16.6 C
Kocaeli
Çarşamba, Ekim 1, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1156

Heykelleşen Aydınlar

Memleketimizde yapılan tartışmalara bir de heykeller katıldı.

Herhalde insanımızı yeterli ölçüde bölemediklerini düşünenler, başlattıkları bu tartışma ile heykelseverler ve heykel karşıtları diye bölünmüşlüğe farklı iki zümre eklemeyi başardılar.

Ülkemizin en zararlısı bölücüler değildir. Çünkü bölücüler düşmandır ve düşmanlıklarını da açıkça yaparlar. Onun için onlardan gelecek zararın ölçüsü bellidir.

Türk Milleti, düşman karşısında tek vücut olur ve düşmanını boğmayı başarır. Türk Milletine düşmanlık edenlerin akıbeti tarihin sayfalarında bir bir yazılıdır.

Ancak esas tehlike kendini bu milletin ferdi imiş gibi göstererek bir kurtçuk misali, milletimizi içeriden kemirenlerdir.

Bunlar sıradan tabir edebileceğimiz vatandaşlarımızdan değildir. Aksine milletimizin içine sirayet etmiş olan bu kurtçuklar iyi eğitimli ve aydın diye vasıflandırılan kişilerdir.

Bu kişilerin “aydın” sıfatlarının önünde; muhafazakar, müslüman, milliyetçi, cumhuriyetçi, laik, Atatürkçü gibi tanımlamalar bulunur. Uygun zaman ve mekan bulduklarında yaptıkları ihaneti daima bu tanımlamaların arkasına sığınarak yaparlar.

Türk milletinin içine; fesat, nifak, ayrılık, bölünme, kavga, mezhep, ideoloji, mikro milliyetçilik vb. gibi mikroplar mı şırınga edecekler, hemen aydın sıfatlarının önündeki tanımlamanın şemsiyesi altına girerler.

Çünkü kendi fikirleri değersizdir. Ve bir çok hastalığı içinde barındırır. Ancak İslam, Türk Milliyetçiliği, cumhuriyet fikirleri ve Mustafa Kemal’in yaptıkları farklı açılardan da olsa herkes için dikkate alınacak derecede çok önemlidir. Bu kavramlar büyük değer bularak yaşar.

Bu aydın müsveddeleri, işte bu değerlere sığınarak zehirlerini enjekte edecek uygun ortamı bulurlar. Her yerde aynı şeyleri söylemezler. Ortama göre ve bukalemun gibi renk ve söylem değiştirirler.

Heykel tartışmaları ile suni bir şekilde, ülke gündemini meşgul edenlerin en önemli amacı, heykel üzerinden yeni fikri bölünmeler yaratmak ve zihinleri karıştırmaktır.

Heykel tartışmaları ile üstü örtülmek istenilen en önemli gündem maddeleri, sokağa salıverilen tutuklular, Hizbullah, kötü ekonomik gidişat, papaz efendinin kilisesindeki diz çöküş ve hükümetin kadim dostu Papandreu’nun kükreyişinin üstünün örtülmek istenmesidir.

Baktılar halkta ufak tefek tepkiler var açtılar birinci ağızdan tartışmayı ve sözü attılar sözde aydınların önüne… Onlarda fırsat bu fırsattır diyerek nesilden nesile içlerinde birikmiş olan kinlerini bu kez heykel üzerinden konuşmaya başladılar.

Müslüman denilen aydın, İslam’da heykel olmazmış diye konuşurken, Osmanlı’yı övüyor ama minyatür sanatını ve padişahların yağlı boya tablolarını unutuyor. Cumhuriyetçi denilen aydın Atatürk’ün heykellerinin ölçüyü kaçırdığını ve insanların zorla bu heykellerin önüne taşınmasının ve saygı duruşuna zorlanmasının yanlış olduğunu vurguluyor. Bunu itiraf etmek gerek diye sözde özeleştirisini yapıyor.

Sanatı ve sanatçıyı özgün bir şekilde eleştirebilirsiniz. Ancak sanatı ve sanatçının eserini toplumsal bir tartışma haline getiremezsiniz. Toplumun kafasını sanat üzerinden karıştıramazsınız. Bölmeye alıştığınız toplumu bir kez daha heykelle ayrıştıramazsınız. Bu aydın olmak demek değildir. Olsa olsa ihanetin ajanlığına soyunmuş bir soytarı olmaktır.

Türk milletinin, tarihi ve milli zaferleri, dramları, hüzünleri, acıları, sevinçleri, dostlukları ve hatta düşmanlıkları mutlaka sanatsal bir şekilde anıtlaştırılmalıdır. Heykel sanatı da bu amaç doğrultusunda kullanılmalıdır.

Türk milletine düşman olanlar bunu benzer şekilde yaparak, milletimiz hakkında besledikleri duygu ve düşünceleri planlı bir şekilde nesilden nesile aktarmıştır. Gidin bakın Avrupa’nın her tarafı Türklere ve İslamiyet’e karşı savaşmış komutanların ve din adamlarının heykelleri ile doludur. Halen de kuralları ve yöntemleri yüzyıllar öncesinden belirlenmiş bir strateji ile karşımızda bulunmaktadırlar.

Eğer  buna karşılık biz de bir zafiyet ve yanlışlık varsa, bu aydın dediğimiz zevatın Türk milletine ihaneti sebebiyledir.

Sözde Aydınların eliyle hafızası karartılmış ve düşüncesi dumura uğratılmış olan Türk milleti, bu sebeple ne yapacağını bilmez bir haldedir. Bu hal aydın dediğimiz adamların boş tartışmaları ile körüklenmektedir.

Aydın denilenlerin oyunu; yine aynı hikaye ve rollerle sahnededir. Bu defa heykelleşmişlerdir. Ülkemizde yaşananların ayıbı da Türk aydınıyım diye etrafta caka satarak poz verenlere aittir. Önemli olan bu kişilerin heykelleşmesi değil Türk milletinin heykelleşmemesidir. Milletimizin tavırları en büyük ümidimizdir.

Dünyevileşme -2

Baksana Muaviye ne taktikler uyguluyor?

Sen durmuş savaşta tevhidi anlatıyorsun.

İyi insansın,

Akıllı mert ve cesur bir insansın.

Ama birazda bizlere taktik ver diyorlar,

Hz. Ali ‘Takvam olmasaydı Arapların en dâhisi ben olurdum’ buyuruyor.

Fakat takvam beni sınırlandırıyor.

Beşeri siyasette takvanın yerini deha alır.

İlkelilik ve tutarlılığın yerini pragmatizm alır.

Beşeri siyasette talepkarlık ön plandadır.

Görev istenmez verilir anlayışı yerine,

Göreve talip olanlar çoğalır.

Çoğu zaman emanet ehline verilmez işler bir birine karışır.

Yönetme arzusu ve parti-grup taassubuyla hareket edenler.

Yönetimi ele geçirir.

Hakem olayı ve hakemin satın alınması da bir taktik,

Hz. Ali’nin bir sabah namazı esnasında hançerlenerek şehit edilmesi de bu taktiklerin birisidir.

En doğrusunu Allah bilir.

Hz. Muaviye 661 yılında yönetime tamamen hâkim oldu.

Hilafete son vererek saltanata geçti.

Siyasi askeri ve ekonomik güç tamamen bu düşüncenin eline geçince,

Fetih hareketleri ilayı kelimetullah yerine ganimet amaçlı yapılmaya başlandı.

Ganimetler hem menkul (altın gümüş mücevherat),

Hem de gayrimenkul (toprak) olarak elde ediliyordu.

Müslümanlar (hâkim zümre, yönetim kadrosu) büyük oranda dünyevileşiyor.

Cihat özünü kaybediyordu.

Dünyevileşme o kadar ileri gidiyordu ki Müslüman olmak isteyenlere vergi gelirleri düşer düşüncesiyle engel olunuyordu.

Bunun adına tarihte ‘mevali’ politikaları denir.

Yani ekonomi dinin önüne geçiyordu.

Mevali zihniyeti devlete hâkim oluyordu.

Dünyevileşmenin bir başka boyutu da,

Yönetime yakın zengin Müslümanlar arasında görünüyordu.

Düğünler masallarda anlatılan 40 gün 40 gece sürmeye,

Hortumcu kesim Hint kumaşları giymeye başlamıştı.

Çok değerli anlamında bulunmaz Hint kumaşı sözü buradan olsa gerek.

Bunlarla yetinilmiyor,

Cuma hutbelerinde Hz. Hüseyin ve ehli beyt’e hakaretler ediliyordu.

İşte Bizans siyasetinin İslam dünyasına hâkim olduğu zaman Müslüman’ı getirdiği nokta budur.

Bu anlayışın Müslüman’ın dünyasını olmasa bile ahretini karartacağı kesindir.

Size bir soru;

Hz. Muaviye kaç sene saltanat sürdü?

Gönlünce saltanatın tadını çıkarabildi mi?

Ne dersiniz?

Ya Yezit

Onun saltanatı ne kadar sürmüştür?

Bence merak etmeye değer.

Bu duruma yani dünyevileşmeye,

Ömer b. Abdülaziz son vermiştir.

Hicri 99 yılında göreve başlıyor,

101yılına kadar yaklaşık 2,5 sene görevde kalıyor.

Bu kısa zaman içerisinde devletin ekonomisini düzeltiyordu.

Demek ki devletlerin ekonomilerini düzeltmek için çok uzun yıllar gerekmiyor.

Adil bir yönetim yerli bir reçete yeterli oluyor.

Zekâta muhtaç bir Müslüman kalmıyordu.

Büyük ihtimalle O da zehirlenerek öldürülüyordu,

Abbasi tarihçilerinin yazdığına göre,

Ömer b. Abdülaziz döneminde gelir düzeyi öylesine düzeliyordu ki,

Zengin Müslümanlar zekât verecek fakir bulamıyorlardı.

Darısı bizim ve tüm İslam dünyasının başına…

Hatta tüm insanlığın başına…

Bu dönem aynı zamanda İslam dünyasında kurumsallaşmasının da başlangıcı oluyordu.

Tefsir-hadis. Akaid, fıkıh -tasavvuf ilimleri bu dönemde doğmuştur.

Aynı zamanda da sistematik hale gelmeye başlamıştır.

Bir musibet bin nasihatten hayırlıdır derler ya tam kendisi.

Müslümanlar arasındaki dünyevileşme bu gün ne durumda?

Bir başlık altında inceleriz.

İnşallah.

Allah dünya için ahretini kaybetmeyen kullarından eylesin ÂMİN.

 

Biliyorum – Bilmek İstiyorum – Üzülüyorum -İnanıyorum

Asya’nın bozkırlarından kopup gelerek, dünyanın en merkezi coğrafyasına yerleşen ve  bu toprakları Müslüman – Türk’ün ebedi yurdu haline getiren, bununla da yetinmeyip Avrupa’nın içlerine, ta Viyana’ya kadar uzanıp altı yüz yıllık bir cihan hakimiyeti kuran bu büyük milletin çok sayıda düşmanı olduğunu BİLİYORUM…

Müslüman – Türk’ün varlık ve bekasını hedef alan bu husumetin Şark Meselesi adıyla simgeleştiğini ve Şark Meselesinin özünün de Müslüman Türk’ü yok etmek, geldiği yere geri göndermek veya hıristiyanlaştırarak kendi içlerinde eritmek olduğunu BİLİYORUM…

Müslüman Türk’e yönelik bu bakış açısının Hıristiyan Batı’nın temel içgüdüsü haline geldiğini ve Haçlı Seferleri ile başlayan askeri saldırılardan, Tanzimat sonrası zirveye çıkan ekonomik, kültürel, siyasi, ahlaki saldırılara, Birinci Dünya Savaşı sonrası yedi düvelin bu topraklara çullanmasından, hala devam eden Türkiye’yi bölme çabalarına, inanç ve kültür yapımızı yozlaştırma uğraşılarına kadar bu milletin varlık ve bekasına yönelik her yönelişin arkasında bu temel içgüdünün bulunduğunu BİLİYORUM…

Halen azalmaksızın devam eden bu husumetin en önemli tetikleyicisinin, tarihin gördüğü en büyük milletlerden birisi olan Müslüman Türk milletinin yeniden yükselişe geçerek küresel güç haline geleceği korkusu olduğunu BİLİYORUM…

Bunları bildiğim için, bu milletin her ferdinin, varlık ve bekamıza yönelik olarak bin yıldır devam eden gizli ve açık saldırılara,oyunlara, planlara ve projelere karşı sürekli uyanık ve tedbirli olması gerektiğini BİLİYORUM…

Savaşların yalnızca silahla yapılmadığını, top yekün ve sürekli olduğunu, hatta en etkili saldırıların ekonomik, kültürel, ahlaki ve dini saldırılar olduğunu bildiğim için;

Ülkemin ekonomik kaynaklarının ne kadarının yabancıların kontrolünde olduğunu, mesela bankacılık sektöründe, borsada yabancı sermayenin ağırlığını, ekonomik fayda üreten ticari işletmelerin, çok ortaklı şirketlerin, yer altı zenginliklerimiz olan maden yataklarımızın ne kadarının yabancıların kontrolü altına geçtiğini, ülke topraklarının ne kadarının yabancılara veya yabancıların kontrolündeki tüzel kişiliklerle, vakıflara satıldığını BİLMEK İSTİYORUM…

Bu milletin içerisinden çıkıp bir yandan bu milletin ekmeğini yerken bir yandan da küresel veya bölgesel güçlerin gönüllü yahut paralı hizmetkarlığına soyunup, ülke ve millet olarak birliğimizin yavaş yavaş çözülmesi, ülkenin ekonomik ve siyasi kontrolünün sınır ötesi veya okyanus ötesi güçlerin eline geçmesi için çaba gösteren mankurtları, bu mankurtların oluşturduğu veya hizmet gördüğü, sivil toplum örgütü, gazete, TV veya Vakıf görüntüsündeki husumet ocaklarını, buralarda birilerine hizmet gören nüfuz casuslarını BİLMEK İSTİYORUM…

Söz gelimi, Anadolu Coğrafyası Hıristiyanlığın doğduğu topraklardır, üçüncü bin yıldaki birincil hedef, bu toprakların tekrar hıristiyanlaştırılmasıdır diye açıkça haykıranların bu uğurda bu gün bu topraklara sevk ettiği ne kadar misyonerin bulunduğunu, bunların ne kadarının Müslüman kisvesi altında haç propagandası yaptığını, ülkemin insanlarını hıristiyanlaştırmak için çalışan bu misyonerlerin kurduğu ne kadar ev kilisesinin bulunduğunu BİLMEK İSTİYORUM…

Bu toprağın çocuklarında yılgınlığı, bezginliği, düşmanın gücünü abartmayı ve tembelliği görünce ÜZÜLÜYORUM…

Günlük çıkarlar, güç ve iktidardan verilen paylar karşılığında ideallerinden vazgeçen, yaptıklarına kılıf uydurma çabasında olan, sonra da dava adamı edasıyla nutuk çekenleri gördükçe acıyor ve ÜZÜLÜYORUM…

Bin yıldır iç içe yaşayan, beraber ağlamış, beraber gülmüş, beraber şehit olup aynı toprak parçasını mezar olarak paylaşmış, aynı inancın, aynı kültürün mensubu olmuş insanların çocuklarının birbirlerine kuşku ile bakar hale gelmeye başladığını görüyor ve fitne ateşinin yanmaya başladığını görünce ÜZÜLÜYORUM…

Bütün bunlara rağmen bu milletin mayasının sağlam olduğunu, en umutsuz denen anda dahi imkansızı yapabilme kabiliyetinin bulunduğunu, insanlık tarihinin bu milletin çocuklarına yüklediği sorumluluğun hala devam ettiğini, gelecek dönemde kim ne kadar uğraşırsa uğraşsın bu milletin yeniden insanlık tarihinin yeni ve parlak sayfalarını yazmaya başlayacağını biliyor ve önümüzdeki yüzyılın yeniden Müslüman Türk’ün küresel güç olarak ortaya çıkacağı yüz yıl olacağına bütün kalbimle İNANIYORUM…

İnanmak veya İnanmamak

Maziye / geçmişe menfi felsefe gözlüğü ile bakıyorum; zihnim allak bullak oluyor. Mazi ülkesinin kıyametinin kopmuş olduğunu görüyorum. Altı üstüne gelmiş; karanlık, korkunç bir hal almış. Mazi büyük bir mezarlık! Mazimi bu şekilde tasavvur, tahayyül ve hayal edişim beni büyük bir dehşete düşürüyor. Vahşet dolu bir mekanda kalmışım gibi geliyor bana. Meyus ve ümitsiz bir hal alıyorum.

Maziye, iman ve inanç gözlüğü ile bakınca; her ne kadar, o mazi ülkesini altı üstüne çevrilmiş bir şekilde görüyorsam da, bir önceki gibi düşünmüyorum. Çünkü, o alt üst oluşta can telefi yok. Yani, yok etme, öldürme söz konusu değil. Zira oraya sevk edilenler, oranın sakini olup orada bulunanlar; dünyadan daha güzel, daha aydınlık bir aleme nakledilmişler. Görünüşü dehşetli kabir ve çukurlar; aslında, aydınlık bir aleme girmek için kazılan yer altı tünellerinden başka bir şey değil.

Gelecek zamana, menfi felsefe gözlüğüyle bakıyorum; yine dehşete düşüyor, ürküyor ve çok korkuyorum! Kabirde yılan, çıyan ve akreplerle baş başa kalacak olan ben; şimdiden kendimi; onlara yem olsun diye kabre konmuş gibi hissediyorum. Kabri, bir imha hücresi şeklinde düşünüyor; karanlık bir yer diye tasavvur ediyorum. Velhasıl, istikbali / geleceği büyük bir kabir ve mezar şeklinde telakki ediyorum.

Fakat, geleceğe iman ve inanç gözlüğü ile bakınca; Cenab-ı Hakkın Halık / Yaratıcı, Çok Merhametli / Rahman, Rahim’in insanlar için hazırladığı çeşit çeşit nefis, leziz, yiyecek ve içeceklere; zarf ve kap olan bir maide; daha doğrusu Rahman olan Allahın hazırladığı bir sofra olarak görüyorum.

Bazen sema ve göklere menfi felsefe gözü ile bakıyorum. Şu sonsuz boşlukta, milyarlarca yıldız ve kürelerin at koşusu veya bir ordu manevrası gibi yaptıkları pek sür’atli, çeşitli hareketlerinden büyük bir dehşet, korku ve ürküntüye kapılıyor; onlar karşısında kendimi; vahşet ve yabanilik ortamında kalmış gibi algılıyorum.

İman ve inanç dolu bir nazarla bakınca; o garip, acip ve hayret verici şaşılacak manevranın bir kumandanın emri ile, onun nezaret ve görüşü altında yapıldığına inanıyorum. Sema ve gökler alemini süsleyen o yıldızların bizlere kandil ve lamba görevi yaptıklarını görüyorum. O yıldızların atlar koşusu gibi olan hareketlerinden korkuya kapılmıyor, dehşete düşmüyor; aksine onları kendime dost ve arkadaş olarak görüyor; üstelik onlara karşı muhabbet ve sevgi ile dolup taşıyorum.

Menfi felsefe gözü ile bakıyorum: Arz küresini yani dünyayı; başıboş yularsız, Güneş etrafında serseri bir şekilde gezen bir hayvan gibi veya tahtası kırık, kaptansız bir kayık gibi görüyor; dehşet, korku ve ürküntü içinde kalıyor; bu yüzden telaş ve endişe içinde kıvranıp duruyorum.

Yer yüzüne iman ve inançla bakınca, Arzı; Rahmani bir sefine / çok merhametli olan Allah tarafından gönderilen bir gemi olarak düşünüyorum. Yer küreyi; Allahın kumandası altında tüm yiyecek ve içecekleri ile beraber, insanları gezinti için güneşin çevresinde gezdiren bir gemi şeklinde tasavvur ediyorum.

Felsefeci bir adam gibi bakıyor ve görüyorum ki, bütün canlılar  -insan olsun, hayvan olsun-  kafile be kafile, topluca büyük bir hızla yokluk, hiçlik cihetine gidip kayboluyorlar. Yani, ademe / yokluğa gidip yok oluyorlar. Kaldı ki, kendim de o yolun yolcusuyum. Ve bu yüzden inanın çok üzülüyor ve çıldıracak gibi bir hal alıyorum!

İman ve inanç gözüyle bakınca, bir mü’min yani inanan bir insan olarak anlıyorum ki, o cihete gidişler, o tarafa seyahat edişler; felsefeci gözümle baktığımın aksine; adem ve yokluk alemine gidiş değil, tıpkı göçebeler gibi, bir yayladan başka bir yaylaya geçiştir. Fani menzil ve duraktan, yani dünyadan baki menzile ve öteki dünyaya hicrettir. Kısaca, hizmet çiftliğinden ücret dairesine, zahmetler memleketinden rahmetler ülkesine göç etmektir. Yoksa, felsefeci kişiliğimin zannettiği gibi, adem ve yokluk alemine gitmek değil.

Önceki düşüncemin tersine, bu yola memnuniyet ve sevinçle koyuluyorum. Çünkü, yol esnasında ölüm, kabir gibi görünen meşakkat ve zorluklar; netice bakımından ancak saadet doğuracak şeyler. Zira, aydınlık alemlere giden yol kabirden geçiyor. En büyük mutlulukların çoğu; büyük ve acı felaketlerin sonucu. Nitekim, Hz. Yusuf, Mısır Azizliği; yani üst düzey yöneticiliği veya bir çeşit bakanlık gibi bir mevki ve makama, ancak kardeşleri tarafından atıldığı kuyu ve Zeliha’nın iftirası üzerine konulduğu hapis yoluyla ulaştığı malum. Bunun gibi ana rahminden dünyaya gelen çocuk, bilinen tünelde çektiği sıkıcı, ezici zahmetten sonra dünya saadetine erişiyor.

Yine menfi felsefe gözüyle geriye ve arkama bakıyorum: “Yahu, bunlar nereden nereye gidiyorlar ve niçin dünya memleketine gelmişler?” diye edilen suale bir cevap alamıyorum! Tabii, hayret, tereddüt ve şüphe azapları içinde bunalıyorum!

Lakin, iman ve inanç gözlüğü ile bakınca, işin çehresi değişiyor:  Her insan gibi benim de; kainat / evren  sergisinde gösterime sunulan garip, şaşırtıcı ve hayret verici kudret mucizelerini görmem ve düşünmem için, Ezel – Ebed  Sultanı Yüce Allah tarafından dünyaya gönderilmiş bir mütalaacı, bu yolda düşünmesi gereken bir şahıs olduğumu anlıyorum.

Velhasıl, inanmak veya inanmamak bize bağlı bir şey be dostlar! Size gelince:

Tercih; her iki taraftan okur’un
Kararınızdan önce, az bir durun
Teraziyi, vicdanınızda kurun
İlk suali, evvela ona sorun

 

Hanım Sözcüğü ve Cengiz Han

Hanım, genellikle eşlerimize ve diğer kadınlara hitap ederken isimlerinin önüne eklediğimiz saygı ifade eden bir sözcüktür.
Ayrıca, hanım sözcüğünün anlam kazandırdığı çeşitli deyimlerde vardır ki bunların günlük yaşantımızda sürekli kullanırız.

Örneğin; iyi yetişmiş genç bir kız için “çok hanım bir kızdır”, mutfağımızın en şöhretli tatlısına “hanım göbeği”, çok zarif ve süslü ince yapılı kayığa “hanım iğnesi”, ince şömine tuğlasına ve hoş kokulu çiçekli sarmaşığa “hanım eli” deriz. Bu örnekleri çoğaltmamız mümkündür.

Peki hanım sözcüğü nereden gelmiştir? Genel kabul görmüş bilgilere göre Moğol İmparatorluğu’nun kurucusu Cengiz Han’ın (Çinlilere göre T’ien – Tze = semaların oğlu) asıl adı Timuçin’dir (d. 1155 – ö. 1227) babası Karatatarlar boyunun Kitay kolunun başbuğu Yesügey Han’dır. Annesi Alangua Hatun’dur.

Baba Yesügey ölünce Börçegin obası eski gücünü yitirir. Timuçin 12 yaşındadır. Büyüme çağında sürekli birlik kurma çalışmalarına katılır. Bu yöndeki çabalara önderlik edecek şekilde yetiştirilir.

Babasının sağlığında Ongiratların başbuğu Bilgeday’ın kızı Börte ile nişanlanmışlardı. Timuçin 11 Börte ise 9 yaşında idi.

Birlik çalışmalarında başarılı çabalarını sürdüren Timuçin 19 yaşında Börte ile evlenir.

Timuçin’in giderek güçlenmesi, bazı hanları endişelendirir. Özellikle Merkit başbuğ bu gelişmeye son vermek ister ve bir gece Timuçin ‘in otağını basar. Annesini ve karısını kaçırır.

Timuçin çevre hanların ve arkadaşlarının yardımı ile Merkitlere saldırır. Annesini ve karısını kurtarır. Uzun süren mücadeleler sonunda 1200’lü yılların başında toplanan Kurultay’da hanlar hakanı ilân edilir. Artık hanlar hanı Cengiz Han’dır.

Bir gün Cengiz Han, çevre hanları toplantıya çağırır. Bütün hanlar, halka oluşturacak düzendeki minderlere otururlar. Hakan’ın gelmesini beklerler. Cengiz Han yanında eşi Börte ile gelir ve  O’nu sağ tarafına oturtur. Gelenek gereği soldan başlayarak hanlar kendilerini tanıtırlar. Son konuk da kendini tanıtınca sırada Börte Kadın vardır.

Burada sözü Cengiz Han alır ve “ben hepinizin hanı Cengiz Han’ım. Bu da benim Han’ım  Börte’dir” der.

İşte, saygıyla kullandığımız “hanım” sözcüğünün günümüze kadar ulaşan, tarihteki yolculuğu böyleymiş.

 

Şaban Gülbahar – Sanayici İşadamı, Avrasya Bir Vakfı Genel Başkanı

Uygulamadan gelen tecrübeli bir ekonomist dirâyetiyle,
İş Dünyamızı Bu Günü ve Geleceği İle Tahlil Ediyor.

Oğuz Çetinoğlu: Türkiye’yi de etkileyen küresel krizin; paradan para kazanmak hırsına dayalı ekonomi sisteminin çökmesinden kaynaklandığı ileri sürülüyor. Bu görüşe katılıyor musunuz, farklı bir bakış açınız var mı? Kriz ekseninde bir durum değerlendirmesi yapar mısınız?
Şaban Gülbahar: Öncelikle şunu ifade etmek istiyorum ki; aşırı hırsın, nimetlerden mahrumiyete geçişe sebep olduğu bizim kültürümüzde kabul edilmiş olan bir husustur. Güzel bir atasözümüz; ‘Az tamah çok zarar getirir’ özdeyişi de bunu ifade etmektedir.
Ancak ne var ki hemen hemen her insanın ve her sistemin bir bakıma itici gücü, elde etme ve başarma arzusudur. Bunun, hırs haline dönüşmesi, hak ve hukuk tanımaz bir hale gelmesi, bugünde ifâde edildiği şekliyle haksız rekabet; birilerine kazandırırken geniş kitlelere kaybettiren bir mekanizma haline gelmesine sebep olmaktadır.
Biz biliyoruz ki eğer siz canlı hayatın bir birimini yok etmeyi amaçlarsanız bu bumerang etkisi yaparak bir gün sizi de imha edecektir. Ekonomiler için de bunu düşünebiliriz. Bir zümreyi veya bir ülkeyi zenginleştirirken başka ülkelerin ve insanların açlıktan ölmesine göz yumuyorsanız kesinlikle meydana gelen bu ateş sizi yakacaktır.
Yaşadığımız bu global krizin kaynağı ABD ve onunla birinci dereceden ilişkide bulunan Avrupa Birliği ülkeleridir. Bundan sonra da Japonya ve Pasifik havzasındaki ileri teknoloji ile üretim yapan ülkeler gelmektedir. Krizden en çok etkilenen ülkelerden biri de ABD ve bu ülkelerle derin ekonomik ilişkiler içerisinde bulunan Çin’dir. Krizin görünen sebebi sizin paradan para kazanmak olarak ifâde ettiğiniz hadisenin ‘türev kağıtlar’ diye ifâde edilen şekliyle çığırından çıkmasıdır.
Ancak meseleye biraz daha derinden baktığımızda krizler altmış yıllık periyotlarla liberal ekonomilerin yaşadığı yapı ile ilgili problemler olarak gözüküyor. Bunun sebebi olarak da üretimi ve tüketimi tetikleyecek yeni teknolojik buluş ve gelişmelerin gecikmesi olarak gösteriliyor.
Çetinoğlu: ‘Her kriz, berâberinde özel fırsatlar getirir!’ deniliyor. Yaşamakta olduğumuz kriz iş adamlarımıza yeni ve özel fırsatlar getirdi mi?

Şaban Gülbahar: Bu sözün doğruluk payı var ve dikkate alınması gerekir.
Unutmayın ki insanlar sağlığının kıymetini hastalanmadan anlayamazlar. Aklıselim bir insandan beklenen şey iyileştikten sonra tekrar hastalanmamak için daha özenli bir hayat tarzını gerçekleştirebilmektir. Bu açıdan bakıldığında ekonomik krizler de ülkelerin kendilerine çeki düzen vermesi bakımından bir fırsat olarak, bir ikaz olarak değerlendirilebilir. Bütün işletmelerde zamanın meydana getirdiği bir yorgunluk ve işletme körlüğü olarak ifade edilen bir dikkatsizlik bir müddet sonra hükmünü sürdürmeye başlar. Bunun sonunda şişen kadrolar israf edilen para ve zaman üretim kalitesinde düşüşler, yaşadığımız gerçeklerdir.

İlk önce kriz iş adamına ve yöneticiye durumunu çok sıkı bir şekilde gözden geçirerek olumsuz şartlara karşı tedbirler geliştirme mecburiyetini sağlar. Diğer bir husus ta alışılmış üretim ve pazarlama tarzlarını zorlayarak yeni üretim teknolojilerine ve yeni pazarlara ulaşmak konusunda ciddî gayretler sarf edilmeye başlanılır. Şâyet işletmenin bu gibi hallere karşı sermaye yönünden ve bilgi yönünden bir birikimi varsa işte onlar küçülen ve bocalayan piyasanın içerisinde bu olumsuz şartları fırsata dönüştürebilirler. Ancak bizim bilmemiz gereken husus hiçbir ekonomik sistemin sürekli aynı üretim tarzlarıyla yükselişini sürdüremeyeceği mutlaka kırılmaların olacağıdır.

İş dünyamızın kendini buna göre hazırlaması faydalı olacaktır.

Çetinoğlu: Hükümetin bir ara incelemeye aldığı fakat kabine revizyonundan sonra uygulamaya koymaktan vazgeçtiği Harcama çekleri projesini değerlendirir misiniz?
Şaban Gülbahar:
Sizin de ‘harcama çekleri’ diye ifâde ettiğiz ve basında da aynı şekilde tartışılan husus tek boyutlu olarak ele alındığı zaman dar gelirli insanlarımız açısından geçici bir rahatlık sağlayabilir. Ancak ekonomik bünyemizin güçlendirilmesine katkı yapamaz.

Bununla ilgili olarak ilk öneriler zâten bizim Vakfımız bünyesinden yapılmıştır ve biz bunu üretimi destekleyici çekler ve tüketimi destekleyici çekler olarak gündeme getirmiştik. Belirtmemiz icap eder ki bu bugün bizim ileri sürdüğümüz bir fikir değildir. İkinci dünya harbinden sonra Almanya’nın ekonomisini yeniden organize ederken onların Maliye Bakanı tarafından öne sürülmüş, uygulanmış ve olumlu sonuçlar elde edilmiş bir düşüncedir.

Burada ifade etmemiz gereken husus mutlaka üretimde; sâdece hammadde, ara madde ve enerji alanında kullanılabilecek ve belli sürelerde kullanılması öngörülen istihsali destekleme çekleri ve senetleridir. Bunların diğer bir hususiyeti de hiçbir suretle hiçbir kurum ya da kuruluş tarafından hacze konu edilememesi ve teminat olarak kabul edilmemesidir. Bunun yanı sıra devreye konacak ve dar gelirli diyebileceğimiz en azından ücretli kesime destek olarak verilecek olan harcama çekleri ekonomide hem talebi hem arzı genişleterek ekonomik dinamizmi artırabilir.

Çetinoğlu: Krizden en kısa zamanda çıkılabilmesi için, üretime yönelik faaliyet gösteren bir iş adamı olarak hükümetten beklentileriniz nelerdir?

Şaban Gülbahar: Bilinen bir gerçek vardır: Bir problemin çözümü öncelikle problemin kabulüyle başlar. Şayet biz problemi enine boyuna zamanında fark edemeyip onu görmemezlikten gelmeyi tercih edersek bunun bize mâliyeti tabiatıyla ağır olacaktır. Krizin ciddî sinyalleri alınmaya başlandığı zaman hükümetimizin belki de toplumu kaygılandırmamak bakımından; ‘Kriz bize teğet geçecek’ söylemini öne sürmesi ve bu tartışmayla zaman kaybedilmesi ülkemizin yararına olmamıştır.

Meselenin algılanmasındaki gecikme ekonomimizde daha önemli yaraların açılmasına sebep olmuştur. İşsizlik, sanayi üretimindeki düşüş, ihracattaki düşüş ve bunların etkilediği diğer ekonomik temel faktörler olumlu görünümlerini büyük ölçüde kaybetmişlerdir. Meydana gelen durumun toplumda güven eksikliği oluşturduğunu kabul etmemiz lazım. Durumun düzeltilmesi için gecikmeli de olsa alınan tedbirler yaşadığımız şu günlerde sanayi üretiminden başlayarak bir iyileşmeyi haber vermektedir.

Global kriz sebebiyle başta petrol olmak üzere enerji girdilerindeki mâliyet düşüşü ülkemizde câri açığın küçülmesine, yine bunun yanında talep daralması, enflasyon seviyesindeki düşüşlere sebep olmuştur. Son zamanlarda merkez bankasının faizlerde indirimde bulunması da sanayimiz açısından önem taşımaktadır.

Benim kanaatime göre ülkemizi ekonomik problemlerin yanı sıra en çok etkileyen husus bu problemler üzerinde artırıcı etki yapan siyasette istikrarsızlaşma ve demokrasi dışı tavırların gündeme gelmesidir. Ülkemizde siyâsetçilerin iki hususa dikkat etmesini arzu ederim:
Birincisi siyasetten ve siyasetçiden insanımızın ümidini keseceği hal ve tavırlardan uzak durmalarıdır. Bunun başında kabul edilemez hırçın söylemlerle istismar ve hırsızlıklar gelmektedir. İkinci husus ta millet irâdesinin katiyetle küçümsenmemesi ve hiç kimsenin makamı ve mevkii ne olursa olsun, kendisinde millet irâdesi üstünde bir güç vehmetmemesidir.

Bu hususların doğru bir mecrada gelişmesi için birinci görev iktidar partisine düşer. İktidar partisi ülkenin bütün kesimlerini adalet ve muhabbetle kucaklayacak ve samimiyetinden tereddüt edilmeyecek bir tavır içerisinde olmalıdır. Yine iktidar partisi millet iradesine karşı hiçbir olumsuzluğa fırsat ve meydan vermemek mecburiyetindedir. Benim bir sanayici olarak ülkemde hükümetten beklediğim en önemli şey siyâsî istikrar ve sosyal barıştır. Gerisini haletmek biz işadamlarına düşer.

Çetinoğlu: Teşviklerin üretime mi, yatırırıma mı verilmesi gerektiği tartışılıyor. Sizce hangisine öncelik tanınmalı, Niçin?

Şaban Gülbahar: Bence her ikisi de önemlidir. Ama asıl olan teşvikin gerçek üretime verilmesi ve gerçek yatırıma verilmesidir. Ham hayallere çeşitli yollarla milletin parasının aktarılması millet malının çalınmasından başka bir mânâ ifade etmez.

Çetinoğlu: İhracat ve istihdam faktörleri de teşvik almalı mı, Nasıl?

Şaban Gülbahar: Elbette teşvik almalıdır. Gerek ihracat gerekse istihdam faktörleri rasyonel olarak değerlendirilebilecek hususlardır. Bunların istismar edilmeden doğru bir şekilde değerlendirilip teşvik edilmesi milletimizin yararına olacaktır.

Çetinoğlu: Sanayi sektörü devamlı teşviklerle ayakta kalabilir mi? Böyle bir sistemin ekonomiye yararları ve zararları neler olur?

Şaban Gülbahar: Sanayi sektörünün tamâmının devamlı olarak teşvik edilmesi diye bir şey kabul edilemez. Böyle bir sistemin varlığı mutlaka istismarlara yol açacaktır. Dolayısıyla ekonomiye yarar değil zarar verecektir. Teşvik edilen sektörlerde teşvike esas olan fizibilitenin sürekli revize edilerek devam ettirilmesi kötü bir alışkanlıktır. Yatırımcının projesini sunarken kabul edilebilirlik, büyüklük, sağlayacağı istihdam ve de üretim ve ihracat bakımından hedeflerini doğru bir şekilde ortaya koyması gerekir. Bunlar en ciddî ölçülerde tâkip edilip değerlendirilmeli verilen teşviklerin devlet hazinesinde yük hâline gelmesi kesinlikle önlenmelidir.

Çetinoğlu: Sizce Türkiye’de teşviki en fazla hak eden sektör hangisidir?

Şaban Gülbahar: Bu soruya şöyle cevap vermek istiyorum; Türkiye’de mutlaka teşvik edilmesi gereken sektörler enerji ve yüksek teknolojiyi sağlayacak olan sektörlerdir. Ülkemizde sanayinin ve buna bağlı olarak ekonomik gelişmenin temini için bu şarttır. Diğer önemli bir sektörde tarım sektörüdür. Tarım sektörü ülke topraklarının gerçek mânâda sahiplenilmesi demektir. Bu sektör bugün devlet desteğiyle bile zor ayakta durur haldedir. Bu durumun devam etmesi topraklarımızın vatan vasfında zafiyetler meydana getirir. Bunun için tarımda istihdam edilen nüfusun gelişme seviyemize uygun nispetlerde tutulması ve ülkenin medenî ve modern hizmetlerinden istifâde ediyor olması şarttır. Bu hususun temini uygulanmakta olan klasik üretim tarzlarıyla mümkün değildir.

Mutlaka tarımda gelişmiş ülkelerin uyguladığı teknolojileri uygulamak mecburiyetindeyiz. Bu teknolojik yapılanmanın zeminini de yeteri büyüklükte tutulan ve parçalanması önlenmiş tarım arazileri oluşturur. Türkiye’nin ekonomik faaliyetlerinde dış pazarda talep yaratan ihracatında ve istihdamında önemli payı olan tarım sektörünü hedef alması gerekmektedir.
Çetinoğlu: Ekonomide reklam sektörünün yerini ve nasıl olması gerektiğini tahlil eder misiniz?

Şaban Gülbahar: Bugünkü mânâda reklam esas itibariyle bizim kültürümüze ters bir olgudur. Zira reklamla insanların şuur altına nüfus edildiği ve kitlelerde belli mallara yönelişlerin sağlandığı bilinen bir gerçektir. Bu tür yönlendirmelerle ilgili olarak devletler önemli tedbirler almaktadırlar. Ancak üzülerek ifâde edeyim ki özellikle görüntülü basında bu ölçülere uymayan kontrol dışı kampanyaların yürütüldüğü ve akın kara gösterildiği, karanın ak gösterildiğine şâhit olmaktayız. Bu hâliyle reklamın toplumumuz için faydadan uzak bir noktada olduğunu üzülerek ifâde ediyorum. Her şeyden önce reklam ölçülü olmak zorundadır.

Çetinoğlu: Kiralık işçi konusundaki düzenlemeyi nasıl buluyorsunuz?

Şaban Gülbahar: Kanunlarımız güya güçlüye karşı güçsüzü korumak kaygısıyla özellikle sanayiciliği, sanayiciyi canından bezdiren bir hâle sokmaktadır. Bu ülkede dürüst sanayici olabilmek akıl almayacak kadar zor bir iştir. Kiralık işçi konusu hem istihdamı artırmak hem de istihdamı kolaylaştırmak bakımından bir niteliği varsa bunu mâkul karşılarım. Bizim açmazımız ülkemizde sanayicinin işçiyi sömüren patron olarak nitelenmesidir.

Oysaki sanayici her şeyden önce çalıştırdığı insanın emeğinin karşılığını gözeten ve bunu temin için canını dişine takan ülkesi için üretmekten başka kaygısı olmayan bir insandır. Böyle düşünülmedikten sonra hiçbir güvencesi olmayan sanayicinin kendi menfaatlerini temin ve hayatiyetini idâme bakımından bir takım olumsuz yolarla sapması kaçınılmazdır.
Çetinoğlu: Kayıt dışı ekonominin tamamen önlenmesi mümkün olmasa bile, en aza indirilmesi için önerilerinizi açıklar mısınız?

Şaban Gülbahar: Bu sorunun cevabı, önceki cevaplarımda mündemiç olmakla birlikte tekrar etmek isterim ki; siz meşru bir iş yerini, bir ihracatçıyı, bir üreticiyi, bir tüccarı kafese girmiş kaz gibi nitelerseniz tüyleri bittikten sonra derisini soymaya çalışırsanız kayıt dışı ekonomiyle ilgili aldığınız hiçbir tedbir anlam ifâde etmeyecektir.

Çetinoğlu: Türk iş hayatının, içerisinde bulunulan dönem itibariyle çözülmesi gereken en önemli üç problemi nedir?

Şaban Gülbahar: Problemlerin başında iş hayatımızda istihdam oluşturan ve üretim yapan kişi ve kuruluşlara bakış açısının düzeltilmesi, ikinci husus istihdama, üretime ve ihracata dönük doğru ve sürekli bir değerlendirme ile bunu temin eden işletmelerin teşvik edilmesi, üçüncü ve en önemli husus en üst seviyedeki yöneticiden fabrikada üretime katkıda bulunan son işçiye kadar iş ahlakının ‘iş namustur’ prensibinin, işyerinin ehemmiyetinin zamanın eşsiz kıymetinin insanlarımıza öğretilmesidir.

Çetinoğlu: Sizin basın dünyası ile de ilginiz oldu. Bu işlere yabancı değilsiniz. Son soruyu da siz hazırlayıp cevabını verir misiniz?

Şaban Gülbahar: Son soruyu ben; ‘Genel durumu nasıl özetlersiniz’ diye sorardım. Buna cevabım: ‘Ümit varım…’ şeklinde olur.

Elem

Anlattığın hep o eski masallar.
Aldanmaktan usandığım yalanlar
Dönüp baktım ki mazide kalanlar
Hepsi acı, hepsi keder ve elem.

Gün akşama son nefese her adım,
Hüzünlere nokta koysa muradım.
Eller buldu ben niye bulamadım?
Hala acı, hala keder ve elem…

Derin Güç, ne kadar derin?

Türkiye seçime doğru giderken, ülkede son iki yılda süregelen gelişmeleri henüz doğru dürüst tahlil edemedik.

Geçmişte yaşanan bir takım gelişmeleri değerlendirirken, bu İktidar  Ergenekon’u adres gösterdi, Balyoz‘u adres gösterdi. 

İyi de, Ergenekon‘u, Balyoz‘u organize eden kim, daha sonra ortaya çıkaran kim?

Bunları, -var ise- daha önce ortaya çıkartmayan İktidar mı, yoksa başka bir güç mü?

Bu ülkede askerin lojmanının yanına bile yaklaşamazken, fotoğraf çektirilemez iken, Ordu’nun en mahrem bilgilerine ulaşmak nasıl mümkün olabiliyor?

Bu normal sivil bir gücün yapabileceği bir şey midir?

Yapıldığı söylenen ihbarları yapanlar, daha önce neden sessizliği tercih ettiler?

Darbe yapmak için mühimmata ihtiyacı olanlar, neden bu mühimmatı gidip bir yerlere gömerler?

En güvenli yerler, bizatihi askeri depolar iken, neden depoda saklamak yerine toprağa gömerler?

Komutanlarından mı korkar bunlar?

Komutanları da bizzat darbeci (!) zaten, neden onlardan gizleme gereği duysunlar?

Yoksa darbeci değiller de, başka bir problem mi var?

Ülkede ne zaman gündem değişikliğine ihtiyaç duyulsa, hemen bir ihbar mektubu ve akabinde bir yerlerde kazı çalışmalarına başlanılıyor.

Kimdir bu ihbarcılar?

Hiç mi merak etmeyiz?

Ülke gündeminde var olan Cumhuriyet rejimi tartışmalarını, ülke gündemine kim soktu?

Ben, siz, sokaktaki vatandaş, “Cumhuriyet rejiminin miadı doldu, artık yeni bir sistem kurmak gerek” diye ne zaman konuştuk, bunu ne zaman dillendirdik de ülke gündemine oturdu bu mesele?

Bizim gündemimizde olmayan bir şey, nasıl birden ülke gündemine oturtuluyor, hiç merak etmediniz mi?

Başbakan Erdoğan’a Başbakanlık yolunu açan Deniz Baykal’ın yanına, kim ne kadar yaklaşabilir ki, mahremine ait görüntüleri ele geçirebilsin.

Önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçiminde, Deniz Baykal’ın, Erdoğan’dan yana tavır alabilme ihtimaline karşın, Kılıçdaroğlu’nun, bu tercihini Abdullah Gül’den yana kullanabileceğini bilen bizler, bu komployu nasıl yorumlamamız gerek?

Bu ve benzeri soruları, “Derin Güç” diye cevaplandırmak mümkün tabi.

Ama hangi “Derin Güç” ?

Daha düne kadar, ‘Derin Güç’ olarak adlandırdığımız Ergenekon ve benzeri örgütleri, deşifre eden, hangi ‘Derin Güç’ peki?

Türkiye‘den hiç dışarıya kafamızı uzatmadan bu soruları cevaplamak kesinlikle mümkün değil.

Başımızı kaldırıp, önce Atlantik ötesine, sonra Orta-Doğu‘ya, en sonunda da Batı’ya çevirdiğimizde, gördüklerimiz bizi doğru istikamete götürecektir.

Ancak bu gördüklerimizi değerlendirirken, tüm önyargılarımızı da bir kenara koymamız gerektiğini unutmayın.

Bunların doğru değerlendirilmesi halinde, bu ülkede darbe de olmaz, darbe yapanlar da korunmaz, olmayan darbenin darbecileri olarak sunulanlar da, içeriye paket edilmez.

Kafamızı kaldırmanın, doğru düşünüp, doğru tahlil etmenin zamanı gelmedi mi artık?

 

Dua

Kelime anlamıyla Allah’a yalvarmadır. Allah’tan dilekte bulunma, niyaz, yalvarma manasına da gelir. Çağrı, nida, davet gibi karşılıkları da olan bir kelimedir.

İnsanoğlu yaratıldığı zamandan beri bazı davranışlarla beraber dua ile de güç kazanmaya, hayatı manalandırmaya, kendisi veya çevresi için talepte bulunmayı dua ile de gerçekleştirmeye çalışmıştır.

Aşağıda çeşitli dönemlerde o dönemin insanları tarafından yapılmış dua örneklerini göreceksiniz. Önemli bulduğum için böyle bir konuyu bu örnekleriyle sizlerle paylaşmak istedim.

– İlk dua Avusturalya yerlileri olan Aborjinlere atfedilen şu duadır.

Tanrım,

Bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için CESARET,

Değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmek için SABIR,

İkisi arasındaki farkı bilmek için AKIL ve

Beni aşkın körlüğünden ve yalanlarından koruyacak DOSTLAR ver…

– İkinci dua örneği Hitit’lere ait olduğu söylenen şu duadır:

Tanrım beni yavaşlat. Aklımı sakinleştirerek kalbimi dinlendir…

Zamanın sonsuzluğunu göstererek bu telaşlı hızımı dengele…

Günün karmaşası içinde bana sonsuza kadar yaşayacak tepelerin sükûnetini ver.

Sinirlerim ve kaşlarımdaki gerginliği, belleğimdeki yaşayan akarsuların melodisiyle yıka, götür.

Uykunun o büyüleyici ve iyileştirici gücünü duymama yardımcı ol.

Anlık zevkleri yaşayabilme sanatını öğret; Bir çiçeğe bakmak için yavaşlamayı,

Güzel bir köpek ya da kediyi okşamak için durmayı, Güzel bir kitaptan birkaç satır okumayı,

Balık avlayabilmeyi, hülyalara dalabilmeyi öğret…

Her gün kaplumbağa ve tavşanın masalını hatırlat.

Hatırlat ki yarışı her zaman koşanın bitirmediğini, yaşamda hızı artırmaktan çok daha önemli şeyler olduğunu bileyim…

Heybetli meşe ağacının dallarından yukarıya doğru bakmamı sağla, bakıp göreyim ki, onun böyle güçlü ve büyük olması yavaş ve iyi büyümesine bağlıdır…

Beni yavaşlat tanrım ve köklerimi yaşam toprağının kalıcı değerlerine doğru göndermeme yardım et.

Yardım et ki, kaderimin yıldızlarına doğru daha olgun ve daha sağlıklı olarak yükseleyim.

Diğer bir dua;

Abbie C.Marrow’un bir çocuğun sabah duasıdır.

“Rabbimiz, gece için sana şükran sunarız, ve keyif veren sabah ışığı için;

Dinlenme ve yiyecek ve sevecen ilgin için, bütün bunlar günü çok hoş kılarlar.

Bütün yaptıklarımızda, işte, ya da oyunda,

Her gün daha sevecen büyüyebilmek için,

Gereken işleri yapmamızda bize yardım et” Amin.

Bir diğer dua;

Mevlana Mesnevisinden aldığım şu duadır.

Ey toprağı altına çeviren, ona altın vasfını veren Rabbim,

Sen başka bir toprağı da insanlığın atası olan Adem şekline çevirdin.

İşte senin için her an lütuf ve ihsandır.

Benim işim ise tıpkı ilk atam olan Adem gibi,

Sürçmek, yanılmak ve unutmak,

O halde sen hata ve unutmamızı,

İlme dönder, cehlimizi sabır ile bilme çevir (Amin)

Yine Mesneviden aldığım şu dua da Hz. Davut peygamberi de hatırlatması bakımından farklı mana ve mesajlar alabileceğimiz bir duadır;

Hz. Yusuf’un güzelliği solar mı hiç?

Bu şiirinde güzelliği benden sonra yüz sene sonra bile dillerde dolaşacak,

Değil mi ki gönül için toprak altında çürüme yoktur ve benim bu sözlerimde gönülden çıkmıştır. Ciğerden değil.

Ey okuyucular! Ben Davut gibiyim.

Bu şiirim ise Zebur’un satırları!

Onları okuyan sizler de Davut’un fikrine katılan temiz kuşlar gibisiniz.

İlahi! Sen, Davut’a dost olan bu kuşların kanatlarını kırma!.. (Amin).

Bence İslam’ı anlama ve anlatma bakımından peygamberimiz Hz. Muhammed’in veda hutbesi de çok önemli mesajlar içeren bir duadır. Özellikle biz Müslümanların hayatı anlamlandırma bakımından bu metinde çok önemli mesajların olduğunu düşünüyorum. Bu bakımdan Veda Hutbesinde önemli bir dua örneği olarak değerlendirmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Veda Hutbesi

EY İNSANLAR! Sözümü iyi dinleyin! Biliyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedi olarak bir daha birleşemeyeceğim.

EY İNSANLAR! Bu arife gününüz, Bu hac ayınız ve bu Mekke şehriniz nasıl hürmete değer şeylerse canlarınız, namuslarınız da aynı hürmete değerdir, her türlü tecavüzden korunmuştur.

ASHABIM! Yarın rabbinize kavuşacaksınız ve bugünkü her hal ve hareketinizden sorguya çekileceksiniz. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynunu vurmayınız! Bu vasiyetimi burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsin! Olabilir ki bildiren kimse burada bulunup ta işitenden daha iyi anlayarak muhafaza etmiş olur.

ASHABIM! Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine versin! Faizin her çeşidi kaldırılmıştır. Ayağımın altındadır. Lakin borcunuzun aslını vermeniz gereklidir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız. Allah’ın emriyle faizcilik artık yasaklanmıştır. Cahiliyetten kalma bu çirkin adetin her türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığın faiz de Abdulmuttalib’in oğlu (amcam) Abbas’ın faizidir.

ASHABIM! Cahiliyet devrinde güdülen kan davaları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası Abdulmuttalib’in torunu (amcazadem) Rabiya’nın davasıdır.

EY İNSANLAR! Bugün şeytan sizin şu topraklarınızda yeniden tesir ve hakimiyetini kurma gücünü ebedi surette kaybetmiştir. Fakat siz, bu kaldırdığım şeyler dışında, küçük gördüğünüz işlerle ona uyarsanız bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bundan sakınınız!

EY İNSANLAR! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah emaneti olarak adlınız; onların namuslarını ve iffetlerini Allah adına söz vererek helal ediniz. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız, onlarında sizler üzerinde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız, onların, aile yuvasını hoşlanmadığınız hiçbir kimseye çiğnetmemeleridir. Eğer razı olmadığınız herhangi bir kimseyi aile yuvanıza alırsa, müeyyide kullanarak engel olabilirsiniz. Kadınlarında sizler üzerinde ki hakları, dine ve geleneğe uygun olarak, her türlü yiyim ve giyimlerini temin etmenizdir.

EY MÜMİNLER! Size bir emanet bırakıyorum ki ona sıkı sarıldıkça yolunuzdan hiç şaşırmazsınız. O emanet Allah’ın kitabı Kur’an dır. Müminler! Sözümü iyi dinleyin ve iyi belleyin! Müslüman Müslüman ın kardeşidir, böylece bütün Müslümanlar kardeştir. Din kardeşinize ait olan herhangi bir hakka tecavüz etmek başkasına helal değildir, meğer ki gönül hoşluğu ile kendisi vermiş olsun.

ASHABIM! Kendinize de zulmetmeyiniz. Kendinizde üzerinde hakkı vardır.

EY İNSANLAR! Allah Teâlâ her hak sahibine hakkını (Kur’an da) vermiştir varise vasiyet etmeye lüzum yoktur. Çocuk kimin nikâhında doğmuşsa ona aittir. Zina edenin çocuğa sahip olma hakkı yoktur. Babasınınkinden başka bir soy iddia eden soysuz yahut efendisinden başkasına bağlılık öne süren nankör, Allâh’ın gazabına, meleklerin lanetine ve bütün Müslümanların ilencine uğrasın! Hak, bu gibi insanların ne tevbelerini, nede adalet ve şahadetlerini kabul eder.

EY İNSANLAR! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir; Allah yanında en kıymetli olanınız, en çok saygı göstereninizdir. Arabın Arap olmayana takva dışında bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvadadır. Allah yanında en makbul olanınız en muttaki olanınızdır.

EY İNSANLAR! Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz!

“Allah’ın elçiliğini ifa ettin, vazifeni yerine getirdin, bize vasiyet ve öğütte bulundun, diye şahadet ederiz.” (Bunun üzerine Resul-i Ekrem şahadet parmağını göğe doğru kaldırarak, sonrada cemaat üzerine çevirip indirerek şöyle buyurdu:)

Şahit ol ya Rab! Şahit ol ya Rab! Şahit ol ya Rab!

Dua kapısını unutmayan, duası kabul olan ve yaşadığı süre içinde şu gök kubbede hoş bir seda bırakabilen hayat sürmeniz dileğiyle…

Türk Karşıtı Hayali Tezler

Son yıllarda Anadolu’da değişik milletler yaratma gayreti sürdürülmektedir. Milletleşememiş, hele hele Ortadoğu’da devlet kurma kabiliyeti olmamış toplulukları yapay milletleşme ve daha sonra da devletleşmeye çevirerek Anadolu’nun Türk-İslâm mühürü silinmeye çalışılmaktadır. Batılı sömürgecilerin emrindeki Kürt ırkçıları tarafından Batı güdümünde misyonerlik faaliyetlerinin hızlandırılması da sebepsiz

Amaç sadece Türk kimliğine karşı çıkmak değil; Kürtleri işbirlikçiler kanalıyla Hıristiyanlaştırmaktır. Din değiştirtme faaliyetleri dün de bugün de devam etmektedir. II. Abdülhamit zamanında da misyonerlik faaliyetleri Doğu ve Güneydoğu’da görülmüş ve büyük devlet adamı II. Abdülhamit gerekli tedbirleri almıştı.

Demek ki; o zamanın Osmanlısı bugünün Cumhuriyet Türkiyesi’nden siyasi etkinliği bakımından daha bağımsız kalabiliyordu. Bugün sandıktan çıkanlara Batı’nın istediği her şey yaptırılabiliyor. Batılı ülkeler taviz vermedikleri konuları Türkiye’ye dayatıyorlar. Bizimkiler de bunu demokratikleştirme diye yutturmaya çalışıyor.  Ortada bir halkın iradesi mi var; yoksa bu irade göstermelik olarak sandığa mı yansıtılıyor ve milli iradeye dönüştürülüyor? Ülkemizde demokrasinin bir çelişkisi de budur!

Türk milliyetçilerine yanaşma bir yazarın geçenlerde CNN-Türk isimli kanalda Kürtlerle Türkler üzerine bir programını seyrettim. Aslında katılanların bilimsel ahlâka uymadıklarını söylemek mümkün değil. Ancak, bir kişi düşünün; asıl amacı Taksim Meydanı’na çıkmak ama o kişi saatlerce Beyoğlu’nda dolaşıp duruyor ve oyalanıyor. Sağ eğilimli ama milliyetçi olamamış bu yazar, Türkçülüğü de Kürtçülük gibi aşırı kutup olarak göstermekten kaçınmadı. Milli Mücadele’den ve Cumhuriyet’ten, dahası Türk tarihinden rövanş almak için ortaya sürülen dıştan kumandalı, etnik ırkçılığa dayalı bölücü bir hareket; Milli Mücadele’yi başaran, Cumhuriyet’i ve milli devleti kuran bu ülkenin asli unsuruyla mukayese edilebilir mi?

Türkçülük; önce Türk’ü sevmek, Türk kültürünü yaşamak ve Türk’ün çıkarlarını koruma şuurudur. Dün Osmanlıcılık ve İslâmcılık yürümediği için Türk unsuruna dayalı bir milli devlete geçtik. Türkçülük hareketi bazı istisnalar ve yakıştırmalar dışında bir etnik ırkçılık projesi olmaktan uzaktır. İmparatorluk bünyesinde zamanla dışlanan ve kaybedilen kimliğin milli devletle beraber tekrar kazanılması ve milli kimliğe dönüşmesidir. Kısaca; asla dönüştür. Bu dengeleme hastalığı dün sağ ve sol diye etiketlenme dolayısıyla ülkeye çok şey kaybettirmiş ve gerçekleri örtmüştür. Yine dengecilik bazılarınca bir çıkış zannedilmektedir.

Tarihin karanlıklarına karışmış eski Karluk, Med ve Kalde gibi topluluklara kendilerini bağlama çabalarının yetersizliği karşısında ve Mezopotamya coğrafyasının da tek başına kimlik sağlayamadığı görülünce; tarihte kurulmuş bazı devletlerin Kürtlüğü tartıştırılır oldu. Ne Mervaniler, ne de Eyyubiler bir Kürt devleti olmuştur. Saf ırk nazariyesine dayanarak bugün Türk düşmanlığı yapanlar, o dönemlerde aynı devlet içinde değişik Müslüman toplulukların bir arada yaşayabildiklerini unutmuş görünmektedirler. Kaldı ki; edebiyatta ve bilim hayatında kullanılan dil bile o devletin kimliğini ortaya koymamaktadır. Selçuklu’da yazışma dilinin Farsça olması neyi değiştirir ki?

Eyyubi Devleti halkın çoğunluğunun Arap olmasına karşılık; ordunun ve hanedanın Türklerde kaldığı bir Türk devletidir. Eyyubi Devletine son veren, yerine Türk Memluk Devletini kuran İzzettin Aybek de Mısır’daki Türk ordusu komutanlarından birisidir. Selahattin Eyyubi’nin ölümünden sonra bu hanedanı Araplaştırmaya uğraşan devrin Arap asıllı tarihçileri gerçekleri değiştirememişlerdir. Türk olan Eyyubi hanedanının büyük çoğunluğunun adları eski Türk adlarıdır. Selahattin’in ağabeyinin adı Turanşah, kardeşlerininki ise Tuğtekin ve Böri’dir. Eyyubilerin devlet teşkilâtı Karahanlı ve Gazneli devletleriyle başlayan ve Selçuklularla gelişen teşkilâtın aynıdır. Türk hakimiyet sembollerinde biri olan mehter, Eyyubi sarayında da mevcuttu.

O devrin şairlerinden İbn Senaül Mülk’ün Haleb’in Selahattin tarafından alınmasından sonra yazdığı methiye dikkat çekicidir: “Arap Milleti Türklerin devletiyle yüceldi. Ehl-i Salip (Haçlı) davası Eyyub’ün oğlu tarafından perişan edildi.” (Türk Milli Bütünlüğü İçerisinde Doğu Anadolu, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara 1986, sh. 174-179)

Dün ve bugün Türklerin Türk olmadıklarını ispat gayretkeşliği bal gibi ırkçılık değil midir?