8.8 C
Kocaeli
Çarşamba, Ekim 1, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1160

Dr. Mehmet Niyazi Özdemir Röportajı

Okuyucuyu tebessümlerden gözyaşına savuran gerçekler… Katran karası hakikatlerden ufkumuzu aydınlatan belirlemelere uzanan tahliller…
Mütefekkir Yazar Dr. MEHMET NİYAZİ ÖZDEMİR üstadımızın cevaplarında.
Öyle bir Türkiye tablosu ki… bakanlar; ‘Nasıl oldu da bu güne kadar göremedik’ diyecekler.
Oğuz Çetinoğlu: Târihî olaylarda, sebep-sonuç ilişkileri daima tartışma konusu olmuştur. Buna rağmen genel kabul görmesi mümkün değerlendirmeler de yapılmaktadır. Değerlendirmelerinizin isâbeti, hiç değilse, azımsanmayacak belli bir kütle tarafından dikkate alındığı biliniyor. Türkiye’nin içerisinden geçmekte olduğu sıkıntıların sebeplerini tahlil eder misiniz?
Dr. Mehmet Niyazi Özdemir: Dünyâda genellikle iki süper güç birbirini dengeler, diğer devletse onların gölgesinde hayat hakkı ararlar. Bazen teknik gelişmelerden, Ümit Burnu’nun keşfi, yeraltı kaynaklarının gün ışığına çıkması gibi sebeplerden dolayı birkaç güçlü devlet yeryüzünde oluşur. Birinci dünya savaşından önce İngiltere, Rusya, Fransa, Almanya, ABD, tarihi bir realite olarak Osmanlı. İkinci Dünya Savaşından önce de yine İngiltere, Rusya, Rusya, Fransa ABD, Japonya gibi. İnsanlara benzer şekilde devletler de güçlendikçe güçlenmek isterler. Fakat insanları hayâ, utanma, vicdan gibi iç dinamikleri frenler. Devletler kendilerini denetleyen böyle dinamiklerden mahrum olduğu için, güçlü devletler, daha güçlenmek tutkusuyla birbirlerine girerler. Birinci ve İkinci dünya savaşlarında olduğu üzere bazen de süper güçler tekleşir; Cezar zamanında Roma’nın, Kanuni zamanında Osmanlı’nın, şimdi de ABD’nin olduğu şekilde. O vakit de dünyada terör kendini gösterir; Çünkü alternatif gaye güdenlerin başka çaresi yoktur.
1774 Kartal Meydan Muharebesini kaybedince, Eflâk ve Boğdan’ı Avusturya’ya, Kırım ve havâlisini Rusya’ya bıraktık; dolayısı ile süper güç olma hürriyetimizi de kaybettik. Bizim yerimize İngiltere’nin karşısında Rusya süper güç oldu. Arkasında süper güç olmayan milletler, ümmetler, yetim milletler ümmetlerdir. 1774’ten beri iki süper güç devamlı Hıristiyan’lardan olduğu için dünyayı devamlı Türk Müslüman kanı sulamaktadır.
2200 yıldır dünya târihini kaba çizgileriyle biliyoruz. Hunlar, Göktürkler, Karahanlılar, Selçuklular, Cengizliler, Timuriler, Osmanlılar, Babürlüler gibi süper güç olan devletleri alt alta yazıp toplayınca, bu zaman diliminde Türklerin ne kadar süre güç oldukları ortaya çıkıyor. Bu da dünyânın güçlü devletlerinin dikkatlerini üzerimize çevirmelerine sebep oluyor. Zira İbn Haldun, “su nasıl suya benzerse, milletin geleceği de geçmişine öyle benzer.” diyor. Unutmayalım ki büyük târihler, zayıf devletlere en büyük yük olurlar. Sıkıntılarımızın ana kaynağının buradan geldiği kanaatindeyim.
Çetinoğlu: İçerisinde bulunduğumuz durumda bir takım sıkıntılar var ki… çalıştaylar, görüşmeler, mutabakat arayışları içerisinde açılım hazırlıkları söz konusu: Ermeni açılımı, Alevi açılımı ve adı sonradan ‘Demokratik açılımı’ olarak değiştirilen Kürt açılımı… Birincisinden başlayalım: Dünya üzerinde birbirleriyle ilişkileri kopuk olan onlarca ülke var. Bu ülkelerle kimse ilgilenmez iken, Türkiye’nin ‘Ermenilerle ilişkilerinizi normalleştirin’ şeklinde bir yönlendirmeye muhatap edilmesini nasıl yorumlamak gerekir?
Dr. Mehmet Niyazi Özdemir: Ermeniler Hıristiyan’dır; Günümüzün dünyâsında da Hıristiyan devletlerin ağırlığı tartışılamaz. Aramızdaki ilişkinin kopukluğundan daha çok Ermeniler mağdur oluyor; bu da günümüzün güçlülerini rahatsız ediyor.
Çetinoğlu: Türkiye’nin Ermenistan’a ihtiyacı yok. Fakat Ermenistan’ın dünyaya açılabilmesi düşüncelerinin olmazsa olmazı Türkiye’dir. Türkiye bu avantajını, avantajlı sonuçlar elde edilmesi için kullanabilir mi, hangi şartlarla?

Dr. Mehmet Niyazi Özdemir:  Evet bizim Ermenilere ihtiyacımız yok; onların bize ihtiyacı var; ama Ermenileri tek başına ele alırsak böyle; fakat Hıristiyan dünyâsıyla olayı değerlendirirsek durum değişiyor. Bilhassa ABD’deki ve Fransa’daki Ermeni lobileri sıkıntılara sebep oluyor. Rusya da Ermenileri Azerilerin üzerinde tehdit unsuru olarak kullanıyor; toprağının ciddî bir bölümünü işgal ettirdi. Yakın zamanda da silah gücüyle geri alınabileceğe pek benzemiyor. Anladığıma göre Türkiye, Ermenistan’la ilişkilerimizi normalleştirirken, Azerbaycan’ın toprağını kurtarmanın peşinde. Azerbaycan’ın işgal ettiği topraklarından bir santim bırakmadan çekilmesi şartıyla bir noktada buluşabilirse iyi olur. Aksi takdirde dişimizi sıkıp problemlere katlanmalıyız; arkasında Rusya, ABD, Avrupa var; ama taşıma suyla değirmen dönmez; Ermeniler daha büyük sıkıntılara girer. Ayrıca zaman lehimize işliyor; Türk dünyâsının ve İslâm âleminin nüfusu artıyor; yeraltı servetleriyle zenginleşiyorlar. Karşımızdakilerin nüfusu azalıyor; ekonomik sıkıntıları kendisini gösteriyor.
Çetinoğlu: Türkiye-Ermenistan sınırının açılması ile karşılaşılacak olumlu ve olumsuz gelişmeleri; a- Türkiye-Azerbaycan, b- Türkiye-Türk dünyası, c- Türkiye-ABD, ç- Türkiye Avrupa ülkeleri ilişkileri açısından değerlendirir misiniz?
Dr. Mehmet Niyazi Özdemir:
Türkiye’nin Azerbaycan’la anlaşmadan Ermenistan sınırını açacağına inanmıyorum; bunu ne bu, ne de oyla gelmiş bir başka iktidar yapabilir; ancak bir ara rejime, Yunanistan’ın NATO’ya dönmesinde olduğu gibi, yaptırabilirler. Azerbaycan’ın işgal altındaki toprağını düşünmeden Türkiye böyle bir şey yaparsa, Türk dünyâsındaki bütün ağırlığını kaybeder. Oralarda ağırlığını kaybeden Türkiye, batıda da şamar oğlanına döner. Tek taraflı Türkiye sınırını açarsa, ABD’den, Avrupa ülkelerinden ‘âferin’ alır; üç gün sonra bunu unutup yine Türkiye’ye dair klâsik politikalarına dönerler; tıpkı Kıbrıs’taki evet dediğimiz referandumda olduğu gibi.
Çetinoğlu: Alevi açılımı başladı fakat devam etmedi veya tavsadı-hızı yavaşladı… Önce; açılımın gerekli olup olmadığı konusundaki yorumunuzu alabilir miyim?
Dr. Mehmet Niyazi Özdemir:  Avrupalılar, emperyalist güçler sosyal bünyemizi derinliğine araştırıyorlar; nerede bir farklılık varsa, orayı dinamitlemeye başlıyorlar. Farklılık bulundukça istismar olacaktır. ‘Açılım’ ile bütünleşmemiz isteniyorsa ‘evet’; ama realist olmak da lâzım; bu iş nasıl gerçekleşecek?
Çetinoğlu: Alevilerin savunuculuğu konusunda, Alevi olmayan kişilerin daha fazla aktif olduğu gözlemleniyor. Sebeplerini tahlil eder misiniz?
Dr. Mehmet Niyazi Özdemir: Ayrılıklarımızı dinamitleme konusunda emperyalistlerin arasında işbirliği var. Meselâ ABD, PKK’nın arkasındayken Almanya’nın kimleri desteklediğine bakarsak, olup biteni gayet iyi görürüz. Tabii ABD’nin, Almanya’nın, diğer güçlerin adamları içimizde cirit atıyor; onların politikalarını bünyemizde uygulamaya çalışıyorlar.
Çetinoğlu: Alevilik Türkiye’nin bir gerçeği. İnkâr etmek faydasız, değiştirmek imkânsız, değiştirmeye teşebbüs etmek zararlı. Tarafların birbirlerini tanımaları ile problemlerin en aza indirilebileceği iddiaları var. Bu iddialar hakkındaki görüşlerinizi ve konu ile ilgili özgün düşüncelerinizi bizimle paylaşır mısınız?
Dr. Mehmet Niyazi Özdemir: Alevilerle Sünnîler arasında bir problem yok; hiç kimse kimseyi Alevi veya Sünnî olduğu için aşağılamıyor. Hatta komşumuzun Alevi mi, Sünnî mi olduğunun farkında bile değiliz. Problem herhalde devlet desteğinden yararlanmak hususunda ortaya çıkıyor.
Çetinoğlu: Aleviler mütecanis bir topluluk değil. Devlet desteğinden yararlanmaları, aralarındaki ilişkileri ve Türkiye’nin huzurunu olumsuz yönde etkiler mi?
Dr. Mehmet Niyazi Özdemir: Herhalde Alevi açılımıyla, Alevilerin Diyânet teşkilâtında yer, bütçeden pay almalarını anlamak lâzımdır; çünkü aramızda başka sıkıntı yok. Onlar da bu toprağın çocukları; vergi veriyorlar; diğerleri gibi devletin imkânlarından faydalanmaları gerekir. Ama açık oturumlarda Alevileri dinledikçe, yazılanları okudukça Aleviler, mütecanis olmadıkları gibi aralarında uçurum var. Kimileri Aleviliğin din olmadığını, Hz. Ali ile de ilgisi bulunmadığını, Aleviliğin ‘Alev’den geldiğini, bir yaşama biçimi, kültür olduğunu söylüyor. Kimileri de Sünnîlerin arasında pek fark yok. Her halde ‘Ben Aleviyim’ diyenler, kendi arzularıyla bir çatı altında toplanmak; farklı olanların arasında ciddî bir sayım yapılıp bütünleşmedeki payları, Diyânet’teki durumları belirlenmeli.
Yalnız her şeyden önce Türkiye’nin ciddî bir nüfus sayımı yapılmalıdır; Alevilerin sayısı şu kadar; Kürtlerin ki bu kadar; şu kadar Arap yaşıyor… Diğerlerinin verdikleri rakamları da alt alta yazıyor, topluyoruz; Ülkemizin nüfusu doksan iki milyon çıkıyor. Biz Sünnî Türkler de piyasada yokuz. Ülkemizin nüfusu yetmiş iki milyon olduğuna göre, biz Sünni Türkler yirmi milyon çocuk yapıp diğerlerine dağıtınca ancak sıfır olabiliyoruz; yâni biz Sünnî Türkler diğer guruplara nüfus borçluyuz.
Çetinoğlu: ‘Kürt açılımı’ yanlış bir isimlendirme idi. ‘Demokratik açılım’ ise bir ucu açık kalmış görüntüsü veriyor. Sınır çizilmesi konusunda mutabakat sağlanabilecek, sağlanan mutabakatla akan kanlar durdurulabilecek mi, ülke kalkınmasına tahsis edilmesi gereken kaynakların hebâ olması önlenebilecek mi? Özetle, beklenen sonuçlara ulaşılabilecek mi?
Dr. Mehmet Niyazi Özdemir: ‘Kürt Açılımı’, ‘Demokratik Açılım’, ‘Millî Birlik Açılımı’ ne dersek diyelim, yolumuz aynı kapıya çıkar. Farklı söylenmesi sâdece siyasî dikkat bakımından bir anlam ifade eder. Gaye akan kanı durdurmak, memleketin imkânlarını terör olayında değil de, kalkınmada kullanmak olduğu anlaşılıyor. Hangi idrak sâhibi buna karşı çıkabilir? Fakat bunu sosyal tedbirlerle gerçekleştirmek mümkün mü? Bunun açılımlarla sona ereceğine inanmak, bu tahrikin dışardan geldiğini görmemek anlamına gelir. Dağlarda 7.000 civârında terörist olduğundan söz ediliyor. Bu kadar insanın ihtiyaçlarını göz önüne getirelim. Arkalarında destekleyen bir güç olmasa yıllardan beri bu terörü sürdürebilirler mi? Kandan, gözyaşından hepimiz bıktık. Anneler, kardeşler ağlamasın; âmennâ. Bu uğurda çok şeyimizi verelim; tamam. Ne yazık ki sosyal tedbirlerle her gün içine odun atılan ateşi söndürmek mümkün mü?
Kültürümüzde etnisite yok; kabul var. Kim kendisini ne hissediyorsa odur. Sokullu Hırvat asıllıdır; ama bizim kadar Türk ve Müslüman olduğuna inanıyoruz; o da kendisini öyle kabul etmeli ki her gece bir saat Kur’an, bir saat de Türk tarihi okuduğu rivayeti kitaplarda yer almaktadır. Bu teşkilatın elebaşlarını mercek altına alıp derinleştirin, bakalım altından ne çıkacaktır?.. Emperyalistlerin kültüründe hem etnisite var; hem de bizi varlıkları için tehlike görmektedirler. Bu işin tahrip edicilerini niçin kullanmasınlar? O zaman biz terörle yaşamaya maalesef alışmaya mecburuz. Sosyal bünyemizi polisiye ve kültürel tedbirlerle güçlendirmenin yollarını aramalıyız. Evvelâ o bölgeyi iyi tanıyan, sadece terörle mücâdele eden, profesyonel bir birlik oluşturmalıyız. On aylık askerin tetik çekerken gözünü kapatması tabiidir. Sonra ciddî, tarafsız, bölücülüğü amaç edinmemiş, bir Kürt enstitüsü kurmalıyız. Bu enstitü, önce Kürtlerin kim olduklarını genel olarak, sonra aşiret aşiret ortaya koyarsa, bu yangının alevleri azalır. Hepten yok olmaz; çünkü içlerinde Kürt olmayan zümreler, ülkemize gaile açmak için Kürt görünmeye devam ederler. Ve sonra unutmayalım ki Kürtler bir sabah ‘Biz artık Türk olduk’ deseler, emperyalistler bize yeni bir dert icat etmezler mi? Ellerinde tuttukları kozlara dikkat edersek, devamlı yedekli çalıştıklarını görmüyor muyuz?
Kimileri ‘Biz çözmesek, başkaları karışır’ diye endişe ediyorlar. Emperyalist güçler bizi ufalamaya kafalarına koymuşlarsa bahâne bulmakta güçlük çekmezler; tavşana senin niçin şapkan yok diyerek hakkından geldikleri gibi.
Şunu da unutmayalım ki hiçbir beşerî güç sınırsız değildir. At gözlüğünü çıkarırsak, dünyâda çok alternatiflerin olduğunu görürüz. Zâten vatanını savunamıyorsan, onu bir gün elinden alırlar; lütufla vatan sahibi olunmaz.
Çetinoğlu: Osmanlı’dan tevârüs eden gelenekle; bâzı problemleri yok saymak veya önemsememek gibi zaaflarımız olduğu biliniyor. Açılımlarla, zaaflarımızı aşma irâdesinin belirdiği söylenebilir mi?
Dr. Mehmet Niyazi Özdemir: Açılımlarla hiçbir zaafımızın aşılacağına inanmıyorum. Elbette ki her günün dünyâsı farklıdır. Medeniyet üretmenin birkaç ana kaynağından biri hürriyettir ki insanımızdan bunu esirgememeliyiz. Ama kanun hâkimiyetinin olmadığı hürriyet anarşidir. O da çöküntünün en ağır mikrobudur. Devlet ne hukukun üstünlüğünden tâviz vermeli; ne de âcizlik göstermelidir. Âcizlik gösterdiği anda o tüzel kişi devlet olmaktan çıkar.
Çetinoğlu: Demokratik açılım hareketi Türkiye’yi Osmanlı’nın çözülüş sürecine benzer bir mâceraya sürükler mi?
Dr. Mehmet Niyazi Özdemir: İnsanın olduğu yerde problem olur. Ancak aptalların olduğu yerde problem olmaz. Osmanlı döneminde de pek çok problemimiz vardı. Osmanlının sosyal bünyesi tahribe çok daha müsaitti. Coğrafi olarak da Rusya ve güneş batmayan İngiliz İmparatorluğu’nun ateşten kıskacında yaşıyordu. Savaşsız, yenilgisiz tek santimetre kare toprak kaybedilmedi. Yenenlerin, yenilenlerin kaderinde söz sahibi olması tabiidir. Osmanlı çözülmedi; yenildi. En elemli döneminde bile Şeyh Sinusi, Seyit el Tunusi, Şekip Aslan gibi ayrı ırktan ve ayrı mezhepten milyonlarca insan yanındaydı. Demokratik açılım Türkiye’yi mâcerâya sürükler. Çünkü insanımızı birbirine bağlayan ortak payda çeşitli sebeplerden dolayı çok azaldı. Kültür ve millî eğitim politikamız böyle devam ederse, açılıma gerek kalmadan çözüleceğini söylemek kehânet değildir.
Çetinoğlu: Demokratik açılım; Türk kültürü potasında kaynaşmış olsa bile, kendi aralarındaki sosyal faaliyetlerinde mahallî kültürlerini diri tutan Abazaları, Çerkezleri, Gürcüleri, Lazları, Tatarları ve diğer grupları, daha fazla serbestiyet istemeye yönlendirir mi?
Dr. Mehmet Niyazi Özdemir: Demokratik açılım Abazaları, Çerkezleri, Gürcüleri, Lâzları, Tatarları ve diğer gurupları daha farklı imtiyazlar istemeye sevk etmez. Lâzlar hariç diğerleri vatanlarını kaybetmişlerdir. Milletler acılardan çok şey öğrenirler. Yakın dönem fikir ve kültür hayâtımıza bakınca, askerî târihimizi değerlendirince, bunların Türk milliyetçiliğini fişeklediklerini görürüz. Ahmed Midhad Efendi’den, Ömer Seyfeddin’e kadar pek çok kalem erbâbı, Ali İhsan Paşa’dan, Refet Paşa’ya, Eşref Sencer Kuşçubaşı’na kadar pek çok kahramanımız Çerkez’dir. Kim Ömer Seyfeddin’den daha çok Müslüman, daha çok Türk, hattâ daha çok Osmanlı olduğunu iddia edebilir. Onlar biliyorlar ki bizi var eden iksir, İslâm plâtformunda filizlenen Türk kültürüdür; varlığıdır. Hepimiz o kültürden besleniriz; bizler için başka hayat alanı yoktur. Bu bakımdan Lâzlar incelenmeye değer. Müslüman oluşlarından ve Rus düşmanlığından dolayı bizimle beraber oldukları zannedilir. Bunda hakikat payı vardır. Fakat olay bu kadar basit değildir. Derinliğine araştırınca Çerkezlerin, Lâzların, diğerlerinin de Tûrâni olduklarını görürüz. Lâzların üzerinde oynanan oyunu hepimiz biliyoruz. Ekilen fesat tohumlarını Kalmuk’un güçlü mantalitesi, İslâm şuuru boğup atmıştır ve atacaktır da. Bundan kesinlikle şüphe etmemeliyiz.
Çetinoğlu: İzniniz olursa, çok genel bir soru ile röportajı sonlandırmak istiyorum:
Cumhuriyet rejiminde siyasî yönetimin meşruiyet kazanması için, seçim veya bâzı hallerde referandum gereklidir. Meşruiyetin devamı için başkaca bir şarta gerek var mı?

Dr. Mehmet Niyazi Özdemir:  İlk defa devletin meşruiyetine dair hassasiyeti olan aydınla karşılaşmaktan sevinç duyduğumu belirtmek isterim. Devletin temeli tarlaya atılmaz; onun temeli milletin vicdânındadır. Vicdânı oluşturan en büyük unsur dindir. Türkiye’de bazı kesimler laiklik adına ‘Kahrolsun Şeriat’ diye bağırıyorlar; tabii bu milleti yaralıyor. Bağıranların şeriatın ne olduğunu bilmedikleri kesin; hiç düşünmüyorlar ki şeriatın hâkim olduğu Osmanlı döneminde de ayaklananlar ‘Şeriat isteriz’ diye bağırıyorlardı. Demek ki şeriatın hukuk sisteminden başka anlamı da var; adâlet gibi.
Şunu iyi bilelim ki İslâmiyet devlete şablon getirmemiştir. İslâm devleti veya Müslümanların devleti Pâdişahlık, Hâkanlık, Meşrûtiyet, Cumhûriyet olabilir. İslâmiyet sâdece despotizme kapalıdır. Cumhûriyet’le İslâmiyet’in çatışmayacağını millete anlatmak lâzımdır. Zâten milletin Cumhûriyet’ten duyduğu bir sıkıntı yok; millet, Cumhuriyet adına konuşanlardan rahatsız oluyor. Seçim ve bâzı hallerde referandumdan başka, şimdilik devletin meşruiyetini devam ettirmek için başka şeye ihtiyaç duymadığını düşünüyorum. Fakat Cumhuriyet adına konuşanların yıkıcılığına, milletin vicdânındaki devletimizin temellerini koparmak gayretini bilerek bilmeyerek yaptıkları tahribâta karşı, millî aydınların İslâm devletini öğrenmelerinin, Cumhuriyet içinde Müslümanca yaşamanın pek âlâ mümkün olduğunu geniş kitlelere sık sık anlatmalarının faydalı olabileceğine inanıyorum.
Mehmet Niyazi Özdemir kimdir?
İlk ve orta okulu Akyazı’da okudu. Liseyi İstanbul Haydarpaşa Lisesi’nde bitirdi. Sonra Hukuk Fakültesi’ne girdi; 1967’de oradan mezun oldu. O dönemde hukuk fakültesinde takıntısız olarak üçüncü sınıfa geçenler, dekanlığa müracaat edip, izin alarak Edebiyat Fakültesi’nin herhangi bir bölümüne devam edebiliyorlardı. Bu imkândan faydalanarak Edebiyat Fakültesi’nin Felsefe Bölümü’nden sertifika aldı. Mezuniyetini takiben devlet felsefesi sahasında doktora yapmak için Almanya’ya gitti.
Brilon’daki Goethe Enstitüsü’nde Almanca öğrendi. Marburg Üniversitesi’ne intisap ederek burada Prof. Dr. Ditrich Pirson’un yanında ‘Türk Devletlerinde Temel Hürriyetler’ konulu tez ile ‘Doktor’ unvânı aldı.
Uzun yıllar Almanya’da oturdu. 1988 yılından beri Türkiye’de ikamet etmektedir. Tercüman ve Zaman gazetelerinde yazdı. 1987’den beri başlangıçta haftada üç gün, sonraları haftada bir gün Zaman Gazetesi’nde yazmaktadır. Ayrıca; Genç Akademi, Nizâm-ı Âlem, Türk Yurdu, Ufuk Çizgisi gibi dergilerde makaleleri yayınlanıyor.
Mehmet Niyazi Özdemir, tezli romanlarıyla tanınan bir yazar ve düşünürdür. Eserlerinde millî konuları işlemeyi şiar edinmiştir. Fikrî eserlerinde ise Türkiye’nin sosyal yapısı üzerine görüşlerini açıklar.
Yayınlanmış Eserleri:
Edebî Eserler: Varolmak Kavgası: (1970), Bayram Hediyesi Hikâyeleri: (1971), İki Dünya Arasında: (1977), Ölüm Daha Güzeldi: (1982.Türkiye Millî Kültür Vakfı Ödülü kazandı.) Yazılamamış Destanlar: 1980), Çanakkale Mahşeri: (1998 Türkiye Yazarlar Birliği armağanını kazandı.) Dâhiler ve Deliler: (2001), Daha Dün Yaşadılar: (2006), Yemen Ah Yemen (2004), Doğunun Ölümsüz Çocuğu (2009).
Fikrî Eserleri: İslam Devlet Felsefesi: (1988), Millet ve Milliyetçilik (1979), Türk Devlet Felsefesi (1989), Türkiye’nin Meseleleri: (İki Cilt 1992), Medeniyet Ülkesini Arıyor: (1999), Medeniyetimizin Analizi ve Geleceği: (2000), Millet ve Türk Milliyetçiliği: (2000).

Kuşatmayı Yarmakta Kararlıyız!

2011 yılının Ülkemiz ve Türk Milleti için hayırlı, başarılı ve aydınlık günler getirmesini diliyorum. Bütün okurlarımın yeni yılını kutluyorum. Temennimiz; 2011’de Türkiye’yi Türkiye yapan değerlerin yıpratılmaması, sözde demokratikleşme ve açılım adı altında ülkenin olmadık maceralara açılmamasıdır. Türkiye’yi karmaşaya sokucu, ayrılıklara götürücü, kendi kimliğini inkâra zorlayıcı, etnik fitneyi ve taassubu zorlayıcı yanlışlardan uzaklaşılmalıdır.

Egemenlik haklarımızı adeta açık arttırmaya çıkarmak herhalde iktidar sorumluluğu ve devlet adamlığıyla bağdaşmaz. Milli egemenlik hakları paylaştırılamaz ve devredilemez. Dış ipoteklere rağmen; siyasi ve ekonomik çıkarlarımız korunabilmelidir. Devletin dili olan Türkçe ve Türk kimliği ile uğraşanları ve bütün bu olup bitenlere tepki göstermeyip seyreden sözde milliyetçi kuruluş ve şahısları ayıplıyor ve kınıyoruz. Yakınlarının namusu konusunda hassas olanlar, aynı şeyi vatanları için de düşünmelidirler.   

Ülke ne hale getirildi ki; MGK “tek devlet, tek millet, tek vatan” vurgulamalı bildiri yayınlıyor. Bunlara aykırı hiçbir girişimin kabul edilemeyeceği açıklanıyor. Aslında, MGK’nun çözülmenin aracı olan demokratik özerklik ve iki dilliliği gündemine bile alması doğru mudur? Bunları eğer gündeme alır, tartışılır kabul ediyorsanız; bu, ihanet cephesine acaba taviz olmaz mı?

Rey verelim vermeyelim; bizim demokrasi anlayışımıza göre rejimden yana, Türkiye Cumhuriyeti’nin var olmasıyla kendini özdeşleştirmiş her siyasi parti güçlü olmalı ve iktidar alternatifi bir özelliğe kavuşmalıdır. Bilhassa son kurultay sonrası CHP’nin nasıl değiştirildiğini ve dönüştürüldüğünü ibretle izliyoruz. Soroscusu, cemaatçisi, Habur Kapısı’ndan giren teröristlerin avukatı ve dünyada artık nesli tükenmiş, küreselleştirilmeye hizmet eden bir takım liberallerle beraber CHP bir yerlere götürülüyor ve bir yerlerin uygun bulduğu bir ana muhalefet partisi yapılıyor.

Geçenlerde Kosova’da genel seçimler yapıldı. Balkanlar ve diğer bazı bölgeler Türkiye’nin güvenlik çemberini teşkil eder. Buralarda kültürel ve siyasi etkinliğimizi korur ve geliştirirseniz; Anadolu üzerindeki talepleri ve saldırıları kırabilirsiniz. Bu seçimlerde Demokratik Türk Partisi’nin karşısına yeni bir parti çıkartıldı. Destekçisi az veya çok olsun fark etmiyor; önemli olan bu partinin milletvekili sayısını azaltabilmek. Tezgâh bu! Demokratik Türk Partisi böylece dört milletvekilliği yerine üç milletvekilliği çıkartabildi. Acaba, bu sonuçtan kimler kazançlı çıktı? Kimlere hizmet edildi? Eğer bir hizmet yarışı söz konusu ise; geliniz hep beraber Prizren’de bir Türk Kültür Merkezi açalım. Sadece Osmanlı-Türk eserlerini onarmakla iş bitmiyor. Türk kültürünü yaşatmak, Türkleri Kosova’daki demokratik hayatın tamamlayıcı ve anlamlı bir parçası yapmak uğruna gerekenler yapılmalıdır. Demokrasi çıtası böyle yükseltilebilir.

Son yayımlanan Wikileaks Belgeleri bazı gerçekleri ortaya çıkardı. Türkiye’de ABD diplomatlarına servis yapan sözde İslâmcı, eski komünist, sağ ve sol kesimden birçok kimse ortaya çıkıverdi. Bunların önemli bir bölümü sürekli TV ekranlarındadır. Aynı ekip ve kadro Türkiye’yi Brüksel ve Washington’un istediği gibi dönüştürmeye çabalıyor. Bu kadronun önemli bir bölümü iktidarın vazgeçemediği ve akıl aldığı isimlerdir.  Tahribat biraz var ama; yavaş yavaş tezgâh geri tepiyor. Ne de olsa burası basit bir Afrika veya Uzakdoğu ülkesi değil! Demokrasi yaralı da olsa, yine de biraz şeffaflık sürdürülebiliyor. 2011 Haziranında sandık milletin önüne konulacak. Hafıza kaybına uğramadan herhalde gereği yapılacaktır. Seçim sonuçlarını açıklayan ABD şirketi yine iş başında kalacak mı, bilemiyorum!

İngiltere’nin Cambridge Üniversitesi’nde okuyan ve doktora yapan bazı Türk öğrenciler, kendilerini Türkiyeli görmeyenler, geçenlerde beni aradılar. Türkiye’ye karşı yoğun bir propagandadan ve bunun değişik şekillerinden bahsettiler. Kıbrıs Rumları ve ırkçı Ermeniler başta olmak üzere Türkiye ile kavgalı ismen Türk olanlar da aynı cephede buluşmuşlardır. Hedef, milli devlet, üniter yapı, Cumhuriyet ve Atatürk düşmanlığıdır. TSK’ne karşı yürütülen psikolojik harekât ve Milli Mücadele’nin devamı olarak gördüğümüz MHP’ne karşı kurulan tezgâh, birlikte yürütülmektedir. Kısaca satılmışı ve ihanet edeni bol bir ülkeyiz.             

     

Lodos (Notos)

İnsanlara sıkıntı, ruhsal bunalım, huzursuzluk veren bu güney – batı rüzgarından, özellikle orta yaşın üstünde olanların büyük bir bölümü şikayetçidir. 

Romatizma, bel fıtığı, mafsal ve benzeri rahatsızlıkları olanlar, genelde rutubetli ve nemli bir hava getiren bu rüzgara çok duyarlı olurlar. Hatta çok zaman meteorolojik açıklamalardan daha önce, sızlamaya başlayan uzuvları nedeniyle, hava değişimini haber verirler. 

Eskiden lodostan mutlu olanlar da vardı. Bunlara lodoscu denilirdi. Ellerinde kepçeleri, tırmıkları ile deniz kenarlarında beklerler, lodos dalgalarının getirdiği ganimetleri sahillere çeker işe yarayanları toplar ve satarlardı. 

Efsaneye göre lodos, gül kurusu parmaklı şafak tanrıçası Eos’un, Sabah Yıldızı (Astros)’ndan olan üç çocuğundan biridir. Kardeşleri, Poyraz (Bora) ile Meltem (Zephyros) dir. 

Bizlere dinçlik, sağlık, huzur ve keyif veren, poyraz, bora, meltem rüzgarlarını sevmişiz, isimlerini çocuklarımıza vermişiz. 

Patladığı zaman kabına sığmayan, etrafını yıkıp geçen lodos hoşumuza gitmemiştir. 

Halkımız arasında genelde baş ağrısı ve yağmur da getirdiğinden “lodosun gözü yaşlıdır” sözü deyim halini almıştır. 

Uzmanlar, lodosun verdiği rahatsızlığı, insanlar üzerinde yarattığı kötümser etkileri giderebilmek için çalışmalarına, deneylerine ve araştırmalarına devam ediyorlar. 

Oysa, Lodos’un mitologyadaki annesi, gül kurusu parmakları olan Eos ve babası Sabah Yıldızı soylu Astros ne kadar sakin ve güzel huyludurlar. 

Gül renkli şafak vakti ne kadar dingin, âsude ve hoştur.

Adalet İstiyorum

0

Kilimler serili ve yer minderleri döşeli basit fakat geniş bir odada, toplantı devam ediyordu. Gazilerden, yiğit mi yiğit, geniş omuzlu Samsa Çavuş saygılı bir şekilde:

-Benim de bir diyeceğim var beyim! Dedi.

Hilal kaşları merakla gerilen Osman Gazi, gözlerini ona doğru çevirerek:

-Söyle koca Gazi!

Samsa çavuş ağır ağır:

-Geçende bir Germiyanlı ile bir Bizanslı’nın mahkemesi olmuş.

Osman Gazi hemen ilgilendi:

-Yoksa bir aksilik mi oldu?

Çekingen bir hal alan Samsa Çavuş:

-Hayır ama, kararda bir isabetsizlik olduğu söyleniyor! Deyince, Osman Gazi, sağ elini kendisine yönelterek:

-Yani benim ülkemde, Söğüt’de adalet yok mu demek isteniyor?

Akıncılardan, kara yağız Konur Alp de, üzgün bir sesle:

-Ateş olmayan yerden duman çıkmaz beyim! der.

Osman Gazi dizleri üstüne doğruldu. Uçmaya hazır bir kartal gibiydi. Gittikçe yükselen bir sesle:

-Adaletin yerine getirilmediği bir Beyliğin başı olmaktansa, yerin dibine geçmeyi tercih ederim. Demek Osmanlı atının dolaştığı yerlerde adalet yok diyorlar ha?

Samsa Çavuş, başını önüne eğerek:

-Üzgünüm beyim! dedi.

Abdurrahman Gazi, heybetli haline yakışan bir serinkanlılıkla mes’eleye; farklı bir açıdan baktı. Sakinleştirici bir tonla:

-Beyim, kadıyı tanırım, bilerek adaletsizlik yapmaz. Bunda bir iş olmalı.

Osman Gazi, hala yatışmamıştı. Savaş meydanlarının usanmaz gazisi yine arslanlar gibi kükrüyor, gerginleşen elini dizlerine vurarak:

-Biz; bey olalım da, beyliğimizde adaletsizlik olsun ha! Hayır buna asla izin veremem. Küffara yenilerek alacağımız her yara geçer, fakat Osmanlı Beyliği’nde adalet olmazsa, Beyliğimiz er-geç yıkılır gider. Dedi ve güven veren bakışlarını her bir gazide, yeterince gezdirerek:

-Her ziyaretinden ayrılırken, aksakallı yol göstericimiz Şeyh Edebali, titrek kollarıyla omuzlarımı sıkı sıkı tutarak, ne der bilir misiniz? Hepsi birden dikkat kesildi:

-Osman oğlum! Eski devletler, zayıfı suç işlediğinde cezalandırdıkları halde, zengini cezalandırmadıkları için battılar. Sen sen ol, adaletten sakın ayrılma. Adalet hususunda, Müslüman-Hıristiyan ayrımı yapma. (Kaşları daha da çatıldı. Ellerini yumruk yaptı. Dizlerine dayayıp doğrularak devam ettirdi konuşmasını.) Hem bizim davamız, kuru bir dava mı ki, ülkemizde adalet yokken, diğer memleketlere adalet götürüyoruz diyebilelim. Desek de, bu ne kadar inandırıcı olur?

Gaziler, hafifçe başlarını eğip kaldırarak:

-Doğru söylersin beyim, dediler.

Osman Gazi’nin koç yiğitlerinden Saltuk Alp avuçlarıyla dizlerini tutup eğilerek:

-Beyim dedi, affınıza sığınarak bir noktayı belirtmek isterim.

Osman Gazi, ona döndü. Her zamanki hoşgörülü tavrıyla elini uzatarak:

 -Çekinme söyle, dedi.

Saltuk Alp, edepli bir eda ile:

-Bu davayı kurcalarsak, Germiyanlı başımıza bir iş açabilir!

Osman Gazi hayretle:

-Ne gibi?

Saltuk Alp ağır ağır:

-Nüfuzlu bir adam olduğu söyleniyor! Germiyan Beyini bize karşı kışkırtabilir.

Akıncı Turgut Ali de, uzun ve gür bıyıklarında sağ elini dolaştırdı. Biraz da heyecanlı bir ses tonuyla:

-Zengin ve nüfuzlu tacirin yeniden mahkeme edilmesinden Germiyan Beyi gücenebilir. Bizden çok kuvvetliler. Aramızın açılmasından endişe ederim diyerek, bu görüşe katıldı.

Böyle nazik bir durumun ortaya çıkacağını beklemeyen Osman Gazi’nin dudaklarından farkında olmadan:

-Yaaa! Kelimesi çıktı ve bakışları durgunlaştı. Bir süre başı önüne düştü. Turgut Ali, başını sallayarak:

-Evet beyim, on binlere varan atlı ve yaya birlikleri var.

Osman Gazi, yavaş yavaş başını kaldırdı. Bir önceki halinden hiçbir eser kalmamıştı. Doğruldu ve can yoldaşlarına sevgi ve güven dolu gözlerle bakarak:

-Gazilerim, bilirim hepiniz kelle koltukta, Allah yolunda savaşıyorsunuz. Endişelerinize de hak vermiyor değilim. Fakat hatırlatmak isterim ki, hak ve adalet ölçüsünü elinde tutan, Allah’tan başkasından korkmaz dedi ve yerine çöktü. Sonra yavaşça:

-Bugünlük bu kadar, toplantımız sona ermiştir, diye tamamladı sözlerini.

Herkes Osman Gazi’yi selamlayarak salondan çıktı. O ise; sağ el dirseği, dizinde; sol eli alnında, kıpırdamadan öylece duruyordu. Henüz odada bulunan genç akıncı beyi Aydoğdu’ya hitaben:

-Hemen Dilaveri çağır bana! Diye emretti.

Biraz sonra, kendi halinde, orta boylu, çelimsiz fakat zeki bakışlı bir Yörük, yanık çehresiyle içeri girdi. Saygıyla Osman Gaziyi selamladı ve:

-Buyur beyim beni emretmişsin, dedi.

Osman Gazi, samimi bir ifadeyle:

-Gel bre Dilaver, söyleyeceklerim var, diyerek ona yer gösterdi.

O Cuma sabahı, Osman Gazi, yüksekçe bir yer minderine bağdaş kurup oturmuş, sağında solunda ise gaziler yerlerini almıştı. Osman Gazi, davacıya sordu:

-Davacı sen misin?

Karşısında dikilen ve ürkek bakışlı mavi gözlerinde heyecan okunan Hıristiyan, titrek bir sesle:

-Evet..

-İsmin nedir?

-Hıristo.

-Nerelisin?

-Bizanslıyım, dedi endişeli bakışlarla.

-Ne iş yaparsın?

-Çobanım. Pejmürde kıyafetini göstererek:

-Onun bunun sürülerini güderim.

-Söğüt’de ileri geri söylenir olmuşsun! Adalet yok burada dermişsin!

Çoban Hıristo ürkek ürkek:

-Bağışla beyim ama, haksızlığa uğradım!

Osman Gazi elini uzatarak:

-Nasıl bir haksızlık? Diye sordu.

Eliyle Germiyanlı’yı göstererek:

-Bu Germiyanlı, sürümü elimden aldı! Yalvardım yakardım aldırmadı! Koyunlar benim

değil dedim, dudak büktü! Ne derim sahiplerine? Öldürürler beni! İsa aşkına geri verin dedim

Alaylı bir kahkaha koyverdi. (Sustu. Taşan sarı saçlarını şapkasına sıkıştırdıktan sonra.) bu sefer (diye sürdürdü konuşmasını:) üzengisine yüz sürdüm! Ayağını öpeyim dedim. Durmadı. Belki vazgeçerler diye, kadıya gideceğimi söyledim. Sen misin bunu diyen, adamları -ki üç kişiydiler- bir işaretle, sille tokat bana giriştiler. Sonra sürümü de alarak uzaklaştılar.

-Eeee, sonra?

Ağlamaklı bir sesle:

-Perişan bir şekilde doğru Söğüt’e geldim. Hemen kadıya çıktım. Olanı biteni anlattım. Onları bir güzel tarif ettim. Akşamleyin kadı çağırdı. Germiyanlı ve iki adamı da oradaydı. Halbuki üç kişiydiler. Germiyanlı bütün suçlamalarımı inkar etti. Beni ilk defa gördüğünü, oradan hiç geçmediğini söyledi. Tabii şahit gösteremediğim için, ispat edemedim. Adamları da doğrulayınca onu…

-Kadı’nın hükmü Germiyanlı’nın lehine oldu desene.

-E…evet beyim. Ben şimdi n’aparım? Ne derim sürü sahiplerine? Kimse inanmaz ki bana! İş de bulamam artık! Gidecek yerim bile yok. Kaç gündür sokaklardayım. Tabii haksızlığa uğradığım için, ileri geri konuşmadım değil! Ben adalet istiyorum. Hakkımı alın bu zalimden.

Osman Gazi güven veren bir sesle:

-Merak etme çorbacı, hak yerini bulur elbet.

Davalıya dönerek:

-Adın nedir? Diye sordu.

Kocaman kafalı, iri gövdeli Germiyanlı kendinden emin bir şekilde:

-Teymur, dedi ve ilave etti: Germiyan Beyliği’nde tanımayan yoktur beni.

-Ne arıyorsun, Söğüt’de?

Patlak gözlerini fıldır fıldır oynatarak:

-Tacirim, koyun almaya geldim.

-Çoban Hıristo’nun sürüsünü elinden almışsın.

Kırmızı yüzü daha da kızaran Teymur:

-İftira ediyor beyim. Koyunlarına ihtiyaç duymayacak kadar zenginim ben (sesini yükselterek) haddini bilsin! Bir müslümana iftira etmek ne demek? Asıl ben ondan davacıyım. İnanmazsanız adamlarıma sorun.

Osman Gazi, arkada duran iki adama baktı. Gerçeği söylemeleri gerektiğini hissettiren bir sertlikle:

-Doğru mu söylüyor beyiniz?

İri kıyım ve kabadayı olan her ikisi de bir ağızdan:

-Evet, tamamen doğru. Çoban Hıristo iftira ediyor utanmadan.

Teymur, aniden söze girdi:

-Koyunlarını alsaydım. Ne işim vardı benim burada? Zaten koyun almaya geldim.

Osman Gazi başını sallayarak:

-Demek öyle?

Teymur, ima eden bir ses tonuyla:

-Bir şey daha var Osman bey, dedi.

İşaret parmağını ona doğru uzatan Osman Gazi, sert bir çıkış yaptı:

-Sen ne demek istiyorsun?

-Bu muameleden Bey’imin elbet haberi olacak!

Bu küstahlık mahkemede olduğu için aldırmadı. Çoban Hıristo’ya dönerek:

-Hala Germiyanlı’dan davacı mısın?

Boynunu bükerek:

-Elbette Beyim, sürümü alan adamı, neden şikayet etmeyeyim? Zaten neyim kaldı ki kaybedecek? Ben adalet istiyorum. Siz ise iddiamdan şüphe ediyorsunuz!

Osman Gazi, şehadet parmağını ileri doğru uzatarak:

-Bak Hıristo, şayet bu bir iftira ise,  -ki durum onu gösteriyor-  yol yakınken vazgeç bu iddiadan. Yoksa sonu; senin için, hiç de iyi olmaz.

Elini başına götürüp:

-Sizi nasıl inandırabilirim?

-Bir şahidin bile yok! Ne malum sürüyü satıp, sonra da iftira etmediğin?

Teymur, ağzı kulaklarına vararak:

-Beyim, hay ağzına salık, tam da dediğin gibi olsa gerek.

Osman Gazi, bu yersiz çıkışından dolayı:

-Sus bakayım sen, diye Teymur’u bir güzel payladı.

Teymur, deyip diyeceğine bin pişman olmuştu, yüzü kıpkırmızı kesildi. Çoban Hıristo ise ümitsiz ve üzgün bir şekilde önüne baktı. Osman Gazi, üstüne basa basa:

-Yine soruyorum Germiyanlı, koyunları sen mi aldın?

-Ne münasebet Osman Bey, bunu yapacak adam mıyım ben? İftira ettiği şundan belli ki, ispat edemiyor. Bırak bizi, işimiz gücümüz var! Hem bu iş fazla uzadı!

Osman Gazi kararsızdı. Zor bir durumla karşı karşıyaydı. “Ama dedi içinden, zavallı Hıristiyan bir çoban böyle bir iftiraya cesaret edebilir mi? Yüz ifadeleri de yalan söylemediğini belirtiyor gibi. Yoksa bütün bu çalışmalarımız boşuna mı? Yarabbi sen bana basiret ver. İki beylik arasında bir soğukluk doğmasın. Boş yere Müslüman kanı akmasın.”

Germiyanlı’nın yüzünde ise, zor zapt ettiği sinsi bir gülümseme vardı. Çoban Hıristo’ya kin dolu bakışlarla bakarken: “Ben sana gösteririm çorbacı. Hele şu mahkeme bir bitsin…” der gibiydi.

Osman Gazi, sebebini bilemediği bir iç sıkıntısı içindeydi. Kaşları çatık, bir çehre takınarak iki tarafın iç yüzünü tam olarak açığa çıkaracak bir üslupta konuşmaya başladı:

-Durum anlaşıldı. Davacı, davasını ispat edemedi. Davalı ise bütün suçlamaları reddederek, bunu şahitleriyle ispat etti. İşin doğrusunu ancak Allah bilir. Ben dış görünüşe göre hüküm vermek zorundayım, dedi ve belli etmeden fakat dikkatle Çoban Hıristo’yu ve Teymur’u göz hapsinde tuttu.

Bu açıklama üzerine Çoban Hıristo, üzgün bir durum aldı. Teymur ise sanki için için seviniyor gibi geldi Osman Gazi’ye. Tekrar bir çobana bir Teymur’a baktı. Sonra gazilere göz gezdirdi:

-Kararımı biraz sonra bildireceğim, dedi.

Herkes heyecanlandı. Mahkemenin Çoban Hıristo aleyhine sonuçlanacağı belli olmuştu ki, Osman Gazi kapıda duran Dilavere:

-Getir o adamı, emrini verdi.

Uzun boylu, kuru zayıf birini, sürüklercesine getirip Teymur’un karşısına dikti.

Osman Gazi:

-Bu adamı tanıyor musun?

Üstü başı toz toprak içinde olan adam, evet-hayır arasında bocaladı:

-O…O’nu mu şeyyy ben…

Osman Gazi, adamın gevşek davranmasını hoş karşılamadı:

-Eveleyip geveleyip durmasana be adam? Bu adamı tanıyor musun, tanımıyor musun?

-E…evet.

Teymur’a dönerek:

-Ya sen bunu tanıyor musun?

Zoraki bir söyleyişle:

-Şeyyy, evet hizmetkarımdır.

-İyi bak tekrar soruyorum, bu senin adamın mıdır?

Bundan bir şey çıkmayacağına inanan Teymur, “Herhalde şehirde dolaşırken alıp

getirdiler.” Diye düşündüğünden, biraz da dikleşerek:

-Evet adamımdır, ne var bunda?

Bu doğrulayış üzerine Osman Gazinin çehresi sevinçle dalgalandı. Yüzü güldü. Gözleri ışıdı. “Çok şükür korktuğuma uğramadım.” Diye içinden memnun oldu. Rahat bir nefes aldı. Kendi kendine: “Tahmin ediyordum zaten, inşallah hakikat ortaya çıkacak.” Diye gönlünden geçirdi. Sonra:

-Peki bu senin adamınsa, yanındaki sürü kimin?

-………….?

-Ve nerede bulundu dersin?

-………….?

-Konuşsana be adam, dilini mi yuttun?

Bir an öylece taş kesildi sanki. Artık inkar faydasızdı. Divandan çıt çıkmıyordu. Herkes heyecanlanmıştı. Teymur bir çıkış yolu bulamıyordu. Kızgınlığından yumruklarını sıkıyor. Dişlerini gıcırdatıyordu. Suratı kıpkırmızı bir halde, dudaklarından fısıltı halinde “Allah kahretsin!” Sözleri döküldü.

Osman Gazi, gayet sakin bir şekilde:

-Keşke fakir bir çobana zulüm ederek günahına girmeseydin?

Germiyanlı bu sefer, işi yüzsüzlüğe vurarak asıl çehresini takındı. Ellerini indirip kaldırarak:

-Zulüm etmedim. Etsem bile kafire zulüm günah değildir! Deyince Osman Gazi’nin kan beynine sıçradı. Yine de kendine hakim olarak:

-Ne dedin, ne dedin? Demek kafire zulüm günah değil ha? Bilmez misin ki, kafir de insandır. Mazlumun ahı; kafir bile olsa Allah’a erişir. Küfrü ise ancak kendisini ilgilendirir. Hem küfür devam eder, zulüm devam etmez. Kafir, yurdumuzda cizye yani vergi verse, vatanımız dışında, barış içinde bulunsa, hakkı korunur, gözetilir.

-Hani yine bir Cuma günü, Germiyan Bey’i Alişir’in uyruğundan bir Müslüman ile, Bilecik Rum komutanına bağlı bir Hıristiyan kavga etmişti de,  -haklı olduğu için-  Hıristiyandan yana hüküm vermiştim. Bunu duymadın mı? Bu ne cür’et?

-Var git karşımdan! Adamlarını da al. Ve bir daha ülkeme gelirsen bil ki, burada alın teri, göz nuru ile geçinen insanlarla, mevki makam sahibi olanlar arasında  -adalet nazarında-  en küçük bir fark yoktur. Adaletimiz, Müslüman-Hıristiyan, zengin-fakir ayrımı yapmaz. Kararıma gelince:

-Seni ve yalan yere şahitlik yapan adamlarını, bir daha görmek istemiyorum. Sizin gibilere ülkemde yer yok. Yeniden ülkeme ayak basarsanız, bu sefer cellada verileceksiniz! Unutmayın! dedi ve Subaşı’ya:

-Defedin bunları! Emrini verdi.

Teymur ve arkadaşları, süklüm püklüm huzurdan çıkarılırken, çoban göz yaşlarını tutamadı. Osman Gazi’nin ellerine sarıldı, ayaklarına kapandı. Bütün içtenliğiyle:

-Allah sana zeval ve yokluk vermesin. Her zaman kılıcın keskin, yolun açık olsun diye, dua üstüne dualar ediyordu.

 

Mahkemeden sonra gaziler, Dilaveri ortalarına aldılar. Kimi omuzunu sarsarak, kimi koluna dokunarak, onu soru yağmuruna tuttular:

-Nasıl oldu bu iş Dilaver?

-Anlat hele.

-Nerde buldun bu adamı?

-…………..?

Dilaver başını sallayarak:

-Önemli değil, önemli değil, diye geçiştirmek istedi ve Osman Gazi’ye bakarak, ondan izin

ister gibiydi. Osman Gazi durumu kavradı. Gülümseyerek:

-Anlat bre Dilaver, bizce sakıncası yok deyince, dili çözüldü yavaş yavaş:

-Hani geçende, Osman Gazi beni çağırmıştı ya…

-Evet evet, hatırladık.

Kendisinden bahsetmenin verdiği sıkıntı ile, istemeye istemeye devam etti:

-İşte o zaman Osman Gazi’nin emri üzere, davacı ve davalıyı yakın takibe aldım. Bir yolunu bularak davacıyla, sıradan biri gibi konuştum. İddiasının doğruluk derecesini araştırdım. Anlattıkları inandırıcı gibi gelmişti bana. Tabii, yine de emin değildim. Bir vesileyle koyunların sol kulak uçları çentik olduğunu da öğrendim. İşte o günden sonra, boş durmadım. Ora senin bura benim derken, Söğüt’ü köşe bucak aradım. Tam ümidimi kesmek üzereydim ki, dün akşam, şehrin batı ucunda, terk edilmiş bir samanlıkta sürüyü buldum. Başında Teymur’un adamı sandığım biri vardı. Adamı apar topar getirip hapsettim. Ya bu şahıs Germiyanlı’nın adamı değilse diye, bir taraftan da endişe ediyordum! İşin aslı ancak yüzleştirince anlaşılacaktı. Sonrasını biliyorsunuz…

Gaziler:

-İyi iş başardın aferin sana, dediler.

Büyük bir alçak gönüllülükle:

-Ben sadece görevimi yaptım o kadar, dedi ve başı önünde, mahçup mahçup divandan çıktı gitti.

 

         

 

 

 

Tinerci Çocuklar

Geçtiğimiz Perşembe akşamı, İstanbul-Kadıköy’deyim.  Vapur iskelesine doğru yürürken, ahşap bir paravana ile çevrili yolda, aniden karşıma cılız bir genç çıkıyor!

Boğuk, ürkütücü bir ses tonu ile sesleniyor;
–         Bir milyonun var mı abi?
Bir anda, bazı olaylar geliyor aklıma ve; “Var kardeşim, al”  diye uzatıyorum 1 lirayı!

Korku mu? Evet!

Parayı verdikten sonra vapur iskelesi turnikelerinden geçip vapura biniyorum.

Düşünüyor ve kendi kendimle hesaplaşıyorum;

–         Niye verdim o parayı? “Yok kardeşim” desem ne olurdu?

–         Ya elinde bıçak ya da başka bir kesici varsa? O karanlıkta saplayıp kaçarsa? Bir lira için bu riske girmeye değer mi?

–         Güneydoğu’da teröristlerle savaşıp sağ dönen komando askeri de bir tinerci çocuk öldürmedi mi?

–         Peki, bu çocuklar birer canavar mı?

–         Öyleyse, nasıl ürüyor bu canavarlar?

–         Bu çocuklar da analarından doğdukları zaman günahsız birer insan yavrusu değil miydiler?

Daha bir çok soru ard arda geliyor aklıma.

“Ne kadar güvensiz bir ülkede yaşıyoruz! Güya, en kutsal hak YAŞAMA HAKKI! Ama bu hakkımız bile güvencede değil. Yazıklar olsun…”

Perşembe gecesi İstanbul’da kalıyorum.

“Siyaset Meydanı” programı sonrası konuk olduğumuz otele geliyor, odalarımıza çıkıyoruz. Saat 03.15.

Programda tartışılan konular değil ama yine o tinerci çocuk takılıyor kafama!

Düşün babam düşün!

Bir ara saate bakıyorum, 05.30 olmuş ve ben hala uyuyamıyorum!

Sonra, gözlerimi kapıyorum. Uyuyamasam da gözlerim dinlensin diye. Bir süre sonra uykuya yenik düşmeliyim ki, yeniden gözlerimi açtığımda gün aydınlanmıştı.

Saate baktım, 08.35. Yüzümü yıkayıp, giyiniyor ve kahvaltıya iniyorum.

Kahvaltıda bile kafamda o tinerci çocuk!

“Takıntı mı bu?” diye soruyorum kendi kendime.

Otelim, Tepebaşı ile Şişhane arasında. Yürüyerek ilerliyor ve alt geçitten geçerek Şişhane’de tekrar yeryüzüne çıkıyorum. Eski THY ofisi önünden Tünel’e doğru tırmanırken, üç dört çocukla karşılaşıyorum! Birinin elinde gazete kağıdına sarılı ince uzun bir şey var. İşte o çocuk, geçerken tehditkar bir ifadeyle soruyor; “Hacı abi, bir milyonun var mı?”

Gündüz, sabahın ilk saatleri ve “Kültür başkenti İstanbul’dayım!”

Bu kez; “Yok kardeşim” diye hızla yürüyorum.

Az ötede, “Okul Servisi” yazan iki minibüsün şoförleri var. Biri, ben geçerken konuşuyor;

 “Vereceksin beyim, yoksa şişi yersin!”

Bir anda geri dönüyorum, çocuklar yürüyor!

Ters ters bakıyorum adama, daha da hızlanarak yürüyorum.

Nasıl hızlı yürüdüysem, Tünel binasına adımımı atarken nefessiz kaldığımı hissediyor ve bir süre durup soluklarımı normale döndürmeye çalışıyorum!

İzmit’e döndükten sonra, Cumartesi günkü yerel gazetelerde bir haber okuyorum;

“Tinercilerin öldürdüğü Mustafa Atılgan’ın adı bu parkta yaşayacak!”

Düşünüyorum; Bu park, Mustafa Atılgan’ın anısını yaşatır mı?

–         Bir süre belki.

–         Ya sonra?

Unutulur. Ama, Türkiye bu adaletsiz düzen içinde toplumun temeli olan aileye ve yoksul ailelerin çocuklarına “SOSYAL DEVLET” olmanın gereği sahip çıkamazsa, sokaktaki tinerci çocuklar çığ gibi çoğalır! Sonra, “Tinerci Terörü nasıl çözülür?” diye programlar yaparız!

Tabi, yolda tinerci kurbanı olmazsak!..

Sinek, pislik ortamında ürer!

Düzen adaletsizse, insanı hiçe sayıyorsa, SOSYAL DEVLET fiilen yok edilmiş, insanları sadece besleyen “KÖLE DÜZENİ” oluşturulmuşsa, ne tinerciler biter ne de kurbanları!..

 

 

Kur’an da Muhkem ve Müteşabih

‘Sana kitabı indiren O’dur.
O’nun bazı ayetleri muhkemdir ki bunlar kitabın anasıdır.
Diğer bir kısmı da müteşabih ayetlerdir.
Kalplerinde eğrilik bulunanlar fitne çıkarmak için muteşabih ayetleri tevil ederler.

Hâlbuki onun gerçek tevilini ancak Allah(cc) bilir…’ Ali İmran Ayet 7

Muhkem ve müteşabih konusunu anlamak için sahabenin ve selefi ulemanın görüşlerine müracaat etmek gerekir.

Muhkem ve müteşabih konusunda selefi ulema arasında da farklı görüşler vardır.

Abdullah İbni Abbas’ın rivayetine göre muhkem ayetler Kur’andaki nasih ayetlerdir.

Müteşabih ayetler ise mensuh ayetlerdir.

Muhkem ayetlerin özelliği: emir yasak -haram helal – suç ve ceza bildirir.

Bir işi emreder yâ da yasaklar.

Gereğinin yapılmasını ister.

Muhkem ayetlerin delaletleri açık olup anlaşılması kolay ve nettir.

Acaba Allah (cc) bu ayetle neyi murat etmiştir diye hiç kimsenin aklına bir soru gelmez.

Muhkem ayetleri üç başlık altında toplamak mümkündür.

1 – İman ile ilgili ayetler

Allah(cc) varlığı ve birliği ile ilgili ayetler. De ki Allah(cc) birdir

Neye nasıl inanılması ile ilgili ayetler

Kıyamet – Ahiret – Cennet- Cehennem-  Melek- Kitap -Peygamber vb

2 – İbadetlerle ilgili ayetler:

Emirlerle ilgili ayetler

Namaz – oruç – zekât – hac-tesettür vb konular ile ilgili ayetler.

Yasaklarla ilgili ayetler

İçki, kumar, faiz, fuhuş, şirk, gıybet, iftira vb konularla ilgili ayetler.

Bu ayetleri okuyan her insan Allah(cc) bu ayetlerle neyi kast ettiğini rahatlıkla anlar.

Müteşabih ayetler: İbni Abbas’tan gelen rivayete göre

a)      Hurufu Mukataalardır

b)      İman edilip de amel edilmeyen ayetlerdir

c)      Müteşabih Muhkemin karşıtı olup anlaşılmasında zorluk olan ayetlerdir.

Müteşabih ayetler insanları imtihan etmek içindir.

Zira kalplerinde eğrilik olanlar müteşabih ayetlere yönelmek suretiyle Müslümanlar arasında fitne çıkarmak isterler.

Müteşabih ayetlere örnek:

Ayetlerde geçen vechullah (Allahın yüzü)  yedullah (Allahın eli) ifadeleri

Buradaki el ve yüz ifadeleri bizim bildiğimiz manadaki el ve yüz şeklinde midir?

Böyle olması ehli  sünnete göre imkânsızdır.

Yoksa Allah bu ayetlerdeki el ve yüz ifadelerinden başka bir şey mi murat etmektedir.

Bizim bildiğimiz manadaki el ve yüz ifadesi ehli sünnet inancına aykırıdır.

Böyle düşünmek insanları mücessimeye götürür.

Allah bununla neyi kast etmiştir?

En doğrusunu kendisi bilir.

İlimde rusuh sahibi olan ulema tam olmasa bile onu hakikatine yakın olarak anlarlar.

Yine ulemanın bildirdiğine göre yüzden maksat

Allah(cc) kendisidir.

Çünkü yüz bütünlüğü temsil eder.

La teşbih dünyevi meselelerde resmi işlemler için vesikalık fotoğraf kullanılması bu konuyu daha iyi anlamamıza yardımcı olur

Vesikalık fotoğraf o canlının bütününü temsil eder.

‘…Küllü şeyin halikun illa vecheh…’  Kasas  A – 88

Allahın yüzünden başka her şey yok olucudur

Ayetinde geçen yüz Allahın zatını temsilen söylenmiştir.

‘EL’ güç ve kuvvetin simgesidir.

‘Yedullahi fevge eydihim’ ayetinde

Allahın eli onların eli üzerindedir buyrulmaktadır.

Burada ‘el’ ifadesini güç kuvvet ve yârdim olarak anlamak maksada en uygun ifade olsa gerek.

Ehlisünnet üleması da bunu böyle anlamıştır.

En doğrusunu Allah bilir.

Dikkat edilirse müteşabih ayetlerin sadece inanç ile ilgileri vardır.

İbadet ile ilgileri yoktur.

Cenabı hak ‘Kalplerinde eğrilik olanlar müteşabih olanlara uyarlar’ buyurarak

Fitne çıkarmak isteyen insanlara karşı dikkatli olmaya çağırmıştır.

Kim ki; adı sanı ünvanı ne olursa olsun

Bu ve benzeri ayetleri ehlisünnet çizgisinin dışında tevil etmeye kalkarsa onlara itibar edilmemeli.

Aksi takdirde iyi niyetli Müslümanlarda bilmeyerekte olsa batıla hizmet etmiş olurlar.

Kalplerinde eğrilik olanların hoşuna giden bir yönde müteşabih ayetlerin ameli yönünün olmayışıdır.

Konuş yorulana kadar.

Muhkem ayetlerden konuşmayı sevmezler

Çünkü onlar tesettürü namazı orucu zekâtı haccı vb konuları hatırlatır.

İçki kumar faiz fuhuş yalan gıybet iftiranın haramlığından bahseder.

 Bunları anlatmayı da dinlemeyi de sevmezler

Çünkü yasaklar onların hayat tarzı

Emirler ise yaşam felsefesine uymaz

Kur’an da rusuh, yanı köklü bilgi sahibi olmadan tevile yeltenmek

İnsanların dünyasını olmasa bile ahretini berbat eder.

İlimde derinleşmek

İlmiyle amelini ameliyle de ihlâsını birleştirmeyi gerektirir.

Aksi takdirde BELAM zihniyetli insanların her devirde bulunabileceğini unutmamak gerekir

Allah(cc) Müslümanları ve tüm insanları çağdaş belamların şerrinden muhafaza etsin.

                                                                                                                                           ÂMİN

Türk Milliyetçileri son sözlerini söylemediler

AKP’nin, iktidar ömrünü uzatmak için, Atlantik ötesinden gelen dayatmalara boyun eğerek hazırladığı ve ilk ismi ile ‘Kürt Açılımı’ nın geldiği noktayı, dehşet içinde izliyoruz.

PKK’nın sivil uzantıları, bir tarafta ‘iki dilli yaşam’ projesini hayata geçireceklerini söylerken, diğer taraftan ‘Demokratik Özerklik Taslağı’ nı hazırladıklarını kamuoyuna deklare ettiler.

Diğer taraftan da Cumhurbaşkanı‘na sundukları raporla birlikte, bu üç ayaklı proje, aslında Türkiye‘yi bölme projesinin fiilen hayata geçirilmesine yönelik adımlardır.

Fiili bir durum yaratılmaya çalışılmaktadır.

Kendilerine ‘demokrat aydın’ denilen bir takım zevat da, televizyonlardaki programları adeta işgal ederek, bu konuda kamuoyunu ısındırmaya çalışıyorlar.

Onlara çanak tutan programlar yapan ‘televizyon programcıları’ da, bu ihanetin bir başka ayağını oluşturuyorlar.

Dikkat ettiyseniz, kanunlara ve Anayasaya, adeta meydan okuyan söylemleri kullanan bu sözde aydınlar, bir ayaklanma hazırlığının işaretlerini vermektedirler.

Söylemler, bunca yıldır kan döken PKK söylemleri ile bire bir örtüşmekte.

Türk Milleti‘nin dışında, ayrı bir Kürt Milleti‘nin kabulünü istediler önce.

Bunun da devletin kurucu unsuru olarak, Anayasa‘da tescil edilmesini istiyorlar.

Kürtçe‘nin kamuda statü kazanmasını ve eğititim dili olarak kullanılmasını istiyorlar.

Bu aşamada da, önce Baydemir, sonra Ahmet Türk, şimdi de, oluşturdukarı bir kurul ile birlikte, ‘demokratik özerklik’ adı altında, ayrı parlamentosu, ayrı bayrağı, ayrı savunma gücü olan, bir eyalet yapısına kavuşma talepleri geldi.

Bunda başarı sağlanabilirse, nihai hedef olan Irak, Türkiye, İran ve Suriye’yi de içine alan, Bağımsız Kürdistan Devleti aşamasına geçmek gibi, bir plan içindeler.

Takip ettikleri bu yol ile, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan 87 yıl sonra, ‘tek millet-tek devlet’ esasına dayanan üniter yapısı, yok olacaktır.

Üniter yapının yerine, etnik temelde ayrıştırılmış, çok milletli, çok kimlikli, çok dilli ve coğrafi temelde özerk bölgelere ayrılmış, parçalı, ucube devlet kurma hayalindeler.

Taleplerinin, masum birl kültürel hak talebi olmadığı gün gibi aşikar iken, içimizden bir takım hainler, bunu, meşru bir hak olarak gösterme çabalarından, bir an bile olsun vazgeçmemekteler.

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin ifadesi ile; “Türkiye’nin milli birliğini, Cumhuriyetin kuruluş ilkelerini ve milli varlığını hedef alan hain bir suikast” ile karşı karşıyayız.

Bütün bu gelişmeler karşısında, Başbakan Erdoğan’ın sessiz kalmasını da yadırgamıyorum.

İmralı Canisiile yapıldığı iddia edilen pazarlıkların içinde, bütün bunlar konuşulmuş olmalı.

‘Kürt Açılımı’ bunlar için hazırlandı.

Her geçen gün adım adım takvim işlemeye başladı.

CHP‘nin çiçeği burnunda Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun bütün bunlar karşısında, aynı Başbakan Erdoğan‘da olduğu gibi sessizliğini muhafaza ediyor olmasını da, umuyorum milletimiz bir kenara not edecektir.

Hem bölücülerin, hem AKP’nin, hem de Kılıçdaroğlu‘nun unuttuğu bir gerçeği hatırlatmak istiyorum.

Bizler çaresiz değiliz.

Tarih, henüz nihai hükmünü vermemiştir.

Türk Milliyetçileri,henüz son sözlerini söylememiştir.

Aydınlığın en yakın olduğu an, karanlığın en kesif olduğu zaman dilimidir.

Orhun Irmağının Doğduğu Yere Gidiyoruz

Karakurum şehri tarihimiz için önemli. Bölgede ki gezimizin şimdi ki durağı Orhon ırmağının doğduğu Orhon vadisi ve Hangay dağları. 4×4 bir jiple Orhon ırmağının doğduğu bölgeye yolculuğa çıkıyoruz. Önce Karakurum şehrine hakim Şaman ve Budist mabedlerinin yanı başında Karakurum’da imparatorluk kuran Hunlar’dan Göktürkler’e Moğollardan Uygurlara bölgenin tarihini anlatan büyük bir anıtın bulunduğu tepeye çıkıyoruz. Bu tepeden hem Karakurum şehri ve hem de Orhon ırmağının vadisi muhteşem gözüküyor. Karakurum ve Orhon vdisini doya doya seyrettikten sonra vadiye doğru yolculuğa çıkıyoruz. Orhon  ırmağı bize geliyor, biz Orhon ırmağına doğru koşuyoruz. Zaman zaman aracımızdan inerek Orhon ırmağından elimizi yüzümüzü yıkayarak serinliyoruz. Orhon ırmağı nazlı nazlı akıyor. Orhon ırmağının kenarında birçok yaban hayvanına rastlıyoruz. Kartal’ın ördek yavrularına saldırması, küçücük ördek yavrularının Kartallardan kurtulmasının ölüm kalım mücadelelerinin belgesel görüntülerini çekiyoruz. Erkek ve ana ördeğin yavrularına nasılda kol kanat gerdiğinde şahitlik yapıyoruz. Orhon vadisinde ki yaşanan mücadele bu coğrafyada geçmişten bugüne yaşanan insanlık tarihinden hiç de farkı yok. Büyük ve küçükbaş hayvan sürüleri göçer çadırları, Ötüken yaylarına çıkan Moğolların oluşturduğu manzaralar görülmeye değer.
Karakurum bölgesi denizden 2414 metre yüksekliktedir. Bölgenin en yüksek noktası 3539 metre, en düşük 1290 metredir, %70’i el değmemiş boş alandır. Bölge  dağ keçileri, kar leoparları, yaban ayıları ve tilkilerin yaşam alanıdır. Tarihi kalıntıları en zengin bölge Karakurum bölgesidir. İlk taş devrinden kalan eserler ile Orhun yazıtları, Bilge Kağan ve Kültigin Anıtlarını bu bölgenin en zengin tarihi mekanları. Bu tarihi kalıntılar bölgenin ekonomik aktivitelerini de yönlendirmekte.
Karakurum UNESCO tarafından, saygıdeğer bir asaletle ve tabiatla uyumlu yaşamlarını asırlardır devam ettiren istikrarlı ve güçlü göçebe kültürünün liderliğinde gelişen ticaret ağı, yönetim, pazarlama, askeri ve dini merkez'” tanımlarıyla DÜNYA KÜLTÜR MİRASI LİSTESİ’ ne alınmıştır. Karakurum 140 yıl boyunca “İpek Yolu” üzerinde duraklama noktası olmuştur.
Orhun nehri Arkhangai yöresinde Khangai Dağlarından çıkarak, Rusya’da Baykal Gölü ne karışan Selenge Nehrine dökülmeden 1124 km kuzeye doğru yükselir. Orhun nehri ülkenin en uzun nehridir. Önemli iki ana kola ayrılır. Bunlar Tuul Nehri ve Tamir nehridir.
Orhon nehri yatağı boyunca iki önemli antik kent insanlık tarihi ile birlikte Türk ve Moğol tarihi için çok önemlidir. Kara Balgas, Uygur imparatorluğuna başkentlik yaparken, Moğol İmparatorluğunun en eski başkenti Karakurum Orhon bölgesindedir. Orhon vadisi boyunca Hun İmparatorluğuna ait mezar kalıntılarına rastlanır. Orhon ırmağında ki 20 metreden dökülen 10 metre genişliğinde şelale görülmeye değer güzelliktedir.
Göktürk İmparatorluğu Bu Coğrafya Da Kurulmuştu

Göktürkler veya Kök-Türkler Orta Asya ve Çin’de yaşamış Türk toplumu. Göktürkler inanç ve düşünce yapılarına göre Göktanrı (Tanrı veya Tengri) tarafından devlet kurma görevinin kendilerine verildiğine inanır ve bu doğrultuda hareket ederlerdi. Bu yüzden kendilerini Göktürk olarak tanımlamışlardır. Türk adı ilk kez Göktürkler dönemine ait Orhun Yazıtları’nda geçmektedir.
Orta Asya’da Karakurum yakınında Ötüken kentiydi. Devlet başkanlarına «kağan», hakan soyundan olanlara “tigin” derlerdi. Devletin kuruluşunda kağan, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Tacikistan, Afganistan, Çin’in bir kısmı (Doğu Türkistan), Rusya ve Pakistan’ın bir kısmından oluşan bölge ve bölgeyi tanımlamak için kullanılan coğrafi terim.
Orhon bölgesi ve Ötüken diyarında gezimiz tüm hızıyla devam ederken heyecanlanıyoruz. Bu coğrafya Göktürk imparatorluğunun kurulduğu yerler. Belki ilk kez bu coğrafya da belgesel çekilip araştırma yapılıyor. Göktürk imparatorluğunun  kurulduğu coğrafya da araştırma yapıp belgesel çekmek bize heyecan veriyor. Göktürkler, saltanatı Avarların elinden alarak devletlerini kurmuşlardı. Bu iki kağan ve onların oğulları zamanında Göktürkler, doğuda Kingan Dağları’ndan batıda Demirkapı’ya kadar bütün Orta Asya’ya egemen oldular. İran Sasani hükümdarı Hüsrev Nuşirevan ile anlaşarak Çin ipek ticaret yollarım ellerine geçirdiler. Türk egemenliğinin batıda yayılmasında ve Batı Türkistan Türkmenleşmesinde önemli rol oynadılar.
VII. yüzyılın ilk çeyreğinde bir durgunluk geçiren Göktürkler, Kutluğ İlteriş Kağan zamanında yeniden canlılık gösterdiler. Ama bu sırada doğudaki Çin tehlikesine, batıdan gelen ve Sasani egemenliğine son veren bir de Arap tehlikesi eklendi.
VIII. yüzyılın başlarında, 706’da Kapağan Kağan komuta ettiği Türk ordusu Çinlileri yenerek Türk devletinin durumunu düzeltirken, batıda Kültigin Kağan ordusuyla Buhara yakınlarına kadar ilerledi (707). Böylece Türkler batıda Araplarla karşı karşıya” geldiler.
Kapağan Kağan 716’da ölünce oğullarıyla yeğenleri Bilge ve Kültigin arasında iktidar mücadelesi başladı. Yeğenler bu savaşı kazandılar ama, ayrılıkçı İstemi Kağan Göktürk Devleti hükümdarı. Göktürk Devletinin (552-745) kurucusu olan Bumin (Bumın) Kağan’ın kardeşidir. Bumin Kağan (552-553), Avarlara isyân ettiğinde İstemi, on boyun başında olarak ona yardım etti. Göktürk Devleti kurulunca Bumin, Doğu Göktürk Hakanı, İstemi de Batı Göktürk Yabgusu oldu. Bum in’in 553 yılında ölümüyle İstemi Büyük Göktürk Kağanı seçildi. 576 tarihinde ölümüne kadar kağanlık yaptı.
Bumin ülkenin doğu kesimini yönetiyordu. Batı kesiminde ise kardeşi İstemi Kağan vardı, ama geleneğe göre o, doğu kağanına bağlıydı.
Türk boyları ve Çinlilerle uzun uzun uğraşmak zorunda kaldılar. Kültigin 731’de, ağabeyi Bilge Kağan ise 734’te öldüler. Geniş bölgeyi elde tutmak iyice güçleşti. Arap baskısına doğuda Moğol baskısı eklenince iç ayrılıkların da etkisiyle Göktürk Devleti  745 yılında son bulmuş ama geride muhteşem izler bırakmıştı. Ne acıdır bu izleri bugüne kadar yeteri derecede araştırılmadığı için Türkiye üniversitelerinde Göktürk devleti ile ilgili ne bir araştırma enstitüsü ne de bir kürsü bulunmamaktadır. Bu yazımız ve belgesellerimiz Türk üniversitelerini harekete geçirir, araştırma merkezleri ve enstitüler kurulmasına vesile oluruz.

Uygur İmparatorluğunun Başkenti Karabalgasa Gidiyoruz

Orhon vadisi ve Ötüken diyarında ki gezimizin şimdi ki durağı, Orhon ırmağının yakınında yemyeşil dağ eteği yamacında DURVULCUN Uygur anıt mezarı. Bu anıt mezardan çok önemli bulgular ortaya çıkmış. Çin ve Moğol üniversiteleri tarafından bu bölge de bilimsel kazılar yapılıyor. Kazı alanının bulunduğu yerde çekimler yapıyoruz. Bölge çok geniş bir alanı kapsıyor. Henüz araştırma ve açıklamalar yapılmamış. Bu bölge de çekimler yapıp yetkililerden bilgiler aldıktan sonra, Orhon ovasında kurulmuş, Uygur imparatorluğuna başkentlik yapmış, tarihi Karabalgas şehrine yöneliyoruz. Şehrin kalıntıları ve surları uzaktan saray gibi gözüküyor. Arapça şehirli anlamına gelen medeniyetin karşılığı olan Türkçe Uygar sözlüğüne adını veren Uygur Türklerinin başkenti Karabalgas’a yaklaştıkça heyecanımız artıyor. Surların büyüklüğü ve yüksekliği şehrin önemini gösteriyor. Surun üstüne çıkarak ilim, kültür ve medeniyete beşiklik etmiş Karabalgas’ın harabe ve perişan hali karşısında üzülüyorum. İhtişamlı Karabalgas şehrinde geriye sadece harabe şehir ve sur kalıntıları kalmış. Surlar etrafı ve şehir içinde araçla dolaşarak çekim yapıyor, Karabalgas şehrine el sallayıp veda ederken Karabalgas’ın Uygur Türk tarihinde ki ihtişamlı geçmişini düşünüyorum.
745-840 yılları arasında Orhun ve Selenge Vadileri’nin yerli kavimleri olan Uygur Türkleri üçüncü büyük Türk devletini kurarlar. Başkentleri ise Karabalgasun’du. Fuad Köprülü Uygurların; İskit, İrani ve Türk unsurlarında mürekkep, fakat Türkleşmiş bir ırkı karışım olduğunu, sekizinci yüzyılın ortalarına kadar Buda dinine mensup olup bundan sonra Hıristiyanlık, Zerdüstlük ve Gnostisizmin bağdaşmasından doğan Manihaizm dinini kabul ettiklerini ve dokuzuncu yüzyılda Kırgızlar tarafından yıkıldıklarını dile getirir.
 Uygurlar minyatürde, kağıt ve mum yapma tekniklerinde, altın, gümüş ve demir işletmeciliğinde, çömlek yapımında, marangozluk, halıcılık gibi sanatlarda oldukça gelişmişlerdi.
Türk dilinde ilk defa yazılı bir Türk edebiyatı meydana getirdiler. Uygurlar döneminde Türkçe, devletin bürokrasi dili haline gelmiş ve yazışmalar Uygur harfleriyle Türkçe olarak yapılmıştır. Yine Sanskritçeden, Çinceden Türkçeye kitaplar çevrilmiştir.
Uygurlar memleketin birçok yerinde Mani mabetleri kuruyorlar. Bu mabetler aynı zamanda bir kütüphane ve bu dine mensup olanlar beyaz elbise ve beyaz başlık giyiniyorlar.
Türk dilinin gelişmesinde bir dönüm noktası olan Uygur dili ve yazısı Karahanlılar döneminde altın devrini yaşadı ve Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig eserinde en olgun ifadesini buldu.
Bu tespitler Horasan coğrafyasında ciddi araştırmalar yapan ve Asya’nın kandilleri adlı kitabı ile kültür tarihimize önemli hizmeti olmuş Halime TOROS hanımefendiye ait. Karabalgas veya Kara Balgasun şehrini ilk kez belgeselleştiren ve burada araştırma yapan Türk Gazetecisi ve televizyon programcısı olmanın haklı gururu ile Orhon vadisi ve Ötüken diyarına veda ederek Moğolistan’ın başkenti Ulanbatur’a doğru sabah güneşinin ilk ışıkları ile yola çıkıyoruz. Güneşin altın sarısı ışıkları Karakurum şehri ve Ötüken diyarı ile Orhon vadisinde muhteşem güzellik sunuyor. 
Yolumuz üzerinde Ulanbatur yakınlarında ki bir başka kültür coğrafyamıza çıkıyoruz. Burası başkent Ulanbatur yakınlarında ki Göktürk imparatorluğuna ait kültür havzası, Burası aynı zamanda doğal bitkiler ve yaban hayvanları milli parkı. Toprak yoldan bir hayli ilerleyerek milli park merkezine gidip, buradan yerli bir rehber alarak, tuz ve Moğolların Tuul nehrinin bulunduğu bölgeye derin vadiden geçerek iniyoruz. Bu vadi çok önemli.
Göktürk Anıt Mezar Taşları

Bu vadi doğal flora ve faunasının yanında 1991 den bu yana türü yeniden ve yeni iklimde üretilmekte olan (TAKHİ) Przevvalski vahşi atları ile Türk mezarları ve heykellerinin bulunduğu arkeoloji bölgesi.
Tuz (Tuul) Nehri’nin kuzey batı kıtasında 88 km. batısındadır. 34 heykel 525 Balbal mezar taşının bulunduğu bu bölgede ki anıtlar Göktürk kahramanlarına adanmış. Mezar kompleksi görülmeye değer. Burada belgesel görüntüler çekip rehberimizden ve ekibimizde ki bilim adamlarından bilgiler alıyoruz. Rehberin verdiği bilgiye göre, Göktürk devleti bu civarda kurulmuş. Vadinin etrafı İngut dağları ile çevrili. Bulunduğumuz bu bölge dünyanın Büyük Sahra Çölünden sonra ikinci büyük çölü olan Gobi Çölü’nünde başlangıç noktası. Bu bölge de bulunan Türk Kahramanlarına adanmış mezar kompleksleri büyük bir kısmı müzelere taşınmış. Mevcut yerlerin ve taşların görüntülerini çekip, rehberimiz ve ekibimizle Türk ve Moğol şarkıları ile veda ediyoruz.
Artık Ulanbatur’a yaklaşıyoruz. Vadilerden, dağlardan ve bozkırlardan geçerken Türk tarihi yine gözlerimin önünde canlanıyor ve kendimi Türk Tarihinin muhteşem geçmişine doğru yola çıkıyorum. Türkler için bir dönüm noktası Göktürk Devleti yıkılınca Çinliler bütün Türk yurdunu ele geçirmek istedi. Emevi Devleti’nin ortadan kalkmasını da fırsat bilen Çin, batıya yöneldi. 751 yılında Araplarla Çinliler Talas Irmağı boylarında karşı karşıya geldi. Talas Savaşı’nda Çin Ordusu karşısında zorlanan Müslümanların yardımına Türk süvarileri yetişti. Türk süvarileri karşısında neye uğradığını şaşıran Çinliler Talaş Savaşı’nda ağır bir yenilgiye uğradı, sonra Müslümanlar, Türklerin yüksek ahlakını, idarecilik ve savaştaki üstün meziyetlerini yakından tanıma imkanı buldular. İki millet arasından kaynaşma oldu. İslam’ı kendilerine yakın gören Türkler kitleler halinde İslam dinine girdiler.
 Türkler İslam Ordularında…

Çok sayıda Türk, İslam ordusunda görev aldı. Zamanla Türk askerleri, ordu ve yönetimde söz sahibi oldu. Ve bin yıla yakın bir süre İslâmiyet’in bayraktarlığını yaptı. Cihana huzur, barış ve adalet dağıttı. Türkler, Asya steplerinden Avrupa içlerine kadar uzanan bölgelerde büyük ve uzun ömürlü devletler kurdu. Kurulan her devlette İslam dininin ortaya koyduğu ilkeler ile Türk töre ve yaşayışı birbirine uyduğu ve birbirini tamamladığı için Türkler milli kimliklerini hiçbir zaman kaybetmediler. Büyük devletler, muhteşem medeniyetler kurdular.
Uygur Devleti’nin yıkılmasından sonra Karahanlı Devleti kuruldu. Kararanlılar İslamiyeti benimseyen ilk Türk devletiydi. Orta Asya bozkırlarında ilahi sesin duyulduğu bu ilk Müslüman Türk devleti oldu. Türk kültür ve medeniyet tarihini anlayabilmek için Moğolistan’ı gezmek ve anlamak gerekiyor. Bugün Moğollarda birçok kültürleri ile Türklere benziyor. Moğol dili de Türk dili gibi Ural-Altay dil gurubundan. Moğolistan’ın genel kültürü ile araştırma yapıp bilgi sahibi olmaya çalışıyoruz.

 

Moğollarda Toplumsal Hayat

Moğol kültüründe Tibet Budizminden başka en etkili ikinci özellik göçebe yaşama olan bağdır. Zaman içinde küçük değişim göstermiş olsa da nefes kesen manzarasıyla bozkırın ayrılmaz eşidir. Göçebe yaşam tarzı, en sıcak misafirperverlik ve sıcak karşılamayla şekillenmiştir. Göçerler yabancıya sunulan hoş karşılamanın gelecekte kesinlikle dönüşü olacağına inanırlar. Cengiz Han’a duyulan saygı ve dillerden düşmeyen Cengiz Han söylemleri hayatın ayrılmaz parçasıdır.

Moğol Mutfağı

Moğollarda en büyük ve en önemli öğün sabah kahvaltısı ve akşam yemeğidir. Yiyecekler; yüzde yüz doğal ve ekolojik ürünlerden yapılır. Coğrafi özellikleri nedeniyle tarım imkânı çok kısıtlı olan Moğolistan da beslenme et ve süt ürünleri tüketilmesi esasına göre düzenlenmiştir. Khorkhog -keçi etinin semaver benzeri bir kapta sıcak taşlar üzerinde pişirilmesi, buuz (etli mantı), ve tsuvan -yağda kızartılmış et- en bilinenleridir.
Tipik göçer Moğol ailesi yetiştirdikleri hayvanlardan haftada ortalama 2 koyun tüketir. Ana yemekleri keçi-koyun-kuzu eti ile yapılır. Et nadiren ızgara yapılır. Genellikle haşlanıp yağı ile birlikte tüketilir. Buğday kıymetli olduğu için un nadiren ve özenli kullanılır. Soğuk hava ve zorlu yaşam şartlarına direnmek için beslenme minimum sebze, maksimum yağ ve daha da fazla et prensibine göredir ve yemekler çok doyurucudur.
Geleneksel Moğolistan barbeküsünü tatma şansınız sadece bu ülke sınırlarında gerçekleşebilir. Yemek, bire bir ölçüdeki su ve sütün içine atılan çay yapraklarının bir miktar tuz ile karıştırılarak kaynatılması prensibiyle elde edilen ” ÇAYLI SÜT ” ile birlikte yenir.
Dilerseniz çayınızı küçük taslarda tereyağı ya da kaymak ile de karıştırarak içebilirsiniz.
Çay dışında her yerde kesinlikle karşılaşacağınız bir başka içecek Türklerin
geleneksel içkisi KIMIZ’DIR. Moğolca ayrag denen Kımız, taze sağılmış at sütünün inek derisinden bir torbaya konup süzülmesi ve sık sık karıştırılması ile yapılır. Hafif ekşi ayran tadında bir içecek olan Kımız’da düşük oranda alkol oluşur. Öyle ki kımız içip sarhoş olabilmek pek mümkün değildir. 2 litre taze Kımızda ancak bir şişe biradaki kadar alkol oluşur. Kımız Şamanlar tarafından ayrıca ilaç olarak da kullanılır.
Turist kamplarında geleneksel kımız, yoğurt ve krema tatlarını da deneyebilirsiniz.
Moğolistan’da kurutulmuş peynir de et kadar çok tüketilir. Kurutulmuş peynir besleyici olması, kolayca yapılması, yaparken ve saklarken soğutma gerektirmemesi nedeniyle bölge için ideal bir yiyecektir. Bazı kurutulmuş peynir cinsleri kemik kadar sert olabilir. Moğollar kurutulmuş peynirleri kuru tüketmenin yanında bir süre süt içinde bekleterek de tüketirler.
Bildiğiniz üzere turumuza tüm yemekler dâhildir. Şehirdeki yemekler Avrupa, Asya ve Moğol mutfağına ait olacaktır. Ger kamplarımızda sunulan kahvaltı ve akşam yemekleri batı ve Moğol yemeklerinin bir karışımı olarak hazırlanacaktır. Kişi başı günlük 2X 0.5 Lt içme suyu acente tarafından temin edilecektir.

Moğolistan’da İslam Medeniyeti

Moğolistan’a gelipte İslam medeniyeti ile araştırma yapmadan dönmek olur mu? Biz de İslam medeniyeti ile ilgili burada araştırma yapıyoruz. 3 milyon nüfuslu Moğolistan’da 300 bine yakın Müslüman yaşıyor. Moğolistan’ da ki Müslümanlar ve İslam medeniyeti ile ilgili bilgiyi Moğolistan İslam Federasyonu Başkanı Batırberk Hadis beyden alıyoruz. Türkiye’den gönüllü bu bölgelere giden ve Müslümanlara dini bilgi veren Moğolistan İslam Kültürleri Merkezi Birliği 300 civarında yatılı talebe okutuyor. Batırberk Hadis beyin verdiği bilgiye göre Ulanbatur’da dört Camii var. Moğolistan genelinde 45 camii bulunuyor. Müslümanlar daha çok Çin’in Doğu Türkistan sınırında ki Bayan Ölgey şehrinde yaşıyor. Devlet dine müdahele etmiyor. Ayrıca Batırberk Hadis bey Moğolistan Cumhurbaşkanın da danışmanlığını yapıyor. Batırberk Hadis beyin ifadesine göre, Ulanbatur’da Cengiz Han’dan 800 yıl sonra büyük bir Camii yapılıyor. Camiinin Suudi Arabistan ve diğer Arap ülkelerinin desteği ile yapıldığını öğreniyoruz. Ve camiinin görüntülerini çekiyoruz.
Moğolistan İslam Federasyonu Genel Başkan danışmanı Muzaffer beyden bilgiler alıyor. Bölge de yapılan İslami hizmetler ve Kur’an eğitimi hakkında ki çalışmalar hakkında açıklamalar yapıyor. Moğolistan’daki Türk Kolejini de ziyaret edip, kolejin çalışmaları ve hizmetleri hakkında bilgiler alırken, bu bölgeye eğitim gönüllüsü olarak gelen ve trafik kazası sonucu vefat eden Tonyukuk anıtı yakınlarında ki mezara defnedilen Adem TAT hocaya hayırla yad ediyoruz. Moğolistan’da görevli Türkiye Başbakanı adına hizmet veren kısa adı TİKA olan Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı Moğolistan Koordinatörü Erol Çetin’den TİKA’nın bölge ile yaptıkları hizmetler hakkında bilgiler alıyoruz.
Moğolistan’a Veda Ederken…

Artık Moğolistan’a veda vakti geldi. 20 Haziran 2010 tarihinde Rusya hava yollarına ait Moskova üzerinden bizleri Türkiye’ye getirecek Rus uçağına binmek üzere Ulanbatur Cengiz Han havalimanından uçağa bindiğimde özellikle pencere kenarını tercih ediyorum. Uçağımız havalandığında Ulanbatur şehri, üzerinde Ulanbatur’a el sallayıp Moğolistan dağları bozkırlar, Orhon vadisi ve Ötüken diyarını geride bırakıp, Kuzey Kutbu üzerinden Rusya’nın başkenti Moskova’ya uçarken aklım Moğolistan’da kalıyor. Elveda Ulanbatur, elveda Cengiz Han, elveda Göktürkler, elveda Orhon vadisi ve Ötüken diyarı, elveda Orhun abideleri, elveda Karabalgas, elveda imparatorluklar şehri Karakurum, elveda Moğolistan elveda

Yazı serisinin tamamı için http://www.gebzegazetesi.com/yazar.asp?yaziID=4401 tıklayın

 

son

Bir “Akkurt”un İsyanı

Ülkücüler / Bozkurtlar, geçmişte Ülkücü sıfatını gururla taşımış, Ülkücü teşkilatlarda ve MHP’de görev yapmış fakat son dönemde AKP saflarında siyaset yapan arkadaşlarından bazılarına, “akkurt” sıfatıyla sesleniyorlar. Tabii hiç olmazsa duygu bazında eski ideallerini yaşadığına inandıklarına. Tamamen “asimile” olmuş ve eski ülküleri ile hiçbir bağı kalmamış olanlara, içinde “kurt” sıfatının yer aldığı bir tanımlamada bulunmaları söz konusu değil.

AKP‘nin, Haziran 2011 de yapılacak seçimlerde yeniden tek başına iktidar olması için hedefi, MHP‘yi barajın altına düşürerek seçimden sonra iki partinin TBMM’e girebileceği bir sonuç elde etmek. BDP‘nin yine bağımsız olarak girecek adayları, bir bölge partisi olduğundan, bir grup kuracak kadar seçilebilir. Bu durumda AKP’nin tek başına iktidar olabilmesini sağlayacak tek yol olarak, MHP’li Bozkurtlardan bir kısmının akkurtlaştırılması gözüküyor.

Anayasa referandumunda bu konuda çok özel bir çalışma uygulayan AKP’nin bazı illerde başarılı olduğu, Ülkücülerden bir kısmının AKP’lilerle birlikte “evet” oyunu verdiği anlaşılıyor. AKP’nin gayesi, Anayasa referandumunda birlikte hareket ettikleri MHP’li kitleyi AKP seçmeni haline getirebilmek.  Daha da ötesi MHP’den başka bloklar kopartmaya çalışarak, yeni Anayasa için gerekli 367 milletvekilliğini kazanmak ve böylece istedikleri düzenin kolayca kurulmasını sağlamak.

AKP, bir yandan kendini bağladığı “Kürt Açılımı” kapsamında İmralı ile “müzakere” yapmaya devam ederken, diğer taraftan vatanın ve milletin bölünmezliği konusunda hassasiyetleri ile tanınan Türk Milliyetçisi MHP‘li seçmenleri nasıl AKP‘li haline getirecek?

AKP bu çelişkili duruma formüller üretmekte iken, İmralı’dan teröristbaşının aylar önce bildirdiği talepleri, bu defa yine O’nun emriyle (gelecekteki Türkiye Kürdistan’ı(!) Meclisi olarak tasarlanarak) kurulan DTK ile yine O’nun emriyle hareket eden BDP dile getirdi.

“Demokratik özerklik”, “iki dilli hayat”, ayrı bayrak, “özsavunma gücü” gibi tamamen bağımsız devlete giden talepleri tekrarladılar. PKK ve yandaşlarının ara kademe olarak Irak’ın kuzeyinde kurulan ve başında Barzani’nin bulunduğu “Kürdistan” Bölgesinin benzerini kurmayı planladığı aşikâr. Bu taleplerini açıklayacak kadar cesaretlenmiş olmaları, milletimizin büyük kısmında ağır bir travma yarattı.

Medyada her gün (aynı kişilerle) bunların tartışılıyor ve zihinler bu fikre alıştırılıyor. Tek taraflı bir psikolojik taarruz altındayız. Buna rağmen, milletimizin çok büyük bir çoğunluğu, bırakın taleplerin kabulünü, vatanın ve milletin bütünlüğünün tartışma konusu yapılmasından son derece rahatsız. Özellikle de Ülkücü gelenekten gelenler.

AKP’de siyaset yapmakta olan bir “akkurt”un bana söylediklerinden bazılarını aktarmak istiyorum:

“Ben, bünyesinde uzun mücadeleler verdiğimiz MHP’nin tek başına iktidar olma şansını yakalayamayacağını düşünerek, iktidar partisinde hizmet etmeyi seçtim. MHP yöneticilerinden bazıları beklentilerimize uygun değildi. Ak Parti başlangıçta bizim savunduğumuz “Türk- İslam Sentezi” fikrine uzak değildi. Beslendiğimiz fikir ve sanat adamları arasında çok ortak isimler vardı. Bunlar Ak Parti’yi benimsememi sağladı.

Başbakan Erdoğan, kitleleri etkileyen konuşmalarıyla, duruşuyla, dış ilişkileri yürütürken çalışkanlığı ve görüştüğü yabancı devlet adamlarının yanında verdiği dik duruş görüntüsüyle gurur duymamızı sağlıyordu. Hele İsrail’e kafa tutuşu ve “one minute” çıkışı bizi de coşturdu.

Başbakan Erdoğan, siyaseti iyi biliyordu, ekibini koruyordu, teşkilata hâkimdi. Kitleleri etkileyen, teşkilatını motive edebilen karizmatik bir lider olması bizi bu partiye daha da çok bağladı.

Oy depoları oluşturmadaki başarısı, STK’lar, cemaat ve tarikatlarla yürüttüğü ilişkiler ve fakir kitleleri bağımlı hale getiren yardım sistemi ile sürekli iktidar olma ümidini veriyordu. Bu da bulunduğumuz konumda hizmet etme fırsatını kaybetmemek için, AKP’li olmaya devam etmemizi sağlıyordu.

Ancak önce “Kürt açılımı” diye başlayıp, adı birkaç defa değişen sürecin geldiği vahim noktaya bak. Hapisteki bir mahkûm terör örgütünü yönetebiliyor, dahası koca Türk devletini yönlendirebiliyor.

Oysaki AKP iktidar olduğunda, Öcalan yakalanmış, terörist eylemler bitmiş, örgüt dağılma noktasında idi. Tamam ABD’nin Irak’ı işgali sonrasında, Irak Kürtlerinin yanında PKK’yı da desteklediğini göz ardı etmemek lazım. Ama biz iktidar olarak ciddi hatalar yapmasak işler bu noktaya gelir miydi?

Ben evdeki okuma yazması olmayan annemin “AKP bu ayrılıkçıları şımarttı, beş bin silahlı adamı olan bir çete, bunların yüzünden neredeyse koskoca Türk Devletini dize getirecek” diye söylenmelerine cevap veremiyorum.

Medya neredeyse tamamen AKP’nin kontrolünde. AKP izin vermese PKK propagandası yapan 20-30 kişinin her gün beyin yıkaması mümkün olabilir miydi?

Karşısına çıkan her güce karşı meydan okuyan, kükreyen Başbakanımızın, ne “hastir” çeken Diyarbakır B.Şehir Belediye Başkanına, ne Türkiye’nin Barzani’si olmaya soyunan İmralı’daki caniye ve ne de son olarak Apo’nun emirlerini çalıştayda görüşüp Türkiye gündemine mal eden ayrılıkçı DTK ve BDP’ye bir çıkışı olmadı.

İçişleri Bakanı Beşir Atalay, BDP’li belediyelerde yaratılan fiili duruma, Anayasayı açıkça ihlal eden emrivakilerine müdahale edeceğine, Habur’daki rezaleti telafi edeceğine, MHP’ye laf yetiştirmeye çalışmakta, bu kadar sorumlu davranan MHP’yi terörden beslenmekle suçlamakta.

PKK yandaşları ülkenin bölünmesini tartışıyor, tartıştırıyorlar. İnisiyatif PKK tarafında. Hükümetten ve AKP’den sadece cılız itirazlar. Başbakan bu tartışmalar devam ederken susuyor.

Nihayet bütçe konuşmasında Başbakanın çıkışı: “Ben Kürtçülüğe de Türkçülüğe de karşıyım.” Sanki ayrılıkçı, bölücü bir Türkçülük hareketi varmış gibi. Bölücüleri, Türk milliyetçileri ile aynı kefeye koymaya çalışan bir zihin alt yapısını ortaya koydu.

Bu zihniyetin, seçimden güçlü çıkarsa, Türkiye’yi bölecek bir Anayasa yapmasından korkmaya başladım.

Artık tahammül edemiyorum. Bu partiyi desteklemenin manevi sorumluluğu vicdanımı çok rahatsız ediyor. Siyasi yol haritamı yeniden çizmeyi düşünüyorum.”

Bu sözleri söyleyen akkurt’un ifadeleri, Haziran 2011 seçimlerinde AKP’nin planlarının aksine, akkurtların tekrar bozkurt olma ihtimalini de düşünmemiz gerektiğini ortaya koyuyor. Bu yuvaya dönüş oranı, MHP yönetiminin tavrına da bağlı olacak. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin bütün ülkücülere kucak açan daveti ve Prof. Dr. Ümit Özdağ, Koray Aydın gibi etkili kişilerle görüşmeleri de önemli. Bütün bunlar AKP’nin planlarının tutmasını engelleyecek ve akkurtları bozkurtların arasına, yuvaya dönmeye teşvik edici mühim gelişmeler.

 

Akepecilere Mersiye

“İnsanlarla yüz yüze konuşarak her sorunu halledebilirsin; ama bazı insanlar gelir önüne, hangi yüzüne konuşacağını bilemezsin…”

P. Neruda

Akepecilere Mersiye…

Türkiye’yi içinde bulunduğumuz noktaya getiren yalnızca bu iktidar değildir. Belki bu iktidar için, süreci hızlandırmıştır ya da her şeyin üstüne tüy dikmeyi başarmıştır diyebiliriz.

Ülkemiz bu gün bölünme noktasındadır. Hatta fiilen bölünmüştür demek daha doğru olur.

Sıra hukuki bölünmüşlüğe gelmiştir. Onu da Talabani “çözüm masada olmalı” diyerek, koskoca Türkiye Cumhuriyeti devletine yol göstermektedir.

“Özerklikte ısrarlıyız” diyen BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’la yaptıkları görüşme sonrasında AKP’li TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin “farklı düşünmüyoruz” cevabını vermektedir.

TBMM’nin AKP’li başkanı Mehmet Ali Şahin, Demirtaş’la yaptıkları toplantının bitiminde “Faydalı bir görüşme oldu. Türkiye’de her sorunun çözüm yerinin TBMM olduğunu ifade ediyorum. Sayın Demirtaş ve arkadaşlarına da söyledim. Onlar da farklı düşünmediklerini söylediler.” demektedir. Bu çözüm, çözülme midir?

Bu görüşmede TBMM’nin AKP’li başkanı Mehmet Ali Şahin BDP’li Selahattin Demirtaş’tan iki dil konusundaki düşüncelerini daha net ortaya koymalarını istemiş ve bundan sonra daha sık görüşelim arzusunu belirtmiştir.

Sayın Şahin, iki dil ve özerklik konusunda Demirtaş’ın daha net konuşmasını isterken umarım Türk Milleti ile alay etmeyi aklından geçirmemiştir. Adamlar daha neyi açıkça söyleyecekler?

AKP’nin bölünme konusunda ülkeyi getirdiği uçurum işte bu noktadadır.

Ekonomi açısından tablonun vahametini de eski AKP’li Abdüllatif  Şener “Türkiye’nin ekonomik tablosu, 1994 ve 2001 krizlerinden çok daha kötüdür. AKP yaptığı borçlanmayı kamuoyundan saklıyor. 80 küsur yılda yapılan borçlanmadan daha fazlasını yaptılar. Duble yolların dışında yapılan büyük tek bir yatırım yoktur ki duble yolun maliyeti yapılan borçlanmanın yüzde beşi bile değildir. O halde sormak lazım, nereye gitmiştir o yüz milyarlarca dolar” demektedir.

Yine eski AKP’li Abdüllatif Şener, Başbakan Erdoğan’ın devlete meydan okuyan ve iki dil ile iki bayrağı dayatan bölücülere karşı suskunluğunu da sorguluyor. Öyle değil mi? Al ananı da git, askerlik yan gelip yatma yeri değildir diye millete efelenen, hak arayan işçiyi, yumurta atan öğrenciyi insafsızca orantısız güçle darmadağın eden iktidar, bölücülerin talepleri karşısında süt dökmüş kedi gibidir.

İşte size Talabani, Mehmet Ali Şahin ve Abdüllatif Şener’in ağzından, AKP iktidarının Türkiye bilançosu.

Bu konularda çok yazıldı çizildi. Bunlara yeniden geri dönmek istemiyorum. Vurgu yapmak istediğim konu, Türk Milletinin yeniden bütünlüğünü korumak noktasında bir fırsatı değerlendirmesidir.

AKP iktidarı; yıllardır, Türk Milleti ve Türk Devleti ile amansız bir mücadelesi olanlar tarafından sinsi politikalarla; Türk Milleti ikna edilerek ve Türk Milletinin desteği alınarak sürdürüldü.

Müslüman Türk Millet, bir türlü gerçeği görmek ve kabullenmek istemedi. Ancak artık takke düşmüş ve kel görünmüştür.

AKP iktidarını art niyetle destekleyenler dışında halisane iyi niyetle; din, inanç, başörtüsü, özgürlükler, bundan önceki iktidarlara haklı olarak kızmak, devletin yanlışlarından dolayı gibi daha da sayılabilecek bir çok sebepten dolayı destekleyenleri bu işte kusurlu olarak görmüyorum.

Onlar demokrasinin gereğini yerine getirerek daha iyi bir hizmet almak için AKP’yi tercih etmişlerdir. Umarım içinde bulunduğumuz acı tablo, onların akıl ve gönül gözlerini açmaya yeterli olmuştur.

Ancak bir kısım art niyetli vardır ki; onlar yüzlerce yıllık hesaplarını, küresel güçlerden aldıkları destekle, AKP üzerinden görmeye kalkmışlardır. Yaşadıklarımızın en büyük sebebi budur.

Sadece kürtler değil bir çok etnik mikro milliyetçi, bölücü kürtlerden daha fazla zarar verici davranış içerisindedir. Bu etnik mikro milliyetçiler Türk devletini ve siyasetini ele geçirmiş, Türk Milletinin temsilini neredeyse ortadan kaldırmıştır.

Bu demokrasi, özgürlük, insan  hakları, sivil toplum, sanat, sinema, edebiyat, inançlar, medya, anadil vb. gibi kavramların altına sığınılarak yapılmıştır.

Kötü tablo, her gün bu art niyetliler tarafından daha da ağırlaştırılmaktadır. Bunların hiç birini Türk Milletinin lehine konuşurken göremiyoruz. Cemaat ve tarikatların tıpkı başbakan Erdoğan gibi suskunlaştığını izliyorsunuz. Bu günlerde konuşan adamlar Talabani, Barzani, Öcalan, Ahmet Türk, Selahattin Demirtaş, Gülten Kışanak, Aysel Tuğluk ve onların medya ile üniversitelerdeki destekçileri.

Nerede halkın oyunu alarak AKP’yi iktidar yapanlar? Vahim gidişat hakkında söyleyecekleri bir söz kalmadı mı?

Mersiye; bir ölünün ardından duyulan üzüntü ve acıyı anlatır. Ölen kişi, kaleme alınan düz yazı ya da şiirle övülür.

Ben tam tersini yaptım. AKP’yi kendi amaçlarını tahakkuk ettirmek için iktidar yapan ve Türk Milleti ve onun devleti ile hesaplaşan, bu adamlar işin sonuna geldiklerini düşünüyorlar.

Son zarlarını da Haziran 2011 seçimlerinde atacak ve “düşeş” getirdikleri takdirde yeni anayasa ile fiiliyata hukukilik kazandıracaklardır.

Türk milletini uyarmak için bir kez daha diyelim ki; söz ile uslanmayanın hakkı …