Çelik Kafesteki Esir

49

“HİKÂYELERLE HAYAT”

Gardiyan adi mahkûmlar koğuşuna alınacağını söyleyerek, büyük bir gacırtı ile koğuşun demir kapılarını aça, aça nihayet koğuşa aldı. İçeride ranzalar, dağınık yataklar, sigara dumanı ve de yanık, yanık çalan bir saz, saza eşlik eden halka şeklinde oturmuş on beş yirmi mahkûm…  

 Saz çalanın yanında, Nuri Sesigüzel’i kıskandıracak kadar yanık Urfa türküsü söyleyen otuz, otuzbeş yaşlarında, bir haftalık sakalı, bıyığı, kalın kaşları, kıvırcık siyah saçları,   esmer rengi, eski püskü elbiseleri ile yere bağdaş kurmuş, evlerindeki eski ahşap işlemeli saatin kolu gibi iki yanına sallanıp, arada bir gözlerini yuman adamın bu kadifeye benzer sesi girer girmez onu etkilemişti.  Orta yaşlı, kaytan bıyıklı, koca burunlu, elinde kehribar tespihli olanı oturmasını işaret etti. Ürkek ve sessiz, ayaklarının ucuna basa, basa çekingen bir halde, kenara ilişti. Otuz yaşlarındaki yanına oturduğu adam ona döndü: 

– Gardaş hoş geldin. Benim adım Samet. 

– Hoş bulduk. İrfan. 

– Neden girdin? 

– Cinayet.

– Hayırlısı olsun. Allah sabır versin. 

– Sağol. 

İrfan henüz on yedi yaşındaydı. Bir ablası, ilkokul beşinci sınıfa giden kız kardeşi, bir de ilkokula yeni başlayan erkek kardeşi vardı. Babası ablasını da okutmak istemiş, ne yaptıysa olmamış ve ortaokuldan sonra okumamıştı. 

İrfan’ın iyi bir eğitim alması için  köyde okul olduğu halde, ilkokul ve ortaokulu şehirde okumasını sağlamıştı. Şehirde merkezden uzak, amcalarıyla aynı sokakta iki dönüm büyük bir bahçe içinde, biri kendilerine ait, diğeri misafirler için yapılmış iki evleri olduğu halde, okula yakın olması için şehir merkezinde başka bir ev almışlardı. 

İrfan da ailesinin emeklerini boşa çıkarmamış ilkokul ve ortaokulu birincilikle bitirmişti. Öğretmenlerinin tavsiyesiyle İzmir’ de iyi bir liseye kaydoldu. Lisede okurken siyasi kavgalar kızışmıştı. İrfan babasına söz verdiği için bu tür hadiselere karışmamış, yalnızca dersleri ile ilgilenmişti. Liseyi yeni bitirip üniversite sınavına girmişti, okulda çok başarılı bir öğrenciydi, sınavı da iyi geçmişti. Çocukluğu ve gençliği emsallerine nazaran çok daha iyi imkanlarla donanımlı ve oldukça başarılı bir eğitimle geçmiş, lisede iyi arkadaşlar edinmişti. 

Babası oldukça varlıklı sayılırdı. Beş bin dönümün üzerinde büyük bir kısmında, göz alabildiğince pamuk, yer, yer mısır, buğday ekili, yılda iki kez ürün alınan verimli topraklara sahip çiftliği, çok sayıda büyük ve küçük baş hayvanları, traktörü, doktor Fikri Bey’in arabasından daha güzel arabası, iki de kamyonları vardı. O yıllarda daha çok pamuk yetiştirmek revaçtaydı. Yaz tatillerini köyde geçirir, tarlada çalışır, kitap okur, arkadaşları ile oynar, ava giderdi. 

Dedesi; Yunan’a karşı çete savaşı vermiş Ahmet Efe’nin kardeşi olup, o bölgede hatırı sayılır, sözü dinlenir, Mekteb-i Rüştiye’yi bitirmiş, Yunan işgali sırasında ağabeyi ile işgale direnmiş,  yüz yaşını aşmasına rağmen hala dinç bir adamdı. Çocukluğunda,  Ahmet Efe’nin, dedesinden başka hayatta kalan tek “kızan”ı Süleyman Dede’ den o yıllara ait savaş hatıralarını dinlemişti. Üç köy ötedeki çayın, dik yamaçlardan sonra küçük bir çağlayan olup, düz vadide geniş bir alana yayılarak aktığı, bir kenarının dik bir kayalığa yaslandığı, kayalığın hemen üzerinde sur gibi bitki örtüsüyle kaplı yerde Yunan askerlerini nasıl pusuya düşürdüklerini, her seferinde sanki o taşın arkasından “martin”i(1) ile ateş ediyormuşcasına heyacanlanarak, büyük bir hazla Süleyman Dede’ye defalarca anlattırırdı. 

Süleyman Dede de onu hiç kırmaz, yaz tatillerinde, her defasında bıkmadan usanmadan kendisinin pusuya yattığı, çayın kayalıklardan dökülmeden önce baldırlarına kadar derinliği olan yerde suya girer, kayaya yaslanır, tüfeğini aşağıya doğrulturdu. Belki de o da o günleri yeniden yaşıyordu… Halbuki o gün soğuk bir kış gecesiydi, Ahmet Efe’nin kızanlarının bir kısmı bu diz boyundan derin suda saatlerce çıt çıkarmadan beklemişlerdi. O  gece hava buz kesiyordu, sert rüzgar yanaklarını bıçak gibi yalıyordu, zifiri karanlıktı. Konuşmak, sigara içmek yasaktı. Sabaha karşı Ahmet Efe’nin işareti ile ateşe başladılar. Yunanlılar ne olduğunu anlayamadan feci bir tuzağa düştüklerini fark etmede geç kaldılar. Düşman en ciddi zayiatlarından birini vermişti. 

Ahmet Efe’nin büyük ağabeyi, Sultan Abdulhamit Han’ın Karakeçililerden meydana gelen saraydaki korumalarındandı. 

Ahmet Efe, Yunanlılar için çelik kadar acımasız, buz kadar soğuktu, gecenin zifiri karanlığında dolaşan, hangi delikten çıkacağı belli olmayan bir ölüm meleğiydi. İşgalle birlikte katledilen en küçük iki kardeşi, karısı ve çocuklarından sonra yüzünde, cehennem ıstırabı yaşamış bir ölü gibi ifade vardı. Sanki sinirleri tek, tek cımbızla alınmıştı. Sıradan bir insan için olan herhangi bir ağrı onun için birazcık fazla kaşınma olabilirdi. Ama bir çita kadar hızlı, kaplan kadar çevikti. Tabii kızanlarına karşı hoşgörülü olduğunu söylemeye gerek yok. Tam bir sır küpüydü… 

Bir kış gecesi baskından döndüler. Daha uzun, dolambaçlı, sarp kayalıklardan geçerek izlerini kaybettirdiler. Beş gün sonra Madra’nın yamaçlarındaki mağaradan çıktılar. Yüksek çamlar arasından karla kaplı dağı aşacaklardı. Çam ormanında rüzgar hiç ara vermeden ıslık çalıyor, az öteden uluyan çakalların sesi karda yürüyenlerin ayak seslerini bastırıyordu. Dağı aşıp nahiyeye doğru yol aldılar. 

 Nahiyede sevdikleri bir arkadaşının kızının düğünü vardı. Zeybek oyun havası çalan davulun sesi uzaktan duyuluyordu. Köyün tepelerine nöbetçileri yerleştirip düğün evine vardılar. 

Çok uzun kalmak tehlikeli olurdu. Düğün sahibi ısrar etti, düğün yemeği yedirmeden bırakmam dedi. Yemekten sonra kahvelerini içtiler, izin istediler. 

Ahmet Efe ile aynı sofradaki beş kişinin başı dönüyor, kusacak gibi oluyordu, adım atacak halleri yoktu. Zehirlenmişlerdi… Biri düğün sahibi olmak üzere beşi de orada vefat etti. Zehiri koyan yıllardır hep iyilik yaptıkları bir Rum kadındı… 

Yine köylerinin üstündeki yolun kenarındaki Çoban Çeşmesi’nin önünde  iki yaşındaki hasta oğlunu görmeye gelen dedesinin küçük kardeşi ile hanımının, iki yaşındaki bebeklerinin gavur Yunan tarafından şehit edildiğini de yüreğine bıçak saplanıyormuşçasına,  dişlerini birbirine geçirerek, yumruklarını sıkarak, gözyaşlarını saklayarak dinlerdi… 

Süleyman Dede o yaşına rağmen adeta ekmeğini taşdan çıkarır, yevmiye ile işe gider, İrfan’ın dedesi ve babasının yardımını dahi kabul etmezdi. Giyimi bile o yıllardan beri değişmemişti. Ayağında lastik ayakkabısı ya da çarığı, dizinin ortasına kadar uzanan örme yün çorabı, diz altına varan dizliği (şalvar), belindeki kalın kuşağının üstünde silahlığı, mor renkte beyaz çizgili mintanının üzerinde çapraz düğmelenmiş cepkeni vardı. 

Üniversite sınavından çıktığı gibi köylerine döndü. Süleyman Dede’nin iki ay önce vefat ettiğini, üzülmemesi için de kendisine haber verilmediğini, öğrendi. 

Yürekleri dağlayan, insanı bir anda ya ortasından küçük bir derenin kıvrıla, kıvrıla aktığı yaylalara ya da ormanın bittiği denizin başladığı masmavi koylara götürdüğünü hissettiği türkülerden sonra orta yaşlı, kaytan bıyıklı olanı  yüksek sesle “hoş geldin” dedi. Tanışma faslından sonra neden içeri düştüğünü sordular. İrfan koğuş arkadaşlarıyla tanışırken bir de hiç tanışıklığı olmadığı kederle de tanışıyordu ki; aldığı darbenin yeni, yeni farkına varıyordu. 

O gün tarladan dönen ablası ve iki kıza, adı geçtiğinde hiç de iyi anılmayan Cemil ve Metin sarkıntılık etmeye başlamışlar, kızlar da bağırarak yardım istemişlerdi. Bağırışmaları, çığlıkları duyan İrfan ve etrafta bulunan köylüler koşmuş, olay yerine varan İrfan’la Cemil arasında boğuşma olurken Cemil silahına davranmış, boğuşma esnasında silah patlamış ve Cemil olay yerinde ölmüştü. Metin de köylüler tarafından linç edilecekken herkesin sözünü dinlediği Halil Amca tarafından kurtarılmış, olay yerine gelen jandarmaya teslim edilmişti. Nezarette iken demir parmaklıklar arasında amcası, babası, ablası ile görüşebilmişti. Ablasının gözyaşları sel olup akmıştı. Babası ve amcası vakur, gün görmüş adamlardı. Annesini ve küçük kardeşlerini getirmemişlerdi.

On beş gün sonra görüş gününde babası, amcası, annesi, kardeşleriyle görüştü. Babası sormuş soruşturmuş iyi bir avukat tutmuştu. İrfan’a okur düşüncesiyle babası kitaplar ve Kur’an-ı Kerim getirmişti. 

Aradan geçen bir ayda koğuşa alışmıştı, arkadaş edinmişti. Koğuşun en küçüğü olmasına rağmen babası, amcası gibi vakurdu. Taner, İrfan’dan üç yaş büyük 1.90 boyu, siyah düz yana taranan saçları, düzgün burnu, beyaz dişleri ile filmlerdeki jönler kadar yakışıklıydı ve İrfan’la samimi arkadaş olmuşlardı. Taner  doğma büyüme İzmir’liydi. Arkadaşları arasında, eğlenceye düşkün, su gibi alkol tüketen, hovarda biri olarak tanınırdı. İrfan onun temiz bir kalbi olduğunu anlamıştı. 

Taner vardı, ama yine de içi sıkılıyor, canı çıkacak gibi oluyor, ağlıyordu. İsteyerek öldürmemişti, bir anda Cemil’in bileğini bükmüş, silah da ateş almıştı. Ancak ırz düşmanı birisi ona göre öldürülmeliydi. Canı çıkacak gibi can sıkıntısı canına tak demişti de bir kemendin ucunda canına kıymayı bile düşünmüştü. 

O gün sabah saat ona doğru Taner’le birlikte hamama gittiler. İrfan başını, yüzünü sabunlarken birden bire sol göğsünde tarifsiz bir acıyla irkildi, bağırışmalar arasında gözleri sabundan cayır cayır yanarken etraftan yetişenler tarafından kenara oturtulduğunu, elini sol tarafına attığında avucunun içinin kıpkırmızı kan olduğunu fark etti. Şişlenmişti… Ayaklarının bastığı yerlerdeki suyun kırmızı aktığını gördü. Havluyla sardılar. Ambulansa bindirildi. Hem kolunda hem de ayağında serum takılıydı. Hastaneye ulaşır ulaşmaz ameliyata aldılar. İrfan gözünü açtığında hemşire hanım tansiyonunu ölçüyordu. 

 – Geçmiş olsun. Ucuz atlattınız. 

 – Sağolun. Neyim var ? 

 – Kalbinizin altından akciğerinize girmiş. Akciğerinize tüp taktılar. On güne kalmaz iyileşirsiniz. 

 

 Ailesinin haberi olur olmaz hemen şimdi doğumevi hastanesi olarak kullanılan, o zamanlar devlet hastanesi olan Konak’taki hastaneye koşmuşlardı. Dedesi, amcası ve babası taburcu olmadan önce tekrar aynı koğuşa gitmesinin sakıncalı olduğunu, memleketlerinden, lisede öğrenci iken tanıdıkları, sevdikleri ve güvendikleri Mehmet Ağabeyi’nin koğuşuna geçmesinin daha isabetli, güvenli olacağını söylemişlerdi. 

On gün sonra taburcu olarak tekrar cezaevine döndü. Cezaevi yönetimine Mehmet ağabeyi ile görüşmek istediğini bildirdi. Görüştürdüler, hasretle kucaklaştılar. Mehmet liseyi memleketlerinde okurken İrfan henüz daha küçüktü. Mehmet’i ailece severlerdi.  

Babası; 

-Dürüst, mert, yiğit oğlan derdi. 

– Geçmiş olsun, ucuz atlatmışsın diyerek Mehmet sandalyeye oturdu.  – Sağol ağabey. Sizden bir ricam var. 

 – Tabii, seve, seve nedir? 

 – Sizin koğuşa gelmek istiyorum, beni alır mısınız? 

– Tabii ki. Fakat sonra söylemedi deme, bizim koğuşu duymuşsundur. Yine de baştan söyleyeyim, bizde namaz kılmak, oruç tutmak hele de kitap okumak neredeyse mecburi gibidir. Orada bir düzen vardır ve arkadaşlarım buna uyulmasını isterler. 

– Bu kadar mı? 

– Evet. 

– Bunları yapmayı ben o kadar çok istiyorum ki anlatamam. Seve, seve, koşa, koşa yaparım. Ne zaman geliyorum? 

– Tekrar soruyorum. Birkaç ay sonra zor geliyor demeyesin. 

– Kesinlikle böyle bir şey olmayacak. Bu söylediklerin hep benim  çok yapmak isteyip de yapamadığım şeyler. Ne zaman geleyim? 

– Hemen! 

Tekrar sarıldılar. Cezaevi idaresi isteğini kabul etti. Taner’e koğuş değiştireceğini söyleyince; 

– O koğuşta namaz kılmayanı falakaya yatırıyorlarmış, sakın gitme. Bize göre değil. 

– Zannetmiyorum. Ruhumun namaz kılmaya, Kur’an okumaya ihtiyacının hava kadar, su kadar olduğunu hissettim. Gideceğim. 

– Yahu kardeşim ben de isterim, fakat yapmak zor geliyor. Sen yine de gitme. Ne olursun gitme! 

– Kararımı verdim, gideceğim. Artık hiç kimse beni kararımdan döndüremez, boşuna uğraşma. Sen de gel, beraber gidelim. 

–  Gitmeni istemiyorum, fakat kararını vermişsin. 

–  Evet. Allah’ a ısmarladık. Hoşça kal. 

Koğuştakilerle vedalaşıp ayrıldı. 

Yeni koğuşuna geldiğinde Mehmet Ağabeyi onu oradakilerle tanıştırdı. İkindi namazının kılınacağını abdest alanlardan öğrendi, abdest aldı. Kelimelerle anlatılamaz bir huşu içinde namaza durdu. Cemaatle kıldılar. Ne tür kitaplardan hoşlandığını sorup, kitaplıktan kitap seçmesini sonra da okuyup anlatacağını söylediler.  

Babası son gelişinde üniversite sınav sonucunu getirmişti. Zarfı aldı, ilk tercihini, İTÜ Elektronik Bölümünü yüksek bir puanla kazanmıştı.  

 Günler, haftalar, aylar geçiyor, İrfan en çok kitap okuyan, okuduğunu sorgulayan, yorumlayan oluyordu. Görüş günlerinde ailesi geliyor, hasretini biraz da olsa dindiriyordu. Yıllardır dışarıda ruhunun arayıp da bulamadığı huzuru demir parmaklıklar arasında bulmuştu. Dışarıda iken bedeninin hür, ruhunun çelik kafesde esir, şimdi ise bu demir parmaklıklar ardında bedeninin esir, ruhunun ise susadığı huzur ve hürriyete kavuştuğunu hissetti. Burada şişlenme tehlikesi de yoktu. 

İnsanoğlu kendine yabancılaşmış, kendinden uzaklaşmıştı. İnsan istismar edilmek istemiyordu. Hürriyet Allah’dan gayrısına kul olmamaktı… “Allah’tan başka ilah yoktur” ölçüsü ile hareket edebilmekti… “İnsanoğlu vicdanına saldıran sahte tanrıları yıkmadıkça ahlaklı olamaz, mutlu olamaz”dı… Allah’tan gayrı tanrılar edinenler, özledikleri ahlak ve mutluluğa da ulaşamazdı…  

Artık burası onlar için cezaevi değildi, Yusufiyeydi, taşmedreseydi. Yusufiyede sabrı, alçak gönüllüğü, gönüldaşlığı, bir dilim ekmeği paylaşırken daha çok mutlu olmayı, idam edilecek arkadaşlarının acısını yürekten hissetmeyi, hissetmesine rağmen acılarının üstüne taş basmayı, yüreği alev alev kor gibi yanarken de başkalarının hissiz diyecekleri kadar acılarını, sevinçlerini,  duygularını belli etmemeyi öğrenecekti… Çok kısa zamanda kan damlayan yüreğini yüzüne yansıtmamayı, gönlündeki beyaz gülfidanı tomurcuklanıp açtığında da, kezzap dökülüp kurutulduğunda da “neyin var” sorusu ile muhatap dahi olmayacak derecede duygularını karşısındakine aksettirmemeyi başaracaktı. Sır küpü olacaktı…  Tıpkı Ahmet Efe gibi…