. Çiftlikte bulunan veteriner teknisyeni bize köpekleri tek tek özellikleri ile tanıttı.  

– Eğer asil bir kangal düşünürseniz elimde bir tane Macar kangalı var dedi ve bizi tepenin en üstüne götürdü. Seslenerek köpeği çağırdı. Bu beyaz, iri bir kangaldı. Burada Macar kangalı ile karşılaşmak hiç aklıma gelmemişti ve bu beni yıllar öncesine götürdü…

***

Doksanların başında Avusturya, Macaristan ve Almanya’ ya gidecektim.  Bahar bitmiş yaz başlamıştı. Ankara’ya vize işlemleri için gitmiştim. Yaklaşık iki ay sonra yurt dışına çıkmayı düşünüyordum. Ankara’ya her geldiğimde yaptığım gibi Başbuğ’ u ziyarete gittim.

Özel kalemi içeride görüşmesi olduğunu, haber vereceğini söyledi. Bir çay içtikten sonra içerideki kişi çıktı ve kapıda Başbuğ beni gördü. Tok sesi, tebessüm eden yüzüyle;

– Hoş geldin evladım dedi.

– Hoş bulduk efendim diyerek elini öptüm. Odasına aldı.

Şefkat dolu sesiyle halimi, hatırımı sordu. Dışarıdan tanıyanlar tarafından çok sert bir görünüşü olduğu kanaati yaygın olmasına rağmen, bin dokuz yüz seksen beş yılından itibaren ve ocak başkanı olduğum dönemde Yakacık’ taki evinin giriş katında  üç yıla yakın, arkadaşlarla birlikte kalmış ve ne kadar kibar, nazik olduğunu bizzat yaşayarak görmüştük. Bu tabii ki sert bir yanının olmadığı anlamına gelmezdi.

Yurt dışına gideceğimi belirtince;

– Yarın burada mısın? Burada isen yarın gel.

– Evet, buradayım dedim. Zaten gidecek olsam bile değilim demeyi kendime yakıştıramazdım.

Biraz sohbet ettikten sonra izin isteyip ayrıldım. Ertesi gün tekrar ziyaretine gittiğimde bana beş tane mektup verdi ve mektupların numaralı olduğunu, sırasıyla teslim edilmesini istedi. Alıp çantama koydum.

Dışarıya çıkıp  çantamdan zarflara baktığımda zarfların yapıştırıcı ile kapatıldığını, üzerlerinde birden beşe kadar numara olduğunu gördüm. Asıl önemli olanı ise bir numaralı zarfta şöyle yazıyordu:  

Prof.Dr. Mondaki Kongur

Budapeşte/ Macaristan  

Diğer zarflara baktığımda da yalnız isim ve Prag, Bükreş gibi şehir ve ülke adı  vardı, başkaca hiçbir adres yoktu. Aldığım teşkilat terbiyesi ve yetişme tarzım tekrar içeriye girip adreslerini sormamı  imkansız kılıyordu. Ömer Seyfettin’in hikayesi ile Garcia’ya mektup götüren Rowan’ın hikayesini hatırladım.  

Diğer zarflarda belirtilen ülkeler için de vize işlemlerini tamamlayıp geri döndüm.  

Mektuplardan hiç  kimseye bahsetmedim. Onları eve gelir gelmez kasaya kilitledim, en kutsal emanetimdi bunlar ve bir elmas gibi saklıyordum.  Sırtımda bir ton yük varmış gibi bir hisse kapılarak bir an önce teslim etmek için gidiş tarihimi yaklaşık bir ay öne aldım. Budapeşte’de yaklaşık olarak on yıldır yaşayan arkadaşımı aradım, geliş tarihimi bildirdim.

Budapeşte havaalanında arkadaşım Mehmet karşıladı. Yemek yerken Mondaki Kongur’u bulmam gerektiğini söyledim, ancak mektuptan bahsetmedim.  

– Profesör olduğuna göre üniversitededir, Budapeşte’de iki üniversite var. Birisi Ote, diğeri Sote. Yarın sorarız.

Sabah birlikte üniversiteye gittik. Diğer ünivesitede olduğunu öğrendik. Vakit kaybetmeden diğer üniversiteye varıp sorduk. Mehmet: 

– Türkoloji bölümünde imiş, oraya gidiyoruz. 

Türkoloji bölümünde sekreter hanımdan adresini alıp evinin bulunduğu apartmana geldik. Üniversitede fotoğrafını görmüştüm. Evinin ziline uzun uzun bastık, ancak hiçbir ses duymadık ve geri döndük. Bu apartman eski bir yapı olup tabandan tavana yüksekliği üç buçuk dört metre civarında olan, sütunları ile daha heybetli, ferah bir binaydı.  

Sabah tekrar evinin zilini çaldık, yine açan olmadı. Bir hafta boyunca hergün zilini çalmamıza rağmen evde kimse yoktu. Artık evine nasıl gidileceğini öğrenmiştim, yalnız gidip geliyordum.  

Mehmet burada fuhşun, ahlaksızlığın diz boyu olduğunu anlattı. Özellikle genç  nesilde ahlaki değerlerin kapitalist dünyada olduğu gibi neredeyse yerle bir olduğundan şikayet etmişti. Erkeklerinde merhamet, kızlarında iffet, gençlerinde samimiyet, yaşlılarında şefkat kalmamış batılılar gibi… Tramvaylarda küpeli delikanlılar, mini etekli kızlar, sarmaş dolaş, havada üst üste uçuşan sineklere benzer edep ve hayadan uzak… Buna bağlı olarak aile kurumunun çok zayıfladığını, nüfusun azalmaya doğru meylettiğini belirtti. Macaristan Sovyetler Birliğinin çöküşü ile komünizmden ilk çıkan ülke olmuştu. Macarların Türklere karşı düşmanlık beslemediklerini söyledi.  

Evde bulamayınca Tuna kıyısındaki  Gültepe isimli küçük tepenin üzerindeki Gül Baba türbesine gidiyordum. Gül Baba Budin’de on yıl yaşamış, Anadolu’yu vatan yapma mücadelesinde Hoca Ahmet Yesevi’nin talebeleri alperenler, derviş gaziler gibi o da burada buna benzer bir hayat tarzı ile kendisini sevdirmiş, bin beş yüz kırk birde Budin Seferinde şehit düşmüştü. Şeyhülislam Ebusuud Efendi tarafından kıldırılan cenaze namazına Kanuni Sultan Süleyman da katılmıştır. İki yüz bin kişinin cenaze namazına iştirak ettiği rivayet edilir. Altıgen biçimindeki türbesi, bu gurbet elde bizden bir yapı olarak kollarını açmış beni çağırıyor, sımsıcak sarıyor ve bağrına basıyor hissine kapılıyordum.  

Büyük velinin kabri başında dua ediyor, sonra da bahçeye çıkıyordum. Biraz ilerleyince aşağıda ağır ağır akan nazlı Tuna’yı görüyordum. Vatanımdan ayrılalı topu topu bir hafta olmuştu olmasına da bana bir yıl gibi geliyor, köyümün kekik, çam kokan dağlarını,  ortasından derenin aktığı serin çayırlarını, ailemi, İstanbul’u, Süleymaniye’yi, Sultan Ahmet’i özlemiştim… Yalnızlık duygusuna kapılsam da burada iki dostum vardı. Birisi Mehmet, diğeri de Gül Baba… İçimdeki sıkıntıyı burada boşaltıyor, efkarlanıyor, kah bir türkü mırıldanıyor, kah marş söylüyordum. Havada, inceden yağan yağmurdan toprakla harmanlanmış bayır çiçekleri ve otlarının kokusunu duyuyordum… Nazlı Tuna salına salına akıyordu, kulaklarımda dolu dizgin at süren akıncıların nal sesleri çınlıyordu…   

Mehmet Budapeşte’de cami olmadığını, ezan sesine hasret kaldığını, yurda gittiğinde en çok sabah ezanını, özelikle Üsküdar’da saba makamında iki camiden karşılıklı okunan sabah ezanını hasretle dinlediğini anlattı.    

Onuncu gün öğleden sonra zili çaldığımda kapıyı, daha önce fotoğrafını gördüğüm, uzun boylu, kaytan bıyıklı, siyah saçlı, gözlüklü elli beş altmış yaşlarındaki Mondaki Kongur açtı. Türkçe konuştum.  

– Türkiye’den geldim. Mondaki Kongur’u arıyorum. 

– Benim, buyurun. 

– Size Türkiye’den mektup getirdim diyerek mektubu uzattım. Kapıda zarfı açtı ve hızlı bir şekilde okuyarak bana gönüldaşlarımla kucaklaştığım gibi sarıldı, kucaklaştık.  

– Sizi has misafirlerimin odasına alacağım. 

Yüksek tavanlı  evinin koridorundan geçerek arkadaki bir odaya aldı ve saygıyla;  

– Siz buyurun oturun, hemen geliyorum diyerek çıktı. 

Odaya girer girmez karşı duvarda tavandan tabana kadar bütün duvarı yekpare kaplayan büyük bir bozkurt tablosu vardı. Odanın geri kalan bölümü  duvardan duvara  bütün rafları boş kalmamacasına kitap ve dergilerle doluydu. Dergilerden biri dikkatimi çekti. Derginin adı hiç de yabancı olmadığım, uğruna tabutluklarda işkence gördükleri bir ismi taşıyordu: TURAN. Yalnız A harfinin üzerinde /  işareti vardı. Dergiyi rafdan aldım, ilk sayfasını açtım, Macarca iki mısra vardı ve sonu iki nokta üst üste Turan diye bitiyordu. Ziya Gökalp’in  

Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan;

Vatan, büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan 

Şiirinin  Macarcası yazıyordu. İçim burkuldu, sevinç ve hüznün birlikteliğiyle, tüylerimin diken diken olduğunu hissettim, duygulandım. 

Mondaki Kongur  içeriye girdi, bana çay getirmişti. Yemek getireceğini söyledi, tok olduğumu, yemeyeceğimi söyledim. Şivesi İstanbul şivesinden farklı olmasına rağmen anlaşılıyordu.   

– Bu dergiyi biz çıkarıyoruz, ancak ne zorluklarla çıkardığımızı anlatsam saatler alır.  

– Tahmin ediyorum. Türkiye’de de böyle bir dergiyi çıkarmak çok zordur. Görünürde bir engel yok zannedilir, fakat işin içine girince o kadar zorluklarla karşılaşılır ki şaşırır kalırsınız.  

Sohbet arasında ikinci mektupdaki kişiyi tanıyıp tanımadığını sordum, tanımayabilirdi çünkü başka bir ülkenin adı yazılıydı. Tanıdığını söyledi ve açık adresini verdi. Tekrar görüşmek üzere izin isteyip kalktım.  

Sabah ikinci mektubu teslim etmek üzere hareket ettim, Mehmet’e bir haftaya kadar döneceğimi söyledim. Adresi bulmak zor olmadı, mektubu sahibine teslim ettim. Bu yaşlı, aydın bir Gagavuz Türküydü. Üçüncü mektuptaki adresi burada öğrendim. Böylece birbirini takip edercesine dördüncü  ve beşinci mektupları bu şekilde adreslerini öğrenerek teslim ettim. Mektupları açıp okuduklarında altındaki imzadan olduğunu tahmin ettiğim bir hürmet, saygı, sıcak ilgi ve samimiyet görüyordum.

 

Arife Tarif Gerek !

Son yazdığım “Coğrafyayı temizlemede Wan örneği” başlıklı yazımdan sonra ismi bende mahfuz bir kişiden şöyle bir elektronik posta aldım.

“Ya Özcan bey ne korkuyorsunuz bu kadar… analizleriniz biraz gazete okuyan herkesin yapabileceği ve klişeleşmiş analizler, ülkenin bölündüğü bir yere gittiği falan yok, sakin olun.” diyordu  zat-ı muhterem…

Bu mesaj gelince bazı şeyler hakkındaki düşüncelerimi bir kez daha sizle paylaşmak istedim.

Birincisi Allah’tan başka kimseden korkum yoktur. Canı vereninde vakti zamanı gelince de alacak olanın da, Allah olduğunu bilir ve ona göre yaşarım.

Öngörülerde bulunmak korkmak demek değildir. Biraz tarih okursanız, milletinizin ve devletinizin nelerle karşılaştığını bilir, bunlara uygun bir hareket tarzı ve yaşam bilincine sahip olursunuz.

Örneğin Kıbrıs feth edilirken 70 bin şehit verilmiştir. Kıbrıs’a gidin bir tanesinin bile kabrini bulamazsınız. 1974 Kıbrıs Barış Harekatında verilen şehitlerin kabri şimdilik yerinde durmaktadır. Geçmiş unutturulursa onlarında mezarları birilerince yok edilecektir. Tıpkı tarihimiz gibi.

Analizlerimiz biraz gazete okuyan herkesin yapabileceği klişeleşmiş analizler ise niye okuyorsunuz ve okuduğunuz gibi bir de yorum yazma zahmetine niye katlanıyorsunuz?

Öyle ya ne okuyun ne de yorum yapın! Ne de olsa bunlar değersiz yazılar…

Bu hafta CHP Genel Başkanı Deniz Baykal partisinin Erzurum İl Kongresinde yaptığı konuşmada: orduya, camiye, yargıya, okula siyaset bulaşırsa Allah korusun Balkan Savaşlarındaki akıbete uğrarız diye konuştu.

Ne kadar değersiz bir tespit değil mi? Peki Baykal’ın işaret ettiği Balkan savaşında ne oldu?

Bilmeyenler bir daha öğrensin: ülkemizin yarısı elimizden uçtu gitti. Öyle ya zaten hepiniz bunu biliyorsunuz onun için hatırlatmak inanın çok gereksiz! Bir daha asla böyle şey olmaz!!! Dini kullanan siyaset tacirleri okuyup, üfler bela başımızdan def olur gider.

Size 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesinden sonra işgale uğrayan İstanbul’da Türk Milletine hangi muamele reva görüldü, 15 Mayıs 1919’da İzmir’e ayak basan Yunan ordusu Anadolu Rumları ile birleşerek nasıl tecavüzler ve katliam yaptı, Ermeniler Ruslarla nasıl birlik olup Anadolu’yu kan gölüne çevirdi anlatmayalım.

Ya ne anlatalım?

Yunan ile kardeş, Ermenilerle dost, PKK ile de gün gelip kucaklaşmamız gerektiğini mi anlatalım? Her halde Şiwan Perver kardeşin Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ı nasıl sevgi ile kucakladığını “memleketim” şarkısını nasıl bir iştiyakla okuduğunu gördünüz. Bunu da es geçelim isterseniz.

Bakın Taraf gazetesinin 14 Mart 2010 tarihli nüshasında “Pontuslu Rumlar böyle “temizlendi” ” vurgusu ile Ayşe Hür tarafından kaleme alınan yazı şöyle bitiyor”… Rumların da kendi ulus devletlerini kurmak istemelerinde bir garabet yok. İsveç Parlamentosu nu üyeleri, bu karmaşık tarihçeyi biliyorlar mı emin değilim ama Pontus milliyetçiliğini bastırmak için Topal Osman ve çetecilerinin uyguladığı yöntemlerin 1948 Soykırım Sözleşmesindeki tanıma uyduğunu düşünmeleri anlaşılır bir durum.”

Ayşe Hür, Ermeni yasa tasarısını onaylayan  İsveç Parlamentosuna Pontus’u hatırlatma yolu ile “bu soykırımdır” pasını atıyor. İsveç Parlamentosu da aklı sıra bunu da gol yapacak. Bunu da yazmayalım değil mi?

Birileri iç ihanet dediğimizde rahatsız oluyor diye biz ihanet edenleri teşhir etmekten vaz mı geçelim?

Erzurum’un Cinis köyünde 1891 doğumlu Ziya Demirtaş anlatıyor: “Ruslar ve Ermeniler Erzurum’u işgal etmiş batıya doğru ilerliyorlardı. Beş on gün sonra köyümüzü işgal ettiler. Rusların çekilişinin iki veya üçüncü günü, Ermeniler halkı köy meydanında topladı. Kadın ve çocukları ayırıp, camiye doldurdular. Caminin kapısını kilitlediler. Erkekleri de olayı seyredelim diye caminin önüne dizdiler. Sonra camiyi gaz döküp ateşe verdiler. Annem, karım, iki küçük oğlum, yengem ve çocukları caminin içinde idiler. Caminin kapısını açmak isteyenleri kurşunladılar. Biraz sonra cami içindekilerle yanarak kül oldu. Cami yandıktan sonra 100 kişi kadar olan erkekleri köyün dışında kurşuna dizmeye başladılar. Yaralanarak cesetlerin altında kalmışım.”

Bunlardan bahsetmeyelim, ne iyi olur değil mi? Biz yazmayalım, çizmeyelim, konuşmayalım, su uyur düşman uyumaz misali Türk Milletine husumet besleyenler etrafta cirit atsın öyle mi?

Türk Milletini parçalara bölme siyasetini yapanlara, Haburcu zihniyete laf etmeyelim mi istiyorsunuz? Orhan Pamuk’u, Elif Şafak’ı, Doğu Ergil’i ve bunlara benzeyen tayfayı mı alkışlayalım?

Size Balkanlardan bir örnek vereyim de belki yapılanı daha iyi anlarsınız.

Balkanlardaki bütün Romanlar daha düne kadar Türk olma çabasında idiler ve kendilerini Türk olarak görmeyenlere sitem ederlerdi. Dillerinden Çingeneceyi değil Türkçeyi düşürmezlerdi. Türkiye’de de durum aynen böyleydi. Şimdi biri kalkmış onlara siz ayrısınız biz açılıyoruz sizi de tanıyoruz diyor. Ne kadar garabet değil mi?

Türk Milletini kürt, çerkez, gürcü, laz  arnavut, boşnak vs. diye 36 etnik parçaya bölmek nedir? Bu projeyi ayakta alkışlayalım onumu istiyorsunuz?

Türk Dünyasının beyni ve kalbi olan Türkiye’nin sınırları, devleti ve milleti ile bölünmez bir bütündür dediğimiz için bize “sakin olun” deniliyor.

Tarihte olduğu gibi Türk Milletinin bu gün çevresi kuşatılmıştır. Derin bir uyku haline sokulan Türk milleti gazete, kitap, edebiyat, televizyon, din – iman denilerek sürekli uyutuluyor. Bu garipte buğday silosuna bir buğday taşıma mücadelesi veriyor. Ve ona “sakin ol” deniliyor.

Orhun Abidelerinde, batı cephesinde birinci taşta yani Tonyukuk Abidesinde Bilge Tonyukuk’un dediği gibi: “Türk Milleti öldü, mahvoldu, yok oldu. Türk Milletinin yerinde boy kalmadı. Ormanda taşta kalmış olanı toplayıp yedi yüz oldu. İki kısmı yaya idi. Yedi yüz kişiyi sevk eden büyükleri şad idi. Katıl dedi. Katılanı ben idim “Yaptığım ve yazdıklarımın bütün özeti işte bu… Ne diyelim arife bir tarif gerekti!     

Hangi Balları Tüketmeliyiz?

0

Balın en makbulü çiçek sayısı ve çiçek kalitesi ile ilgilidir. Ayrıca balların ilaç antibiyotik, naftalin, kalıntı ve sirayetlerinin olmamasıdır. En makbul bal çiçek sayısı fazla yüksek rakımlardan elde edilen polenlerin çapının küçük olduğu ve temiz yaylalardan elde edilen ve arıların ilaçlanması konusunda yeterli bilgi becerisi olan işine hile katmayan insanların arılarından elde edilen ballardır. Ancak günümüzde bu tür balları bulmak pek mümkün olmamaktadır.,

O yüzden tüketicinin çok bilinçli olması günümüzde kaçınılmazdır. Bununla ilgili tüketicilerimizi bilgilendirme amaçlı pratik bilgiler vermek istiyorum. En azından ilaç kalıntılı olup olmadığını anlamayabiliriz ancak diğer olumsuzlukları anlayabiliriz. Bunlardan sizlere önerebileceğim bazı hususlar şunlardır.

Süzme Balmı, Petek Balımı Yiyelim?

Petekli bal göze hoş görünür iştahı celbeder hileli olup olmadığı hususunda alıcıya pek endişe vermez. Bununla beraber, petekli bal içindeki balmumunun hiçbir besleyici değeri olmadığı sindirim sisteminde hiçbir değişikliğe uğramadan dışarı atıldığı hatta barsak parazitlerine sebebiyet vermektedir. Bu nedenle balı petekli olarak yemek israftır.

Balın Rengi ve Aroması:

Balın rengi yaklaşık su beyazından siyaha kadar değişir. Balın rengine nektar içerisindeki bitki pigmentleri sebep olur. kolloidal maddeler ısıtma ile balın koyulaşmasına sebep olur. Fazla ısıtılan ballarda bal içerisindeki aminoasitleri ile şekerlerin acılaşmasına sebep olur. Balın iyisi esmer petekte olur. Belirtilen analiz raporlarına göre koyu renkli ballarda potasyum, sodyum, magnezyum, demir, bakır, manganez, klor ve kükürt gibi kül maddeleri daha fazladır. Koyu renkli ballar asidikte, nitrojen mineral maddeler çok karmaşık şekerler bakımından açık renkli ballardan daha zengindirler.

Hileli Ballar:

1)-Zararsız olanı: Bal arılarına bol nektar akışı esnasında şekerli şurup yâda glikoz verilerek yapılan hileli baldır.

2)-Sahte Bal: Tamamen Kimyasal karışımlarla (Bal esansı. Atık şeker, mısır şurubu, tatlandırıcı vs) gibi karışımlardan yapılan sahte ballardır.

Hakiki bal kendine has kokusu, rahiyesi, rengi ve akışkanlığı vardır. Balın özelliği arının çiçekten aldığı nektara göre değişir. 2 şekilde öğrenilir.

Aldığımız balı az bir miktar bölüp bir tabak içerisine yerleştirip buzdolabının derin dondurucusuna yerleştiriniz. Haliyle donacaktır. Donan bal tereyağı gibi ise sahte değildir. Şayet balda pütürlenme ve reçeldeki gibi ağza alınınca çıtırdama varsa hile var demektir.

Diğer Yöntemler: Doğal bal tahta bir kaşık alıp akıtılır bal ip gibi kaymadan akarsa şekersiz doğal kesik, kesik akarsa şekerli baldır.

Şekerli Bal İle Doğal Bal Arasındaki Farklar:

Şekersiz doğal balı boğazı yakmaz tadı hafif ve hoştur. Şeker varsa boğazda yanma hissedersiniz. Tadı da dilinize garip gelebilir. Doğal balda ağır ilaç kokusu olmaz. Genelde çiçek ve bitkinin türüne göre kendine has hoş koku taşır. Kağıda 1 damla dökün ateşle yakın yanmadığını göreceksiniz.

 

İmza

İmza, nedir? Bunun cevabı, imzaya hangi açıdan baktığınızla ilgili. Grafoloji, namus algılaması, kendinizi evrende konumlandırma tarzı; birer bakış açısı.

Grafoloji ile ilgilenenler imzayı, kişiliğin dili olarak tanımlıyorlar. İmzaya şekil olarak baktığımızda şunlar söylenebilir: İmza, normal boyutta ve düzgün ise bu kişi için, gösterişten uzak, abartısız bir hayat süren, başkalarının haklarına saygı gösteren, kendisiyle barışık; imza, normalden küçük ise kendine güvenmeyen, topluma karışmaktan çekinen, kimseyle problemi olmayan, kendi halinde yaşamayı seven biri diyebiliriz. İmzanın kendisi ya da imzalardaki çizgiler yukarıya doğru ise bu imza sahibi, hedef ve ideallerini gerçekleştirecek güçlü duyguları olan biriymiş.

Bunun yanında, imzanın kendisi ile beraber çizgilerin yukarıya doğru çokluğu, doyumsuz bir kişilik demekmiş. İmzanın kendisi ya da imzalardaki çizgiler aşağıya doğru ise bu, kişinin benlik saygısının düşük olduğu (kendine güven ve cesareti olmadığı) anlamına geliyormuş. Çizgi üzerine atılan imza, kendini beğenen, özel hayatını gizlemeye çalışan, kuralcı ve toplumda ahlak memuru kesilen bir kişiliği yansıtıyormuş. Daire çizilerek atılan imza, sadece kendini düşünen bencil, paylaşmayı sevmeyen ve kendi kararını vermekte zorlanan bağımlı bir kişilikmiş.

İmzanın şekliyle ilgili yorumları çoğaltmak mümkün. Hatta imzalardaki ayrıntılara girerek komplo teorileri üretmek de mümkün. Bu, zarfa bakarak mazrufu görmemek, demektir. Halbuki atılan her imzanın bir bedeli vardır. Bir nikahtır, imza. Bir şeyi aldım, verdim, sattım, gördüm, duydum; demektir imza. Geri dönüşü mümkün olmayan kararlılıktır attığımız her imza. Kendini ortaya koymak, gerekirse uğrunda ölürüm; ama asla vazgeçmem, demektir. Basit bir karalama işi değildir.

Bir yere imza atmakla, sorumluluk ve bilinç sahibi olduğunu anlatmış olur kişi. Yüksek bir şahsiyet, güvenilecek kişi olmanın karşılığıdır imza. Altına imza atılan bir metinde yazan her sözcük, kişiyi sadece resmen değil, ahlaken, vicdanen bağlar. Sözün resmidir imza. Kişinin öncelikle kendine, sonra muhatabına ve Yaratan’ına verdiği sözdür. “Ben karaladım, işte oldu.” mantığıyla atılan imza, bir cibilliyetsizliğin, düşük ahlaklığın ifadesidir. Bir sırdır aynı zamanda imza. “Ser verip sır vermemeyi” gerektirir o. Sahibini her yönüyle, bağlar, yönlendirir, kontrol eder.

İmza, aynı zamanda bir eserdir. İmza atmak, eser sahibi olmaktır. Bir kişiye “Hangi esere imza attın?” dediğimizde, “Sen insanlık adına ne eser bıraktın?” demiş oluruz. Bizi yarınlarda da yaşatan güçtür, o. Mimar Sinan’ın yapıları, Yunus’un şiirleri ve birçok yüksek şahsiyetin kurduğu devletler, onların imzalarıdır aynı zamanda. İnsanlık, onların imzalarıyla bugüne gelmiş; tarih, onların imzalarıyla oluşmuştur. İster grafoloji ister etik açıdan bakalım, insan için bir değerdir, onurdur imza. Sahiplenmedir, hayatla bütünleşmedir, sosyal birlikteliktir, zamana yolculuktur. İmza atmak; tarihin ekseni, kutbu olmaktır.

Gölgeniz sizi yansıtır, imzanız da… Sizin taşıdığınız anlamın ta kendisidir imzanızın anlamı. Hayatın değeri, imzada gizlidir. “Söyle bana arkadaşını, söyleyeyim senin kim olduğunu.” atasözümüzdeki “arkadaş” yerine “imza” sözcüğünü koyabilirsiniz. Siz değerli olun ki imzanız değer bulsun.

“Topraklarımızı alamazlar”

Herkese Merhaba… Herkese Merhaba… Herkese Merhaba…
İşte hemen kıssadan hissemiz geliyor sevgili okur.

İki şey ‘Kalitesiz İnsan’ın özelliği: 1-Şikayetçilik  2-Dedikodu

İki şey çözümsüz görünen problemleri bile çözer:

1-Bakış açısını değiştirmek.  2-Karşısındakinin yerine kendini koyabilmek

İki şey yanlış yapmanı engeller:

1-Şahıs ve olayları akıl ve kalp süzgeçinden geçirmek.  2-Hak yememek

İki şey kişiyi gözden düşürür:

1- Demagoji (Laf kalabalığı) 2-Kendini ağıra satmak (övmek, vazgeçilmez göstermek)

İki şey insanı ‘Nitelikli İnsan’ yapar: 1-İradeye hakim olmak.  2-Uyumlu Olmak.

İki şey ‘Ekstra Değer’ katar:

1-Hitabet ve diksiyon eğitimi almak.  2-Anlayarak hızlı okumayı öğrenmek.

İki şey geri bırakır: 1-Kararsızlık  2-Cesaretsizlik

İki şey kaşif yapar: 1-Nitelikli çevre. 2-Biraz delilik

İki şey ömür boyu boşa kürek çekmemeni sağlar:

1-Baskın yeteneği bulmak. 2- Sevdiğin işi yapmak

İki şey başarının sırrıdır: 1-Ustalardan ustalığı öğrenmek. 2-Kendini güncellemek

İki şey başarıyı mutlulukla beraber yakalamanın sırrıdır:

1-Niyetin saf olması. 2-Ruhsal farkındalık

İki şey milyonlarca insandan ayırır:

1-Sorunun değil, çözümün parçası olmak.
2-Hayata ve her şeye yeni (özgün, orijinal, farklı) bakış açısıyla yaklaşabilmek.

İki şey gelişmeyi engeller: 1-Aşırılık (mübalağa, abartı, ifrat). 2-Felakete odaklanmış olmak

İki şey çözüm getirir: 1-Tebessüm (gülümseme)  2-Sükut (susmak)

İki şeyin değeri kaybedilince anlaşılır: 1-Anne  2-Baba

İki şey geri alınmaz: 1-Geçen zaman. 2-Söylenen söz

İki şey ulaşmaya değerdir: 1-Sevgi. 2-Bilgi

İki şey “hayatta önemli olan her şey” içindir: 1-Nefes alabilmek. 2-Nefes verebilmek.

Bu kısa alıntıyı yaşamımıza geçirebilmemiz dileğiyle sizinle paylaştım… Onu da ancak şöyle yapabiliriz… Yazının çıktısını alıp, gidip gelip okuyabileceğimiz bir yere asarak, mesela buzdolabının üstüne… Deneyimledim… Bir de bakıyorsunuz ki yaşamınıza geçirmişsiniz… Size de tavsiye ederim…

Hadi artık köşeme geçelim ve gelelim bugünkü konumuza sevgili okur…

Ender bir haftasonu evimde oturuyorum… Dışarıya çıkmakla çıkmamak arasında gelgitler yaşarken, cep telefonuma bir mesaj… Avatar filmine özel bir gösterimle gidiyoruz… Sizi de bekleriz… Saat 17.15… Gösterim 18.15… Aydınlar Ocağı…

İşte diyorum ben de bunu bekliyordum… Hemen hazırlanıp kendimi sokağa atıyorum… Yıldırım hızıyla Özdilek Sinemaları’nın önünde buluyoruz kendimizi kardeşimle…

İşte diyorum organizasyon budur Ahsen Bey… 1 saat içinde bu hızla toplanabilme kabiliyetimize hayran oldum sayın başkan ve değerli üyeler…

Eee zaten Aydınlar Ocağı’ndan farklı birşey beklemiyordum… Çünkü yıllar önce Aydınlar Ocağı’yla görevli gittiğim GAP Gezisi’nin nasıl bir deneyim olduğu anlatılmaz ancak yaşanır…  

Neyse sevgili okur… Keyfime diyecek yok… Dostlar arasındayım… Biraz da sinemadan bahsedeyim…

Dünyadaki ve Türkiye’deki en iyi ve yeni sinema teknolojisi olan 3 boyutlu sinema keyfi Kocaeli’de ilk ve tek olarak Özdilek Alışveriş Merkezi’nde izleyicilerle buluştu.
İşletme müdürü Ayhan Okyar Bey güleryüzlü konukseverliğiyle ağırlıyor bizleri… Kentin ilgisinden oldukça memnun olduklarını belirtiyor ve ekliyor… “Bu ilgi karşısında sinemamızı yenileme ve salon sayımızı 5’e çıkarmak için yatırım kararı aldık. Kocaeli Özdilek Alışveriş Merkezi olarak 12 yıldır olduğu gibi müşterilerimizin her türlü ihtiyaç ve isteklerine uygun olarak yeniden dizayn edeceğiz. Bu keyfi yaşamaya Kocaeli’yi davet ediyorum.”

Şimdi de gelelim filmin konusuna… Yunan mitolojisinde Pandora’nın öyküsü şöyle anlatılır: Eskiden insanoğulları bu dünyada dertlerden, kaygılardan uzak yaşarlardı, bilmezlerdi ölüm getiren hastalıkları. Pandora açınca kutunun kapağını, dağıttı insanlara acıları, dertleri. Bir tek umut kaldı dışarı çıkmadık, kapağı açılan dert kutusundan.

Umut tam çıkacakken Pandora kapatmıştı kapağını, böyle istemişti bulutlar devşiren Zeus. Gündelik dilde Pandora’nın Kutusu “bütün kötülükler”i ifade etmek için kullanılırken James Cameron Pandora’ya umut açısından bakıyor. Na’viler ise ona göre bizim sahip olmak isteyip de doğadan uzaklaştıkça kaybettiğimiz beceriklilik, maneviyat ve bilgeliğin simgesi.

Daha fazla anlatmayayım… Filmden çıktığımda kulaklarımda şu cümle çınlıyordu… Sevimli mavi canlılar Na’viler “Topraklarımızı alamazlar” diyorlardı… Duyduk duymadık demeyin…

Anlayana sivrisinek saz… Anlamayana “Her Şeye Maydanoz”unuzun davulu az sevgili okur… Güm be de güm güm… Güm be de güm güm güm… Güm güm güm…

Şimdilik benden bu kadar sevgili okur… Yeniden görüşünceye kadar en çok beni özleyin… En çok beni özleyin… En çok beni özleyin… Hatta bir tek beni özleyin…