10.8 C
Kocaeli
Perşembe, Ekim 2, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1139

Biz Ölüyüz Orwell’ler Ölmez

Goerge Orwell 1984‘ü yazdığında takvimler 1949‘u gösteriyordu. Bense Türkiye‘deki hangi olayla, hangi zamanda, hangi yazımla 1984‘ü bağdaştırdığımı bile unuttum.
            Jetonuma baktım, hala aynı yerinde. Sayıklamaya başladım:

  • Big Brother ‘Abiler’dir.
  • İktidar acı çektirmek ve küçük düşürmektir.
  • İktidar insanın kafasını parçalamak ve istenen biçimde bir araya getirmektir.
  • Tutuklamalar hep gece yarısı yapılır. Yok edilenlere buharlaştı denilir.
  • Düşünce suçu ölüm yaratmaz; düşünce suçunun kendisi ölümdür.
  • O yılın ilk çeyreğinde Bolluk Bakanlığı’nın ayakkabı üretim tahmini 145 milyondu.

Gerçekleşen üretim ise 62 milyon oldu. Hedef sayı 57 milyona indirildi. Böylece hedef 5 milyon aşılmıştı. Belki de hiç ayakkabı üretilmemişti.

  • Bir savaşın gerçekten olup olmaması önemli değildir. Önemli olan savaş

durumunda olmaktır.

  • Bile bile söylenen yalanlara yürekten inanmak, zararlı görülmeye başlanan bir

gerçeği unutmak gerekli şeylerdir.

  • Bir zafer açıklanırken şaşkın bir tavır takınmak suçtur; yüzsuçu.
  • Nefret Haftası’nda yeni nefret şarkısı her yerde çalınır, dinlemek mecburidir.
  • Önemli olan halkın morali değil Parti’nin moralidir. Her Parti üyesi becerikli ve

çalışkan olabilir ama yaltak ve korkak da olmalıdır.

  • Bir Parti üyesinin kişisel duyguları olamaz. Ondan, düşmanlardan nefret etmesi ve

zaferlerden gurur duyması beklenir. Partinin gücü ve dehası karşısında kendisini bir hiç olarak görmesi istenir.

  • Çiftdüşün insanın iki çelişik düşünceyi aynı anda kabullenmesidir. Gerçek sürekli

geride bırakılmalıdır. Parti, çiftdüşün yardımıyla tarihi durdurmak olanağını bulmuştur.

  • Toplumda olup bitenlerden en çok haberdar olanlar aynı zamanda dünyayı olduğu

gibi görmekten en uzak olanlardır.

  • Anlayış ne kadar genişse aldanma da o kadar geniştir. Daha zeki olan daha az

akıllıdır.

  • İnsanlık Parti’dir. Onun dışındakiler çer çöptür.
  • Parti ‘dünya düzdür’ der, Parti ‘buz sudan daha ağırdır’ der.
  • İki kere iki beş eder.
  • Tanrı iktidardır.
  • Özgürlük köleliktir (Özgür Kız şirket kapitalizminin kölesidir).

 

Düşünce Polisi tabirini görünce aklıma Tayyip Erdoğan Pınarhisar mahpusuyken
söylediğimiz dörtlük geldi aklıma:

” Sessizce düşünsek duyacaklar bir gün,
  Olmazları olmuş sayacaklar bir gün,
  Onlar bu vehimle ellerinden gelse
  Rüyalara sansür koyacaklar bir gün.”

            “İmam’ın Ordusu” adlı kitapla ilgili mahkeme kararını bire on bahse girerim Molla Kasım aldırmıştır. ‘Motosikletli Yunus‘lara duyurulur.

            Son düzlüğe – anten ayarlarıyla oynadığımız – Orwell nakaratlarıyla girelim:

                        DÜŞÜNCE ŞERRİN KAYNAĞIDIR

                        SANSÜR SAADETTİR

                        ZULÜM ADALETTİR

                        KİTAPLAR YAKILMALIDIR

Libya Bombalanırken

Başta Amerika ve Fransa olmak üzere Libya bombalanıyor. 40 yıldır Libya’ya zalimce ve diktatörce idare eden Kaddafi’ye karşı Libya halkı ayaklanınca olanlar oldu. Libya halkı yağmurdan kaçarken doluya tutuldular. Petrol ve doğalgazın kokusunu alan  Amerika ve Avrupa ülkeleri Libya üzerine bombalar yağdırmaya başladılar.
Bu yazıyı Libya bombalanırken kaleme aldım. Libya her hangi bir yer değil. Afrika kıtasını köprübaşı, İslam Medeniyeti’nin Peygamberimizden hem sonra geldiği Osmanlı’nın yüzlerce yıl hüküm sürdüğü bir coğrafya. Akdeniz’i Türk Gölü haline getiren Turgut Reis’in mezarının bulunduğu yer. Osmanlı’nın Trablus eyaleti. Sürgünün sembol ismi Fizan’ın bulunduğu yer. 1911’de İtalyanların vahşet ve soykırım yaptığı coğrafya.

Mustafa Kemal Atatürk dahil bir çok Osmanlı subayının Trablus ve Derne’de  İtalyanları hezimete uğrattığı bölge. Anadolu’da Kurtuluş Savaşı’na en büyük desteği veren din adamlarından birisi olan Şeyh Şenusi’nin memleketi. Kaddafi’nin darbeyle ele geçirdikten sonra İslami sosyalizmi yönetimini kurduğu yer. Dünya televizyonlarında büyük beğeni ile izlenen Ömer Muhtar ve çağrı Filmlerinin çekiminin yapıldığı ülke. Kıbrıs Barış Harekâtında Türkiye’ye her bakımdan destek olan Kaddafi’nin ülkesi.
On binlerce Türk asıllı insanın yaşadığı Türk Müteahhitlerin dünya piyasasına açılmasını sağlayan yer. Libya ile ilgili anlatılıp söyleyecek çok şey var. Libya halkı üzerine Kaddafi bahane edilerek Amerika ve Avrupa bombalar yağdırmaya başladı. Libya’da bir Irak ve Afganistan yapılmak isteniyor. Libya üzerine bombalar yağdırılırken bu satırları kaleme almak için araştırma yaptım.

Gazeteler, dergiler ve çeşitli kitaplardan Libya’nın geçmişi ile ilgili derlediğim yazıyı aşağıda sizlerin ilgisine ve bilgisine sunmak istiyorum.ayrıca Libya ile ilgili, Libya’nın eski başbakanlarından Sadullah Bey’in Oğlu olan Türkiye’nin tanınmış tarihçi ve yazarlarından Orhan Koloğlu ile ilgili yaptığımız söyleşinin belgesel video görüntüleri ile yazıyı www.gebzegazetesi.com/videolar  sitesinden hem okuyup hem izleyebilirsiniz.
Şimdi gelin Libya bombalanırken derlediğimi yazıyı ilginize sunuyorum.

Libya Bombalanırken

Libya’da  İslâm  Medeniyeti ve Osmanlı dönemi

Libya Akdeniz kıyısında, doğusunda Mısır, batısında Cezayir ve Tunus, güneyinde Nijer ve Çad, güneydoğusunda Sudan ile komşu olan bir Kuzey Afrika ülkesi. 647 yılında ise Abdullah ibn el-Sa’ad komutasındaki Arap İslam orduları Libya’ya girerek Bizanslılar’ı mağlup etti. Trablus (Tripoli) ve Cyrenaica Halifeye bağlanmakla birlikte Bizanslılar’a (İstanbul ve Şam) bağlı yöneticiler  bölgeyi yönetmeye devam ettiler. Sonraki dönemlerde
bölge halklarının Müslümanlığa geçişi ve Arap dilinin kabulü gerçekleşti. 1146’da Sicilyalı Normanlar Trablus’u istila etti. 14. ve 15. yüzyıllarda İslam egemenliğinden sonra, 16. yüzyılda tekrar Hıristiyan yönetimine geçti. 1553’te Hıristiyanlar Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı Turgut Reis tarafından buradan çıkartıldı.

Osmanlı Devleti’nin zayıflamasına paralel olarak Libya’daki yönetim de Dayı denilen ve görece bağımsız olan beylerin eline geçti. Dayılar birer devlet başkanı gibi başka devletlerle ikili antlaşmalar bile yapabiliyorlardı. 19.yy başlarında Libya’daki Dayılar da Tunus ve Cezayir Dayıları gibi Akdeniz’de Amerika Birleşik Devletleri ile mücadele etmiştir. Osmanlılar 1835 yılında Libya’daki kontrolü yeniden sağlayarak burayı merkeze bağladılar.

*Şeyh Ahmed Eş-Şerif Es-Sünûsî  Dönemi

Şeyh Ahmed Eş-Şerif Es-Sünûsî, 1873 yılında Jagbub’da dünyaya geldi. Senüsilerin önderlerinden olan Muhammed Şerif’in oğludur. Muhammed Şerif’in onun dışında dört erkek çocuğu daha vardı. 1902 yılında Muhammed Mehdi’nin vefatı üzerine Senusilerin başına geçti. Senusiler, Afrika’da önemli bir nüfuza sahipti. Özellikle Sahra ve Sudan bölgesinde geniş bir etki alanına sahiptiler.
Yaklaşık bir asırdan beri devam edegelen sömürgecilik hareketleri ve özellikle İslâm topraklarını ele geçirip sömürgeleştirme teşebbüslerinin hız kazandığı bir dönemde Afrika’daki bu güzide topluluğun başına geçti. Senusiler, İtalya’nın Trablusgarp’ı işgaline kadar, tamamen dinî hizmetlerle iştigal etmekte ve her hangi bir askerî harekâtın içinde yer almamışlardı. Ancak, özellikle 1900’leri başından itibaren İtalya’nın açık bir şekilde Trablusgarp’a göz dikmesi ve burayı işgal için fırsat kollaması Osmanlı hükümetini telaşlandırmaktaydı.

Osmanlı Devletine samîmî bir şekilde bağlı bulunan Senusiler, işgal girişimlerine karşı silâhlandırılmaya başlandılar. Devlet, herhangi bir saldırı durumunda buraya zamanında askerî yardımı ulaştıramayacağını hesap ettiğinden, özellikle devlete son derece bağlı bulunan ve bu bağlılıkları Şeyh Ahmed zamanında adeta zirveye çıkan yerli halkı işgaller karşısında harekete geçirdi.

Senusiler, önce Orta Afrika’yı işgal eden Fransızlarla büyük bir mücadeleye giriştiler. Büyük kahramanlıklar gösterdiler.

  1911 Trablusgarp işgali üzerine

Şeyh Ahmed Sunusi, 1911 Trablusgarp işgali üzerine, İtalyanlara karşı büyük bir mücadeleye girişti.  Enver Paşa ile yaptığı görüşmeden sonra Türk ve Arap subayların komutasında teşkil ettikleri kuvvetlerle direnişe geçtiler. Enver Paşa, hükümetin içinde bulunduğu şartları gereği İtalyanlarla barış antlaşması yapmaya mecbur kalındığını Senusi’ye izah ettikten sonra, yine de cihada devam etmeleri tavsiyesinde bulundu. Ayrıca, bu mücahitlerin elinde bulunan bölgelere yazılan resmî yazılarda “Senusi Hükümeti” başlığı taşıyan kâğıtların kullanılması da dikkate değerdir.

Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıfladığı dönemde, 1911’de İtalyanlar bölgeyi işgal ettiler. Trablusgarp Savaşı akabinde yapılan Oshy anlaşması ile Libya’daki fiili Osmanlı Hakimiyeti sona ermekle birlikte, hukuken Osmanlıya bağlılığı benimsendi.

Libya Kahramanı Ömer Muhtar

İtalya’da faşist Mussolini’nin iktidarı ele alması üzerine Libya’nın tamamının kontrol altına alınabilmesi için takviye askeri birlikler gönderildi. Ömer Muhtar buna karşı kendi birliklerini yeniden organize etti. Ancak her türlü imkâna sahip İtalyan güçleri karşısında zor durumdaydı…

Osmanlı Devleti’nin zayıflamasına paralel olarak Libya’daki yönetim de Dayı denilen ve görece bağımsız olan beylerin eline geçti. Dayılar birer devlet başkanı gibi başka devletlerle ikili antlaşmalar bile  yapabiliyorlardı. 19.yy başlarında Libya’daki Dayılar da Tunus ve Cezayir Dayıları gibi Akdeniz’de Amerika Birleşik Devletleri ile mücadele etmiştir.

Mustafa Kemal Libya’da..

Osmanlılar 1835 yılında Libya’daki kontrolü yeniden sağlayarak burayı merkeze bağladılar. Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıfladığı dönemde, 1911’de İtalyanlar bölgeyi işgal ettiler. Trablusgarp Savaşı akabinde yapılan Oshy anlaşması ile Libya’daki fiili Osmanlı Hakimiyeti sona ermekle birlikte, hukuken Osmanlıya bağlılığı benimsendi. Ülkeyi işgal eden İtalyanlara
karşı Mustafa Kemal, Enver Paşa ve diğer bazı Osmanlı subaylarının örgütlediği milis kuvvetleri uzun zaman direnç gösterdi. Ancak her türlü üstünlüğe sahip olan İtalya, ülkenin tamamını kontrol etmeyi başardı. Halkı baskı ve zulüm ile sindirdi. Adeta bütün Libya’yı köleleştirdi.

Ömer Muhtar

Bu dönemde İtalyan sömürgeciliğine karşı Ömer Muhtar tarafından başlatılan direniş hareketi ise Ömer Muhtar’ın yakalanarak idam edilmesi sonucunda başarısızlığa uğradı. Libya anlatılırken, ülkenin manevi lideri ve bağımsızlık hareketinin önderi Ömer Muhtar’ı da hatırlamamak olmaz. Ömer Muhtar, en güvenilir tesbite göre 1862 yılında Defne’de dünyaya gelmiştir. Cağbub’daki medreselerde ve İslâmi İlimler Enstitüsü’nde tahsil gördü. İlk cihadını Fransız emperyalizmine karşı verdi. 29 Eylül 1911’de, İtalyan işgaline karşı mücadele eden Seyyid Ahmed Şerif’in komutasında yürütülen cihada katıldı. Başarılı eylemleriyle cihad da ön saflara geçti ve 1922’de mücahid kuvvetlerinin başkumandanlığına getirildi.

1922’de İtalya’da faşist Mussolini’nin iktidarı ele alması üzerine Libya’nın tamamının kontrol altına alınabilmesi için takviye askeri birlikler gönderildi. Ömer Muhtar da buna karşı kendi birliklerini yeniden organize etti. Ancak her türlü modern imkâna sahip İtalyan güçleri karşısında zor durumdaydı. Buna rağmen cihadı 1931’e kadar kararlılıkla sürdürdü. 1931’de İtalyan kuvvetleri Ömer Muhtar’ı esir ettiler ve sıkıyönetim mahkemesinde yargıladıktan sonra 15 Eylül 1931’de idam ettiler.

Kaddafi, 1969 yılında yeşil devrimini gerçekleştirdikten sonra iki önemli filmi dünya sinemasına kazandırmıştı. Bu filmlerden birincisi “İslam’a çağrı” ikincisi ise “Ömer muhtar” filmi idi. İslam’ı Çağrı filminde Hz. Muhammed(as) hayatı, mücadelesi ve asrı saadet dönemi bugünün insanına anlatılırken, Ömer Muhtar filmiyle de Libya’nın bağımsızlık mücadelesi ve bu mücadelede Şeyh Ömer Muhtar’ın yeri ve önemi anlatılmaktadır. Kaddafi bu iki film ile İslam’ın tebliğine önemli katkıda bulunmuştur.

Atatürk ve Libyalı Şeyh Senusi..

M. Kemal Atatürk, Müslüman toplumların Kuvay-ı Milliye hareketine sıcak bakmalarını sağlamak amacıyla alimlerin nüfuzundan faydalandı. Bu sırada Türkiye’de bulunan Senüsi’nin de katkısıyla 1 Şubat 1921 tarihinde, onun başkanlığında bir İslâm Kongresi topladı. Bu kongreden sonra İslâm dünyasının Kuva-yı Milliye hareketine olan ilgileri arttı. Şeyh Ahmed Senusi verdiği vaazlarla ümit aşıladı.

Topkapı toplantısı

Şeyh Ahmed Sunusi, 1922 yılı sonlarına doğru Şam’a gitti. Ancak, Fransızlar burada kendisini rahat bırakmadılar. Şam’ı terk etmek zorunda kaldıktan sonra Hicaz’a giderek ömrünün son demlerini ibadet ve duâ ile geçirdi. 10 Mart 1933 tarihinde kutsal topraklarda Hakk’ın rahmetine kavuştu. Kendisi ile görüşenler üzerinde hep müspet etki yaptı. Hiçbir zaman düşmanlarına boyun eğmediği gibi, kendisine teklif edilen makam ve mevkileri de reddetti.

Hasan-Mevsuf Tabyası

Çanakkale’de bir tabyaya, yan yana savaşan iki askerin adı verilir. Askerin biri Türk diğeri Libyalı’dır. Türkün adı Hasan, Libyalının adı Mevsuf’tur

Libya’da Bir Gezi..

Meydan-ı Şüheda ya da Meydan-ı Ahtar. Bu meydan bugünkü maruf adıyla “Yeşil Meydan”dır. Trablus’un merkezi konumundadır. Trablus’ta bütün yollar ve caddeler (Ömer Muhtar ve Raşi Caddeleri gibi) Yeşil Meydan’a çıkar. Meydan-ı Şüheda denmesinin nedeni, İtalyanlar sömürgelerini sürdürdükleri dönemde Libyalılara karşı giriştikleri soykırımında bütün Libyalıları kadın, erkek, çocuk, ihtiyar demeden hepsini bu meydanda katletmişler. Onun için o zaman şehitlerin kanlarıyla boyanan bu meydana “Meydan-ı Şüheda” adı
verilmiş. Bilahare 1 Eylül devriminden sonra da bu meydanın adı “Meydan-ı Ahtar”, “Yeşil Meydan”  olmuş. Meydana Yeşil ismini Kaddafi vermiş. Her yıl devrim kutlamaları bu meydan da yapılıyor. Her ne kadar ismi “Meydan-ı Ahtar”a dönüşse de meydanın levhalarında halen “Meydan-ı Şüheda” yazmaktadır.

Libya’nın en büyük kenti olan Trablus, Fenikelilerce İ.Ö 500’lü yıllarda kurulmuş. Trablus’ta öncelikle Akdeniz, ardından biraz Arap-Müslüman, epeyce Osmanlı ve İtalyan mimarisi hakim. Cezayir meydanındaki İtalyan kilisesi camiye dönüştürülerek “Fatih Camii” ismiyle ibadete açılmış. Çevresindeki Kur’an Kursu ve diğer eğitim kurumlarıyla önemli
bir yapı. Medresül Funun vel Sanayi İslam da önemli eğitim kurumlarından. Trablus Valisi Namık Bek tarafından hizmete açılmış. O günden beri eğitime devam eden önemli bir Osmanlı eseri. Kentin en etkileyici yeri “Yeşil Meydan” ya da “Meydan-ı Şüheda” çevresi.
Bu çevrede kale, bu kalenin içerisinde Cemahiriye Müzesi, kale ardında Eski Kent var. Meydanın diğer tarafında İtalyan mimarisine sahip hoş yapılar yer alıyor. Müze Libya gezisinin “olmazsa olmaz”larından. Neolitik Çağdan günümüze kronolojik 47 galerinin bir kısmında olağanüstü parçalar sergileniyor.

Eski Kent ya da Medine çok ilginç, görülmeye değer. Burada 3-4 saatlik çok hoş bir gezinti yapılabilir. Çarşılar, örneğin Suk el-Müşir, Suk el-Turki, yukarıdan kemerli daracık sokaklar, beyaz badanalı evler, Karamanlı Ahmet Paşa Camii, 1200 yıllık olduğu söylenen En-Naka Camii, Osmanlı döneminin Gurci, Osman Paşa, Turgut Reis Camii ve Türbesi, Ali Rıza Paşa tarafından yaptırılan Saat kulesi, değişik medreseler, hanlar, eski Fransız, İngiliz elçilikleri, kiliseler, surlar, kapılar, Marcus Aurelius kemeri…

Libya’nın Nüfusu ve yüzölçümü

Libya dünya turizm sektörünün henüz keşfetmeye başladığı yeni bir bölge.Türkiye’nin            2 katından fazla yüzölçümüne sahip, 6 milyon nüfusu var. Bir o kadar da yabancı yaşıyor ülkede.

Dünyanın en güzel çölü: Fizan

Osmanlı’da sürgün yeri, Fizan ya da Fizan Çölü. Giden gelmiyor, Yemen gibi… Acılar, üzüntüler… Ama günümüzde turizm endüstrisinin önümüzdeki 8-10 yılına damgasını vuracak bakir bir diyar. Libya’nın güneyinde yer alan ve ülkeyi meydana getiren üç bölgeden (diğer ikisi Trablus, Berka) biri olan Fizan  rivayete göre adını Fezan b. Ham b. Nuh’tan alır. 1969’a kadar Fizan vilayeti, bu tarihten sonra itibaren el-Muhafazatü’l-Cenubiye olarak adlandırılmış. Bölge, deniz seviyesinden 200-500 metre yükseklikte ve yaklaşık 570.000 km2 genişliğinde olup, yüzde 95’i çöllerle kaplı. Bölgenin merkezi Sebha, diğer şehirleri
Merzuk ve Katrin.

Trablus, geçmişi yaşatıyor

UNESCO tarafından 2007 yılı Kültür Başkent’i ilan edilen Trablus’ta nisan ayında uluslararası katılımlarla “Kültür Başkenti Trablus” törenleri yapılacak. Bu amaçla Libya dışından da önemli davetli katılımı bekleniyor Trablus’a. Osmanlı imparatorluğu döneminde Libya’nın önemi büyüktü. Özellikle Trablus Osmanlılar için Akdeniz’deki önemli deniz
üslerinden birisiydi. Bu bakımdan Trablus şehrinde gezerken Osmanlı izlerine oldukça sık rastlıyorsunuz. Trablus’un çarşı ve meydanlarında Osmanlı’yı yaşamamak mümkün değil.
Libyalılar sizin Türkiye’den geldiğinizi öğrendikleri zaman, dedelerinin ve babalarının Osmanlı Sevgisini anlatırlarken, kendilerinin de aynı duyguları yaşadıklarını gizleyemiyorlar.

Turgut Reis

Burada sizin atanız yatıyor, Libya, ambargo sonrasında tarihi eserlerin restorasyonuna oldukça önem vermiş. Trablus kenti. Bir anlamda yeniden restore edilerek, geçmişteki tarihi kisvesine büründürülmüş. Restorasyon çalışmalarında da Osmanlı’nın torunları çalışmış. Turgut Reis Camii de yeniden restore edilerek, geçmişteki tarihi kimliğine büründürülmüş. Ancak üzüntü verici durum, Turgut Reis Türbesi’nin bakımsızlığı. Ziyaretimiz sırasında türbedar, bize ısrarla diyordu ki; “Burada sizin atanız yatıyor, buranın restorasyonu Türk büyükelçiliğine ait. Ne olur, Büyükelçinize söyleyin de biran evvel daha fazla tahribat görmeden türbe eski güzelliğine kavuşturulsun.” Türk denizcilik tarihinin büyük kahramanı Kuzey Afrika efsanesi Turgut Reis 1565 Malta kuşatmasında şehit düştükten bir müddet sonra Trablus’a getirilerek bugün ki türbesine defnedilmiş. Turgut Reis Akdeniz’i Türk gölü haline getiren Kaptan-ı Deryalardan…

Trablus, Osmanlı kokuyor

Trablus şehrinde gezerken Osmanlı izlerine oldukça sık rastlıyorsunuz. Trablus’un çarşı ve meydanlarında Osmanlı’yı yaşamamak mümkün değil. Libyalılar sizin Türkiye’den geldiğinizi öğrendikleri zaman, dedelerinin ve babalarının Osmanlı sevgisini anlatırlarken, kendilerinin de aynı duyguları yaşadıklarını gizleyemiyorlar. Tacura, Trablus’a 15 kilometre mesafede güzel bir kent. Tacura’nın en önemli özelliği de Osmanlı kumandanı Murat Ağa’ya ev sahipliği yapmasıdır.

Murat Ağa

İspanyollar Libya’yı taciz etmeye başladıklarında Tacura’nın ileri gelenleri Osmanlı’ya bir heyet göndererek yardım ve destek talebinde bulunurlar. Zamanın Padişahı da Murat Ağa’yı Libyalılara yardıma gönderir. Murat Ağa ile Osmanlıların Libya’ya ilk gidişi gerçekleşir.
Murat Ağa Libya’ya Tacura sahillerinden çıkar. Tabiî ki daha sonra Kaptanı Derya Turgut Reis Libya’ya yardıma gelir. Osmanlının Libya’ya gelişi ile ilgili olarak yaşlı Libyalılar  “Osmanlı olmasaydı biz kim bilir hangi dinin mensubu olurduk” diyerek Osmanlı’ya karşı sevgilerini ve muhabbetlerini ifade ediyorlar.

Tacura sahillerinden Libya’ya giriş yapan Murat Ağa, vefatından  sonra da bu şehirde ebedi istirahatgahına tevdi edilir. Biz de Trablus’a gidince akşam namazını Seyyid Abdullah Şaab Mescidi’nde kılmak, hem de avlusunda bulunan Murat Ağa’nın türbesini ziyaret etmek üzere  Tacura’ya gidiyoruz. Yolumuzun üzerinde Mehtike askeri havaalanı bulunuyor. 

Libya’da Kaddafi Dönemi..

1969 yılında gerçekleştirdiği “Yeşil Devrim” ile bir anda Libya’yı dünya gündemine taşımayı başaran Kaddafi, 1977 yılında da “Halk yönetimi” ne geçerek halkını bizzat yönetime ortak etmeyi gerçekleştirmesiyle de düzen arayıcılarının kafalarını karıştırmayı başarmıştır.
Libya Lideri Kaddafi ilginç kişiliği ile dünyanın bakışlarını üzerine çekmeyi başarmıştır. 1969 yılında gerçekleştirdiği darbe ile bir anda Libya’yı dünya gündemine taşır.

Afrika’nın gelişmesinde Kaddafi’nin rolü

2 Mart Cuma günü  “Halk Yönetimi”ne geçişin 30. yıl kutlamalarını izlemek üzere Trablus’tan uçakla SEBHA Kentine gidiyoruz.  Bir saat süren uçak yolculuğumuz esnasında uçağın penceresinden Fizan çölünün güzelliklerini uzun uzun seyretme imkanı bulduk.
Sebha, Libya’nın önemli kentlerinden birisi. Şehirleşme de oldukça düzgün yapılmış. Sebha’nın gelişmesinde Türk müteahhitleri de yer almışlar, halen de  çalışmaktalar.
Hava sıcaklığı 30 derece civarında. Ama çölden esen hafif rüzgar bizi rahatlatıyor.

Uganda Cumhurbaşkanı

Toplantıya iştirak eden Uganda Cumhurbaşkanı da yaptığı uzun bir konuşma ile Libya’nın ve Lideri Kaddafi’nin  Afrika’nın gelişmesindeki rolü üzerinde durdu. Günün en son konuşmasını ise, lider Kaddafi yaptı. Kaddafi konuşmasında ambargo öncesinde ve ambargo sırasında izlediğim konuşmalarının aksine heyecanlı değildi.

Libya halkı Osmanlı hayranı

Tarihi ve kültürel, dini bağlar nedeniyle  ortak yanlarımızın çok olduğu Libya’da bulunduğumuz süre içerisinde hiç yabancılık çekmiyoruz. Trablus da bulunduğumuz süre içerisinde şehirde yaptığımız gezinti sırasında halktan oldukça sıcak ilgi gördüğümüzü söylemeliyim. Libya halkı bize hiç yabancı değil. Osmanlı zamanında çeşitli nedenlerle bu ülkeye giden Türkler orada kalarak Libya halkı ile evlilikler gerçekleştirmişler. Onların torunları kendilerini öncelikle Libyalı kabul ediyorlar. Sizinle konuşurken dedelerinin, babalarının Osmanlı olduğunu büyük bir gurur ile ifade ediyorlar. Libya yönetiminde kendilerine önemli görevler verilmiş. Ülkelerine hizmet etmenin mutluluğunu yaşıyorlar.
10 yıllık ambargo döneminin bezginliğini, kararsızlığını atmış Libyalılar. Gençleri oldukça hareketli, kararlı gördüm. Camiler gençler tarafından dolduruluyor. Çarşı ve pazarlar mallarla dolu, halk akşamın serinliğinde alışveriş yapmak için çarşı ve pazarları dolduruyor.
Yeni yeni binalar ve oteller, “Burcu’l Fatih” gibi iş merkezleri dikilmiş. Yenilerinin yapılması için görüşmeler yapılıyor. Turizm acenteleri geleceğin Libya’sında turizm pastasından pay alabilmek için Trablus’ta konuşlanmaya başlamışlar. Ama Libyalıların arzuları ülkelerindeki
gelişmeleri, yatırımları Türk firmaları ve şirketleri ile paylaşmak.

BM, Libya’nın bağımsızlığını onaylıyor

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bölge Fransa ve İngiltere’ye bırakıldı. Birleşmiş Milletler 1949’da Libya’nın bağımsız bir ülke olması gerektiği kararını aldı. Görüşmelerde Libya’yı, 1920’lerden beri İtalyanlarla mücadele etmiş olan, sonrasında Mısır’a sürgüne giden Şeyh İdris temsil etti. 1951’de Libya bağımsızlığını kazandı ve Birleşmiş Milletler aracılığıyla bağımsızlığa kavuşan ilk ülke oldu; İdris ülkenin kralı oldu.  1969’da, ordunun genç subaylarından Muammer Ebu Minyar Al-Kaddafi bir grup subayla birlikte Kral İdris’e karşı bir darbe yaptı. Darbe yapıldığı sırada Kral İdris Türkiye’nin Bursa şehrinde bulunuyordu. Monarşi sona erdirildi ve Libya Arap Cemahiriyesi kuruldu. Kaddafi, o tarihten sonra kendisinin “Üçüncü Evrensel Teori” dediği, Sosyalizm ve İslam karışımı bir politik rejimi izledi. 1990’lı yıllardan itibaren Lockerbee faciasını bahane eden Amerika’nın baskısı ile sağlanan uluslararası ambargo ile 1969’dan ititbaren sürdürdüğü kalkınma hamlesine darbe vuruldu.

Kaddafi, ordusunu Türkiye’nin emrine tahsis etti

Libya’da Türk asıllı milyonlarca insan bulunmaktadır. Ayrıca Libya, Kıbrıs Barış Harekatı sırasında, Türkiye’ye uygulanan ambargoya rağmen Türkiye’ye yardım yapan tek ülkedir. 1974’de Türkiye’nin Kıbrıs müdahalesi sırasında Libya lideri Kaddafi Türkiye’ye askeri yardım getiren uçaklarla bizzat ilgilenirken, ayrıca yönetim olarak da şu önemli kararları almışlardı:
1. Libya Ordusu, Türk Genel Kurmay’ının emrindedir.
2. Ham petrol, gemilerle Türk tarafının istediği limanlara taşınacaktır.
3. Türkiye hangi silahı almak istiyorsa, bize bildirmesi-fatura etmesi yeterlidir.
Türkiye Libya’nın bu tutumu karşısında 70 Libyalı öğrenciyi Deniz Harp Okulunda eğitti. Jest olarak da dönemin Genel Kurmay Başkanı Genç Subay adaylarıyla yemekte bir araya geldi.

 Libya nın Yönetim şekli:

 Libya’da Muammer el-Kaddafi’nin “Yeşil Kitap” adlı manifestosunda yer alan fikirlerin uygulanmasına çalışılmaktadır. Ancak manifestodaki teorik unsurlarla uygulama arasında ciddi farklılıklar olduğu görülür. Yeşil Kitap halkın yönetime doğrudan katılmasını öngören bir formülden söz eder ve bunun için halk meclisleri oluşturulmasını öngörür. Devletin en üst kademesinde “Devrim Önderi” sıfatı taşıyan başkan bulunmaktadır. İkinci kademedeki yetkili Genel Halk Kongresi Sekreteri’dir. Genel Halk Kongresi’nin 750 üyesi bulunmaktadır ve bu üyeler yukarıda sözü edilen halk meclisleri tarafından belirlenmektedir. Yeşil Kitap, ideolojisini “halk yönetimi”, “sosyalizm” ve “üçüncü dünya teorisi” başlıkları altında toplamaktadır. Siyasi partiyi çağdaş diktatörlük olarak nitelemektedir.

Libya yöneticileri birçok konulardaki düşüncelerini sloganlaştırmışlar. Bu sloganlara şehir merkezlerinde, meydanlarda, kongre ve toplantı salonlarında rastlamak mümkün.Sloganlardan bir kaçı şöyle: “Kur’an toplumun yasasıdır”, “Halk kongreleri olmadan demokrasi olmaz”,
“Hürriyet ihtiyaçta saklıdır”,” Parlamentolar demokrasinin bir aldatmacasıdır”  “Hürriyet ihtiyaçta saklıdır”

Yürütme- Yasama:

Ülkedeki yasama organı Genel Halk Kongresi’dir. Genel Halk Kongresi mahalli komitelerce gönderilen delegelerden oluşmakta ve mahalli komiteleri de ilgili yöre halkı seçmektedir. Yasama ve yürütme görevini icra eden Genel Halk Kongresi lider tarafından belirlenmektedir.
Bakanlar umumiyetle sahasında eğitim görmüş teknokrat kişiler. Libya, BM, İKÖ (İslâm Konferansı Örgütü), Arap Devletleri Birliği, Afrika Birliği Örgütü, OPEC (Petrol İhraç Eden Ülkeler Teşkilatı), Uluslararası Para Fonu (IMF), İslâm Kalkınma Bankası gibi uluslararası örgütlere üyedir.

Kaddafi; Ecevit’den Ayasofya’yı İstedi

Ecevit’in Libya’daki akrabalarını buldu. Kimdir bunlar? kaç kişidirler? İşte Kaddafi’nin ülkesindeki akrabalar. Trablus’ta yaşayan, çocuk doktoru ve aynı zamanda da öğretim üyesi olan Abdülkerim Abushwereb, ilk kez 1954 senesinde Türkiye’ye gelmiş. O yıl 40 Libyalı talebe eğitim için Türkiye’ye gönderilmiş. Gelenler arasında Abdülkerim Abushwereb de yer almış. Abdülkerim Bey, iki yıl sonra da yani 1956 yılında Türkiye’deki akrabalarını bulmuş. Bülent Ecevit’in babası Fahri Bey 1954’te vefat ettiği için o tarihte hayatta değil ama annesi Nazlı Hanım ve Bülent Ecevit’le ilk irtibatı böylece kurmuş.

Kaddafi’nin Ayasofya Teklifi

Ecevit bu konuda bir röportajında şu bilgileri vermişti: “Abushwereb, İspanya’da tatilde iken radyodan Libya’da darbe olduğunu, darbeyi yapanın da kendisi olduğunu duymuş. Tabii çok şaşırmış. Hiçbir şeyden haberi yok. Libya’dan döndüğünde Kaddafi’ye ‘Neden böyle yaptınız?’ diye sormuş. Kaddafi de ‘Asker sizi çok seviyor, takdir ediyor. Bunun için sizin isminizi açıkladım.’ demiş.” Dr. Abdülkerim Abushwereb, bu olayın Libya’da herkes tarafından bilindiğini ifade ediyor. Abdülkerim Bey, Kaddafi’nin, Albay Sadettin Abushwereb aracılığıyla Ecevit’ten istediği ‘Ayasofya’yı bir günlüğüne ibadete açın, gelip namaz kılacağım’ teklifini de doğruluyor.

Abdülkerim Abushwereb’in, Ecevit ailesiyle görüşmelerinden dördüncüsü ise 1978 yılında Libya’da gerçekleşmiş. Bülent Ecevit, eşi Rahşan Hanım’la Trablus’a gittiklerinde, akrabalarını evlerinde ziyaret etmiş. Bundan sonra karşılıklı görüşmeler sona ermişse de mektuplaşmayı sürdürmüşler.

 

Kadına Karşı Terör

Gün geçmesin ki; gazetelerde, televizyonlarda ve internet sitelerinde kadınların vahşice  öldürüldüklerini okumayalım, duymayalım ve görmeyelim…

Türkiye’de kadına karşı şiddetin önlenmesi konusunda çalışanlar, günde ortalama dört kadının acımasızca öldürüldüğünü söylüyor. Geçtiğimiz yıl 1000’e yakın kadın öldürülmüş ve cinayet zanlılarının ancak üçte biri cezalandırılabilmiş.

Bu rakamlar bize gösteriyor ki; Türk milleti, PKK teröründen sonra kadınlarımızın canına kast eden ve en az onun kadar vahşi bir terör şekli ile karşı karşıyadır. Kadına karşı oluşan bu terörün sebebini hep birlikte ortaya koymak ve çözüm bulmak gerekiyor.

Türk toplumu bir ruhsal bunalım içerisinde olup bir psikolojik travma geçirmektedir. Kabul edelim ki; ülkemizi iyi yönettiğini ve geliştirdiğini iddia eden AKP iktidarı, içinde bulunduğumuz ruhsal bunalımın baş müsebbibidir.

İşsizlik ve yoksulluk gibi iki temel sorun ile bunlara bağlı diğer ekonomik sorunlar, Türk halkının baş derdi olmuştur. Türk halkının büyük çoğunluğu bu dertlerin pençesinde kıvranmaktadır. Sadece 41 milyon vatandaşımız, kredi kartı ve diğer kredilerden dolayı bankalara borçludur. Bu sebeple evlerde, aile içinde büyük huzursuzluklar yaşanmaktadır. Küçücük paralar yada bir yüzük veya bir bilezik için eşler, anneler, kayınvalideler ve nineler acımasızca katledilmektedir. Tecavüzler yada tecavüze yeltenmeler ise ayrı bir hicran yarasıdır. Çünkü moda haline getirilmiş tv dizileri, hayasız bir lüks hayat tarzı ve şiddet ögelerini halkın kafasına sokmakta, ruhsal bunalımı artırmaktadır.

AKP tarafından halkımıza dayatılan bu düzen, kadını toplumun en zayıf halkası haline getirerek, savunmasız bırakmıştır. Bu nedenle AKP’nin iktidar döneminde, kadınlara uygulanan şiddet yüzde 1400 artmıştır. Ayrıca Türkiye’nin başına musallat edilen yeni yasa değişiklikleri ile cezalar hafifletilmiş ve suç ile ceza arasındaki denge suçlu lehine bozulmuştur. Yani bir çok suçta olduğu gibi kadına karşı işlenen suçlarda cezasız kalmakta ve böylece adeta suç teşvik edilmekte, suçlular yasalar eliyle devletçe korunur hale gelmektedir.

Bu durum toplumun yaşadığı travmanın boyutlarını her geçen gün ağırlaştırmaktadır. İnanmayanlar gidip bize demokrasinin en iyi uygulandığı ülkeler olarak lanse edilen ülkelere baksın. Görecekler ki; kadına karşı işlenen suçlar bizle karşılandığında dudak uçurtacak şekilde en ağır cezalarla karşılık bulmaktadır. O halde bizden gizlenen ve bize reva görülen bu muamele nedendir? Kadınımız karşılaştığı bu vahim tabloyu asla hak etmemektedir.

Aldatma ve kandırma iktidarı;  TOKİ, duble yol, demiryolu, ihracat, erzak, kömür, yeşil kart ve nihayetinde de kurban bayramında 250 bin çocuk giydirilecek derken ülkeyi nasıl yoksullaştırdığını ve Türk toplumunu nasıl bir ruhsal bunalıma ittiğini ve bununda kadının başına patlayan bir şiddete sebep olduğunu gizlemeye çalışmaktadır.

Türk kadını; karşı karşıya olduğu kadına karşı terörün nedenlerini çok iyi anlamalı ve bir an önce kendisini sömüren ve kadına yönelen şiddetin kaynağı haline gelen AKP’den desteğini çekmelidir. TBMM’de en az yüzde elli temsil hakkı isteyen Kader ve Haklı Kadın Platformu gibi kuruluşlarda AKP’ye karşı demokratik mücadele bayrağını açmalı ve kadınların AKP’den aday olmalarını değil onun iktidardan alaşağı etmenin mücadelesini vermelidirler. Aksi bir durum, kocaman bir samimiyetsizlik olur.

Mü’min Altın Gibidir

Mü’min; Allah’tan başka ilah olmadığına, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in Allah’ın kulu ve resulü olduğuna inanan, bunu kalp ve dil ile onaylayan kimseye denir. Mü’minin imanı o kadar kıymetlidir ki, Kur’an’da ve peygamberimizin mübarek sözlerinde bu kıymet açıkça ifade ediliyor.

Yüce Allah mü’minleri dost kabul ediyor, Peygamber Efendimiz mü’minlere kardeşlerim diyerek iltifat ediyor.  Bir çok ayet-i kerime ve hadis-i şerifler var ki, onları okuduğumuzda veya dinlediğimizde içimiz öyle ferahlıyor ve umutlarımızı artırıyor ki, bir anda dünyanın sıkıntılarından kurtuluyor, bir anda huzur buluyoruz. İşte bu ayetleri ve hadis-i şerifleri bir demet halinde siz değerli okurlarıma sunuyorum ki, okudukça birlikte rahatlayıp, bir nebze olsun rahat nefes alalım.

Önce ayetlerden demetler:

“Yalnızca Allah’a kulluk ederler.” (Fatiha, 4) “Her şart ve durumda Allah’a şükredici olurlar.” (Bakara, 172)  “İyiliği anlatmaya ve kötülükten sakındırmaya çalışırlar.” (Al-i İmran, 104) “Sözlerine sadıktırlar.” (Bakara, 177) “Sabırlıdırlar, zorluklardan asla yılmazlar.” (Al-i İmran, 146, Hud, 55) “Suçlulara asla arka çıkmaz, daima hakkı ve adaleti savunurlar.” (Nisa, 105, Nisa, 58) “Hakkı söylemekten çekinmezler.” (Maide, 54) “Mü’minler ancak o kimselerdir ki Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir. O’nun ayetleri okunduğunda imanlarını arttırır ve yalnızca Rablerine tevekkül ederler.” (Enfal, 2) “Onlar, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler.” (Enfal, 3)

“Allah’a teslim olmuşlardır.” (Tevbe, 51) “Merhametli ve yumuşak huyludurlar.” (Tevbe, 128) “Allah’a karşı aciz olduklarının farkındadırlar.” (Cin, 22) “Allah’tan korkarlar, O’nun beğenmeyeceği bir ahlak içerisinde bulunmaktan şiddetle sakınırlar.” (Rad, 21) “Hoşgörülü ve bağışlayıcıdırlar.” (Hicr, 85) “Tevazu sahibidirler.” (Furkan, 63) “Birlik ve beraberlik ruhu içerisinde olurlar.” (Saf Suresi, 4) “Kimsenin hakkını yemezler.” (Şuara, 184) “Boş şeylerden daima yüz çevirir, daima fayda getirici bir yol üzerinde olurlar.” (Furkan, 72) “Güvenilir ve cesurdurlar.” (Yunus, 71) “Dinlerine bağlıdırlar.” (Araf, 89)

Hadis-i şeriflerden demetler:

 “Mü’minin hali altın parçasına benzer. Az nefha edip, üfleyip (tüf tüf edip) ovaladın mı hemen parlar. Tartıldığında ise bu onun gramajından bir şey eksiltmez.” (Münavi, Feyzu’l-Kadir, 5/655-656) “Mü’minin misali koku satan kimse gibidir. Yanında oturursan için açılır. Gezersen fayda verir, ortak olsan istifade edersin.” (Gümüşhanevî, Ramüzu’l-Ehâdis, II, 390) “Mü’min, hurma ağacı gibidir, ondan aldığın her şey sana fayda verir.” (Ali el-Müttaki, Kenzu’l-Ummal,1/147) “Mü’minin hali arıya benzer. Arı yediği zaman temiz (çiçeğin özünü) yer. Bıraktığı da temiz (bal)dır. Çürük bir dala bile konsa onu kırmaz, ona zarar vermez.” (Münavi, Feyzu’l-Kadir,5/655-656) “Mü’minin durumu şâyân-ı takdirdir; niye olmasın ki; onun her işi hayırdır ve bu da mü’minden başkasına müyesser değildir. O, neşe ve sevinç ifade eden bir duruma mazhar olunca şükreder, bu onun için hayır olur; herhangi bir sıkıntıya maruz kaldığında da sabreder, bu da yine onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd 64)

“Mü’min, herkesi sever ve herkesle anlaşır, kendisi de başkaları tarafından sevilir ve anlaşılır. Böyle olmayan mü’minde hayır yoktur. İnsanların en hayırlısı, insanlara en çok faydası olandır.” (Ahmed b.Hanbel, Müsned, 2/400:5/335)  “Mü’min gibi ülfet edilen, hemen ısınılıverilen bir başka hayırlı şey bilmiyorum.” (Ali el-Müttaki, Kenzu’l-Ummal, 1/146) “Muhakkak mü’min yoldan insanlara eziyet veren bir şeyi kaldırmasında, birine yol tarifinde, birisini bilmediği bir kelimeyi (veya tarifi) açıklamasında, birine yolculukta (azığındaki ) sütünü vermesinde hep sevap kazanır. Hatta o kadar ki elbisesinde kurumuş bir lekeyi silip eliyle kazımasına varıncaya kadar sevap vardır.” (Ali el-Müttaki, Kenzu’l-Ummal,1/157) “Mü’min serâpâ (baştan sona) menfaattir. Her yönüyle insana fayda getirir. Birlikte yürürsen sana yararlı olur. Onunla ortaklık kursan (iyi bir ortak olur) faydalanırsın. Hâsılı onun her işi faydadır.” (Ali el-Müttaki, Kenzu’l-Ummal,1/143)

Güzelliklerde ve mü’min kardeşliğinde buluşmak dileği ve dualarımla… 

Yaşama Gücü

Keşke sevilen her şey iyi olsaydı
İyinin güzelin karası olmazdı
Her şey toz pembe olsaydı
Sevilseydik, sevseydik gönlümüzce

Keşke sende beni anlasaydın
Azı zarar, çoğu karara olmazdı
Bana yeterdin sen tek başına
Bilseydik sevince her şeyin güzelini

Keşke açmasaydım yaraları
Eşelemesem de olgun olmazdım
Konuşulanlar seninleydi
Anlamasan da yaşamak için gereken gücü

360 Derece Düşünmek

360 Derece düşünmek nedir?

Haricilikle ne alakası vardır?

Hariciliğin Kerbela ile ilgisi nedir?

Farklı bir düşünce tarzı 

Alışılmadık bir yorum sunacağım size..

360 Derece düşünmenin ne olduğunu anlamak için hariciliğin çıkış sebebini bilmek gerekir.

Hariciler Sıffın savaşından hakem olayını istemeyerekte olsa kabul etmesi sonucu Hz. Ali(ra)’yi küfürle itham ederek ordusundan ayrılmışlardı.

Haricilik İslam tarihinde ortaya çıkmış ilk siyasi ve itikadı gruptur.

Allah’ın kitabı varken de hakem kabul etmekte neyin nesi.

Onların ana itiraz noktası bu

Allah’ın kitabı konuşan bir canlı değil ki sen haklı, sen haksız desin.

Hakem hükmünü Allah’ın kitabına göre verecektir.

Aristo’ya, Eflatuna yâda laik kurallara göre değil.

 Hakemlerde insandır bazen hataen, bazende kasten yanlış yapabilirler.

Eğer ordu Hz. Ali’nin sözünü dinleyip bu oyuna gelmeseydi.

Eğer hariciler denilen bu grup 45 derece açıyla olaylara bakıpta orduyu terk etmeselerdi.

Hz. Maviye de muhtemelen ya öldürülecek yâda devlet görevinden el çektirilmek suretiyle cezalandırılacaktı.

Böylece devletin yani Hz. Ali’nin ordusuna alternatif başka bir ordu olmayacaktı.

Hilafet saltanata dönüşmeyecek, Maviye ve Yezit meselesi halledildiği için Yezit yezitlik yapamayacaktı. Belkide böylece Kerbela’ya giden yolda kapanmış olacaktı.

İslam tarihinin dönüm yâda kırılma noktalarından biri olan Kerbela faciası yaşanmamış yürekler asırlarca kanamamış olacaktı

Bu olayın kader programıyla bir ilgisi var mı yok mu?

Çok net bilemiyorum

Ama bu olaya yüzde yüz kaderin tecellisi olarak ta bakmamak lazım.

O zaman sorumluluğu ve cezayı kaldırmış oluruz ki bu da yanlış olur.

Olaylara 45 yâda 90 derece açıdan baktığınız zaman resmin bütünü gözükmez.

Vereceğiniz karar varacağınız sonuçta çoğu zaman yanlış olur

Tabi ki art niyetli fırsat düşkünü insanlar olacaktır.

Bunlar mevzu dışı

Diğer taraftaki insanların olayları doğusuyla batısıyla güney ve kuzeyi ile yani 360 derece değerlendirerek

İyi yorumlayıp doğru analiz ederek bir karar vermeleri gerekir.

Aksi halde harici mantığıyla hareket etmiş olursunuz.

Bu arada hariciler münafık değil.

Art niyetli ajan falanda değil.

Çoğu zaman geceleri ibadet

Gündüzleri oruçla geçiren

Samimi Müslümanlar.

İyi niyet ve samimiyet

Yanlış yapmaya engel değildir

Eksik olan nedir?

Bakış açısının dar olması

Yani 360 derece düşünememek

Fevri hareketler çoğu zaman telafisi imkânsız zararlara ve kardeş kanının dökülmesine sebep olur.

Ülkemiz bölgemiz ve dünyada meydana gelen semavi, arazi ve beşeri afetlere karşıda 360 derece düşünmek gerekir.

Eskiler affedersiniz eskimezler buna

‘Efradını cami ağyarını mani’ olarak isimlendirirlerdi.

Doğru düşünmek, isabetli karar vermek, sonunda pişman olmamak

Aksi durum ayının dostluğuna benzer ki pişman olmaya zaman bile kalmaz.

Ayının dostluğu

Fi tarihinde insanların riyakârlığından ikiyüzlülüğünden illallah diyen bir insan

İnsanlardan uzak bir hayat yaşamaya karar verir.

Bir ayı yavrusu alır onu büyütür.

Ayı sahibine çok bağlıdır.

Sahibi de ayısını çok sever

Bu arada aylar yıllar geçer ayı büyür.

Bir yaz günü ayısıyla kırlara gezinmeye çıkan bizim vatandaş

Epeyce gezinip yorulunca bir ağacın altında oturup dinlenmek ister.

Mevsim yaz havada çok sıcak olduğu için rehavet çöker.

Bir müddet sonra uyumaya başlar.

Sahibinin yüzüne sinekler konunca ayı sinekler den rahatsız olmasın diye elini sallayarak sahibini korumaya çalışır.

Bir üç beş derken ayının eli iyice yorulur sinir tavan yapar.

Bu halde iken sahibinin yüzüne konmuş bir sinek görünce şu yaramaza haddini bildireyim deyip bütün gücüyle sineğin bulunduğu yere bir tokat atar.

Tabi bu tokat sahibine olan sevgisi ve sineğe olan kızgınlığındandır.

Tokat o tokat zaten uyuyan sahibi uyumaya devam eder.

Biraz önce pişman olmaya bile vakit bulamazsınız dedim ya.

Evet, İslam dünyası’da ayıların dostluğuna fazla güvenmemeli.

Ayıdan ayı’ya da fark var

En sade vatandaşından

En tepedeki yöneticisine kadar hepimiz 360 derece düşünmek zorundayız.

Maalesef bir kısmımız 45 bazılarımız 90 derece açılarla olayları değerlendiriyoruz.

Eğer bu harici mantık bizde devam ederse

Bütün İslam dünyası Kerbela’ya dönecektir.

360 derece düşünebilmek temennisiyle…

Üç kutuplu dünyayı bekleyiniz

 

Sevgi Eğitimi – 3

“Eğitim”, hayata ve topluma intibak edebilmenin ortak adıdır. Yeni doğan çocuğun beslenmeye alıştırılması, denilebilir ki, insan neslinin eğitimle tanıştığı ilk somut anlardır.

Annenin güler yüzü, sevgi öpücükleri, konuşup okşaması, sevgi göndermeleri bu eğitimin devam eden parçalarıdır.

Sevgi sadece insan varlığının değil, bütün yaratılmışların ortak hamurudur. Toprakta yeşeren bir bitki, açan bir çiçek, güneşin ısı ve ışık kaynağı oluşu hep bu sevginin dışa vurumudur. O sevgi olmasa kâinat yaratılmaz; canlılar insanoğluna gıda taşımaz; kâinat insana teslim olmazdı(Atalay,2006).

Bir kişinin kendisini gerçekleştirebilmesi için sevme ve sevilme ihtiyacını mutlaka karşılaması  gerekmektedir. Temelinde sevgi olan hiçbir eğitim başarısızlığa uğramaz.

Bu gün artık şiddet, haksız rekabet, müstehcenlik, cinsel teşhir, insanın nesneleştirilmesi, kin ve nefret içerikli yayınların artması gibi pek çok sorunla örülü dünyamızda çocuklarımıza verebileceğimiz eğitimin ilk adımı onlara bir sevgi gözlüğü armağan etmektir. Bu ise, ancak ilk önce kendi sevgi gözlüklerimizi takmakla mümkün olacaktır. Yani sevmeyi öğrenmekle.

Sevgi tek boyutlu bir duygu değildir. O’nun pek çok özelliği vardır. Bu nedenle eğitim ortamında da bu özelliklerin tümünün yeri gelince, işe koşulması gerekir.

Sevgide hem ben, hem sen, hem de biz varız. Acının, sıkıntının, korkunun, üzüntünün, sevincin, neşenin, güzelliğin, iyiliğin, erdemin, bilginin vb. öğretmen ve öğrencilerle paylaşılması sevginin oluşmasında önemlidir(Solak, 2006, s.252).

Anlayış esasına dayalı bir ortam, hoşgörü ortamıdır. Böyle bir ortamda kişi, kendisiyle çelişkili olsa bile, başkalarının düşünce ve duygularını özgürce dile getirmesinden rahatsız olmama tutumu sergilemektedir. Zorlama olmadan, yalnız özgür olduğunda yaşanabilen, insan gücünü somutlayan bir eylem olan sevgi de buna dayalıdır.

Kişilerarası ve kişi içi iletişimde, kişileri bir şeylere ya da başkalarına karşı ilgi ve bağlılık göstermeye, anlayışa yönelten temel duygu, içsel, kaynağı insanın içinde olan sevgi’dir.

Sevgi, insana özgü dünyadan bir şeyler vermektir. Bunlar; ilgi, sorumluluk, saygı ve bilgidir(Fromm,1985).

Sevgiyi alan kişi, karşısındaki kişi tarafından kayıtsız şartsız saygıdeğer bulunmakta, fark edilmekte, hoş görülmektedir.

Yapılan bir araştırmada(Çiçek,2005), sevgiyi düşünce sistemlerinin temeline alan; onu bireyler arasındaki ilişkilerin, iletişimin ve toplum barışının devamı için olmazsa olmaz şart olarak gören farklı medeniyet ve kültürlerden olan Mevlana (1207-1273) ve Karl Jaspers’ın (1883-1969) sevgi kavramı konusundaki düşünceleri arasındaki paralellikleri ortaya konmaktadır.

Buna göre, Mevlana “dışa dönük bakışı” değil, “içsel bakış” ın temel alındığı, bilme’den ziyade olma’yı, dolayısı ile insanın kendisini tanımasını/ bilmesini hedefleyen; sırf kabule dayalı bir hayatı önermeyip, aynı ölçüde olumsuz tutumlara,  şartlandırmalara karşı duruşu öngören; insanı dönüştürme ve ona şahsiyet kazandırma eyleminde “ben” i temel alan biri olarak ele alınmaktadır.

Sevgi bir iletişim biçimi olarak, kişinin kendini tanımasını, sevmesini ve de kendi yeteneklerinin farkında olmasını sağlayan önemli bir etkendir.

 

Çizmeden Yukarı Çıkmamak

“Çizmeyi aşmak” sözü her ne kadar, kökeni itibariyle bize ait değilse de yaşantımızda sık sık kullandığımız  bir deyimdir. Aslı, Fransız ressamı Eugene Delacroix’nın bir anekdotundan kaynaklanmıştır.

Eugene Delacroix  1798′ de Paris’te doğdu. Önce devlet lisesinde, sonra da güzel sanatlar yüksek okulunda öğrenimini tamamladı. Pek çok eseri devlet tarafından satın alındı.

Yapıtları halen Louvre Müzesi’nde sergilenmektedir. Victor Hugo, Shakespeare, Byron ve Goethe’nin eserlerinden esinlenerek tablolar meydana getirdi. İngiltere, İspanya, Belçika, Cezayir ve Hollanda’yı ziyaret etti. İzlenimlerini çizdi.

1857’de Paris Güzel Sanatlar Akademisi’ne kabul edilmesinden kısa  bir süre önce çok özenerek resim sergisini hazırladı. 1855’te Paris Belediye Meclisi’ne aday gösterildi. Seçilmeyi çok arzu ediyordu. Bu nedenle bu sergiye çok dikkatle hazırlanıyordu.

Açılıştan bir iki saat önce serginin hazırlıklarını bir kez daha gözden geçirmek için galeriye gitti. Sergide sunduğu tablolar kadar kendi giyimine de azami özeni göstermişti. Yepyeni elbiselerini ve yeni çizmelerini giymişti.

 Kısa bir süre sonra çizmelerinin ayağını vurduğunu hissetti. Acısı giderek artınca çizmecisini çağırarak durumu anlattı.

Çizmeci kısa sürede işi halletti. Ancak çizmeci, bir resmi göstererek, resimdeki çizmenin körüklerinin hatalı olduğunu, kıvrımlarının doğru çizilmediğini, örnek göstererek ressama anlattı.

Ressam Delacroix, gerçekten hata yaptığını anlayınca fırçalarını, boyalarını ve paletini getirterek resmi düzeltti.

Bütün olup biteni sonuna kadar izleyen çizmeci, “_Efendim çok doğru ve gerçekçi oldu.” dedi ve ekledi “_ Efendim yalnız ceketin de eteği hatalı.” deyince…;

Ressam dikkatle baktığı resimde, her hangi bir hatanın olmadığını gördü ve çizmeciye dönerek  “_Bak usta, sen sen ol eleştirilerinde çizmeden yukarı çıkma!” öğüdünde bulundu.

Yazarken,  konuşurken, eleştirirken veya akıl verirken hepimizin bilgimizin dışındaki konularda  çok dikkatli olmamız ve “çizmeyi aşmamak” koşuluyla hareket etmemiz gerekmektedir.

İyi niyetle de olsa, bu konuda duyarlı ve özenli olmamız, çevremizin bize olan güvenin artmasına neden olacaktır.  

 

Üniversite Gençliği ile Hasbihal

Ben, “Bu gençlerden bir şey olmaz.” diyenlerden değilim. Bu bir döngü: Bizden öncekiler de bizim için “Bu gençlere memleket teslim edilmez, bunlar memleketi satar.” diyorlarmış. İşin ilginci: 16. yüzyılda yazılmış şiirlerde de aynı yakınmayı görüyoruz.

Üniversitelerde oluşturulan öğrenci kulüplerinden bazıları çok güzel çalışmalar yapıyor. Geçen hafta İşletme Kulübü ve Ekonomi Kulübü’nün düzenlediği iki etkinliğe hem dinleyici hem konuşmacı olarak katıldım. Kulüp yöneticileri pırıl pırıl gençler, bir şeyler üretmenin, arkadaşlarına hizmet sunmanın heyecanını duyuyorlar. İşletme Kulübü, dershane olarak bizi ve yeminli mali müşavir bir arkadaşı davet etmişti. Ekonomi Kulübü ise iki günlük sertifika programı düzenlemişti. Katılımcılara program sonunda sertifika dağıttı. Onlar, İstanbullu bir firma ile anlaşmışlar. Biz de davet edildiğimiz programın sonunda bir konuşma yaptık ve katılımcılara hediye çekleri verdik. Her iki programa ayrı ayrı 150-200 civarında üniversite öğrencisinin katıldığını gördüm.

Programlarda profesyonelliğin olduğu söylenemez. Düzenleyenlerin ve dinleyenlerin en büyük artıları, samimiyetleri ve heyecanları. Heyecan ve samimiyetlerini gördükten sonra onlara destek vermek gerektiğine bir kez daha inandım. Bu çocuklar, bizim çocuklarımız ve bizim geleceğimiz. İnandım ki, biz bu gençlere hizmet etmekle gölgesinde barınacağımız ağaca bir damla da olsa su vermiş olacağız.

Her iki konuşmama onları tebrik ederek başladım. Onların yaşındaki, bu salonda bulunmayan diğerleri belki bir kafede duman altı olmuş vaziyette vakit öldürüyorlar, karşıt cinstekiler duygu alışverişi yapıyorlardı; oysa buradakiler kendilerini, ailelerini, geleceklerini, kendilerinden gelecek nesillerini, memleketlerini, insanlığı önemsedikleri için, yarınlara yatırım yapmak amacıyla şu an burada bulunuyorlardı. Onlar, başkalarının birikimlerinden yararlanan akıllı kişilerdi. Varlığını sorgulayan,  karanlıklara küfretmek yerine karanlıkları aydınlatacak mum yakmayı ilke edinen kişilerdi. Bu sözlerim, yağmura susamış çöl toprağı misali, kendi değerlerini ifadeye hasret kalmış bu gençlerde heyecan uyandırdı, alkışlanmama sebep oldu.

Onlara: “Genç arkadaşlarım, daima iyimser olun, gülün içindeki diken yerine dikenler arasındaki gülle ilgilenin, buna şükredin; çalışmak çalışmak çalışmak adlı “Üç Ç”den vazgeçmeyin, rüyalarınızda, uykularınızda bile çalışınız, eğer bir şey okur ya da hayal ederek yatarsanız, rüyanızda, takıldığınız sorunu çözdüğünüzü görürsünüz, rüyada çalışmak bu demektir. Sevmekten vazgeçmeyiniz, ümit etmek, umutların peşinde koşmak en büyük sermayemizdir, sakın bu sermayeyi bir kenara itmeyiniz.” dedim. Hayatımdan küçük örnekler verdim.

Benim için, “Nerede tırak, orada bırak.” “Son durak, kara toprak.” ilkesinin geçerli olduğunu, yatarak ölmektense yıpranarak ölmeyi tercih ettiğimi, şimdiye kadar sekiz eğitim kurumunda ortak, kurucu, yönetici gibi sıfatlara yer aldığımı, hiçbir zaman pişmanlık duymadığımı, yaptığım yanlış işlerin, doğru işlerin kıymetini öğrettiği için bana göre çok değerli olduğunu, yanlış yapmaktan korkmamaları gerektiğini; çünkü iş yapanların yanlıştan kurtulamayacağını söyledim. Bir veya birkaç dil bilmeleri, sürekli okumaları, zamanlarını boş geçirmemeleri gerektiğini ifade ettim. 

Marifet, iltifata tabidir. Sevgi bitmeyen gıdadır. Sevgi yüklü yaklaşım, iltifat içeren her cümle, çiçeği yaşatan damlalar gibi, gençlerin gücüne güç katıyor, onlara yeni projelerin hayallerini kurduruyor. Biz, yaşı kemale ermişlerin asli görevi bu olmalı diye düşünüyorum. Birilerinin önünü açmak, istihdama dönük yatırımlar yapmak, elini verip onları çıkmazdan kurtarmak, bizim için ibadet hükmünde olmalı.

Kim; arkamızdan, sağımızdan solumuzdan, önümüzden arkamızdan ne derse desin: Nerede tırak, orada bırak!

 

 

TÜSİAD’IN Yeni Anayasa Teklifi

12 Haziran 2011 seçimleri Cumhuriyet tarihinin en önemli seçimi olmaya namzettir. Çünkü sistemin kökten değiştirilmesine kapının açılıp açılmayacağını belirleyecek bir seçim olacak.

Sistemin kökten değişmesinden kastımız, devletimizin kurucu iradesinin ortaya koyduğu Cumhuriyetin tasfiye edilerek, yerine etnik federe devletçiklere ayrılmış bir federasyon yapılanmasına geçişin sağlanmasıdır. Bunun için ilk şart mevcut Anayasa’nın kaldırılması ve yeni bir Anayasanın kabul edilmesidir.

Sistemin genel olarak değiştirilmesi konusunda AKP ve BDP/PKK inançlı ve kararlı görünüyor.

Başbakan’ın Başkanlık sistemi ve “ılımlı İslami çizgide” bir devlet özlemi biliniyor. BDP/PKK ise Barzani devleti gibi bir yapılanma kurmak istiyor. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) kapsamında Türkiye için, Irak modeli bir yapılanma tasarladığı anlaşılıyor. İmralı’dan gelen bilgilere göre, federal bir Türkiye devletine götürecek çeşitli hususlarda, AKP ve BDP/PKK arasında bazı mutabakatlar sağlanmış, bazı konularda ise müzakereler sürmektedir. Öcalan’ın İmralı’dan gönderdiği bu yöndeki mesajlara devletimizin ve hükümetin üst kademelerinden herhangi bir yalanlama gelmiş değil.

CHP, eski milli çizgisinde tutmak isteyenlerle, partiyi bu çizgiden uzaklaştırarak bazı konularda AKP, bazı konularda BDP/PKK çizgisine çekmek isteyenlerin mücadelesi içinde.

MHP ise TBMM’ne girmesi muhtemel partilerden, “devletimizin temel niteliklerinin korunması” konusunda en kararlı partidir. Bu bakımdan devletin yapısını değiştirmek isteyenlerin ilk hedefi MHP’yi barajın altına düşürerek Meclis dışına çıkarmaktır.

Ak Parti‘ye oy veren büyük kitlelerin de, Meclis dışındaki partiler DP, SP, Has Parti, BBP ve diğer partilerin de “devletimizin temel niteliklerinin korunmasını” istedikleri kanaatindeyiz. Ancak bunlardan bazılarının yeni anayasa sonrası “ılımlı İslam” modelinin öngördüğü oranda, “inançlarını yaşama özgürlüğünün genişleyeceği” oltasına takılma ihtimali vardır.

Tunus, Mısır, Libya, Yemen, Bahreyn‘de uygulanmakta olan ve pek yakında Suriye‘de (daha sonra muhtemelen İran ve Suudi Arabistan’da) uygulanacak modellerin bir başka versiyonunun Türkiye için uygulanmakta olduğunu söylemek mümkün.

  • 1. “Devletin temel niteliklerinin” korunması konusunda en şiddetli direnci göstermesi beklenen Türk Silahlı Kuvvetleri üzerinde yapılan psikolojik operasyonla ve Ergenekon ve Balyoz Davaları ile bu direnç kırıldı.
  • 2. Yazılı, görsel basın ve internet medyası’nın yarısı yandaş hale getirilirken, diğer yarısı yine Ergenekon Davası, vergi cezaları, “basılmamış kitap soruşturmaları” gibi usullerle sindirildi. Kitleler yoğun bir propaganda ile tepkisizleştirildi.

Bu operasyonların arkasında ABD’nin olduğunu yandaş yazarlar açıklamıştı:

Hükümete ve Cumhurbaşkanına yakın gazeteci Fehmi Koru,  Kasım 2007’de Başbakan Erdoğan ve Başkan Bush arasında yapılan toplantıda, “Ergenekon operasyonuna başlanması kararı çıktığını” yazdı.

Başta Altan kardeşler olmak üzere eski sosyalist yeni liberal yazarlar, “Dünya sistemi, ABD, NATO, birlikte  Ergenekon’u tasfiye ederek Türkiye’yi tedavi ediyor” dediler.

Çengiz Çandar, “Ergenekon operasyonu  olmasaydı, AKP Hükümetinin Kürt Açılımını yapması mümkün olmazdı” diye yazdı.

Tarafsız bir çizgide olan Cüneyt Ülsever ise, Ergenekon Operasyonunun amacının “kurucu unsurlarının Türkler olmadığı yeni bir Türkiye’nin formatlanması” olduğunu ifade etti.

Peki, bu operasyonlara karşı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları olarak bizler yeterince bilgili ve bilinçli miyiz? Seçimlere kadar şu soruların cevabını bulmamız lazım:

  • TÜSİAD’ın hazırlattığı yeni Anayasa taslağının İmralı’dan taleplerini bildiren terör örgütü PKK’nın lideri Öcalan’ın istekleriyle nasıl ve neden uyuşmakta olduğunu açıklayabiliyor muyuz?
  • 12 Eylül 2010 Anayasa referandumu öncesinde açıkça “evet” demediği ve hükümete destek vermediği için, Başbakan Erdoğan tarafından ‘bîtaraf olan bertaraf olur’ sözleriyle eleştirilen TÜSİAD, seçimlere az bir zaman kala bu taslağı niye tartışmaya açtı?
  • AKP ve Hükümet, “devletin temel niteliklerinin” değiştirilmesine kapı aralayan bu taslağa niçin hiç tepki vermemektedir?
  • 12 Haziran seçimlerinde, Anayasasından “Türk” kelimesinin çıkarıldığı, etnik temelli federal bir devletin vatandaşları olmayı isteyip istemediğimizin oylanacağının farkında mıyız?
  • Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu’sunda, İmralı’daki caninin liderliğinde (Irak’taki Barzani yönetimindeki devletçik gibi) bir devletçiğin oluşmasına ‘evet’ diyebilecek miyiz?

Daha fazla soru sormayı içim kaldırmıyor. Biliyorum çoğunuzun bu tür yazıları okumayı da içi kaldırmıyor.

Ama ne yapalım ki, ülkemizin bölünmesi tehlikesi karşısında her türlü ekonomik, sosyal politika ikinci planda kalır. Kaldı ki, bölünerek küçülen bir Türkiye sadece güvenlik ve bağımsızlık açısından tehlikeli olmakla kalmayıp, yürütülecek her türlü sosyal ve ekonomik politikaların da başarısız olması demektir.