8.8 C
Kocaeli
Çarşamba, Ekim 1, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1159

Sünnet Olmanın Dinimiz ve Kültürümüzdeki Yeri

Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirleri anlamına gelen sünnet, dilimizde aynı şekilde; erkeklik organının ucundaki derinin kesilmesi anlamını da ifade etmektedir. Arapçada bunun karşılığı olarak hitan kelimesi kullanılmaktadır. Genellikle Sami/İbrahimî gelenekle özdeşleştirilen sünnetin kökeni tarih öncesi dönemlere; Eski Mısır, Afrika, Amerika ve Pasifik gibi farklı coğrafyalara uzanmaktadır.

Yahudilikte sünnet; ilk defa İbrahim (a.s.)’e Allah tarafından emredilmiş olup Hz. Musa (a.s.)’nın şeriatında da yer almıştır. Hz. İbrahim (a.s.) ile yapılan ahdin ve Yahudi kimliğinin önemli bir göstergesi olarak kabul edilen sünnet, Yahudiler tarafından nesiller boyu süregelen bir uygulama olarak devam ettirilmiştir. Tevrat’a göre İbrahim 99 yaşında iken bu emri aldığında 13 yaşındaki oğlu İsmail ve evin diğer bütün erkekleriyle beraber kendisi de sünnet olmuş, daha sonra dünyaya gelen oğlu İshak’ı da bu emir gereği, 8 günlükken sünnet etmiştir. (Tekvin, 17/23-27; 21/4)

Hıristiyanlıkta; İnciller, sünnetin önemli bir Yahudi âdeti olduğunu, Hz. İsa’nın (a.s.) buna uygun 8 günlükken sünnet edildiğini ve bu uygulamayı reddetmediğini belirtmektedirler. (Luka, 1/59; 2/21; Yuhanna, 7/23) İlk dönem Hıristiyanlığında devam etmekte olan sünnet olma âdeti; Hıristiyanlığın ikinci kurucusu kabul edilen Pavlus’la birlikte, “maddi şeklinden uzaklaşılarak günahlardan arınma anlamında” mecazi bir ameliyeye dönüşmüştür. (DİA, Sünnet Maddesi)

İslam sünnet olayını,  Yahudilik ve Hıristiyanlığın ilk dönemindeki gibi insanla Allah arasındaki ahit ve anlaşmanın bir sembolü değil, fıtratın gereği olarak yerine getirilmesi gereken ve ezan gibi Müslümanlığın alameti olan bir şiar kabul etmiştir. Ve bunun bir tören şeklinde yapılışı da önemlidir.  Nitekim İslâm öncesi pek eski devirlere kadar uzanan törenlerden birisi hitân denilen sünnet etme merasimidir. Hz. Peygamber (a.s.) de bu tatbikatı benimsemiş ve devam ettirmiştir. Böyle olmakla birlikte bu ameliyenin Müslümanlar arasında taşıdığı önem Yahudilerin aynı ameliyeye verdikleri ehemmiyetten daha azdır. İslâm’da bu tatbikat, Yahudilerde olduğu gibi Allah ile akdedilen bir anlaşma olmaktan çok bir sağlık, hijyen meselesidir. (M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, 1112)

Doğrudan Kur’an-ı Kerim’e yansımamış olsa bile, Hz. Peygamber’in, doğuştan insan tabiatına uygun davranışlar içerisinde zikretmiş olduğu; ağzını yıkamak, sakal ve bıyıkları düzeltmek, tırnakları kesmek, koltuk altı ve etek tıraşı olmak vs. gibi hasletlerin içerisinde, sünnet olmayı da sayması, bu konunun önemine işaret etmektedir. (Buhari, Libas, 63, 64).

Nitekim Herakliyus’un Ebu Süfyan’a yönelttiği sorular içinde Arapların sünnet olup olmadıkları sorusu da yer aldığına göre (Buhari, Bed’u’l-vahy, 7), bu geleneğin Arapların arasında Hz. İbrahim’den bu yana var olduğu anlaşılmaktadır (Buhari, Enbiya, 8).  Ayrıca kaynaklardaki bilgilerden, bu ameliyenin erkeğin büluğ çağına yaklaştığı zamanlarda gerçekleştirildiğini bilmekteyiz. (Buhari, İsti’zan, 51) Bununla beraber Hz. Peygamber, İslam’a girmek isteyen kimselere ileri yaşlarda olsalar bile sünnet olmalarını emrederdi. (Ebu Davud, Taharet, 131; Beyhaki, Sünen, VIII, 324)

Bizzat Hz. Peygamber (s.a.v.)’in sünnet olmasına gelince; bu konuda üç görüş bulunmaktadır: a) Hz. Peygamber (a.s.), sünnetli ve göbeği kesik doğmuştur. b) Sütannesi Halîme’nin yanında bulunduğu zaman meleklerin kalbini yardığı esnada sünnet edilmiştir. d) Dedesi Abdülmuttalip, doğumunun yedinci günü onu sünnet etti, bunun için bir yemek ziyafeti verdi ve ona Muhammed adını verdi. (İbnu’l-Kayyım, Zâdu’l-Me’âd, I/78-79)

Konuya ilişkin hadislerle Müslüman toplumların telakki ve teâmüllerini değerlendiren fakihler, sünnet ameliyesinin hükmü konusunda farklı görüşler ortaya koymuşlardır: Ebu Hanife ve Malik sünnet olmanın hükmünün sünnet olduğunu, Ahmet b. Hanbel ve Şafii ise vacip olduğunu söylemektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in torunları Hasan ve Hüseyin’i yedi günlükken sünnet ettirdiğine dair rivayeti (Beyhaki, Sünen, VIII, 324) esas alan Şâfiîler; çocuğun doğumunun yedinci gününde sünnet edilmesini müstehap kabul etmişlerdir.

Sünnet olmamış birisinin Kâbe’yi tavaf edemeyeceği, namazının kabul olmayacağı ve kestiği hayvanın etinin yenmeyeceği şeklindeki Sahâbe ve Tâbiîn sözleri; İslâm kültüründe bu geleneğin yerini göstermesi bakımından önemlidir. (Beyhaki, Sünen, VIII, 324-326) İmam Mâlik’ten sünnet olmayan kişinin imamlık yapamayacağı ve şahitliğinin kabul edilmeyeceği nakledilmektedir. Hanefiler; Ezan ve Kurban gibi, farz olmadığı halde İslâm’ın sembol hükümlerinden kabul ettikleri sünnet olmanın, topluca terkinin kabul edilemeyeceğinin belirtirler.

Sünnet ameliyesini yapacak kimseye gelince; bu kişinin ehil bir doktor veya ehil bir sünnetçi olması gerekir. Allah Rasûlünün bu hususta uyarıları bulunduğu gibi (Hâkim, Müstedrek, III/603), Hz. Ömer (r.a.)’in sünnet ettiği çocuğa zarar veren sünnetçileri tazminata (Abdurrezzâk, Musannef, IX/470), çocuğun ölümüne sebep olan sünnetçileri ise diyet ödemeye mahkûm ettiği rivayet edilmektedir. (İbn Ebî Şeybe, Musannef, V/420)

Sünnet vesilesiyle ziyafet verip eğlence tertip edilmesi çok eskilere uzanan bir gelenektir. Araplarda, sünnet düğünü için verilen ziyafete “azîra” denir (Seâlibî, Fıkhu’l-Luga, s. 266) ve bu esnada müzik eşliğinde oyunlar oynanırdı. Ashabı kiram sünnette ziyafet verir eğlenirlerdi Eğlenceye iştirak konusunda titiz olan Abdullah b Ömer, sünnet yemeklerine iştirak ederdi (İbn Ebi Şeybe, Nikâh, 155).  Sünnetlerde yemekler ikram edilirdi Urve b ez-Zübeyr sünnet olduğunda annesi hurmayla yapılan bir bulamaç olan “asîde” yemeği yapmıştı. (Abdurrezzâk, Musannef, IV, 335)

Hz. Ömer (r.a.), halifeliği döneminde def ve şarkı sesi duyduğunda; “nikâh mı, sünnet mi?” diye sorar, eğer bunlardan biriyse müdahele etmezdi. (Fâkihî, Ahbâru Mekke, I, 21) İbn Abbâs (r.a.), çocuğunu sünnet ettirdiğinde, oyuncu tutmuş ve ona ücret ödemiştir. (Fâkihî, Ahbâru Mekke, I, 21; İbn Ebi Şeybe, Nikâh, 66) Daha sonra gelen fakihler ve dört mezhep imamı, dini kuralların ihlali için araç haline getirilmemesi kaydıyla böyle günlerde ziyafet verme ve eğlenmeye karşı çıkmadıkları gibi, genellikle bunlara katılmayı müstehap saymışlardır.

İslâm dünyasında yörelere göre bu kutlamalar çeşitlilik arzetmiştir Mekke’de “tahar” adı verilen şenlikler düzenlenirdi. Genellikle çocuklar 3-7 yaşlarında sünnet edilir, sünnetin yapılacağı günde güzel elbiseler giydirilir ve at üzerinde dolaştırılır. İki yanında, attan düşmesini engelleyecek ve mendillerle kendini yelpazeleyecek adamlar dolaşır. Önde davulcu ve defçiler gider, zenci bir hizmetçi kömür üzerinde reçine ve tuz yanan bir mangalı başında taşır. Çocuğun arkadaşları alayın ikinci kısmını teşkil eder. İkindi vaktine kadar şehrin sokaklarında dua okuyarak, eğlenerek dolaşan çocuklar, gece de bunu sürdürürler.

Ertesi gün arka üstü yatırılarak çocuğun dikkati tatlılarla başka tarafa çekilerek operasyon gerçekleştirilir Evliya Çelebi’ye göre, Mısır’da erkek çocuklar 5-6 yaşlarında sünnet edilirler. Genellikle masrafı azaltmak için sünnet gruplar halinde yapılır: Kız gibi giydirilen çocukların, yüzlerinin bir kısmı mendille örtülür. Böylece nazardan korunacağına inanılır. Atlara bindirilerek, çalgıcılar, yaşlılar yardımcılarıyla peştemal kuşanmış sünnetçi ellerinde kandiller, büyük bir alayla sokaklarda dolaşırlar. Üç gün üç gece ziyafet verilir, eğlenilir ve son gün çocuk sünnet edilir. (Evliya Çelebi, Seyahatname, XV, 25)

Müslüman Türk toplumlarında öteden beri sünnet törenlerine önem verilmiş, bu sebepten de sünnet düğünleri etrafında zengin bir gelenek oluşmuştur. Türkiye’de sünnet merasimleri genellikle yemekli yapılmaktadır Bazı yörelerde kirvelik büyük bir önem kazanmıştır Sünnet çocuğunun yatağı gelin odası gibi süslenir Başucuna işlemeli bir mahfaza içinde Kur’an-ı Kerim asılır Etrafına güzel kokular serpilir.  Ailenin maddî durumuna göre çocuk sırmalı, işlemeli, nazarlıklı başlık ve elbise giyer. Külah ve omuzdan koltuk altına uzanan bir kuşak üzerinde Maşaallah yazılır. Davetlilerin sünnet olana hediye getirmesi veya zarf içinde para vermesi âdet olmuştur Hediyeler çocuğun yatağına veya yastığının altına bırakılır

Günümüzde gelenek olarak yapılan bu sünnet düğünlerinde gösterişe varan büyük israflar ve İslam adabına uygun olmayan amel ve davranışlar sergilenmektedir Aynı zamanda dini bir sünnet olarak icra edilen bu geleneksel uygulama, içki alemleri gibi gayr-i meşrû israf ve eğlencelerle kirletilmemeli, Allah’ın razı olacağı şekilde ve helal yollarla icra edilmelidir.

Bilgi Çağında Türkistan Coğrafyasına Yolculuk

2011 yılında yazdığım ilk yazı’nın bir kültür ve gezi yazısı olmasını istedim. 2011 yılında Türkistan coğrafyasını gündemime almak istiyorum. Bizlere Orta Asya diye yutturulan ve aslında Uluğ Türkistan olan kültür ve medeniyet coğrafyamızı gezerek belgesel çekmeye devam etmek istiyorum. Bu günkü yazımı ünlü şairlerimizden Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun şiiri ile başlayacağım. Sizlerle birlikte kültür ve medeniyet tarihimizin izlerini araştırmak üzere Türkistan coğrafyasına doğru yollara çıkalım.

Ana yurdum ata yurdum
Can evim Uluğ Türkistan
En güzel şiirler sana
Sanadır en büyük destan

Türkistan neresi?

Doğusu ile batası ile Kültür ve medeniyetimizin temelini oluşturan, tarihe adını yazdırmış önemli bilim adamlarını mütefekkirleri sanatçıları ve ruh mimarlarını doğuran bölge’nin adı Türkistan. Türklerin ilk İslam’la şereflendiği ata yurdu. Divân-ı Lugâti’t-Türk’ü kaleme alan Kaşgarlı Mahmud’u, Kutadgu Bilig müellifi Balasagun’lu Yusuf Has Hacib’i hadis âlimi İsmail Buharileri yetiştiren ve bugün milyonlarca Türkü içinde barındıran, binlerce yıllık köklü bir medeniyete ev sahipliği yapmış toprakların adı Türkistan. Sınırları batıda Hazar Denizi ve Ural Dağları’nın güney kısmına, kuzeyde Sibirya’ya, güneyde İran, Afganistan ve Tibet’e, doğuda Çin ve Moğolistan’a kadar uzanan bir coğrafya. Çin Seddi’nden Cebeli Tarık ve Atlantik sahillerine yüzlerce milyon Türk nüfusunun yaşadığı Türkistan.

Türkistan’ın bugüne kadar birçok bölgesini gezerek belgesel çekme imkânımız oldu.  Türkistan coğrafyasına yolcuk kültür dünyamıza yolculuk demek… Türkistan demek Yesi demek. Taşkent, Semerkant, Buhara, Merv, Kaşgar Urumçi Bişkek Almatı Çimkent demek. Türkistan demek ilim demek irfan demek.. Yüzlerce ilim irfan ve gönül sultanlarının merkezi demek. Tarih boyunca Türkistan coğrafyasında yetişen birçok İslâm âlimi, günümüzde bile bilim ve kültür dünyamıza ışık tutmaya devam ediyor. İşte ilim irfan sahibi gönül sultanlarından bazıları..

Ahmet Yesevi, Şah-ı Nakşibendi gönül dünyamızın mimarları.. Kuran-ı Kerimden sonra en önemli Hadis kitabının yazarı meşhur hadîs âlimi İmâm-ı Buhârî, İbni Sînâ: Tıp ilminin önemli şahsiyeti. Fârâbî: ünlü İslam mütefekkiri. Tirmîzî: Meşhur hadis âlimi. El-Bîrûnî: Matematik ve astronomi âlimi. Hârezmî: Cebir ilminin kurucusu. Serahsî: Meşhur İslâm hukukçusu. Uluğ Bey: Meşhur astronom ve âlim. Kaşgarlı Mahmut: Divanı Lügatit Türk’ün yazarı… İmamı Maturudi ve daha niceleri…. alim ve bilginler..  Türkistan coğrafyasında yetiştiler ilim ve irfanlarıyla dünyayı aydınlattılar..

Bu ilim irfan yuvaları topraklar bugün ne yazık ki doğu ve batı olarak ikiye ayrılmış durumda. Batı Türkistan Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Özbekistan ve Türkmenistan’ın dahil olduğu bölgeyi kapsıyor. İki asırdır Çin’in esareti altında bulunan bölge ise gönül yaramız Doğu Türkistan.

Ve bize Orta Asya diye öğretilen ama gerçekte Türkistan coğrafyası olan ata yurdumuz.. Türkistan şimdilerde gözlerden ırak bir diyar gibi görünse de bizim coğrafyamız bizim kültürümüz bizim medeniyetimizin beşiği.. Türkistan temsil ettiği anlam itibarıyla bize o kadar yakın ki burada zaman duruyor muhteşem bir tarih canlanıyor gözlerimizin önünde. Türk İslam kültürünün beşiği olarak karşımızda duruyor.

Türkistan’ı gezerken, okurken ve düşünürken ünlü şair ve yazarlarımızdan Yavuz Bülent Bakilerin “Bizim Türkümüz” aklıma gelir. Hep onu mırıldanırım Şiirler, yazılar ve  tarihi bilgiler  bize ilham  kaynağı olur ve heyecan verir. Gelin  şimdi  Şairler sultanı Yavuz beye kulak verelim. 

“Bizim Türkümüz”

Bizim türkümüzde gurbet var artık.

Hasret var, yürek var, toprak var balam

Gönlümüzü sımsıcak alan topraklar

Tiyanşan, Kadırgan Dağları’na dek uzar

Kim demiş vatanımız Edirne’den Kars’a kadar.

Uzar gider bir sessizlik içinde

Bir uçtan bir uca Türkistan toprakları

Beyaz altın dediğimiz pamuk tarlalarına

Çöreklenir yedi başlı kızıl yılan

Baş kaldırsa esarete yeni bir Osman Batur Han

Bebekler bile vurulur beşiklerinde

Kana boyanır Türkistan.

Türkistan’ı gezerken şiirler  rehberlik yapar. Türkistan’daki gezimizi de bizlere şairlerimizin şiirleri, yazarlarımız ve  tarihçilerimizin verdiği bilgiler rehberlik etmeye devam ediyor.    Fikir adamı ve gönül insanı  şair ve yazarlarımızdan Yavuz Bülent Bakilerin “Bizim Türkümüz” şiiri ile gezimizi Türkistan’da   sürdürelim… 

Yüzyıllardan beridir Altaylardan Tuna’ya

Bizim türkülerimizdir söylenen

Konuşan dil, bizim dilimizdir

Renk renk, nakış nakış uzayan toprak değildir

Kilimlerimizdir…

 Yine bir dağ gibi, bir dev gibi doğrulacağız

Yeni bir ruh doğacak toprağımızdan

Tanıyacak bizi dünya yeniden heyecanla

Burma bıyığımızdan, kalpağımızdan. .

Türkistan, Yusuf Has Hacip’ler ve Kaşgarlı Mahmut’ların  diyarı..

Büyük bir medeniyet ve bu medeniyetin mimari eserleri.. mimarları.. ve en önemlisi bu medeniyetin ruh mimarları.. ilim adamları.. işte Büyük Türk şair Yusuf has Hacip Kaşgar’ın Tuman deresinin kıyısında uzun zaman dolaşmış şırıl şırıl akan dere sularını izleyerek evreni düşünmüş ve sonunda dilden düşmeyen Kutatgubilig adlı şaheserini kaleme almıştı

Yusuf Has Hacip aslında Balasagun’ludur. Kitabın yazıldığı çağlarda Balasagun şehri “Kuz-Ordu” adını taşıyordu ve Kaşgar ile birlikte, XI. yüzyıl Orta Asya Türk kültürünün ve dilinin merkezi sayılıyordu. Balasagun’un asîl ailelerinden birine mensup olan Yusuf, eserinin esasını Balasagun’da yazmış ve düzenlemiş, ancak son şeklini doğduğu yerden ayrıldıktan geldiği bu bölgede yani Kaşgar’da vermiş.

Kitabını huzurunda okuyarak, Tavgaç Kara Buğra Han’a sunmuş; O da çok beğenerek Yusuf’a Has Hâcib ünvanı vermiş ve onu kendi yakınları arasına almış. Herkese yarayan fakat hükümdârlara daha çok yarayan 6 kitaba ‘Kutadgu Bilig’ adını vermesini, “kitaba Kutadgu Bilig adını koydum ki, okuyanı kutlandırsın” diyerek açıklar Yusuf Has Hacip.

Yusuf  has Hacip zengin bir kültür ortamında yetişmiş büyük bir entelektüel. O, Kutadgu Bilig’i yazdığı sıralarda, Kaşgarlı Mahmud, meşhur lûgatını kaleme almaktaydı. Yusuf, çevresinde bulunan büyük kültürlere ve bunların dillerine âşina idi ve eserinden anladığımız kadarıyla edebiyata, ilâhiyata, folklora, siyasete, felsefeye ve devrinin tüm pozitif bilimlerine ilişkin ansiklopedik bilgiye de sahipti. Hatta, devrinin bilginlerine Öklid geometrisi bilmeleri gerektiğini tavsiye ediyordu.

Kaşgar aynı zamanda bir edebiyat ve fikir adamının yetiştiği bir şehir. Kaşgarlı Mahmut 11. yy’da Orta Asya’daki bütün kültürel kentleri tek tek dolaştı. Kaşgarlı Mahmut’un Arapça yazdığı Divanü Lügatit Türk, Çin’in kültür tarihinde önemli yere sahip bir şaheser. Kaşgar’da bu büyük tarihi ve edebi şahsiyeti hatırlarken şu sözü kulaklarımızda çınlıyor. “Türklerin en açık anlatanlarından, en doğru anlayanlarından en iyi kargı kullanan cengaverlerinden olduğum halde, Türklerin tekmil illerini, obalarını, çöllerini karış karış, gezip dolaştım… Gördüm ki, Yüce Allah devlet güneşini Türklerin burçlarından doğdurmuş…”

Kültür ve medeniyetimizin temelini oluşturan, tarihe adını yazdırmış önemli bilim adamlarını mütefekkirleri sanatçıları ve ruh mimarlarını doğuran Doğu Tükistan’daki gezimizin sonuna gelirken Türklerin ilk İslam’la şereflendiği ata yurdunun bu günkü haline üzülüyoruz. Divânu Lugâti’t-Türk’ü kaleme alan Kaşgarlı Mahmud’u, Kutadgu Bilig müellifi Balasagun’lu Yusuf Has Hacib’i yetiştiren ve bugün milyonlarca türkü içinde barındıran, binlerce yıllık köklü bir medeniyete ev sahipliği yapmış bu topraklar bizim topraklarımız ve medeniyetimizin beşiği. Türkistan demek Yesi demek. Taşkent, Semerkant, Buhara, Merv Kaşgar demek. Türkistan demek ilim demek irfan demek.. Yüzlerce ilim irfan insanının merkezi demek. Doğusu ile batısı ile Ata yurduma Siz değerli okurlarımın da selamı söyleyerek, Uluğ Türkistan’dan  ayrılırken Dursun Elmas’ın şu şiiri dökülüyor dudaklarımdan:

Dolanıp durmayın başımda benim

İsfahan’a doğru yürün turnalar.

Vuslat yangısında sızlar bedenim

Dağıstan’da sefa sürün turnalar

Bir gece bekleyin Tataristan’da

Menevşe devşirin Çuvaşistan’da

Gardaşım inliyor Çeçenistan’da

Mazlumun ahına erin turnalar

Yesi’de uğrayın Hoca Ahmet’te

Boşa girmedi ki onca zahmete

El açın divanda erin hikmete

Erenler bağına girin turnalar

Altaylar’dan aşın Tuva’ya varın

Sayan Dağları’nda keklik avlayın

Urumçi’de esareti boylayın

Postları İrtiş’e serin turnalar

Aral kenarında gözyaşı dökün

Hazardaki yakamoza gül ekin

Selenge’de yunun şakıyın sekin

Türkistan’a haber verin turnalar

Kaşık sallan Oş’ta Kırgız aşına

Yenisey’de girin sevda yaşına

Dilekte bulunun Bengü taşına

Hakas güllerini derin turnalar

 Aşkabat, Düşanbe aşın ileri

Özbek’i, Kırgız’ı bırakın beri

Ötüken yurduna erdikten geri

Kür şad’ın seyrine durun turnalar

TÜRKOĞLU inliyor yürekte sızı

Girne kalesinde kınalı kuzu

Kimlik mühürüdür alnında yazı

Şükür niyazına durun turnalar

 

Evlerdeki Tehlike

Tehlikeli atıklar sadece fabrikalardan mı çıkar?

Üretimleri sonucu tehlikeli atık oluşturan fabrikaların ürünlerini kimler kullanır?

Peki  bizlerin evlerde oluşturduğu tehlikeli atıklar yok mudur?

İlk anda verilen cevapları duyar gibiyim- evde tehlikeli atık ne arasın-

Evsel çöpler içinde tehlikeli çöpler, çok az oluştuğu için, insanın gözünden kaçmaktadır. Halbuki az miktarlarda da olsa evlerde de alıcı ortamlar için tehlikeli olabilecek tehlikeli atıklar üretilmektedir.

O zaman şöyle yapalım evde kullanılan bazı ürünlere bir göz atalım

  • – Piller
  • – Kozmetik maddeler
  • – Ayakkabı boyaları
  • – İlaçlar
  • – Dezenfeksiyon ilaçları
  • – Boyalar
  • – Spreyler
  • – Zirai ilaçlar
  • – Florsan lambalar
  • – Cıvalı termometreler
  • – Elektrikli aletler
  • – Televizyon tüpleri vb.

Saymaya kalktığımızda hiç aklımıza gelmeyen ve normal çöpe atıp evden uzaklaştırdığımız ne kadar çok tehlikeli atıkla çıktığını fark etmişsinizdir. Ayrı toplanmadığı sürece bu atıkların miktarını bilmek tabiî ki mümkün değil. Asıl problem bu atıkları ayrı toplamaya başladığınızda karşınıza çıkıyor.

Ayrı topladığımızda bu atıkları ne yapacağız?

Bu konuda diğere illere göre 1 adım ileride olduğumuzu söyleyebilirim. Kocaeli’de bulunan tüm ilçe belediyeleri atık toplama merkezleri oluşturmak için birbirleri ile yarış halindeler.

Bu atıklar ayrı topladığında belediyenin oluşturduğu alanlara teslim edilebilir.

Hazır tehlikeli atıklardan bahsetmeye başlamışken bir konuya da açıklık getirmek istiyorum.

Ülkemizde atıklar ile ilgili her projede bir halk ayaklanması çıkması adet oldu. Örneğin Kontrollü çöp döküm sahası kuruluyor dendiğinde sular kirlenecek, hava kirlenecek  aman dereler mahvolacak diye ayaklanan halk, aslında bu projenin vahşi depolamanın önüne geçmek için yapıldığını hiç düşünmüyor. Derelere çöp dökülmemesi, yer altı sularının kirlenmemesi, boş görülen her arazinin çöp döküm sahasına dönüştürülmemesi için  kontrollü bir alan oluşturmak demektir .

Ne kadar kontrollü bir alan olduğu ile ilgili daha ayrıntılı bilgi isteyenler için kısa bir yönetmelik bilgisini aşağıda iletiyorum.

Düzenli depo tesisinden, depo tabanına sızan sızıntı sularının yeraltı sularına karışmasını önlemek için depo tabanı geçirimsiz hale getirilir. Depo tabanında oluşturulan bir drenaj sistemi ile sızıntı suları toplanır. Bu amaçla;

1)  Depo tabanı, tabii yeraltı suyunun maksimum seviyesinden en az 1 metre yüksekte olur.

2) Depo tabanına; sıkıştırılmış kalınlığı en az 60 cm. olan kil veya aynı geçirimsizliği sağlayan doğal ya da yapay malzeme serilir. Bu malzemelerin geçirimlilik katsayısı (permeabilite) 1.10 -8 m/sn’den büyük olamaz. Az çatlaklı kaya zeminlerde ise bu değer 1.10-7 m/sn olarak alınır.

Depo tabanının, en az 3 metre kalınlığında doğal kil ve benzeri 1.10 -8 m/sn geçirimlilik katsayısını sağlayan bir malzeme olması durumunda, depo tabanı tekrar geçirimsizlik  malzemesi ile kaplanmaz. Bu durumda geçirimlilik katsayısının sahanın her yerinde  1.10 -8 m/sn olması sağlanır.

İçme ve kullanma suyu havzalarının uzun mesafeli koruma alanında inşa edilecek düzenli depo sahası tabanında, sıkıştırılmış kalınlığı 60 cm. olan kil tabakasının üzerine, kalınlığı 2 mm. olan yüksek yoğunluklu polietilen folye (HDPE) serilir. Serilecek folyenin yoğunluğu 941-965 kg/m3 arasında olmak zorundadır.

3) Geçirimsiz hale getirilen taban üzerine dren boruları döşenerek sızıntı suları bir noktada toplanır. Hidrolik ve statik olarak hesaplanması gereken drenaj borularının çapı minimum 100 mm. ve minimum eğimi %1 olur. Dren boruları, münferit borular şeklinde, yatayda ve düşeyde kıvrım yapmadan doğrusal olarak depo sahası dışına çıkar. Depo tesisi çıkışında kontrol bacaları bulunur. Ayrıca dren boruları çevresine kum, çakıl filtre yerleştirilir. Bu filtrenin boru sırtından itibaren yüksekliği minimum 30 cm. olur.

4) Toplanan sızıntı suları, Su Kirliliği Kontrolü Yönetmeliğinde verilen deşarj limitlerini sağlayacak şekilde arıtılır.

Ekonomide Nebevi Model

Yeni yılın huzur, barış mutluluk getirmesi ve işsizliğe çözüm olması temennisiyle…

Buna ekonomide Peygamber modeli de diyebilirsiniz.

Ekonomide peygamber modelimi olur muymuş deyip kestirip atarsanız olmaz tabi

Sonuna kadar okuyun bakalım olur muymuş olmaz mıymış.

Bu ekonomik modeli anayasal düzeni ne olursa olsun her devlet,

Ulusal yâ da uluslararası ticaret yapan her şirket ve de holding,

İnancı ne olursa olsun ticaretle uğraşan her insan uygulayabilir.

Bir Müslüman peygamberi bütün yönleriyle örnek alamayabilir.

Ama tüccar ticari yönünü,

Siyasetçi siyasi yönünü,

Eğitimci eğitimle ilgili yönünü,

Diyanet personeli cami ve cemaat ile ilgili yönünü örnek alabilir.

Böylece biz peygamberi 21. asra taşımış oluruz.

Gelelim konumuz olan ekonomi, yani ticaret ile ilgili yönüne..

İşsizliğin çözülmesi,

İnsanların karnının doyup yüzlerinin gülmesi,

Ekonominin düzlüğe çıkması için,

Bu modele acil ihtiyaç vardır.

Özellikle işverenler küçük orta ve büyük çaplı olarak ticaretle ilgilenenler,

Bu sese kulak vermeli, bu yazıyı dikkatle okumalıdır.

Tabii ekonominin kaptan köşkünde oturanlarda..

Bunun için iki husus çok önemlidir.

Bunları yazının ilerleyen bölümlerinde anlatacağım.

İssizliğin çözümü için işverenin çok kazanması gerekir.

Ama sömürerek ve kul hakkı yiyerek değil.

Yatırım yapacak olan işverenlerdir.

İşçiler geçinmenin belki biraz daha iyi geçinmenin derdindedir.

Çok kar daha fazla yatırım demektir.

Yatırımda daha çok istihdam demektir.

Her işveren çok kazanmanın peşindedir.

Ama hepsi bunu beceremez.

Çünkü yanlış metot doğru sonuca götürmez.

Doğru metot nedir?

Nebevi metottur.

Buraya dönmek üzere bir nokta koyalım.

Sermayeyi yeşil, kırmızı, gri diye renklere ayırmamak gerekir.

Paranın dini imanı olmaz.

Paraya kimlik sorulmaz denilir ya doğru.

Para canlı; teklife muhatap bir varlık değil ki dini imanı olsun.

Din iman parayı kazanan ve de harcayanlar içindir.

Sermayedarın dini imanı olsun yâ da olmasın,

Kazanmanın hatta çok kazanmanın yolu aynıdır.

Peygamber zamanında ekonomimi varmış ki modeli de olsun?

Varsa bile o günün şartları ile günümüz şartları aynımı? vs vs

Peygamber modelinin yani çok kazanmanın birinci şartı,

Dürüst ve güvenilir olmaktır.

Yani dost doğru olmaktır.

Yani adam gibi adam olmaktır.

Dürüstlük önce işverenlerden başlayacak,

Aşağıya doğru yayılacaktır.

İşçinin dürüstlüğü de patrona kar olarak yansıyacak.

Peygamberliğinden önce,

Hz Muhammed(sav) dürüstlüğü önce Hz Hatice(ranha)nın kervanlarında iş bulmasına sebep oldu.

Çalışmasındaki dürüstlüğü müşteri memnuniyetinin artmasını,

Dolayısıyla da patronun karının katlanmasını sağladı.

Patronun karının katlanması O’nu işçilikten iş ortaklığına yükseltti.

Çok parayı görünce aklının karışıp şeytana uymaması,

O’ nu ortaklıktan evlilikle beraber patronluğa yükseltti.

Hz Muhammed(sav)in dürüstlüğü Hz Hatice’ye sermaye artışı olarak yansımasaydı

belki de ortaklıkta evlilikte olmaya bilirdi..

Dürüstlüğün patron için ölçüsü işçilerinin hakkını zamanında ve tam olarak vermesi.

İşçiler için ölçüsü ise kaliteli ve müşteri memnuniyetine dayalı bir işçilikle pazar payını genişletmeye çalışmasıdır.

Dürüstlük +güven + kalite + müşteri memnuniyeti = ekonomide nebevi model.

Ticaret para için yapılmıyor mu işte size para hem de çok para..

İşverenlerin çok kazanmaları için işçilerinin sigorta pimlerinden çalmaya, çalışma saatlerini yükseltmeye gerek yok.

Müşteri memnuniyeti önemli olduğu kadar personel memnuniyetlide önemlidir.

Müşteri memnuniyetini getirecek kaliteyi artıracak olanda personeldir.

Fakat günümüz insani peygamberi yüzü sadece ahrete dönük,

Dünyadan ticaret siyaset ve de toplumsal olaylardan anlamayan,

İnsan olarak gördüğü için ekonomi ile peygamberi yan yana getiremiyor.

Yani bir birine ne yakıştıramıyor.

Bu model sadece Müslümanlar için değil, gayrimüslim hatta ateistler için bile geçerlidir

Bu kurallar yani dürüstlük güven ticari ahlak müşteri memnuniyeti evrenseldir.

Demek ki kravat, takım elbise ve sinek kaydı tıraş ile,

Ulusal yâda uluslararası ticaret yaparken de peygamber örnek alınabilir.

Evet, ortaklarınıza ve dostlarınıza güven, müşterilerinize kaliteli hizmet,

Dürüst insan olmayı aldatmamayı kandırarak kazıklamamayı,

Sadece peygamberlere ait özellik olarak düşünmek doğru olur mu?

Kalite güven ve marka olmak çok para,

Çok para; çok yatırım çok yatırım çok istihdam..

Bu da ekonominin düze çıkması, vatandaşın karnının doyarak yüzünün gülmesi demektir.

Yazının başlarında bunun iki tane şartı var demiştim ya..

Birinci şart,

Paranın yatırıma ve istihdama dönüşmesi için,

Faizlerin sıfırlanması gerekir.

Hatta bankadaki paradan da koruma bedeli alınması gerekir.

İkinci şart

Ahilik teşkilatının kurularak yürürlüğe sokulmasıdır.

Rekabeti artırarak kalite güven ve müşteri memnuniyetini sağlar.

Hiç kimse pabucunun dama atılmasını istemeyeceği için,

Herkes işini istese de istemese de adam gibi yapmak zorunda olacaktır.

İşte o zaman rakamlarla oynayarak kişi başına düşen milli geliri yükseltmeye,

İşiz sayısını az göstermeye kendinizi zorlamazsınız..

Benden yazması,

Takdir ağaların,

Kalbiniz iman, eviniz huzur, cebiniz para dolsun. ÂMİN..

İsmail OĞUL

Bak Beyim! Sana İki Çift Lafım Var…

Münir Özkul’un Bizim Aile filminde geçen “Bak Beyim! Sana İki Çift Lafım Var…” repliğini hatırladınız mı? Yaşar Usta, söyleyecek iki çift lafını, cesaret edip Saim Bey’in karşısına çıkar, söyler.

Söyleyecek çok şey biriktirdin, ama Yaşar Usta kadar cesaretli değilsin.  Kendi kendine söylensen faydası yok. Söylemeyip içine atsan daha kötü.

En iyisi söylemek. Ne varsa söylemek, olduğu gibi. O zaman kendine bir blog açmanın zamanı geldi, geçiyor bile. Filmdeki Yaşar Usta’ya dönelim. Paran yok, teknik bilgin yok. N’apacaksın şimdi? Bunların hiç önemi yok. Teknik bilgiye gerek yok. Paranın lafı bile olmaz. Sen söyle lafını, içinde kalmasın.

Ben yazarım yazmasına da, beni kim okur ki? Birader, hani söyleyecek çok şey biriktirmiştin, söylemeye imkân olsa neler neler anlatırdın? Söylemeye değerse, okumaya da değer. Kimse okumasa da, Google’de bir dikili ağacın olsun.

Madem bu kadar ısrar ettin, yazıyorum ulan. Blog mu değmiştin ne? Gavurca bir isim takmıştın bu yazma işine. Blog ne demektir? Bu işin usulü, erkanı nedir? Raconu nedir? Nerden başlayayayım. Bi başlasam arkası gelecek de…

Çağdaş dünyanın ansiklopedisi Vikipedi’ye soralım (http://tr.wikipedia.org/wiki/Blog)

Blog veya Weblog teknik bilgi gerektirmeden, kendi istedikleri şeyleri, kendi istedikleri şekilde yazan insanların oluşturabildikleri, günlüğe benzeyen web siteleridir.İngilizcedeki “web” ve “log” kelimelerinin birleşmesinden oluşan weblog kavramının zamanla yaygınlaşmış adıdır.

Blog, genellikle güncelden eskiye doğru sıralanmış yazı ve yorumların yayınlandığı, web tabanlı bir yayını belirtir. Çoğunlukla her gönderinin sonunda yazarın adı ve gönderi zamanı belirtilir. Yayıncının seçimine göre okuyucular yazılara yorum yapılabilir. Yorumlar, blog kültürünün çok önemli bir dinamiğidir; bu sayede yazar ve okuyucular arasında iletişim sağlanır.

Aşağıdaki videoda da blogun ne olduğunu sade bir dille anlatıyor. İngilizce ama anlaması kolay. İzlemenizi tavsiye ederim.

Blogun ne olduğunu öğrendik, nasıl yapacağımızı da öğrenelim.

Gmail adresiniz varsa google zaten size direkt blogspot.com uzantılı bloglar oluşturma hakkı veriyor. Yoksa da google’a eposta adresinizle kaydolmak çok kolay. http://www.blogger.com

Blogger hoşunuza gitmediyse, http://wordpress.com da güzel.

Bu ecnebi sevislerine güven olmaz diyorsanız, bu alanda Türk girişimi de var. http://www.blogcu.com Üye olun, yazmaya başlayın.

Blog hizmeti veren başka servisler de var. En yaygın olanlarını buraya yazdım.

Hayırlısıyla blogu açtım. Bu alemde ben de varım. Peki ne yazayım, neye odaklanayım. Öyle doluyum ki, bende ne arasan var. Bir fırsatını bulup yazamadığım için devamlı biriktirdim. Herşeyi yazsam, şöyle ortaya karışık olsa olmaz mı?

Şimdi de başka bir kaynaktan içelim (http://www.chip.com.tr/konu/Blog-ve-RSS-Farkli-blog-turleri_6904_3.html)

Blog Çeşitleri

Kişisel bloglar: Kişisel blog’lar, şimdilik internette sayıca en fazla olan blog türü. Günlük yaşamlarını ve düşüncelerini web’e aktarmak isteyen herkesin, programlama veya tasarım bilgisine ihtiyaçduymaksızın kolayca oluşturabildiğikişisel bloglar, modern zamanın en etkili yayın şekillerinden birisiolarak değerlendiriliyor. Pek çok insan için birer kişisel dışavurum imkanı olan bu araç, bir anlamda ortalama insanın -veya daha ticari bir bakış açısıyla tüketicinin- kendi düşüncesini, kendi ifadesiyle özgürce yansıtabildiği bir medya olarak büyük önem taşıyor. 

Temasal bloglar: Teknoloji, tasarım ve pazarlamadan, fotoğraf,oyun ve sinemaya; bilgisayar programcılığından, mimari ve yemekkültürüne kadar; belirli bir uzmanlık gerektiren tüm konularda hazırlanan bu tür bloglar için “temasal” tanımını kullanmak mümkün. Bunların bazılarının ticari amaçları bulunurken, bazıları hiçbir ticari amaç taşımıyor.

Topluluk blogları: Bir üyelik sistemi çerçevesinde yapılanan ve içeriği birden fazla kişi tarafından oluşturulan bu tip blogların, gerçek hayattaki karşılıklarını sosyal klüpler olarak düşünmek mümkün. Daha çok birbirini tanıyan ya da ortak özellikleri olan insanları biraraya getiren topluluk blogları, internetteki en etkin sosyalleşme araçlarından birisi. 

Şirket blogları: Şirketlerin ve şirket çalışanlarının internet dünyasında kendilerini “daha resmiyetten uzak” bir dilde ifade etmesine olanak tanıyan bu tür bloglar, aynı zamanda pazarlama açısından da oldukça güçlü araçlar olarak öne çıkıyor. Avrupa’da henüz yeterince yaygın olmasalar da özellikle Amerika, müşteriyle güven ortamı oluşturabilecek mükemmel pazarlama silahları olarak şirket bloglarını, son derece ciddiye alıyor.

Başka başka kategorilendirenler de oluyor. Aşağıdaki blog yazılarında yapılan blog kategorilendirmeleri de size fikir verebilir:

http://beyn.org/en-cok-rastlanan-blog-turleri/

http://www.selcukhoca.com/blog-yazma-aliskanliklarimiz/

Yazı okumak sıktıysa, bir de kısa kısa videolarla açıklayalım. Webrazzi Blogunun kurucusu Arda Kutsal Anlatsın.

Blog Nedir?

Blog tutmak isteyenler işe nereden başlamalı?

Blogun web sitesinden farkı nedir?

Blog yazarken nelere dikkat etmeli?

Blog tutmanın amacı nedir?

Blogumuzun içeriğini nasıl zenginleştirebiliriz?

Blogumuzun içeriğini nasıl belirlemeliyiz?

Blogun ne olduğunu öğrenmek isteyene, bu kadar bilgi fazla bile. Gerisini google’dan bulacağınız bloglardan okuyun.

İletişim, PR, Konumlandırma, Strateji gibi çağdaş kelimelerle ne kadar ifade etmeye çalışsak da eksik kalacağımız, eskilerin deyimiyle ve Necip Fazıl’ın tarifiyle ( http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?/topic/2810-temel-prensipler-cemiyetcilik ) cemiyetçilik  dediğimiz müesseseye ömrünü vakfetmiş bir gönül adamı, Kocaeli Aydınlar Ocağımızın Başkanı Ahsen Okyar da 15 Aralık 2010 tarihinde blog yazmaya başladı. “Söylenmek yerine söylemek lazım” sloganıyla yola çıkan http://ahsenokyar.com blogunda şimdiden 28 yazı olmuş. Hayırlı, uğurlu olsun.

http://www.ahsenokyar.com

http://www.ahsenokyar.com

Hayde Bre

Sinema; Lumiere Kardeşler tarafından keşfedilmesinden itibaren insanlar üzerinde çok önemli psikolojik etkiler  yapan bir propaganda aracı olmuştur.

Sinemanın bu özelliği, bir çok şeyde olduğu gibi Türk halkına anlatılmamıştır.

Bu sebeple, Türk halkı sinema salonlarına koşmuş; onun propaganda ve psikolojik operasyonlarla ilgisini sezmeden, filmleri seyretmiş ve etkisi altında kalmıştır.

Türk halkı, bir türlü üniversitenin, medyanın, sanat alanlarının, edebiyatın ve sinema gibi konuların önemini kavrayamamıştır.

Halbuki, saydığımız konularda çalışanların yarattığı etki ile zihni kontrol altına alınmış ve rüzgarda savrulan bir kuru yaprak misali, bir oraya bir buraya savrulmuştur.

Türk toplumu, üzülerek ifade etmeleyim ki; sinema deyince Yılmaz Güney’i, müzik deyince Ahmet Kaya’yı, şair deyince Nazım Hikmet’i, romancı deyince Yaşar Kemal, Orhan Pamuk, Elif Şafak’ı ve benzerlerini anlamaktadır.

Oysa bunların hiçbiri saydığımız konuları karşılamaktan uzaktır. Bunlar olsa olsa, aysbergin görünen yüzünde bir taş parçası kadar ya vardır ya da yokturlar.

Türk Sineması’nın usta ismi Halit Refiğ, sinema üzerine görüşlerini şu şekilde açıklıyor: “Milli kültüre, milli devlet fikrine ve her milli olan şeye karşı olacak. Yabancılar Türkiye’ye nasıl bakıyorlarsa, yabancıların Türkiye üzerindeki görüşleri, teşhisleri neyse onun paralelinde olacak. Ha ben bunda yokum.”

Sinemanın mucidi Lumiere Kardeşler, Fransızdır. Bundan dolayı Fransızlar sinemayı milli kültürlerinin çok önemli bir tezahürü olarak görürler. Halit Refiğ bu konuda da “Fransız kendisini koruduğu zaman milli olabiliyor. Onun çabasını (Fransızların) hiç eleştirmiyorlar, alkışlıyorlar. Ama fikri bize alıp getirdiğin zaman milliliği bir kenara bırakacak ve evrensel olacaksın. Evrensel olmak ne? Türkiye’yi eleştirmek. Milli kültürü karşına alacaksın. Devleti, toplumu, kültürü her şeyi karşına alacaksın, öyle olacaksın. Evrensel dediği ne? Alman Türkiye hakkında ne düşünüyorsa, Fransız Türkiye hakkında ne düşünüyorsa, İngiliz Türkiye hakkında ne düşünüyorsa, Amerikalı ne düşünüyorsa…” demektedir.

Türk sinemasının önemli taşlarından biri olan Halit Refiğ’in söyledikleri işte bunlar. Siz katılır mısınız bilmem ama ben tamamına katılıyorum. Bizlere sanat diye, nelerin yutturulduğunu bu açıklamalar ışığında gelin bir düşünelim isterseniz.

Günümüzde de sinema üzerinden yeni operasyonlar yapılarak , Türk toplumunun zihni kontrol altına alınmaya çalışılıyor. Son günlerde büyük pazarlama yöntemleriyle, medya kullanılarak ve sinema eleştirmenlerine de yazdırılarak bilmem ne cemaatinin baş hocasının okyanus ötesinde beş minareli hikayesi ardından aynı cemaatin kürtçü teorisyeninin hayatının anlatıldığı  filmler vizyona sokuluyor. Aslında diğer filmleri  ve tabii ki bu meyanda sosyal bir hastalık haline gelmiş olan televizyon dizilerini de mercek altına almak gerekir diye düşünüyorum.

Ayrıca sinemanın doğasından gelen güçlü etkisini, toplum üzerinde kullanmak isteyenler; ellerindeki araçlarla büyük gürültü kopartıp diğer çalışmaların gölge altında kalarak seyirci ile buluşmasına engel oluyor.

Son günlerde Timur Selçuk yönetiminde, babası Münir Nurettin Selçuk’un eserlerinde oluşan bir “Münir İstanbul” konseri izledim. Oğlu Timur Selçuk’un ifadesiyle “Münir Baba”nın Cumhuriyete ve milletleşme sürecine eserleri ile nasıl katkı sağladığını hayretle ve takdirle şahit oldum. Yine milli bir sinemacımız olan Mesut Uçakan’ın “Tuna Nehri Aksam Diyor” adlı belgesel filmi ile Orhan Oğuz’un “Hayde Bre” filminin galalarına katıldım.

Mesut Uçakan’ın; belgeseli çekerken gördükleri karşısında “dehşete kapıldım” sözü ve filmde izlediklerim, Türk Milletinin büyüklüğü ile kayıplarının çerçevesi konusunda bana bir kez daha uyanma fırsatı verdi.

Hayde Bre’nin yönetmeni Orhan Oğuz’u tebrik ederek, başta Balkanlar olmak üzere Kerkük, Dağlık Karabağ, Fergana, Doğu Türkistan, Kıbrıs, Adalar gibi Türk Dünyasının anlatılmaya ve oradaki insanlarımızın sinema eliyle kahramanlaştırılmaya ihtiyacı olduğunu söylerken, Orhan Oğuz “hele bir önümüzü görelim, zarar etmeyelim” dedi.

İşin püf noktası budur. Türk Sinemacısının ve Türk kültürünün bayrağını dalgalandıran bu adamların yaptığı projeleri en azından bir bilet alıp sinemalara giderek desteklemeliyiz. Hayde Bre, 31 Aralık’ta Türkiye’de vizyona giriyor. Hadi bakalım, milli düşünen ve milli kültüre hizmet eden herkesi; ülkesi ve insanı için yaşayan sanat adamlarına en azından bundan sonra ki projelerini hayal edebilmeleri için, onlara destek olmaya çağırıyorum.

Keban’a “Sıla-ı Rahim” Ziyareti İzlenimlerim

Kurban Bayramı dolayısıyla, gençliğimin ilk yıllarının geçtiği, 45 yıldan beri uzağında yaşadığım fakat hiçbir zaman kopamadığım Ata-Dede yurdu Keban’ı ve doğduğum, çocukluğumun geçtiği köyüm Gökbelen-Zırkıbaz Yöresini “Sıla-ı Rahim” ziyaretine karar verdim.

 Uzun ve yorucu bir kara yolculuğundan sonra Elazığ’a vardığımızda gecenin bir vakti olmuştu. Akşam saatlerinde, Akgün Otel bitişiğindeki “Nokta” alışveriş merkezindeki kalabalık araç trafiğini görünce merakla biz de, eşim öğretmen Remziye Hanımla, daldık bu kalabalığın içine. Meğer ne araç yoğunluğu varmış, ne kalabalık insan topluluğu…

Park yeri bulmak ne mümkün!

Her türlü matahın satıldığı bir alış-veriş yeri…

Kalabalık mı kalabalık…

Genellikle genç bir nesil var ortalıkta…

Tipik davranışlarıyla, konuşmalarıyla, giyimleriyle Elazığ tabiriyle “efe” tipli duruşlar, havalar…

Kısa bir moladan sonra gecenin bir vaktinde Keban’a hareket ettik.

Bomboş yollar, sessiz ve sakin…

Akmezra (Ağmezra) yokuşunda tırmanırken tepebaşına yaslanmış, tam anlamıyla Ay-Dede görüntüsü insanı büyülüyor… Güneşten aldığı ışığı yarım-haliyle da olsa ihtiyar dünyamıza yansıtmakta… Yukarı Çakmak, Birvan-Hamzikan-Piran-Temte kavşağı, Sino’nun değirmeni, Süleymanlar deresi, Soğanlı ve Çalık virajları ve Keban…

Tabelada 4500 yazıyor…  

Her yıl eksilen bir nüfus yoğunluğu…

Rakım, tabii ki belli değil, tahminen 800-900 m civarında olmalı…

Keban Vadisindeki Güçlü Ekosistem…

Zeytin-Seftil-Nimri ve Narlı Ziyaret Dağları arasına yerleşmiş adeta bir vadi kasabası Keban… Bir tarafında “Keban Barajı” ile ilk gem vurulan Fırat… Bu gem sayesinde oluşmuş devasa baraj gölü…

İkinci gem “Karakaya Barajı” ve onun şişmiş baraj gölünün dayandığı Keban deresi…

Bir tarafta baraj su kaçağından oluşan Çırçır Şelalesi ve önünde oluşturulan suni bir baraj, onun devamında derivasyon tünelleriyle yolundan alıkonulan şelale nedeniyle susuz kalmış, sahipsiz ve öksüz kalmış Keban Çayı (deresi)…  Sadece atık sular akmakta bu derede…

Onlarca çeşit bitki ve hayvanın oluşturduğu ekosistem tahrip olmuş-yok olmuş; SOS veriyor Keban Çayının ekosistemi…

 Bitki ve meyve ağacı çeşitliliği bağlamında Keban bir cennet…

Kaysı, Dut, Nar, Armut, Elma, Vişne, Cennet Hurması, Ceviz temel meyveler…

Baraj göllerinin oluşumu ile adeta ılıman bir iklime sahip artık…  

Zeytin bile yetişmeye başlamış…

Özetle her türlü meyve ve sebzenin yetiştiği, yetiştirildiği bitki zengini bir kasaba…

Kasım ayının tam ortasındayız…

Sonbaharın tüm özellikleri ve güzellikleri görülüyor, hissediliyor…

Bahçelerdeki tüm ağaçlar kışın habercisi sert rüzgâr ve soğuğa karşı kendini korumaya almış, geniş solunum yüzeyleri olan yapraklarını dökerek, soğuk etkisiyle üşmeyecek hale uyum sağlamaktalar… 

Sararak yapraklarını dökmeye başlamış ağaçların verdiği bir mesaj var; ey canlılar canlarınızı soğuğa karşı korumak için hazırlıklı olun!…

Yapraklarını döken ağaçların çoğunlukla yetiştiği bir vadi olmakla birlikte üşümeyi umursamayan, yaprak dökmeyen iğne yapraklı ağaç türü de yetişmekte…

Seftil tepesinin eteklerine, 1980 yılında Reis Şeref Erdem önderliğinde ekilen çamlar neredeyse orman halini almış…

Seftile ayrı bir güzellik ve kimlik kazandırmış…

Hoş birkaç kez önermelerimize rağmen dikimi ve ekimi yapılsaydı yeni yetişmiş yaprak dökmeyen orman ağaçları da yetişmiş olacaktı…

Elazığ Orman Bölge Müdürü, Kebanlı bir zat olmasına ve bu konuda hatırlatıcı bir açık mektup Keban Gazetesinde yazmama rağmen bir hareket olmamış…

Ne Orman idaresinden, ne Belediyeden ne de Kaymakamlıktan bir gayret görülmemiş…

Hayret doğrusu…

Hâlbuki örneğiyle sabit bir durum var…

Seftil tepesi eteklerine zamanında dikimi yapılmış çam ağaçlarının oldukça iyi gelişmiş olmaları buna iyi bir örnek oluşturmakta…

  (Not: Seftil çamları ile ilgili olarak aldığım haber beni fevkalade üzdü; bölgeye düşen yıldırım nedeniyle yangın çıkmış, bir kısım çamlar yanmış… Vatan bekçileri yiğit askerler, Mehmetçikler yetişmişler çamların imdadına; yangını söndürmüşler… Onlara, komutanlarına yürek dolusu teşekkürlerimi sunuyorum Keban Gazetesi aracıyla… Şükürler olsun ki Mehmetçikler var Keban’da…)

 Keban vadisinde yaprak döken ağaçların bazıları daha yemyeşil, belli ki genç ağaçlar ve bol da su içmişler yaz boyunca…

Sarı ve yeşil karışımı bir renk harmonisi oluşturmuşlar bahçeler… Doyumsuz güzellikler…

Gümüşlü (Simli) Kurşun İşletmesinin Hal-i Pürmelâli…

 Bir zamanlar işleyen maden ocağıyla, cevher işleme ve ayrıştırma (filatasyon) fabrikasıyla, ambarıyla, ekonomisiyle (alış-veriş kantini), sinemasıyla, lojmanların sakinleriyle ve tabii ki çalışanlarıyla cıvıl-cıvıl olan Keban Etibank Simli Kurşun İşletmesinden geriye kalanı seyrettikçe içim acıdı…

Karşıdan bakıldığında adeta terk edilmiş bir görüntü vermekte…

Son halini hatırlamaya çalıştım, Ortaokul öğrencisiyken içinden geçtiğim bu dev işletmenin yollarını, geçmişi tekrar anarak adımladım…

Şimdilerde Fırat Üniversitesine devredilmiş bir alan olmuş bu işletme sahası… Üniversiteye bağlı bir meslek yüksek okulunun Keban’da olması tabii ki çok önemli ve Kazaya bir hareketlilik, ekonomik girdi, sosyal canlılık getirmiş…

Sunduğu eğitim programları, umulur ki, yararlı olmakta ve yöreye getirdiği aksiyon yararlı olduğu tahmin edilir, en azından beklenir…

Kapısına kadar gittim; merak ettim; bu Meslek Yüksek Okulu hakkında bilgi almak istedim…

Bahçe dış kapı kapalı, öğrenci yurdu kapalı, nizamiye kapalı…

Kısacası in-cin yatağına dönmüş “üniversite” tabelalı bu yüksek okul…

Kapısında muhteşem bir tabela; “Fırat Üniversitesi, Süleyman Demirel Keban Meslek Yüksek Okulu…”  

Evet, kapısında böyle yazıyor…

Tabelası da, adı da muhteşem de sahibi yok…

Bekçisi bile…

“Süleyman Demirel” isminin neden verildiğini muhatap bulduğum zaman öğrenmek isterim…

Süleyman Demirel’in Keban’la ne ilgisi ola ki?

Acaba Barajla ilgili mi?

Fırat Vadisinin Muhteşem Tablosu…

Akşamüzeri saatlerde Fırat vadisine yansıyan güneşin parlak sonbahar ışıklarının oluşturduğu mucizevî görüntülerini seyretmek bir başka haz ve mutluluk…

Sonbahar mevsiminin tüm güzelliklerini yansıtan bu manzara, kışın soğuk yüzünü unutturur gibiydi…

Güneşin parlak huzmeleri, Banı tepesinin süliyetini önüne alarak oluşturduğu puslu görüntü, bu güneş huzmelerini daha da gizemli kılıyordu…

Yetmiyor bu güzellikler; Nimri ve Seftil dağlarının gölgelediği Fırat vadisindeki parlak görüntüleri ise bir başka manzaraydı; satırlarla anlatmak pek mümkün değil; bakmak da yetmez, görmek gerek…

Manzaranın derinliklerinde duygulanmak, hassaslaşmak gerek; bu güzelliklerin tadına varabilmek için…

Böylesine olağanüstü güzellikteki bir manzaranın detayları ve taşıdığı anlam derindiği karşısında; “benim” diyebilen her ressam “aciz” kalabilir; hiçbir desinatör, ressam resmedemez bu güzelliği…

Ne Van Gogh, ne Leonardo, ne Piyer ne de İbrahim Çallı buna güç yetiremez…

Doğanın sahip olduğu bu üstün güç, her zaman tahrip edici, kirletici, yıkıcı, yakıcı insan denilen “canavar” varlığa ders vermeye hazır…

Her gün örnekleriyle ihtarda bulunuyor…

Fakat ders almayı aklına getirmiyor bir türlü insanoğlu…

Muhteşem bir tablo… Doyumsuz seyirlik…

Üniversite Mezunu Koyun Tüccarı…

Ve karşıdan iki genç adam…

20-25 yaş arası gençler; pırıl pırıl; güler yüzlü ve saygılı…

Önlerinde 8-10 kadar kurbanlık toklu (koyun erkeği), çıngırak takılı sürü başı toklu dolgun kuyruğunu sallayarak liderlik yapmakta…

Karşıdan seyrediyorum…

Hafif tıraşlı olan genç heyecanlı konuşuyor; belli ki “vatan kurtarmak” adına ideolojik ya da evrensellik; hani moda deyimle “küresellik” konularını anlatıyor… Ya da tartışıyorlar…

Diğeri daha sakin ve endişeli, tertemiz yüzlü ve çok yakışıklı bir genç… Daha çok dinleyici ve hal hareketlerinden anlaşıldığı kadarıyla henüz hayatın tecrübesini kazanmamışlardan… Heyecanla konuşan daha deneyimli görünmekte…

Selam verdim; hal hatır sordum; kimler olduğunu öğrendim…

Hafif tıraşlı güleç yüzlü arkadaşına kıyasla daha kısa boylu olan Cumalı…Diğeri daha sakin ve az konuşanın (ismini hatırlayamadığım) adında oldukları, Koyunuşağı köyünden oldukları…

Kurbanlıkların Cumalı’nın olduğunu, 60 kuzudan geriye kalanların bu kadar olduğunu, sermayeyi çıkardığını, kalanların da eğer satılırsa “kâr” olarak ticaret haneye yazılacağını anlattı…

Koyunuşaklı delikanlı koyun çobanlığı yapıyordu…

Yöre ismiyle mütenasip…

Tahsilini sordum, iki fakülte (?) bitirdiğini anlattı; işletme ve turizm…

Ama şimdi koyun tüccarlığı (güya) aslında çobanlık yaptığını, hayvanları çok sevdiğini ve hayatından da memnun olduğunu, meslek olarak pek çok deneme yaptığını, en sonunda koyun tüccarı olmaya karar verdiğini vs…  

Derken sohbet derinleşti…

Dünya ekonomisinden kapitalizme, küreselleşmeden liberalizme, hümanizmden şeriata kadar her konuda birtakım şeyler okuduğunu ya da dinlediğini konuşmalarından anlaşılıyordu…

Çok fazla deşmeden bildiklerini anlattı…

Ben dinledim; bazı konularda sorular sordum; yanıt almaya çalıştım.

Ve çıngıraklı sürü başı toklu, “ayrılma zamanın geldiğini” hatırlatırcasına gözden kaybolmaya başlayınca, Cumalı da sermayeyi kediye yüklememek için kurbanlık tokluların peşinde koşarak gitti…

Dünyayı kurtarmaktan vazgeçti…

Koyunlarını aramaya gidince ayağındaki yırtık terlikle dolaştığını görünce içim “cızzzzz” etmeye başladı…

Zoru başarmanın zorluğunu Cumalı’da olduğunu gösteren bu tablo karşısında söylenecek çok fazla şeyin olduğunu ya da olmadığını, ama bu satırlarla olmayacağını düşündüm, bir kez daha ardından bakarak üzüldüm sadece… Ve koyun çobanı iki fakülte mezunu Cumali, böylece basın tarihine kayıt olarak geçti…

Keban’da Alabalık Marka Olmuş…

Keban Barajı gölü ve alt tarafındaki Karakaya Baraj gölü üzerinde alabalık üretme çiftlikleri artık bir “marka” durumuna gelmişler. Elazığ’a gelip de Keban’daki alabalık restoranlarında balık yemeye gelmeyene rastlamak pak mümkün değil…

Anlatılanlara göre balık üreticileri, birleşerek “birlik” oluşturmuşlar.

Balık üreticilerin bu girişimi onlara büyük avantajlar sağlamış, üretim için yüksek derecede faizsiz teşvik aldıklarını duydum. Bu bağlamda Keban, alabalık üretiminde artık “marka” olmuş durumda. Buna bağlı olarak alabalık işleme fabrikası kurulmuş, paketleme işlemi yapılacakmış yakında; şoklanmış temiz balık flatoları piyasaya sürülecekmiş… Bunları duymak son derece umut verici Keban için… Girişimci ruhlu Kebanlı hemşehirlilerimi büyük bir heyecan sarmış adeta, bir alev gibi yalazlamakta…

Etibank İşletmesinin yıllarca “revir” olarak kullandığı ve şimdilerde yükse okulun uhdesinde kalan binanın tam karşısında, Kudikanlı Rıfat’ın bahçesindeki rengarenk gazelleri resimlemek isterken, tam da köşede, adeta su değirmenine benzer oluklarla dikkat çeken bir tesisi görünce, merak edip dış kapıyı çaldım; açık olduğunu görünce içeri girdim; “kimse yok mu” diye seslendim; karşıma iki yağız delikanlı çıkıverdi.

Merakla konuya girdim; kısa bir tanışmadan sonra neler yaptıklarını anlattılar; kapalı tesisi gezdirdiler, balık yavrusu üretme istasyonu kurduklarını, burada “kalifiye eleman” olarak çalıştıklarını, Keban içme suyu şebekesinden artan fazla suyun belediye tarafından 49 yıllığına Rıfat beye kiralandığını (?) ve burada bir balık yavrusu üretim istasyonu olduğunu anlattılar.

Yaptıkları şu anki iş, sağımı yapılmış erkek ve dişi balığın döllenen ve döllenemeyen yumurtalarını ayıklamak…

Ardından yavru oluşuncaya kadar geçecek sürede inkübasyonda tutmak…

Balık larvası oluştuktan sonra su tanklarına alındığını, tam yavru iken bu kez betondan su havuzlarına aktarıldığını, oradan da baraj gölü üzerinde kurulu balık üretme çiftliklerine aktardıklarını anlattılar. Başarılı bu iki genç, adeta profesyonel balıkçılar gibi konularının erbabıydılar. Bu gençlerden birisi yine koyun uşaklı diğeri de Akça tepeli (Şeyh emirli) olduklarını anlattılar. Kendilerini kutladım… 

Çalışma alanı olarak alabalık üreticiliğinde çok istihdamın olduğunu, Keban’da işsizlik olmadığını, eğer işsiz varsa da bunun sebebinin tembellik olduğunu da vurgulamaktan geri durmadılar, bu gençler… Ve bu girişimcilik ruhu devam ettikçe Keban’da çok iyi sonuçların alınabileceğini tahmin etmek güç değildi…

Alabalık üreticiliği kapsamında emeği geçen ve girişimlerde bulunan tüm hemşehirlilerimi yürekten kutluyorum…

Keban Halkından Duyduğun Şikâyetler…

Birincisi, bazı insanların bildik bilmedik konularda, olaylar hakkında bilgisi olmadığı halde, ortalık duyumlarıyla fikri oluşturup olmadık durumlarda kanaat belirtiyorlarmış. Başkası hakkında söylenen havadis ya da söylentinin doğru mu, yanlış mı olduğu araştırılmadan karar veriliyormuş… Örneğin Değirmenbaşı mahallesinde (X) kişi bir yalan söylüyor ya da aslı astarı olmayan bir havadis atıyor ortaya; iki gün sonra aşağı çarşıda o söylediği yalan ya da uydurma havadis öylesine katlanarak yayılmış ki, o yalanı söyleyen kişi, aşağı çarşıda anlatıldığı şekline bakarak, kendi uydurduğu yalana kendisi de inanmaya başlıyor… Böylece Keban’da bir “dedi-kodu” kumkuması yayılıp gidiyor.

Bu durum insanlar üzerinde müthiş psikolojik baskı unsuru oluyormuş…

Halk bundan şikâyetçi imiş…

Bizden bir hatırlatma: Kur’andan bir sureyi burada hatırlatalım; mealen ifade edelim, “Bir Müslüman diğer bir Müslüman’ın dedikodusunu (Gıybetini) yaparsa, ölüsünün etini çiğnemiş olur.”

Bu mealdeki ilahi uyarıyı hatırlatmaktaki amacım, dedikodu merakı olanların bu hatalarından vaz geçmelerini önermek içindir.

Yalan söylemek her türlü kötülüğün başı ve başlangıcı olduğunu bilmeyen varsa hatırlatmış olalım.

Yalanı savunmak, haram yiyeni savunmak, kul hakkını yiyeni savunmak, yanlış iş yapanı savunmak en az o hataları yapanlar kadar suçlu ve günahkârdır…

Hiç kimse kendini aldatmasın…

Marifet şekilcilikte değil özdedir…

Hem haram-helal demeyip devletin malını hortumlayacaksın, diğer taraftan da haktan-hukuktan-dinden-imandan bahsedeceksin…

Bu, milleti, çok affedersiniz, tam anlamıyla “e…i” yerine koymaktır…

Ey Milletim, ey halkım ne zaman uyanacaksın…

İkincisi; Keban’da en çok şikâyet konusu olan diğer bir husus da, Sosyal Yardım Fonu (Fak-Fuk Fonu) konusudur. Alabalık üreticiliği nedeniyle Keban’da çalışabilecek durumda olan genç nüfusta işsizlik sıfıra yakın bir durumdaymış. Buna rağmen “işsiz” görünüp Fak-Fuk Fonundan yararlanan çok fazla “tembel genç” insan olduğundan bahsediliyor…

Vatandaşların ifadelerinden özetle; “Yaşlı olup iş görmeyen muhtaç insanlara yönelik Sosyal Yardım Fonundan destek vermek sosyal devletin görevidir ve yaşlı-muhtaçların bu fondan yararlanması doğal ve normaldir, fakat genç insanlara Fak-Fuk fonundan yardım edilmesi doğru değil.”

Halkın gözlemine göre; Devlet tarafından tüm ihtiyaçları karşılanan genç insanlar ya dedikodu yapar ya da tembellik…

Halkın Kaymakamlıktan ricasını özetleyerek iletiyorum; “Beyim, çalışabilecek gençlere kesinlikle Fondan yardım yapılmaması gerekir. Eğer yardım yapılacaksa bu çalışabilir durumda olan genç insanlara mutlaka gündelik iş yaptırılarak yevmiye verilmelidir. Örneğin, İlk ve Sonbaharda ağaç dikimi, yaz mevsiminde de bu ağaçların bakımı ve sulaması yaptırılabilir. O zaman hem Seftil dağı etekleri, hem baraj gölü vadisi, hem de Nimri dağı etekleri yemyeşil olur. Dolayısıyla bu genç insanlar tembel ya da üretkensiz olmaz o zaman, hem devletin kaynakları vasıtalı olarak çevrenin yeşillenmesi, erozyonun engellenmesi ve çevre imarına aktarılmış olur, böylece ağaçlandırma sayesinde büyük bir sektörün doğmasına önayak olur.” Dediler…

Evet, halkın teamülü ve düşüncesi böyledir, ben aktardım, tabii ki son karar yine de kaymakamlık makamının ve karar verici heyetindir.

Muhabbetle, selam ve sevgiyle kalınız.

Kuvvetler Dengesi ve Paydaşların Mutluluğu

Geride bıraktığımız 2010 yılının bana göre en önemli iki gelişmesi, Türkiye’de kuvvetler dengesinin bozulması ve “ülke üzerinde ameliyat yapılmasının” alenen tartışılıyor hale gelmesi oldu.

Anayasa referandumunda yüzde 58 oyla kabul edilen değişiklikler sonucu, yürütme gücünü elinde bulunduran AKP’nin, yüksek yargı (özellikle Anayasa Mahkemesi ve Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu) üzerinde de hâkimiyet kurması çok önemli, hatta bazı yandaş medyaya göre asrın en önemli gelişmesi olarak nitelendirilmekte.

Hükümeti, TBMM çoğunluğunu ve Cumhurbaşkanlığı‘nı elinde bulunduran AKP, böylece yasama ve yürütmeden sonra yargı üzerinde de tam bir hâkimiyet kurma imkânını elde etti.

Buna 4. Kuvvet olan basının/ medyanın yarısının yandaş hale getirildiği, diğer yarısının vergi vd yollarla baskı altına alındığını ilave ediniz. Dahası geçtiğimiz yıllarda devlet idaresine müdahaleyi bir gelenek haline getiren TSK‘nın, “Ergenekon”, “Balyoz” gibi davalarla sindirildiğini, YÖK dâhil özerk kurumların yandaş hale getirildiğini düşününüz. Zaten mahalli idarelerin (belediyeler) büyük çoğunluğu (mesela İstanbul 1994’den beri) aynı zihniyetin elinde. Bu durumun son 60 yılda hiçbir partiye ve hükümete nasip olmayan bir güç kullanma imkânı olduğu sonucuna varacaksınız.

Fransız düşünür Montesquieu tarafından ortaya atılan ve demokratik devlet yönetimini düzenleyen kuvvetler ayrılığı ilkesi, demokrasiyi koruyan ve diktatör, zorba yönetimlere engel olan bir ilkedir. Bu ilkenin mahzuru olarak kuvvetler ayrılığının yönetimi yavaşlatmakta olduğu dile getirilir.

Türkiye uzun yıllar tek parti iktidarına imkân vermeyen bir siyasi atmosfer yaşamıştı. Koalisyonlu dönemlerde, gerçekten zor karar alınabiliyor, yönetim yavaş çalışıyordu.

AKP’nin sekiz yıldır devam eden iktidarı sonucunda yasama, yürütme ve yargıya (ve de medyaya) hâkim olması, bu defa kuvvetler birliğine gidiş, diktatörlük veya “tek adamın despot yönetiminde yaşamak” endişelerinin gündeme gelmesine yol açtı.

Kuvvetler ayrılığının kabul edildiği demokratik sistemlerde (ister parlamenter sistem, ister Başkanlık sistemi olsun) bir birimin diğerlerinden üstün olmasını engellemek ve birimleri birlikte çalışmaya teşvik etmek için, “frenler ve dengeler” geliştirilmiştir. Böylece gücün tek elde toplanması ve gücün kötüye kullanımının caydırılması mümkün olabilmektedir.

Türkiye’nin kabul ettiği parlamenter sistem, ılımlı bir kuvvetler ayrılığı yapısı öngörmektedir. Bu sistemin bugün frenleri ve dengeleri ortadan kalkmıştır. Parlamenter sistem ile kuvvetler birliği kesinlikle bir arada bulunamaz. Bu bakımdan Türkiye bir sistemin devamı veya sona ermesi yönünde bir karar dönemecine girmiştir.

2011 Haziran ayında yapılacak seçimler sonrası, (eğer bu seçimden AKP yeni Anayasa yapacak güçte çıkarsa) yapılacak Anayasa ile bir sistem değişikliğine gidilme ihtimali büyüktür.

***

UÇLARA SAVRULMA: Türkiye’de iş hayatı 1980 öncesi sendikaların çok güçlü olduğu, patronların zayıf ve çaresiz kaldığı bir dönem yaşamıştı. İşverenin yatırım yapmaya korktuğu, işçi haklarının istismar edilip “siyasi sendikacılık” yapılması bu dönemde Türk ekonomisinin gelişmesini yavaşlatan önemli bir faktör olmuştu.

1980 sonrası Turgut Özal ile başlayan süreçte ise sendikaların gücü kırıldı, sendikalı işçi oranı azaltıldı. Yapılan yasal düzenlemeler işçi haklarında gerilemelere yol açtı. İşsizlik oranının yükseldiği şartlarda sendikalar, eski anlayışla ve kelle hesabına dayalı politikalarını terk edemediler. İşverenle birlikte verimliliği ve kârlılığı artırma anlayışıyla hareket edecek zihniyet değişikliği gerçekleştiremediler. Bugün Türk işçisi/emekçisi örgütsüz ve çaresiz durumda. Tamamen işverenin insafına terk edilmiş ve hayat standartları gerilemiş halde.

İş hayatını düzenleyen birçok kural sadece kâğıt üstünde kalmakta, iş güvencesi getiren düzenlemeler bile işletilememekte.

İş hayatımızda da, siyasi hayatımızda da bir uçtan diğer uca savrulmaktayız. İnşallah, uçlarda gezinen Türk toplumu bundan sonra seçimlerini doğru yapar, neyi istediğini iyi bilir ve bu isteklerine uygun kararlı duruşlar sergiler. Ümit ederiz ki, ülkemizin huzuru ve refahı için makul ve faydalı noktalarda kalmayı beceririz.

***

PAYDAŞLARIN MUTLULUĞU: Kalite ödülü veren kuruluşların, Şirketlerin/ Kurumların kalite ölçümünü yaparken, değerlendirmelerinde esas aldıkları temel husus, “paydaşların dengeli mutluluğudur.” Burada paydaş olarak adlandırılan kişi veya grupların kim olduğunu açıkladığım zaman bu kıstasın ne kadar doğru olduğuna hak vereceksiniz.

  • 1- Şirketin hissedarları (patronlar). Patronlar kâr etmelidir. Şirket ne kadar çok kâr elde ederse hissedarlar o kadar çok mutlu olurlar.
  • 2- Şirketin çalışanları. Çalışanlar o şirkette çalışmaktan mutlu olacağı şartları kazanmış olmalıdır. Maaş, sağlık harcamalarına katkı, servis imkânı, sosyal faaliyetler, ödül sistemi vd konularda yaptıklarıyla o şirkette çalışmaktan gurur duymalı, severek çalışmalıdır.
  • 3- Şirketin müşterileri. O şirketin üretimi olan ürünü kullanmaktan, O’nun marka değerini taşımaktan, fiyatlarından, satış sonrası hizmetlerinden, görüşlerine değer verilmesinden memnun olmalıdır.
  • 4- Şirketin tedarikçileri. Şirketin üretim veya hizmetinin devamlılığını sağlayan tedarikçiler, yan hizmetlerini veren kişi ve kurumlar bu alışverişlerinden kar etmeli, birlikte gelişimi sağlayacak işbirlikleri içinde olmalı, müşteri şikâyetlerini azaltılmasına sağladığı katkının karşılığını almalıdır.
  • 5- Şirketin bulunduğu mahaldeki komşuları, Kuruluş faaliyetleriyle ilişkisi olan resmi ve özel kuruluşlar. Şirket faaliyetleriyle çevreye ve çevre insanına zarar vermemeli, komşularına iş imkânı, sosyal sorumluluk projeleri gibi sağladığı imkânlarla bu kişi ve kuruluşların da mutlu olmasını sağlamalıdır.

İşte kaliteli şirket/kurum deyince bu beş paydaş grubu mutlu etmesini başaran müesseseler akla gelmelidir.

Siyaset kurumunun görevi de, bütün vatandaşları hem birey olarak ve hem de kendilerini mensup hissettikleri etnik, inanç, dünya görüşü, sosyal statü gibi alanlarda ifade ettiği sosyal kimlikleriyle de mutluluğunu sağlamaktır.

Siyasi partiler Haziran 2011 seçimlerine hazırlanırken, işte bu paydaşların öncelik sıralamasını yapması ve bütün paydaşların dengeli mutluluğunu gözettiklerini gösteren, çok kapsamlı görüş ve projelerini ortaya koymalıdır.

 

Kahvaltı

Zambak Deneme Sınavında 3. olmuştum. Okulumuzun müdürü Ayhan Erin bizlere “Bu deneme sınavında ilk 3 ‘e girenlere kahvaltı vereceğim” dedi.

Öğlen olmuştu okula gittim. Sıraya girdik. Müdür deneme sınavından ilk 3’e girenleri çağırıyordu. 3. olduğumu biliyordum. Beni çağıracağı için heyecanlandım. 2.3.4.sınıflar derken 5. Sınıflara sıra geldi. İlk 3.’üyü çağırıyorlardı. Bir anda ismimi duyacağım anda Alpcan Doğru  adını duydum şaşırdım. Sınıfa gelince öğretmenime durumu anlattım. Beni niye çağırmadılar dedim.

Öğretmenim “galiba iki sınıf beraber olduğu için olabilir” dedi. Bende sonra “Peki kahvaltıya gidecek miyim?” diye sordum.

Öğretmenim “bilmiyorum” dedi. Sonra diğer ders öğretmenim geleceksiniz dedi. Çok heyecanlandım. 31 Aralık günü Hereke Sosyal Tesislerde kahvaltı yapılacaktı.

O gün gelip çattı. Annemle birlikte saat 11:00’de sosyal tesislere gittik. Kapının önünde öğretmenim karşıladı. İçeri girdiğimde arkadaşım Remle Nur Sever ile karşılaştım. Masalar kurulmuştu. Arkadaşımla dolaşıp, konuşuyorduk. Sıra masaya geçmeye geldi. Çok kalabalıktı. Öğretmenimiz masaya oturmuştu, karşısına da bizlere yer tutmuştu. Öğretmenimizin karşısına oturduk.

Tabaklarda zeytin, peynir, yumurta, simit, tereyağı, bal ve çilek reçeli vardı. Tereyağı, bal ve çilek reçelleri ambalajlıydı. Bundan dolayı açmakta çok zorlanıyorduk.

Yanımızda da 4/B sınıfından Ömer Faruk Gündoğmuş ve Hakan Çoban vardı. Yemek yerken bizlere sazan yapıyorlardı. Arkadaşım Kerem hep sazan olarak patlıyordu. Bu arada sazanın ne olduğunu bilmezsiniz belki. Birisi yalan bir şey söylüyor, eğer o kişi kanarsa sazan yapan kişi o kişiye dokunarak sazan1 sazan 2 diye 10’a kadar hızlıca sayıyor. Sazan yapılan kişi eğer başka bir kişiye dokunamazsa sazan olan kişi patlıyor.

Sonra yumurtalarımızı açamıyorduk, arkadaşım Remle Nur ile kırmaya çalıştık. Birbirini çarptırdık. Remle Nur ‘un ki kırıldı. Yumurtasını yiyemeyeceğinden dolayı kırık olan tarafı tabağa doğru koydu (kimseye söylemeyin yoksa bana kızar).

Kahvaltımız bitmişti. Elimizi yıkamak için lavaboya gitmemiz gerekiyordu. Üst katta anasınıfı vardı. Oraya çıktık sorduğumuzda ileride dediler. Gittik gittik bulamadık. Aşağıya indiğimizde İngilizce kursuna gittiğim zamanlar aklıma geldi ve tuvaleti bulduk. Artık okula gitmemizin vakti geldi. Çantalarımızı alıp, öğretmenimizle yola koyulduk.

Bir daha ki yazımda görüşmek üzere…

Kahvaltıdayız

Kahvaltıdayız

Ben Türkçüyüm

Başbakan açıklama yaptıkça Türkçülük damarım daha da çoğalıyor.

Başbakan‘ın Türk lafından haz etmediğini, yalnız ben değil tüm Türkiye biliyor artık.

Türk lafını ne kadar bir süredir ağzına almadı hatırlamıyorum ancak, en son bütçe görüşmeleri esnasında, “Türkçülüğe de karşıyım” demiş.

Türkçü olmanın ne demek olduğunun, bir tarifini yapmasını bekliyorum Başbakan‘dan.

Türk Milleti’nin her bir ferdin, ırkına, boyuna, soyuna, sopuna, oymağına bakmadan sevmek biliriz biz Türkçülüğü.

O yüzden ben de, biz de Türkçüyüz.

Türk Milleti’nin kültürüne, diline, tarihine, inancına, örfüne, âdetine, geçmişine sahip çıkmak olarak biliriz Türkçülüğü.

O yüzden de Türkçüyüz biz.

Tük Milleti’nin güzel hasletlerine sahip olmak demek olarak biliriz biz Türkçülüğü.

O yüzden de Türkçüyüz.

Türk Milleti’nin bu dünyanın en güzel nimetlerinden sonuna kadar faydalanması için çalışmayı Türkçülük olarak biliriz.

O yüzden de Türkçüyüz.

Türk Milleti‘nin yaşadığı ve Ataları‘nın şehit kanları ile sulanmış toprak parçasını, vatan bilmek biliriz Türkçülüğü.

O yüzden de Türkçüyüz.

Türk Milleti’nin ekonomik değerlerini, sağa sola, eşe dosta, Hariri‘ye peşkeş çekmeyi, ihanet olarak görürüz biz.

O yüzden de Türkçüyüz.

Türk Milleti’nin bölünmez bütünlüğüne saygı göstermek biliriz biz Türkçülüğü.

O yüzden Türkçüyüz.

Tük Milleti‘nin âli menfaatlerini kapalı kapılar ardında ipotek vermeden, sonuna dek savunmayı, Türkçülük olarak biliriz biz.

O yüzden de Türkçüyüz.

Türk Milleti’ni inanç bağlamında bölmeden, Müslüman da olsa, Gayrimüslim de olsa, Alevi de olsa, Sünni de olsa, sevmek olarak biliriz biz Türkçülüğü.

O yüzden de Türkçüyüz.

Camiye gideni de, cem evine gideni de, kiliseye gideni de, havraya gideni de hazmedip, sevmek olarak biliriz biz Türkçülüğü.

O yüzden de Türkçüyüz.

Bu milletin, içenini de, içmeyenini de, alnı secdeden kalkmayanını da, alnı secdeye varmayanı da, sevmek olarak biliriz biz Türkçülüğü.

O yüzden Türkçüyüz biz.

Türk Milleti’ni Kürt, Çerkez, Laz, Gürcü, Boşnak, Arnavut, Arap diye ayrıştırmadan sevmek olarak biliriz biz Türkçülüğü.

O yüzden Türkçüyüz.

Başbakan gibi düşünenlerin, gündemi gizli olanların, bu milletin değerleri ile Suud-Arap değerleri arasındaki tercihte sıkıntıya düşenlerin, bizi sevmemeleri için bir sebep ise Türkçülük.

Biz hep Türkçü kalacağız.

Başbakan sevse de, sevmese de..