17.7 C
Kocaeli
Salı, Eylül 30, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1173

Gelir-Geçer (Nazire)

GELİR

Güneş gibi doğsaydı tebessüm gül cemale,
Perçeminden her tutam sihr olurdu visale,
Mecnun od’una yanmaz kavuşursa hayale,
Leyla’ya nispet derken bu defa Aslı gelir.

Aşık nadan dilinde alır Kerem adını,
Dize gelmez ki dağlar tanır Ferhat yadını,
Zöhre! Tahir ne bilsin saadet miadını,
Hani ya kısmet derken ömrün son faslı gelir..

GEÇER

Deminden düş sızdıran bir akşamın rengiyle,
Aşkın güzaf yanının sırra kadem dengiyle,
Sözün, sesin, şiirin döndüren ahengiyle,
Semaya kalkar kollar şemsin de vaslı geçer..
….
Her cezbeden koynuna ahh doluşur gecenin,
Günahına girerken her sözün her hecenin,
Gerçek hayat nerdedir? sorulan bilmecenin,
Cevabını bulmakla ömrün son faslı geçer.
@..Sükun ve inşirah

Nehri Tersine Akıtmak

Millet; aynı doğuşta olanlarla, ayrı doğuşta olanların aynı oluşta birleşmelerinden meydana gelmiştir.

Elbette, teferruat ve ayrıntılarda farklı unsurların aralarında farklılıklar vardır. Ve bu çok tabii, çok doğaldır.

Fakat kökenlerdeki bu değişik oluşumlardan ötürü bir araya gelerek sentez, terkip yani çözülmez ve ayrışmaz bir bütün oluşturmuş değillerdir.

Farklılıkları bir gerçektir. Lakin birliği oluşturmaya engel şeyler değildir.

Unsurları, bir arada tutan harç aynı VATAN’da bulunuşlarıdır. Aynı DİN’e bağlı oluşlarıdır. Aynı DİL’i konuşmalarıdır.

Elbette, dini farklı olanlar vardır. Ama bu millet oluşumunda yer almaya engel değildir. Çünkü, VATAN ve DİL birliği de, MİLLET olmayı sağlar.

Başka dil bilmeler ve konuşmalar da MİLLET yapısında yer almağa ters düşmez.. Zira  bir ve aynı oluşun asıl temellerinden biri de; müşterek ve ortak KÜLTÜR içinde kendilerini bulmuş, bilmiş olmalarıdır. Ortak KÜLTÜR’le asırlar içinde yoğrularak, iç içelik kazanmalarıdır.  

Bu müştereklikler; ayrıntılardaki farklılıkları yok bilmeyip inkar etmedikleri halde; öne geçerek daha doğrusu geçirilerek BÖLÜNMEZ BÜTÜNÜ yani VATANI ve MİLLETİ ortaya çıkarmıştır.

Bu güzel sonuca, tarihsel bir süreç neticesinde, tabii bir şekilde ulaşılmıştır. Nitekim:

Dağlardan taşlardan, başını taştan taşa vurarak inen.

Çağıl çağıl köpürerek çeşitli yönlerde ileri geri kavisler çizerek akan.

Böyle rasgele akışlar sonunda, başka dere ve ırmaklarla birleşen.

Nihayet vadilerde nehir olup dinginleşen; ağır vakur bir hal alan suların hikayesi; çeşitli kavimlerin MİLLET oluş hikayesi gibidir.

Şimdi aynı oluşu sağlayan temelleri, daha da sağlamlaştırmak gerekirken; fert ve bireyleri; sarsıcı, ayırıcı, kendi başlarının çaresine bakmak zorunda kalacakları bir duruma, adeta zorluyoruz. Onları kendi başlarına bırakacak, onları yalnızlık hissine düşürecek; yanlış adımlar atıyoruz.

Aynı bedenin parçası olmaktan çıkarıyor, her birinin ayrı birer beden olmak peşinde koşmalarına çanak tutuyoruz!

Onları başka bedenlerin parçaları olmaya, hem de kendi ellerimizle itiyoruz!

Her insan, farklı bir insandır. Hepsinin ayrı birer dünyası vardır. Görünüşte, herkes; insan görünüşlü ise de, manen farklı his ve düşünce sahibidirler.

Ama bu insanlar arkadaş edinirler. Bazıları bazılarıyla bir araya gelir. Öyle olur ki, içtikleri su ayrı gitmez, yedikleri aynileşir. Hatta yaptıkları birbirine benzer.

İşte farklı dünyaların insanlarını bir araya getiren şey; birbirlerinde bulup gördükleri müşterek ve ortak yapıları, anlayış, tavır ve davranışları, fikirde, iş’te aynı duyuş, düşünce ve doğrultuda olmalarıdır.

Hakikat, bu merkezde iken, bir nehri geriye akıtmak istercesine bir sentez, bir terkip hükmünde olan MİLLET kayasına balyozlar indiriliyor, MİLLET mefhum ve kavramı un ufak edilmek isteniyor.

Her unsura  -sanki mahiyet ve kökenini bilmiyormuş gibi- sen ille de busun densin isteniyor! Yani, ondan; kökeni nazara verilerek, onu nazarı itibara alması, onu daima ön plana çıkarması, hep gündemde tutması bekleniyor! Adeta MİLLET oluş keyfiyeti, ikinci plana itilerek; sanki ona unutturulmak isteniyor. İster istemez MİLLET yapısında, çatlakların oluşmasına sebebiyet veriliyor! Oysa, herkes aslını neslini bilir. Bilmesi de, çok tabii ve doğaldır. Yanlış olan; MİLLET oluş keyfiyetinin zaafa uğratılmasıdır.

Terkip hükmünde olan MİLLET mefhumu; lalettayin, yani sıradan bir karışımmış gibi görülmekte! MİLLET kavramı; her biri müstakil ve ayrışması her zaman mümkün olan mozaikmiş şeklinde, zihinlere nakş edilmek istenmekte.

Ve sanılıyor ki, bu şekilde uyandırılmış bilinçler ve bilinçlendirmeler, asrın bir gereğidir. Hiçbir tehlike ve mahzuru da yoktur! Çünkü  “vatandaşlık bağı (!)”  bir  ve bütün olmaya fazlasıyla yeter!

Halbuki, bu şekilde fitne uyandırılmış; her unsur küçük ayrı bir milletçik haline getirilmiş oluyor ki, sıçratılan en ufak bir kıvılcım, millet yapısını ateşe verebilir. Milleti hak ile yeksan yani yerle bir edebilir.

Peki öyleyse neye hizmet ediliyor?

Şüphesiz, iyi niyetle fakat muhakemesizce verilmek istenen bu gayri milli şuur; Türk Milleti’nin birlik bağlarını gevşetecek! Kötü ve art düşünceli kimselere, yeri ve zamanı gelince harekete geçmek için bekledikleri fırsat ve cesareti  verecektir.

Bir an önce silkinip kendimize gelmeli, birlik bağlarımızı, daha da kuvvetlendirecek hususlara el atmalıyız.

Yoksa, yanlış bir  “kimlik politikası”  güderek; Türk Milleti’ni 36 ayrı etnik parçadan ibaret görüp, yekpare / yekvücut ve tek millet oluşunu ve bunun adının  Türk Milleti olduğunu bir kenara bırakırsak; imamesini kaybetmiş tesbih taneleri gibi darmadağın olarak  emperyalizme yem olmaktan kurtulamayız.

Elbette, bütün; parçalardan oluşur. Ama artık bütündür. Ona artık bütün gözüyle bakmalı. Bir ve bütün olarak görmeli. Bir yumruk gibi algılamalıdır.

Bundan böyle, bu oluş; hükmünü icra etmeli. Mana, maddeye hakim olmalı. Manadaki birlik; maddesel farklılığı görmezden gelmeli. Dünyanın karşısına terkip ve sentez olarak yani MİLLET olarak çıkmanın şuurundan, kendimizi uzak tutmamalıyız.

Çünkü biz, milletiz. Bir ve bütünüz. Bir elin nesi var, iki elin sesi var. Diyenlerdeniz.

Nitekim, bu manaya Anayasa’nın değiştirilmesi teklif bile edilemeyecek olan 3. maddesi:

“Türk Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Milli marşı İstiklal Marşı’dır. Başkenti Ankara’dır.” İşaret etmiyor mu?

Kavmiyet peşinde koşmak, akıtmak olur nehri tersine
Kurban etmek olur “MİLLET” kavramını, kuru hevesine
Vatandaşlık bağı  yeter diyen, berhava eder “MİLLET”i
Başka değil, yine de millet olur, bunun acı diyeti
Yine diyoruz: Doğuştan çok, oluşta birliktir “MİLLET”
Olur bunun aksi millet için, ancak acı bir zillet
Din, Dil, Tarih şuuru verilmezse; doğru dürüst iyice
Bu milletin başına çorap ören  çok olur, gündüz gece
Silkin de bak, etrafında bunca sayısız olup bitene
Haklılık yetmiyor asla, baksana gücü yeten yetene
Bil kıymetini MİLLET oluşun, üstelik keyfiyetini
Gör; sinsi gaye peşinde koşanların, gizli niyetini…

Başka Bir Dünya

Kitap okumak insanın gelişimini sağlayan en önemli etkendir. Kitap insanın düşünce yapısını ve hayal dünyasını geliştirir. Bilgi ve sözcük dağarcığını arttırır.

Kitaplar sayesinde kendimizi o kahramanın yerine koyarız. Yeni kentlere seyahat ederiz. Teknolojiyi sırtımıza alıp yeni nesillere taşırız. Geçmişi değiştiremeyiz ama yeni düşüncelerimizle inşa ederiz. Bunları yapmak kitap okumakla olur. Bu duyguyu yaşamak için kitap okumak ve okuduğumuzu anlamamız lazım.

Ancak biz bunları yapmıyoruz. Bir Japon yılda 25 kitap okuyor, bir İsveçli yılda 10 kitap okuyor, bir Fransız yılda 7 kitap okuyor, Türkiye’de ise 6 Türk yılda 1 kitap okuyor.

Kitap okumak sıkıcı ve eğlenceli olmayan bir şey olarak biliniyor. Tabii ki boş zamanlarımız televizyona, sinemaya, bilgisayara gidiyor. Çoğunlukla kitap okumama alışkanlığından, yeterince zaman bulunmamasından, boş zamanlarımızın yoğun olmasından ve başka diğer sebeplerden dolayı kitap okuma alışkanlığımızı kazanamıyoruz.

Türk Milleti’nin iyi nesillere gelebilmesi için kitap okumayı gözden geçirmesi gerekir. İşime yaramadı kelimesini kabul etmiyoruz. Şu ana kadar kime yaramamış ki! Okuyanlarla bilgisini paylaşmıştır. Kitap okuyasın ki bunları yaşayabilesin.

Şimdi eğer karanlıkta bilginle ışık saçmak, gülmeyi eğlenmeyi başka bir hayatta yaşamak, hayal gücünle sahilsiz bir deniz yaratmak, üç boyutlu dünyanın dördüncü boyutuna girmek istiyorsan kitap okumalısın.

İlk Kelimeler

Mürekkepler yaladım;
Kalemin gözünden sağanak,
Tuzunu yarama bastım.
Siyah kirpiklerde,
Harflerin hüzünlü kıvrımlarını takip ettim.
Nemi kurumamış sayfaların yüreğinden,
Harf harf kelimelerin oklarını çektim,
Kalemlerin kara bahtını,
Gözüme sürme diye çektim.

Mürekkepler yaladım;
Hasreti içine çekmiş kalemlerden,
Benzi sararmış yapraklara,
Sıkıla sıkıla damlayan taneleri,
Gözümden boşaltıp, sele çevirdim.

Mürekkepler yaladım;
Sevdayı karayazmış,
Kar tenli sayfalara,
Ümidi içine hapsetmiş dikenli telden harfleri,
Gözümün karasıyla sardım.

Mürekkepler yaladım;
Hak’kı inkâr eden,
Harflerden putları aldım,
Hakikati gören gözümün nuruyla,
Secdeye kapattım.

Mürekkepler yaladım;
Coşkusunu kaleme sığdıramayan,
Boş bulduğu meydana fışkırıp,
Omuz omuza halay çeken harfleri,
Göz kapaklarımla selamladım.

Mürekkepler yaladım;
Okkanın bağrından çekilen,
Kâğıdın teline serilip,
Türküler söyleyen yanık harfleri,
Gözümün yaşıyla söndürdüm.

Mürekkepler yaladım;
Kendinden habersiz,
Başkasına sevgisiz,
Kâğıda merhametsiz
Saldıran
Kalemin gölgesine sığınmış cılız harfleri,
Gözümün perdesini indirerek noktaladım.

Ve mürekkepler boşalttım,
Yaladığım her tadı birbirine kararak.

 

Sinop, yeniden

Aydınlar Ocağı Dernekleri 35. Büyük Şurası’na katılmak amacıyla 22 Ekim Cuma – 24 Ekim Pazar tarihleri arasında Sinop’taydık (http://tinyurl.com/kao-sinop). Sinop’u yeniden görmek ve Kocaeli kafilesinin Sinop gezisine rehberlik etmiş olmak benim için büyük mutluluk.

Geçtiğimiz Temmuz ayında bir seminer vesilesiyle Sinop’ta eşim Göksu Özen ile birlikte 15 gün kalmıştık (http://tinyurl.com/yunus-sinop-1). Sinop’un görülmeye değer çok güzel yerleri var. İnceburun ve zindanları biliniyor ama bilinmeyen çok köklü bir tarihi var, Çepni Türkleri var, Selçuklu mirası var. Erfelek var, Boyabat var, daha pek çok güzellik var.

Seminer süresi boyunca fırsat buldukça Sinop’u tanımaya çalışmıştık. İyi ki yapmışız, zira bu ziyaretimizde Kocaeli kafilesini gezdirme görevi bana düştü. Gezilerimizin yiyecek içecek ve gezi mekânları konusundaki tartışmasız üstad ismi Selçuk Arslan işlerinin yoğunluğu sebebiyle 35. Şuraya gelemedi. Şura’larda Kocaeli kafilesinin gidilen şehirdeki gezi ve eğlencesini organize eden Mustafa Toka da katılamadı. Kocaeli’den çıktığımız andan itibaren, tekrar dönünceye kadar kafileye başkanlık eden Hasan Uzunhasanoğlu’nun da son anda acil bir işi çıkınca kafiledeki en genç katılımcı olmam münasebetiyle bütün gözler bana döndü. Mecburen Selçuk Bey, Mustafa Bey ve Hasan Bey’in görevlerini üstlendim. Eksikliklerini hissettirmemeye çalıştım ama muadil aslının yerini tutmuyor.

22 Ekim Cuma gece saat 01.30’da Perşembe Pazarı’ndan yola çıktık. Sakarya’ya uğrayıp Sakarya Aydınlar Ocağı heyetini de kafilemize dâhil ettik. Kaptanlarımız bize rahat bir yolculuk deneyimi yaşattılar.

Kahvaltı için güzel bir mekân bulup durma imkânımız olmadı. Cuma namazına yetişme gayretini hesaba kattığımızda kahvaltı molası programdan çıkarıldı. Kafiledeki maharetli hanımlar bize akşamdan hazırlayıp yanlarına aldıkları böreklerden ikram ettiler. Şura süresince kalacağımız Tepe Otel’e öğle saatlerinde vardık. Cuma namazı ve akabinde başlayacak olan Panel’de Meral Akşener’in ilk sıralarda konuşacak olması öğle yemeğini de imkânsız hale getirdi. Otelde Sinop’un yöresel yiyeceği olan nokul ikramlarını atıştırıp çıkmak zorunda kaldık. Bu duruma biz razı olsak da Dr. Gülden Sönmez’in sivil itaatsizliğine mani olamadık. Çoğunluk rağbet etmese de Gülden Hanım, içimizden bazılarını yandaşları arasına katmayı başardı. Demokratik muhalefet çerçevesinde yaşadığımız bu hoş gelişmeyi de demokrasinin bir gereği kabul edip Cuma namazını müteakip panele katılmak amacıyla Polis Evi’ne geçtik.  

Sinop küçük bir şehir olduğu için Şura katılımcılarının tamamını misafir edecek büyüklükte bir otele sahip değil. O yüzden katılımcıların diğer bölümü Diyojen Otel’de misafir edildiler. Panel öncesi, Şura için Türkiye’nin dört bir yanından gelen diğer Aydınlar Ocağı temsilcileriyle görüşüp hasret giderdik. Yerel izleyicilerle birlikte salon tamamen doldu.

Sinop Aydınlar Ocağı’nın çiçeği burnunda başkanı Yrd. Doç. Dr. Şennan Yücel’in ev sahipliğinde gerçekleştirilen Şura, Sinop Aydınlar Ocağı Kurucu Başkanı Prof. Dr. Recep Bircan, Aydınlar Ocağı Genel Başkanı Prof. Dr. Mustafa Erkal ve TBMM Başkanvekili Meral Akşener’in açılış konuşmalarıyla başladı.

Kocaeli Aydınlar Ocağı’nın da üyesi olan, Türkiye’nin ilk kadın İçişleri Bakanı olarak görev yapmış, halen MHP İstanbul Milletvekili olarak TBMM Başkanvekilliği görevini yürüten Dr. Meral Akşener’in konuşması çok güzeldi. Dinleyen herkes konuşmadan kendi hissesine düşen dersi ve ibreti çıkardı. Kocaeli Aydınlar Ocağımızın İlim ve İstişare Kurulu üyesi ve http://www.kocaeliaydinlarocagi.org.tr başyazarı, Kimya Yüksek Mühendisi, Hukukçu Ruhittin Sönmez’in değerlendirmelerini okumanızı tavsiye ederim (http://tinyurl.com/ruhittin-sonmez-sinop).

Prof. Dr. Hasan Onat Hocamızın panel konuşması ve Prof. Dr. Özcan Yeniçeri Hocamızın nevi şahsına münhasır üslubu da Şura’nın unutulmazları arasında yerini aldı. Hasan Hocamın konuşması Kocaeli Aydınlar Ocağı web sitesinde yazı olarak yayınladı (http://tinyurl.com/hasan-onat-sinop). Okuyup değerlendirmenizi tavsiye ederim.

Panel sonrası otellerimize geçip akşam yemeği yedik. Dr. Gülden Hanım’ın öncülüğünde sivil itaatsizliğe kalkışan grup da yemek sonrası dağıldı.

Kocaeli kafilesinin en renkli katılımcısı Dr. M. Şefik Postalcıoğlu; liseden arkadaşı olan, yıllardır görüşemediği Dr. Ömer Kolsarıcı ile görüşme imkânı buldu. Kolsarıcı ailesi akşam bizim kafileyi Sinop Karadeniz Yelken İhtisas Kulübü bahçesinde çay içmeye davet etti. Ömer Bey ve ailesi bizim kafileye sıcak ilgi gösterdiler ve biz de onlarla çok çabuk kaynaştık.

Sahil gezisi sonrası Diyojen Otel’e geçip lobide Dr. Meral Akşener’le sohbet ettik. Karikatüristimiz Murat Yılmaz’ın Meral Hanım için özel çizdiği güzel karikatürünü ve hediyelerimizi takdim ettik. Meral Hanımın konuşması kadar, sohbeti ve entelektüel birikimi de gördüğüm kadarıyla dinleyenler üzerinde büyük etki bıraktı. Ruhittin Bey bu konuları tafsilatıyla anlattığı için onun ilgi sahasına girmemek adına Meral Hanımla ilgili bahsi kapatmak istiyorum.

Meral Hanımı dinledikten sonra otelimize geçtik. Bizi yüksek tempolu bir cumartesi bekliyor. Sinopta, Yeminli Tercüman Cemal Barış’la oda arkadaşı olduk.

Cemal Bey, Şura’ya eşi Harita Mühendisi Hatice Nur Barış, kayınvalidesi ve iki çocuğu ile birlikte katıldı. Barış ailesi Kocaeli kafilesinin en fazla katılım gösteren ailesi olarak geniş aile ünvanını kazandı. Çocuklar da seyahatimize ayrı bir renk kattılar. Rahmetli Milli Eğitim Müdürümüz Hayrettin Gürsoy’un kızı olan Hatice Hanım, babasının geçmiş görevi vesilesiyle Sinop’ta daha önce de bulunduğu için özellikle yer isimleri ve yön tayini konusunda seyahat sırasında bana yardımcı oldu.

Cumartesi günü Ocak Başkanları ve serbest konuşma için hazırlığı olanların konuşmalarını Diyojen Otel toplantı salonunda dinledik. Otelin denize sıfır, güzel bir salonu var. Cumartesi toplantıları bizim hediyelerimizi ve 6 ayda bir hazırladığımız “medya’da Kocaeli Aydınlar Ocağı” kitabımızı ilgililerine dağıtmak için en çok tercih ettiğimiz bölüm oluyor. Özellikle web sitemizin yazarlarına kendi yazılarının da olduğu kitaplarımızı ulaştırdık. Şura kitabında resimleri yer alanlara ya da Ocak etkinliğine konu olanlara ulaştırdık. Bütün Ocakların başkanlarına ulaştırdık.

“medya’da Kocaeli Aydınlar Ocağı 17”kitabımız da kütüphanenizde muhakkak bulunması gereken güzel bir çalışma oldu. Kitapta, 52 farklı gönül dostumuz tarafından üretilmiş yazı, şiir ve karikatürler yer aldı.  http://www.kocaeliaydinlarocagi.org.tr/medyadaKAO/17.zip adresinden kitabın pdf sürümünü indirebilirsiniz.

medya’da Kocaeli Aydınlar Ocağı kitaplarımızın nasıl oluştuğundan biraz bahsetmek istiyorum. Katıldığımız Şura Toplantılarına bir önceki Şura’dan o güne kadar geçen sürede yapılan Kocaeli Aydınlar Ocağı faaliyetleri ve basındaki yansımalarını içeren bir kitapla gideriz. Şura’lar 6 aylık periyotlarda yapıldığı için bizim kitapta da 6 aylık faaliyetlerimiz yer alır. Kocaeli Aydınlar Ocağı kurulduğu günden bugüne kadar istikrarlı bir şekilde toplam 17 tane kitap hazırlandı.

15. sayıya kadar bu kitapları Başkanımız Ahsen Okyar, kendisi gazete kupürlerinden toparlayarak hazırlamış. Eskiden baskı imkânları günümüzdeki kadar gelişmiş değilmiş. Kitapta yer alan fotoğraflar analog fotoğraf makinaları ile çekilip tab edilirmiş. Bu zor şartlar altında dahi Ahsen Bey, bin bir özveri ile hazırlayıp sizlere ulaştırmış. Kocaeli Aydınlar Ocağı bir faaliyet yaptığı zaman Kocaeli’de yayınlanan hemen hemen bütün gazetelerde yer alır. Etkinliğin durumuna göre ulusal basında yer alır, televizyonda yayınlanır. Son 4 yıllık bölümüne benim de şahit olduğum kadarıyla Ahsen Bey, her gün bütün yerel gazeteleri alır, faaliyetimiz yer almışsa ulusal gazeteleri alır, Ocak faaliyetlerinin bulunduğu kupürleri keser ve nizami bir şekilde arşivler. Bütün bunları kendi imkanları ile ve mesaisinden zaman ayırarak yapar. Her etkinlik ortalama 4 gazetede yer aldığı için, içlerinden birini ya da ikisini seçerek kitapta yer verir.

1 Kasım 2006 tarihinde faaliyete geçen web sitemizde etkinlik haberleri, duyuru ve bildirilerimizin yanında yazılara da yer vermeye başladık. Zamanla şiir ve karikatür de gelmeye başladı. Şu anda 117 tane yazar, şair ve çizerimizin 2.000’in üzerinde eseri sitemizde yer alıyor. Biz de kitabımızın son sayılarında web sitemizden seçtiğimiz son 6 ayda yayınlanmış eserlere de yer vermeye başladık. Basılı yayın dizgisi konusunda deneyimleri olan Bilgisayar Öğretmeni Emrah Porgalı’nın da katkıda bulunmaya başlaması ile birlikte 15, 16 ve 17. kitaplarımızda başkanımızın üzerindeki yükü bir nebze olsun hafiflettik. Kitabın dizilip baskıya hazırlanmasında Başkanımızla birlikte Genel Sekreterimiz Hasan Uzunhasanoğlu’nun ve Emrah Porgalı’nın gayretleri, benim de âcizane katkılarım var.

Kısaca özetlemeye çalıştığım bu sürecin sonunda ortaya çıkan kitabımızı cumartesi günü ilgililerine ulaştırdık. Kitaplar kitlesel dağıtımdan ziyade ilgililerine ulaştırılmak üzere hazırlandığından dolayı belirli sayıda basılıyor. Hasan Uzunhasanoğlu’nun eksikliğini hissederek kitaplarımızı ve hediyelerimizi dağıtırken bir köşede duran kutudan birkaç tane kitap ve hediye bizim kontrolümüzün dışında Şura katılımcılarımız tarafından alınmış. İyi de olmuş. Zaten onlara dağıtıyoruz. Ama bu plan dışı gelişmeyi bir şekilde haber alan Hasan Bey “Biz sana güvenip emanet ettik. Birkaç kitap ve hediye irade dışı elden çıkmış… Görevini yerine getiremedin.” diye Şura dönüşü Kocaeli’de serzenişte bulundu. “Koskoca Genel Sekreter. Böyle diyorsa bir bildiği vardır” düşüncesiyle “Haklısın Abi. Acemiliğime ver. İlk defa sensiz böyle bir operasyonu yürüttük.” diyerek işin içinden sıyrılmaya çalıştım.

35. Şura’nın bence en güzel tarafı, Aydınlar Ocaklarından birçok yeni ve genç katılımcının olmasıydı. Konuştuk, sohbet ettik, hasret giderdik. Yeni katılanlarla tanıştık. Katılan herkesin irtibat bilgilerini aldık. Sunumları dinledik. Sunumlar oldukça kaliteli ve zevkliydi.

Şura’nın biz Kocaelililer olarak mutluluk sebebi olan diğer bir yönü de Kocaeli Aydınlar Ocağı’nı takdir eden, örnek gösteren konuşmaların yapılmasıydı. Cumartesi günü yapılan bir çok konuşmada Kocaeli Aydınlar Ocağı’na atıfta bulunuldu. TBMM Başkanvekili Meral Hanım’ın panelde “Ben Kocaeli Aydınlar Ocağı’nda yetiştim.” Diye başlayıp Ocağımız ve Başkanımız hakkında güzel sözler söylemesi ile başlayan övgü sözlerini Şura sonuna kadar duymaya devam ettik.

34. Şura’da Malatya’da tanıştığımız ve Sinop’ta beraber olduğumuz Doç. Dr. Taner Tatar ve eşi Doç. Dr. Hüsniye Canbay Tatar da Şura dönüşü Kocaeli Aydınlar Ocağı sitemizin yazarları arasına katıldı. Çok mutlu olduk. İlk yazıları bugünlerde yayınlandı zaten.

Panelde konuşması en çok beğenilenlerden Prof. Dr. Hasan Onat Hocamız da kitabımızı ve yazarlarımızı inceledikten sonra bizim web sitesinde yazmaya karar verdi. Hasan Hocam bence hedef kitlesine ulaşmak için doğru bir adres seçti. Hasan Hocamızın da güzel yazılarını sitemizden okuyabileceksiniz.

Öğle yemeğini Sinop’un en güzel yerlerinden birisi olan Akliman’da yedik. Akliman gerçekten görülmeye değer, doğa harikası bir mekân. Arkasından dünyaca ünlü, bir benzeri sadece Norveç’te bulunan, dünyanın iki fiyordundan birisi olan Hamsilos’u gezdik.

Sinop’a gelip de zindanlarını gezmeden dönülür mü? Sinop tarihi cezaevini gezdik. Alaattin Camii ve Pervane Medresesi’ni gezdikten sonra otobüsle ada turu yaptık. Nursel Ablanın ve Melek Yengenin kenarları uçurum olan yollardan geçerken kötü etkilendiklerini bilmediğim için onların korku dolu anlar yaşamasına sebep oldum. Kafiledeki diğer katılımcılar ada turunu sevdiler. Turu tamamladıktan sonra Seyyid Bilal Türbesi’ne uğradık. Emir Tayboğa’nın mezarı başında dua ettik. Otele döndük.

Cumartesi akşamı şiir ve halkoyunları gösterileri izledik. Bize böyle güzel bir etkinliği hazırladıkları için Sinop Aydınlar Ocağı mensuplarına teşekkür ediyoruz. Şiir okuyan ve halkoyunları gösterisi sunan gençlere ayrı ayrı hediyeler takdim edildi. Bizler ayrıca Kocaeli Aydınlar Ocağı’nın hediyelerini takdim ettik. Sinop Aydınlar Ocağı’nın çiçeği burnunda Başkanı Yrd. Doç. Dr. Şennan Yücel’e ve Sinop Aydınlar Ocağı Kurucu Başkanı Prof. Dr. Recep Bircan’a Ocağımızın plaket ve hediyelerini takdim ettik.

Pazar sabahı kahvaltı ve basın açıklamasının ardından otellerimizden ayrıldık. Sinop limanını gezdik. Kotro ve nokul almak isteyenler alışverişlerini yaptılar. Limanda çay içmek için yer ararken İzmit’le de irtibatları olan, aynı zaman da Recep Bircan Hocamızın bir öğrencisi olan bir çifte rastladık. Sahilde çay içerken bize eşlik ettiler. Bu arada bizi Şura boyunca hiç yalnız bırakmayan Dr. Ömer Kolsarıcı ve ailesi de uğurlamak için geldiler. Alışverişleri tamamlayıp Kolsarıcı ailesi ile vedalaştıktan sonra dönüş yolculuğuz başladı.

Sinop’a giden Kocaeli kafilesinde daha önce görmeye alışık olmadığım iki aile vardı. İlki, Ocağımızın eski başkanlarından, Meral Akşener’in de ağabeyi olan Sigortacı  Nihat Gürer ve eşi Melek yenge. Diğer aile de Ocağımızın en eski üyelerinden Nuri Ertan İrfanoğlu ve eşi Filiz yenge. Hem Nihat Abi hem de Nuri Abi ile birlikte Şura’ya katılmak çok güzeldi. Allah her ikisine ve eşlerine de sağlıklı, uzun ömür versin.

Dönüş yolunda kafile rehberliğini Sakarya Aydınlar Ocağı Başkanı Yrd. Doç. Dr. M. Kemal Cerrahoğlu Hocama devrettim. Cerrahoğlu Hocam, dönüşte Kastamonu üzerinden dönüp Şeyh Şaban-ı Veli Hazretleri’nin türbesini ziyaret etmeyi uygun gördü. Yemek için de Kastamonu’nun çıkışındaki İzbeli Çiftliği’nde mola verilmesine karar verdi.

Hanönü ilçesine girmek üzereyken otobüsümüzün tekerleği patladı. Bir süre mola verdik. Neyse ki herhangi bir sıkıntı olmadan kenara park edildi, tekerlek değiştirildi ve yolumuza devam ettik.

Kastamonu şehir merkezini daha önce görmemiştim. Gerçekten görülmeye değer, düzenli ve temiz bir şehir. Şeyh Şaban-ı Veli Hazretleri’ni ziyaret edip dua ettikten sonra İzbeli Çiftliği’ne doğru yola çıktık. Kastamonu’da karşımıza çıkan İstanbul Avrupa Yakası Aydınlar Ocağı Başkanı Av. Hidayet Gümüşsoy ve beraberindekiler İzbeli Çiftliği’nde de karşımıza çıktılar.  Yemekte, bizim resim ve video çekimlerinin bir kopyasını Şura’da kamerasını kaybeden Hidayet Bey’e verdim.

Giderken aç kalmaktan şikâyetçi olan Dr. Gülden Sönmez, kahvaltının üzerine hiçbir şey yemeden yatsıya kadar yolculuk yapınca, giderken isyan ettiği için üzüldüğünü, yeni kafile rehberinin daha kötü olduğuna kanat getirdiğini söyledi. Biz Cerrahoğlu Hocamın rehberliğinden şikayetçi olmadık, aksine memnun olduk. Sakarya Aydınlar Ocağı Yönetim Kurulu Üyesi İnşaat Mühendisi Cengiz Arslan dönüş yolunda bize fıkralar anlattı, şiirler okudu. Türklerin yaşadığı hemen hemen her coğrafya ile ilgili biriktirdiği gezi hatıralarını bizlerle paylaştı. Yolculuğumuzun neşeli geçmesine vesile oldu.

Pazar akşamı saat 23.30 civarında Sinop yolculuğumuzu sağ salim tamamlayıp evimize ulaştık. Bütün Kocaeli Aydınlar Ocağı seyahatleri gibi unutulmaz bir seyahat oldu.

Çok uzun bir yazı oldu, farkındayım… Seyahat o kadar dolu geçti ki, hiçbir şey unutulmasın diye aklımda kalan her şeyi yazdım.    

Taksim’deki saldırıda istihbarat zaafiyeti

Taksim’de vuku bulan patlama canımızı acıttı yine.

Yaralananların sayısını akşam saatlerine dek, kesin olarak öğrenemedik.

Emniyet Müdürü de, Vali de, Emniyet Genel Müdürü de farklı rakamlar verdiler.

Sonunda: “Orada görev yapan temizlik işçisi kardeşlerimize sorsaydınız, onlar size en doğru rakamı verirdi” dedi,  gazetecilikte kırk yılını doldurmuş bir ağabeyim.

Şili’de madencilerin iki ay sonra sağ salim çıkartılmalarının akabinde, “Biz olsak üç günde çıkarırdık” diyen Bakan‘ın sözlerini hatırlattı bu olay bana.

Biz bırakın polise saldıran şerefsizin saldırısını önlemeyi, patlamada yaralanan vatandaşlarımızın ve polislerimizin sayılarını bile akşama kadar tam olarak belirleyemedik.

İsimlerini, görevlerini vesaire gibi bilgileri değil, sayılarını dahi öğrenemedik.

Bu olayın olduğu gün, İmralı Canisi’nin verdiği eylemsizlik kararının son bulduğu güne rastlaması bir tesadüf olamaz.

Diğer taraftan Karayılan‘ın: “Öldürülen siviller için özür dileriz” açıklamasının üstünden, iki gün bile geçmemiş olması da tesadüf olamaz.

Bütün bunları üst üste koyduğunuzda, terörle yapılan mücadelenin, “Açılım” ile kat edilen, ‘terörü meşrulaştırmanın’ gölgesinde kaldığını gösteriyor bize.

Bugün toplumda infiale sebep olan bu menfur saldırının faili canlı bombanın Kandil’deki arkadaşlarını,  gerdeğe giren damat gibi davulla zurna ile karşılarsanız, onları Devlet Töreni ile, Devlet’in Valisi, Savcısı, Hâkimi ile gidip kapıda karşılarsanız, Taksim’e gelip bomba atmalarını da meşru hale getirirsiniz.

Bunda çok yadırganacak bir durum yok.

Terörün idamesi, durdurulması kararını, sözde hapiste tutulan İmralı Canisi’nin inisiyatifine bırakmak, zaten bu gelinen noktayı da kabullenmek demektir.

Hala ‘Açılım’ ın faziletlerinden bahsetmeye kim kalkarsa, konumu, sıfatı, toplumdaki karşılığı ne olursa olsun, ‘ihaneti kendine şiar edinmiş bir haindir’ kendisi benim nazarımda.

Lanet olsun sizin Açılımınıza.

Lanet olsun sizin terörü önleme konusunda geliştirdiğiniz siyasete, stratejiye.

Taksim’e kadar gelerek üzerindeki bu bombayı patlatan şerefsiz, Taksim’e gelene kadar ‘görünmez adam’ mıydı?

Bu Devlet‘in terörü önleyici istihbarat çalışmalarını yapan tüm birimleri, ne ile meşguldüler bu adam elini kolunu sallaya sallaya Taksim‘e gelene kadar?

Geçenlerde açıklama yaptı yetkili organlar.

Türkiye’de mahkeme kararı ile 73.000 kişi dinleniyormuş?

Bir de ‘önleme dinleme’ şeklinde geliştirdikleri bir yöntem var güvenlik kuvvetlerinin. Bunun için mahkeme kararı almaya da gerek duymuyorlar.

Bunların sayısını resmi olmadığı için kimse bilmiyor.

Herkes, ‘Ben de mi dinleniyorum?’ paranoyası yaşıyor ülkede bu yüzden.

Türkiye‘de mevcut İktidar‘a muhalefet eden, siyasetçi, gazeteci, sivil toplum kuruluşu yöneticisi, sendikacı, aydın kim varsa özel ilişkileri dâhil, takip ediliyor, görüntü alınıyor, dinleniyor.

Baykal’ın yatak odası görüntüleri dahi tespit edilip arşivleniyor, günü geldiğinde kullanırız diye.

Türkiye’yi Saddam’ın Irak’ına çevirme yönünde son sürat devem eden bu Korku İmparatorluğu’nun neferleri, Taksim’e kadar gelip, üzerindeki bombanın pimini çekene dek, bu şerefsizi takip edemiyor. Hakkında hiçbir istihbarat çalışması yapılamıyor.

Neden?

İktidar‘ın ömrünü uzatacak girişimlerden, istihbari faaliyetlerden fırsat mı bulamıyorlar?

Muhalefet edenlere ait dinleme, istihbarat, fiziki takip gibi işler, terör faaliyetlerinden daha fazla önem arz ediyor İktidar ve neferleri nezdinde.

O yüzden Cumhurbaşkanı da dahil, Başbakan, Bakan, Emniyet Genel Müdürü kim var ise bugün yapılan bu şerefsiz saldırıyı kınayan, hiç samimi gelmiyor.

Zira gerçekten terörü önlemek istediklerini artık düşünmüyorum, başörtü sorununu çözmek istemedikleri gibi.

“Teröre son vereceğiz” diye çıktıkları yolun, ülkeyi bölmekten başka bir işe yaramadığını görmemeleri için kör olmaları gerek.

Bu siyasetin, bu stratejinin devamında ısrar etmelerini ise ihanet olarak görürüm ben.

Müslüman İradesini Kime Teslim Eder?

Tarikat- Cemaat ve STK’lar” başlıklı yazımda belirttiğim gibi, cemaat ve tarikatlara soğuk olmayan ve hatta bu dini nitelikli örgütlerin birbirlerine karşı gösterebildiği hoşgörüden daha fazlasını gösteren bir anlayışa sahibim. Bu kurumların farklı özellikteki kitlelere İslami hizmetlerin götürülmesinde faydalı olduğunu da düşünürüm.

Ancak dinin motor güç olarak kullanıldığı hareketlerde dikkat edilmesi gereken hususlara dair zaman zaman uyarılarda bulunma ihtiyacı hissetmekteyim.

Necip Fazıl gibi, dini grupların hemen hepsi tarafından saygı gören bir inanmış mütefekkir sanatçının bile, kâfirden ziyade “ham softa kaba yobaz” diye nitelendirdiği, dini yanlış anlayan ve anlatan, cahil ama kendini âlim zanneden kişiler ve dindar değil, din ticareti yapan kişilere karşı mücadele etmiş olması da, bu ihtiyacın bir tezahürü olduğu kanaatindeyim.

Cemaat ve tarikatların eğitimlerinde, mensup veya müridin iradesinin cemaat liderine/ şeyhe devredilmesi ve tam bir teslimiyet şartı aranması benim İslam anlayışım içerisinde kabullenemediğim temel husustur.

İslam’ın omurgası olan “kelime- tevhit“in anlamı “başka ilah yok, sadece Allah var” demekse, “ilah yalnız Allah olacaktır, ibadet yalnız Allah’a yapılacaktır.”

Biz Müslümanlar olarak Fatiha suresini her gün defalarca okuyup, bu gerçeği haykırdığımız halde, araya kendisinde çeşitli özellikler gördüğümüz insanları, kurumları veya güç sahiplerini koymak, herhalde İslam’a pek uygun olmasa gerektir. “İnsana ve paraya kulluk varsa, Kur’an’ın Allah’ına kul olamayız” sözüne bir Müslüman olarak yanlış deme imkânımız var mıdır?

“Şeyh karşısında mürit, gassal karşısında meyyit gibi (ölü yıkayıcının karşısındaki ölü gibi) olmalıdır” anlayışı, Hazreti Peygamber ve sahabeleri arasındaki münasebette bile bulunmuyordu. Sahabe, vahiy karşısında tam bir teslimiyet içindeyken, Peygamberin beşer olarak söylediklerine karşı kendi aklına ve iradesine uygun davranışlar gösterebiliyordu.

Sahabe içindeki en az bilineninin bile, en büyük veliden mertebe itibariyle daha önde olduğu kabul edilmektedir. Yine tasavvuf anlayışında herhangi bir şeyhin veya kanaat önderinin mertebesi de bir veli mertebesinden aşağıdadır. Öyle ise bu irade teslimiyetini İslam kuralları içinde nasıl açıklayacağız?

En yüksek mertebede olduğu kabul edilen sahabenin içinde, Hazreti Peygamberin eşine iftira atma günahını işleyenler olduğunu hatırlayalım. Yine ashabın büyüklerinin arasında yaşanan tarihi savaş ve çatışmaları da düşününce hatasız ve günahsız, insan, şeyh, kanaat önderi olamayacağını görmek durumundayız. Bu sebeple irademizi hiçbir kimseye teslim etmeden, İslam’a hizmet edenlere saygıda da kusur etmeden, İslam’ı yaşamak daha doğru bir seçim olsa gerektir.

*****

HIRS-I CÂH: Mustafa Yazgan Hoca’dan dinlediğim bir tarihi olayı hatırlıyorum. Taraftarları nezdinde hem siyasi ve hem de dini bir lider hüviyetinde olan ünlü siyasetçi, hareketinin ilk yıllarında, Konya mitinginde omuzlara alınır. Omuzlar üstünde iken duyduğu memnuniyeti yüzünden bellidir.

Muhafazakâr kitlelerin “Üstad”ı Necip Fazıl, bu durumu gözleyince o siyasetçiyi “hırs-ı câh / hubb-u câh” (yani makam-mevki tutkunu olmak, insanların beğenisini kazanmak arzusu, hep önde görünmek iştiyakı, şan-şeref meftunu) olmakla tavsif eder ve öfkelenerek meydanı terk etmek ister.

Üstad’tan sonra, Müslümanların bir kesimi için “hırs-ı câh” omuzlara alınmanın dayanılmaz hafifliğinden ibaret değil. Bu kesim için devletin ve gücün ele geçirilmesi vazgeçilmez bir hedef.  Burada önemli olan, bu isteğin ne kadarının din temelli hizmetin daha yaygın ve kaliteli verilmesi, ne kadarının nefsî ve siyasi olduğudur.

Hırs-ı câh içindeki, makam ve güç tutkunu, Müslüman kimlikli bazı kişiler, tamamen nefsanî istek, arzu ve hırslarını din hizmetinin bir gereği gibi gösterebilir. Bu kişilerin, insanların kişisel özgürlük alanlarına tecavüz etmeleri, şeref ve haysiyetlerle oynamalarına gerekçe yapmaları, İslami bir davranış olmadığı gibi, son derece tehlikeli sonuçlara sebep olabilir.

Ham softa- kaba yobaz” diye nitelendirilmeyi hak eden bazı dindar kimlikli insanların, eksik bilgi ve eksik iman sahibi olduğu halde diğer Müslümanların hayat tarzını tanzim etmeye yönelik gayretlerinin ne büyük zarar verdiğine dair de hepimizin tecrübeleri vardır.

******

Yalnız Allah’tan yardım dilemesi gerekenlerin, muktedir görünenlerden, güç sahiplerinden, ABD’den medet umar hale gelmesi bir güç tutkunluğunun esiri olabilir. Hakk’ın ve haklının yanında değil, güçlünün yanında olmanın İslami irade ile bağdaşması mümkün değildir.

İradesini birilerine teslim etmiş insanlarla demokrasi ve insan hakları kavramları sözde kalmaya mahkûmdur. 

Bu konuda konuşması ile bana ilham veren Prof. Dr. Hasan Onat‘ın şu sözleriyle bitirelim:

“İslam, akli yetileri yerinde olmayan insanı sorumlu tutmaz. Kur’an nasıl Allah’ın bir ayeti ise, akıl da Allah’ın bir ayetidir. Allah, akla destek olması için vahiy göndermiştir. Bilim en temelde, insanın Tanrısal aklın ve insan aklının işleyişini ve yaratılanlar üzerindeki izlerini anlama ve açıklama çabasıdır.

İslam’a göre iman, sorumluluk ve kurtuluş bireyseldir. Kimse kimsenin günahını çekemez. Dileyen Müslüman olur; Tanrı dileyen kimseyi hidayete ulaştırır. Hiç kimse, ne Müslüman olması için, ne de Müslümanlığı yaşaması için zorlanabilir; çünkü “dinde zorlama yoktur” (Bakara, 2/256).

Din, laiklik ve demokrasi ile ilgili sorunlar, bilimin ışığında ve bilimsel yöntemlerle çözümlenmelidir.

 

Siyasi Parti Genel Başkanlarına Açık Mektup

Cumhuriyetimizin 87. yılı münasebetiyle kuruluşunda emeği geçen herkese saygı ve hürmetlerimi sunuyorum.

Ruhları şad, makamları cennet olsun.

Bu vesile iktidarı ve muhalefeti ile tüm siyasi parti genel başkanlarına da seslenmek istiyorum.

Artık halkımız gerginlik değil çözüm istiyor.

Siyası hayatımız bu asil millete yakışır şekilde yeniden formatlanmalı..

Halk merkezli siyaset geliştirilmeli.

Ortak değerlere herkes saygı duymalı.

Sorunlara tutarlı dengeli alternatif çözüm önerileri sunulmalı.

Laf yarışı üzerinden değil, hizmet yarışı üzerinden siyaset yapılmalı.

Siyasete konu olacak ve olmayacak hususlar, etik kurallar olmalı.

Her türlü toplumsal değer siyasete malzeme yapılmamalı.

Toplumun ortak değerleri siyaset dışı tutulmalı.

Siyaset dışı tutulması gereken ortak değerler şunlardır.

1 – Dini ve milli değerler

Başörtüsü giyim- kuşam vs.

Bunların karşıtı ve taraftarı olmamalı,

İsteyen inansın, istemeyen inanmasın.

Yâda isteyen istediğine inansın.

İsteyen açılsın, isteyen kapansın.

İsteyen ibadet yapsın, istemeyen yapmasın.

Buna ister bireysel özgürlük deyin, isterse dini özgürlük.

Özgürlüklerin kullanımında hizmet alan, hizmet veren ayrımı olmamalı, olamaz ki..

Kamuya kapalı kamusal alan,

Kamu olmayınca, kamusal alan nasıl olacak?

Burada belirleyici tek ölçü şu olmalı,

Toplum düzenini tehlikeye sokmayacak,

Üniter yapıya zarar vermeyecek,

Bunların dışındaki hiçbir kıstas çağdaş ve medeni toplumlara yakışmaz vede görülmez.

2 – Atatürk Cumhuriyet ve Laiklik

Atatürk, Cumhuriyet bunlar bu halkın ortak milli ve toplumsal değerleridir.

Laiklik bireysel değil, kurumsal bir kavramdır.

Anayasal düzendir.

Bunlarda siyasete konu edilmemelidir.

3 – Kutuplaşmaya sebep olacak hususlar

Alevi – Sünni; Kürt -Türk

Sevmiyor, beğenmiyor olabilirsiniz,

Herkes bir birlerinin inancına ve ırkına saygı göstermelidir.

Bunlar birlikte yaşamanın asgari müşterekleridir.

Ayrıca farklılıklarımız kavga değil, zenginlik sebebi olmalıdır.

Bunların siyasi tartışmalarla ne ilgisi olabilir?

Yıllardan beri siyasiler bunları niçin tartıştı ve hala niye tartışıyorlar?

4 – Negatif değerler üzerinden siyaset yapılmamalı

Sürekli tartışmak, hakaret etmek, çamur atmak,

Sadece eleştirmek, siyasetin ana gündemi olmamalı.

Sürekli olarak başka parti ve liderlerin yanlışlarını ve eksiklerini konuşmak şimdiye kadar bu millete ne kazandırdı ki bundan sonra ne kazandırsın?

5 – Pozitif siyaset yapılmalı

Sizin kendinizle alakalı konuşacağınız bir şeyleriniz yok mu?

Siz halka kendinizi anlatmak yerine, başkalarını anlatıyorsunuz

Kendi tüzük ve programlarınızı yönetim anlayışınızı,

Yani ekonomide, sağlıkta,

Eğitimde, ulaşımda,

İç ve dış politikada neler yapmayı düşünüyorsunuz?

Siz iktidara geldiğinizde bu milletin karnını nasıl doyuracağınızı,

Yüzünü nasıl güldüreceğinizi,

Bu toplumu nasıl kalkındıracağınızı,

Bu ülkeyi nasıl muasır medeniyet seviyesine getireceğinizi niçin anlatmıyorsunuz?

Yoksa bu konularla ilgili plan vede projeleriniz yok mu?

Bilmiyoruz…

Varsa anlatın belki vatandaşın tercihi siz olursunuz.

Gerginlik ve kutuplaşma siyaseti artık sıkıcı olmaya başladı.

21. asırda nüfusunun % 99 Müslüman olan bir ülkede,

Başörtüsü hala gerginlik konusu oluyorsa,

20. asrı kaybettiğimiz gibi 21. arsıda kaybedeceğiz demektir.

Unutmayınız bu asil milletin vebali dünyada da ahrette de üzerinizdedir.

Bu kafa yapısı kendi halkını doyuramadı.

2. Dünya savaşından yenik çıkan Almanya’ya ve Avrupa’ya işçi olarak gönderdi.

Bizim işçimiz onları kalkındırdı.

Atom bombası yiyen Japonya kalkınmasını tamamlayarak teknolojide ticarette ve ekonomide dünya devi oldu.

Sizde hala aynı zihniyet aynı tartışma konuları,

Aleviydi, sünniydi,

Laikti, değildi,

Türktü, Kürttü,

Çağdaştı, yobazdı,

Cumhuriyetçi, hilafetçi,

Göbeğini kaşıyan, ensesini kaşıyan,

Onun oyu, bunun oyu,

Eh be kardeşim sıkılmadınız mı bu konulardan?

Allah rızası için birazda bu millet ve bu ülke için ne yapabilirizi düşünseniz,

Günaha mı girersiniz?

Milletin vergileriyle lüks hayat yaşıyor, milletin ensesinde boza pişiriyorsunuz.

Artık vazgeçin bu anlayıştan,

Bu milletin günahı nedir?

Bu milletin ne laiklikle,

Ne çağdaşlıkla,

Ne cumhuriyetle,

Ne mini etek, nede başörtüsüyle bir sorunu yok.

Lütfen ellerinizi milletin yakasından çekiniz.

Dinlisiyle, dinsiziyle,

Sağcısıyla, solcusuyla,

Bu milletin tek derdi iş, aş…

Daha iyi bir iş, daha iyi bir aş ve çağımıza uygun bir geçim standardı yakalamak.

Yüz binlerce Üniversite mezunu boşta, milyonlarca insan işsiz.

Bunlar sizi hiç ilgilendirmiyor mu?

Bunlar gündem olmaya değer şeyler değil mi?

Gerginlik belki bir yere kadar heyecan veriyor ama, kabak tadı da vermemeli..

Nasrettin Hocanın deyimiyle.

Kabak cennet yemeğidir ama,

‘Her sahurda da kabak aşı yenmez ki’

Siyasiler şunu anlamalı ki,

Artık halka rağmen siyaset olmuyor.

İktidar yâda başarılı olmanın yolu

Halkla aranıza duvar örmekle değil,

Köprü kurmakla olur.

Halk la aranıza köprü kurmak ise;

Ona tepeden bakmaktan ve cahillikle suçlamaktan vazgeçerek,

Tarihine, kültürüne, milli ve manevi değerlerine saygılı olmakla olur.

İktidarı ve muhalefeti ile tüm siyasi parti lider ve yöneticilerini ülkemizin ve halkımızın gerçek gündemine dönmeye davet ediyorum.

Hepinize saygı ve hürmetlerimi sunuyorum.

Cumhuriyetimizin 87. yıl dönümü vatanımıza ve milletimize hayırlı olsun.

Millete hizmet edenlerin yolu açıl olsun.

Millete ihanet edenler varsa, kafalarına millet kadar taş düşsün.

                                                                                                                   

ÂMİN

 

Tören Cumhuriyetçiliği

Her Cumhuriyet Bayramı geldiğinde inanmadan ve içlerine sindirmeden tören milliyetçiliğine benzer şekilde “tören Cumhuriyetçiliği” yapanlardan tiksinir olduk. Cumhuriyet’e sadece 29 Ekim günleri şeklen bağlı kalan, ama hayatları boyu onunla kavgalı olanlar, ikinci, üçüncü Cumhuriyet arayışı içinde olanlar ve kendilerine değişik kesimlerden ortak bulanlar utanmadan ve sıkılmadan Cumhuriyet’i kutlarlar. Acaba bugünkü Türkiye’nin manzarası Cumhuriyet’i kutlamaya ne ölçüde uygundur? Milli Mücadeleyi küçümseyenler, dünün mandacılarının devamı olanlar, bugünün teslimiyetçi, küreselcileri, dıştan yönetilenler, demokrasiyi Cumhuriyetsiz düşünenler, Türk kimliği ile kavgalı olanlar ne yüzle Cumhuriyet’i kutladılar?

Bir taraftan ülkenin toprak bütünlüğünü, Devlet şekli ve üniter yapısını, Anayasanın değiştirilemez maddelerini demokratikleşme adı altında tartışmaya açacaksınız; “çok uluslu, çokkültürlü, çok dilli” yapay bir devlet modeli arayacaksınız; milli egemenliği paylaştırmak için yerli ortak arayacaksınız; açılım adı altında insanları birbirinden uzaklaştırıp ötekileştireceksiniz; bize yabancı olan etnik soruna çanak tutup zihinlere etnik fitneyi sokacaksınız; terör örgütü ile mücadeleden çok müzakereyi düşüneceksiniz; daha sonra da Cumhuriyet’in 87. yılını kutlayacaksınız.

87. yılında Cumhuriyet ve Türk Milleti hiçbir zaman bugünkü kadar iç ve dış tehdit ve tehlikelerle karşı karşıya kalmamıştır. Biz çocuklarımıza ilelebet yaşayacak ve yaşatılacak Türk Devletini ve Cumhuriyetimizi emanet bırakmak istiyoruz. Bir kısır döngü şeklinde Devleti ele geçirme, Yargı dahil önemli kurumları üzerinde hesaplaşma yarışını, birbirinden rövanş alma kısır mücadelelerini gelecek nesillere kötü bir miras olarak bırakmak istemiyoruz. Hukuk devletinin parti devletine dönüştürülmediği, bastırma, sindirme ve yargısız infazların yer almadığı, temel hak ve hürriyetlere saygılı bir demokrasiyi özlüyoruz.

Cumhuriyet’in 87. yılında hâlâ istikrar ve mutabakatların geliştirilmesini arıyoruz. Osmanlıdan milli devlete ve Cumhuriyet’e geçiş bize ikram edilmedi. Bedel ödeyerek Milli Mücadeleyi başardık ve onu Cumhuriyetle taçlandırdık. Geliniz 87. yılda milli bağımsızlığın ve milli egemenliğin değerini bilelim. Ona yerli yabancı ortak aramayalım. Milli bağımsızlık ve milletleşme olmadan gerçek demokrasi de olamaz. Batılı işgalcileri tekrar davet etmeyelim. Cumhuriyet’i açık arttırmaya çıkarmayalım. “Allah bu Millete bir kere daha İstiklâl Marşı yazdırmasın” temennisinde bulunan Mehmet Akif’e kulak verelim.    

87. yılındaki Cumhuriyetimiz; reel sektörün önemsenmediği, tarımın perişan edildiği, “üretme ithal et, borçlan ve tüket” anlayışının zihinlere sokulduğu, dış ticaret açığının bir yılda %67 arttığı, cari açığı kapamanın ve hafifletmenin tehlikelerle dolu sıcak para girişlerine bağlandığı, işsizliğin kol gezdiği, devlet baba anlayışının yerine bize yabancı tüccar devlet anlayışının, ekonomik değerlerinin yabancıların eline geçtiği bir dönem yaşıyor. 1923’te iktisadi bağımsızlığı siyasi bağımsızlığın garantisi olarak görmüştük. 2000’li yıllarda kötü huylar edindik. Sorun çözme ve karar alma mekanizmalarının milletüstü yapılara yerini bırakması yolunda küresel baskılar var. Mahallilik ve millilik kavramlarından evrenselleşmeye doğru yönlendirilen bir Dünyada yaşıyoruz. Önü açılmış milli devletler her yönden kuşatılıyor; kaynaklarına küresel reçetelerle el konuluyor. Kamuoyu uyuşturuluyor ve asıl gündem dışı konularla meşgul ediliyor. ***

Geçen hafta Bartın Belediyesi’nin düzenlediği 14. Kitap Fuarına katıldık ve küreselleşme üzerine bir konuşma yaparak kitaplarımızı imzaladık. Daha sonra Sinop’a geçtik. Aydınlar Ocaklarının Sinop’ta yapılan 35. Şurası dolayısıyla Sinop Aydınlar Ocağı yöneticilerini ve katılanları tebrik ediyoruz. TBMM Başkan Vekili Sayın Meral Akşener’e, açık oturuma katılan Prof. Dr. Hüseyin Peker, Prof. Dr. Hasan Onat, Prof. Dr. Özcan Yeniçeri ve Doç. Dr. Kâmil Kaya’ya teşekkür ediyoruz.  

NOT: Kayınvalidemizin vefatı dolayısıyla ilgilerini esirgemeyen Trabzon MHP milletvekili Süleyman Yunusoğlu’na, İl Başkanı Nihat Bey ve arkadaşlarına, Aydınlar Ocağımızın Başkanları Prof. Dr. Orhan Değer ve Doç. Dr. Yüksel Ali Yazıcıoğlu’na, ülkücü kardeşlerimize, telefon ederek, mesaj göndererek acımızı paylaşan vefalı bütün dostlarımıza teşekkür ederim. Allah razı olsun.     

           

Yalçıntaş Hoca’nın kahır günü

İstanbul Ticaret Odası Başkanı Murat Yalçıntaş’ın isminin de karıştığı Yeşilköy‘de bulunan fuar alanındaki davaya ait rüşvet skandalında verilen tutuklama kararı, bir takım söylentileri de beraberinde getirdi.

Nevzat Hoca’yı yakinen tanırım. O’nu ve benzeri mütefekkir Türk aydınlarını dinleyerek geçen bir öğrencilik, gençlik dönemim oldu.

Keşke hiç siyasete bulaşmasaydı şeklinde düşünmeme rağmen, AKP Milletvekili olduğu dönemde, kendisinin de yanında olmadığını kesin bildiğim konularda bile sıkı bir AKP fanatiği kesilmesine rağmen, saygıda kusur etmem.

En son olarak, Aydınlar Ocağı Kocaeli Şube Başkanı Ahsen Okyar Beyefendi’nin oğlunun nikâhında birlikte nikâh şahitliği yaptık Hoca ile.

Sohbeti ile keyiflendim o gün yine.

Oğlu Murat Yalçıntaş’a gelince, hiç tanımadım.

Bunca yıldır İş Dünyası ile haşır neşir olmama rağmen, İş Adamı kimliği ile de tanımadım geçmişte.

Ta ki İstanbul Ticaret Odası’nda Mehmet Yıldırım’ın karşısına ‘ AKP’nin Adayı’ olarak çıkana dek.

Siyasetten geldi.

AKP İstanbul İl Başkan Yardımcılığı görevinden ayrılıp Başkan oldu Ticaret Odası’na.

Başına gelen bu olaylarda taksiri var mı yok mu bilebilmem mümkün değil.

Onun için de sürpriz olduğunu düşündüğüm bu tutuklama kararı sonrası, babası Nevzat Hoca geldi gözümün önüne.

Nevzat Hoca için baba olarak gerçekten zor bir durum.

Çok üzüldüğünü düşündüm Hoca’nın.

Hoca,  geçmişte olmadı ise bile, bugün kesin pişmanlık duymuştur siyasete girdiğine.

Zira yazılanlara, konuşulanlara bakılırsa, bu gelişmelerin öncesinde de operasyon anında da Başbakan‘ın haberi var.

Hoca’nın, ilk andan itibaren kendisine destek verdiği Başbakan, oğlunun başına gelen bu olaylardan haberdar ve kılını kıpırdatmıyor.

Hoca da bilir ki, Başbakan olur vermese bu davanın seyri hiçbir zaman bu noktaya gelmez.

Bana birileri buradan yine maval okumaya kalkıp da, “Yargı bağımsızdır, Başbakan ne yapsın” şeklinde konuşmasın.

Allah’ın bildiğini kuldan saklamak neden?

Başbakan‘ın bu işte dahlinin olmadığını söylemek için Mars’ta yaşıyor olmak lazım.

Baksanıza Başbakan’ın en yakın arkadaşı Remzi Gür, CNR Fuarcılık’ın sahibesi Ceyda Erem’i arayıp, “gözün aydın”  diyebiliyor.

Başbakan’ın, oğlunu evlendirdiği Reyhan kızımızı da aileye tanıştıracak kadar aileye yakın biri olan Nevzat Hoca’ya karşı bu tavrı nasıl izah etmek mümkün peki?

Bunun cevabını Oda TV’de yayınlanan yorumda bulabiliriz gibi geldi bana.

Başbakan’ın hiç sevmediğini herkesin bildiği TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu‘na olan yakın duruşu, Murat Yalçıntaş için sonun başlangıcı olmuş olabilir.

Yasa gereği son dönem Başkanlık yapan Hisarcıklıoğlu‘nun, TOBB Başkanlığı sonrası siyaset yapma fikrine sıcak baktığını sağır sultan bile biliyor artık.

Şimdilerde TOBB‘ da Hisarcıklıoğlu‘nun yardımcılığını yapan Murat Yalçıntaş’ın olası bir siyasi çıkışında Hisarcıklıoğlu ile hareket edeceğini bildiğinden, Başbakan’ın uzun süredir İTO Başkanı’nı gözden çıkardığını yazmış Oda TV.

Hiç de yaban atılacak bir senaryo gelmedi bu bana.

Başbakan, söz konusu kendi olunca değil Nevzat Yalçıntaş’ı babasının oğlunu tanımaz.

Sahip olduğu bu gücü, yarınlarda ne birilerine kaptırmak, ne de birileri ile paylaşmak ister.

Bir sözüm de,  İTO Başkanı’nı adliyeye götüren kolluk kuvvetlerine.

Yalçıntaş, hakkında yakalama kararı çıktığını öğrenince, yurtdışında olmasına rağmen, kendi ayakları ile gelip teslim olan, İş Dünyası’nın en saygın kurumlarından birinin başındaki isim.

Arabadan indirilip, Adliye‘ye gidişi esnasında, kaçma ihtimali mi var ki, iki memur iki yanında, kollarına girmiş Yalçıntaş‘ın, beraberinde yürüyorlar.

Bu şekilde; “bizimle iyi olmayanın hali budur” mu denmek istenmektedir?

Peki, İTO Başkanı, geçen hafta 10 yıl aradan sonra beraat eden Nail Keçili gibi beraat ederse, bu tablonun Yalçıntaş‘ın hem iş hayatında hem sosyal yaşantısında yaptığı tahribatı kim nasıl temizleyecek?

Hoş olmadı.

Üzüldüm.

En çok da Nevzat Hoca’ya üzüldüm.