6.8 C
Kocaeli
Perşembe, Ekim 2, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1142

Sabır Küpü

Sevdiğim şeylerin arkasından ışıldadın,

Göremediğim gözlerin bakarken bana.

Senin benim anlayamadığım tuhaflıkların,

Benim sana yönelen bilgisiz duygusallığım,

Merakının bitmez tükenmez açlığı

 

Bitiremediğin konuşmalarınla sıkarken beni

Benim anlamadığım neden o kadar uzattığın

Senin bilmediğin benim o kadar uzun yaşamadığım

Günler günleri kovalıyor.

Benim sana güvenim kalmıyor

Bu durum beni de sıkıyor

Ama sana göre bir şey olmuyor

 

Benim anlamadığım neden sıkılmadığın

Fakat bilmedim senin nasıl bu kadar sabır küpü olduğun

Anlamadan düştüğüm çaresiz durumlarım

 

Çocukluk Yıllarımız ve Kar Keyfi

Lapa lapa kar yağıyor. Büyükşehirlerde kar çile, sıkıntı, derdin adı. Ama kar bereket ve mikropları öldüren en büyük ilaç. Bana göre ise lapa lapa yağan kar çocukluk yıllarıma götüren en büyük vasıta. Lapa lapa yağan karın altında kendimi hem gündüz hem gece sokağa atarak çocukluk yıllarımı yaşadım.

Zamanı durdurup 45 sene önceye giderek o Karadeniz’in doğası bozulmamış, dağ köylerinden birisi olan Espiye’nin bugünkü Soğukpınar beldesi Dikmen mahallesinde yaşadığım yıllar bir sinema şeridi gibi gözümün önünden geçti. O yıllar ne güzel yıllardı. Fakirlik vardı, sıkıntı vardı, ama mutluyduk, heyecanlıydık. Belki üstümüzde kalın elbise yoktu, dokuma işlik, kara manto, don, kara lastikle o lapa lapa yağan kar da yürüyüp ağzımızı semaya açarak kar yutma yarışına girişimizi, ala karga, kara tavuk tutmak için cıttıklar kurmamızı(ağaçtan kuş kapanı), bir anda hep hatırladım.

Kar yağarken, 7 yaşında ki oğlum Ahmet Emirhan’ın elinden tutarak benim 45 sene önce yaşadığım, o güzel anıları O’na da yaşatmaya çalıştım. Siz değerli okurlarımdan da bir isteğim var. Lütfen kendinize zaman ayırın, kar keyfini fırsat bilip zamanı durdurarak nostalji yapıp çocukluk yıllarınızı doya doya yaşayın. 10 sene önce yaz tatilinde çocukluk yıllarımı geçirdiğim Soğukpınar beldesinin Dikmen mahallesinde kaleme aldığım ve benim hatıralarımı yansıtan bir yazımın bir bölümünü sizlerle paylaşmak istiyorum.

“…Yaylaya göç hazırlıkları en az bir hafta önceden başlanırdı. Nisan sonu Mayıs başlarında insanlarla birlikte Küçük ve büyük baş hayvanlarda yaylaya gidecek hala getirilirdi. Küçük baş havyanlarını  boyunlarına, ince ses çıkaran çan, kalın ses çıkaran kelekler takılır, bunlara rast gele olmaza bir biri ile ahenkli  ötecek şekilde ayarlanır. Büyükbaş hayvanın boynuna ve alınlarına değişik renklerde  ipliklerden boyunlarına haltuk, alınlarına süsler ve püsküller takılır. Buzağılara üşümesin diye üstlerine  palanlar  takılır.

Yükleri taşıyacak o günün  taşıt araçları olan At, katır, Eşek ve Öküz gibi hayvanların üstüne  ev eşyası, giyecek ve yiyecek eşyaları yüklenerek göçlerin önünden öncü kuvvet olarak yayla yoluna çıkılır 2 günde gidilen yayla yolunda  konaklama yerleri ayarlanır gece buralarda kalınır ertesi gün boğaz azından yayladaki obalara çıkılır, önden giden  eşyalar  arka tarafı  toprak seviyesine olan ahıra bitişik üstü hartama, içinde ocaklığı, mutfağı (Tereği) hatta zaman zaman yeni doğmuş buzağılarında kaldığı bir bölüm’den oluşan 30 ile 40 M2 arasındaki yayla  evlerine  yerleşilir.  

Çocuklar  yolda  ayak bağı  olmasın diye göçlerden bir hafta sonra yaylaya giderlerdi. İ. Hakkı bey Fadime halası ile birlikte  yayla göçlerden bir hafta sonra gittikleri günü hiç unutamıyordu. Çocuklar göçlerin arkasından bir gün sonra yola çıkarlardı. Her alanda evin yükünü  ve külfetini çeken Fadime hala yayla zamanı da en büyük külfeti çekerek göçle birlikte sürekli o yaylaya giderdi. Bir keresinde İ. Hakkı bey ve  iki kardeşini  yanına alan Fadime hala  göçlerin arkasında yaylaya giderken  köyün ileri gelenlerinden olan Fadime Hala’nın  dedesinden  hala torunu olan Dokuzo yaylaların karlı ve çok soğuk olduğunu söyleyerek bir hafta sonra gitmelerini tavsiyeye etmiş. Bir hafta sonra yaylaya göç eşyası götüren  katır köye geldiği için  katırını iki tarafına yerleştirilen  sepetlerin bir tarafına iki kardeş diğer tarafına da bazı eşya ile birlikte yerleşerek  göçlerin ardından bir hafta sonra yaylaya gitmiştim.
 Gırandaki evin  karşısında Gaygancuk bir başka adı ile Ocak yanından  geçerek Göl başına geldiklerinde Gıran ve göldibi manzaraları çok güzel gözüküyordu.

Yayla yolundaki Kızılkaya maden bölgesi yeşilliklere inat değişik şekiller oluşturan  muhteşem manzaraya arz ediyordu.

Unpazarı’ndaki canlılık geçmişde kalmış. Unpazarı’nın artık sadece adı vardı. Unnucak’daki büyük gürgen ağacı ve çimenli düzlük  halen duruyor.. Yıllar önce bu yoldan Fadime hala ile birlikte  yayladan gelirken geç kalmıştık.

Sokucuk ve Ulucak dağların seyre daldı. Bu dağlarda yayla gelip giderken yaşadığım bir çok hatıra canlandı. Bu hatırlardan en önemlisi Karadeniz kadınının çilesiydi. Bir keresinde Fadime hala ile Soğukcuk gözüne taflan (yabani karayemiş) alafı kesmek için geldikleri Mart ayını hiç unutmuyordu. Her yer kar, saatler süren yolculuktan sonra Sokucuk gözüne gelmişler, Koyunların yemeleri için kestikleri alafları Fadime hala ile birlikte sırtlarına alarak 3 saat süren yolculuktan sonra köye geldiklerinde Karalastikten geçen kar sularının  ıslattığı yün çorabının ayaklarını üşütmesini daha dün gibi hatırlıyorum.

Karadeniz’de hayvancılık büyük bir çile, Yaz aylarında yaylaya götürülen  hayvanlar kışları kuru; Yaykın Kestane, Meşe, pelit alafının yanı sıra, yabanı  taflan alafları  ve kışlalarda üstündeki karları  küreklerle atılan  böğürtlenlerle bakılıyordu. Büyük baş havyanların tamamı kuru ot, Mısır sapı ve Mısır talaşlarından yapılan yallarla bakılıyordu. Fadime hala ile birlikte  koynunlar için Karuk (bögürtlenlerin üstündeki karların  ağaç küreklerle kürünerek altından  yeşil böğürtlen yapraklarının çıkarılması) Kuz ve  Zayımağa’da bir çok kez  kar kürümüşler. Bir keresinde Zayımağa’da  kardan  mahsur kalmıştık, kuru gürgen  köküne Fadime halanın kuşağından çıkardığı kibrite yaktıkları ateşde ısınmıştık. Yoğun kar yağışı geçtikten sonra hep birlikte koyunları kırandaki evinin altındaki tama getirmiştik… ” 

Evet bu yazıyı 2000 yılında kaleme almıştım. Sizlerle paylaştım. Ümit ediyorum Sizlerde hatıralarınızı yazıyor, çocukluk yıllarınızı unutmuyorsunuzdur.

 

Röportajın ikinci ve son bölümünde Prof. Dr. Özcan Yeniçeri ile Türkiye’deki muhafazakârları konuştuk.

Röportajın ikinci ve son bölümünde Prof. Dr. Özcan Yeniçeri ile Türkiye’deki muhafazakârları konuştuk.
Oğuz Çetinoğlu: Röportajın birinci bölümünde muhafazakârı konuşmuştuk. Muhafazakarlarla liberallerin ortak paydaları var mıdır?
Prof. Dr. Özcan Yeniçeri: Robert Nısbet, Yirminci yüzyıldaki güçlü cemaat arayışının tarihî arka planında, iki büyük devrimin Ortaçağ sosyal düzeninde oluşturduğu sosyal erozyonu (18) görür. Bu devrimler Endüstri Devrimi ve Fransız Devrimi’dir. Toplumla ilgili düzende meydana gelen bu erozyon (18), gelenekli cemaat yapılarını ve sosyal kurumların çöküşüyle gerçekleşir.

Nisbet; Çöken veya kaybolan cemaat yapılarının yerini yeni bir cemaat formunun aldığını ileri sürer. Bu yeni cemaat Sosyal Sözleşmesi’nde ‘İnsanlar özgür olmaya zorlanmalıdır.’ diyen devrim filozofu J.  J. Rousseau’nun (19) politik cemaatidir. Aslında şahsa ait özgürlükler liberalizmin, sosyal ve moral istekler radikalizmin, gelenekler ise muhafazakârlığın ethosudur (20).

Bir başka biçimde; Özgürlük liberalizmin; eşitlik sosyalizmin; güven ve istikrar muhafazakârlığın değer verdiği kavramlardır denilebilir. Muhafazakârlık, radikalizm ve liberalizm ile birlikte on dokuzuncu yüzyıl Avrupa’sında fikrî ve siyasî atmosferi etkisi altına alan üç büyük ideolojiden birisidir. Emile Faguet’nin (21) ‘geçmişin gerillaları’ olarak isimlendirdiği muhafazakârlar, ortaçağ geleneğini kendilerine kalkan yaparak iki büyük devrime ve bu devrimlerin getirdiği yeni sosyal düzene saldırmışlardır.

Nisbet’in (1) deyişiyle muhafazakârlık ‘Bu iki devrimin istenmeyen ve beklenmedik çocuğudur.’ Muhafazakârlar evrimci (7), tedrici (22), tabîi değişimi savunurlar. Hâlbuki bu sosyal yapıların her biri doğal işleyişine bırakıldığında adalet, eşitlik değil baskı, tahakküm ve eşitsizlik üretmektedir.
Oğuz Çetinoğlu: Muhafazakârlar nasıl düşünüyorlar?
Prof. Dr. Özcan Yeniçeri: Muhafazakârlar geleneğin, dinin, ailenin ve gönüllü kuruluşların, liberaller ise piyasanın doğal işleyişinin adaleti sağlayacağına inanırlar. Her iki anlayışın da odağında ‘doğal işleyiş’ vardır. Doğal işleyişe müdahale etmeye her iki anlayış ta karşı çıkar. Sosyalistler, muhafazakârların liberallerle birlikte özde ‘doğal işleyişi’ savunduklarını bu bakımından da birbirlerinden farklı olmadıklarını ileri sürmüşlerdir. Aslında muhafazakârların ‘Dokunmayın geleneklerimize’ sloganına liberaller ‘Dokunmayın tacirimize’ sloganıyla karşılık vermişlerdir. Sosyalistler ise buna ‘Her ikinizin de canı cehenneme’ diyerek, her iki anlayışa da radikal bir biçimde karşı çıkmışlardır.
Oğuz Çetinoğlu: Farklı yaklaşımlar da olmalı…
Prof. Dr. Özcan Yeniçeri: Evet! Immanuel Wallerstain’ın (23) yaklaşımı ise daha farklıdır: O, ‘soldan sağa sosyalizm, liberalizm, muhafazakârlık’ diye sıralanan üçlü ideolojik sistemin, aslında dünya çapında hâkim ve merkez ideoloji olan Liberalizmin üç görüntüsünden ibâret olduğunu, bu sistemin sol kanadın çöküşüyle, dünya çapında bir bütün olarak meşruiyetini ve geçerliliğini süreç içinde yitirdiğini ileri sürmüştür.
Oğuz Çetinoğlu: Muhafazakârları konuşuyorduk hocam! Ülkemizdeki muhafazakârların durumu nedir?
Prof. Dr. Özcan Yeniçeri:  Hangi gerçeğe hitap ederse etsin içi; tarih, toplum, kimlik ve coğrafya bilinciyle doldurulmamış herhangi bir değerlendirme; o toplum bakımından anlamlı kılınamaz. Sosyolojik akışın onaylamadığı, coğrafyaya uymayan, tarihin yürüyüşüne uygun düşmeyen yaklaşımların kalıcı bir gerçek haline gelmesi beklenemez.

Evrensel değerlerin millî/tarihî/sosyal yapının ve çağdaş aklın süzgecinden geçmeden sosyal hayatın parçası haline gelme şansları da yoktur. Bu gerçekliktir ki Atilla İlhan’a (24) şu soruyu sordurmuştur: ‘Türk sağcılığı da, Türk Solculuğu da, Liberalliği, Sosyalistliği vs., ancak ortaklaşa bir tarih ve yurt bilinciyle oluşturabilir; bu çifte bilinçten yoksunluktur ki, liberalliğimizi Amerikan veya İngiliz liberalliği; sosyalistliğimizi Rus veya Çin sosyalistliği; milliyetçiliğimizi İtalyan veya Alman faşistliği haline getiriyor; Türkler, çağdaş bilimselliği kullanarak, yurt ve tarih bilinciyle millî şartların özgün liberalliğini, sosyalistliğini, Müslümanlığını ve milliyetçiliğini gerçekleştiremezler mi?’
Oğuz Çetinoğlu: Siz ne diyorsunuz? Gerekleştirebilirler mi?
Prof. Dr. Özcan Yeniçeri: Sorulması gereken soru budur. Evet! Bir toplumun kültürel özü, coğrafyasının, tarihî birikiminin, gelecekle ilgili ideallerinin, ahlakî ve manevî değerleri tarafından doldurulmadığı sürece; kavramların adına ister liberallik deyin isterse sosyalistlik, boşlukta asılı lafzı muhayyel olarak kalmak durumundadırlar. Mesele, birinci sınıf liberal, sosyalist, muhafazakâr veya milliyetçi çıkaramama ve buna bağlı olarak birinci sınıf eser üretememe meselesidir. Dâvâsı olan, değeri olan insan yetiştirememe Türkiye’nin temel problemidir. Dâvâsı olmayan aydınlar üretmektedir.
Oğuz Çetinoğlu: Bu sözünüz, kendilerini ‘aydın’ olarak tanımlayan batıcı okur-yazarlara mı?
Prof. Dr. Özcan Yeniçeri: Türk tarihine, toplumuna ve kültürüne hakaret ettiği oranda batılı çevrelerce ödüllere boğulan bazı liberal yazar-çizer takımı aydın olmayı içinde yaşadığı halka, tarihe, kültüre hatta coğrafyaya duyulan güvensizlik, buna karşın küresel güce karşı duyulan bağlılık olarak algılamaktadır.
Oğuz Çetinoğlu: Türkiye’de muhafazakârlık kavramı doğru algılanıyor mu?
Prof. Dr. Özcan Yeniçeri:  Türkiye, muhafazakârlık kavramının yerli yerine oturmadığı, bir başka ifadeyle bu kavramın en yanlış tanındığı ve kullanıldığı ülkelerden birisidir. Türkiye’deki liberal ve muhafazakâr kesimin kavramlar üzerinde olmasa da ABD Başkanı Barack Obama üzerindeki kanaatlerinin ortak olduğu görülmektedir. Nitekim bu kesim ABD Başkanının Türkiye ziyareti üzerine Türkçede bulunan bütün övücü sözler kullandıkları görülmüştür.

Muhafazakâr cenahtan bir yazarın ‘Obama’yı İzlerken’ başlığıyla kaleme aldığı yazıda ABD Başkanı Obama’yı şöyle takdim ediyor: ‘Çok dengeli bir insan…/…  Sırıtan hiçbir özelliği yok…/… Hazımlı, özgüvenli…/… Çok da sempatik. Gönlünü açıyor ve sabırla, umutla bekliyor; sıcaklık ve yakınlık gösterilmesini. Gösterişsiz ve mahcup bir vakarla bekliyor…/… tam bir diyalog adamı. Sermayesi olan için çok verimli bir muhatap.’

Bir başkası ise ‘Öğrencilerle bir süper gücün başkanı değil de içimizden biri gibi sohbet etmesi, gönüllerin fethine yetti. Bush döneminin işgalci, zalim burnu havada Amerika’sı yerine, Clinton’ın ziyaretini hatırlatan ve Amerika’ya olan antipatiyi, iki gün içinde sempatiye dönüştüren bir ziyaret bu.’

Bir diğeri ise şöyle yazıyor: ‘İç politika için belki bugünden iddialı bir laf olacak ama söylemeliyim: Obama’dan önceki Türkiye’yi unutunuz, Obama’dan sonra yeni bir Türkiye var.’ diyor. Hâlâ iki Müslüman ülkeyi (Afganistan ve Irak) resmen işgal altında tutan ABD Başkanını bu denli övmek her kökten muhafazakâr veya doğuştan liberalin yapacağı bir iş olmasa gerek.

Kendisini liberal olarak konumlandıran eski Marksist yeni neoliberal (25) bir gazeteci T.C Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Tahran ziyaretini ‘Obama’nın barışçıl öncü kuvveti olarak Tahranda’ başlıkla yazı yazabiliyor.
Oğuz Çetinoğlu: Türkiye’deki liberal ve muhafazakârları siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Prof. Dr. Özcan Yeniçeri:
Her ülkenin liberali, muhafazakârı, ateisti veya sosyalisti; kendi ülkelerinin millî çıkarlarını öncelikli bir konumda tutar. Tarih boyunca bütün büyük güçler liberalliği, sosyalistliği veya muhafazakârlığı millî çıkarlarının amacı değil aracı olarak kullanmışlardır. Türkiye’de yetişen mukallit liberal veya muhafazakârlar ise her seferinde dünyanın genel gidişine ters bir biçimde hareket etmiştir. Türkiye’de millî çıkarlar, Türk kimliği ve Türk tarihi, muhafazakâr ve liberaller tarafından her zaman ideolojilere kurban edilecek kadar önemsiz görülmüştür.
Oğuz Çetinoğlu: Milliyetçilik kavramından da söz edelim mi?
Prof. Dr. Özcan Yeniçeri: Dünyanın her yerinde insanlar arasında nüfus, sâhip olunan ekonomik kaynaklar, askerî ve siyasî güç, inanç, yaşanılan coğrafya, tarih ve sosyal gelişme bakımından farklılıklar vardır. İnsanlar arasındaki bu farklılıklar çıkar ve kimlik problemini ortaya çıkarır. Farklı kimlik ve çıkarlara sâhip toplumlar dünya üzerindeki yerlerini ve statülerini güçlendirmek için birbirleriyle yarışırlar. Özgür olmayanlar özgür, eşit olmayanlar eşit, bağımlı olanlar bağımsız, geri toplumlar ileri toplum haline gelmek için benzerleriyle dayanışma, karşıtlarıyla da yarışma içine girerler.

Güneşin altında onurlu bir yer edinme kaygısı toplumların yönelimlerinde önemli bir yer tutar. Sonuçta bu yönelim, kimlikleri aktif olmaya teşvik ederek toplumların dünya düzeni içinde kategorik olarak konumlandırılmasını sağlar. Bu anlamda milliyetçilik kendi kaderini tayin, millet, egemenlik, ilerleme, özgürlük, modernleşme, eşitlik, millî devlet, kimlik, kurtuluş hareketleri, özerklik, öz bilinç, millî onura sahip çıkmak gibi kavramların merkezinde yer alır.

Hemen her yerde milliyetçilik, sömürgeciliğe son veren bağımsızlık ve kurtuluş hareketlerinin de enerji santrali konumunda olmuştur.
Oğuz Çetinoğlu: Milliyetçilik kavramına aleyhtar olanlar var.
Prof. Dr. Özcan Yeniçeri: Milliyetçilikler çoğu zaman öz güvenin, kendini fark etmenin ve savunmanın aracı olmuşlardır. Ona yönelik olarak geliştirilen eleştirilerin çokluğu sosyo-kültürel ve siyasî etkisinin büyüklüğünden kaynaklanmaktadır. Gerçekten de çok çeşitli ideolojik hareketler, bir anlamda kendilerini meşrulaştırmanın yolu olarak milliyetçiliği eleştirmeyi seçtikleri görülmektedir.

Süreç içerisinde küresel yöneticiler daha çok da sömürgeci güçler kullanamadıkları veya kontrollerinden çıkan milliyetçilikleri ‘günah keçisi’ ilan etmeyi bir strateji olarak benimsemişlerdir. Şu paragraf, bu stratejinin niteliğini göstermektedir: ‘Dünya yöneticilerinin gözüyle çağdaş insanın en tehlikeli efsânesi Maisonrouge’un (26) ‘millî ön yargılar ve endişeler’ dediği milliyetçiliklerdir. On sekizinci yüzyılın ‘Ecrasez l’infame -ezin günahkârı’ şeklindeki çağrısının çağdaş karşılığı Peter Drucker’in (27) sloganıdır. ‘Milliyetçi canavarın dişlerini sökmeliyiz.’

Diderot (28) için Katolik Kilisesi nasıl bilgisizliğin ve akılcı değişikliklere direncin simgesi olmuşsa, Maisonrouge için de düşman ‘akılcılığa aykırı olan milliyetçiliktir.’

Milliyetçilik karşıtlığı çoğu yerde bir başka milliyetçiliği veya çıkarı meşrulaştırmak için yapılmaktadır. Kendilerini herhangi bir milliyetçiliğin veya millî çıkarın etkisinden muaf olarak görenler, gerçekte farkında olmadıkları bir milliyetçiliğe hizmet etmektedir. İnsanlar, ister milliyetçilik karşıtı isterse bigânesi olduğunu söylesinler sonuçta herhangi bir milliyetçiliğin aracı olmaktan kurtulamazlar.

Liberal, ümmetçi, sosyalist, evrensel veya küresel söylemler, gerçekte bu görüşleri millî çıkarlarının aracı olarak kullanan büyük kültürlerin veya güçlerin -bir anlamda- hizmetindedir. Tarihi, yaşanan gerçeklere uygun biçimde okumasını bilenler milliyetçiliklerin asıl, ideolojik evrenselci yaklaşımların ise süreç içerisinde birer ayrıntıdan ibâret olduğunu görürler. Tarihî mücâdelelerin daha doğrusu milletlerin kaderini de gerçekte bir milliyetçiliğin bir başka milliyetçilikle olan ilişkisi tâyin eder.
Lügatçe:
(18) erozyon: Tabiatta, rüzgâr, sel, buz gibi etkenlerin, kullanılabilir toprakları aşındırarak sürüklenmesi olayı. Sosyal hayatta, toplumun kültürel değerlerinin kayba uğraması.
(19) Jean-Jacques Rousseau: İsviçre’nin Cenevre 28 Haziran 1712 tarihinde doğdu. 2 Temmuz 1778 tarihinde öldü. Fransız yazar, düşünür, filozof, politika ve müzik teorisyenidir.
Eğitimine 10 yaşında iken bir din adamının yanında başladı. 1728-1738 yılları; uşak, sekreter, müzik hocası ve tercüman olarak Fransa, İtalya ve İsviçre’de dolaşmıştır. Fransa’da yazıları yasaklanınca İngiltere’ye gitti. Daha sonra da İsviçre’ye sığındı. Kalvenist olarak vaftiz olmuştu. Torino’da Katolikliğe geçti, daha sonra tekrar Kalvenist oldu. Bu sebeple doğduğu şehir olan Cenevre’de ateist suçlamalarına mâruz kaldı.
İnsan tabiatına ilişkin çözümlemesiyle, insanın medeniyet tarafından değiştirilmemiş doğal halinin birçok açıdan daha üstün olduğu fikri ve modern demokrasi anlayışına temel oluşturan sosyal sözleşme öğretisiyle ün kazanmış olan ünlü Fransız düşünürdür. Kendisi filozof sıfatını her zaman reddetmiştir.
Türklerin 700’lü yıllarda bilip uyguladığı Millî egemenlik düşüncesi Avrupa’da ilk defa ilk defa 18. yüzyılda Rousseau tarafından ortaya atılmış ve bu yüzyılda despot hükümdarlara karşı fertlerin hak ve hürriyetlerini gerçekleştirip, teminat altına almak için girişilmiş olan mücadele ile başlamıştır. Ancak bu fikrin ortaya çıkması, yani halkın da yönetime katılarak, hükümdarın gücünün sınırlandırılması işi 1215 tarihli Magna Charta’ya dayanmaktadır. Manga Charta’nın ortaya koyduğu insan hakları kavramı da, İslamiyet’te, 600’lü yıllarda Medine sözleşmesi ve Vedâ Hutbesi ile ele alınmıştı.
(20) ethos: Huy, alışkanlık; yüz ifâdesi, tutum, kişilik anlamında Latince kelimedir. Yüksek ahlak anlamında da kullanılmaktadır. Etik kelimesi de buradan gelmektedir.
(21) Emile Fauet: 1847-1916 yılları arasında yaşamış Fransız tarihçi ve münekkit. ‘Devlet, kötüdür fakat gereklidir.’ sözü ile hatırlanır.
(22) tedrici: Yavaş yavaş, azar azar, aşamalı olarak yapılan.
(23) Immanuel Maurice Wallerstein: 28 Eylül 1930 tarihinde New York’ta doğdu. ABD’li sosyolog, tarihî sosyoloji alanında ilim adamı ve dünya sistemler analisti.
(24) Attilâ İlhan: 15 Haziran 1925 tarihinde doğdu. 11 Ekim 2005 tarihinde İstanbul’da vefat etti. Türk şair, romancı, denemeci, gazeteci, fikir adamı ve yazar. Entelektüel çalışmalarıyla Türk edebiyat ve düşünce dünyasına önemli katkıları olmuş bir aydındır.
(25) neoliberal: Neo, yeni anlamında bir ön ektir. Neoliberal, ekonominin devlet işlerinden ayrılmasını ve piyasayı özel teşebbüsün yönetmesi gerekliliğini savunan ve Neoliberalizm olarak anılan düşünce akımı benimseyen kişiler için kullanılır.
Rekabetin piyasayı yönetmesi gerektiğini söyler. Dengelenmiş bütçeyi, serbest piyasa kapitalizmini ve serbest ticareti savunur. Devletin sadece herhangi bir kriz anında âcil ve keskin müdâhaleler yapmasını, bunun dışında piyasadan tamamen çekilmesi gerektiğine inanır. Türkiye’deki en hararetli taraftarı Turgut Özal’dı. Sağcı ekonomi sistemi olarak kabul edilir.
(26) Maisonrouge: Bir yönetici ve düşün adamıdır. Alıntılar O’nun 13 Kasım 1969 tarihli ‘İş Dünyasının Büyümesi’ konulu konuşmasından alınmıştır.
(27) Peter Ferdinand Drucker: 19 Kasım, 1909 tarihinde doğdu, 11 Kasım, 2005 tarihinde öldü. Avusturyalı yazar, danışman, öğretim üyesi ve yönetim bilimci.
Frankfurt Üniversitesi’nde okudu. Keynes ve Schumpeter’den ders aldı. 1929’da Frankfurt’un en büyük günlük gazetesinde finans yazarlığı yaptı. 1933’te tutucu bir Alman filozofu olan Stahl hakkında yayımlanan yazısında Nazileri o kadar rahatsız etti ki, yayın yasaklanmakla kalmadı yakıldı. Bir süre sonra, ‘Almanya’da Yahudi Problemi’ başlıklı yazısı da aynı şekilde tepki gördü.
Hitler başa geçtikten sonra Londra’ya göçtü. Bankacı oldu. 1937’de gazeteci olarak Amerika’ya gitti. Vermont’ta Bennington Koleji’nde siyaset ve felsefe profesörü olarak ders verdi. 1939’da ilk kitabı, ‘Ekonomik Adamın Sonu: Totaliterliğin Kökenleri’ isimli kitabı yazdı. 1945’te General Motors’u inceledi ve sonucunda 1950’de ‘İşletme Kavramı’ isimli çığır açan kitabı basıldı. En önemli eseri ‘Yönetim Uygulaması’ isimli kitabını 1954’te yayımlandı. Bu çalışmasında işletmeleri masaya yatırdı. Özetle yönetimin bir bilim ya da sanat değil, bir meslek olduğunu gösterdi. 21 yıl boyunca New York Üniversite’sinde hocalık yaptı. O kadar popülerdi ki, dersleri spor salonunun yanında yüzlerce sandalyenin sığabileceği bir mekânda yapılıyordu. 1975’ten itibaren 20 yıl Wall Street Journal’da aylık köşe yazarlığı yaptı.
Drucker’in ilgi çekici sözlerinden bâzıları:
Her karar tehlikelere gebedir. Karar, kaynakları bilinmeyen ve belirsiz bir geleceği sunma taahhüdüdür. Eğer kararın gerekli olduğunu, karşılaşılacak problemleri açıkça ifâde etmeyi ve doğrudan başa çıkmayı, sonunda uzlaşma yapmanız gerektiğini biliyorsanız, tehlikeler en aza indirgenebilir.
Etkin organizasyonlar kendilerini tatmin etmek için değil, müşteri ihtiyaçlarını karşılamak için vardır. Liderler organizasyonu oluşturan çalışanların kendilerini sürekli yenileyebilecek şekilde dışarı odaklanmasını sağlamalıdır.
Türkçeye çevrilmiş kitapları: Etkin Yöneticinin Seyir Defteri. Fırtınalı Dönemlerde Yönetim. Geleceğin Toplumunda Yönetim. Sonuç İçin Yönetim. Kapitalist Ötesi Toplum. 21. Yüzyıl İçin Yönetim Tartışmaları. Büyük Değişimler Çağında Yönetim. Etkin Yöneticilik. Yönetim Uygulaması. Yeni Gerçekler. Devlet ve Politika Alanında Ekonomi Bilimi. İş Dünyasında Toplumda ve Dünya Görüşünde Gelecek İçin Yönetim. 1990’lar ve Sonrası
(28) Denis Diderot: Fransız yazar ve filozof Diderot, 5 Ekim 1713 tarihinde doğdu, 31 Temmuz 1784 tarihinde vefat etti. Aydınlanma Çağı’nın en önemli kişiliklerinden biriydi. Onun önderliğinde Aydınlanma döneminde Batı Avrupa’da ülkeler arasında çekişmeler olsa da bilgi akışı yeni aydınların toplumlara kazandırılmasını sağlamıştır. ‘Filozofça Düşünceler’ isimli kitabı, mahkeme kararı ile yakılmıştır.
Prof. Dr. Özcan YENİÇERİ kimdir?
1954 yılında Gümüşhane’nin Şiran ilçesinde doğdu. İlk ve orta tahsilini Gümüşhane’de, yüksek tahsilini Ankara’da, yüksek lisansını 1987 yılında Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde tamamladı. 1991 yılında Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde Yönetim Organizasyon dalında ‘Örgütlerde Çatışma ve Yabancılaşmanın Önlenmesinde Yönetime Katılmanın Rolü’ adlı tezinin kabul edilmesiyle de doktor unvanını aldı.
1998 yılında doçent, 2004 yılında da profesör oldu.
Prof. Dr. Özcan Yeniçeri, Niğde Üniversitesi’nde çeşitli aralıklarla Kamu Yönetimi Bölüm Başkanlığı, Meslek Yüksek Okulu Müdürlüğü, Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü yaptı. 1999 yılında Kazakistan’daki Ahmet Yesevî Üniversitesi’nde görev aldı. Bu üniversitede Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü kurdu ve bir yıl süreyle de başkanlığını yaptı. 2004 yılında AYSAM (Ahmet Yesevî Stratejik Araştırmalar Merkezi) Başkanlığına getirildi. Burada iki yıl çalıştıktan sonra hâlen görev yapmakta olduğu Niğde Üniversitesi’ne geçti.
Yayınlanmış eserlerinden bâzıları: Yeniden Türkleşmek, Örgütsel Değişmenin Yönetimi, Küreselleşme Karşısında Milliyetçilik ve Kimlik, Küresel Kıskaç ve Türkçülük, Bilgi Yönetim Stratejileri ve Girişimcilik, Dokunanlar, İtirazlar, Bugünden Yarına Türk Dünyasına Stratejik Bakış, Yönetimde Yeni Yaklaşımlar, Ölüler Nefes Almaz (Roman), Örgütlerde Çatışma ve Yabancılaşma Yönetimi.
Prof. Dr. Yeniçeri, 2003 yılında, Türk Ocakları Genel Merkezi tarafından ‘Prof. Dr. Osman Turan Kültür Araştırmaları Armağanı’na layık görülmüştür. Ortadoğu, Ayyıldız, Millet, Hergün ve Siyaset Ekseni gazetelerinde çeşitli aralıklarla köşe yazarlığı yapmıştır. Halen Yeniçağ Gazetesi’nde köşe yazarlığına devam etmektedir.

Kayıp Coğrafyalarımızdan Haberler – I

Efenim, siz ‘En Denek Sizsiniz‘ yada ‘Hırtlar Vadisi‘ni seyredururkene netekim biz de boş durmadık veee Türklerle ilgili veya ilintili coğrafyaları yeryüzünde arama bulma faaliyetine devam eyleyedurduk. Bizim bilmediğimiz ama bir şekilde etki alanımıza girmiş olan sürpriz diyarlardan bazılarını dikkatinize sunuyoruz.

TURKS & CAİCOS ADALARI – Atlas Okyanusu’nda Küba açıklarında bir adalar topluluğu. Caicos‘un, Türkçe okunuşuyla Kaykos‘un kayıktan geldiği kabul ediliyor. Pîri Reis‘in meşhur haritasında adaların olduğu yerde kayık resmi var. Amcası Kemal Reis‘in Antil Adaları seferlerinde uğradığı (1470 – 1480’li yıllar) yerlerden. 1799‘dan beri İngiltere‘ye bağlı.

Başkenti Grand Turk (Cockburn Town). Adını Büyük Türk Kanunî‘den aldığı kabul ediliyor. Yüzölçümü 418 km2. Nüfusu 40 bine yakın. İsminin hatırına bile siyasi ilişki kurulabilir. Muhakkak arkasından Meluncanlar gibi bir vaka daha çıkabilir.

Aşağıda adaların bu günkü ve 1869 – 75 arasındaki bayrakları görülüyor.

DROGHEDA – İrlanda‘nın doğu sahilinde, Başkent Dublin‘e 70 km. uzaklıkta

bir şehir. İrlanda açlık ve kıtlıktan kırılırken 1847‘de tahıl yüklü 5 Osmanlı gemisi İngilizlerin karşı koymasına rağmen Drogheda Limanı‘na yardımı boşaltır. İrlanda soyluları bununla ilgili Sultan Abdülmecid‘e teşekkür mektubu, Drogheda Belediyesi de şükran plâketi ve anıtı hazırlamışlardır. Şehir armasında ay yıldız var.

1919 yılında kurulan ve Trabzonspor‘la da kardeş kulüp olan Drogheda United takımın amblemi bordo – mavi ay yıldız. Ve İrlanda Ligi‘nde başa güreşenlerden. Aynısından bir de İngiltere Ligi‘nde var; Porsmouth.

VARNSDORF – 14.yy‘dan kalma bir köy. Çek Cumhuriyeti‘nin Almanya

sınırındaki Bohemya bölgesinde. Martin Luther‘in aforoz korkusuyla Saksonya‘ya sığınıp yeni mezhebini ilan etmesiyle kasabanın kaderi değişmiş (1535). 1555 Ougsburg Antlaşması‘na kadar çekmediği sıkıntı kalmamış. O sıralar sadece Osmanlı‘nın desteğini almış. Ki Protestanlığın bir mezhep olarak tanınması Osmanlılar ve daha çok Kanunî sayesinde olmuştur.

Osmanlı yalnızca dinî anlamda değil aynı zamanda ticarî anlamda da kurtarıcı olmuştur. 1700‘lü yıllarda Şam dokumaları kente getirilmiştir. Zamanla Avusturya İmparatorluğu‘nun mühim şehirlerinden biri olmuştur. Günümüzde de 30 bine yakın nüfusuyla önemli bir tekstil şehridir. Tarihî kilisesi ve Beethoven‘e 1830‘da ilham kaynağı olması da turist çeker.

Bayrağındaki ve şehir armasındaki ay yıldızdan başka bizle irtibatları yoktu, tâ ki siz bu yazıyı okuyana kadar.

Pontus Rüyası

“Sümela Manastırı’nda düzenledikleri ayinle Türkiye’deki Pontus hayallerinin ilk ayağını gerçekleştiren Rumlar, şimdi de Yunanistan’da Pontus televizyonu kuruyor. Cumhuriyet gazetesinin haberine göre, hükümete yakın isimler arasında bulunan ünlü iş adamı Dimitris Melissanidis’in kuracağı televizyonun hedefinde Doğu Karadeniz Bölgesi yer alıyor. Kanalın başında ise Türkiye’de çok iyi tanınan ünlü Yunan casusu Savvas Kalenderidis bulunuyor.

Bebek katili Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkışı sonrası geldiği Atina’da sürekli beraber olup koruma görevi yapan casus Kalenderidis, Öcalan’ı Kenya’ya götüren uçakta da yanında bulunuyordu. Terörist başının, özel bir operasyonla Kenya’dan Türkiye’ye getirilmesi sonrasında büyük tepki gösteren Kalenderidis, Yunan ordusundaki görevinden istifa ederek kitabevi açmıştı.

“Savvas Kalenderidis, Rusya ve Türkiye’nin Doğu Karadeniz bölgesine ulaşmayı hedeflediklerini belirtti. Amaçlarının Türkiye’deki Pontus bölgesi dahil, bütün dünyada Pontuslular arasında köprü olmak olduğunu söyleyen Kalenderidis, programların Türkiye’deki Yunan Helenizmi, yine Türkiye’deki Trakya bölgesi ile Yunanlıların “Küçük Asya” dedikleri İç Anadolu bölgesini hedeflediğini belirtti.

“Kalenderidis, hedeflerinin Türkiye dahil dünyadaki 3.5 milyon Pontusluya ulaşmak olduğunu belirtti. Kanalın sahibi olan işadamı Dimitris Melissanidis ile kardeşi Lokovos Sümela Manastırı’nda bulunan ünlü “Melissanideion” sarayının yapımını da finanse ediyorlar.

“Karadeniz Bölgesi’nde binlerce Türk’ü katledip mallarını gasp eden Pontuslular, her fırsatta kendilerine Türkler tarafından soykırım yapıldığını iddia edip bu iddialarını kabul ettirebilmek için yoğun faaliyetlerde bulunuyorlar.

Bu faaliyetler çerçevesinde geçtiğimiz yıl Yunanistan’ın başkenti Atina’da sözde  “19 Mayıs Pontus Rumları Soykırımı”  anma töreni düzenlenmişti… Öte yandan yine geçtiğimiz yıl, Yunanistan’ın Selanik kentinde, sözde Pontus Rum Soykırımı anıtı açılmıştı… Yunanistan Parlamentosu, 1994 yılında 19 Mayıs gününü sözde Pontus Rum Soykırımı’nı anma günü ilan etmişti.” (Yeniçağ, 10 Mart 2011, s.8)

Oysa ihanete uğrayan ve soykırım yapılmak istenen; Türk Milleti’nden başkası değildi. Nitekim, Ordu’nun Mesudiye kazası köylerinden biri olan Afan  -şimdi Çardaklı-  köyü yaşlılarından ve kendi büyüklerimden; köyün etrafında yer alan çayır, tarla ve bostanlarına korkudan gidemediklerini, çünkü Rum çetelerinin saldırı ve tecavüzlerine uğramıyacaklarından emin olmadıklarını; bizzat duymuşumdur. Acı örneklerden mesela biri şudur: Rum çetelerinin, köyün çevresinde yakaladıkları Süleyman adlı köylümüzün parçalanmış, lime lime edilmiş cesedi öldürüldükten epey zaman sonra çalılıklar içinde tesadüfen bulunmuştu.

Yine bir defasında Rum çetelerinin köyümüze doğru gelmekte olduğu haber alınır. Köyde kimsede silah yoktur. Şimdi rahmetli olan Yazıcıgil oğullarından Ali Efendi geceleyin  – doğru dürüst yolu olmıyan –  Mesudiye ilçesine saatler süren binbir meşakkatle giderek, jandarma karakolundan aldığı beş-on tüfekle sabaha doğru köye döner. Silahları kullanacak kişiler; belli aralıklarla köye giriş yapılması ihtimal dahilinde bulunan yerlere yerleştirilir. Çeteler köye yaklaşınca hep birden ateş etmeleri tembihlenir. Gerçekten sanıldığı gibi olur ve plan tatbik edilir. Köyde çok sayıda silahlı adam olduğunu düşünen çeteler; köye girmekten vazgeçerek savuşup giderler. Böylece köy; büyük bir katliamdan kurtulur.

Böyle vak’alar sayısızdır. Demem o ki; soykırım yapılmak istenen ve gerçekten kısmen de olsa soykırıma uğrayan bir millet varsa, o da Türk Milleti’dir. Bize ihanet eden azınlıklar ve onların destekleyicisi; tek dişi kalmış canavardan farksız Batılı Devletler; dün nasıl ki Arslan’ı İt’e boğdurmak istemişlerse; bugün de değişen bir şey yok. Yine Arslan hükmünde

olan Asil Türk Milleti’ni, sahipleri oldukları bir takım İtlere boğdurmak istemektedirler. Bütün bu menhus emellerini adım adım gerçekleştirmeye doğru giderken; Yüce Allahın da onlar hakkında İlahi bir hesabı var olduğunu unutuyorlar. Evdeki hesabın çarşıya uymayacağını düşünmüyorlar!

Bekliyoruz biz: Gün ola harman ola.

Ummadıkları, başlarına dolana.

Çünkü, yok bu milletin gizli saklı hesabı

Yok Batılılar gibi, yaptığı bir ayıbı

“Karadeniz bölgesinden İç Anadolu’nun kuzeyine kadar olan sahada Pontus Devleti kurmak amacıyla 1904’te kurulan Rum cemiyeti, 1. Dünya Harbi sırasında Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu kötü durumu fırsat bilerek Samsun, Çarşamba, Bafra ve diğer Karadeniz sahillerindeki Rumları silahlandırdı. Türklere ait köy ve kasabaları yağmalattırıp, Müslüman halkı öldürttü. Özellikle, İstanbul’un işgalinden sonra Pontusçuların katliamları arttı. Amasya, Tokat, Samsun bölgelerinde binlerce Türkü öldürdüler, mallarını gasbettiler. Pontus çetelerini bastırma görevi Kurtuluş Savaşı sırasında 1. Ordu Komutanlığı yapan Sakallı Nurettin Paşa’ya verilmiş ve merkez Ordusu’nun başına getirilmişti.” (a.g.gazete, s.8)

Bu haberi okuyunca; birkaç gün önce, İstanbul’da ilk defa karşılaştığım (…) Bey’in kendisini şu şekilde tanıttığını hatırladım:

“İsmim (…) aslen Doğu Karadeniz’in (…) şehrindenim. Rum ve Pontus’um (!) Türkleri sevmem!”

Daha önce, bana dindar ve iyi bir müslüman olarak bahsedilen şahsın; kendini bu şekilde takdim etmesi karşısında cidden çok şaşırdım! Tabiatiyle tepki gösterdim. Adını, şehrini belirtmesini anladım da, Rum ve Pontus olduğunu zikretmesine bir mana veremedim!

“Neden buna ihtiyaç duydunuz? Hepimiz; aslımız neslimiz ne olursa olsun Türk değil miyiz? Türk Milleti’nin ferdi ve mensubu sayılmıyor muyuz?

“Zira, millet; ırk demek değildir. Aynı vatanda yaşıyor, aynı dine bağlı, aynı ortak dili yani Türkçe’yi konuşuyorsa; aslı faslı ne olursa olsun; o kimse aynı milletten sayılır.

“Kaldı ki, Hz. Muhammed’in: ‘Arab kimdir?’ diye sorana: ‘Arapça konuşandır.’ Diye cevap vermesi çok manidardır. Çünkü, milleti teşkilde başta gelenlerden birinin de; aynı ortak lisanı konuşmak olduğuna parmak basıyor.” Şeklinde tepkimi ortaya koyunca; işi şakaya dökerek konuyu kapatmak istemesi, doğrusu beni şok etti. Derin derin düşündürdü.

Bu tipik olay bana; karşılaştığım bir bakıma aynı minval üzere cereyan eden bir başka tanışmayı daha hatırlattı:

“Adınız nedir?” diye sorduğumda, “Ben Ç…..’im adım …..’dir.” demez mi?

“Adınızı anladım da, menşeinizi veya kavminizi söylemenize bir anlam veremedim!” diye ona da gereken tepkiyi göstermiştim.

Değerli okur! Ben kendimi ‘Ben Türküm adım da şudur.’ Diye şimdiye kadar hiç tanıtmadım. Tanıtmam da. Çünkü, herkesin bir menşei / kökeni vardır. Ve bu çok doğaldır. Herkes zımnen bunu bilir. Fakat telaffuz etmez. Nazara vermez. Hem de doğru değildir. Üstelik pek ayıptır. Sorulduğunda kişi ancak, adını ve hangi şehirden olduğunu söyler o kadar.  Ayrıca ben filan kavimdenim demez ve dememeli. Zaten, ‘Sen şu musun bu musun?’ diye sorulmaz. Sorulmamalı. Fakat şimdilerde hem sorulur, hem de sorulmadan söylenir oldu!

Hatta, bu durum orta öğretimde bile kendini göstermeye başladı! Öğrenciler birbirine ırklarını sorar oldular!

“Evvel yoğ idi işbu rivayet yeni çıktı!”

Evet, maalesef son zamanlarda yerli yersiz sorulmaya, konuşan da sorulmadan söylemek ihtiyacını hissetmeye başladı! Çünkü bu hususta fitne uyandı. Uyandırıldı! Millet binasının orasından burasından çatırdılar yükselmeye başladı!

Özellikle Anadolu teknesinde Asırların yoğurmasiyle meydana getirdiğimiz  – sadece Türk ırkını ifade etmeyen, aynı zamanda bünyesindeki tüm insanları kucaklıyan –  Türk Milleti ve onun temsil ettiği “Millet” mefhum ve kavramı terk edilmek isteniyor!

Şu unutulmasın ki, Türk ve Arab deyince, akla sadece İslam gelir. Başka hiçbir millet adında bu manaya geliş yoktur. Evet, ancak bu iki millet ismidir ki, asla ırkı çağrıştırmaz. Çünkü, İslamın iki büyük milleti vardır. Selef / öncekiler olarak Araplar, Halef / sonrakiler olarak Türkler. Tarih buna en büyük şahit ve tanıktır. Diğer müslüman milletler ise, bu iki lokomotif olmuş milletin saflarında, gereken yerleri almışlar ve baş tacı edilmişlerdir. Çünkü İslam’da mevki ve makamlara gelişte, sadece liyakat ve islam oluş aranır. Hatta sadece liyakat bile tek başına tercih sebebi olmuştur.

Fakat, ne hazindir ki, günümüzde; sanki İslam öncesine, tıpkı Evs ve Hazrec kabilelerinin birbirleriyle eften püften sebeplerle kanlı bıçaklı bir devir yaşadıklarına benzer bir ortama doğru sürükleniyoruz gibi geliyor bana; yani kabileşmeye, aşiretleşmeye, mahallileşmeye ve gettolaşmaya doğru yürüyor, yürütülüyoruz!

Nitekim geçenlerde televizyonun birinde; Ç…’ler adına konuşan biri, millet oluştan, birlik beraberlik içinde bulunuştan adeta feryat edercesine; dilimiz unutturuldu diye Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni itham ediyor; başka bir fitne tohumunu zihinlere ister istemez ekiyordu!

Yukarıda belirttiğim gibi, herkesin bir kökeni vardır. Doğrudur. Tabii ve doğaldır. Bunu bilmesi hakkıdır. Kaldı ki bilmektedir. Fakat bunu nazara vererek, bunu öne çıkararak  “Millet” kalesinde gedik açmak istemesi yanlıştır. İçinde bulunduğu kalenin berhava olmasına çalışmaktan farksızdır. Bindiği dalı kesmek gibi, menfur bir gidişattır!

“Türk Milleti” tabiri; sadece Türk ırkını ifade eden bir kavram olmaktan çıkmış. Türkiye’deki tüm müslüman kavimlerin ve hatta gayri müslimlerin müşterek millet adı olmuştur. Ki, bunda asla gocunacak bir taraf yoktur.

Yoktur. Çünkü, başta Türkler; kendi adlarını taşıyan “Türk Milleti” potasında eriyerek ırksal taraflarını törpülemiş ve hatta yeni oluşumlara terk ederek, yepyeni bir hüviyetle tarih sahnesine çıkmış; fakat lokomotif olarak safında yer alanları da, kendisi gibi başkalaştırmış. Yani  hep beraber “Millet”  olmuşlardır.

Millet ise, ırk demek değildir. Tarihi süreç içinde, bir kavmin; diğerlerini de etkisi altına alarak, hep birlikte yeni bir tekevvün ve oluşa gözlerini açmalarıdır.

Nitekim, bugünkü İngiliz, Fransız, Alman ve Arap gibi milletlerin de, vücut bünyesinde çeşitli birçok kavim ve kabile vardır. Ama, tabii tarih süreci sonunda başkalaşarak; bugünkü hallerini almışlardır.

 

Tunceli Dersim Değildir

Bu günkü Tunceli ilimizin eski adı Kalan’dır. Daha önceki adı ise Mameki’dir. Tunceli 1936’da Dersim bölgesinde kuruldu. 1947’ye kadar Elazığ’dan yönetildi.

Kalan

Dahiliye Vekâleti Mahalli İdareler Umum Müdürlüğü’nün 1933’de yayınladığı köylerimizin 388. sahifesinde Kalan adlı şu yerler vardır:

Kalan – Diyarbekir merkeze bağlı köy
Kalanz – Trabzon Of’ta köy
Kalaniz – Van – Başkale’de köy
Kalan kaya – Manisa – Eşme’de köy
Kalan kos – Elaziz – Hozat’ta köy
Kalanlı – Erzincan – Kiğı’da köy
Kalant – Trabzon – Of’ta köy

Dersim – Hozat

Dersim (Hozat; Bu sancak bölgesinde 1935’te Tunceli Vilâyeti kuruldu.). 

  • Dersim 1849 yılında Sancak olarak Diyarbekir eyâletine,
  • 1857 yılında Harput eyâletine
  • 1865 yılında Erzurum Vilâyetine
  • 1888-1923 yıllarında sancak olarak Mamûretül-aziz vilâyetine

• 1926 yılında kaza olarak Elâziz’e bağlı bir idari birimdi. 

Dersimliler Kimdir?

Dr. Mahmut Rışvanoğlu, Dersimliler hakkında şöyle der: “Zazaların ikinci bir koludur. Dersim sözünün anlamı hakkında şimdiye kadar araştırdığımız kaynaklarda belirli bir şey bulamadık. Tunceli’nde Valilik yapmış Edip Yavuz Bey; “Dersimlilerin de bu ad üzerinde doğru dürüst bir bilgileri yoktur.” demektedir. Şerefnamede bu hususta bir şey açıklamamaktadır.

Dersim Oymakları Şunlardır

1-Abdalanlı 2-Alanlı 3-Arelli (Arılı) 4-Balaban 5-Caferan (Cafran) 6-Yarekli (Çarıklı) 7-Demenan 8-Elhanlı 9-Hadikan (Hedik Uşağı) 10- Haydaran 11- Hormekli 12-İzollu 13- Karsanlı 14- Kemanlı 15- Kobanlı 16- Kureyşanlı 17- Lolanlı   18- Divlekli 19- Butanlı 20- Silanlı (Zilanlı) 21- Sisanlı 22-Şavanlı 23- Yusuf hanlı 24- Zimtekli  

Oğuzlamaya uygun bir 24 oymaklı teşekkül tarzı…

Yatırımların Engeli

Tunceli bölgesindeki isyan hareketleri hiçbir fikri namus endişesi taşımadan bilgi kirliliğine sebep oluyor. Yapılan bütün iyi niyet çalışmaları sabote ediliyor. İşte raporlardan birkaç başlık; 

  • Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey’in raporu (2 Şubat 1926)
  • Diyarbakır Valisi Cemal Bey’in raporu (1926)
  • İbrahim Tali Bey’in Dersim raporu (21 Aralık 1931)
  • Genel Kurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’ın Dersim raporu
  • Dahiliye Vekili Şükrü Kaya’nın Raporu (18 Kasım 1931)

• 7 Kasım 1937’de TBMM’ye sunulan Tunceli kanun teklifinin gerekçeleri. 

Tunceli’de (Dersim) yapılan çalışmalarla ilgili olarak Ankara’daki İngiliz Büyükelçisi Londra’ya gönderdiği 4 Mart 1936 tarihli yazısında “1936 yılının ilk aylarından başlanarak Tunceli ilinde reform uygulamalarına ve yoğun inşaat çalışmalarına girişildi.

Bir yandan yollar açılmaya, köprüler yapılmaya, okullar, karakollar inşa edilmeye; diğer yandan Vilayet İdare ve Adliye Teşkilatında reform yapılmaya başlandı. Kısaca yeni adı Tunceli olan Dersim yöresini kalkındırmak için uğraşılıyordu.

Dersim 1937 I. Hareket

21 Mart 1937’de başlayan Dersim ayaklanmasından; 17 Eylül – 1937’de sona eren Dersim Harekâtı’nın bilançosu şöyledir:

  • Bir şehit dört yaralı subay
  • 26 şehit 46 yaralı er
  • Bir şehit bir yaralı bekçi

İsyancı Asilerden:

265 ölü, 20 yaralı 27 kişi yakalanmış 849 kişi çarpışma sonu teslim olmuştur. 3 Ekim’de başlayıp 15 Kasım 1937’de sonuçlanan mahkemelerde ONBİR kişiye idam cezası verilmiş,

Dördü cezası çok yaşlı olduğundan otuz yıl hapse çevrilmiştir. 33 kişi hapse mahkûm edilmiştir.

İdamlıklar

1- Seyit Rıza

2- Seyit Rıza’nın oğlu Refik Hüseyin

3- Şeyhanlı Aşireti Reisi Seyit Hüseyin (Seyda Hassa)

4- Yusufhanlı Aşireti Reisi Kamer’in oğlu Fındık

5- Demenan Aşireti Reisi Cebrail’in oğlu Hasan

6- Kureyşanlı Ulukiye oğlu Hasan

7- Mirza oğlu Ali

Türkçeyi Unutan Oğuz Bey

Dr. Mahmut Rışvanoğlu anlatıyor: “Bendeniz Şemdinan (Bugünkü Şemdinli) Kaymakamı iken, Gerdi aşireti reisi “Oğuz Bey”e bu adın Türk adı olduğunu, bunu kendisine kimlerin verdiğini sordum.” Cevap olarak bana, “Bendeniz yirmi birinci Oğuz’um, bizdeki ananeye göre baba kendi evladına kendi babasının ismini verir ve böylece silsile olarak devam eder” dedi.

Maalesef Oğuz kabilesinden olan Oğuz Bey ve amcası Koçbeyi kabilesinin reisi olan M. Emin Bey, senelerce devleti idare edenlerin gerçek manâda kötü bir eğitim politikasının

ve gayri milli sosyo-kültürel ve sosyoekonomik idareleri yüzünden kendi köklerine yabancılaştırılmış ve emperyalist güçlerin ve içerideki işbirlikçi egemen satılmış güçlerin müstakbel planları için kullanılır bir piyon haline gelmesine sebebiyet verilmiştir.

Kaynaklar

1 Dr. Mahmut Rışvanoğlu; Doğu Aşiretleri ve Emperyalizm, Türk Kültür Yayını, 10, II. Baskı, 1975 – İstanbul s. 153 (Erzincan tarihinden naklen)

2 Bilâl N. Şimşir; Kürtçülük II – 1924 – 1999, Bilgi Yayınevi, II. Baskı İstanbul – 2009, s. 395

3 Mahmut Goloğlu, Tek Partili Cumhuriyet (1931-1938), Ankara-1974, s. 247 (Z. Ceridesi 18.9.1937’den),

A. H. Çay, Her Yönüyle Kürt Dosyası, s. 424

4 M. Leventoğlu, Atatürk Yürürken c. II, s. 52-54

5 Dr. Mehmet Rışvanoğlu, Doğu Aşiretleri ve Emperyalizm, Türk Kültür Yayını, II. Baskı, İstanbul – 1975, s. 80

 

M. Akif, Milli Egemenlik ve Bağımsızlık

Aydınlar Ocağımızın son toplantısı “İstiklal Marşımızın Kabulü ve Çanakkale Zaferinin Bugünkü Anlamı” üzerine idi. Bu toplantıya katılanlar her halde konuşmacılardan oldukça faydalanmışlardır. Bilinen ve klasik değerlendirmelerin dışında ortaya konan belgeler, görüntüler gerçekten konuşmacıların iyi hazırlandıklarını gösteriyordu. Bu vesileyle Prof. Dr. Ahmet Çolak, Prof. Dr. İbrahim Öztek, Prof. Dr. Metin Karaörs ve Dr. Sakin Öner’e teşekkürü bir borç biliriz.

Rahmetli Nihat Sami Banarlı, üç şiiri muhteşem ve şiirüstü kabul etmektedir. Bunlar: “İstiklâl Marşımız”, yine Mehmet Akif’in “Çanakkale Şehitleri” ve Yahya Kemal’in “Süleymaniye’de Bayram Sabahı”dır.

Mehmet Akif birçok toplantıyla anılmaktadır. Önemli olan Akif’in ve diğer fikir hayatımızda iz bırakmış düşünür ve fikir adamlarından bugün nasıl bir dersin alınabileceğidir. Bütün değerli şahsiyetlerimiz bugün açısından bize nasıl ışık tutuyor? Meselenin özü budur. Ancak, yapılan toplantıların çoğunda tasviri bir şekilde aynı şeyler tekrarlanır durur.

Bugün Mehmet Akif yaşasaydı Türkiye’nin önüne çıkarılan demokratikleşme ve açılım etiketli tuzakları nasıl değerlendirilirdi? Milli mücadeleyi reddedenleri, Kurtuluş Savaşımızla Çanakkale Savaşlarını birbirinden farklı değerlendirenleri görseydi; acaba nasıl bir tavır takınırdı? Milli bağımsızlığı ve ülke bütünlüğünü hedef alan, bizi bütünleşmeye değil, çözülmeye götürecek olan etnik yobazlığı ve fitneyi acaba nasıl karşılardı?

Bir taraftan ırkçılığı reddeder gibi gözüküp diğer taraftan Türk’e karşı ırkçılığa soyunanlar, dışarıyla utanmadan işbirliği yapanlar, Akif’ten o kadar uzak ki… Bir taraftan ayyıldızlı rozetleri yakalarına takıp öbür taraftan, Türk değil; Türkiyeliyiz diyenlerle, milli kimliği yasa ve anayasalardan çıkarmakla uğraşanlarla Akif’in hangi ortak noktaları olabilir? Bu konuda MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin ” Sen Anayasa ile neleri değiştireceksin; önce onu millete açıkla” daveti çok anlamlı ve isabetlidir. Bu sorunun cevabını henüz alamadık.

Rahmetli Akif her şeyden evvel mandacılığı, teslimiyetçiliği reddeden, Milli Mücadelenin zafere kavuşması için Anadolu’nun değişik şehirlerinde vaazlar veren, dinibütün, idealist ve milliyetçi bir insandı. Onun öğrettiği en büyük ders Türk’e düşman olarak İslâm’la dost olunamayacağıdır. Bugün bazılarını bu açıdan da değerlendirmek gerekmektedir.

Bundan dolayı “Türk’e hiçbir kavmin horoz olmasına tahammül edemem” diyen kendisidir. “Allah bu millete bir kere daha İstiklâl Marşı yazdırmasın” diyen o faziletli milli şair, haysiyetli insan ile bugün Anadolu’dan kovduğumuz emperyal güçlere kendi ikballeri için neredeyse davetiye çıkaranlar, milli duruşu olmayıp küreselciliğe teslim olanlar, Akif’ten hiç bahsetmesinler. Birçok kişinin ve çevrenin bugün M. Akif’ten,  Atatürk’ten, Ziya Gökalp’ten, Abdülhamit’ten, Arif Nihat Asya’dan, Yahya Kemal Beyatlı’dan, Nihal Atsız’dan, Mehmet Emin Yurkadul gibi değerlerden alacağı çok şey vardır. Z. Gökalp’teki “medenî ve vatanî ahlâk” ayırımlarından “vatanî ahlâk” anlayışının en belirli örnek çizgilerini Mehmet Akif’te görürüz.

“Yabancı bir devletin himaye ve desteğini kabul etmek, insanlık özelliklerinden mahrumiyeti, beceriksizlik ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildir. Gerçekten bu aşağı dereceye düşmemiş olanların isteyerek başlarına bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez. Halbuki Türk’ün haysiyet ve izzetinefis ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir. Bundan ötürü, ya bağımsızlık, ya ölüm!” (Nutuk, 1919, I, S. 13) “Bağımsızlık benim karakterimdir” diyen Atatürk’ün yukarıdaki cümleleri bugün daha da önem kazanmıştır.

Milli bağımsızlığı, milli gurur ve haysiyeti ve egemenliği pek ciddiye almayanlar, hatta soyut bulanlar, pazarda satılan basit birer mal gibi görenler, Atatürk, M. Akif ve diğerlerinden ders almayacaklar da kimden ders alacaklardır?

 

 

 

Papirüs, Parşömen ve Kağıt

Nil nehrinin kıyılarında ve genellikle bataklık alanlarında tepesi püsküllü, uzun gövdeli bir bitki yetişmekteydi. Adına papirüs dedikleri bu bitki,  günümüzde bazı ülke dillerindeki kağıt sözcüklerinin de babası sayılmaktadır. Örneğin; Fransızların “papier” (papye), İngilizlerin “paper” (peypır), Almanların “papier” (papir), Rusların papka, İspanyolların papel sözcükleri gibi.

Papirüs aslında Mısırlılar için çok önemli ve çok amaçlı, ekonomik değer taşıyan bir bitkiydi. 

Eski Mısırlılar bu inek kuyruğuna benzeyen bitkiden, ayakkabı, elbise ve türlü kumaşlar yapıyorlardı. Nil’de yüzen kayıkların bile çoğunlukla papirüsten örüldüğü bilinmektedir. 

Ayrıca papirüs, Mısırlıların beslenmesinde de faydalı oluyordu. Özellikle kızartmasını ve şerbetini çok lezzetli buluyorlardı. 

Eski Mısırlılar, papirüs bitkisini iğneye benzeyen bir aletle şeritler halinde soyuyorlar, sonra da bu şeritleri bir kalıpta dikey olarak birbirlerine, çamurlu Nil suyu ile yapıştırıyorlardı. İkinci turda ise bu defa şeritleri yatay olarak diziyor ve gene Nil suyu ile yapıştırıyor ve kendine özgü bir doku meydana getiriyorlardı. Elde edilen ıslak kalıbı ağırlık altında baskıya alarak güneşte kurumaya bırakıyorlardı. 

Kuruyan kalıplar fil dişiyle parlatılıp ve cilalanıp, satışa sunuluyordu. 

En güzel papirüs İskenderiye’de yapılıyordu. Üretimin büyük bölümünü Romalılar aldığından, en kalitelisine imparator August papirüsü ismi verilmişti. İkinci kalite papirüse imparatorun eşinin ismi olan Tivia papirüsü denmiş. Üçüncü kalitesi ise tüccar papirüsü ismiyle satışa sunuluyordu.  

Papirüsün önemli alıcıları arasında Bergamalılar da bulunuyormuş. Bergama Kitaplığı o tarihlerde büyük bir üne sahipmiş. Bergama kralı 2. Eumenes’in  çok önem verdiği kitaplığın, çağının en büyüğü olmasını kıskanan Mısır Firavunu Anadolu’ya papirüs satışını yasaklamış. 

Bergama Kralı bu duruma karşı hiç vakit kaybetmeden ülkesindeki en usta ve yetenekli adamlarından yazı yazmak için uygun bir ürün bulmalarını ister. 

Yoğun çalışmalar sonucu; keçi, koyun ve dana derilerinden bir seri işlem sonucunda hedefe ulaşılır. Deriler yumuşamaları için önce suya bırakılıp, küllü bir karışımla temizleniyor, kireçle ovuluyor ve sünger taşı ile inceltilip parlatılıyor ve zamanın üzerine yazı yazılabilen en iyi ürünü elde ediliyor. Üretim Pergamon kentinde gerçekleştiğinden elde edilen ürüne de parşömen deniliyor. 

Parşömen her bakımdan papirüse üstünlük sağlıyor. Kolayca katlanıyor, kırılmıyor, arkalı önlü yazı yazılabiliniyor. Her geçen süre papirüsü geriletip parşömeni öne çıkarıyordu.

Anadolu, Mısır kağıt yarışı sürerken, Çinliler onlardan çok önceden kağıt yapmışlardı, teknikleri bugünkü üretime de çok benziyordu. Ham maddeleri, bambu lifleri, paçavralar ve bazı otlardı. Bunları bir dibek içinde, suyla karıştırıp hamur haline dönüşünceye kadar dövüyorlardı. Elde ettikleri karışımı bambu ve ipekten yapılmış kafes kalıbın üstüne seriyorlar, kendilerine özgü kurutma sistemiyle kağıt elde ediyorlardı. 

M.Ö. 2000 yılının koşullarında kağıdın batıya ulaşması çok zor oldu. Ancak M.S. 700’lü yıllarda Semerkant’ın Müslüman Araplarca alınması sonunda kağıt yapım sırrı öğrenilip batıya taşındı. 

Kağıt uzun süre parşömenin yerini alamadı. Yazı yazanlar parşömeni daha güvenli görüyorlardı. Ancak parşömen pahalı, kağıt ise çok ucuzdu. Giderek piyasa koşulları kağıdı öne çıkardı. M.S. 13. yüzyıldan sonra Avrupa’da özellikle Fransa ve İtalya’da kağıt yapımının başlamasıyla, kağıdın kalitesi de giderek iyileşti. 15. yüzyılda kağıdın egemenliği tartışılmaz oldu. Matbaanın devreye girmesiyle kağıt olağanüstü önem kazandı.

 

Esas Soru Hangisi; Türkiye’nin Eksen Kayması mı Yoksa Türkiye’nin Yeni Dünya Düzeninde Yer Arayışı mı?

Bugünlerde Türk dış politikasındaki değişikliklerden dolayı gerek yerel de gerekse dünyadaki etkin çevreler kendi kendilerine  “Türkiye’nin ekseni mi kaydı ?” sorusunu sormaya başladılar. Aslında soruyu yıllardır tartışılan    ” yeni düzen arayışları?” çerçevesinde sormak gerekir. Türkiye yeni düzen arayışlarında kendine yer mi arıyor yoksa ekseni mi kaydı?  sorulara bu makale çerçevesinde cevap arayamaya çalışacağım.

ABD Güç tanımlaması ve Güçsüzlüğü

1989 tarihi Soğuk savaşın bitişi olarak kabul edildikten sonra 11 Eylül 2001’e kadar dünya düzeni tartışmaları devam edip gitti. George Bush I.Körfez savaşının başladığı sıralarda ilk kez “yeni dünya düzeni” tabirini kullandı. Bu tarihler de Amerikalı akademisyen S. Hungtinton’un “Medeniyetler Çatışması” çalışmasında dünyanın yeni bir yüzyılda yeni bir sistemle yönetilmesi gerektiği fikrini işlemekteydi. Kimi akademisyenlere göre ABD dış politikasının daha saldırganlaşmasının altında bunun yattığı iddiaları ortaya atılmaya başlandı. Tüm bu tartışmalar bizi 11 Eylül 2001’e götürdü. Sonuçta, ABD kendi kurgusunu yaptığı 21. yüzyıl tanımlamasını “ben ve öteki” kalıplarının içine sokarak, “ABD yanında olanlar ve ona karşı olan ki bunlar teröristlerdi” diyerek Irak, Afganistan hamlelerini yaptı. Bir bakıma tartışmasız olarak 21. yüzyıldaki yeni güç olarak merkeze kendini koydu. Oğul Bush’un hükümetlerinde “ben yaptım doğrudur” politik anlayışı dünyanın diğer ülkeleri tarafından pek benimsenmedi ama “benimsiyormuş” gibi göründü. Bu fotoğraf ülkeler tarafından fırsat bulundukça eleştirildi. Çünkü bu sistemde eksiklikler vardı. Yeni Düzende merkezi güç olarak tarif edilen ABD’nin güçten anladığı sadece kaba askeri kuvvet idi. Tarihsel süreçteki güçlere baktığımızda ekonomi, askeri, teknolojik ve siyasi güçlerin yanında uzun vade de medeniyet kuran milletlerin esas güç olduğunu görüyoruz. Askeri güç, ekonomi, teknoloji ve medeniyetle desteklenmezse kısa bir süre sonra yok oluyorlar.

Bush hükümetlerinin gerek Irak ve gerek Afganistan’da yaşadığı siyasi başarısızlıklara paralel olarak savaşın ABD ekonomisine yaptığı tahribat sözde küresel gücün imajını bozdu. ABD maliyesini zorlayan bir başka krizde Mortage  idi. “Güç olarak tanımlanan devletini sokaklarında işsizler, iş arayanlar, iflas eden  şirket görüntüleri” 1989’dan bu yana “yeni dünya düzeni” kurduğunu zanneden ABD’nin aslında  “sanal güç” olduğunu ortaya çıkardı.

ABD’nin tartışılır durumu, Bush’un “benim dediğim olur” zihniyetinden Obama yönetimi ile “sizin fikrinizde var mı ?”  siyasetine doğru kaydı.  Bunun belirtileri, ABD’nin Irak’tan 2011’de asker çekmeyi karar vermesi ve bunu kademeli de olsa uygulama aşamasına koymasında görüldü. Diğer taraftan, Obama’nın ABD bütçe açıklarını önlemek için sert tedbirleri alması, yanında ilk kez tüm halkın sağlık güvencesi altına alınması gibi politikalar ABD yönetiminin sanaldan reel politikaya geçtiğini, göstermekte idi.

ABD’ni politika değişikliğine iten nedenler sadece iç ve dış etkenler değildi.  1989-2001 sürecini kendi lehine çevirme hamlelerine girişen ABD ilk anda üstünlük kazandı ise de uzun vade durumunu kalıcı hale getirecek temel çarpanlarının olmadığını fark etti. 1989 sonrası yıkılan sadece SSCB idi. Birleşip bir güç olmaya çalışan ve fırsatlarla yayılan bir Avrupa Birliği, Komünizmi Kapitalizmle harmanlayıp oluşturduğu ekonomik gücünü siyasi güce devşirmeye çalışan Çin, kendini toparlayan Rusya, bölgesel sınırları zorlayan Hindistan, Brezilya ve Türkiye örnekleri, ABD’nin “yeni dünya düzeni” fikrini uygulamada zorlayan faktörler olmaya başladı.  

Yenidünya düzeni fikrinin ilk kez 1919 Paris Barış konferansında hayata geçirildiğini görüyoruz. Düzen kurmada mekânın durumu, büyük önem arz eder. Dünya da mekan yani “jeo” denilen alanlar aslında kültür havzalarıydı. Bu havzalar, Batı -yani ABD-Avrupa, İslam-Türk, Ortodoks-Slav, Hint-Çin’di. Hâkimiyet teorilerinin bazılarına göre tüm bu mekânlara hâkim olan dünyaya eğemem oluyordu. Buralardaki güçlerin yok olması veya içlerinden birinin baskın güç olması hâkimiyeti oluşturur. O güç veya güçlerin egemenliği altında düzen kurulurdu. Düzenin uzun soluklu olabilmesi için gücün din, dil, tarih, kültür gibi temel çarpanları olmalıydı. Bir başka ifade ile medeniyet kuranlar veya kurma yeteneği olanlar uzun vade de kendilerini göstermekteydiler. Gücün sabit verilerinin yanında değişken değer olarak tanımlanan ekonomi, askeri ve teknoloji ile kuvveti kendini etkinleştirip yaygınlaştırabilmeliydi.

Sabit değerler(din, dil, tarih, kültür) olmadan sadece değişken parametrelere (ekonomi, teknoloji vs.) dayanılarak düzen kuramazsınız. Temelsiz bina gecekondu gibidir. Hafif bir sarsıntı ile yıkılabilir. Bugün ABD’nin düştüğü tablo böyledir.

Değişen Havzalar ve Oluşum Aşamasındaki Güçler

1989 sonrası gelişmeler çerçevesinde havzalara baktığımızda ilginç görüntüler göze çarpar.  Avrupa havzasının rengi, Roma, Katolik, akıl ve ihtilaldir. Bu vasıflara uygun olarak lokomotif ülkenin Fransa olması gerekirken günümüzde ana gücün kıtaya sonradan gelen Germen yani Almanların olması düşündürücüdür. Bu durum uzun vadede AB gelecek senaryolarında Almanya’nın öne çıkmasıyla Avrupa’nın büyük problemler gebe olduğunu bize göstermektedir.

Almanya eksenli AB’nin,  SSCB sonrası Avrupa’da yaşanan Bosna- Hersek krizi gibi sorunlardaki başarısızlığını bir kenara koyarsak, Polonya’dan Bulgaristan’a kadar SSCB hinterlandının kendi nüfuz alanını ekonomik gücüyle dâhil etmesini düzen kurucu olmasa da aktör bazında 21.yüzyılda bir güç olarak tanımlamak gerekir.

İngiltere’nin ABD eksenli tavrı, Fransa’nın Akdeniz havzasıyla arka bahçesini sağlamlaştırma çabaları yanında, AB’ye girmek isteyen Türkiye’yi “nasıl hazım edeceğiz” tartışmaları, Avrupa Birliğinin yeni dünya düzeninde ana oyuncu olmasını engelleyen bazı faktörler olarak karşımızda durmaktadır.

21. yüzyılda düzen kurucu rolünü alacaklardan biri de Ortodoks -Slav havzasıdır. Burayı doğru okumak gerekir.  1989 sonrası bölgeye hâkim olan Rusya gücünü kaybetti. Gücünü yitirmesinin en temel nedeni ise hâkimiyetinin esasını askeri ve ideolojik bir tabana bina etmesi idi.  Putin’e kadar güç kaybeden Rusya onunla birlikte gidişi durdurdu. 2008 lerden itibaren karşı hamleye geçmeye başladı. Gorbaçov’un yaptığı SSCB kimliği ile Rusya’nın 21. yüzyılda var olamayacağının görüp bir bakıma fazlalıklardan kurtulmasıydı. SSCB den atılanları kapma yarışında ABD ve AB öne çıkmaya başladı. ABD ve AB 1989 sonrası Doğu Avrupa, Balkanlar ve Kafkasya’daki politik alanlarda güçlerini artırdılar.  1990’ların sonunda Rus stratejisti Alexandır Dugin’in fikirleri Putin’in çabalarıyla Rusya “Avrasyalı”  politikalarına geri dönmeye başladı. Öncelikle atılan veya kaptırılan parçalarla “mekânını” sabitleştirilmeye çalıştı. Bunu Ukrayna seçimleri, Kırgızistan hamleleriyle 2010 yılında gösterdi. Rusya, Ortodoks ve Slav havzasıyla birlikte, 20.yüzyılda hâkim olduğundan dolayı hala kendisine ait sandığı Orta Asya ile mevcut alanları kavramaya çalışmaktadır.

Rusya tekrar düzen kurucu olarak kendini tanımlarken ortaya koyduğu sabit verileri; din (Ortodoks), dil (Rusça konuşma alanı Litvanya’dan- Kırgızistan’a kadar yayıldı ), Tarih (20. yüzyılda ideolojik tabanla Avrasya hâkimiyeti), kültür (SSCB zamanında oluşturduğu Sovyet vatandaş kimliği) dür. Bu sabit verilerinin yanında 2000 sonrası Avrupa ve Türkiye’ye döşediği doğal gaz boru hatları yanında buradan elde ettiği ekonomik gücü kapitalist anlayışla özellik yakın bölge havzalarında (İslam-Türk ve Avrupa) öldürücü güç olarak(Ukrayna da doğal gaz boru hatlarını kapatması, Türkiye’deki ekonomik yatırımları) kullanma teşebbüsleri gibi değişken değerlerle yeni dünya düzeni arayışlarında kendisinin kurucu aktör olduğunu bir kez daha hissettirmektedir.

Öte yandan Hint- Çin havzasındaki duruma baktığımızda Çin ve Hindistan’ın kendilerine ait özellikleriyle öne çıktıkları görülmektedir. Çin’in sabit verileri olan din, dil, tarih ve kültür ekseninde değerlendirildiğinde bölgesel güç olarak her zaman olduğu gibi şimdi de “bende varım” diyebilmektedir. Bununla birlikte Çin’in değişken değeri olan ekonomi ve taklit teknolojisiyle küresel güç rolünü oynamaya çabaladığı da müşahede edilmektedir. Çin’in nüfusunun fazlalığı yanında, dini inancının küresel güç olmasını engelleyeceği faktörler olarak karşımızda durmaktadır. Bununla birlikte, yeni düzen kurulmasında kurucu aktör rolü olmasa da kendi bölgesini sahip olmak isteyen bir Çin gerçeği de unutulmamalıdır.

Oluşan bu genel resmin çerçevesinde “Türkiye de eksen kayması var mı? Yoksa Türkiye yeni Dünya düzeninde kendisine yer mi arıyor mu?” sorusunun cevabını bulmak daha kolay olacaktır.

20.yüzyılda Türk Dış Politikası üzerine birkaç söz..

Türkiye, 1919 Paris Barış kongresiyle dünyadaki düzen kuruculuğu rolünden alınarak bir bakıma oyun dışına itildi.  Sevr’le bir adım daha ileri gidilerek yok edilmek istendi. Fakat Atatürk’ün önderliğinde Türk milletinin ortaya koyduğu İstiklal mücadelesi ile Türkiye Cumhuriyeti kurulan düzende varolacağını diğer aktörlere ispatladı.

Atatürk dönemi dış politikası iki evrede incelenmelidir. I. evre, 1923-1930 yılları arasında var olma mücadelesinin verildiği dönem, II. evre ise 1930-1938 yılları arasında kendi havzasına geri dönme ( Balkan antantı, Sadabat paktı) dönemi idi.   Atatürk’ün II. dönemde risk alan, aktif dış politikasıyla bölgesel güç olan Türkiye portesi başarıyla uygulandı. Nitekim bunu Hatay meselesinde bariz olarak görürüz. Atatürk’le birlikte Türk dış politikası Avrupa’ya yönelik, ama Balkan,  Orta Doğu ve Kafkas havzalarına da hâkim olma çabalarıyla bölgesel güç rolünün içini doldurmaya çalışmaktaydı.

II. dünya savaşının atmosferi ile Türk dış politikası “denge oyunu” ile bölgesellikten yerelliğe inen bir dış politik söyleme dönüştü. Başka bir bakış açısıyla ile gücünü bilmeyen verilen rolü kabul eden ve ona göre davranan Türk dış politikasıyla karşı karşıya kalındı. İsmet İnönü, 1945 sonrası dünya güç denklemini iyi okudu. İnönü, gücün savaşın galiplerine (Fransa, İngiltere, ABD, Çin ve SSCB) ve onların kurdukları yeni dünya düzenin kurumsal yapısı olan BM etrafında oluştuğunu fark etti. Bu yapıda yer almaya karar verdi. Ama BM üye olmaya Türkiye’nin siyasal yapısı uygun değildi. Dış etkenlerin tesiriyle içyapısını demokratikleştirmek için “Türkiye de çok partili hayata geçişe” Milli Şef İnönü tarafından izin verildi. Artık iç politikasını dış etkenlere açan bir Türkiye portresi karşımızda durmaktaydı.

“Hayır diyemeyen Türkiye”

1945 sonrasında karşımızda Postdam ve Yalta konferanslarında oyun kurucu olan ABD, SSCB ve İngiltere’nin tanımladığı yeni dünya düzeninde (Soğuk savaşta) belirlenen yerini doldurmaya çalışan Türkiye vardı. 1945-1950 yılları Türk dış politikasındaki değişiklikler aslında Soğuk savaştaki değişime uygun içyapının dizaynından başka bir şey değildi.

Çok partili hayata geçişten Menderes hükümetlerine kadar ki döneme paralel olarak demokratikleştirilen Türkiye’nin iç politikası ile dış politikasının yönü batıyla uyumlu hale getirildi. Bu süreçte, Avrupa Ekonomik Örgütüne akabinde NATO üyeliğine başvuran onlarla içyapısını müttefiklerinin dizayn etmesine izin veren Türkiye’nin dış politikası da hükümetlerin değil müttefiklerle kendini eşleştiren devletin tercihlerine göre şekillendiği görüldü.

Dünyadaki gelişmelere paralel olarak BM ve NATO üyeliyle kendini Batı veya ABD müttefikliğine entegre eden,  bu statükoyu savunan bir Türk dış politikası oluşturuldu. Dış politika ile iç politik olaylarda belirleyici gücün NATO ekseniyle ABD olduğu bu dönemde Kamuran İnan’ın tabiri ile “hayır diyemeyen Türkiye” moduna geçildi.

Türkiye,1950-1960 arasında ABD ile birlikte politika izlerken zaman zaman Balkanlarda ve Ortadoğu’da inisiyatif alma teşebbüslerine girdi. 1957 Suriye bunalımında olayın dışında olan Türkiye’nin birden bire hadisenin içinde kendini bulması kriz yönetememe beceriksizliği idi. Olaylar sonucunda SSCB Nasır denklemi ile Türkiye Ortadoğu’dan tamamen dışlandı. Bu tarihten 1990’lara kadar Türk diplomatları için Ortadoğu Uzakdoğu gibi algılanmaya başladı. Statükoculuk Türk hariciyesinin genel özelliği idi. Bu statükoculuk bazen ABD bazense SSCB  “patronajlığı” benimsenirse doğru eksen, bunlara karşı yapılan her hamle veya hamlecikler bu güçler tarafından eksen kayması olarak eleştirildi. Kimi tarihçilere göre Menderes dönemindeki ABD müttefikliği 1957 de bozulduğu ifade edilir. Bunun delili de Menderes’in Federal Almanya ve SSCB’den mali yardım almak için yaptığı teşebbüsler gösterildi.

Cumhuriyet Arşivlerinden bulduğum yayın aşamasında olan bir belgede Eisenhower NATO, ABD müttefikliğinden ayrılmadığı için Cemal Gürsel’i takdir etmesi ilginçtir. Mektubu bir bütün olarak okuduğunuzda 1960’larda statükoyu (ki buradaki statüko ABD tam bağlı dış ve iç politika) benimseyen sadık müttefik Türkiye modelini devlet politikası olarak gören darbeci bir yönetimle karşılaşırız. 1945 sonrası tüm dünyada estirilen Mc Carthyciliğin oluşturduğu korkular dünyasının Türkiye versiyonunda “Türkiye her taraftan işgal edilecek, tüm komşu devletler Türkiye’yi yıkmak istiyor” fikri canlı tutularak müttefike olan bağlılık giderek artırıldı.

1974’de Kıbrıs barış hareketinde müttefik ABD’nin tavrı Türk siyasi erkinde şok etkisi yaptı. Müttefikin “müttefik” anlayışına duyulan şüphe “darbelerle” düzeltildi. 1985’lere kadar Soğuk Savaşta “figüran bazense yardımcı oyuncu rolleri” arasına sıkışmış bir Türk dış politikası vardı. Bu dönem diplomatlarının gündemleri Kıbrıs, Ege, Kıta sahanlığı arasında gidip gelmekteydi. İşin garip tarafı bu dar alanda dahi Türk dış politikası karar alıcı pozisyondan çok uzaktı. Dış politikada ufuksuzluk ufukuna doğru bir gidiş devlet politikasıydı. Bu dönemde Türkiye risk almayan, pasif, etkisiz ve ama etkilenen (içte ve dışta)  3. dünya ülkesi görüntüsündeydi.

Özal’lı yıllar; değişimin başlangıcı

1989 yılında dünyada Soğuk Savaşın bitişini gören, hamle yapılması gerektiğini düşünen Özal’la Türkiye’nin dış politikasında hareketlilik başladı.  Özal’ın zaman zaman kişisel gayretleriyle Türkiye heyecanlı, hareketli dış politikasıyla dikkat çekti. Bu dönemde ufukları açılan dış politikada sabit verileri (Din, dil, tarih, kültür) hatırlama özellikler tarih (Osmanlı çizgisi)  kültür (Balkan, Ortadoğu, Orta Asya) bağlantıları ile bu havzalara etkin olma teşebbüslerine girişildi. Türkiye’nin I. Körfez Savaşında olduğu gibi müttefik ABD’nin kimi zaman eşgüdümünde, kimi zaman ondan bağımsız hamleleri (KEIP) göze çarptı. 1989 sonrası bu fotoğraf baktığımızda kendine yer açmaya çalışan Türkiye’nin “yeni Osmanlı mı” yoksa “Batıdan ayrılıyor mu?” soruları yine ilgili çevrelerce sorulmaya başlandı.

Değişen Türk Dış Politikası

2000 yıllar Türk siyasal hayatında koalisyon döneminin bitip tek parti yönetimi ile gerek iç, gerek dış politika köklü kalıcı değişikliklerin görülmeye başlandığı yıllardı. Dış politika iç politikadan ayrı düşünülemez. Dış politika genel siyasetin bir parçasıdır. Siyaset milleti yönetime sanatı ise burada esas milletin değerlerini bilmek gerekir. Bir maçta teknik direktör tüm oyuncuların vasıflarını, sahanın durumunu, seyirci faktörü vb. etkileri düşünmek durumundadır. Dış politika yapıcılar, maça çıkan teknik direktör gibi düşünmelidir. Milletin sabit verilerini bilmeden Dış politika yapılırsa Soğuk savaş döneminde gözüken “hayır diyemeyen Türkiye” modeline doğru gidilir. Milletin sabit verileri din, dil, tarih ve kültürdür.

Sabit veriler dış politikada takımın oyuncularıdır. Din, dil, tarih, kültür hepsi birbirini destekleyen temel renklerdir. Dinin (İslam), dilin(Türkçe) tarihin (Orta Asya’dan Osmanlıya gelen süreç) tüm renkleriyle Orta Asya’dan Hindistan’a Türkistan’dan İran’a Ortadoğu’dan Kuzey Afrika ve Balkanlara kadar derin izleri bıraktığı bilinmelidir.

Mekândaki kültür izlerini canlandırmanın yolu “soft power” yani “yumuşak güç” unsurunun devreye koymakla olur. Türkiye’nin dış politikasında yakın bölge olarak tanımlanan Kafkasya, Balkanlar ve Ortadoğu’ya ilgisi Atatürk’ün II. döneminde yoğunlaştığını sonra da Ortadoğu Uzak doğu gibi algılanmasına doğru kayıldığından bahsetmiş idim. Özal’la beraber yakın bölgeyle doku uyuşması sağlanırken sonra dış faktörler Türkiye’yi farklı yönlere ittiler. Sabit verilerimiz elimizde bir artı ise de bunun uygulaması için değişen faktörler olan ekonomik, askeri ve teknolojik güçlerimizin sabit verilerle paralel veya çarpan olarak dış politikada kullanılması gerekir. Tüm bu formülün uygulanmasında en temel enstrüman hiç şüphesiz stratejik zihniyet ve siyasal iradedir. Dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu’nun formüle ettiği yeni Türk dış politikası Tayyib Erdoğan hükümetleriyle bu teorinin pratiğe dönüşmesine imkân sağlanmıştır. Türkiye’nin bu teoriden pratiğe geçen dış politikasını AB ve Ortadoğu örneği ile inceleyim.

AB “ya al,  ya  bırak” politikası…

Türkiye’nin AB entegre yönündeki klasik politikaları terk eden Erdoğan hükümetleri AB ile olan ilişkilerinde “ya al, ya bırak” ikilemini karşı tarafa 2004-2006 arasında yaşattırdı. Amaç AB’deki karar verici üyelerin niyetlerini sorgulatmaktı. Nitekim sonuçta Sarkozy ve Merkel’in davranışlarına bu bariz bir şekilde yansıdı. AB’nin karar verici gücü olan bu ülkeler Türkiye’yi içlerine almayı düşünmediklerini itiraf ettiler. Her halükarda da eskisi gibi Türkiye’nin AB’ne girme yolunda kalmasını istemekteydiler. Bu süreçte Türkiye gerek, AB içindeki tüm üyelere gerekse Türkiye içindeki odaklara “samimiyim, ama almıyorlar” deme avantajını elde etti. 2007’lerde itibaren AB yönünü göreceli olarak donduran Türkiye’nin burada farklı bir yola girerek Avrupa’dan ayrı karar verici ve oyun kurucu olduğunu gösterme sürecini başlattı.

“Sıfır problem” Ortadoğu’da Suriye Örneği

Bunun içinde yakın mekânına yöneldi ki bu mekân Dünyanın merkezi pozisyonundaki Ortadoğu idi. Komşularıyla “sıfır problem” mantığını sadece Ortadoğu’da değil Kafkasya ve Balkanlarda hareketli ve etkin hala getirdi.

Türkiye’nin sabit verilerini stratejik zihniyeti kullanarak “sıfır problem” ekseninde tarihsel mekânlarla aramızda görünmeyen duvarlar kaldırıp “işler ve açık kapı” modelini geçildi. Bu zaman zarfında bir bakıma vücudun diğer parçalarıyla kaynaşma başladı. Kafalardaki sorunları aşamıyorsanız o problemleri bir köşeye bırakıp anlaşabileceğiniz yeni alanlara yönelmek gerekir. Sırf probleme ulaşma üç aşamalıdır.  “Önce mideleri sonra kalpleri akabinde kafaları birleştirin.” Mide herkesin doyması tüm komşularla ticari, iktisadi ve ekonomik bütün sahalarda karşılıklı çıkar esasına göre hareket etmekti. Ticaret karşılıklı kazanılırsa olur. Tek taraf kazanan olursa bu ticaret değil sömürgecilikti. Ticarette bir başka kuralda pazarınızı açarsanız karşı tarafın pazarına girebilirsiniz. Türkiye’nin özellikle Ortadoğu ve Rusya politikasında bunu başarıyla uyguladığı görülmektedir.

Ortadoğu’da Türkiye için açılan iki kapı vardı. Biri Irak, diğeri Suriye idi. Daha düne kadar iki kapının bir fiziki diğeri psikolojik olarak kapalı idi. Türkiye Irak’a 1980 sonrasında PKK, Körfez savaşları çerçevesinde güvenlik eksenli politikalar izledi. Benzer durum Suriye içinde vardı. Körfez savaşı ile ABD’nin bölgeye gelmesiyle değişen şartlar, yıkılan Irak’la beraber sıkışan Suriye Türkiye’nin Ortadoğu’ya girmesinde önemli bir kapı oldu. Türkiye’nin Suriye ile başlayan ticari hamleleri, Lübnan, Ürdün’ün eklenmesiyle günümüzde “Ortadoğu Ortak Pazarına” doğru somut hamlelere dönüştüğü görüldü.  Ortadoğu’da “midelerin birleştirilmesinden sonraki adım olan kalplerin birleştirilmesi”, Türk dizileri, TRT’nin Arapça yayınları, sınırların açılması, vizelerin kaldırılması,  nüfus hareketliliğinin artarak devam etmesi sonraki aşamalardı. Rusya, ABD,  Irak, Azerbaycan, Yunanistan, Suriye gibi ülkelerle uygulanan “stratejik işbirliği ve ortaklık antlaşması” yanında ilgili devletlerin hükümetleriyle yapılan bakanlar seviyesindeki toplantılarla bu devletlerle olan ilişkiler yoğunlaşarak devam etti. Buradaki nihai hedef vücuttan kopan parçaların mikro cerrahi yöntemiyle dikilip damarların damarla buluşup kan dolaşımı sağlayıp,  her iki tarafta kendini ortak dokunun parçası olarak görmesini sağlamaktı.

Ortadoğu’da kaynaşmayı engelleyici faktörleri de gözden kaçırmamak gerekir. Türkiye’nin Ortadoğu’daki faaliyetleri ayrıntıları ayrı bir makale konusu sadece kaba hatlarıyla genel politika içerisindeki değerlendirmelere dönecek olursak, Ortadoğu’daki ticaretin güvenlikle iç içe geçen bir özelliği vardır. Güvenlik, Ortadoğu’da büyük bir problemdir. Başka bir ifade ile Türkiye’nin barışa dayalı hamlesinin karşıtı savaş ve güvensiz ortamdır. Üyeler arasında veya mahallede güvensizlik üzerine varlığını devam ettiren İsrail’le Türkiye’nin bu senaryonun her hangi bir yerinde karşı karşıya gelmesi kaçınılmazdır.

1919 Paris barış konferansı ile kurulan Ortadoğu haritasının Soğuk Savaşta da devam ettirilen ana teması bölgede güvensizliktir. 1980 sonrasında Türkiye’de bölgede bu güvensizlik kısır döngüsüne girmiş buradaki politikaları askeri hamleler üzerine devam etmiştir. Şimdi ise Ortadoğu’da ticari ve yumuşak güç süreci başladı.  Güvensizlikten en çok beslenen İsrail ve bu ortamı canlı tutan Filistin meselesidir. Yine ayrı bir makale konusu olan Türkiye, Filistin, İsrail denkleminde sadece şu söylenebilir. “One minute” den itibaren Mavi Marmara olayına kadar Türkiye’nin İsrail’e ve İsrail’inde Türkiye’ye izlediği kriz politikaları bilinci bir siyasetin ürünüydü. İsrail’in unuttuğu şey ise ABD’nin Obama ile birlikte bölgeden çekilme istekleri ve hamlelerine paralel olarak uzun vade bölgede güvensizlik değil güvenlik istiyor. Bunu da silahsız yapmak niyetinde bu taraftan resme baktığınızda Türkiye tabloya daha uygun durmaktadır.

Tüm bu politikalara çerçevesinde Türkiye aslında sabit verileriyle dünya denkleminin yeniden şekillenmesinde kendisinden beklenen hamleleri yapmaya başlamıştır. Aslında Eksen kayması yok,  eksenin yerine oturması vardır.

Şehitler Ölümsüzdürler

Her insan mutlaka ölümü tadacaktır. (Enbiyâ, 21/1) Ancak ölümün en şerefli olanı Allah rızası için dinini, vatanını, namusunu ve milletinin bağımsızlığını korumak uğruna savaşırken ölmektir. Yüce Allah, kendi yolunda seve seve şehadet şerbetini içenleri Kur’an-ı Kerim’de övmekte, onların diri olduklarını, kendilerine sunulan nimetlerle sevinç içinde olduklarını bildirmektedir: “Allah yolunda öldürülenlere “ölüler” demeyin. Hayır, onlar diridirler. Ancak siz bunu bilemezsiniz.” (Bakara, 2/154) “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler, Rableri katında Allah’ın, lütfundan kendilerine verdiği nimetlerin sevincini yaşayarak rızıklandırılmaktadırlar. Arkalarından kendilerine ulaşamayan (henüz şehit olmamış) kimselere de hiçbir korku olmayacağına ve onların üzülmeyeceklerine sevinirler.” (Âl-i İmrân, 3/169-170)

Yine Kur’an-ı Kerim’de Allah yolunda öldürülenlerin amellerinin boşa çıkmayacağı (Muhammed, 4) belirtilmiş, canlarını Allah yolunda feda etmelerinin karşılığının cennet olduğu bildirilmiştir: “Şüphesiz Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını, kendilerine vereceği cennet karşılığında satın almıştır. Artık, onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve ölürler. Allah bunu Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da kesin olarak va’detmiştir. Kimdir sözünü Allah’tan daha iyi yerine getiren? O halde, yapmış olduğunuz bu alışverişten dolayı sevinin. İşte asıl bu büyük başarıdır.” (Tevbe, 9/111)

Vatan, millet, devlet, hürriyet gibi kutsal değerlere büyük önem veren yüce dinimiz İslam; bu değerlerin korunması için malın ve canın feda edilmesini mukaddes bir vazife saymış, bu uğurda ölenleri şehitlik mertebesiyle müjdelemiştir.

Kulun canını ve malını Allah yolunda, din, vatan, millet ve mukaddesat uğrunda seve seve feda edebilmesi Allah’a imanın en yüce noktası, O’na olan sevginin en güzel ifadesidir. Sevgili Peygamberimiz şehitlik mertebesinin yüceliğine işaret ederek; “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Allah yolunda savaşıp öldürülmeyi, sonra diriltilip yine öldürülmeyi, sonra diriltilip yine öldürülmeyi ne kadar çok isterdim” (Riyazu’s-Salihin, 2/535) buyurmuştur.

Şehid sözlükte “bilen, gören, hazır olan, haber veren, muttali ve tanık olan” demektir. Kur’an’da şehid kelimesi, 35 defa, şühedâ kelimesi ise 20 defa geçmiştir. Bu kavram, Allah’ın, Peygamberin, meleklerin ve insanların sıfatı olarak kullanılmıştır. Allah yolunda öldürülen müminlere, “şühedâ” denilmiştir. (Âl-i İmrân, 3/140, Nisâ, 4/69) Örfümüzde “şehid” kelimesi bu anlamda kullanılmaktadır. Allah yolunda öldürülen müminlere, şehid denilmesi, ölen kişinin cennetlik olduğuna dünyada şahidlik edilmesi, gerçekte ölü olmayıp yaşaması (Bakara, 2/154) sebebiyledir. “Şehidler, ahirette gördüğü nimet ve mükâfat sebebiyle dünyaya tekrar dönüp on defa öldürülmeyi temenni ederler.” (Buharî, İman, 26; Müslim, İmare, 103) Şehidler ahirette peygamberler, sıddîklar ve sâlihlerle beraber olurlar. (Nisâ, 4/69) “Şehidin kul hakkından başka bütün günahlarını Allah bağışlar.” (Müslim, İmare, 32) (DİB. Dini Kavramlar Sözlüğü, Sh. 65-66)

Şehitler üç kısımdır. Dünya ve ahiret şehidi, dünya şehidi ve ahiret şehidi. Allah yolunda İslam düşmanlarıyla çarpışarak savaş meydanında şehid olan kimse dünya ve ahiret şehididir. Bu şehitler yıkanmaz, namazları kılınarak üzerlerindeki kanlı elbiseleri ile gömülürler. Dünya şehidi gösteriş veya ganimet gibi şeyler için kafirlerle savaşarak öldürülen kimsedir. Ona da dünya ve ahiret şehidi gibi muamele yapılır, ancak ahirette ona hiçbir mükâfat yoktur. Suda boğularak bir duvar enkazı altında kalarak taun gibi salgın hastalıklar sonucunda ölen kimseler de ahiret şehididirler. Bunlar diğer Müslümanlar gibi yıkanıp defnedilir. Dinen şehit sayılmayan kimselere şehitlik unvanı verilmemesi gerekir, çünkü bu geçek şehitlere saygısızlık olur.

Yüce Allah’ın şehitler için vaat ettiği üstün derecelere ulaşmayı gaye edinen Müslümanlar, hiçbir zaman ölüm endişesine kapılmadan, yüksek idealler uğruna canla başla mücadele etmişlerdir. Şanlı ecdadımız da “Ölürsem şehid, kalırsam gazi olurum”  inancıyla canını ortaya koyup, tarih boyunca zaferden zafere koşmuş, nice sayısız kahramanlık destanları yazmıştır. Bu şanlı destanlardan birisi de 96 yıl önce milletçe büyük bir kahramanlık örneği sergileyerek kazandığımız “Çanakkale Zaferi”dir.

Bu vesileyle, 18 Mart 1918’de tarihe “Çanakkale geçilmez” diyerek damgasını vuran, bizlere bu vatanı emanet eden şehit ve gazilerimiz başta olmak üzere tüm şehit ve gazilerimizi rahmet, minnet ve şükranla yâd ediyoruz. Ruhları şâd olsun.