Adalet İstiyorum

84

Kilimler serili ve yer minderleri döşeli basit fakat geniş bir odada, toplantı devam ediyordu. Gazilerden, yiğit mi yiğit, geniş omuzlu Samsa Çavuş saygılı bir şekilde:

-Benim de bir diyeceğim var beyim! Dedi.

Hilal kaşları merakla gerilen Osman Gazi, gözlerini ona doğru çevirerek:

-Söyle koca Gazi!

Samsa çavuş ağır ağır:

-Geçende bir Germiyanlı ile bir Bizanslı’nın mahkemesi olmuş.

Osman Gazi hemen ilgilendi:

-Yoksa bir aksilik mi oldu?

Çekingen bir hal alan Samsa Çavuş:

-Hayır ama, kararda bir isabetsizlik olduğu söyleniyor! Deyince, Osman Gazi, sağ elini kendisine yönelterek:

-Yani benim ülkemde, Söğüt’de adalet yok mu demek isteniyor?

Akıncılardan, kara yağız Konur Alp de, üzgün bir sesle:

-Ateş olmayan yerden duman çıkmaz beyim! der.

Osman Gazi dizleri üstüne doğruldu. Uçmaya hazır bir kartal gibiydi. Gittikçe yükselen bir sesle:

-Adaletin yerine getirilmediği bir Beyliğin başı olmaktansa, yerin dibine geçmeyi tercih ederim. Demek Osmanlı atının dolaştığı yerlerde adalet yok diyorlar ha?

Samsa Çavuş, başını önüne eğerek:

-Üzgünüm beyim! dedi.

Abdurrahman Gazi, heybetli haline yakışan bir serinkanlılıkla mes’eleye; farklı bir açıdan baktı. Sakinleştirici bir tonla:

-Beyim, kadıyı tanırım, bilerek adaletsizlik yapmaz. Bunda bir iş olmalı.

Osman Gazi, hala yatışmamıştı. Savaş meydanlarının usanmaz gazisi yine arslanlar gibi kükrüyor, gerginleşen elini dizlerine vurarak:

-Biz; bey olalım da, beyliğimizde adaletsizlik olsun ha! Hayır buna asla izin veremem. Küffara yenilerek alacağımız her yara geçer, fakat Osmanlı Beyliği’nde adalet olmazsa, Beyliğimiz er-geç yıkılır gider. Dedi ve güven veren bakışlarını her bir gazide, yeterince gezdirerek:

-Her ziyaretinden ayrılırken, aksakallı yol göstericimiz Şeyh Edebali, titrek kollarıyla omuzlarımı sıkı sıkı tutarak, ne der bilir misiniz? Hepsi birden dikkat kesildi:

-Osman oğlum! Eski devletler, zayıfı suç işlediğinde cezalandırdıkları halde, zengini cezalandırmadıkları için battılar. Sen sen ol, adaletten sakın ayrılma. Adalet hususunda, Müslüman-Hıristiyan ayrımı yapma. (Kaşları daha da çatıldı. Ellerini yumruk yaptı. Dizlerine dayayıp doğrularak devam ettirdi konuşmasını.) Hem bizim davamız, kuru bir dava mı ki, ülkemizde adalet yokken, diğer memleketlere adalet götürüyoruz diyebilelim. Desek de, bu ne kadar inandırıcı olur?

Gaziler, hafifçe başlarını eğip kaldırarak:

-Doğru söylersin beyim, dediler.

Osman Gazi’nin koç yiğitlerinden Saltuk Alp avuçlarıyla dizlerini tutup eğilerek:

-Beyim dedi, affınıza sığınarak bir noktayı belirtmek isterim.

Osman Gazi, ona döndü. Her zamanki hoşgörülü tavrıyla elini uzatarak:

 -Çekinme söyle, dedi.

Saltuk Alp, edepli bir eda ile:

-Bu davayı kurcalarsak, Germiyanlı başımıza bir iş açabilir!

Osman Gazi hayretle:

-Ne gibi?

Saltuk Alp ağır ağır:

-Nüfuzlu bir adam olduğu söyleniyor! Germiyan Beyini bize karşı kışkırtabilir.

Akıncı Turgut Ali de, uzun ve gür bıyıklarında sağ elini dolaştırdı. Biraz da heyecanlı bir ses tonuyla:

-Zengin ve nüfuzlu tacirin yeniden mahkeme edilmesinden Germiyan Beyi gücenebilir. Bizden çok kuvvetliler. Aramızın açılmasından endişe ederim diyerek, bu görüşe katıldı.

Böyle nazik bir durumun ortaya çıkacağını beklemeyen Osman Gazi’nin dudaklarından farkında olmadan:

-Yaaa! Kelimesi çıktı ve bakışları durgunlaştı. Bir süre başı önüne düştü. Turgut Ali, başını sallayarak:

-Evet beyim, on binlere varan atlı ve yaya birlikleri var.

Osman Gazi, yavaş yavaş başını kaldırdı. Bir önceki halinden hiçbir eser kalmamıştı. Doğruldu ve can yoldaşlarına sevgi ve güven dolu gözlerle bakarak:

-Gazilerim, bilirim hepiniz kelle koltukta, Allah yolunda savaşıyorsunuz. Endişelerinize de hak vermiyor değilim. Fakat hatırlatmak isterim ki, hak ve adalet ölçüsünü elinde tutan, Allah’tan başkasından korkmaz dedi ve yerine çöktü. Sonra yavaşça:

-Bugünlük bu kadar, toplantımız sona ermiştir, diye tamamladı sözlerini.

Herkes Osman Gazi’yi selamlayarak salondan çıktı. O ise; sağ el dirseği, dizinde; sol eli alnında, kıpırdamadan öylece duruyordu. Henüz odada bulunan genç akıncı beyi Aydoğdu’ya hitaben:

-Hemen Dilaveri çağır bana! Diye emretti.

Biraz sonra, kendi halinde, orta boylu, çelimsiz fakat zeki bakışlı bir Yörük, yanık çehresiyle içeri girdi. Saygıyla Osman Gaziyi selamladı ve:

-Buyur beyim beni emretmişsin, dedi.

Osman Gazi, samimi bir ifadeyle:

-Gel bre Dilaver, söyleyeceklerim var, diyerek ona yer gösterdi.

O Cuma sabahı, Osman Gazi, yüksekçe bir yer minderine bağdaş kurup oturmuş, sağında solunda ise gaziler yerlerini almıştı. Osman Gazi, davacıya sordu:

-Davacı sen misin?

Karşısında dikilen ve ürkek bakışlı mavi gözlerinde heyecan okunan Hıristiyan, titrek bir sesle:

-Evet..

-İsmin nedir?

-Hıristo.

-Nerelisin?

-Bizanslıyım, dedi endişeli bakışlarla.

-Ne iş yaparsın?

-Çobanım. Pejmürde kıyafetini göstererek:

-Onun bunun sürülerini güderim.

-Söğüt’de ileri geri söylenir olmuşsun! Adalet yok burada dermişsin!

Çoban Hıristo ürkek ürkek:

-Bağışla beyim ama, haksızlığa uğradım!

Osman Gazi elini uzatarak:

-Nasıl bir haksızlık? Diye sordu.

Eliyle Germiyanlı’yı göstererek:

-Bu Germiyanlı, sürümü elimden aldı! Yalvardım yakardım aldırmadı! Koyunlar benim

değil dedim, dudak büktü! Ne derim sahiplerine? Öldürürler beni! İsa aşkına geri verin dedim

Alaylı bir kahkaha koyverdi. (Sustu. Taşan sarı saçlarını şapkasına sıkıştırdıktan sonra.) bu sefer (diye sürdürdü konuşmasını:) üzengisine yüz sürdüm! Ayağını öpeyim dedim. Durmadı. Belki vazgeçerler diye, kadıya gideceğimi söyledim. Sen misin bunu diyen, adamları -ki üç kişiydiler- bir işaretle, sille tokat bana giriştiler. Sonra sürümü de alarak uzaklaştılar.

-Eeee, sonra?

Ağlamaklı bir sesle:

-Perişan bir şekilde doğru Söğüt’e geldim. Hemen kadıya çıktım. Olanı biteni anlattım. Onları bir güzel tarif ettim. Akşamleyin kadı çağırdı. Germiyanlı ve iki adamı da oradaydı. Halbuki üç kişiydiler. Germiyanlı bütün suçlamalarımı inkar etti. Beni ilk defa gördüğünü, oradan hiç geçmediğini söyledi. Tabii şahit gösteremediğim için, ispat edemedim. Adamları da doğrulayınca onu…

-Kadı’nın hükmü Germiyanlı’nın lehine oldu desene.

-E…evet beyim. Ben şimdi n’aparım? Ne derim sürü sahiplerine? Kimse inanmaz ki bana! İş de bulamam artık! Gidecek yerim bile yok. Kaç gündür sokaklardayım. Tabii haksızlığa uğradığım için, ileri geri konuşmadım değil! Ben adalet istiyorum. Hakkımı alın bu zalimden.

Osman Gazi güven veren bir sesle:

-Merak etme çorbacı, hak yerini bulur elbet.

Davalıya dönerek:

-Adın nedir? Diye sordu.

Kocaman kafalı, iri gövdeli Germiyanlı kendinden emin bir şekilde:

-Teymur, dedi ve ilave etti: Germiyan Beyliği’nde tanımayan yoktur beni.

-Ne arıyorsun, Söğüt’de?

Patlak gözlerini fıldır fıldır oynatarak:

-Tacirim, koyun almaya geldim.

-Çoban Hıristo’nun sürüsünü elinden almışsın.

Kırmızı yüzü daha da kızaran Teymur:

-İftira ediyor beyim. Koyunlarına ihtiyaç duymayacak kadar zenginim ben (sesini yükselterek) haddini bilsin! Bir müslümana iftira etmek ne demek? Asıl ben ondan davacıyım. İnanmazsanız adamlarıma sorun.

Osman Gazi, arkada duran iki adama baktı. Gerçeği söylemeleri gerektiğini hissettiren bir sertlikle:

-Doğru mu söylüyor beyiniz?

İri kıyım ve kabadayı olan her ikisi de bir ağızdan:

-Evet, tamamen doğru. Çoban Hıristo iftira ediyor utanmadan.

Teymur, aniden söze girdi:

-Koyunlarını alsaydım. Ne işim vardı benim burada? Zaten koyun almaya geldim.

Osman Gazi başını sallayarak:

-Demek öyle?

Teymur, ima eden bir ses tonuyla:

-Bir şey daha var Osman bey, dedi.

İşaret parmağını ona doğru uzatan Osman Gazi, sert bir çıkış yaptı:

-Sen ne demek istiyorsun?

-Bu muameleden Bey’imin elbet haberi olacak!

Bu küstahlık mahkemede olduğu için aldırmadı. Çoban Hıristo’ya dönerek:

-Hala Germiyanlı’dan davacı mısın?

Boynunu bükerek:

-Elbette Beyim, sürümü alan adamı, neden şikayet etmeyeyim? Zaten neyim kaldı ki kaybedecek? Ben adalet istiyorum. Siz ise iddiamdan şüphe ediyorsunuz!

Osman Gazi, şehadet parmağını ileri doğru uzatarak:

-Bak Hıristo, şayet bu bir iftira ise,  -ki durum onu gösteriyor-  yol yakınken vazgeç bu iddiadan. Yoksa sonu; senin için, hiç de iyi olmaz.

Elini başına götürüp:

-Sizi nasıl inandırabilirim?

-Bir şahidin bile yok! Ne malum sürüyü satıp, sonra da iftira etmediğin?

Teymur, ağzı kulaklarına vararak:

-Beyim, hay ağzına salık, tam da dediğin gibi olsa gerek.

Osman Gazi, bu yersiz çıkışından dolayı:

-Sus bakayım sen, diye Teymur’u bir güzel payladı.

Teymur, deyip diyeceğine bin pişman olmuştu, yüzü kıpkırmızı kesildi. Çoban Hıristo ise ümitsiz ve üzgün bir şekilde önüne baktı. Osman Gazi, üstüne basa basa:

-Yine soruyorum Germiyanlı, koyunları sen mi aldın?

-Ne münasebet Osman Bey, bunu yapacak adam mıyım ben? İftira ettiği şundan belli ki, ispat edemiyor. Bırak bizi, işimiz gücümüz var! Hem bu iş fazla uzadı!

Osman Gazi kararsızdı. Zor bir durumla karşı karşıyaydı. “Ama dedi içinden, zavallı Hıristiyan bir çoban böyle bir iftiraya cesaret edebilir mi? Yüz ifadeleri de yalan söylemediğini belirtiyor gibi. Yoksa bütün bu çalışmalarımız boşuna mı? Yarabbi sen bana basiret ver. İki beylik arasında bir soğukluk doğmasın. Boş yere Müslüman kanı akmasın.”

Germiyanlı’nın yüzünde ise, zor zapt ettiği sinsi bir gülümseme vardı. Çoban Hıristo’ya kin dolu bakışlarla bakarken: “Ben sana gösteririm çorbacı. Hele şu mahkeme bir bitsin…” der gibiydi.

Osman Gazi, sebebini bilemediği bir iç sıkıntısı içindeydi. Kaşları çatık, bir çehre takınarak iki tarafın iç yüzünü tam olarak açığa çıkaracak bir üslupta konuşmaya başladı:

-Durum anlaşıldı. Davacı, davasını ispat edemedi. Davalı ise bütün suçlamaları reddederek, bunu şahitleriyle ispat etti. İşin doğrusunu ancak Allah bilir. Ben dış görünüşe göre hüküm vermek zorundayım, dedi ve belli etmeden fakat dikkatle Çoban Hıristo’yu ve Teymur’u göz hapsinde tuttu.

Bu açıklama üzerine Çoban Hıristo, üzgün bir durum aldı. Teymur ise sanki için için seviniyor gibi geldi Osman Gazi’ye. Tekrar bir çobana bir Teymur’a baktı. Sonra gazilere göz gezdirdi:

-Kararımı biraz sonra bildireceğim, dedi.

Herkes heyecanlandı. Mahkemenin Çoban Hıristo aleyhine sonuçlanacağı belli olmuştu ki, Osman Gazi kapıda duran Dilavere:

-Getir o adamı, emrini verdi.

Uzun boylu, kuru zayıf birini, sürüklercesine getirip Teymur’un karşısına dikti.

Osman Gazi:

-Bu adamı tanıyor musun?

Üstü başı toz toprak içinde olan adam, evet-hayır arasında bocaladı:

-O…O’nu mu şeyyy ben…

Osman Gazi, adamın gevşek davranmasını hoş karşılamadı:

-Eveleyip geveleyip durmasana be adam? Bu adamı tanıyor musun, tanımıyor musun?

-E…evet.

Teymur’a dönerek:

-Ya sen bunu tanıyor musun?

Zoraki bir söyleyişle:

-Şeyyy, evet hizmetkarımdır.

-İyi bak tekrar soruyorum, bu senin adamın mıdır?

Bundan bir şey çıkmayacağına inanan Teymur, “Herhalde şehirde dolaşırken alıp

getirdiler.” Diye düşündüğünden, biraz da dikleşerek:

-Evet adamımdır, ne var bunda?

Bu doğrulayış üzerine Osman Gazinin çehresi sevinçle dalgalandı. Yüzü güldü. Gözleri ışıdı. “Çok şükür korktuğuma uğramadım.” Diye içinden memnun oldu. Rahat bir nefes aldı. Kendi kendine: “Tahmin ediyordum zaten, inşallah hakikat ortaya çıkacak.” Diye gönlünden geçirdi. Sonra:

-Peki bu senin adamınsa, yanındaki sürü kimin?

-………….?

-Ve nerede bulundu dersin?

-………….?

-Konuşsana be adam, dilini mi yuttun?

Bir an öylece taş kesildi sanki. Artık inkar faydasızdı. Divandan çıt çıkmıyordu. Herkes heyecanlanmıştı. Teymur bir çıkış yolu bulamıyordu. Kızgınlığından yumruklarını sıkıyor. Dişlerini gıcırdatıyordu. Suratı kıpkırmızı bir halde, dudaklarından fısıltı halinde “Allah kahretsin!” Sözleri döküldü.

Osman Gazi, gayet sakin bir şekilde:

-Keşke fakir bir çobana zulüm ederek günahına girmeseydin?

Germiyanlı bu sefer, işi yüzsüzlüğe vurarak asıl çehresini takındı. Ellerini indirip kaldırarak:

-Zulüm etmedim. Etsem bile kafire zulüm günah değildir! Deyince Osman Gazi’nin kan beynine sıçradı. Yine de kendine hakim olarak:

-Ne dedin, ne dedin? Demek kafire zulüm günah değil ha? Bilmez misin ki, kafir de insandır. Mazlumun ahı; kafir bile olsa Allah’a erişir. Küfrü ise ancak kendisini ilgilendirir. Hem küfür devam eder, zulüm devam etmez. Kafir, yurdumuzda cizye yani vergi verse, vatanımız dışında, barış içinde bulunsa, hakkı korunur, gözetilir.

-Hani yine bir Cuma günü, Germiyan Bey’i Alişir’in uyruğundan bir Müslüman ile, Bilecik Rum komutanına bağlı bir Hıristiyan kavga etmişti de,  -haklı olduğu için-  Hıristiyandan yana hüküm vermiştim. Bunu duymadın mı? Bu ne cür’et?

-Var git karşımdan! Adamlarını da al. Ve bir daha ülkeme gelirsen bil ki, burada alın teri, göz nuru ile geçinen insanlarla, mevki makam sahibi olanlar arasında  -adalet nazarında-  en küçük bir fark yoktur. Adaletimiz, Müslüman-Hıristiyan, zengin-fakir ayrımı yapmaz. Kararıma gelince:

-Seni ve yalan yere şahitlik yapan adamlarını, bir daha görmek istemiyorum. Sizin gibilere ülkemde yer yok. Yeniden ülkeme ayak basarsanız, bu sefer cellada verileceksiniz! Unutmayın! dedi ve Subaşı’ya:

-Defedin bunları! Emrini verdi.

Teymur ve arkadaşları, süklüm püklüm huzurdan çıkarılırken, çoban göz yaşlarını tutamadı. Osman Gazi’nin ellerine sarıldı, ayaklarına kapandı. Bütün içtenliğiyle:

-Allah sana zeval ve yokluk vermesin. Her zaman kılıcın keskin, yolun açık olsun diye, dua üstüne dualar ediyordu.

 

Mahkemeden sonra gaziler, Dilaveri ortalarına aldılar. Kimi omuzunu sarsarak, kimi koluna dokunarak, onu soru yağmuruna tuttular:

-Nasıl oldu bu iş Dilaver?

-Anlat hele.

-Nerde buldun bu adamı?

-…………..?

Dilaver başını sallayarak:

-Önemli değil, önemli değil, diye geçiştirmek istedi ve Osman Gazi’ye bakarak, ondan izin

ister gibiydi. Osman Gazi durumu kavradı. Gülümseyerek:

-Anlat bre Dilaver, bizce sakıncası yok deyince, dili çözüldü yavaş yavaş:

-Hani geçende, Osman Gazi beni çağırmıştı ya…

-Evet evet, hatırladık.

Kendisinden bahsetmenin verdiği sıkıntı ile, istemeye istemeye devam etti:

-İşte o zaman Osman Gazi’nin emri üzere, davacı ve davalıyı yakın takibe aldım. Bir yolunu bularak davacıyla, sıradan biri gibi konuştum. İddiasının doğruluk derecesini araştırdım. Anlattıkları inandırıcı gibi gelmişti bana. Tabii, yine de emin değildim. Bir vesileyle koyunların sol kulak uçları çentik olduğunu da öğrendim. İşte o günden sonra, boş durmadım. Ora senin bura benim derken, Söğüt’ü köşe bucak aradım. Tam ümidimi kesmek üzereydim ki, dün akşam, şehrin batı ucunda, terk edilmiş bir samanlıkta sürüyü buldum. Başında Teymur’un adamı sandığım biri vardı. Adamı apar topar getirip hapsettim. Ya bu şahıs Germiyanlı’nın adamı değilse diye, bir taraftan da endişe ediyordum! İşin aslı ancak yüzleştirince anlaşılacaktı. Sonrasını biliyorsunuz…

Gaziler:

-İyi iş başardın aferin sana, dediler.

Büyük bir alçak gönüllülükle:

-Ben sadece görevimi yaptım o kadar, dedi ve başı önünde, mahçup mahçup divandan çıktı gitti.

 

         

 

 

 

Önceki İçerikTinerci Çocuklar
Sonraki İçerikLodos (Notos)
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.