Keban’a “Sıla-ı Rahim” Ziyareti İzlenimlerim

80

Kurban Bayramı dolayısıyla, gençliğimin ilk yıllarının geçtiği, 45 yıldan beri uzağında yaşadığım fakat hiçbir zaman kopamadığım Ata-Dede yurdu Keban’ı ve doğduğum, çocukluğumun geçtiği köyüm Gökbelen-Zırkıbaz Yöresini “Sıla-ı Rahim” ziyaretine karar verdim.

 Uzun ve yorucu bir kara yolculuğundan sonra Elazığ’a vardığımızda gecenin bir vakti olmuştu. Akşam saatlerinde, Akgün Otel bitişiğindeki “Nokta” alışveriş merkezindeki kalabalık araç trafiğini görünce merakla biz de, eşim öğretmen Remziye Hanımla, daldık bu kalabalığın içine. Meğer ne araç yoğunluğu varmış, ne kalabalık insan topluluğu…

Park yeri bulmak ne mümkün!

Her türlü matahın satıldığı bir alış-veriş yeri…

Kalabalık mı kalabalık…

Genellikle genç bir nesil var ortalıkta…

Tipik davranışlarıyla, konuşmalarıyla, giyimleriyle Elazığ tabiriyle “efe” tipli duruşlar, havalar…

Kısa bir moladan sonra gecenin bir vaktinde Keban’a hareket ettik.

Bomboş yollar, sessiz ve sakin…

Akmezra (Ağmezra) yokuşunda tırmanırken tepebaşına yaslanmış, tam anlamıyla Ay-Dede görüntüsü insanı büyülüyor… Güneşten aldığı ışığı yarım-haliyle da olsa ihtiyar dünyamıza yansıtmakta… Yukarı Çakmak, Birvan-Hamzikan-Piran-Temte kavşağı, Sino’nun değirmeni, Süleymanlar deresi, Soğanlı ve Çalık virajları ve Keban…

Tabelada 4500 yazıyor…  

Her yıl eksilen bir nüfus yoğunluğu…

Rakım, tabii ki belli değil, tahminen 800-900 m civarında olmalı…

Keban Vadisindeki Güçlü Ekosistem…

Zeytin-Seftil-Nimri ve Narlı Ziyaret Dağları arasına yerleşmiş adeta bir vadi kasabası Keban… Bir tarafında “Keban Barajı” ile ilk gem vurulan Fırat… Bu gem sayesinde oluşmuş devasa baraj gölü…

İkinci gem “Karakaya Barajı” ve onun şişmiş baraj gölünün dayandığı Keban deresi…

Bir tarafta baraj su kaçağından oluşan Çırçır Şelalesi ve önünde oluşturulan suni bir baraj, onun devamında derivasyon tünelleriyle yolundan alıkonulan şelale nedeniyle susuz kalmış, sahipsiz ve öksüz kalmış Keban Çayı (deresi)…  Sadece atık sular akmakta bu derede…

Onlarca çeşit bitki ve hayvanın oluşturduğu ekosistem tahrip olmuş-yok olmuş; SOS veriyor Keban Çayının ekosistemi…

 Bitki ve meyve ağacı çeşitliliği bağlamında Keban bir cennet…

Kaysı, Dut, Nar, Armut, Elma, Vişne, Cennet Hurması, Ceviz temel meyveler…

Baraj göllerinin oluşumu ile adeta ılıman bir iklime sahip artık…  

Zeytin bile yetişmeye başlamış…

Özetle her türlü meyve ve sebzenin yetiştiği, yetiştirildiği bitki zengini bir kasaba…

Kasım ayının tam ortasındayız…

Sonbaharın tüm özellikleri ve güzellikleri görülüyor, hissediliyor…

Bahçelerdeki tüm ağaçlar kışın habercisi sert rüzgâr ve soğuğa karşı kendini korumaya almış, geniş solunum yüzeyleri olan yapraklarını dökerek, soğuk etkisiyle üşmeyecek hale uyum sağlamaktalar… 

Sararak yapraklarını dökmeye başlamış ağaçların verdiği bir mesaj var; ey canlılar canlarınızı soğuğa karşı korumak için hazırlıklı olun!…

Yapraklarını döken ağaçların çoğunlukla yetiştiği bir vadi olmakla birlikte üşümeyi umursamayan, yaprak dökmeyen iğne yapraklı ağaç türü de yetişmekte…

Seftil tepesinin eteklerine, 1980 yılında Reis Şeref Erdem önderliğinde ekilen çamlar neredeyse orman halini almış…

Seftile ayrı bir güzellik ve kimlik kazandırmış…

Hoş birkaç kez önermelerimize rağmen dikimi ve ekimi yapılsaydı yeni yetişmiş yaprak dökmeyen orman ağaçları da yetişmiş olacaktı…

Elazığ Orman Bölge Müdürü, Kebanlı bir zat olmasına ve bu konuda hatırlatıcı bir açık mektup Keban Gazetesinde yazmama rağmen bir hareket olmamış…

Ne Orman idaresinden, ne Belediyeden ne de Kaymakamlıktan bir gayret görülmemiş…

Hayret doğrusu…

Hâlbuki örneğiyle sabit bir durum var…

Seftil tepesi eteklerine zamanında dikimi yapılmış çam ağaçlarının oldukça iyi gelişmiş olmaları buna iyi bir örnek oluşturmakta…

  (Not: Seftil çamları ile ilgili olarak aldığım haber beni fevkalade üzdü; bölgeye düşen yıldırım nedeniyle yangın çıkmış, bir kısım çamlar yanmış… Vatan bekçileri yiğit askerler, Mehmetçikler yetişmişler çamların imdadına; yangını söndürmüşler… Onlara, komutanlarına yürek dolusu teşekkürlerimi sunuyorum Keban Gazetesi aracıyla… Şükürler olsun ki Mehmetçikler var Keban’da…)

 Keban vadisinde yaprak döken ağaçların bazıları daha yemyeşil, belli ki genç ağaçlar ve bol da su içmişler yaz boyunca…

Sarı ve yeşil karışımı bir renk harmonisi oluşturmuşlar bahçeler… Doyumsuz güzellikler…

Gümüşlü (Simli) Kurşun İşletmesinin Hal-i Pürmelâli…

 Bir zamanlar işleyen maden ocağıyla, cevher işleme ve ayrıştırma (filatasyon) fabrikasıyla, ambarıyla, ekonomisiyle (alış-veriş kantini), sinemasıyla, lojmanların sakinleriyle ve tabii ki çalışanlarıyla cıvıl-cıvıl olan Keban Etibank Simli Kurşun İşletmesinden geriye kalanı seyrettikçe içim acıdı…

Karşıdan bakıldığında adeta terk edilmiş bir görüntü vermekte…

Son halini hatırlamaya çalıştım, Ortaokul öğrencisiyken içinden geçtiğim bu dev işletmenin yollarını, geçmişi tekrar anarak adımladım…

Şimdilerde Fırat Üniversitesine devredilmiş bir alan olmuş bu işletme sahası… Üniversiteye bağlı bir meslek yüksek okulunun Keban’da olması tabii ki çok önemli ve Kazaya bir hareketlilik, ekonomik girdi, sosyal canlılık getirmiş…

Sunduğu eğitim programları, umulur ki, yararlı olmakta ve yöreye getirdiği aksiyon yararlı olduğu tahmin edilir, en azından beklenir…

Kapısına kadar gittim; merak ettim; bu Meslek Yüksek Okulu hakkında bilgi almak istedim…

Bahçe dış kapı kapalı, öğrenci yurdu kapalı, nizamiye kapalı…

Kısacası in-cin yatağına dönmüş “üniversite” tabelalı bu yüksek okul…

Kapısında muhteşem bir tabela; “Fırat Üniversitesi, Süleyman Demirel Keban Meslek Yüksek Okulu…”  

Evet, kapısında böyle yazıyor…

Tabelası da, adı da muhteşem de sahibi yok…

Bekçisi bile…

“Süleyman Demirel” isminin neden verildiğini muhatap bulduğum zaman öğrenmek isterim…

Süleyman Demirel’in Keban’la ne ilgisi ola ki?

Acaba Barajla ilgili mi?

Fırat Vadisinin Muhteşem Tablosu…

Akşamüzeri saatlerde Fırat vadisine yansıyan güneşin parlak sonbahar ışıklarının oluşturduğu mucizevî görüntülerini seyretmek bir başka haz ve mutluluk…

Sonbahar mevsiminin tüm güzelliklerini yansıtan bu manzara, kışın soğuk yüzünü unutturur gibiydi…

Güneşin parlak huzmeleri, Banı tepesinin süliyetini önüne alarak oluşturduğu puslu görüntü, bu güneş huzmelerini daha da gizemli kılıyordu…

Yetmiyor bu güzellikler; Nimri ve Seftil dağlarının gölgelediği Fırat vadisindeki parlak görüntüleri ise bir başka manzaraydı; satırlarla anlatmak pek mümkün değil; bakmak da yetmez, görmek gerek…

Manzaranın derinliklerinde duygulanmak, hassaslaşmak gerek; bu güzelliklerin tadına varabilmek için…

Böylesine olağanüstü güzellikteki bir manzaranın detayları ve taşıdığı anlam derindiği karşısında; “benim” diyebilen her ressam “aciz” kalabilir; hiçbir desinatör, ressam resmedemez bu güzelliği…

Ne Van Gogh, ne Leonardo, ne Piyer ne de İbrahim Çallı buna güç yetiremez…

Doğanın sahip olduğu bu üstün güç, her zaman tahrip edici, kirletici, yıkıcı, yakıcı insan denilen “canavar” varlığa ders vermeye hazır…

Her gün örnekleriyle ihtarda bulunuyor…

Fakat ders almayı aklına getirmiyor bir türlü insanoğlu…

Muhteşem bir tablo… Doyumsuz seyirlik…

Üniversite Mezunu Koyun Tüccarı…

Ve karşıdan iki genç adam…

20-25 yaş arası gençler; pırıl pırıl; güler yüzlü ve saygılı…

Önlerinde 8-10 kadar kurbanlık toklu (koyun erkeği), çıngırak takılı sürü başı toklu dolgun kuyruğunu sallayarak liderlik yapmakta…

Karşıdan seyrediyorum…

Hafif tıraşlı olan genç heyecanlı konuşuyor; belli ki “vatan kurtarmak” adına ideolojik ya da evrensellik; hani moda deyimle “küresellik” konularını anlatıyor… Ya da tartışıyorlar…

Diğeri daha sakin ve endişeli, tertemiz yüzlü ve çok yakışıklı bir genç… Daha çok dinleyici ve hal hareketlerinden anlaşıldığı kadarıyla henüz hayatın tecrübesini kazanmamışlardan… Heyecanla konuşan daha deneyimli görünmekte…

Selam verdim; hal hatır sordum; kimler olduğunu öğrendim…

Hafif tıraşlı güleç yüzlü arkadaşına kıyasla daha kısa boylu olan Cumalı…Diğeri daha sakin ve az konuşanın (ismini hatırlayamadığım) adında oldukları, Koyunuşağı köyünden oldukları…

Kurbanlıkların Cumalı’nın olduğunu, 60 kuzudan geriye kalanların bu kadar olduğunu, sermayeyi çıkardığını, kalanların da eğer satılırsa “kâr” olarak ticaret haneye yazılacağını anlattı…

Koyunuşaklı delikanlı koyun çobanlığı yapıyordu…

Yöre ismiyle mütenasip…

Tahsilini sordum, iki fakülte (?) bitirdiğini anlattı; işletme ve turizm…

Ama şimdi koyun tüccarlığı (güya) aslında çobanlık yaptığını, hayvanları çok sevdiğini ve hayatından da memnun olduğunu, meslek olarak pek çok deneme yaptığını, en sonunda koyun tüccarı olmaya karar verdiğini vs…  

Derken sohbet derinleşti…

Dünya ekonomisinden kapitalizme, küreselleşmeden liberalizme, hümanizmden şeriata kadar her konuda birtakım şeyler okuduğunu ya da dinlediğini konuşmalarından anlaşılıyordu…

Çok fazla deşmeden bildiklerini anlattı…

Ben dinledim; bazı konularda sorular sordum; yanıt almaya çalıştım.

Ve çıngıraklı sürü başı toklu, “ayrılma zamanın geldiğini” hatırlatırcasına gözden kaybolmaya başlayınca, Cumalı da sermayeyi kediye yüklememek için kurbanlık tokluların peşinde koşarak gitti…

Dünyayı kurtarmaktan vazgeçti…

Koyunlarını aramaya gidince ayağındaki yırtık terlikle dolaştığını görünce içim “cızzzzz” etmeye başladı…

Zoru başarmanın zorluğunu Cumalı’da olduğunu gösteren bu tablo karşısında söylenecek çok fazla şeyin olduğunu ya da olmadığını, ama bu satırlarla olmayacağını düşündüm, bir kez daha ardından bakarak üzüldüm sadece… Ve koyun çobanı iki fakülte mezunu Cumali, böylece basın tarihine kayıt olarak geçti…

Keban’da Alabalık Marka Olmuş…

Keban Barajı gölü ve alt tarafındaki Karakaya Baraj gölü üzerinde alabalık üretme çiftlikleri artık bir “marka” durumuna gelmişler. Elazığ’a gelip de Keban’daki alabalık restoranlarında balık yemeye gelmeyene rastlamak pak mümkün değil…

Anlatılanlara göre balık üreticileri, birleşerek “birlik” oluşturmuşlar.

Balık üreticilerin bu girişimi onlara büyük avantajlar sağlamış, üretim için yüksek derecede faizsiz teşvik aldıklarını duydum. Bu bağlamda Keban, alabalık üretiminde artık “marka” olmuş durumda. Buna bağlı olarak alabalık işleme fabrikası kurulmuş, paketleme işlemi yapılacakmış yakında; şoklanmış temiz balık flatoları piyasaya sürülecekmiş… Bunları duymak son derece umut verici Keban için… Girişimci ruhlu Kebanlı hemşehirlilerimi büyük bir heyecan sarmış adeta, bir alev gibi yalazlamakta…

Etibank İşletmesinin yıllarca “revir” olarak kullandığı ve şimdilerde yükse okulun uhdesinde kalan binanın tam karşısında, Kudikanlı Rıfat’ın bahçesindeki rengarenk gazelleri resimlemek isterken, tam da köşede, adeta su değirmenine benzer oluklarla dikkat çeken bir tesisi görünce, merak edip dış kapıyı çaldım; açık olduğunu görünce içeri girdim; “kimse yok mu” diye seslendim; karşıma iki yağız delikanlı çıkıverdi.

Merakla konuya girdim; kısa bir tanışmadan sonra neler yaptıklarını anlattılar; kapalı tesisi gezdirdiler, balık yavrusu üretme istasyonu kurduklarını, burada “kalifiye eleman” olarak çalıştıklarını, Keban içme suyu şebekesinden artan fazla suyun belediye tarafından 49 yıllığına Rıfat beye kiralandığını (?) ve burada bir balık yavrusu üretim istasyonu olduğunu anlattılar.

Yaptıkları şu anki iş, sağımı yapılmış erkek ve dişi balığın döllenen ve döllenemeyen yumurtalarını ayıklamak…

Ardından yavru oluşuncaya kadar geçecek sürede inkübasyonda tutmak…

Balık larvası oluştuktan sonra su tanklarına alındığını, tam yavru iken bu kez betondan su havuzlarına aktarıldığını, oradan da baraj gölü üzerinde kurulu balık üretme çiftliklerine aktardıklarını anlattılar. Başarılı bu iki genç, adeta profesyonel balıkçılar gibi konularının erbabıydılar. Bu gençlerden birisi yine koyun uşaklı diğeri de Akça tepeli (Şeyh emirli) olduklarını anlattılar. Kendilerini kutladım… 

Çalışma alanı olarak alabalık üreticiliğinde çok istihdamın olduğunu, Keban’da işsizlik olmadığını, eğer işsiz varsa da bunun sebebinin tembellik olduğunu da vurgulamaktan geri durmadılar, bu gençler… Ve bu girişimcilik ruhu devam ettikçe Keban’da çok iyi sonuçların alınabileceğini tahmin etmek güç değildi…

Alabalık üreticiliği kapsamında emeği geçen ve girişimlerde bulunan tüm hemşehirlilerimi yürekten kutluyorum…

Keban Halkından Duyduğun Şikâyetler…

Birincisi, bazı insanların bildik bilmedik konularda, olaylar hakkında bilgisi olmadığı halde, ortalık duyumlarıyla fikri oluşturup olmadık durumlarda kanaat belirtiyorlarmış. Başkası hakkında söylenen havadis ya da söylentinin doğru mu, yanlış mı olduğu araştırılmadan karar veriliyormuş… Örneğin Değirmenbaşı mahallesinde (X) kişi bir yalan söylüyor ya da aslı astarı olmayan bir havadis atıyor ortaya; iki gün sonra aşağı çarşıda o söylediği yalan ya da uydurma havadis öylesine katlanarak yayılmış ki, o yalanı söyleyen kişi, aşağı çarşıda anlatıldığı şekline bakarak, kendi uydurduğu yalana kendisi de inanmaya başlıyor… Böylece Keban’da bir “dedi-kodu” kumkuması yayılıp gidiyor.

Bu durum insanlar üzerinde müthiş psikolojik baskı unsuru oluyormuş…

Halk bundan şikâyetçi imiş…

Bizden bir hatırlatma: Kur’andan bir sureyi burada hatırlatalım; mealen ifade edelim, “Bir Müslüman diğer bir Müslüman’ın dedikodusunu (Gıybetini) yaparsa, ölüsünün etini çiğnemiş olur.”

Bu mealdeki ilahi uyarıyı hatırlatmaktaki amacım, dedikodu merakı olanların bu hatalarından vaz geçmelerini önermek içindir.

Yalan söylemek her türlü kötülüğün başı ve başlangıcı olduğunu bilmeyen varsa hatırlatmış olalım.

Yalanı savunmak, haram yiyeni savunmak, kul hakkını yiyeni savunmak, yanlış iş yapanı savunmak en az o hataları yapanlar kadar suçlu ve günahkârdır…

Hiç kimse kendini aldatmasın…

Marifet şekilcilikte değil özdedir…

Hem haram-helal demeyip devletin malını hortumlayacaksın, diğer taraftan da haktan-hukuktan-dinden-imandan bahsedeceksin…

Bu, milleti, çok affedersiniz, tam anlamıyla “e…i” yerine koymaktır…

Ey Milletim, ey halkım ne zaman uyanacaksın…

İkincisi; Keban’da en çok şikâyet konusu olan diğer bir husus da, Sosyal Yardım Fonu (Fak-Fuk Fonu) konusudur. Alabalık üreticiliği nedeniyle Keban’da çalışabilecek durumda olan genç nüfusta işsizlik sıfıra yakın bir durumdaymış. Buna rağmen “işsiz” görünüp Fak-Fuk Fonundan yararlanan çok fazla “tembel genç” insan olduğundan bahsediliyor…

Vatandaşların ifadelerinden özetle; “Yaşlı olup iş görmeyen muhtaç insanlara yönelik Sosyal Yardım Fonundan destek vermek sosyal devletin görevidir ve yaşlı-muhtaçların bu fondan yararlanması doğal ve normaldir, fakat genç insanlara Fak-Fuk fonundan yardım edilmesi doğru değil.”

Halkın gözlemine göre; Devlet tarafından tüm ihtiyaçları karşılanan genç insanlar ya dedikodu yapar ya da tembellik…

Halkın Kaymakamlıktan ricasını özetleyerek iletiyorum; “Beyim, çalışabilecek gençlere kesinlikle Fondan yardım yapılmaması gerekir. Eğer yardım yapılacaksa bu çalışabilir durumda olan genç insanlara mutlaka gündelik iş yaptırılarak yevmiye verilmelidir. Örneğin, İlk ve Sonbaharda ağaç dikimi, yaz mevsiminde de bu ağaçların bakımı ve sulaması yaptırılabilir. O zaman hem Seftil dağı etekleri, hem baraj gölü vadisi, hem de Nimri dağı etekleri yemyeşil olur. Dolayısıyla bu genç insanlar tembel ya da üretkensiz olmaz o zaman, hem devletin kaynakları vasıtalı olarak çevrenin yeşillenmesi, erozyonun engellenmesi ve çevre imarına aktarılmış olur, böylece ağaçlandırma sayesinde büyük bir sektörün doğmasına önayak olur.” Dediler…

Evet, halkın teamülü ve düşüncesi böyledir, ben aktardım, tabii ki son karar yine de kaymakamlık makamının ve karar verici heyetindir.

Muhabbetle, selam ve sevgiyle kalınız.