13.8 C
Kocaeli
Salı, Eylül 30, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1178

Erbakan’ın Son Sözleri

0

Fazilet partisinin kapatılması ile birlikte hatırlanacağı gibi parti kadroları, Ak parti ve Saadet partisi olarak ikiye bölündü.  Akabinde Ak Parti ezici bir halk desteği ile 3 Kasım 2002 de iktidara geldi. Ak Parti’nin arkasına aldığı halk desteğinden sonra, Milli Görüş hareketinin kurucu lideri Necmettin Erbakan Hoca’nın dolaylı liderliğinde siyaset yapan Saadet partisinin siyaseten ömrünü tükettiğine o tarihten beri inananlardan birisiyim.

Bu kanaatimin temel nedeni de, Ak Parti’nin kurucu kadrolarının Erbakan Hoca’nın talebeleri ve kurmaylarından oluşmasıdır. Erbakan’ın başaramadığını onlar başarmıştı. Hiç muhalefet olmadan iktidara gelmişlerdi. Milli görüş ve diğer muhafazakâr grupların özlemini çektikleri Türkiye’yi yönetme, kalkındırma, rüşvetten arındırma, şeffaflaştırma,  geliştirme ve lider ülke yapma sorumluluğunu kucaklarında bulmuşlardı.  Bundan dolayı, Milli görüş çizgisinin temsilcisi sıfatı ile siyaset yapmaya devam eden Saadet partisinin siyasi manevra alanı Ak parti ile birlikte fiilen kapanmıştı. Çünkü Milli görüş çizgisinin bürokrasideki, iş çevrelerindeki ve basın camiasındaki uzantıları artık Türkiye’yi doğrudan yönetiyorlardı. Saadet partisine söylem düzeyinde de olsa fikir verecek hiç kimse kalmamıştı.

Ancak 3 Kasım 2002 den bu yana Saadet partisi, yine de Erbakan Hoca’ya sadakat ve vefa gösterenlerin partisi olarak siyaset yapmaya devam etti. Son günlerde vefalılar, sadıklar ve Ak saçlı parti oligarklarının partisi durumundaki Saadet partisi, yeni bir parçalanma ve bölünme sürecine girdi.  Numan Kurtulmuş’un saldırıya uğraması, partinin kayyuma devredilmesi ve akabinde Kurtulmuş’un partiden ekibi ile birlikte Erbakan Hoca ve bağlılarına meydan okuyarak ayrılması, yetmişlerin söylemiyle inşa edilen milli görüş hareketini yeniden tartışmaya açtı. Numan Kurtulmuş ile Ak saçlılar denilen grup arasında meydana gelen tartışmalarda kimin haklı ya da haksız olduğu konusunda bir değerlendirme yapmayacağım.  Erbakan Hoca’nın bu süreçte Partiden ayrılan grup hakkında kullandığı ifade üzerinde duracağım. Bu süreçte Erbakan Hoca’nın söylediği şu son açıklama üzerinde durulması gereken önemli bir konudur. Hoca; “Sürüden ayrılanı kurt kapar, sırat-ı müstakimden şaşmamak esastır. Diğer partilere benzeyip heves etmek adım adım helake götürür.” Demektedir.

Erbakan Hoca dikkat edilirse yukarıdaki ifadeleriyle, milli görüş mensuplarını sürüye benzetmektedir. Onları kendilerine ait fikirleri, tercihleri, amaçları, beklentileri, arzuları ve duruşları olan kişiler olarak görmüyor. Ardından söz konusu sürüye aidiyeti ise sırat-ı müstakimde olmayla özdeşleştirmektedir. Sırat-ı müstakim, dini bir ifadedir. Fatiha suresinde geçmektedir. Allah’ın kendisine nimet verdiği peygamberlerin, nebilerin, Allah dostlarının, muttakilerin, ihlâslı samimi müminlerin yolu ve çizgisi demektir. Hoca’nın bu ifadesi aynı zamanda Peygamberlere, nebilere ve Allah dostlarına inananları da onların sürüleri olarak görmek demektir.

Erbakan hoca’nın bu ifadeleri yukarıdaki anlam düşünüldüğünde, hem itikadı olarak hem de siyasi olarak bizi önemli açmazlarla karşı karşıya bırakmaktadır. Önce itikadı mesele üstünde duracağım. Peygamberimiz(a.s) ile ashabı arasındaki ilişki bir çoban ve sürü ilişkisi değildir. Lider ve taraftar ilişkisi de değildir. Allah’ın varlığına, birliğine, tekliğine ve Hz. Muhammed (a.s)’ın O’nun elçisi olduğuna inanma ve bu inanç ölçüsünce bağlanma ilişkisidir. Kur’an-ı kerimde Resul-ı Ekreme inananlar, O’nun sürüsü değil, sahabesi yani arkadaşı ve yoldaşı olarak tanımlanmaktadır. Sevgili Peygamberimiz, dava arkadaşlarına hiçbir zaman bana bağlı olanlar,  benim itaatçilerim ya da sürülerim diye hitap etmemiştir.  O kutlu insanlara; arkadaşlarım, yoldaşlarım yani ashabım diye hitap etmiştir. Bir hadis-i şerifte sevgili peygamberimiz(a.s) “Müslümanlara hitaben, Hepiniz çobansınız hepiniz güttüğünüz sürüden sorumlusunuz” demektedir. Dikkat edilirse Müslümanlar sorumluluk makamında olan çobanlar olarak görülmektedir. Daha sonraki dini kaynaklarımızın hepsinde de sevgili Peygamberimize sağlığında inananlar ve onunla birlikte bulunan kutlu insanlar için, O’nun arkadaşları, yoldaşları yani ashabı deyimi kullanılmıştır. Maalesef Hoca kendine vefa gösteren Saadet partilileri kendi liderliğindeki sürü olarak görmüştür.

İkinci olarak Hoca’nın ifadelerinde dini bir toplumsal süreç, bağlılık,  ilişki veya etkileşim politik bir ilişkiye benzeştirilmiştir. Benzer bir ilişki biçiminin ilk örneklerini Hz. Ali’nin kendi taraftarlarına hitaben söylediği ey Şiilerim, yani taraftarlarım sözünde de bulmaktayız. Bu ifade bilindiği gibi Müslümanları önce siyasi olarak böldü. Sonra da itikadı olarak Sünni ve Şii diye parçaladı. Yani siyasi ve politik bir çekişmenin dini bir anlamla ilişkilendirilmesi tecrübesini Müslümanlar çok önceleri acı bir şekilde yaşadı. Etkileri günümüze kadar devam etti. Erbakan hoca ile Ak Parti kurmayları ve Numan Kurtulmuş ekibi arasında meydana gelen uzlaşmazlıklar siyasi uzlaşmazlıklardır. Dini uzlaşmazlıklar değildir. Ama Hoca ısrarla uzlaşmazlığa dini bir muhteva kazandırmaya çalışmaktadır. Kendi liderliğine ve parti oligarşisine karşı gelenleri ve söz konusu vefalılar, sadıklar oligarşisinden ayrılanları dini bir dille sapkınlar olarak suçlayabilmektedir.

Siyasi hareketler doğaları gereği dünyevi mevkileri, makamları, fırsatları ve imkânları niyet ne kadar halis olursa olsun mensuplarına sunarlar. Bundan dolayı politik makamların insanları doğru yoldan saptırma ihtimali çok yüksektir. Politik ve bürokratik makamlar dinibütün Müslümanlar için aslında ateşten gömlektir. İnsanları şımartır. Gururlandırır, Sui zanda bulunmayı besler. Siyasi ve politik oluşumlar birçok yönü ile iktisadi oluşumlar gibidir. İktisadi oluşumlar ve girişimler doğrudan maddi kazanca yönelirler. Siyasi girişimler ise dünyevi şöhretlerle yüklüdürler. Maddi bir kazancın kullanım değeri sahibine göre değişir. Maddi kazancın kendisi bizatihi din değildir. Zekât ve sadaka gibi, dini bir amaçla harcanınca tezkiye edilir ve dini bir değer edinir. Siyasi ve politik gruplarda böyledir. Kendileri bizatihi dini değildir. Dini ve manevi değerlere göre, yani hak adalet ve umumi fayda ilkeleri gözetilerek siyasi güç kullanıldığında, dini manada beklenen fayda sağlanmış olur.

Erbakan Hoca 50 yılı aşkın bir zamandır siyasette mücadele etmektedir. Bu süre içinde birçok grupla ve kişi ile uzlaştı. Birlikte parti kurdu. Seçim meydanlarında mücadele etti. Kurduğu partiler kapatıldı. Arkadaşlarıyla birlikte tutuklandı. Başlangıçta kendisi ile birlikte olan birçok cemaat ve dini hassasiyetleri olan kimseler daha sonra ayrıldı. Başka partilere geçti. Kendisi siyasi hayatında hiç tahmin etmediği partilerle uzlaştı, koalisyon hükümetleri kurdu. Yaşananlardan ibret alması gerekenlerin başında gelmektedir. Ancak her nedense hiçte ibret almış görüntüsü vermiyor. Partisini ve kendisine sadık kalan ak saçlı parti oligarklarını sırat-ı müstakim’in kendisi olarak görmeye ve bu zaviyeden propaganda yapmaya devam ediyor.

 

Çelik Kafesteki Esir

“HİKÂYELERLE HAYAT”

Gardiyan adi mahkûmlar koğuşuna alınacağını söyleyerek, büyük bir gacırtı ile koğuşun demir kapılarını aça, aça nihayet koğuşa aldı. İçeride ranzalar, dağınık yataklar, sigara dumanı ve de yanık, yanık çalan bir saz, saza eşlik eden halka şeklinde oturmuş on beş yirmi mahkûm…  

 Saz çalanın yanında, Nuri Sesigüzel’i kıskandıracak kadar yanık Urfa türküsü söyleyen otuz, otuzbeş yaşlarında, bir haftalık sakalı, bıyığı, kalın kaşları, kıvırcık siyah saçları,   esmer rengi, eski püskü elbiseleri ile yere bağdaş kurmuş, evlerindeki eski ahşap işlemeli saatin kolu gibi iki yanına sallanıp, arada bir gözlerini yuman adamın bu kadifeye benzer sesi girer girmez onu etkilemişti.  Orta yaşlı, kaytan bıyıklı, koca burunlu, elinde kehribar tespihli olanı oturmasını işaret etti. Ürkek ve sessiz, ayaklarının ucuna basa, basa çekingen bir halde, kenara ilişti. Otuz yaşlarındaki yanına oturduğu adam ona döndü: 

– Gardaş hoş geldin. Benim adım Samet. 

– Hoş bulduk. İrfan. 

– Neden girdin? 

– Cinayet.

– Hayırlısı olsun. Allah sabır versin. 

– Sağol. 

İrfan henüz on yedi yaşındaydı. Bir ablası, ilkokul beşinci sınıfa giden kız kardeşi, bir de ilkokula yeni başlayan erkek kardeşi vardı. Babası ablasını da okutmak istemiş, ne yaptıysa olmamış ve ortaokuldan sonra okumamıştı. 

İrfan’ın iyi bir eğitim alması için  köyde okul olduğu halde, ilkokul ve ortaokulu şehirde okumasını sağlamıştı. Şehirde merkezden uzak, amcalarıyla aynı sokakta iki dönüm büyük bir bahçe içinde, biri kendilerine ait, diğeri misafirler için yapılmış iki evleri olduğu halde, okula yakın olması için şehir merkezinde başka bir ev almışlardı. 

İrfan da ailesinin emeklerini boşa çıkarmamış ilkokul ve ortaokulu birincilikle bitirmişti. Öğretmenlerinin tavsiyesiyle İzmir’ de iyi bir liseye kaydoldu. Lisede okurken siyasi kavgalar kızışmıştı. İrfan babasına söz verdiği için bu tür hadiselere karışmamış, yalnızca dersleri ile ilgilenmişti. Liseyi yeni bitirip üniversite sınavına girmişti, okulda çok başarılı bir öğrenciydi, sınavı da iyi geçmişti. Çocukluğu ve gençliği emsallerine nazaran çok daha iyi imkanlarla donanımlı ve oldukça başarılı bir eğitimle geçmiş, lisede iyi arkadaşlar edinmişti. 

Babası oldukça varlıklı sayılırdı. Beş bin dönümün üzerinde büyük bir kısmında, göz alabildiğince pamuk, yer, yer mısır, buğday ekili, yılda iki kez ürün alınan verimli topraklara sahip çiftliği, çok sayıda büyük ve küçük baş hayvanları, traktörü, doktor Fikri Bey’in arabasından daha güzel arabası, iki de kamyonları vardı. O yıllarda daha çok pamuk yetiştirmek revaçtaydı. Yaz tatillerini köyde geçirir, tarlada çalışır, kitap okur, arkadaşları ile oynar, ava giderdi. 

Dedesi; Yunan’a karşı çete savaşı vermiş Ahmet Efe’nin kardeşi olup, o bölgede hatırı sayılır, sözü dinlenir, Mekteb-i Rüştiye’yi bitirmiş, Yunan işgali sırasında ağabeyi ile işgale direnmiş,  yüz yaşını aşmasına rağmen hala dinç bir adamdı. Çocukluğunda,  Ahmet Efe’nin, dedesinden başka hayatta kalan tek “kızan”ı Süleyman Dede’ den o yıllara ait savaş hatıralarını dinlemişti. Üç köy ötedeki çayın, dik yamaçlardan sonra küçük bir çağlayan olup, düz vadide geniş bir alana yayılarak aktığı, bir kenarının dik bir kayalığa yaslandığı, kayalığın hemen üzerinde sur gibi bitki örtüsüyle kaplı yerde Yunan askerlerini nasıl pusuya düşürdüklerini, her seferinde sanki o taşın arkasından “martin”i(1) ile ateş ediyormuşcasına heyacanlanarak, büyük bir hazla Süleyman Dede’ye defalarca anlattırırdı. 

Süleyman Dede de onu hiç kırmaz, yaz tatillerinde, her defasında bıkmadan usanmadan kendisinin pusuya yattığı, çayın kayalıklardan dökülmeden önce baldırlarına kadar derinliği olan yerde suya girer, kayaya yaslanır, tüfeğini aşağıya doğrulturdu. Belki de o da o günleri yeniden yaşıyordu… Halbuki o gün soğuk bir kış gecesiydi, Ahmet Efe’nin kızanlarının bir kısmı bu diz boyundan derin suda saatlerce çıt çıkarmadan beklemişlerdi. O  gece hava buz kesiyordu, sert rüzgar yanaklarını bıçak gibi yalıyordu, zifiri karanlıktı. Konuşmak, sigara içmek yasaktı. Sabaha karşı Ahmet Efe’nin işareti ile ateşe başladılar. Yunanlılar ne olduğunu anlayamadan feci bir tuzağa düştüklerini fark etmede geç kaldılar. Düşman en ciddi zayiatlarından birini vermişti. 

Ahmet Efe’nin büyük ağabeyi, Sultan Abdulhamit Han’ın Karakeçililerden meydana gelen saraydaki korumalarındandı. 

Ahmet Efe, Yunanlılar için çelik kadar acımasız, buz kadar soğuktu, gecenin zifiri karanlığında dolaşan, hangi delikten çıkacağı belli olmayan bir ölüm meleğiydi. İşgalle birlikte katledilen en küçük iki kardeşi, karısı ve çocuklarından sonra yüzünde, cehennem ıstırabı yaşamış bir ölü gibi ifade vardı. Sanki sinirleri tek, tek cımbızla alınmıştı. Sıradan bir insan için olan herhangi bir ağrı onun için birazcık fazla kaşınma olabilirdi. Ama bir çita kadar hızlı, kaplan kadar çevikti. Tabii kızanlarına karşı hoşgörülü olduğunu söylemeye gerek yok. Tam bir sır küpüydü… 

Bir kış gecesi baskından döndüler. Daha uzun, dolambaçlı, sarp kayalıklardan geçerek izlerini kaybettirdiler. Beş gün sonra Madra’nın yamaçlarındaki mağaradan çıktılar. Yüksek çamlar arasından karla kaplı dağı aşacaklardı. Çam ormanında rüzgar hiç ara vermeden ıslık çalıyor, az öteden uluyan çakalların sesi karda yürüyenlerin ayak seslerini bastırıyordu. Dağı aşıp nahiyeye doğru yol aldılar. 

 Nahiyede sevdikleri bir arkadaşının kızının düğünü vardı. Zeybek oyun havası çalan davulun sesi uzaktan duyuluyordu. Köyün tepelerine nöbetçileri yerleştirip düğün evine vardılar. 

Çok uzun kalmak tehlikeli olurdu. Düğün sahibi ısrar etti, düğün yemeği yedirmeden bırakmam dedi. Yemekten sonra kahvelerini içtiler, izin istediler. 

Ahmet Efe ile aynı sofradaki beş kişinin başı dönüyor, kusacak gibi oluyordu, adım atacak halleri yoktu. Zehirlenmişlerdi… Biri düğün sahibi olmak üzere beşi de orada vefat etti. Zehiri koyan yıllardır hep iyilik yaptıkları bir Rum kadındı… 

Yine köylerinin üstündeki yolun kenarındaki Çoban Çeşmesi’nin önünde  iki yaşındaki hasta oğlunu görmeye gelen dedesinin küçük kardeşi ile hanımının, iki yaşındaki bebeklerinin gavur Yunan tarafından şehit edildiğini de yüreğine bıçak saplanıyormuşçasına,  dişlerini birbirine geçirerek, yumruklarını sıkarak, gözyaşlarını saklayarak dinlerdi… 

Süleyman Dede o yaşına rağmen adeta ekmeğini taşdan çıkarır, yevmiye ile işe gider, İrfan’ın dedesi ve babasının yardımını dahi kabul etmezdi. Giyimi bile o yıllardan beri değişmemişti. Ayağında lastik ayakkabısı ya da çarığı, dizinin ortasına kadar uzanan örme yün çorabı, diz altına varan dizliği (şalvar), belindeki kalın kuşağının üstünde silahlığı, mor renkte beyaz çizgili mintanının üzerinde çapraz düğmelenmiş cepkeni vardı. 

Üniversite sınavından çıktığı gibi köylerine döndü. Süleyman Dede’nin iki ay önce vefat ettiğini, üzülmemesi için de kendisine haber verilmediğini, öğrendi. 

Yürekleri dağlayan, insanı bir anda ya ortasından küçük bir derenin kıvrıla, kıvrıla aktığı yaylalara ya da ormanın bittiği denizin başladığı masmavi koylara götürdüğünü hissettiği türkülerden sonra orta yaşlı, kaytan bıyıklı olanı  yüksek sesle “hoş geldin” dedi. Tanışma faslından sonra neden içeri düştüğünü sordular. İrfan koğuş arkadaşlarıyla tanışırken bir de hiç tanışıklığı olmadığı kederle de tanışıyordu ki; aldığı darbenin yeni, yeni farkına varıyordu. 

O gün tarladan dönen ablası ve iki kıza, adı geçtiğinde hiç de iyi anılmayan Cemil ve Metin sarkıntılık etmeye başlamışlar, kızlar da bağırarak yardım istemişlerdi. Bağırışmaları, çığlıkları duyan İrfan ve etrafta bulunan köylüler koşmuş, olay yerine varan İrfan’la Cemil arasında boğuşma olurken Cemil silahına davranmış, boğuşma esnasında silah patlamış ve Cemil olay yerinde ölmüştü. Metin de köylüler tarafından linç edilecekken herkesin sözünü dinlediği Halil Amca tarafından kurtarılmış, olay yerine gelen jandarmaya teslim edilmişti. Nezarette iken demir parmaklıklar arasında amcası, babası, ablası ile görüşebilmişti. Ablasının gözyaşları sel olup akmıştı. Babası ve amcası vakur, gün görmüş adamlardı. Annesini ve küçük kardeşlerini getirmemişlerdi.

On beş gün sonra görüş gününde babası, amcası, annesi, kardeşleriyle görüştü. Babası sormuş soruşturmuş iyi bir avukat tutmuştu. İrfan’a okur düşüncesiyle babası kitaplar ve Kur’an-ı Kerim getirmişti. 

Aradan geçen bir ayda koğuşa alışmıştı, arkadaş edinmişti. Koğuşun en küçüğü olmasına rağmen babası, amcası gibi vakurdu. Taner, İrfan’dan üç yaş büyük 1.90 boyu, siyah düz yana taranan saçları, düzgün burnu, beyaz dişleri ile filmlerdeki jönler kadar yakışıklıydı ve İrfan’la samimi arkadaş olmuşlardı. Taner  doğma büyüme İzmir’liydi. Arkadaşları arasında, eğlenceye düşkün, su gibi alkol tüketen, hovarda biri olarak tanınırdı. İrfan onun temiz bir kalbi olduğunu anlamıştı. 

Taner vardı, ama yine de içi sıkılıyor, canı çıkacak gibi oluyor, ağlıyordu. İsteyerek öldürmemişti, bir anda Cemil’in bileğini bükmüş, silah da ateş almıştı. Ancak ırz düşmanı birisi ona göre öldürülmeliydi. Canı çıkacak gibi can sıkıntısı canına tak demişti de bir kemendin ucunda canına kıymayı bile düşünmüştü. 

O gün sabah saat ona doğru Taner’le birlikte hamama gittiler. İrfan başını, yüzünü sabunlarken birden bire sol göğsünde tarifsiz bir acıyla irkildi, bağırışmalar arasında gözleri sabundan cayır cayır yanarken etraftan yetişenler tarafından kenara oturtulduğunu, elini sol tarafına attığında avucunun içinin kıpkırmızı kan olduğunu fark etti. Şişlenmişti… Ayaklarının bastığı yerlerdeki suyun kırmızı aktığını gördü. Havluyla sardılar. Ambulansa bindirildi. Hem kolunda hem de ayağında serum takılıydı. Hastaneye ulaşır ulaşmaz ameliyata aldılar. İrfan gözünü açtığında hemşire hanım tansiyonunu ölçüyordu. 

 – Geçmiş olsun. Ucuz atlattınız. 

 – Sağolun. Neyim var ? 

 – Kalbinizin altından akciğerinize girmiş. Akciğerinize tüp taktılar. On güne kalmaz iyileşirsiniz. 

 

 Ailesinin haberi olur olmaz hemen şimdi doğumevi hastanesi olarak kullanılan, o zamanlar devlet hastanesi olan Konak’taki hastaneye koşmuşlardı. Dedesi, amcası ve babası taburcu olmadan önce tekrar aynı koğuşa gitmesinin sakıncalı olduğunu, memleketlerinden, lisede öğrenci iken tanıdıkları, sevdikleri ve güvendikleri Mehmet Ağabeyi’nin koğuşuna geçmesinin daha isabetli, güvenli olacağını söylemişlerdi. 

On gün sonra taburcu olarak tekrar cezaevine döndü. Cezaevi yönetimine Mehmet ağabeyi ile görüşmek istediğini bildirdi. Görüştürdüler, hasretle kucaklaştılar. Mehmet liseyi memleketlerinde okurken İrfan henüz daha küçüktü. Mehmet’i ailece severlerdi.  

Babası; 

-Dürüst, mert, yiğit oğlan derdi. 

– Geçmiş olsun, ucuz atlatmışsın diyerek Mehmet sandalyeye oturdu.  – Sağol ağabey. Sizden bir ricam var. 

 – Tabii, seve, seve nedir? 

 – Sizin koğuşa gelmek istiyorum, beni alır mısınız? 

– Tabii ki. Fakat sonra söylemedi deme, bizim koğuşu duymuşsundur. Yine de baştan söyleyeyim, bizde namaz kılmak, oruç tutmak hele de kitap okumak neredeyse mecburi gibidir. Orada bir düzen vardır ve arkadaşlarım buna uyulmasını isterler. 

– Bu kadar mı? 

– Evet. 

– Bunları yapmayı ben o kadar çok istiyorum ki anlatamam. Seve, seve, koşa, koşa yaparım. Ne zaman geliyorum? 

– Tekrar soruyorum. Birkaç ay sonra zor geliyor demeyesin. 

– Kesinlikle böyle bir şey olmayacak. Bu söylediklerin hep benim  çok yapmak isteyip de yapamadığım şeyler. Ne zaman geleyim? 

– Hemen! 

Tekrar sarıldılar. Cezaevi idaresi isteğini kabul etti. Taner’e koğuş değiştireceğini söyleyince; 

– O koğuşta namaz kılmayanı falakaya yatırıyorlarmış, sakın gitme. Bize göre değil. 

– Zannetmiyorum. Ruhumun namaz kılmaya, Kur’an okumaya ihtiyacının hava kadar, su kadar olduğunu hissettim. Gideceğim. 

– Yahu kardeşim ben de isterim, fakat yapmak zor geliyor. Sen yine de gitme. Ne olursun gitme! 

– Kararımı verdim, gideceğim. Artık hiç kimse beni kararımdan döndüremez, boşuna uğraşma. Sen de gel, beraber gidelim. 

–  Gitmeni istemiyorum, fakat kararını vermişsin. 

–  Evet. Allah’ a ısmarladık. Hoşça kal. 

Koğuştakilerle vedalaşıp ayrıldı. 

Yeni koğuşuna geldiğinde Mehmet Ağabeyi onu oradakilerle tanıştırdı. İkindi namazının kılınacağını abdest alanlardan öğrendi, abdest aldı. Kelimelerle anlatılamaz bir huşu içinde namaza durdu. Cemaatle kıldılar. Ne tür kitaplardan hoşlandığını sorup, kitaplıktan kitap seçmesini sonra da okuyup anlatacağını söylediler.  

Babası son gelişinde üniversite sınav sonucunu getirmişti. Zarfı aldı, ilk tercihini, İTÜ Elektronik Bölümünü yüksek bir puanla kazanmıştı.  

 Günler, haftalar, aylar geçiyor, İrfan en çok kitap okuyan, okuduğunu sorgulayan, yorumlayan oluyordu. Görüş günlerinde ailesi geliyor, hasretini biraz da olsa dindiriyordu. Yıllardır dışarıda ruhunun arayıp da bulamadığı huzuru demir parmaklıklar arasında bulmuştu. Dışarıda iken bedeninin hür, ruhunun çelik kafesde esir, şimdi ise bu demir parmaklıklar ardında bedeninin esir, ruhunun ise susadığı huzur ve hürriyete kavuştuğunu hissetti. Burada şişlenme tehlikesi de yoktu. 

İnsanoğlu kendine yabancılaşmış, kendinden uzaklaşmıştı. İnsan istismar edilmek istemiyordu. Hürriyet Allah’dan gayrısına kul olmamaktı… “Allah’tan başka ilah yoktur” ölçüsü ile hareket edebilmekti… “İnsanoğlu vicdanına saldıran sahte tanrıları yıkmadıkça ahlaklı olamaz, mutlu olamaz”dı… Allah’tan gayrı tanrılar edinenler, özledikleri ahlak ve mutluluğa da ulaşamazdı…  

Artık burası onlar için cezaevi değildi, Yusufiyeydi, taşmedreseydi. Yusufiyede sabrı, alçak gönüllüğü, gönüldaşlığı, bir dilim ekmeği paylaşırken daha çok mutlu olmayı, idam edilecek arkadaşlarının acısını yürekten hissetmeyi, hissetmesine rağmen acılarının üstüne taş basmayı, yüreği alev alev kor gibi yanarken de başkalarının hissiz diyecekleri kadar acılarını, sevinçlerini,  duygularını belli etmemeyi öğrenecekti… Çok kısa zamanda kan damlayan yüreğini yüzüne yansıtmamayı, gönlündeki beyaz gülfidanı tomurcuklanıp açtığında da, kezzap dökülüp kurutulduğunda da “neyin var” sorusu ile muhatap dahi olmayacak derecede duygularını karşısındakine aksettirmemeyi başaracaktı. Sır küpü olacaktı…  Tıpkı Ahmet Efe gibi…

Yusuf Muallimin Kaybi ve “Kandil” Yolcuları

Prof. Dr. Yusuf Rüstemov 29 Eylül 2010 tarihinde Allahın rahmetine kavuştu. Azerbaycan Milli İlimler Akademisi Felsefe, Hukuk ve Sosyoloji Enstitüsü eski müdürü olan Rüstemov, son derece samimi, candan, idealist, şahsiyetli, haysiyetli, çevresinde saygı uyandıran, sosyal yönleriyle faal, kaliteli ve dost bir insandı. Türklüğün ve Türk Dünyasının gerçek dostuydu. Onu ve arkadaşlarını tanımış olmaktan büyük mutluluk ve gurur duydum.

Türkiye’de değişik üniversitelerde ve kuruluşlarda, derneklerde konferans ve konuşmaları bulunan Rüstemov, İstanbul’da Türk Dünyası Sosyologlar Birliğinin kuruluşunda da önemli bir rol oynamıştı.

I. Türk Dünyası Sosyologlar Kurultayının 25-26 Aralık 2003 tarihleri arasında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Merkez Binasında, Ord. Prof. Dr. Z. F. Fındıkoğlu Dershanesinde düzenlenen toplantısına katılmış ve bu güzel birlikteliğin ve dayanışmanın ilk harcını koyanlardan olmuştur. Türkiye Azerbaycan ve Kazakistan Sosyologlarını bir araya getiren bu anlamlı ve samimi toplantı, daha sonra II. ve III. Türk Dünyası Sosyologları Kurultaylarının toplanmasına ( Kocaeli ve Almaatı’da) öncü olmuştur.

 

İstanbul’daki Toplantıya sunduğu “Küreselleşmenin Sosyo-Ekonomik ve Siyasal Sorunları” isimli makalesi, İ.Ü. İktisat Fakültesince yayınlanan Sosyoloji Konferanslarının 29. Kitabında (İstanbul 2004) ilk sırada yer almaktadır.

 

Son nefesine kadar  Türk Dünyasına hizmet eden, unutulmaması ve unutturulmaması gereken aksakallımız ve ağabeyimiz, eserleri ve fikir çizgisiyle devamlı yaşayacak olan “muallim” Yusuf Rüstemov’a Yüce Allahtan rahmet diliyoruz. Nur içinde yatsın. Türk Dünyasının başı sağolsun.

*                *                 *

Lafa geldi mi herkes teröre karşıdır ve terörden şikayetçidir. Ancak, terör örgütünün silah kullanmaması ve silah teslim etmesi halinde isteklerini adeta kabul eder gibi bir eğilim ortaya çıkmıştır. İstekler arasında;

1- Egemenlik haklarımızı çiğneyen, dil birliğini bozan, fırsat eşitsizlikleri doğuracak olan Kürtçe eğitim ve öğretim,

2- Ateşkes ve genel af,

3- Akil adamların insiyatif kullanması,

4- Siyaset yapma özgürlüğü,

5- Affedilecek örgüt üyelerinin sosyal hayata uyumu,

6- Terörist ve katil başına uygulanan tecritin kaldırılması,

7- Mahalli yönetimlerin güçlendirilmesi ve özgürleştirilmesi,

8- Demokratik özerkliğin kabulü,

9- Koruculuk sisteminin kaldırılması vardır.

Aslında bunlar Türkiye Cumhuriyetinin ve Türk Milletinin varoluş gerekçelerini inkârdır. Devletin yapısını değiştirtmektir.  Ancak, dış patentli açılım politikaları bunları talep eder hale getirmiştir. Terörle bir yere gelinmez sözünün adeta aksi ispat edilmiştir. Demokratik açılım adı altında teröre dış baskılara boyun eğilerek tavizler verilmiştir ve terör örgütü muhatap alınmıştır. Böyle bir sözde barış; huzur ve istikrar getirmeyecektir.

Ülkeyi yönetenler, belirli bölgelerde devletin itibarını ve güvenirliğini zedelemişler, hangi etniklikten olursa olsun, devletinin yanında olan insanlarımızı moral bozukluğuna uğratmışlardır. Bunun terörle mücadelede kararlılığı olumsuz etkilemeyeceği söylenebilir mi?

Devletin güvenlik güçleri hukuk düzeni içinde yapılması gereken herşeyi yapmakla yükümlüdürler. Onlardan tabii ki silah bırakmaları beklenemez. Terör örgütünün içinde yer alan gruplara göre değişen sözde ateşkes kararının açıklanacağını ileri sürerek, bir terör başının davetine icâbet ederek Kandil yollarına düşen basın mensuplarına ne demeli? Bu asalaklar, şehit kanlarını çiğneyerek oraya gitmişlerdir. Bu örnekler herhalde basınımızın yüz karasıdır. Kararlı ve doğru tutumu dolayısıyla Sayın Uğur Dündar’ı tebrik etmek isteriz.

Kandil yolcularına meselâ İngiliz basınını incelemelerini tavsiye ederiz. Irkçılıkla ve terörle demokrasinin bağdaşmayacağına inanmış hiçbir ciddi ülkede haber kutsaldır ve basın özgürlüğü adına bu gibi çirkinlikler sergilenmez.

        

        

        

 

1001 buluş sergisini gezdiniz mi?

Batılılar İslam Medeniyetini karalamak için yeryüzüne İslam’ın hakim olduğu 7-17.yüzyıllar arasındaki 1000 yıllık döneme Karanlık Çağ adını takmışlardır. Halbuki gerçek hiç de onların bahsettiği gibi değil. Okul kitaplarına kadar giren bu tanımlamanın yapıldığı dönem aslında bugünkü bilim ve teknolojinin temellerinin atıldığı, modern bilime de ilham kaynağı olan binlerce icat ve keşfin yapıldığı tam anlamıyla bir Altın Çağ olmuştur.

İşte bilim ve teknoloji ile dünyaya 1000 yıl altın çağ yaşatan İslam medeniyet coğrafyasını adım adım gezerek belgesel çekmiştim. Pazar günü de İstanbul İslam medeniyetinin bilim teknik ve buluşlara yaptığı hizmeti Sultanahmet meydanında ki 1001 buluş sergisinde gördüm. Medeniyetimizle bir daha gurur duydum yarın sona erecek bu sergi 19 Ağustos’da açılmıştı. Bu sergiyi kaçırmadan belgeselini çekmenin gurur ve mutluluğunu yaşıyorum. Sergide saatlerce çekim yaptım ve birbirinden muhteşem eser ve hizmetleri görüntüledim. Türk İslam coğrafyası, Horasan medeniyeti, Babür şah imparatorluğu, Selçuklu, Osmanlı ve Endülüs İslam medeniyetinde yetişen alim ve bilginlerin icatlarını birebir kopyasını zevkle seyredip saniye saniye çekerek gelecek kuşaklara bırakmaya çalıştım.

İslam medeniyetinin bilim ve teknolojiye yaptığı katkıları anlatan “1001 Buluş” sergisi, izlenime sunulmak üzere New York Hall of Science Müzesi yetkililerine teslim edildi. Sultanahmet’te açık kaldığı süre içinde 100 binlerce kişi tarafından ziyaret edilen serginin 5 Ekim tarihinden sonraki durağı, New York olacak.

Avrupa’nın “Karanlık Çağ” diye adlandırdığı dönemi yaşarken İspanya’dan Çin’e uzanan İslam medeniyetinin “Altın Çağını” yaşadığı 7-17.yüzyıl arasındaki bin yıllık tarihi süreçte bilim ve teknolojik gelişmelerin aktarıldığı “1001 Buluş” sergisinin İstanbul’daki başarısı dolayısıyla gala gecesi düzenlendi.

Gecede konuşan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, izlenime sunulan serginin müthiş olduğunu belirterek, “Bu sergi, bazı komplekslerden sıyrılmamız adına önemli bir organizasyondur” dedi.

Bilim tarihinde az bilinen ya da bilinmeyen Müslüman ve Türk bilim adamlarının icatlarının sergilenerek, İslam kültürünün derinliğinin ortaya konulduğunu ifade eden Topbaş, sergiyle batılı toplumların Müslümanlara karşı ön yargılarını azaltmanın amaçlandığını kaydetti.

Topbaş, bugün tıp alanında halen kullanılan bazı aletlerin geçmişte Müslüman ve Türk bilim adamlarınca icat edildiğini ifade ederek, bugüne kadar bu katkıların inkar edildiğine dikkati çekti.

Müslümanların da tarihte başka milletlerin icatlarını kullandıklarını belirten Topbaş, “Müslümanlar bu icatları kullanırken kaynak göstermişlerdir. Ancak batılılar bizim icatlarımızı kendileri icat etmiş gibi davranmışlardır” diye konuştu.

Sergiyi Türkiye’ye getiren BM Medeniyetler İttifakı Türkiye Eşgüdüm Komitesi Başkanı Prof. Dr. Bekir Karlığa da batılıların Müslümanların önemli icatlar yaptığını bilmediklerini, bu sergiyi gezdikten sonra onların bakış açısının büyük ölçüde değişeceği kanaatinde olduğunu söyledi.

Bilim Teknoloji ve Medeniyet Vakfı Başkanı Prof. Dr. Salim Al-Hassani ise bugün burada bulunmaktan onur duyduğunu vurgulayarak, “Bu sergi eğitimsel, eğlendirici ve bilimsel bir şovdu. Modern teknoloji ve interaktif teknikleri kullanarak gençleri bilgilendirme yolunu seçtik” dedi.

Hayatının büyük bir kısmını bu sergiye adadığını bildiren Al-Hassani, Türkiye’de kültürel faaliyetlere sahip çıkılması konusunda büyük bir potansiyel gördüğünü kaydetti.

Serginin adının “1001 Gece Masalları”ndan esinlendiğini söyleyen Al-Hassani, “Avrupalıların aşina olduklarından bu isme çabuk alışacaklarını ve kültürümüzü hafızalarında tutabileceklerini düşündük” dedi.

Gecede, Prof. Dr. Karlığa ve Prof. Dr. Al-Hassani, sergiyi New York Hall of Science Müzesi Başkanı Dr. Margaret Honey’e teslim etti.

Sergiden çıktıktan sonra oldukça yorulmuştum. Serginin hemen kapısında kurulan vinçle 60 metreye kadar yükseltilen “Dinner in sky” adlı platformla Hezarfen Çelebi’nin 300 yıl önce yaptığı uçuş keyfi yaşama imkanı buldum ve özel izin alarak Sercan Atalay arkadaşımızın kamerası ve benimde elimde foto makinemle 60 metre yükseklikten Sultanahmet ve Ayasofya camiinin orta noktasından İstanbul’un sonbahar belgesel görüntülerini çekip havada sunuşlar yaparak İstanbul’u tanıtmaya çalıştık.

Bu sergiyi gezemeyenler gerçekten büyük kayıp içinde bu sergi bilim ve teknoloji tarihinin de ezberlerini bozuyor, İslam medeniyetinin bilim ve teknolojiye katkısını gözler önüne seriyordu. İyi ki bu sergiyi gezdim Gezemeyenler önümüzdeki aylarda TGRT Belgesel TV ve TV5 başta olmak üzere birçok TV’de yayınlanacak. TEKNOLOJİYE KATKISI BELGESELİNİ izleyebilirler”

Peşkir

Yok diye seslendi zifire
kimin kime hükmettiğinden habersiz.
karanlığa lutfettiğini zannederek.
külü ha düştü ha düşecek sigarasında
son bir nefes daha lezzet arayarak öksürdü.
zamanın içine batak gibi çöküşünün
kaçıncı gecesiydi..
Esaretinin ne gün,
nasıl son bulacağını düşünecek takati yoktu.
kuruntularımdan uykuya saklanmalı dedi.
Yağmurun cisildeyişi
senfoni fazlası notalar misali
camlara dökülmeye başladığında
o yine her akşam ki huzursuzluğu ile
boş bir çay bardağının
avuçlarında bıraktığı sıcaklığı
ana kucağı, yar kucağı sanarak
sızıp, büzülüp gidecekti.
Esnedi,
izmariti parmaklarının arasında buruşturup
yanmaya hasret sobaya nişanlayıp fırlattı.
vaktiyle kor alev sıcaklığında
cezvelerden taşan kahvelerin
kuru kahveci mehmet efendi mahdumlarından alınışı
arta kalan kuruşların
şeker kavanozlarında tükenişi
hey!
hey gidi hey dedi yorgun.
Dünyanın şirketi hayriye vapurları gibi
hep gitmek istediği iskelelere uğradığı
akşamların kalabalığında kayboluyordu hayalleri
ne boğaz taze gelin güzelliğinde şimdi
ne şirketi hayriye ne de o canım iskeleler
akşam simitlerinin susamları bile öyle azalmış
sonunda kaybolup gitmişlerdi
kendini susamlar gibi hissetti
yok diye seslendi
gaz lambasına doğru
yok, sana ihtiyacım yok!
Doğrulmaya çalıştı
cam önündeki nine yadigarı yastıklarla bezeli sedirden
beyaz dantel örtülü fotoğraftan kaçırdı gözlerini
kolalı hakim yaka gömleği
siyah kravatı, kaytan bıyıkları ile
babasının sesi çınladı kulağında
‘ne bu hal haylaz ‘ ürperdi
uyumalı dedi mahcup
birazdan bekçi düdükleri duyulur
çivit beyazı çarşaflar serilirdi,
konağın yüksek tavanlı odalarında
mis kokan çocuk uykularım neredesiniz
hey!
İkbal kalfa diye seslendi
ebe ikbal,
aşçı ikbal,
dadı ikbal,
halayık ikbal.
çok oldu gece sütü içmeyeli..
bu öksürük nöbeti yabancı değil
ah!
elinde sıcak havlu
yine peşimde olsan..  

Cennette Terör !

Her insanın evi, onun küçük bir dünyasıdır. Belki, küçük bir cennetidir. Eğer Ahirete ebedi, sonsuz hayata inanç; o evdekilere hükmetmez, saadet ve mutluluklarında etkili ve söz sahibi olmazsa; o evde huzur, emniyet ve sükun olmaz. O evde bir çeşit terör havası esmeye başlar. Halbuki, o aile fert ve bireylerinin her birinin birbirine karşı şefkat etmesi, sevgi beslemesi ve ilişkisi vardır.

Ev halkında, öldükten sonra hesap verip, sonrasında müspet – menfi ebedi hayatın başlayacağı inancı olmadığı takdirde; aralarındaki ilişki nispetinde; acıklı bir endişe ve azap içinde kalırlar. Böylece, o cennet gibi ev cehenneme döner! Ya da gafletten doğan geçici eğlencelerle aklını bastırıp uyutur; gafletini bir kat daha artırır.

Deve kuşu gibi avcıyı görür, fakat uçup kaçamaz. Çünkü başını kuma sokmuş; ta ki, güya görünmesin. Ama bedeni meydanda olduğu halde, bunu düşünmez! Böylece başını gaflete sokar, ta ki ölüm / yokluk ve ayrılık onu görmesin. Akılsızca geçici olarak hissini iptal eder ve bunu çare olarak görür!

Çünkü, mesela bir anne; ruhunu feda ettiği evladını daima tehlikelere uğrayacak şekilde gördükçe titrer. Aynı şekilde, babasını ve kardeşini eksik olmayan bela ve musibetlerden kurtaramayan evlatlar da, devamlı bir keder içinde kalıp, olacaklardan korkar bir vaziyet içinde kıvranıp dururlar.

Buna kıyasen, bu dağdağalı, kararsız dünya hayatında, o mutlu sanılan aile hayatı; çok cihetlerle saadetini kaybeder. Ev terörüne teslim olur. Ve bu kısacık dünya hayatındaki ilişki ve yakınlıklar dahi, hakiki sadakati, samimiyeti ve garazsız bir hikmeti, sevgiyi birbirine çok görür! Sonuç olarak ahlak o nispette küçülür belki sukut eder, yok olur.

Eğer Ahiret’e inanç o eve girse, terör karanlığını yok edip evi birden ışıklandıracak. Ev halkı arasındaki münasebet, şefkat, yakınlık ve muhabbet; kısacık bir zaman için olmadığı anlaşılacak. Ahiret yani ebedi hayatta dahi münasebetlerin güzel bir şekilde süreceği bilinecek. Bu biliş; onların birbirine samimi bir hürmet beslemelerini sağlayacak. Birbirini ebedi beraberlikleri hesabına sever olacaklar. Birbirine bunun için şefkat edip, sadakat gösterecekler. Birbirinin kusurlarına bakmayacaklar. Böylece ahlakı yükseltmiş; hakiki insanlık saadetini de tatmaya başlamış olacaklar.     

Hem her bir şehir de, kendi halkına bir ev hükmündedir. Eğer Ahiret’e inanç, o büyük aile fertlerinde yani vatandaşlarda hükmetmezse; güzel ahlakın esasları olan içtenlik, samimiyet, fazilet / üstünlük ve güzel ahlak anlayışı, yurt ve yurttaş sevgisi, fedakarlık, İlahi  rızayı kazanma isteği ve Uhrevi sevap; yerini garaz, menfaat ve çıkar, sahtekarlık, bencillik, yılışma, gösteriş, rüşvet, aldatmak gibi hallere bırakır.

Görünüşteki asayiş ve insaniyet altında anarşistlik ve vahşet manaları hükmeder, o şehir hayatı zehirlenir. Çocuklar haylazlığa, gençler sarhoşluğa, kuvvetliler zulme, yaşlılar ağlamaya başlar.

Buna kıyasen, memleket dahi bir ev hükmündedir. Vatan dahi bir milli ailenin evidir. Eğer Ahiret’e iman bu geniş evlerde hükmetse; birden samimi hürmet, ciddi merhamet,  rüşvetsiz sevgi, yardımlaşma, hilesiz hizmet, muaşeret, gösterişsiz ihsan, fazilet, benliksiz büyüklük ve meziyet o hayatta gelişmeye başlar.

Çünkü: Çocuklara der: “Cennet var, haylazlığı bırak.” Kur’an dersiyle ağırbaşlılık ve ölçülü hareket etme duygusu verir.
Gençlere: “Cehennem var, sarhoşluğu bırak.” diyerek akıllarını başlarına getirir.
Zalime ise: “Şiddetli azap var, tokat yiyeceksin.” İkazında bulunarak, adalete başını eğdirir.
İhtiyar ve yaşlılara: “Senin elinden çıkmış bütün saadetlerinden çok yüksek ve daimi bir Ahiret’le ilgili saadet ve taze, baki bir gençlik seni bekliyor. Onları kazanmaya çalış.” Uyarısıyla, ağlamalarını gülmeye çevirir.

Demek ki, iki cihanın ve iki hayatın saadetini sağlayacak olan yalnız iman ve inançtır. İnancın yokluğu evde, şehirde ve vatanda başka bir çeşit terör rüzgarlarının esmesine yol açar. Teröre, bir de bu zaviye ve açıdan bakmalı. Neyin yokluğu teröre kapı açtığı iyi anlaşılmalı. Tedbirler de ona göre alınmalı. 

 

 

Kürtleşen Türkmenler

MHP Lideri Devlet Bahçeli ile cuma günü Ani Harabeleri’ndeki Fetih Camii’nde Cuma Namazı ile başlayan seyahatimiz, aynı gün Ardahan‘da devam etti.

Beş yıl evvel gitmiştim Ardahan‘a. Bu gittiğimde gözüme çarpan tek farklılık, şehrin çıkışında Amerika’nın İstanbul Konsolosluğu binasına benzer şekilde yapılan Valilik Konutu.

Vali’yi göremedik ama Vali Konağı’nı gördük.

“Biz Hükümet’in Valisiyiz” diyen Vali doğru dedi aslında.

Hükümet’in herhangi bir Bakanı‘nı karşılayıp refakat eden Vali, aynı şeyi Meclis‘te muhalefet görevi yapan bir partinin Genel Başkanı’na neden yapmaz anlayabilmiş değilim.

Bu yalnız AKP dönemine ait bir çarpıklık değil tabii ki. Geçmişten bu yana devam ediyor bu yanlış uygulama.

Bir sonraki gün Iğdır vardı programında MHP Lideri Bahçeli’nin.

Alican Sınır Kapısı‘na da uğradık Iğdır’da.

Iğdır‘da yanımıza yaklaşan bir vatandaşın anlattıklarına az sonra geleceğim. Bundan önce, bizim Ani’de Fetih Camii’nde Cuma Namazı kıldığımız saatte AKP İktidarı’nın Akdamar’daki kiliseye koyduğu haç konusuna değinmek istiyorum.

Elektronik postama ileti gönderen bazı AKP‘li okuyucularım, bu haçı oraya dikmekle, AKP İktidarı’nın geçmişte o haçı oradan indirenlerin hatasını telafi ettiklerini beyan etmişler.

Onlar, kilise açmaya devam ededursunlar, ben size o haçı oradan kim indirmiş onu anlatayım.

Prof. Yusuf Halaçoğlu’nun bir makalesinde Alman arşivlerine dayanarak bahsettiği üzere, o haçı 1907 yılında Ermenistan tarafından gelen Michellian, çetesi ile birlikte kiliseyi yağmaladıktan sonra çıkarıp,  eşine hediye etmiş.

AKP İktidarı kimin hatasını telafi etmiş anladınız mı Muhterem Kardeşlerim.

Ermeni çeteci Michellian çıkarmış, AKP İktidarı, aradan 103 sene geçtikten sonra, tekrar dikmiş oldu kilisenin haçını..

Yani kilise daha ibadete kapanmadan evvel o haç oradan çıkarılmış. Hem de yine Ermeniler tarafından.

‘Atalarımız hep hata yapar’ kompleksinden kurtulasınız diye yazdım bunu Muhterem AKP’li Kardeşlerim.

Gelelim Iğdır’da yanımıza yanaşıp bizimle sohbet etmek isteyen vatandaşın anlattıklarına.

Van Erciş’ten gelmiş bu genç kardeşimiz, “Ben 2002’de de 2007’de de AKP’ye oy verdim. Ondan önce MHP’ye oy vermiştim 1999’da” diye söze başladı.

Yanımızda bulunan Meclis Başkan Vekili Meral Akşener‘e;

– “Buradaki tehlike PKK değil. Tehlikeyi yanlış yerde arıyorsunuz. Biz Erciş Türkmenleriyiz. Burada önce siyasi, sonra ekonomik ve ardından kültürel olarak adım adım yok ediliyoruz, asimile ediliyoruz.  Ticari hayatımızda ayakta durmakta zorlanıyoruz. Zira biz kaçakçılık yapmaktan aciziz. Vergi veriyoruz. Elektrik ödüyoruz. Bunlardan bahsettiğinizde, bunlar da neymiş diyen birileri ile rekabet edemeyip, kapatıyoruz ticarethanelerimizi. Çocuklarım düğünlerde artık “Oy Mame” diye oynuyor, önceleri ‘Türkmen Dağı’ diye halay çekerken. Bizi sahipsiz bırakıyorsunuz. Sonra da Van elden gitmiş diyorsunuz. Buralara sahip çıkın, bize sahip çıkın. Beş on yıla kalmaz buralarda Türk, Türkmen kalmayacak. Bizler burada olacağız belki ama kızımızın ismi Rojin, oğlumuzun ismi Şivan olacak.” diye anlatmadı, feryat etti adeta.

Daha önce, “Anadolu’da Türkler asimile ediliyor,  Kürtleşen Türkler” konulu bir yazı kaleme almıştım. Bu yazıda Kürtleşen Türk aşiretlerinin isimlerini ve yaklaşık nüfuslarını belirtmiştim.

Iğdır‘dan feryadı yükselen bu gencin anlattıkları da, benim daha önce burada yazdıklarımın canlı örneğiydi.

‘Türk’ kelimesini ağzına almamak için hala direnen bir Başbakan’ın yönettiği ülkede Türk olmak gerçekten zor.

Bu gencin anlattıkları, size, bize, hepimize bir ders olsun.

Anadolu’yu Türk’ten arındırmaya yönelik bu uluslararası projenin, oyunun bozulması lazım.

Kısır siyasi çekişmeleri, günü gelmemiş anlaşmazlıkları, bazı ayrışımları bir kenara bırakıp, Anadolu’nun Türk olarak muhafazası yönünde bir araya gelmekte hiçbir beis yok.

Yarın gerçekten geç olabilir.

Türkçe ve İnkılap Tarihi dersleri gereksiz mi?

Malatya İnönü Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Cemil Çelik, üniversitelerde birinci sınıflarda okutulan “İnkılap Tarihi ve Türk Dili Edebiyatı” derslerinin öğrencilere külfet geldiğini belirttikten sonra, gerekçesini şöyle açıklamış;

Dünyanın medeni ülkelerinde bu dersler, çocuklara ilkokul, orta öğretim ve lise çağında verilir. Türkiye’de ise 12 Eylül 1980 sonrası bu dersler kondu. Bu dersler, öğrencilere biraz da külfet geliyor. Çok isteyerek bu derslere girmiyorlar. Bu dersler uzaktan eğitimle verilmeli. Umuyorum ki, gelecekte yapılacak bir yüksek öğretim reformu ile bu dersler üniversite müfredatından kaldırılır!”

İşte, Türkiye’nin bugün geldiği nokta budur!

Rektör Çelik, bir yönüyle haklı.

Bir ulusun çocukları, ana babalarının varlığını ve kimliklerini borçlu oldukları kahramanlarını ve onların yazdığı tarihi ve ana dillerini okul öncesinden ailelerinden başlayarak, daha sonra da ilk ve orta dereceli okullarda öğrenmelidirler.

Ama bu ülkede ilk ve orta dereceli okullarda öğretim kalitesi hızla bozulmuştur.

Öğrenciler, aldıkları bilgiyi ezberleyen ama o bilgiyi yaşam pratiği içinde kullanamayan papağanlara dönüştürülmüştür.

“Çoktan seçmeli sınav” koşullandırması içinde, aklı ve mantığı öne çıkaran bir eğitim-öğretim sisteminden yoksun kalmanın bedelini, “ana dillerini düzgün kullanamaz” hale getirilmişlerdir!

Üniversiteye gelen gençlerin büyük çoğunluğu, “düzgün cümle kuramaz” ve aldıkları derslerle ilgili “yorum yapamaz” haldedirler!

Bu iddiamı hemen bütün öğretmenler onaylamaktadırlar.

Sevgili veliler de, üniversitede okuyan çocuklarını karşılarına alıp bir sınasınlar; herhangi bir konuda beş dakika konuşmalarını ya da yarım sayfalık bir kompozisyon yazmalarını istesinler!

Çocuklarının ne düzeyde olduklarını göreceklerdir!

Aynı şekilde, ilk ve orta dereceli okullarda tarih dersleri de “tarih bilinci” içinde verilmiyor.

Yani, tarihi olayların “neden-sonuç ilişkileri” anlatılmıyor!

Tarih, o körpe beyinlere bir “masal gibi” aktarılıyor.

Hamasi ifadelerle çocuk ve gençleri bıktırıyorlar!

Hani, anne zoru ile ağzına yemek tıkılan çocuğun isyanı gibi, hoyratça ve tekdüze verilen derslerle çocuklar “tarih bilinci ve sevgisinden” uzaklaştırılıyor.

Bakıyorsunuz, üniversite sıralarına gelmiş gençler, her ortalama vatandaşın bilmesi gereken “tarihi bilgilerden yoksun” haldeler.

Bugün üniversitelerimizde, her zamankinden daha çok “Cumhuriyet ve Devrim Tarihi” ile “Türk Dili ve Edebiyatı” derslerine ihtiyaç vardır.

Bu dersleri kaldırmak bir yana, bu dersleri – ilköğretimden üniversiteye kadar -en etkin şekilde verecek ve öğrencilere sevdirecek “nitelikli eğitimciler” görevlendirilmeli, bu alanlarda öğrencilerin araştırma ve ödev yapmaları sağlanmalı, onları teşvik edecek yarışmalar düzenlenmelidir.

Bugünkü koşullarda bu derslerin kaldırılmasını istemek, “üniversite mezunu ama dilini ve tarihini unutan cahiller güruhu” oluşturmaktır!

Daha da ötesi, dilini ve tarihini doğru dürüst bilmeyen bir toplum yaratmaktır.

Emperyalizmin de arzuladığı, böyle bir toplumdur!

Bu derslerin bu koşullar altında üniversitelerden kaldırılmasını istemek, bunu tartışmaya açmak, hayli anlamlıdır!

Bu ülkede “onuruyla ve insanca yaşamak” tercihinde olan her insanın bu tartışmanın altında yatan asıl maksadı görmesi, gaflet uykusundan uyanması umuduyla!

 

 

Anız Yakılması ve Sakıncaları

Anız yangınları toprak içerisindeki faydalı canlılar ve organik maddeleri yok etmektedir Yanma anında tarla toprağı yüzeyinde yaklaşık 250 C i bulan bir sıcaklık oluşmaktadır. Bu yüksek sıcaklı toprağın üst katmanlarındaki kil gibi toprak parçacıklarını pişirmekte, topraktaki birçok faydalı mikroorganizma ve solucan gibi küçük canlıları yakarak öldürmektedir. Ayrıca anızın yakılması sonucu oluşan yüksek sıcaklık, toprağın üzerindeki sap, anız gibi artıkları yakarken toprağın üst tabakasındaki organik maddeyi de yakmakta, bazı mikro elementleri bitkilerin faydalanamayacağı forma dönüştürmektedir. Bu tarlalarda yetişen ürünlerde makro ve mikro besin maddesi noksanlıkları görülmektedir.

Toprakta bitkilere yarayışlı besin maddelerinin azalması, verimin düşmesi; kurak bölge tarlalarında anız yakılması ile tarım topraklarında organik madde hızla azalmakta, karbon azot oranı olumsuz etkilenmekte, bitki besin maddelerinin alımındaki katyon değişim kapasitesi, alınabilir potasyum, toprağın kireç muhteviyatı, suya doymuşluğu, toprak asitliği alınabilecek toplam azot miktarı olumsuz etkilemektedir.

Anızı yakılan tarlalara ekilen ayçiçeği, buğday patates, şeker pancarı, kavun, karpuz gibi bitkilerde yetişme döneminde azot, potas, fosfor, kalsiyum, kükürt, molibden, bor, demir gibi bitki besin maddesi noksanlığı sık olarak görülmekte ve bitkiler normallerine göre daha kısa sarı cılız kalmakta, kolayca hastalıklara yakalanmakta ve verimleri düşmektedir.

Toprağın su tutma kapasitesinin düşmesi ve çoraklaşması; anız yakılması sonucu toprağın bünyesindeki organik maddelerin azalması sonucu su tutma kapasitesi ve havalanma özellikleri olumsuz etkilenmektedir. Anızları sürekli yakılan tarım topraklarında organik madde oranı %1 in altındadır.

Sonuç olarak anız yakmak yasak olsada bazı çiftçi vatandaşlarımız yine anız yakma yolunu tercih etmektedir. Bunun zararlarını Tarım Müdürlüklerimiz anlatmaktadırlar ancak biraz daha fazla ehemmiyet vermeleri, köy muhtarlarımızın bu konuda daha hassas olmaları halinde bu konuda herhangi problem kalmayacaktır.

 

Kısır Döngü

Türkiye’de belirli mutabakatların kurulamaması, gerici-ilerici, laik-antilaik rekabetinin bir kısır döngü şeklinde sürdürülmesi ve değişik şekillerde istismar edilmesi istikrarsızlıklar ve kamplaşmalar doğurmuştur. Türk Milletini tepeden gütmek isteyen ve halka rağmen halkçılık yapıp onun değerleriyle bütünleşemeyen anlayış, önemli bir sapmadır. Sivil-asker bürokraside ve bazı aydınlarda bu sapma kendisini fazlasıyla göstermiştir.

Bu anlayışa tepki duyan farklı kesimlerde aka kara, karaya ak deme alışkanlığı yerleşmiştir. Yukarıda belirttiğimiz çevrelerin yanlışları bir tarafa, doğruları dahi kabul edilememiştir. Cumhuriyet ve rejimle özdeşleştirilenlere karşı tepki, milli kimlik, Cumhuriyet ve milli devlete karşı tavır almaya kadar vardırılmıştır. Kendi dar grup ve cemaatleri dışındakiler neredeyse Müslüman kabul edilmemiş; hatta dinsiz görülmüştür. Bu geniş çevrede İslâm bile farklı yorumlanır hale sokulmuş; hangi İslâm sorusu cevap bekler hale gelmiştir.

Radikal laikçiler tarafından dışlandıklarını ve marjinalleştirildiklerini ısrarla ileri sürenler, bugün ellerine güç geçince dün şikâyetçi oldukları her şeyi misliyle uygulamışlardır. Sivilleşme ve demokratikleşme kılıfına bürünmüş, vesayetlerden kurtulma adına sürdürülen şiddet, sindirme ve baskılar, Türkiye’de demokrasiyi tartışılır hale getirmiştir.  Ekonomik ve siyasi hayat kuşatılmaktadır.

Bir taraf  “Devlet, millet için vardır”  derken; diğer taraf   “Millet, Devlet için vardır”  anlayışını sürdürmüştür. Bu ve benzeri kısır döngüler Türk’e tarih boyu düşman olan, dün Osmanlıyı parçalayan emperyalist güçlere malzeme olmuştur. Dün Osmanlıya kurulan tuzak, bugün Cumhuriyet Türkiye’sinin önüne konmuştur. Türkiye etnikleştirilerek, çözülerek, milli kimlik dışlanarak, etnik taassuba teslim olunarak sözde bütünleştirileceği zannedilmektedir.

Son on senedir Türkiye’de neler tartışılır hale gelmiştir? Bölücü ve ırkçı terör siyasallaştırılmış, partileştirilmiş, etnik sorun haline sokulmaya çalışılmış, bölgesel özerklik talepleri ortaya çıkmıştır. Türk Dünyasını bölen, ufalayan 1917 Devrimi sonrası uygulanan Sovyetlerin milliyetler politikası, 2000’li yıllarda Türkiye üzerinde oynanmaktadır. Türk, etnik gruplardan biri gibi ele alınmaya zorlanmaktadır. Sömürge müfettişi edasıyla Batıdan heyetler gelmekte, Güneydoğu ziyaretleri ihmal edilmemektedir.

Türkiye üzerine oynanan etnik tuzak ve çözme projeleri başarılı olursa; Ortadoğu ve Avrasya ülkeleri daha kolay etki altına alınabilecek ve yönlendirilebilecektir. Türkiye bu bakımdan kilit durumdadır. Yaptığı ve yapacağı yanlışlar, diğer ülkelere örnek gösterilecektir.
Son yıllarda Türkiye üzerinde oynanan oyunların dört temel ayağı dikkat çekmektedir. Bunlar; Yeni Anayasa, Bölge Kalkınma Ajansları, Başkanlık Sistemi ve çokkültürlülük dayatmasıdır. Bunlar birbiriyle bağlantılıdır.

 Milli direnci kırabilmek, emperyal amaçları gerçekleştirebilmek uğruna her şey yapılmaktadır. Küreselleştirmenin, Büyük Orta Doğu Projesinin önü açılmış milli devletler üzerindeki olumsuz etkileri muhafazakârlaşma eğilimini arttırmaktadır. Ancak, Türkiye’de sözde muhafazakâr kamuflaj altında ultra liberal politikalar uygulanmaktadır. Muhafazakâr görüntüsü altında inançlar istismar edilerek insanlarımız yanlış yönlendirilmekte, gerçeklerle yabancılaşmış siyasi sonuçlar ortaya çıkmaktadır.

Yeni Anayasa çalışmalarının Türk kimliğine düşmanlık şeklinde sürdürüleceği anlaşılmaktadır. Uymamasına rağmen emperyalizmin ileride kullanacağı yeni bir Yugoslavya modeli süslenip önümüze konulmaktadır.

Bazı Türkler ise; hâlâ otuz sene önceki 12 Eylül’e takılı kalmış, günümüzdeki 12 Eylül’leri, Devlete ve Türk’e vurulan darbeleri görememektedirler. Akla, mantığa ve sosyal gerçeklere değil de; nefsine, duygularına yenik düşenlerin çok olduğu ülkeler de zamanla yenik düşer.

Dünden ders almasını bilmek fazilettir.